Çevre krizi, kapitalizmin kendisini ayakta tutacak yeni üretici güçler geliştiremediğinin bir kanıtıdır. Doğal hammadde kaynaklarının, doğal üretim nesnelerinin yerine yenilerinin konulamayacak ölçüde tüketilmesi, sistemin üretici güçleri geliştiremediğinin, daha doğru bir deyimle, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil ettiğinin bir göstergesidir.
Geçen ayın etrafında en çok gürültü koparılan olayı, Rio de Janerio’da toplanan Birleşmiş Milletler Dünya Çevre Zirvesi’ydi. Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanları düzeyinde yapılan toplantının, çevre konusunda “umut verici”, “dünyanın geleceğini ilgilendiren” kararlar alınarak sonuçlandığı propagandasının ardında, iki gerçek gizlendi.
Üstü örtülen ve saklanmak istenen birinci gerçek, yeryüzünün sanayi tarafından tüketilmesi ve kirletilmesinin devlet ve hükümet başkanlarının “görüş birliği” sağlanarak çözülemeyecek kadar köklü nedenleri olduğuydu. Diğer yandan, bu zirvenin, çevre sorunlarından çok, siyasal ve uluslararası ilişkiler platformunda gündemde bulunan bölge ve dünya sorunlarına ayrılmış görüşmeler için bir perde rolü oynadığı, üstü örtük kalan ikinci gerçek oldu.
Karabağ, Azerbaycan, Bosna Hersek, Kıbrıs konuları, yalnızca Türk başbakanının gündeminde olan sorunlar değildi. Demirel, Romanya, Meksika cumhurbaşkanları, Yemen, İspanya ve Pakistan başbakanlarıyla da ikili temaslar, yaptı. Her ülkenin devlet ve hükümet başkanı da, kendi “çevre”lerinin sorunları hakkında, “çevre”lerindeki devlet ve hükümet başkanlarıyla görüştüler. Latin Amerika’nın, Afrika’nın pek çok uluslararası problemi, Çevre Zirvesine katılanların tartışma gündemini, elbette balinalardan, ormanlardan daha çok işgal etti. Kapitalist politikanın “çevre” kavramının, yeşilcilerin çevre kavramından farklı olduğu bir kez daha görüldü.
Kapitalist ülke şefleri için, politikanın ilgi duyacağı “çevre” kavramıyla, sanayinin ilgilendiği çevre kavramları birbirini bütünleyen ve birbirinden ayrılmayan kavramlardır. Kapitalizm için politika, sermayenin yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin koşulları üzerine bir etkinlik olarak tanımlandığında, “çevre” bu kapsamda özel bir anlam kazanarak politikayla birleşir. Devletlerin “çevre” kavramları, uluslararası ilişkilerin çelişmelerle dolu dünyasındaki kan ve barut kirlenmesinin sorunlarını, denizlerin, ormanların, toprağın kirlenmesinin sorunlarından önce ve ikincisini birinciye tabi kılarak ele alan bir perspektifi gerektiriyor. Körfez savaşının yol açtığı kirlenme özerine kopartılan yaygara, savaşın “zorunluluğu” ile nasıl bağışlanabilir kılındıysa, yeni savaşların yol açacağı yıkım ve kirlenmenin boyutları da daima savaşın gereklerinden sonra düşünülecektir. Bu yüzden Rio Zirvesi, göstermelik bir deklarasyonla, ve örneğin Japonya gibi çevre sorunlarına milyarlarca dolar ayıracağını açıklayan devletlerin reklamlarıma son bulurken, dünyanın bütün kriz bölgelerine, kızgın düğüm noktalarına ilişkin gizli pazarlıkların verimli alanı oldu.
Öte yandan, bütün göstermelik sonuçlarına rağmen böyle bir zirveyi gerçekten zorunlu kılan ciddi sebepler, kapitalizmin kapısını korkutucu boyutlarda çalmaya başlamıştır.
Kapitalizm, dünyanın hızla kirlenmesi, doğal kaynakların kullanılır halden çıkması, temel üretim hammaddelerinin tükenmesi, enerji kaynaklarının yenilenebilir nitelikte olmayanlarının artık artan ihtiyaca cevap verememesi gibi sorunlarda, kendi geleceğinin karanlık tablosunu görüyor. Tükettiği, yağmaladığı, yerine yenisi konulamaz birçok üretim nesnesini tahrip ettiğini görüyor ve bu tükenişin, insanlığın tükenişi anlamına geldiğini propaganda ediyor.
Kapitalizm, doğal kaynakların kullanılmasının risklerini, önüne bir problem olarak koymuş bulunuyor. Doğaya sürüp giden bu bağımlılık, “yaşanabilir bir dünya” kavramının kapitalizmin yaşabileceği, yani daha ilkel yöntemlerle, daha ucuz sanayi işletmeleriyle daha çok ve daha derinden yağmalamaya devam edebileceği dünya özlemine işaret ederken, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme gücünün tükenip tükenmediği tartışmalarına da bir cevap teşkil etmiştir. Marks, kapitalizmin, ya da herhangi bir üretim biçiminin, üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlı olarak karşılaşacağı temel sorunu formüle ederken, iki yanlı olarak, gerilemenin kıstasını tayin etmişti. Üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin keskinleşmesi, herhangi bir üretim biçiminin sonuna işaret eder. Bu, bir yandan üretici güçlerin, üretim ilişkilerinin kabuğunu zorlayacak şekilde gelişmesinin sonuçlarıdır, diğer yandan da, egemen sistemin kendisini yeniden üretecek güçleri geliştirmekte geri kalmasının sonuçlarıdır.
Bu anlamda, çevre krizi, kapitalizmin kendisini ayakta tutacak yeni üretici güçler geliştiremediğinin bir kanıtıdır. Doğal hammadde kaynaklarının, doğal üretim nesnelerinin yerine yenilerinin konulamayacak ölçüde tüketilmesi, sistemin üretici güçleri geliştiremediğinin, daha doğru bir deyimle, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil ettiğinin bir göstergesidir. Dev ölçekli teknoloji, “elektronik devrim”, gibi gelişmelerin, eğer oranlanacak olursa, tıpkı buhar makinasının icadı, “sanayi devrimi” gibi gelişmeler türünden kapitalizmin olağan gelişme koşullarının ürünlerinden farklı olmayan gelişmelere karşılık düşecektir. Bütün bu geçmişteki gelişmeler ve ilerlemeler, onun “üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil eden genel ve tarihsel niteliğinin ortadan kalktığını göstermemişti. Çağdaş buluşların da aynı nitelikte olduğunu, çevre krizi kanıtlıyor. Emperyalizmin teknolojisi, azami kâr hedefine bağlıdır. Başka bir amaca değil. Bu yüzden, kendi amaçlarının sonuçlarının kendisini kuşatan bir ateş olarak yarattığı yangına yetişmesi mümkün değildir.
Çevre krizi, Emperyalizmin, kapitalizmin son ve ölümcül aşaması olarak kaldığını, niteliklerinin kendisini yok edici özelliklerini kaybetmediğini göstermiş, kendisini yaşatacak tedbirler geliştirmekte artık “eskisi gibi” acemi olmadığı, üretici güçleri kendisini en azından ayakta tutacak ve onaracak ölçüde geliştirme yeteneğini hâlâ taşıdığı iddialarına da somut bir karşılık oluşturmuştur.
Temmuz 1992