Emperyalist Kapitalizmin Çevresi

Çevre krizi, kapitalizmin kendisini ayakta tutacak yeni üretici güçler geliştiremediğinin bir kanıtıdır. Doğal hammadde kaynaklarının, doğal üretim nesnelerinin yerine yenilerinin konulamayacak ölçüde tüketilmesi, sistemin üretici güçleri geliştiremediğinin, daha doğru bir deyimle, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil ettiğinin bir göstergesidir.

Geçen ayın etrafında en çok gürültü koparılan olayı, Rio de Janerio’da toplanan Birleşmiş Milletler Dünya Çevre Zirvesi’ydi. Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanları düzeyinde yapılan toplantının, çevre konusunda “umut verici”, “dünyanın geleceğini ilgilendiren” kararlar alınarak sonuçlandığı propagandasının ardında, iki gerçek gizlendi.
Üstü örtülen ve saklanmak istenen birinci gerçek, yeryüzünün sanayi tarafından tüketilmesi ve kirletilmesinin devlet ve hükümet başkanlarının “görüş birliği” sağlanarak çözülemeyecek kadar köklü nedenleri olduğuydu. Diğer yandan, bu zirvenin, çevre sorunlarından çok, siyasal ve uluslararası ilişkiler platformunda gündemde bulunan bölge ve dünya sorunlarına ayrılmış görüşmeler için bir perde rolü oynadığı, üstü örtük kalan ikinci gerçek oldu.
Karabağ, Azerbaycan, Bosna Hersek, Kıbrıs konuları, yalnızca Türk başbakanının gündeminde olan sorunlar değildi. Demirel, Romanya, Meksika cumhurbaşkanları, Yemen, İspanya ve Pakistan başbakanlarıyla da ikili temaslar, yaptı. Her ülkenin devlet ve hükümet başkanı da, kendi “çevre”lerinin sorunları hakkında, “çevre”lerindeki devlet ve hükümet başkanlarıyla görüştüler. Latin Amerika’nın, Afrika’nın pek çok uluslararası problemi, Çevre Zirvesine katılanların tartışma gündemini, elbette balinalardan, ormanlardan daha çok işgal etti. Kapitalist politikanın “çevre” kavramının, yeşilcilerin çevre kavramından farklı olduğu bir kez daha görüldü.
Kapitalist ülke şefleri için, politikanın ilgi duyacağı “çevre” kavramıyla, sanayinin ilgilendiği çevre kavramları birbirini bütünleyen ve birbirinden ayrılmayan kavramlardır. Kapitalizm için politika, sermayenin yeniden ve genişletilmiş yeniden üretiminin koşulları üzerine bir etkinlik olarak tanımlandığında, “çevre” bu kapsamda özel bir anlam kazanarak politikayla birleşir. Devletlerin “çevre” kavramları, uluslararası ilişkilerin çelişmelerle dolu dünyasındaki kan ve barut kirlenmesinin sorunlarını, denizlerin, ormanların, toprağın kirlenmesinin sorunlarından önce ve ikincisini birinciye tabi kılarak ele alan bir perspektifi gerektiriyor. Körfez savaşının yol açtığı kirlenme özerine kopartılan yaygara, savaşın “zorunluluğu” ile nasıl bağışlanabilir kılındıysa, yeni savaşların yol açacağı yıkım ve kirlenmenin boyutları da daima savaşın gereklerinden sonra düşünülecektir. Bu yüzden Rio Zirvesi, göstermelik bir deklarasyonla, ve örneğin Japonya gibi çevre sorunlarına milyarlarca dolar ayıracağını açıklayan devletlerin reklamlarıma son bulurken, dünyanın bütün kriz bölgelerine, kızgın düğüm noktalarına ilişkin gizli pazarlıkların verimli alanı oldu.
Öte yandan, bütün göstermelik sonuçlarına rağmen böyle bir zirveyi gerçekten zorunlu kılan ciddi sebepler, kapitalizmin kapısını korkutucu boyutlarda çalmaya başlamıştır.
Kapitalizm, dünyanın hızla kirlenmesi, doğal kaynakların kullanılır halden çıkması, temel üretim hammaddelerinin tükenmesi, enerji kaynaklarının yenilenebilir nitelikte olmayanlarının artık artan ihtiyaca cevap verememesi gibi sorunlarda, kendi geleceğinin karanlık tablosunu görüyor. Tükettiği, yağmaladığı, yerine yenisi konulamaz birçok üretim nesnesini tahrip ettiğini görüyor ve bu tükenişin, insanlığın tükenişi anlamına geldiğini propaganda ediyor.
Kapitalizm, doğal kaynakların kullanılmasının risklerini, önüne bir problem olarak koymuş bulunuyor. Doğaya sürüp giden bu bağımlılık, “yaşanabilir bir dünya” kavramının kapitalizmin yaşabileceği, yani daha ilkel yöntemlerle, daha ucuz sanayi işletmeleriyle daha çok ve daha derinden yağmalamaya devam edebileceği dünya özlemine işaret ederken, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme gücünün tükenip tükenmediği tartışmalarına da bir cevap teşkil etmiştir. Marks, kapitalizmin, ya da herhangi bir üretim biçiminin, üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlı olarak karşılaşacağı temel sorunu formüle ederken, iki yanlı olarak, gerilemenin kıstasını tayin etmişti. Üretici güçlerin gelişme düzeyi ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin keskinleşmesi, herhangi bir üretim biçiminin sonuna işaret eder. Bu, bir yandan üretici güçlerin, üretim ilişkilerinin kabuğunu zorlayacak şekilde gelişmesinin sonuçlarıdır, diğer yandan da, egemen sistemin kendisini yeniden üretecek güçleri geliştirmekte geri kalmasının sonuçlarıdır.
Bu anlamda, çevre krizi, kapitalizmin kendisini ayakta tutacak yeni üretici güçler geliştiremediğinin bir kanıtıdır. Doğal hammadde kaynaklarının, doğal üretim nesnelerinin yerine yenilerinin konulamayacak ölçüde tüketilmesi, sistemin üretici güçleri geliştiremediğinin, daha doğru bir deyimle, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil ettiğinin bir göstergesidir. Dev ölçekli teknoloji, “elektronik devrim”, gibi gelişmelerin, eğer oranlanacak olursa, tıpkı buhar makinasının icadı, “sanayi devrimi” gibi gelişmeler türünden kapitalizmin olağan gelişme koşullarının ürünlerinden farklı olmayan gelişmelere karşılık düşecektir. Bütün bu geçmişteki gelişmeler ve ilerlemeler, onun “üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel teşkil eden genel ve tarihsel niteliğinin ortadan kalktığını göstermemişti. Çağdaş buluşların da aynı nitelikte olduğunu, çevre krizi kanıtlıyor. Emperyalizmin teknolojisi, azami kâr hedefine bağlıdır. Başka bir amaca değil. Bu yüzden, kendi amaçlarının sonuçlarının kendisini kuşatan bir ateş olarak yarattığı yangına yetişmesi mümkün değildir.
Çevre krizi, Emperyalizmin, kapitalizmin son ve ölümcül aşaması olarak kaldığını, niteliklerinin kendisini yok edici özelliklerini kaybetmediğini göstermiş, kendisini yaşatacak tedbirler geliştirmekte artık “eskisi gibi” acemi olmadığı, üretici güçleri kendisini en azından ayakta tutacak ve onaracak ölçüde geliştirme yeteneğini hâlâ taşıdığı iddialarına da somut bir karşılık oluşturmuştur.

Temmuz 1992

Kamu Çalışanlarının Yükselen Mücadelesi Ve Bazı Sorunlar

Kamu çalışanları, uzunca bir zamandan beri sendikalaşma mücadelesi içindeler. Kamu çalışanlarının en ileri unsurlarının bir araya gelmesiyle başlayan sendikalaşma çabaları, bugün, 100-150 bin kamu çalışanını kapsayan oldukça geniş sendikaların örgütlendiği bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Ancak, kamu çalışanları bu aşamaya kolayca gelmediler: Hükümetler ve polisin baskı ve tehditlerine, yasal ve yasadışı sindirme ve yıldırma uygulamalarına direnerek geldiler.
Kamu çalışanları, sendikalaşma mücadelesine başlamalarıyla birlikte eyleme de geçtiler; başlangıçta dar çevreli toplantılar ve kamu çalışanları arasında sözlü ve yazılı ajitasyonla süren eylemler, giderek kapalı ve açık alanlarda kitle toplantıları ve protesto gösterilerine dönüştü. Son Ankara yürüyüşü ve Ankara’da bir gün arayla yapılan iki gösteriden birincisine beş, ikincine 10 bin dolayında kamu çalışanının katılması ise, kamu çalışanlarının sendikal mücadelesinin boyutunu ortaya çıkarması bakımından önemli bir gösterge oldu.
Bugün, çeşitli işkollarında resmen kurulmuş ya da kurulmak üzere olan 11 kamu çalışanı sendikası faaliyet göstermektedir. Diğer işkollarında ise çalışmalar sürdürülmektedir. Öyle görünmektedir ki, önümüzdeki kısa sayılacak bir dönemde, sendikasız işkolu kalmadığı gibi, sendikaların üye sayıları da hızla çoğalacak, bu sendikalar dost düşman herkesin hesap etmek zorunluluğunu duyacağı bir kitleselliğe kavuşacaklardır. Aslında, daha bugünden devlet, memurların sendikalaşmasını güçleştirmek için elinden geleni yaptığı gibi, içi boşaltılmış bir sendika “hakkı” için de çalışma içindedir. Dahası, çeşitli siyasi eğilimler ve devlet tarafından desteklenen kimi çevreler, içine sadece kendilerine yakın kişilerden oluşan “sendikalar” kurarak kamu çalışanlarının eylemini ve örgütlenmesini parçalayan bir tutum içine girmişlerdir. Bugün bunlar, kısmi bir etkinlik ve yerel bir durumda olsalar bile, geniş kamu emekçilerinin örgütlenmesinde ikircik yaratan bir pozisyon yaratmaktadırlar.
Öte yandan, bir yandan kamu çalışanlarının son 25-30 yıllık mücadelesi bir yandan ülke genelinde gelişen özgürlük mücadelesinin boyutları, kamu çalışanlarının sendikalaşmasını, sendikal haklara kavuşmasını toplum gündeminin ön sıralarına çıkarmıştır. Bu durum, daha 3-5 yıl önce kamu çalışanlarına sendika hakkı istemeyi “komünistlik”, “bölücülük” diye suçlayan düzen partilerini, seçim bildirgelerine bu hakkı yazmaya zorlamıştır. Nitekim bugün, iki partili koalisyon hükümetinin her iki partisi de seçim meydanlarında kamu çalışanlarına sendika ve grev hakkı vereceklerini yüksek sesle bağırarak oy toplamış ve iktidar olmuşlardır. Gerçi bu iki parti, meydanlarda söylediklerinden “iktidara geldiğimizde yapacağız dediğimiz bazı şeylerin yapılamayacağını gördük” diyerek çark etmektedirler, ama kamu çalışanlarının mücadelesinin boyutuna bakıldığında bunların sendikalaşma ve grev hakkının yasallaştırılmasından hükümetin kolayca çark edemeyeceği görülmektedir. Ne var ki, bütün belirtiler, hükümetin kamu çalışanlarına sadece sendikalaşma hakkı tanıyıp grev hakkı olmayan bir sendika ile işin içinden sıyrılma eğiliminde olduğunu da göstermektedir. Ve yine bütün belirtiler, kamu çalışanlarının nasıl bir sendikaya sahip olacaklarını, onların mücadelesinin boyutları tarafından belirleneceğini göstermektedir. Bu durumda da, her şeyi belirleyen kamu çalışanlarının mücadele istek ve yeteneği olacaktır.
Kamu çalışanları, bugün, tarihlerinde görülmedik bir kararlılık ve istekle öne atılmaktadır. Ama aynı zamanda henüz çözemedikleri pek çok sorunla da savaşmak zorundadırlar. Dahası bu sorunlar çözümlenmeden mücadelenin ilerlemesi de beklenemez. Bu yüzden biz burada bir dergi yazısı çerçevesinde değinilebileceği kadarıyla bu sorunlar üstünde duracağız.

“YENİ DÜNYA DÜZENİ” VE BEKLENTİCİIİK
Emperyalistlerin kurmaya çalıştıkları yeni dünya düzeninin propagandasının merkezinde “insan hakları”, “demokrasi” ve “özgürlük” sloganları olduğu artık bilinen bir gerçek. Bu propagandanın demokrasi motiflerinden birisi de tüm çalışanların sendika hakkına kavuşmasıdır. Ama bu gerçeğin diğer yanı ise, laftaki bütün özgürlük ve demokrasi propagandasına karşın, bütün bu hakların içinin boşaltıldığıdır. Bu, tarihi boyunca burjuvazinin genel tutumudur. Ama son 10 yıl içinde emekçi haklarının içinin boşaltılıp kullanılmaz hale getirilmesi işi, burjuvazi ve gericilik için, adeta bir sanat biçimini almıştır. Türk egemen sınıflan da, son yıllarda “yeni dünya düzeni”nin kampanyasına katılmıştır. Özellikle koalisyon hükümetini oluşturan partiler, demagojik propagandayla, tüm emekçilere özgürlük getirecekleri gibi bir beklenti yaratmayı başarmışlardı. Bu çerçevede kamu çalışanları içinde de bir beklenti eğilimi ortaya çıkmış, koalisyon hükümetinin vaatlerine uygun olarak, sendika ve grev hakkını kamu emekçilerine bahşedeceği gibi bir hava doğmuştu. Dahası bu sendikaların yönetici kesimleri arasında da uzlaşmaya hazır unsurlar, beklenti eğilimini güçlendiren bir tutum almışlardı. Hükümetin bu konuda da ayak sürümesi, hatta grevsiz bir sendika yönünde çalışmaların yapıldığı bilinirken, bu çevreler uzlaşıcı tutumlarını sürdürmekte, kamu çalışanlarının birleşip mücadele etmesi durumunda, “ipler elimizden kaçar mı” endişesiyle engellemeye çalışmaktadırlar.
Kuşkusuz kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesi içindeki en baş engellerden birisi; bu tutumun alt edilmesi, bütün dünya emekçilerinin “Haklar, ancak mücadeleyle alınır” ilkesinin kamu çalışanları sendikalarının ilkelerinin en başına yazılmasıdır.
Bugün kamu emekçilerinin gündeminin başında yer alan madde, hükümetin bir kamu sendikaları yasası çıkararak bu sendikaları resmen tanıması değildir. Çünkü birincisi, kamu çalışanlarının sendikaları zaten vardır ve kitle mücadelesi hükümeti sıkıştırdığında hükümet bunların yöneticileriyle görüşmektedir. İkincisi ise; kamu çalışanlarının yıllardır sürdürdüğü mücadelenin bugün geldiği aşamada, hükümet ve parlamento, kamu çalışanlarının sendikalarını resmen tanımak zorundadır. Bu yüzden de bugün asıl olan, nasıl olursa olsun bir sendika yasasının çıkarılması değil, bu yasanın kamu emekçilerinin sendikalarının elini kolunu bağlamayan, onları bir dayanışma derneği derekesine düşürmeyen bir yasanın çıkarılması için mücadeledir. Dahası tek başına sendika yasasının anlamı da yoktur. Bu yasa grevli toplu sözleşmeli bir çalışma yasasıyla birleştiği zaman anlamlanacaktır. Kamu emekçilerinin örgütlenmiş kesimlerinin çoğunluğu eylemleri ve sloganlarıyla bunun bilincinde olduklarını gösteriyorlar. Ama bu talepler yüz binlerce kamu çalışanına mal edilmedikçe hükümet ve parlamentonun entrikalarının bozulması oldukça güçtür. Bugün sendikalar ve ileri unsurlar, öne çıkardıkları talepleri geniş çalışan kesimlerine ulaştırmak, onları bu taleplere kazanmak, bunun yol ve yöntemlerini bulmak zorundadır.

KİTLESELLEŞME SORUNU
Kamu çalışanları sendikasının bugün en önemli sorunu kitleselleşmedir denirse gerçek ifade edilmiş olur. Çünkü bugün kamu çalışanları sendikaları, sendikalaşabilir kamu çalışanlarının sadece yüzde 8-10’unu çatıları altına toplamış durumdadır.
Bu sendikaların pek çoğunun henüz kuruluş aşamasında olduğu, en eskisinin iki yıllık bir geçmişi bulunduğu göz önüne alınırsa, bu oran küçük değildir. Gerçi kapitalist dünyada işçi ve emekçilerin sendikalaşma oranı çok düşüktür ve pek çok ülkede sendikalaşma oranı yüzde 10-25 arasındadır. Örneğin Türkiye’de, iş ve sendika yasalarındaki bütün kısıtlamalara karşın, sendikalaşabilir 6 milyon dolayında işçi vardır. Ama sendikalı işçi sayısı 1 milyon 200 bin kadardır. Yani, işçi sınıfı verdiği onca mücadeleye karşın yüzde 20 dolayında bir sendikalaşma düzeyine ulaşabilmiştir. Bu oranlar göz önüne alındığında, birkaç yıl içinde, henüz devlet tarafından resmen tanınmamış olmasına karşın, kamu çalışanı sendikalarının yüzde 8-10 dolayına ulaşan sendikalaşması, bu sendikaların kitlesel sendikalara dönüşmüş olduğu sanısını uyandırır. Ama bu aldatıcıdır. Çünkü bir kitle örgütü, bir sendikadan söz edildiğinde kitleselleşme o örgütteki üye sayısının belirli bir rakamın üstünde olması değildir sadece. Kitleselleşme ancak, daha üst düzeyde de örgütlenip seferber edilecek kesimleri aşarak “sıradan” unsurları da kapsadığı ölçüde sözü edilebilecek bir özelliktir. Örneğin pek çok işletmeden 5-10 bin ileri, az çok politikleşmiş kişiyi kapsayan bir sendikanın kitleselliği tartışılır, ama bir kaç işletmeden işçilerin çoğunluğunu kapsayan ama daha az sayıda işçiyi birleştiren bir sendika kitleselleşmiştir diyebiliriz. Çünkü sendika işçileri, emekçileri birleştiren en geniş ve en kitlesel örgüt olarak ancak politikleşmemiş emekçileri de kapsamaya başladığı andan itibaren anlamlı olur. Bu açıdan kamu çalışanları sendikalarına bakıldığında, varolan durumun iç açıcı olmadığı görülür. Çünkü bu sendikalar içinde örgütlenmiş olan emekçiler, uzunca bir zamandan beri özgürlük ve demokrasi mücadelesi içinde olan, ya da bir biçimde bu mücadeleden etkilenmiş olan kesimlerdir. Bunlar, sendika olmasa da değişik örgütlenmeler içinde örgütlenip mücadele edebilecek kapasitededirler zaten.
Kısacası; bugün kamu sendikaları, en geniş çalışan kesimlere ulaşma, onları mücadeleye çekmiş olmaktan uzaktır henüz. Ama bu sendikaların somut olarak kurulmalarının çok yakın bir geçmişte gerçekleşmiş olması, hükümet, idare, polis ve hükümetin baskıları, en önemlisi de bu kategorinin, öğretmen, sağlıkçı gibi bir kaç kesimi dışında örgütlenme geleneğinin cılızlığı göz önüne alındığında, bugünkü durum olağandır. Ama bir olgunun olağan olması problemleri azaltan bir etken değildir. Tersine, olgu ortaya çıkmışsa, hele mücadele bir yükseliş seyri izliyorsa, giderek büyüyen bir engel olarak kendisini daha çok hissettirir. Atılan her adımda daha büyük sorunlar çıkarmaya başlar. Bu yüzden mücadelenin ileri atılımı için engelin ortadan kaldırılması daha büyük bir aciliyet olarak kendisini dayatır.
Son aylarda kamu çalışanlarının hareketlenmesi, artarda yapılan kurultay ve kongreler ile sokak çatışmalarına, bakanlık kapılarına dayanmaya varan eylemler, kitleselleşmemiş olmaktan doğan sorunları daha çok göze batar hale getirmiştir. Biraz yakından bakıldığında görülür ki; kitleselleşme sorunu bu sendikaları sadece nicel bakımdan güçsüz bırakmakla kalmıyor, daha da kötüsü, sendikal demokrasi, yönetim ile sendika tabanı, sendika ile örgütlenmemiş geniş kitle arasında da aşılması güç sorunlar ortaya çıkarıyor. Örneğin bu sendikaların, devlet ve polis baskısını olağanüstü çabalarla aşarak topladıkları kurultay ve kongreler, mücadelenin heyecanının yansımadığı, sonuçları önceden belli toplantılara dönüşerek işlevsizleşebiliyor. Oysa bir kitle örgütü, bir sendika için kongre ve kurultaylar, bir önceki dönemin muhasebesinin yapıldığı, sonraki dönemin politikalarının tartışılıp kararların alındığı, mücadelenin bütün sıcaklığı ile delegeleri ve adayları sardığı, sonuçlarının tüm çalışanlar içinde olumlu dalgalanmalar yarattığı gerçek bir eylemdir. Bu heyecanı yaşamayan, geniş yığınların istem ve duygularını yansıtmayan kurultaylar ve kongrelerin amaca hizmet etmesi beklenemez. Nitekim son 3 ay içinde kamu çalışanı sendikalarının kurultay ve kongrelerinin, içinde bulundukları mücadelenin sıcaklığını duyurmaktan uzak, grupçuluk, entrikacılık, ilkesizlik, kişisel ya da çevre çıkarlarının daha çok hissedildiği alanlar olmasının başlıca nedeni, bu faaliyetin kitle denetiminden uzak, kitlelere hesap verme kaygısı taşımayan bir faaliyete dönüşmüş olmasıdır. Bütün bu olumsuzlukların delegeler ve giderek üyeler üstünde olumsuz etkiler yarattığı, yeni atılım yapacak kararlar beklentisiyle gelen delegelerin hayal kırıklığına uğramış olarak bölgelerine döndüğü bilinen bir gerçektir.
İlk bakışta bütün bu olumsuzlukların nedeni olarak kimi kişi ya da çevrelerin olumsuz tutumları gerekçe olarak gösterilebilirse de daha yakından bakıldığında olumsuzluğun köklerinin daha derin olduğu görülür. Bu olumsuzluklarda elbette kişi ya da çevrelerin rolü vardır; ama bu rol belirleyici değildir. Burada asıl belirleyici olan çeşitli vesilelerle oluşmuş çevrelerin kitle denetiminden yoksun oluşudur. Çünkü bu grupların çoğu, bulundukları politik ve ideolojik zemin gereği, kendi dar çevresini tatmin etmek ötesinde, yığınlara hesap vermek gibi bir kaygı taşımamaktadırlar. Bu yüzden de kazanmak için “her yol mubah” sayılabilmektedir. Tersi olsaydı; seçilenler ya da seçime katılanlar yığınlara hesap vereceği endişesini taşısaydı, hiç kimse, “Bu seçilen, yönetime gelen de kimmiş?” denilecek birilerini, bırakalım seçmek önermek cesaretinde dahi bulunamazdı. Bu kaygıyı taşımayanlar da eninde sonunda kitle tarafından cezalandırılırdı.
Sendika demokrasisi açısında da durum çok farklı değil. Bir kitle örgütünde demokrasinin garantisi yöneticilerin yığınlara hesap verme ihtiyacıdır. Eğer kitle örgütü gerçekten kitlesel bir nitelik kazanmışsa, (demokrasiyi engelleyen başka etkenler bir yana bırakılırsa) yöneticiler tıpkı seçildikleri gibi kitleler tarafından görevden alınabilir. Bu yüzden de kötü yöneticiler bile yığınların istek ve taleplerini her zaman gözetmek zorunda kalırlar. Bugün kamu çalışanları sendikalarında işlerlikteki demokrasiye ilişkin yakınmaların başlıca nedenlerinden birisi de yöneticilerin bu yığınlara hesap verme ihtiyacını henüz duymamalarıdır. Çünkü henüz hesap verecekleri, vermedikleri zaman da kendilerini alaşağı edebilecek düzeyde kitleselleşmemiştir bu sendikalar.
Kuşkusuz, kamu çalışanları sendikalarının gerek demokrasi gerekse mücadele alanındaki sorun ve zaafları Türk-İş’e bağlı belli başlı sendikalarla karşılaştırıldığında sözü bile edilemez şeyler olarak görünür. Ama en kötü ile kıyaslayarak “Biz iyiyiz!” demek kimseye bir şey kazandırmadığı gibi, bir süre sonra Türk-İş sendikalarından kötü bir çizgiye düşmenin yolunu açar. Bu yüzden de kamu çalışanları gerek mücadeleciliklerini, gerekse sendikal demokrasi vb. konulardaki tutumlarını Türk-İş gibi en kötü örneklerle ölçmemek durumundadırlar.
Kısacası kamu çalışanları sendikalarında, bugün yakınılan sorunların büyük bir çoğunluğunun maddi temelinin ortadan kaldırılmasının başlıca koşulu kitleselleşmeyi gerçekleştirmektir.
Burada yine Türk-İş’le ilgili bir soru hemen akla gelebilir: “Türk-iş kitleseldir; ama kamu çalışanlarının sendikalarından çok daha anti-demokratik, çok daha içine dönük ve uzlaşmacı değil midir?” Elbette öyledir. Ama Türk-İş’in kitleselliği tamamıyla görünüştedir. Gerçekte ise, Türk-İş geniş yığınları sendikal faaliyetin her alanından dıştalamış, üyelerini sendikalara yabancılaştırmayı başarmıştır. Dolayısıyla da sendika ağaları, bir tür çete örgütlenmesi, ek olarak hükümet ve patronların desteği ile yönetimlerini ellerinde tutmakta, işçilerin onca tepkisine karşın yerlerinde kalmaya başarabilmektedirler. Öyleyse, kitleselleşme kavramını salt kuru kalabalıklar olarak almamak gerekiyor. Tersine, kitleselleşme mücadelesini devlet memurunu “memurluk”tan kurtarma mücadelesi olarak da anlamak, geniş yığınları dönüştürme faaliyeti olarak ele almak gerekiyor. Çünkü kalabalıkların kendiliğinden sendikalara katılması sorunu zaten devletin sendikaları yasallaştırması ile gerçekleşecek bir olgudur. Dahası bu durum kamu çalışanlarının sendikalarının bugüne kadar mücadeleye katkıda bulunmak bir yana onu engellemek isteyen orta ve üst düzey bürokratlarının denetimine girmesi tehlikesini de birlikte getirecektir. Kamu çalışanları alanında, hükümet ve amirlerin baskılarının sonuç vermesinin olanakları çok daha fazla olduğu hesap edilirse; bugün belirli bir ilerici misyona sahip sendikaların kısa zamanda birer sarı sendikaya dönüşmesi için pek çok neden vardır. Bu yüzdendir ki kitleselleşme sorunu çalışanların dönüştürülmesi sorunuyla, onların azami talepleri doğrultusunda seferber edilmesi sorunuyla yakından ilgilidir.
Yığınlar ancak kendi talepleri doğrultusunda harekete geçirilebilir ve ancak eylem içinde bilinçlenip örgütlenebilirler. Bu tarihin gösterdiği en yalın gerçeklerden birisidir. Öyleyse, kamu emekçileri sendikaları kitleselleşme sorunun doğru ve mücadelenin ihtiyaçlarına uygun bir tarzda ancak, hitap ettikleri kesimlerin taleplerini savundukları, onların istemlerini gözeten bir ajitasyon faaliyeti gerçekleştirdikleri ölçüde onlarla bağ kurma, sendika çatısı altına çekme olanağına sahip olacaklardır. Sendika binaları içinde farklı sendika anlayışları tartışmalarıyla sınırlı bir “propaganda” faaliyetiyle yığınların etkilenemeyeceği, ya da çalışanların bu tartışmalarla şu ya da bu çizgiye çekilemeyeceği artık anlaşılması gereken bir gerçektir. Elbette herkesin kendine has bir sendikacılık anlayışı vardır ama bu sendikacılık anlayışlarının yaşama geçmesi için de bunların yığınlara ulaşması, anlayışın savunucularının ve ilkelerinin bizzat mücadele içinde sınanması gerekir.   Uzlaşmacılar, sözde devrimciler, emekçilerin sahte ve gerçek dostları ancak sıcak mücadelesinde herkesçe görülür hale gelebilir. Öyleyse bugün yapılması gereken, geniş kamu emekçilerinin taleplerinin sözlü yazılı her araçla yaygınlaştırılıp, içinde yaşadıkları koşulların teşhir edilmesi, bunların değiştirilmesi için çalışanların bizzat kendilerinin mücadeleye çekilmesi, kamu çalışanlarının mücadelesine önderlik etmeye soyunanların, sendikaların yakalaması gereken halkadır. Bugün mücadeleye uzak duran, hala “devlet memuru” anlayışının simgesi olanlar da dâhil kamu çalışanlarının çok büyük çoğunluğu mücadele içinde, talepleri etrafında birleştirilip seferber edildiklerinde kendi konumlarını fark ederek sorunlarına sahip çıkmaya sendikal ya da siyasal eyleme bilerek isteyerek katılmaya başlayacaklardır. Yoksa bugün yönetimlerinin büyük çoğunluğu ilerici, devrimci-demokrat ve Marksistlerden oluşan ve az çok demokratik bir yapı ve oldukça mücadeleci bir anlayışın egemen olduğu kamu sendikaları yakın gelecekte Türk-İş’vari bir kitleselleşmeyle yüz yüze kalmaktan kaçınamayacaklardır. Ve bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak da, ya mücadeleye emek vermemiş ama en gerici değer yargıları istismar eden, hükümet destekli bürokratlar işbaşına gelecektir. Daha da kötüsü, bugün ilerici konumda olanların pek çoğu da bu düzene ayak uydurup adım adım birer sendika bürokratına dönüşecektir.
Ünlü bir atasözü “Görünen köy kılavuz istemez” der. Kamu çalışanları için görünen köy, doğru bir kitleselleşme çizgisinin zorunluluğudur. Ya talepleri doğrultusunda geniş kitleler mücadeleye çekilip dönüştürülecek ve bunlar sendikalarında demokrasinin, mücadelenin asıl dayanağı olacaklar; böylece sendikalar devrimci konumlarını koruyacak, ya da kitleselleşmek yerine bu sendikalar var olduğu biçimiyle kamu çalışanlarıyla kalabalıklaşacak, bugün olumlu bir platformda bulunan sendikaları kendi düzeylerine çekip kamu çalışanı Teksif ve Türk-Metal’lerini yaratacaklardır. Bugün girilecek yol bu sendikaların geleceğini belirleyecektir. Bu yüzden de geleceğin sorumluluğu bu günkü sendika yöneticilerinin, ileri kamu çalışanlarına aittir. Vakit henüz geç değildir, ama zaman kısadır. Bu sendikaların deneyimleri ve son iki yıl içinde kamu çalışanları içinde edindikleri prestij, geniş kitlelerin içinde bulundukları kötü ekonomik ve sosyal koşullar, doğru talepler öne sürüldüğünde onların kazanılması için önemli bir dayanaktır. Yeter ki, enerji ve zaman sonu gelmez boş tartışmalarda harcanmasın!

Temmuz 1992

Kürdistan’da Ulusal Halk Organları Ve Kürt İsçilerinin Tutumu Üzerine

Bu yazı, Türkiye Devrimci Komünist Partisi Kürdistan Örgütü Yayın Organı Denge Şoreş lı Kurdıstan (Kürdistan’da Devrimin Sesi)’nin Mayıs 1992 tarihli 17. sayısından alınmıştır.

Faşist devletin Newroz’da, toplu saldırı ve imha biçiminde başlatıp yoğunlaştırarak sürdürdüğü saldırı dalgasının, diktatörlük yararına geçici ve nispi bir moral etkinliğe ve yığınlar açısından kısmi bir geri çekilişe yol açmış olması, sözünü ettiğimiz türden ulusal halk organlarına olan ihtiyacı ortadan kaldırmıyor; tersine bu durum, bu tür organ ve örgütlerin oluşturulmasını daha da gerekli kılıyor.
Ulusal halk komiteleri, organları ve örgütlerinin tekdüze bir özellik taşımayacağı, bunların yerleşim birimlerinin nüfus bileşimiyle doğrudan ilişkili olacağı kendiliğinden anlaşılır bir şeydir. Ulusal halk organları, işçi ve köylü kitlelerinin damgasını taşıyacaktır. Bu komite, konsey ve organlar, kırsal alanda yoksul köylü ağırlıklı, şehirlerde işçi ve işsiz, semt ve mahallelerde ev kadınlarını da katacak biçimde genişleyen şekilde inşa olurlarsa hedeflenen amaca hizmet edeceklerdir.
Bu ulusal organların mücadele platformunun ne olması gerektiği, sorunun önemli bir yanını oluşturmaktadır. Kürt işçi ve köylü yığınlarının salt özgürlük talebiyle sınırlı bir mücadele platformuyla yetinemeyecekleri, yetinmemeleri gerektiği açıktır. Ulusal baskı ve zulmün son bulması, ulusal hak ve özgürlüklerin, bağımsız siyasal devlet kurma hakkı da dâhil, elde edilmesi mücadelenin önemli bir talebidir ve kuşkusuz, işçi ve köylülerin oluşturdukları organlar, bu talepleri elde etmek için savaşacaklardır.
Ancak; sorun bununla sınırlandırılamaz. Bugün Kürdistan’da gelişen hareketin, esas olarak ulusal özgürlük talebiyle sınırlı kalması ve bu hareket içinde Kürt işçilerinin oldukça zayıf ve hemen hemen yok denecek düzeyde yer alış durumu, daha doğru deyişle yer almayışları, bu sorunun doğru bir perspektifle ele alınması ihtiyacını daha da acil hale getirmektedir.
Kürt işçi ve köylü yığınları için sorun; ulusal özgürlüğün kazanılması için mücadeleyi yükseltmeyi ihmal etmeksizin, esas olarak; ezilen sınıf konumlarından kaynaklanan acil ve temel talepleri ve sınıfsal kurtuluşları için mücadele etmektir. Kürt işçi ve köylülerinin, ezilen Kürt yığınlarının iş, ekmek, toprak ve sınıfsal kurtuluş sorunları vardır ve bu doğrultudaki mücadelenin hiçbir koşulda ertelenmemesi gerekir.
İşte bu durum, bugün, ulusal hareketin karşısına bir ihtiyaç olarak çıkan ulusal halk organlarının bileşim ve platformlarını da belirleyici bir özelliğe sahiptir.
Kürt işçileri her şeyden önce bağımsız sınıf tutumlarıyla, kendi sınıf iktidarları için mücadele meydanına çıkmak ve hareketin başına geçmek zorundadırlar. Kürt halkı, ister Türk halkıyla birlikte aynı devlet içinde yaşamaya karar versin, isterse ayrılır siyasal devlet olarak örgütlensin, bu durum; Kart işçilerinin kendi sınıf kimlikleriyle ortaya cumasına, kapitalizme, feodal gericiliğe ve Türk-Kürt burjuvazisine karşı mücadeleye atılmasına engel değil, aksine bunu gerekli kılan bir durumdur. Kürt işçileri, kapitalizm ve feodal ilişkilerin varlığını sürdürdüğü bugünkü koşullarda çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için, sendikasızlığa ve işsizliğe karşı, işten atılmalara ve düşük ücretlere karşı mücadele etmelidir. Bu, onların her günkü mücadelesi durumundadır. Faşist baskılara, ulusal hak eşitsizliğine, ulusal baskı ve zulme, dil ve kültür yasaklarına, sürgün ve işkencelere, Kürt gençliği ve emekçilerinin işkencede, sokak ve dağlarda katledilmesine, köylerin yakılıp yıkılmasına, köy bombalamalarına, kısaca nüfusun tüm kesimlerine yönelik baskı ve saldırılara karşı mücadele etmelidirler. Ve bunu işçi sınıfı olarak, geleceğin temsilcisi olarak, burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmeli, ona bağlamalıdırlar.
Kürt işçi sınıfı, bağımsız bir politik örgüt olarak örgütlenmedikçe ve ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçerek, ona, sınıf olarak damgasını vurmadıkça, Kürdistan’da gelişmeler hangi yönde olursa olsun, burjuvazi ve Kürt burjuvazisinin eklentisi olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bunun için Kürt işçileri zaman geçirmeksizin, devrimci sınıf partisi saflarında yerlerini almalı, fabrika ve işyerlerini, devlet daireleri ve işletmelerini ulusal-sınıfsal direniş merkezlerine dönüştürmen, sendikaların Kürdistan şubelerini burjuva işbirlikçisi sendika ağalarının ellerinden alarak, Kürt işçilerinin örgütlenme ve mücadele merkezlerine çevirmelidirler. Kürt işçileri tüm bunları, kapitalizmi, feodal baskı ve ilişkileri ve burjuva iktidarını tasfiye ve işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik devletini kurarak sosyalizme ulaşma perspektifiyle yapmalıdırlar. Bu sınıf perspektifi, ulusal motif içinde yitirilirse, burjuva sınırlar aşılamaz ve gerçek özgürlüğe ulaşılamaz.
Bu söylenenlerden çıkarılması gereken sonuç şudur: Kürt işçi sınıfı ulusal halk organları içinde yer alır ve bu organ ya da komitelerin başına geçerken, kendini salt ulusal taleplerle sınırlayamaz, sınırlamamalıdır. İşçiler bu organlar içinde kendi bağımsız sınıf tutumlarıyla yer almalı, ulusal güçleri kendi etrafında birleştirme perspektif ve inisiyatifine sahip olabilmelidirler. Kürt işçileri, sınıf sömürüsü ortadan kalkmadıkça, gerçek anlamda özgür olamayacaklarını, bağımsız bir Kürdistan’ın kurulduğu koşullarda bile, sosyalizm için Kürt burjuvazisine karşı mücadeleye zorunlu olduklarını bilmelidirler.
Ulusal organları, işçilerin sınıf taleplerinin savunulması için seferber etme tutumunu benimsemeli, devrimci proleter partinin siyasal çizgisi zemini üzerinde köylülüğün toprak ve özgürlük taleplerine de sahip çıkarak faşist işgale karşı Kürt halkının devrimci direniş cephesini yaratmalıdırlar. Kürt işçi sınıfı ücretli kölelikten kurtulmak istiyor mu, istemiyor mu, iktidar olacak mı, olmayacak mı? Ulusal özgürlük dâhil, hemen her sorun karşısındaki tutumunu buna göre belirlemek zorundadır. Faşist işgal ve ulusal imhaya karşı, Kürt emekçilerinin oluşturacağı ulusal halk komiteleri ya da ulusal direniş komitelerinde yer alırken, Kürt işçilerinin cevaplamaları gereken esas soru işte budur.
Kuşkusuz, söz konusu ulusal organların yönetimi sınıf bilinçli Kürt işçilerinde olursa, sınıf tutumu vb. özellikler nedeniyle, bu organlar aynı zamanda kapitalizme ve feodal gericiliğe karşı mücadele organlarına dönüşebilecek ve bundan sosyalizm davası kazançlı çıkacaktır.
Esas olarak yerleşim birimi temelinde oluşturulacak ulusal halk organlarına, ulusal baskı ve zulme karşı mücadele eden mücadele potansiyeli taşıyan, mücadele istek ve eğilimi gösteren herkes katılmalı, bu organların yönetimleri, kâğıt üstü herhangi bir kaydı bulunmayan tüm ilgililerce seçilmeli ve gerekli görüldüğünde geri alınmalıdır. Yani bu organlara halkın devrimci demokrasi anlayışı egemen olmalıdır. Faşist işgalciden ve emperyalizmden yana, ya da işbirlikçi ve hain olmayan herkes bu organlara katılmalı ve siyasal görüş farkına bakılmaksızın yönetimde yer alabilmelidir.
“Ulusal halk organları” genel ismi altında çeşitli biçimlerde adlandırılabilecek olan bu komite, konsey vb. organlar aynı zamanda birer savunma cephesi olabilmeli, kendisini savunma tedbirleri almalı, eksiksiz teçhizatlı olmalıdırlar. Örneğin mahalle ve semtlerde böyle organlar oluşturulabilmelidir.
Köylerde oluşturulacak ve köy savunma birliği, köylü birliği, ulusal köylü komitesi vb. adlandırılabilecek organların, kendilerini savunma olanakları yaratmaya çalışması ve yoksul köylü ağırlıklı olarak inşa edilmesi zorunludur. Bu organların, şehirlerdeki organlarla dayanışma içinde olması ve süreç içinde giderek gelişen bir üst birliğe doğru genişlemesi de bir gereklilik olarak ortaya çıkabilir.
Köylerde oluşturulacak organ ve köylü birlikleri, ulusal özgürlüğün kazanılması için yürütülecek mücadelenin yanı sıra; feodal baskı ve sömürünün tasfiyesi, toprak ağalarının elindeki topraklara yoksul, topraksız ve az topraklı köylü yararına el konulması ve gerçek bir toprak reformu için mücadele etmelidirler. Yine bu organlar, köylünün tefeci ve devlete olan borçlarının iptali ve tarım alet ve araçlarının (makina) sağlanması için mücadele etmelidirler. Bu organlar, köylerin faşist işgalciye karşı savunulması görevini de bizzat tüm köylünün katılımıyla üstlenmelidirler.
Köylerde ve şehirlerde oluşturulacak bu organlara işçi kadınlar, köylü kadınlar ve ev kadınları aktif olarak katılmalıdırlar. Kadının mücadele organlarında bu aktif yer alışı, kadının önüne kurulmuş bulunan gerici-feodal barikat ve baskıların püskürtülmesinin yolunu da açacaktır.
Yine bu organlarda Kürt gençliği aktif olarak yer alabileceği gibi; gençliğin ayrı organları da oluşturulabilir.
Kürdistan köyleri ve şehirlerinde kurulacak ulusal savunma ve direniş örgüt ve organları, komünist partisi ve devrimci örgütün organ ve örgütleriyle karıştırılmamalıdır. Parti komite ve hücreleri bu organların alternatifi olmadığı gibi; bu organlar oluşturulacak diye, parti organ ve örgütlerinin oluşturulması için yürüttüğümüz parti faaliyetini gevşetme ya da askıya alma söz konusu olamaz. Parti organları, hücreler ve komiteler, bu hücre ve komitelerin üyeleri, ulusal halk örgüt ve organlarının içinde yer alacak, dahası, harekete, daha tutarlı bir çizgide ileriye doğru itilim kazandırmak için, bu organların yönetiminde bulunmaya çalışacaklardır. Bağımsız parti çalışması bu organlar içinde de yürütülmeye devam edecektir. Öyle ki kimi durumlarda, bu organların yönetimi partinin söz konusu birim ya da bölgedeki komite ya da hücresine bile denk düşebilir. Halkın geniş desteğine sahip olduğunda bu durum devrim ve özgürlük için büyük bir avantaj sağlayacaktır.
Diğer önemli bir nokta ise; ulusal halk organlarının, hareketin gelişim seyrine bağlı olarak, dengesiz bir çizgide gelişeceğidir. Hareketin daha ileri boyutlar kazandığı yerleşim alanlarında bu organların oluşturulması, kendini dayatmış pratik bir ihtiyaç olduğundan, buralarda bu tür organlar hemen oluşturulmalıdır. Hareketin daha geri bir çizgide geliştiği alanlarda ise, devrimciler, ileri işçi ve köylüler, bu organların oluşturulması perspektifiyle hareket etmelidirler.
Kuşkusuz, çeşitli yönleriyle tartışmaya çalıştığımız söz konusu bu organların pratik içinde ortaya çıkabilecek çeşitli sorunlarının ne olabileceğini daha baştan tespit etmek ve çözümler önermek mümkün değildir. Bu konuda ortaya çıkması muhtemel çeşitli sorunlar, pratiğin öğreticiliğiyle çözüme kavuşturulacaktır.
Ulusal devrimci halk organlarının oluşumu ve genişlemesi, mücadele, örgütlenme, ayaklanma ve iktidar organlarının serpilip gelişmesine de uygun bir ortam hazırlayacak, ona hizmet edecektir.

Temmuz 1992

Fransız ihtilali’nden kalan; Demokrasi ve diktatörlük tartışması

1789 Büyük Fransız İhtilali, bugün burjuva ideologlarca hala, “en iyi yönetim biçimi” olarak sunulan, “demokrasi”yi savunarak tarihteki yerini aldı. Ancak savunduğu ve gerçekleştireceğini iddia ettiği mutlak demokrasiyi ne devrim süreci boyunca gerçekleştirebildi, ne de sonraya taşıyabildi. Giyotin, savaş ve darbe. Parlamenter rejim bunlarla ortaya çıktı, bunlarla sürüyor. Burjuvazi, demokrasi başlığı altında topladığı “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” sloganıyla çıkarken, Fransızlar için, salt demokrasinin yalnızca bir düş olduğunu, her demokrasinin bir diktatörlük olduğu gerçeğini öğretiyordu. Robespierre’in “terör” dönemi tartışma götürmeyecek bir diktatörlüktü, ama devrimci burjuvazinin diktatörlüğü. Bugün, “diktatörlükler yıkılıyor” diyen burjuvazi, acaba dönüp de gerideki diktatörlüğüne bakmıyor mu? Onunla var olduğunu ve o biçimde yaşadığını inkâra devam ediyor ve bir başka sınıfın diktatörlüğünü karalamak için yapıyor bunu. Ama Fransız Devrimi’nden bugüne kalan ileri nokta, devrimci bir diktatörlüğün varolabileceğim göstermesidir. Yanı sıra Fransız Devrimi’nde halkın örgütlenme inisiyatifi komünler gelecek yıllarda geliştirilecek olan yeni yönetim modellerine kaynaklık ediyor. Ama ta o zamandan Babeuf’ün bilincine kazınmıştır; toplumu komünist bir şekilde dönüştürmek için devrimci bir diktatörlük gerekir. Şimdi burjuvazi, yeni bir sınıfın diktatörlüğünden korktuğu içindir ki, kendi gelişimini dahi inkâr etmekte ve “demokrasi” diye bağırmakta, göz boyamaktadır.
Burjuva sınıfı (ve arkasından gelen köylüler, küçük imalathane sahipleri, sanskülotlar) ulus, parlamento, hükümet, cumhuriyet, gibi feodal dünyanın dışındaki kavramları, feodal dünyayı devirmek suretiyle egemen politik kavramlar haline getirdi. Bu çok zorlu bir süreçti. Devrim boyunca iktidar, devrim için ittifak yapmış sınıflar arasında el değiştirdi ve iktidar koltuğu sürekli sallandı. Her el değiştirmede giyotin ışıltıları sarıyordu ortalığı.  Bu devrimin, halkın devrimci diktatörlüğü olmasına izin verilmedi. Burjuvazinin ilerici kanadı Jakobenler “demokrat” oldukları için tasfiye edildiler. Sonrasında Babeuf’un önderliğindeki sosyalist “Eşitler” hareketi bastırıldı. Cumhuriyet devrimin onuncu yılında burjuvazi tarafından savunulur ve istenir bir şey olmaktan çıkıp, halkın sahiplendiği bir kavram oldu. Robespierre’in düşürüldüğü 9 Thermidor’u, 18 Brumaire tamamladı. İstikrarı sağlamak ve burjuvazinin askerî diktatörlüğünü kurmak için beklediği adam; Napolyon Bonaparte, devrimin 14. yılında imparatorluk ilan etti. İngiliz Devriminin en başta yaptığı, Fransız Devriminde “karşı-devrim” olarak nitelendi. Ama Bonaparte, burjuvazinin çıkarlarından başka birşeye hizmet etmedi. Karşı-devrim, burjuvazinin devrimi oldu.
Jean-Jacques Rousseau, 18. Yüzyıl ortalarında, romanı Emile’de şunları yazıyordu: “Bir bunalıma ve devrimler çağına yaklaşıyoruz.” Devrimin jakoben önderleri Robespierre ve Saint Just, Rousseau’nun felsefesini gerçekleştirmeye uğraştılar. Rousseau o büyülü sözcüğü fısıldamıştı kulaklarına: Eşitlik. Bu sözcük Fransa’yı altüst etti. Ne var ki eşitlik kimler arasında gerçekleşecekti? İşte devrim sonrası bütün çatışmaların altında yatan, cevabı alınmaya çalışılan soru buydu. Kutsal bir anlam yüklenmişti bu sözcüğe ve Jakobenler bunun gerçek bir burjuva demokrasisinde gerçekleşeceğine inanmaktaydılar. Nitekim hazırladıkları 1793 Anayasası, burjuva demokratik bir anayasaydı. Ama bu yoksulluğu ve sanskülotların ayaklanmasını engelleyemedi.
Rousseau, devrimi göremedi ama “kehanet”i gerçekleşti. Devrim, 14 Temmuz 1789’da Paris halkının Bastille Hapishanesi’ni zapt edip, devrimi savunan bütün tutukluları salıvermesiyle, üstelik bunu silahlı bir eylemle yapmasıyla simgeleşti. Ama orada bitmedi. Daha yeni başlıyordu.
Burjuvazi, Fransız devrimiyle iktidara yürürken bile, o gün arkasından sürüklediği yoksul köylülük ve işçilerin gelecekte karşısına kendisi için örgütlenmiş bir güç olarak çıkacaklarını biliyor, dahası o günden onlarla çatışıyordu. Kitleler Fransız Devrimi’ni burjuvazinin “yüce amaçlar”ını gerçekleştirmesi için desteklemedi. Özellikle köylüler toprak istiyorlardı, ürünler üzerindeki ağır vergilerin kaldırılmasını istiyorlardı. Şehirlerde yoksulluk diz boyu idi. Fırınlar önündeki kuyruklar uzadıkça uzuyordu. Bütün devrimler gibi burjuva devrimi de kendisinin bütün insanlığın kurtarıcısı olduğu şiarıyla yola çıkıyordu ve tabii krallık rejiminden hoşnutsuzluğu olan bütün sınıf ve katmanları bünyesinde toplama potansiyeline sahipti. Bu bakımdan devrim sadece, burjuva sınıfın feodalleri devirmesiyle açıklanamaz. Burjuva sınıf dışındaki hareketin boyutları ve devrimin yönünü tayin etmekteki ısrarı bakımından Fransız Devrimi diğer burjuva devrimlerinin seyrinden farklılık arz eder.
Ticaret ve sanayi burjuvazisi için devrim daha 1789’un sonlarında sona ermişti. Ülke ekonomisini yönlendiren sınıf olmasına karşın, seçme ve seçilme hakkından yoksundu bu sınıf. Seçilmek istiyordu; çünkü kendi gelişimi önünde bir takım engelleri vardı feodal rejimin. Örneğin, ülke içindeki gümrük duvarlarının kaldırılmasını istiyordu. Ayrıca kendisine bağlı olarak çalışacak işgücüne ihtiyacı vardı. Bu işgücü ise feodallerin topraklarında serflik yapıyordu. Elindeki sermaye birikimini değerlendirmesi için topraklar üzerinde koşulsuz mülkiyeti olan feodallerle arasındaki çelişkiyi çözümlemesi gerekiyordu. Bu sınıf, mülkü olan bir sınıftı. Devrimden beklentisi, bunu sermayeye çevirmek, yatırımlar yapmak ve dünya ile rekabet edebilmekti. Diğer ülkelerle rekabet edebilmesi için de “millilik” sıfatına ihtiyaç duymaktaydı. Fransız halkı adına zaferler kazanan ordu, burjuvazinin güçlenmesine, gelişmesine yol açacaktı. Bundan dolayıdır ki devrimin daha üçüncü yılında savaşa girer Fransa.
Devrimin üç sacayağı vardı; ticaretle uğraşarak gelişen ve yeni bir sınıf olarak ortaya çıkan burjuvazinin ekonomide ağırlıklı olarak söz sahibi olması ve sermaye birikimi edinmesi, krallığın ekonomik olarak zorlanması ve çeşidi bankalara borçlanması, Aydınlanma Çağı filozoflarının yükselmekte olan bir sınıfın ideolojik tutumunu ve oluşacak devlet biçimini kuramlaştırma çalışmaları. Fransız ihtilali yeni bir düzenin kuramcılarını da yarattı. Örneğin İngiliz Devrimi, daha pragmatist bir yaklaşımla toprak aristokrasisiyle uzlaştı. Kral öldürmeyi aklının ucundan bile geçirmedi. Halkın devrime katkısı bir “homurdanma” düzeyinde kaldı. Fransız Devrimi ise bir kitle devrimi oldu. Jirondenler de kral öldürme taraflısı değillerdi ve krallıkla uzlaşmak niyetindeydiler. Ama % 80’i köylü olan Fransa’da köylülerin taleplerine yanıt vermeyen bir iktidar olamazdı. Nitekim köylüler devrime olanca ağırlıklarıyla katıldılar ve Fransa Jakobenlerin iktidarına kadar köylü ayaklanmalarıyla sarsıldı. Sonrasında ise, özellikle Paris’te, komün ve sanskülotlar, deyim yerindeyse, burjuvazinin başına bela oldular.
Rousseau’nun da dile getirdiği gibi İhtilal yaklaşıyordu. Ekonominin dizginlerin elinde tutamayan, borç içindeki saray bir otorite boşluğu içindeydi. 1774 ve 1776 yılları arasında Ekonomi Bakanı olarak görev alan Turgot bile, adil vergilendirmeyi, ticaret özgürlüğünü ve tahılın serbestçe satışını öngörüyordu. Yani ayrıcalıklı sınıflar da vergi ödeyecekti. Tahılın fiyatını ayrıcalıklılar koymayacaktı ve bu tüccarlarca satılarak piyasada belirlenecekti. Turgot’un istedikleri saray ve ayrıcalıklı sınıfların muhalefetiyle karşılandı. Yerine bir bankacı olan Necker atandı. Turgot’nun aksine muhafazakârdı. Ama bir takım reformlar yapıldı yine de. Örneğin kimi yerlerde serflere bağımlılıktan kurtulma hakkı tanındı. Malların istendiği biçimiyle elden çıkarılmasını engelleyen kural kaldırıldı. 1789’lara gelirken, bu iki kişinin kralın çevresinde ekonomi bakanı olarak bulunmaları bile, krallık otoritesinin sarsılmaya başladığını göstermektedir. Bu kişiler, krala cephe alarak değil, ona yakın durarak ama yine de burjuva sınıfının yararına reformlar yapmaya çalışmışlardır.
Bu ortamda, 5 Mayıs 1789’da Etats Généraux (kralın çağrısıyla toplanan çeşitli sınıf ve katmanların temsilcilerinin toplandığı kurul) olarak adlandırılan, saray-ayrıcalıklı zümreler ve Tiers Etat’ın (Fransa’da üçüncü tabaka anlamına gelen, soylular ve ruhbanlar dışındaki tabakaları; burjuvazi, köylüler, zanaatkârlar, kentli yoksulları içeren toplumsal kategori) temsilcilerinin bulunduğu genel kurulda kıyasıya tartışmalar yapıldı. Devrimin ilk yılının önderi, Mirabeau’nun adı tartışma salonlarından dışarı-taşıyor ve halkın büyük sevgisiyle karşılanıyordu. 17 Haziran’da da Tiers Etat kendini Ulusal Meclis ilan etti. Bu saraya açıkça “seni tanımıyorum ve ben ulusu temsil ediyorum” demekti. Bu aynı zamanda ruhbanlar, soylular, saray üçlüsüyle yürütülen idarenin “ulus” denilen yeni bir kavramın idaresine verilmesiydi. O dönem, devrimi savunan herkesin diline pelesenk ettiği, “halkın egemenliği” idi söz konusu olan. Tiers Etat’ın milletvekilleri bundan ürkmüyorlardı. Çünkü onlar kurulda konuşurken, Versailles Sarayı’nın çevresini saran, konuşulanları dinlemek için yığılan kalabalık elbette temsilci olarak onları seçecekti. Ulus demek, halk demek, onlar demekti. Tiers Etat bununla da kalmadı ve 9 Temmuz’da kendini Kurucu Meclis ilan etti. Neyin kurucusuydu? Başka bir düzenin. İngiltere’deki gibi meşruti monarşi rejiminden yanaydılar. Ne var ki gelişmeler onları aştı. Ama o dönem, birlikte olduğu bütün sınıflardan destek almaktaydı.
13 ve 14 Temmuz günleri ise artık geriye dönülmez bir yol açtı ve tüm gemileri yaktı. Kurucu Meclis’i dağıtmak için askeri güç toplayan krala karşı Paris halkı milis teşkilatı kurdu ve Bastille alınarak bütün tutuklular serbest bırakıldı. Ayrıca Parisli pleblerin iradesini dile getiren “comün”ler kuruldu. Fransa’nın diğer şehirlerinde de haberin duyulması üzerine oralarda da komün oluşturuldu. Bastille Ayaklanmasının ardından krallığın egemen irade olarak tanınması zedelendi ama krala bağlılık gerek halk nezdinde gerekse devrimci burjuvalar nezdinde yok olmadı. Kral, Milli Meclis/Kurucu Meclis’in kararlarını tanımak zorunda kaldı. 26 Ağustos 1789’da ise İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi yayınlandı. Kurucu Meclis kendisi için istediği her şeyi yazmıştı buraya. “Bütün insanlar özgür doğarlar, eşit haklara sahiptirler”, yanı sıra bireysel özgürlük, basın özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, direnme hakları… Öte yandan bütün insanların eşit olduğunu söyleyen bildiri, kendini çiğniyor ve mülkiyet hakkını kutsal kabul ediyordu. Burjuvazinin mülkiyete ihtiyacı yoktu. Oysa devrime omuz veren ve devrimin durmasını engelleyecek olan yoksul köylülerin toprağa ihtiyacı vardı. Köylüler, devrimi sadece, sertlikten kurtulup burjuvaların fabrikalarında çalışma hakkı elde etmek için desteklemediler. Oysa büyük burjuvazinin önderliğindeki devrimin bu ilk döneminde, köylülerin toprak istemi deyim yerindeyse güme gitti.
Kurucu Meclis devrimin ilk günlerinde elini çabuk tutarak bir “Milli Muhafız” birliği kurdu. Basına da La Fayette’yi getirdi. Başpiskopos Sieyes, avukat Le Chapelier, La Fayette ve Kont de Mirebau. Bu dört adam “kurucular” adıyla anıldılar ve devrimin ilk günlerinde büyük burjuvazinin bu temsilcilerinin elindeydi idare.
Kurucular Meclisi, zaten ilkeleri bulanık ve yoruma açık olan, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini ihlal etmeye -ki etmemeleri sınıf çıkarları gereği mümkün değildi- devam ettiler ve kabulünden birkaç gün sonra, oy vermeyi bir vergi koşuluna bağladılar. 1789’un Ekim ve Kasım’ında yasalaşan bu tasarılarda “eşit yurttaşlar” her nasılsa birdenbire etkin ve edilgen yurttaş olmak üzere ikiye ayrıldılar. Etkin yurttaşlar vergi veren yani “az biraz” mülkü olan yurttaşlardı. Büyük çoğunluk ise vergi vermiyordu ve onlar “edilgen yurttaş”tılar. Etkin yurttaşlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Burjuvazi 14 Temmuz’da Bastille kapılarına dayanarak devrimi başlatan ve geri dönülmez bir tarihi süreç açan insanları, dört ay sonra 1789’un Kasım ‘ın da “edilgen yurttaşlar” olarak görmeye başlamıştı.
Kurucu Meclis daha sonra Fransa’yı idari olarak yeniden düzenledi. Yeni ticari ilişkiler bunu da etkiliyordu. Fransa 83 ile bölündü. Fransa’nın yeni ekonomik ve siyasi ilişkilere göre yeniden organizasyonuydu bu. Fransa’da hala geçerlidir. Öte yandan soyluluk kaldırıldı. Prens, dük, kont boşlukta sallanan unvanlar oldular.
2 Kasım 1789’da Kilise’nin malları “milli emlak” haline getirdi. Milletin kullanıma açılacağı söylenen bu mallar satışa çıkarıldı. Kilisenin topraklarının satılıyor olması, bağımsız toprak sahibi bir kitlenin oluşmasının yolunu açtı ki, bu toprak sahipleri Jakobenlerin sınıfsal dayanağını oluşturdular. Jakobenler devrim geliştikçe zenginleşmiş ve güç kazanmış olan toprak sahiplerinin temsilcisi oldular.
Ancak Kurucu Meclis, feodal mülkiyete dokunmadığı gibi onu koruma altına aldı. Her yerde artan köylü ayaklanmaları Meclis’i zorluyordu. 4 Ağustos 1789’da meclis toprak sorununu görüşmek üzere toplandı. 11 Ağustos’a kadar süren bu toplantılarda meclis feodalitenin kaldırıldığını ilan ediyordu. Ancak pratik uygulamalar bakımından pek bir şey değişmedi. Gümrük duvarları kaldırılıyordu, ancak topraksız köylülerin toprak istemi yine yanıtsız kalıyordu.
Kurucu Meclis, Milli Muhafız’ı yoksullara ve köylülere kapadıktan, seçme ve seçilme yasasından sonra, niteliğini ortaya koyan üçüncü bir yasa daha çıkardı. Le Chapelier’in önerisiyle 14 Haziran 1791’de işçilere her türlü dernekleşmeyi yasaklayan, grev için ağır cezalar içeren bir yasayı oy çokluğu ile kabul etti. Bunu halkçı söylemlerle ve komünün desteğiyle iktidara gelecek olan Jakobenler de kaldırmayacaklardı.
Kumcu Meclis hem saraydan gelecek bir tehlikeden, hem halktan gelecek bir tehlikeden korkmaktaydı. Sarayın karşı-devrimci hareketinde yine halk yetişti yardımına.
İnsan Hakları ve Yurttaş Bildirisi’ni ve 4 Ağustos kararlarını imzalamayı reddeden XVI. Louise, bir karşı saldırı hazırlığı içindeydi. Marat’nın gazetesi Halkın Dostu’ndan gelen çağrıyla halk 5-6 Ekim 1789’da Versailles sarayına yöneldi, Kralı ve Kurucu Meclis’i sarayı terk ederek Paris’te oturmaya zorladı.
Hemen arkasından 21 Ekim’de Meclis, halk gösterilerini silahla bastırmayı yasalaştırdı. Burjuvazi devrimini bitirmişti. Hatta Kurucu Meclis’in önderi Kont de Mirebeau, yükselen halk hareketine karşı sarayla işbirliğine girişti. Üstelik para karşılığında yaptı bu işi. Köylüler ise her yerde ayaklanıyorlardı. Robespierre şöyle sesleniyordu kürsüden: “Ne getirecek sizin anayasanız? Tam bir aristokrasi! Aristokrasi odur ki, ondan olan yurttaşlar hükümran, geri kalan da uyruktur. Ve hangi aristokrasi? En dayanılmaz olanı. Zenginlerin aristokrasisi… Böylesi bir zenginler aristokrasisin boyunduruğu altına düşmek için mi, sizlerle beraber, feodal aristokrasinin boyunduruğunu kırıp parçaladı halk?”
Meclisin dışındaki muhalefet çok daha canlıydı. Marat’ın Halkın Dostu gazetesi en çok okunanlardı. Marat, Halkın Dostu’nda Kurucu Meclis’e direk saldırıyor ve onu devrime ihanet etmekle suçluyordu. La Fayette, Mirebeau hedefindeydiler. Basın özgürlüğü de ihlal ediliyor ve sık sık kovuşturmaya uğruyordu Halkın Dostu. Sonunda Marat gazeteyi gizlice yayınlanmayı örgütledi. Adı dergisiyle birlikte anılırdı yoksullar arasında. O hala da “halkın dostu” Marat’dır.
Kurucu Meclisle olan ilişkilerde, yurtdışına kaçan kral ve kraliçenin tutuklanması bir dönüm noktasıdır. Kurucu meclis ve önderleri meşruti monarşiye razıydılar. Hatta onu istiyorlardı. Her yasalarını kabul eden bir kukla kral, kukla krala karşı çıkamayan bir halk. Milletvekili Antoine Barnave, 15 Temmuz 1791’de devrime son verilmesini, devrimci hareket sürerse kendilerine kötülüğü dokunacağını dile getiriyordu. Devrimi durdurmak, bir zamanlar karşılarına aldıkları sarayı savunmakla mümkündü. Kurucu Meclis, krala itibarının iade edilmesini istedi. 17 Temmuz’da birkaç bin Fransız, Champs de Mars’ta kralın düşürülmesini isteyen bir dilekçeyi imzalamak üzere toplandı. Milli Muhafız kalabalığın üzerine ateş açtı ve 50 Fransız “yurttaş” öldürüldü. Fransız Devrimi, kendi ilkelerinden birini, öldürüyordu o gün. Özgürlük engellenmiş, eşitlik gerçekleşmemişti ve işte o gün de kardeşlik öldürülüyordu.
Kurucu Meclis, 1789’da hazırlanmasına başlanan Anayasa’yı nihayet bitirmek gerektiğini anlayarak bitirdi. Kral anayasayı imzaladı, meclis de onayladı ve devrimin ilk anayasası 14 Temmuz 1791’de yürürlüğe girdi. Bu anayasa malvarlığı olmayanları siyasal haklardan yoksun kılıyor ve sosyal eşitsizliği sürdürüyordu.
1791 Anayasası’nın öngördüğü Yasama Meclis’i 1 Ekim 1791’de çalışmalarına başladı. Robespierre’in önerisiyle, Kurucular Meclisi’nde yer alan hiç kimse Yasama Meclisi’ne seçilemiyordu. Fransız Devrimi boyunca ortaya çıkan pek çok dernek, kulüp, vb. arasında en keskin çatışmalar Jirondenler ile Jakobenler arasında gerçekleşti. Jirondenler ticaret burjuvazisini temsil ediyordular. Robespierreci Jakobenler ise, orta ve küçük burjuvaziyi, köylüleri temsil ediyorlardı. Fransız Devrimi boyunca burjuvazinin farklı çıkarları olan kesimleri arasındaki çatışmanın şu veya bu biçimde ya Jirondenlerin ya da Jakobenlerin görüşleriyle yakınlaştığı görülüyor. Devrim öncesi zaten gelişmiş olan burjuvazinin talepleriyle, devrimin nimetlerinden yararlanarak gelişen ve ilerlemek için devrime ihtiyacı olan kesimler arasındaydı bu çatışma. Dolayısıyla uzun bir süre Jirondenlere karşı, yoksul köylüler ve sanskülotlar da devrimin devamı için Jakobenleri desteklediler. Jakobenlerin hareketinin bir “halk hareketi”, ya da “halk için” gibi algılanması onun savunduğu değerlerin temsil ettiği sınıf yanında, aynı zamanda halk için de önemli olmasında yatmaktadır. Jakobenler, mülk sahibi köylülükle yoksul köylülük arasında gidip gelmişlerdir. Ama son tahlilde onun temsilcisi olmuşlardır. Ama dürüsttüler ve giydikleri “Romalı kıyafeti’nin asaletini taşıyordular. Jakobenlerin, Jirondenlere karşı savaşı, “zenginlere karşı yoksulların koruyucusu Jakobenlerin savaşı” gibi algılanıyor ve yansıtılıyor. Öyle değil. Mülkiyet hayranı tek sınıfın iki kesimi arasındaki bir mücadeledir bu.
İşte bu iki kesimden biri; Jirondenler devrimle birlikte iktidardaydı. Ama devrimin ikinci yılında köylüler ve kentlerdeki yoksullar arasındaki hoşnutsuzluk giderek artıyordu. Hiçbir beklentilerine cevap verilmemişti. Köylüler feodal yükümlülüklerin altında eziliyor ve her yerde ayaklanıyorlardı. 1791 güzünde Haiti’de köleler ayaklandılar. Aynı yılın sonlarında ise bir köylü ayaklanması dalgası kapladı ülkeyi. 1792 yılının Ocak-Şubat aylarında ise Paris’te yiyecek maddeleri için halk pek çok kez ayaklandı. 1789’dan beri elde bir tek “İnsan ve Yurttaş Hakları Sözleşmesi” vardı ki esamisi okunmuyordu. Devrimin yoksullara vaatleri bir türlü gerçekleşemiyordu. Burjuva sınıfı için tam bir bunalım söz konusuydu ki imdada savaş yetişti.
“…Paris’ten gelen gök gürültüleri, bütün ezilenler, mutlakıyetin zulmünden kurtulmayı isteyen bütün insanlar için umut ve sevinç taşısa da, eski dünyadan yana olanlar için başka türlüydü her şey. Avrupa’nın irili ufaklı, bütün devletlerinde hükümdarlar, hükümetler, soylular, ruhban, Fransız Devriminde, ‘yasal düzen’e -bağışlanmaz- bir sövgü görüyorlardı; bir skandaldı bu, başka yerlere de sıçrayabilecek bir ayaklanma örneği.
Habsburglar İmparatorluğu, Romanovlar İmparatorluğu, Hohenzollern monarşisi, nitelikleri gereği ancak Fransız Devriminin düşmanı olabilirlerdi ancak. Çok daha zayıf tahtların oturduğu küçük Avrupa devletleri için de öyle. Aristokratik ve burjuva İngiltere’ye gelince, Devrim, onun yönetici sınıfları yanında da daha az düşmanlıkla karşılaşmadı.” (Dünyayı Değiştiren On Yıl, ServerTanilli, s. 103-104)
Pek çok kişi 1792’de Fransa ve İngiltere’nin başını çektiği Avrupa koalisyon orduları arasında çıkan savaşı, Avrupa monarşilerinin Fransız Devrimini yok etmeye yönelik bir tutumu olarak değerlendiriyor. Savaşın, Fransa ve İngiltere arasındaki bir savaşa dönüşmesinden önceki gelişmeler ön plana çıkarılarak sonuçmuş gibi sunuluyor. Nelerdir bu gelişmeler?
Belçika’nın Avusturya’ya karşı kazandığı ulusal bağımsızlık büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin etkisiyle gerçekleşti. Avusturya ve Prusya, Belçika Devrimi’ni ezmek amacıyla, 27 Temmuz 1790’da bir sözleşme yaptılar ve Belçika Devrimini ezdiler. Bu Fransız devrimini ezmeye giden yolun başlangıcıydı. Kısa süre sonra 27 Ağustos 1791’de bu kez Fransa kralını savunmak üzere aralarında bir anlaşma yapıldı. Şubat 1792’de ise her iki hükümet de Fransa’ya asker göndermek üzere bir askeri anlaşma yaptılar.
Ancak savaşı oluşturan ve yönünü tayin eden bu dış etken olmadığı gibi, sadece İngilizlerin, Fransız burjuvazisinin gelişiminin önüne set çekmesinde bir gizli müttefik rolü oynadılar. Kral Louise de bu sayede devrilmeyeceğini sanıyordu. Göbekten İngiltere’ye bağlıydılar. Ama onu ekarte edebileceklerini sanıyorlardı.
Öte yandan Fransa’da, Jirondenlerin başını çektiği ticaret burjuvazisi savaş istiyordu. Halkın yükselen taleplerini başka bir alana kanalize etmek, öte yandan sınırlar geliştikçe iktisadi etkinliğin artacak olması Jirondenleri bu yola itiyordu. Kısaca, monarşik rejimlerle yapılan işbirliği karşıdakini mağlup etmek üzere elde bulundurulan bir kozdu. Asıl savaş, İngiliz burjuvazisi ile Fransız burjuvazisinin bir hesaplaşma ve burjuva devrimini yapmış iki ülkenin, dünyanın bundan sonraki gelişiminde paylarının ne olacağı noktasında düğümleniyordu. İngiltere ve Fransa o dönem dünyada iki büyük güçtüler ve hesaplaşmanın bunlar arasında olması çok doğaldı. Küçük devletler de bundan pay kapmaya çalıştılar. Yani bu savaş niyet olarak, burjuvazisinin ilerici düşüncesinin savunulması için verilen bir savaş değil, iki burjuva devlet arasında gerçekleşen bir paylaşım savaşıydı. Jakobenler ise Jirondenlerin aksine savaşa karşı çıktılar. Bu savaşın öteki ülkelere devrim taşıyan bir savaş olmadığının farkındalardı.
Ancak şu söylenebilir: Burjuvazi belki bu niyetle yapmadı savaşını. Ancak kendi isteği dışında, savaştan zaferle çıktığında, çıkarları için gereksindiği ve yasalar haline getirdiği tüm yeni kavramlar da zafer kazanmış oluyordu. Yani bu savaş, her savaş gibi iktisadi bir içerikteydi ama bu yeni iktisat anlayışının felsefesi de savaştan galip çıkacaktı.
Kral, 1792’nin Mart ayında Yasama Meclis’indeki Jirondenleri iktidara çağırdı. 20 Nisan 1992’de Jironden hükümeti Bohemya ve Macaristan kralına, Avusturya İmparatoruna savaş ilan etti. Jirondenlerin istediği savaş, sonu zaferle biten bir savaştı. Ancak, kral devrimin bitirilmesi için düşman ordularıyla ittifak halindeydi. Fransa’nın yenilmesi demek, devrimin yenilmesi demekti. 13 Haziran’da kral Jironden bakanları görevinden aldı. Jirondenler devrimden yana değildiler, ama savaşı kaybetmek de işlerine gelmezdi. Bu savaşı kazanabilecek tek güç ise Jakobenlerin örgütlediği halk olabilirdi.
Tarihte savaşın tam bu günlerde yön değiştirerek devrimci bir savaşa dönüştüğünü görüyoruz. 11 Temmuz’da halkın baskısıyla meclis “vatanın tehlikede” olduğunu ilan etti. Ama hiçbir hareketlenme görülmedi.   Kralın karşı-devrimci planları gerçekleşmek üzereydi. Fransa yenilecek ve bu yenilgi monarşiyi geri getirecekti. Halkın bütün öfkesi monarşiye yönelmişti. 3 Ağustos’ta yayınlanan bir bildiri kralın ve monarşinin tümüyle devrilme fikrini iyice geliştirdi. Avusturya İmparatoru ve Prusya Kralı ordularının “Fransa’da hüküm süren anarşiyi sona erdirmek ve krala meşru yetkilerini vermek niyetinde olduklarını”‘ ilan eden bu bildiri tehditlerle doluydu. Kral ailesine karşı en ufak bir saygısızlıkta Paris kılıçtan geçirilecek ve altüst edilecekti.
Bir hafta sonra,10 Ağustos 1792’te Paris halkı ayaklandı. Kral ve kraliçe Komün’ün isteği üzerine tutuklandılar. Öte yandan yine Komün’ün isteğiyle Yasama Meclisi, genel oyla seçilecek bir Milli Konvansiyonun çağrılmasını oyladı.
Bu dönemde, ne Jirondenlerin, ne Jakobenlerin belirli etkileri yok. Yönetim tümüyle Paris’te örgütlenmiş olan Komün’ün istekleriyle sürdürülüyor. “Aslında burjuva düşünürlerin doğrudan demokrasiye yönelttikleri itirazlar halkın mantığı tarafından altüst edildi. Sansculotte’lar, devrimci burjuvaziyi dehşete düşürecek şekilde, ardı ardına, sözde parlamenter meclisin egemenliğine karşı halkın gerçek egemenliğini, bir araya geldikleri şubeler, komünler, halk dernekleri içinde doğrudan kullanılan egemenliği çıkardılar.
3 Kasım 1792’de Çite Şubesi, Paris’teki diğer şubelere onaylanması için bir bildiri yolladı: ‘Parisli yurttaşlar… Cumhuriyetin komünlerinin oluşturduğu çoğunluk dışında hiç bir egemenlik kabul etmediklerini… Convencion’da yer alan milletvekillerini sadece anayasa taslağını hazırlamaya yetkili kişiler ve cumhuriyetin geçici yöneticileri olarak tanıdıklarını ilan ederler.
10 Mart 1793’te patlak veren başarısız ayaklanma sırasında, bir dizi şube, daha sonra Cordelier’ler Kulübü, enrage Jean Varlet’nin bir karar tasarısını kabul etti. ‘Egemen iktidarın bütünleyici bir parçası olan Paris İdari bölgesi bu egemenliği kullanma görevini üstlenmeye davet ediliyor. Paris seçmen kitlesi, halkın davasına ihanet eden (Convention’daki) üyeleri görevlerinden alma yetkisine sahiptir. Convention’da Girondin Vergniaud metni hiddetle okudu. ‘Zavallılar’ diye haykırarak, ‘anarşistler, egemenlik sözcüğünü alet edip sizleri yoldan çıkarmışlar. Her şubeyi, egemenliğe sahip olduğuna inandırmak suretiyle, neredeyse tüm cumhuriyeti altüst edeceklerdi’
… (20 Mayıs 1795)’te isyancılardan oluşan bir kalabalık Convention’un toplantı salonuna dalarak egemenlik haklarını ortaya koydu. İçlerinden biri delegelere şöyle haykırdı: ‘Topunuz birden defolun, Ulusal Convention’u biz kendimiz oluşturacağız.’
Bununla birlikte halk hareketinin mantığı önceden oluşmuş bir fikirden, bir doğrudan demokrasi teorisinden yola çıkmıyordu. Burjuva parlamentarizmine daha sonra modern Marksist ve özgürlükçü düşüncenin getirdiği türden bir eleştiri yöneltebilecek durumda değildi henüz. Bunun aksine, halk, egemen bir merkezi meclis hayaline kapılmıştı. Bu meclis, halkın kafasında, daha düne kadar zümreler (estates) ve eyaletler halinde parçalanmış bir ulusun birlik simgesi olarak yer etti ve saygı gördü. Parlamento burjuvazinin çıkarlarına tercüman olup halkın çıkarlarına karşı tutum alana kadar halk ona karşı çıkmadı ya da onun yerine bizzat kendisinden kaynaklanan daha doğrudan bir iktidar biçimi koymaya girişmedi. Ancak bu noktadan sonradır ki kendi delegelerini sindirmek için halkın egemenliği ilkesine başvurdu ve egemenliğini bizzat kullanmaya kalkıştı.” (Daniel Guerin, Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-95 s.40-41)
Bundan sonraki yıllarda ise çatışma, Paris Komünü ile resmi iktidar organı haline gelmiş bulunan Yasama Meclisi arasında sürdü. Fransa’daki 44.000 komünün federasyonlaşması ve haberleşme sağlanabilmesi için 12 kişilik bir kurul oluşturulması fikrini ortaya attı Paris Komünü. Ancak bu engellendi. “On İkiler Hareketi” olarak anılan bu girişim, öncülerinin giyotinde can vermesiyle son buldu. “Bütün yurttaşları tek bir yerde toplamanın maddi olarak imkânsızlığı gerekçesiyle büyük ülkelerde doğrudan demokrasinin işlemeyeceğini ileri süren burjuva filozoflarının yanıldıkları böylece kanıtlandı. Komün, kendiliğinden, parlamenter sistemden daha doğrudan ve daha esnek bir temsili biçim keşfetmişti ve mükemmel olmamakla birlikte -çünkü tüm temsil biçimlerinin kusurları vardır- dezavantajları en aza indiriyordu.” (Daniel Guerin, Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-95 S. 47)
İçeride bu tartışma sürerken, Prusya ordusu Fransa’ya girdi, 2 Eylül’de Verdun’ı aldıktan sonra monarşik ordulara Paris yolu açılmış oluyordu. Devrimin durmasını isteyen Jirondenler inisiyatif koymazken, Jakobenler büyük ölçüde komünün desteğiyle Fransa’yı savaşa karşı örgütlediler.
Milli Konvansiyon, 21 Eylül 1792’de çalışmalarına başladı. Monarşinin devrilmesi ve cumhuriyetin ilanı Konvansiyonun ürünü oldu. 21 Ocak 1793’te ise kral giyotine gönderildi.
1793 yılı başlarında da İngiltere, Hollanda, İspanya, birçok Alman ve İtalyan devletleri Fransızlara karşı bir koalisyonda birleştiler. Fransa’nın durumu ise zayıflıyordu.
Jirondenlerle Jakobenler arasındaki mücadelede, Jirondenler kaybetme sürecine giriyor, öte yandan, komün ve Jakobenlerin eylemlerini araştırmak için bir komisyon kuruyordu.
1793 yılının 31 Mart ve 2 Haziran tarihli ayaklanmalarıyla Jirondenlerin iktidarı sona erdi. Bu ayaklanmayı komün yönetmekteydi.
31 Mart ve 2 Haziran ayaklanmalarıyla iktidarı alan Jakobenler, köylülerin tüm istemlerine yanıt verdiler ve o güne kadar görülmedik bir biçimde halkın savaşa katılımını sağladılar. 26 Haziran 1794’te Fleurus’te koalisyon ordularına karşı büyük bir başarı kazanan Fransız halkı savaşı da kazanmış oldu. Ama Jakobenlerin barış çabalarına rağmen savaş bitmedi. Önce Danton’un, ardından Robespierre’in giyotin sehpasına gitme nedenlerinden biri, savaşa bir an önce son vermek isteyişleri idi. 9 Thermidor ile burjuvazinin bu “barışçı kesimi” tasfiye edildi. Fransız büyük burjuvazisi Avrupa’yı fethe koyuldu.
Savaşta galip duruma gelene kadar, Jakobenlerin aldıkları bütün kararlar burjuvazinin gelişip serpilmesine yol açıyordu. Oysa onlar aldıkları kararların eşitliği sağlayacağını umuyorlardı. Her gelişen sınıfın bir sonrakiyle arasında eşitsizlikler peyda oluyor ve altta kalan sınıf yükseliyor, öbürünü alaşağı ediyordu. Savaş yıllarında tüm devrimci sınıfların önderi olan Robespierre’nin devrimci diktatörlüğü, giderek toplumun talebini karşılayamaz hale geliyordu. Kendilerine dağıtılan toprakla, yiyeceklerin hatlarının yükselmesiyle gelişen köylülerin Robespierre’ye ihtiyacı kalmamıştı. Robespierre’in cumhuriyetin savunulmasındaki kararlı ve eşitlikçi tutumu, şimdi onlar için bir engel teşkil etmeye başlamıştı. Devrime ihtiyacı olan tek sınıf yoksul köylüler ve kentlerdeki işçilerdi. Ama Robespierre tercihini onlardan yana yapmadı. Bir yanda savaşta yükünü tutmuş burjuvalar, öte yanda hala devrimde ısrar eden ve komünde örgütlenen yoksullar. İki tarafa da şiddet uygulayarak, kendince bir eşitliğin peşinde koştu durdu Robespierre. “Robespierre’in, Saint-Just’ün ve arkadaşlarının, kısacası jakobenlerin trajedisi şu idi: Onlar ve arkalarından yiğitlik yoluna çekip götürdükleri sıradan insanlar, özlemlerine ve dileklerine karşın, insanların genel iyiliği için değil, zenginlerin çıkarı için savaşmış oldular. Uzun süre, yürüttükleri savaşın gerçek anlamını anlayamadılar ve, aralarından kimisi örneğin Robespierre işin püf noktası hakkında kuşkuya düştüğü anda ise, iş işten geçmişti.” (Dünyayı Değiştiren On Yıl, Server Tanilli, s. 131) Robespierre gerçekten, işin püf noktası üzerinde durdu mu, durmadı mı, bilemiyoruz. Ancak Babeuf’un 8-9 Thermidor darbesini izleyen günlerde, Jakobenlere karşı tutumunu gözden geçirdiği bir gerçek. Marks ise Jakobenlerin yenilgisini şu sözlerle açıklıyor: “Robespierre, Saint-Just ve yandaşları, ilkçağın gerçek kölelik temeline dayanan gerçekçi demokrasili toplumunu, kurtulmuş köleliğe, burjuva topluma dayanan tinselci demokrasili modern temsilî devlet ile karıştırmış bulundukları için yenik düştüler. İnsan haklarında, modern burjuva toplumu, sanayi, evrensel rekabet, kendi ereklerini özgürce izleyen özel çıkarlar toplumunu, bu kendi kendine yabancılaşmış anarşi, doğal ve tinsel bireycilik rejimini tanıma ve onaylama zorunda olmak; aynı zamanda da, bu toplumun siyasal başını ilkçağ biçimi eğitme savında bulunarak, bu toplumun dirimsel belirtilerini iş işten geçtikten sonra şu ya da bu tikel birey için yürürlükten kaldırmak istemek: ne devsel yanılsama!
Bu yanılsamanın tüm acıklılığı, giyotine giden Saint-Just’ün, Corciergerie salonunda asılmış bulunan büyük insan haklan tablosunu göstererek, mertlikle ‘C’estpourtant moi qui ai fait cela” (‘Bunu yapan gene de benim!’) dile haykırdığı gün patlak verdi. Bu tablo, tastamam, içinde yaşadığı iktisat ve sanayi koşulları ilkçağ koşulları olmaktan ne kadar uzaksa, kendisi de ilkçağ toplumu insanı olmaktan o kadar uzak bir insanın hakkını ilan ediyordu.” Jakobenler devrimi ahlaki bir olgu olarak ele aldılar. “Erdem ve adalet” sözcüklerini dillerinden düşürmediler. Ama koşullarını tahlil etmediler. Köylüleri temsil ediyorlardı evet, ama bu, kendi niyetleri dışında, bir sonuç olarak ortaya çıkıyordu. Devrimin sürmesinden yanaydılar, köylüler de sürmesini istiyorlardı ve buluştular. Robespierre’in adaleti bir dengeydi. Hem aşırıya giden halka, hem burjuvalara. İşte Robespierre’den iki alıntı:
“İnsanın malı mülkü varsa, her şeyden önce, yaşaması için vardır. Mülkiyetin hiç bir zaman insanların geçimine engel olamayacağı savı doğru değildir. İnsana gerekli olan besinler, hayat kadar kutsaldır. Hayatı sürdürmek ve korumak için pek gerekli olan ne varsa, bütün toplumun ortak malıdır. Ancak artan kısım, bireylerin olabilir ve satıcıların ticaretine bırakılabilir. Benzerinin zararına para ile ilgili olarak giriştiğim her türlü talih oyunu, ticaret değil, eşkıyalıktır, kardeş kanına susamışlıktır.” (Devrim Yazılan, Çev. Vedat Günyol, S.32)
Aynı konuşmanın bir diğer bölümünde ise şunları söylüyor Robespierre:
“…Bu yolsuzlukları önlemenin çareleri nelerdir peki? Bu çareler, uygulanamaz diyorlar. Ben de diyorum ki, bunlar basit oldukları kadar, şaşmaz bir takım çarelerdir. Üstün zekâlar bile bunları çözümleyemez, diyorlar. Ben de diyorum ki, bunlar ne ticaretin çıkarlarına zarar verirler, ne de mülkiyet haklarına.
Malların dolaşımı bütün Cumhuriyet’te korunmalı. Ama dolaşım olması için bütün zorunlu tedbirlerin alınmış olması gerekir. Benim asıl derdim dolaşım yokluğudur.”
Robespierre alıcı ve satıcı ilişkisinin doğasını göremiyor. Ona göre ve -hatta Babeufte de bu vardır- dağıtım ve tüketim problemi çözüldükçe halk doyacaktır. Oysa spekülatörler malları bekletip, hatları artırmaktadır. Görülüyor ki, Robespierre, devlet denetiminde bir kapitalizminden yanaydı. Burjuvaların kendisine ihtiyacı kalmadığı ve radikal cumhuriyetçiliğinin artık burjuvazinin gelişmesinin önünde engel olduğu gün de boynu giyotine doğru uzandı.
Onun “Romalı ruhu”, Kont de Mirabeau’unki gibi satılık değildi. Devrime inanmıştı, onu hiç satmadı.
8-9 Thermidor’la alaşağı edilen jakobenleri kurtarmak için sanskülotların ayaklanması, Robespierre’in elini uzatmadığı bir çağrıdır aslında. Bu birliktelik içinde hareket etmedi jakobenler ve düşüşü kısa bir süre önce devrimci olan burjuvazinin karşı-devrimci hareketiyle özdeşleşti. 1794 Temmuz’un da devrim bitmişti. Burjuvazinin karşı-devrimi demek, burjuvazinin kendinden başka sınıflara devrimci bir dönüşümden yararlanma hakkı tanımaması demekti.
Thermidor’u izleyen yıllar bir bakıma savaş yıllarıdır. Bu yıllarda burjuvazi Fransa’yı tehdit eden güçlere karşı savaş yerine, kendisi saldırdı. Savaş, burjuvazinin işine yararken, içte karışıklık sürüyordu. Burjuvazi kazanıyor, alt sınıflar yoksullaşıyordu. Direktuvar bir savaş meclisi gibi çalıştı. Giderek bu parlamenter rejim ve anayasa da fazla gelmeye başladı. Çünkü içeride sürüp giden ayaklanmalar, başkaldırılar bastırılamıyordu. Hem kazandığı zaferlerle halkın sevgilisi olmuş, hem de burjuvazinin rotasını izleyen bir diktatör gerekiyordu. Bonaparte, Mısır’dan zaferler kazanarak döndü. Louise Bonaparte’ın 18. Brumaire’i (9 Kasım 1799) ile burjuvazi Fransa’ya tam olarak egemen oldu. Yeni anayasayı kaleme alanlardan Cabanis’in sözleri durumu açıklıyor: “Cahil sınıf bundan böyle ne yasamayı, ne yürütmeyi etkileyebilecek; her şey halk için ve halk adına yapılmıştır, ama halkın ve onun düşüncesiz zorlamasının altında yapılmış hiçbir şey yoktur.” Burjuvazinin artık “cahil halkın” desteğine ihtiyacı yoktur. Burjuvazi, halkın sırtına basarak egemenliğini kurmuştur. Ve devrim, sonraki yüzyıllarda burjuva hükümetlerin sık sık yapacağı gibi daha o günden bir darbeyle durdurulmuştur. 18. Brumaire burjuvazinin tarih sahnesinde gericiliğini açık olarak ilan edişidir.

Temmuz 1992

Thkp-C’den Devrimci Sol’a Küçük Burjuva Devrimciliği

Bu yazıya temel olan görüş ve eleştirilerin büyük kısmı, Haziran 1978 tarihli “PARTİ BAYRAĞI” dergisinin 4. sayısında yayınlanan “KÜÇÜK BURJUVA İHTİLALCİLİĞİNİN ELEŞTİRİSİ, KESİNTİSİZ DEVRİM I, II, III ÜZERİNE” başlıklı yazıda yer almıştır. Aradan geçen on dört yılda, gerek eleştirilerin içeriği, gerekse eleştirinin değişen muhataplarının genel çizgisi, eleştirilerde esasa ilişkin bir değişikliği gerektirmeyecek kadar aynı kalmıştır. Mahir Çayan’ın görüşlerine ve yöntemine ilişkin eleştirilerin hiç biri o günden bu yana cevaplandırılmamış, onun izleyicileri olduklarını söyleyenler, bu eleştirilerin içeriği hakkında konuşmamışlardır. O dönemde, eleştirinin asıl hedefi, Mahir Çayan’la arasında bir süreklilik bağı olduğu iddiasını, siyasal varlığının propagandası için bir temel yapan Devrimci Yol hareketiydi. Bugün aynı eleştirilerin, Devrimci Sol hareketi için geçerli olduğu görülüyor.

Mücadele” dergisi, 1 Nisan 1992 tarihli İMİ 41. sayısında, “THKP-C ÇİZGİSİ”nin konu edinildiği, ” ’92 30 Mart’ında DAHA GÜÇLÜ, DAHA KARARLIYIZ” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazıda, “30 Mart” eyleminin, THKP-C’nin ideolojik ve politik tezlerinin ve pratik çizgisinin bir manifestosu olduğu, bu çizginin bugün “Devrimci Sol çizgisi” olarak yaşadığı yazılmaktaydı.
THKP-C ile Devrimci Sol arasındaki ilişkiyi ve sürekliliği göstermek amacıyla kaleme alınmış olan bu yazıda, Devrimci Sol’un hangi anlamda ve hangi temel ilkeler ve politikalar bakımından THKP-C’nin devamı olduğu şöylece özetleniyordu:
“- 3. Bunalım dönemi Türkiye’sinde, halkların kurtuluşunu, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminde görür.
– Devrimin stratejisi PASS’tır (Politikleşmiş askeri savaş stratejisi). Bu strateji, bütün mücadele biçimlerini, silahlı propaganda temelinde yürüten ve kır-şehir diyalektik birliğini öngören tüm yeni-sömürge ülkelerin halk savaşı stratejisidir.
– Fokocu değildir, her milliyetten emekçi halklar devrimin temel gücüdür ve silahlı mücadele ile bütünleşmiş radikal bir kitle çizgisini, halkın örgütlü gücünü yaratmak esastır.
– Eylem anlayışı nettir ve siyasi çizgisini yansıtır. Taktikler ve güncel pratik adına sıradan insanlar hedef alınmaz, intikam ve misilleme amaç değildir, halka zarar vermekten, bulanık bir ortama neden olacak eylemlerden özellikle kaçınır.
– Halka, kadrolarına ve kendi dışına açıklığı her zaman ilke edinir. Hata ve eksikliklerinin özeleştirisini vermekten kaçınmaz.
– Halkların kurtuluş mücadelesini her şeyin önünde tutar. Her şeyiyle Türkiye devrimine motive olmuş, kurtuluşa inanan, kurtuluşa bağlanmış ve her hücresiyle bunu yaşayan bir ruh hali egemendir.
– Birliği soyut ve lafızda değil, bizzat pratikte düşünür ve sağlamaya çalışır. Grupsal çıkarlar ve tatmin duygularıyla ya da “taktik” adına ve de çeşitli niyetlerini meşrulaştırmak için gündeme getirilen sahte birlik çağrılarıyla oyalanamaz.
– Dostunu ve düşmanını ayırt etmesini bilir. Düşmanına karşı uzlaşmaz, dostlarına karşı dürüst ve güvenilir olmayı ilke edinir.
– Hiç bir dostuna kullanma mantığıyla yaklaşmaz. Kullanma-kullanılma ilişkisinin devrimci ahlakla ve ilkelerle bağdaşmadığını düşünür.
– Siyasette kendine güveni ve kararlılığı, ve devrimci inisiyatifi ön planda tutar. Temel politika ve ilkeleri taktik adına güncel çıkarlara kurban etmez.
– Kadrolarına değer verir, onları yüceltir. Kadrolarına özgüven ve cesaret duygularının gelişmiş olmasına, bu yöndeki eksikliklerin giderilmesine özel önem verir. Her kadrosunun bir örgüt gibi davranmasını ve düşünmesini sağlar.
– Anti-emperyalisttir. Emperyalizme karşı her alanda tavır almayı, darbeler vurmayı, öncelikli görevlerinden sayar. Emperyalizmin bölgesel-dönemsel politikalarına kesinlikle bel bağlamaz.
– Enternasyonalisttir. Dünyanın neresinde olursa olsun, halklara yönelik tüm saldırıları kendisine yönelik sayar ve tavır alır. Grupsal ve dönemsel çıkarları yüzünden halka yönelik saldırıları görmezlikten gelemez, sessiz kalamaz.
– Bağımsız, siyasi kimliğine özel önem verir. Ayaklan ülke toprağındadır, gerek ideolojik-siyasi açıdan, gerekse başka açılardan taklitçi veya bağımsız siyasi çizgisini etkileyecek ilişkilere girmekten özellikle kaçınır. Hiçbir çıkarı, olanağı bağımsız siyasi çizgisiyle kıyaslayamaz.”
Devrimci Sol’a göre, 30 Mart manifestosunun özeti bundan ibarettir. Kolayca görülebileceği gibi, bu ilkelerin ilk ikisi hariç, diğerleri ya çizilen devrimci militan tipini karakterize eden ahlaki niteliklerdir, ya da örgütün kendisini halk ve diğer devrimci örgütler bakımından anlaşılmasını sağlamasına yardımcı olmaya, örgüt militanları ile örgütün genel ve merkezi anlayışı arasında özdeşlik sağlamaya yönelik belirlemelerdir. “3. Bunalım Dönemi” ve “Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi” kavramları dışında THKP-C ile program düzeyinde ve politik anlamda ilişkiyi ve sürekliliği gösteren başka bir madde yoktur. 30 Mart’ın, bu düzeyde ele alınması, Devrimci Sol’un, bu tarihsel olayla ilişkisini Kızıldere’de can veren militanların niteliklerinin genelleştirilmesi düzeyinde kurduğu, ondan dünyanın ve ülkenin politik tahlili, program ve politik çizgi olarak başka her hangi bir şey devralınmadığı anlamına gelmektedir. Özetle, THKP-C ile Devrimci Sol bağlantısı, yalnızca manevi bir bağlantıdır.
Nedir THKP-C çizgisi? Devrimci Sol’un genel politik çizgisi ile THKP-C çizgisini karakterize eden temel çözümlemeler ve politikalar arasında gerçek bir bağ kalmış mıdır?
Genel olarak 1971-73 arasındaki yıllarda en tipik eylemlerini yaparak Türkiye devriminin tarihinde kendilerine özgü yerlerini alan üç büyük silahlı hareket, THKO, THKP-C ve TKP-ML/TİKKO, sonraki yılların Türkiye devrimci hareketi üzerinde kalıcı, süreğen ve belirleyici bir etki bırakmışlardır. Bu hareketlerin temel özelliklerini ve sonraki dönemde devam eden etkilerinin karakteristiklerini şöylece özetlemek mümkündür:
– Her üç hareket de, reformist ve revizyonist politikalardan köklü bir kopuş için önemli bir temel geliştirmişlerdir. Düzene karşı düzen içi araçlarla muhalefet etme düzeyini reddederek, gerçek anlamda devrimci savaş yöntemleri ve araçları geliştirmeye çalışmışlardır.
– İlk kez, devlet ve devrim ilişkisi üzerine, sınıflar savaşının temel tarihsel niteliği olan antagonizmayı vurgulamışlardır.
– Marksizm-Leninizm’in ihtilalci karakterini sezmişler, mevcut geleneksel politikalar karşısında teorinin devrimci özünü yakalamaya çalışmışlar, bu arada çok önemli teorik belirsizliklere yol açmalarına ve hatalar yapmalarına karşın, revizyonist ve reformist çarpıtmalara karşı uyanık araştırmacı yolu açmışlardır.
– Dünya devrimci hareketiyle teoride ve pratikte bir bütünlük arayışına girmişlerdir. Milliyetçi ve devletçi önyargılar yıkılmış, enternasyonalist devrimci ruh, pratik ve nesnel bir tavır olarak somutlanmıştır.
– Bunların yanı sıra, ihtilalcilik, açık bir sınıf mücadelesinin cisimlenişi olarak değil, militan devrimciliğin kendi işi olarak kavranmış, bireysel atılganlık, inisiyatif ve örgütlenme, dar devrimci grupların eylemi sürdürmek için seçtiği biçimler olarak kavramlaştırılmıştır.
– Marksizm-Leninizm kavranamamış, o dönemde en ihtilalci şiarları öne süren başlıca halkçı, ve sınıf karakteri bakımından köylü ulusal hareketlerin politikaları, örgütlenme ve savaş modelleri, Marksizm-Leninizm’in esasları olarak teorize edilmiştir.
– Silahlı hareket, her türden siyasal ve ideolojik mücadelenin aslı ve ön koşulu olarak kavranmış, Leninizm’in bütün tezleri, Bolşevik pratiğin bütün sonuçlan, silah ekseninde ve silah ölçü alınarak yorumlanmış, buna uygun düşmeyen Leninist tezler ve normlar, “çağı geçmiş” olarak tanımlanmış ve literatür dışı bırakılmıştır.
Özellikle THKP-C ve onun önderi Mahir Çayan eliyle, dönemin bütün hareketlerini karakterize eden hata ve eksiklikler, en tipik ve kalıcı biçimiyle yazılı hale getirilmiş ve gelecek kuşaklara aktarılmaları ve hataların ve eksikliklerin yeniden üretilmesine zemin hazırlamaları bakımından Türkiye devrimci hareketinin Marksizm-Leninizm’in büyük devrimci teorik mirası karşısında kuşkularla, yanlış yorum ve çarpıtmalarla ilerleyen bir ilişkinin temelini atmıştır. Sonraki yıllarda da, Mahir Çayan’ın görüşleri, bir sınıf siyaseti ve sınıf ideolojisi inşa etmenin, buna uygun örgütlenmenin ve mücadele etmenin başlıca engellerinden biri olmuştur.
Siyasal ve ideolojik görüşlerini sistemli olarak ortaya koymamış bulunan THKO bir yana bırakılırsa, bu tespit, “Yaşayan en büyük Marksist-Leninist” olarak ilan ettiği Mao Zedung’un görüşlerini Türkiye’ye adapte etmeye çalışan TKP-ML/ TİKKO için de geçerlidir.

MAHİR ÇAYAN’IN TEMEL TEORİK VE POLİTİK GÖRÜŞLERİ:
Mahir Çayan, özellikle Lenin’in, “emperyalizm ve proleter devrimleri çağı” olarak nitelediği çağın temel özellikleri hakkındaki tezlerini ve bu tezlere bağlı olarak inşa ettiği devrim ve parti teorilerini “gözden geçirirken” şu görüşten yola çıkıyordu:
“Oportünizm, her yerde her zaman bilimsel Sosyalizmi tahrifte iki metoda başvurur:
Ya zaman ve mekân kavramlarını dikkate almadan, Marksizm ustalarının başka tarihi şartlar için ileri sürdükleri ve yaşanılan dönemde eskimiş tezlere dört elle sarılır ve bu tezleri kendi şemasına dayanak yapmaya çalışır. Veya Marksizm-Leninizm’in her şart altında geçerli tezlerini “zaman ve mekân değişmiştir, o yüzden geçerli değildir” diyerek Marksizm’i revize ederler.” ( Mahir Cayan, Bütün Yazılar, Atılım Yayınlan, Mart 1992. sf. 230).
Mahir Çayan’a göre, Marksizm-Leninizm’in, birisi bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli, diğeri tarihsel ve sosyal koşullara bağlı olarak değişebilen iki ayrı yapısı vardı. Bunlardan birinin diğeri gibi ele alınması oportünizmdi. Gerçekte bu yorum tarzı, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in eserleriyle, Ho Chi Minh, Castro, Che Guevara, Mao Zedung, Lin Piao, gibi çeşitli ülkelerin devrim ve parti önderlerinin yazılarının bir arada ve aynı referans niteliği verilerek, aynı ölçüde geçerli kanıt kaynakları olarak değerlendirilerek okunduğu ve farklı grupların birbirlerine karşı tezlerini güçlendirmek için kullanıldığı bir dönemin özelliklerini yansıtmaktadır. Açıktır ki, farklı çağlarda farklı ülkelerde mücadele eden ve yaşayan devrim önderlerinin herhangi bir somut sorun karşısında önerdikleri çözümler arasında farklılıklar bulunacaktı. Ama o dönemde tartışan taraflar, farklı sorunlar için geçerli farklı çözüm yollarını, tümüyle “Marksizm-Leninizm” olarak değerlendiriyor, karşıt tezler için farklı yorumları kanıt olarak kullanıyordu. Böylece teori ile politika, ideoloji ile taktik birbirine karışıyor, hangi “Ustanın” hangi görüşünün kimin işine ne biçimde yarayacağı daha önem kazanıyordu. Mahir Çayan’ın yukarda aktardığımız sözleri, bu yanlış tutum ve anlayışı göstermesi bakımından önem taşıyor.
Lenin’in örgüt teorisini, mücadele biçimleri hakkındaki görüşlerini ve emperyalizm teorisinin başlıca tezlerini tartışmaya Mahir Çayan, bu tespitten yola çıkarak başladı. Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in görüşlerini, kendince yorumladığı yaşanan dünya koşulları bakımından geçerli olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayırdı, birbirinin karşısına koydu. Bazı saptama ve çözümlemeleri, kendi teorisinin kanıtı olacak şekilde tersyüz etti, tanınmaz hale getirdi.

VAHİM BİR YANLIŞ ANLAMA VE SİYASİ SONUÇLARI:
Bunlardan özellikle bir tanesi, Mahir Çayan’ın, bütün sisteminin temeline koyduğu, örgüt ve mücadele anlayışını dayandırdığı ve emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi’nin özelliklerini çözümlerken kanıt olarak kullandığı ve Marx’a ait olduğunu ileri sürdüğü bir görüş, onun sisteminin içeriği hakkında öğretici bir örnek olma özelliği taşımaktadır.
Mahir Çayan, Marksist-Leninist devrim ve parti teorilerinin, ancak bir dünya savaşının gerçekleşmesi halinde ve savaşın sonucu olarak doğabilecek bir devrim öngörüsüne dayandığını ileri sürüyordu. Ona göre, Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao, “devrimin önkoşulu dünya savaşıdır” tezini savunmuşlardı. Gene ona göre, Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in ortaklaşa savundukları bu görüş, geçmiş zamanlar için doğruydu! Ustaların beklentileri doğru çıkmıştı ve her büyük savaşın ardından büyük devrimler patlamıştı. Ama artık, bir dünya savaşı imkânsız hale gelmişti, “II. Evren savaşından sonra, kapitalizm yeni bir bunalım dönemine girmiştir. Bu dönemde, emperyalistler-arası zıtlığın savaşa yol açması imkânsızdır.” (Çayan, age: s. 514) Dolayısıyla bir dünya savaşı beklentisine göre kurulmuş bulunan Marksist-Leninist devrim teorisi, Leninist parti teorisi ve “klasik mücadele anlayışları” artık geçersiz hale gelmişti.
Mahir Çayan, bu düşüncesini şöyle ifade ediyordu:
“Marx, Fransa’daki (184&-50 arası) sınıf mücadelesinin genişleyebilmesi ve Avrupa devrimine (dünya devrimi anlamında) varılabilmesi için, bütün Avrupa uluslarını karşı karşıya getirecek bir dünya savaşının mevcudiyetini şart koşmaktadır. Birinci dünya savaşının, dünyanın ilk büyük proleter devrimine yol açması gerçeğine bakarak, Marx’ın bu düşüncesinin gerçekten de büyük bir kehanet, ama bilimsel bir kehanet olmadığını söylemek imkânsızdır.” (Kesintisiz Devrim I. ‘Bütün Yazılar”, s. 244-25)
Çayan, bu görüşünü kanıtlamak için, Marx’tan bir alıntı yapıyor:
“Fransa toplumunun içindeki sınıflar mücadelesi, bütün ulusların karşı karşıya geldiği bir dünya savaşı halinde genişler. Dünya ölçüsünde bir çözüme, dünya pazarına hâkim olan ulusun, yani İngiltere’nin başına bir dünya savaşı dolayısıyla proletaryanın geçmesi sonucunda yaklaşmak mümkündür. Orada bitiminde değil, örgütlenmesinin başlangıcında bulunan devrim, kısa soluklu değildir. Bugünkü kuşak, Musa’nın çöllere götürdüğü Yahudilere benziyor. Fethetmek zorunda olduğu sadece yeni bir dünya değildir, yeni dünya ile boy ölçüşebilecek olan insanlara yer açmak için kendisini feda etmesi gerekmektedir.” (Çayan, age. s. 245)
Burada geçen “dünya savaşı” kavramını, Mahir Cayan, birinci ve ikinci emperyalist savaşları tanımlamak için kullandığımız kavramla özdeşleştirmiştir. Marx’ın “dünya savaşı” kavramını, hangi anlamda kullandığına hiç dikkat etmemiştir. Paragrafın Mahir Cayan tarafından görmezlikten gelinen baş tarafı şöyledir:
“Fransa’da küçük burjuvazi, normal olarak sanayi burjuvazisinin yapması gerekeni yapıyor; işçi, normal olarak küçük burjuvazinin görevi olması gereken şeyi yapıyor; ama işçinin görevi, onu kim yapıyor? Hiç kimse. Fransa’da bu yapılmıyor, Fransa’da bunun sadece sözü edilir. Bu ulusal sınırlar içerisinde, hiç bir yerde başarılamamıştır. Fransa toplumunun bağrında, sınıf savaşı ulusları karşı karşıya getiren bir dünya savaşına dönüşmektedir. Çözüm, ancak dünya savaşı yoluyla, proletaryanın dünya pazarına egemen olan ulusun başına, İngiltere’nin başına geçtiği anda başlar…” (K. Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşımları, 1848-50, Sol yayınları, ocak 1988 üçüncü baskı, 5.134)
Bu paragrafı, eserin bütününü göz önünde tutarak özetlersek, Marx’ın şunları söylediğini görürüz: Fransa’da sınıf mücadelesi, Avrupa’nın bazı ülkelerindeki ulusal kurtuluş mücadelelerini de (Macaristan, Polonya, İtalya’da ulusal birlik ve bağımsızlık mücadeleleri kastediliyor. Kitabın diğer bölümlerinde açıklanmaktadır bunlar) hızlandırarak, Avrupa çapında genişleyen bir sınıf savaşma yol açacaktır. Bu savaş, Mahir Çayan’ın yorumladığının aksine, kapitalist devletlerin birbiri ile savaştıkları günümüzdeki anlamıyla bir dünya savaşı değil, ezilen ulusların ve proletaryanın kapitalist- feodal devletlere karşı bir savaşı olacaktır. Bu devrim savaşı, eğer dünya pazarına egemen olan ulusun, İngiltere’nin, başına proletaryanın geçmesiyle sonuçlanırsa, gerçek bir çözüm için adım atılmış olacaktır. Tekel öncesi kapitalizm için tamamen doğru olan ve bütün gelişmiş ülkelerde proletarya devriminin zamandaş olarak yapılacağına işaret eden çözümleme de bu pasajda yer almaktadır. Paragrafta ancak alıntı yapmak, kendi düşüncelerini doğrulatmak için okunduğunda gözden kaçacak olan gerçek anlam bundan ibarettir. Tekrar edelim, burada ifade edilen şey, dünya savaşının proleter devrimine yol açacağı düşüncesi değil, bir ülkede başlayan devrimin Avrupa çapında yayılacağı ve bu anlamda devrimci bir “dünya savaşı” biçiminde genişleyeceğidir. Nitekim Marx, önceki bölümlerde, bu anlayışı daha açık bir şekilde, eğer kitabın tümü okunursa görülmeden geçilemeyecek bir açıklıkla anlatmaktadır:
“En sonu, Kutsal İttifakın zaferleri, Avrupa’nın öyle bir biçim almasına yol açtı ki, Fransa’da her yeni proleter ayaklanması, hemen bir dünya savaşının başlama işareti olacaktır. Yeni Fransız Devrimi, derhal ulusal alandan ayrılmak ve 19. yüzyılın toplumsal devriminin üstün gelebileceği tek alanı, Avrupa alanını ele geçirmek, zorunda olacaktır. Şu halde, Fransa’nın Avrupa devriminde inisiyatifi ele almasına olanak verecek koşullar ancak Haziran yenilgisi ile yaratılmış oldular. Ve ancak Haziran isyancılarının kanlarına bulandıktan sonradır ki, üç renkli bayrak, Avrupa devriminin bayrağı, kırmızı bayrak olabilmiştir.
Ve biz bağırıyoruz: Devrim öldü! Yaşasın Devrim!” (Marx, age, s.68-69)
Mahir Çayan, bir proleter devriminin ancak ve yalnızca bir dünya savaşı sonucu doğabileceğini Marx’ın ileri sürdüğünü sanmakta, üstelik bunu çok büyük bir bilimsel kehanet olarak değerlendirmekteydi. Kuşkusuz Mahir Çayan, samimi bir devrimciydi ve kendi düşüncelerini Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao tarafından doğrulanmış düşünceler olarak sunmayı içtenlikle istiyordu». Ama içinde bulunduğu koşullarda, çok önem verdiği “Kesintisiz Devrim” adlı broşürünü yazarken dahi, Marx’ın alıntı yaptığı kitabının tamamını okumak fırsatını bulamamıştı besbelli.
Bunun bir diğer işareti, aynı yerde, Marx’ın “devrimin merkezi” hakkında yaptığı tespiti gözden kaçırmış olmasıdır. Marx, değişik dönemlerde, ekonomik ve sosyal gelişmenin ve sınıf mücadelesinin boyutlarına bakarak, değişen koşullar altında, Avrupa’da devrimin nerede başlayabileceğine ilişkin öngörülerde bulunmuştur. Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya değişen koşullarda, dünyanın belli bir konjonktüründe, sınıf çelişkilerinin en fazla keskinleştiği, devrimci kaynaşmaların en yoğun olduğu, devrimci odaklar olarak öne çıkmışlar ve ayrı zamanlarda Marx tarafından devrime en yakın ülkeler olarak nitelendirilmişlerdir. Bu öngörüler, burjuva eleştirmenler tarafından, “Marx’ın gerçekleşmeyen kehanetleri” olarak adlandırılmış ve sözde, Marksizm’in yanlışlığının kanıtı sayılmışlardır. Oysa Marx’ın yaptığı, yalnızca gelişen eğilimler üzerine bir tahmin yapmak değildir. O, devrimin gelişme koşulları hakkındaki teorisi ile somut durum arasındaki ilişkiyi, daima faal bir üyesi olarak çalıştığı dünya komünist hareketinin politikalarını düzenlemek ve yönlendirmek amacıyla ele almış ve sınıf mücadelesinin yakın ve uzak hedeflerini yorumlamak ve program düzeyinde ifade etmek için kendisine ve komünist harekete bir temel sunmuştur. Bunun, özü ve amacı bakımından bugün de pek çok siyasi hareketin yaptığı tespitlerden farkı yoktur. “Emperyalizmin zayıf halkası Türkiye” denildiği zaman, kimse bir kehanette bulunmuş olmuyor. Mahir Çayan, broşürünün bu bölümünde, “… (Tabii Marx’ın kehanetinin önce devrimin İngiltere’de olacağı ve proleter devriminin bütün Avrupa’daki ülkelere yayılacağına ilişkin kısmının gerçekleşmediği bilinen bir gerçektir. Fakat burada önemli olan kapitalist ülkelerarası bir dünya savaşının proleter devrimine yol açacağının kâhince gözlenmesidir.)” demektedir. (Çayan, age. s.244- 245)
Marx’a atfedilen birinci kehanetin tamamen bir yanlış anlamaya, eksik okumaya ve okuduklarını kendi düşüncelerini kanıtlamak üzere değiştirmeye dayandığını gördük. Çayan’ın “gerçekleşmeyen kehanet” dediği sözleri de Marx’ın yanlış ve eksik okunmuş olmasından kaynaklanıyor. Marx’in üzerinde konuşulan eseri yazıldığında, Fransız proletaryası henüz 1871 Komün yenilgisini yaşamamıştı ve o dönemde, Marx, İngiltere’yi değil, Fransa’yı devrimin merkezi, Fransız proletaryasını da devrimin önderi olarak görüyordu. Gerçekte, kendi aktardığı paragrafta Marx, Fransa’daki durumu değerlendirirken, proletaryanın ulusal sınırlar içerisinde başarılı olamayacağını ama Fransız proletaryasının mücadelesinin ulusları karşı karşıya getiren bir dünya savaşı biçiminde gelişme özelliğine sahip olduğunu söylemektedir. Mahir Çayan, eğer paragrafı özenle ve dikkatle, ama kafasındakini doğrulamak için değil, gerçekte ne söylendiğini anlamak için okumuş olsaydı, İngiltere’nin burada ne amaçla anıldığını açıkça görebilirdi. Bunun için yeterli zekâ ve birikimin çok daha fazlasına sahipti. Ama okumamıştır. Kendisini, tartıştığı kişi ve gruplar karşısında üstün duruma geçmiş gibi gösterecek cümleler ve paragraflar seçerek, aslında okumak bakımından kendisinden daha da geride olan muhaliflerini acele bastırmak, susturmak ihtiyacıyla hareket etmiştir. Bunda, o dönem için başarılı da olmuştur.
Mahir Çayan, “devrimin ancak savaşın sonucu olabileceği” düşüncesinin Marksizm-Leninizm’in temel önermelerinden biri olduğunu kanıtlamak için, yalnız Marx’ı değil, Lenin ve Stalin’i de tahrif etmiştir. Örneğin, Lenin’in savaşın muhtemel iki sonucu olacağını söylediği bir yazısını, tek ihtimal belirtilmiş gibi yorumlamıştır. Lenin’in savaşın sonunda devrimin belki de geriye itilebileceği yolundaki tespitini görmezden gelmiş, bir başka olasılık olarak ileriye sürdüğü “zafer”!, tek olasılık olarak tanıtmıştır. Böylece Lenin de, “savaş olmazsa devrim olmaz” diyen bir teorisyen haline sokulmuştur.
Mahir Çayan, Lenin’in şu sözlerini alıyor kitabına:
“Son hadde ulaşmış karşılıklı silahlanma yansı sistemi, nihayet meyvelerini vermeye başladığı zaman durum budur… Savaş, belki de bizi geçici olarak geriye itebilir, kazandığımız birçok mevzileri bizden kopartıp alabilir. Fakat tekrar kontrol altına alamayacağımız güçleri bir defa başıboş bıraktınız mı, her şey kendi bildiği gibi hareket edebilir: Dramın sonunda siz mahvolursunuz ve proletaryanın zaferi ya kazanılmış olur ya da herhalde kaçınılmaz hale gelir.” (Lenin, Sosyalizm Ve Savaş, s. 172-173- aktaran Mahir Çayan, age. s. 246)
Bütün bu sözler içinden, bir olasılık belirten bir kaç kelimeyi seçerek “devrim için savaş, gereklidir” fikrini çıkarabilmek için ne kadar gayret sarf etmek gerekir! Ve gene, eğer Mahir Çayan, “Sosyalizm Ve Savaş” başlığı altında derlenen Lenin makalelerinin tümünü göz önünde tutsaydı, kuşkusuz, Lenin’in, “savaşın devrimci bir ortam yaratacağını ileri sürerek savaşı destekleyenleri” nasıl şiddetle eleştirdiğini de görebilirdi. (Örneğin, İkinci Enternasyonal’in Çöküşü, Savaş Üzerine Başlıca Alman Oportünist Çalışması, Savaş Ve Devrim vb. makaleler)
Savaşların, sınıf çelişkilerini keskinleştirdiği, yoksulluğu, kıtlığı olağanüstü boyutlara çıkardığı, devlet ve ekonomi sistemlerinde çöküntüler yarattığı, bu yüzden de halk muhalefetini devrimci tarzda geliştirdiği, bütün Marksistlerin işaret ettiği bir özelliktir. Ama hiçbir Marksist, özellikle de Marx, Engels, Lenin ve Stalin gibi kurucu ve geliştirici önderler “devrimin temeli, vazgeçilmez koşulu dünya savaşıdır; örgütlenmemizi ve teorimizi buna göre kurduk” dememişlerdir. Bu, tamamen Mahir Çayan’ın hayal dünyasının zorlamasıyla, kendi teorisini geçerli ve “yeni” olarak gösterme isteğinin sonucunda yaptığı bir yakıştırmadan başka bir şey değildi.
Gerçekten, devrimle savaş arasında bir bağ bulunduğu, bütün Marksistlerin ortak tespitidir. Ama bu bağın niteliği nedir? Bu, bir nedensellik bağıntısı mıdır? 1871 Paris Komünü, Prusya-Fransa savaşıyla belirginlik kazanan, had safhaya ulaşan ve keskinleşen sınıf çatışmasının ürünüydü. Ama “Fransa-Prusya savaşının sonucu” değildi. 1905 Rus Devrimi, Rus-Japon savaşının Rusya aleyhine geliştiği bir zamanda patladı. Ama yalnızca, işçi sınıfını barikatlara sürükleyen Rusya’daki kapitalizmin derin çelişkilerini, dev dalgalar halinde ayaklanan köylülüğün karşı karşıya kaldığı zulüm ve sömürünün nesnel toprak ve sermaye ilişkilerinden kaynaklandığını görmeyenler, 1905 Devriminin Rus-Japon savaşının dolaysız ve nedensel sonucu olduğunu söyleyebilir. Diğer yandan, Marksist-Leninistler, daima, emperyalist savaşların her ülkenin proletarya hareketini bastırmak ve saptırmak ve proletaryanın ve halkın muhalefetini egemen tekelci burjuvazinin kanalına akıtmak için geniş imkânlar yarattığını da söylemişlerdir. Savaşa karşı çıkmanın ilke edinildiği bir siyasi ve ideolojik sistemde, savaşlara devrimlerin nedeni olarak bakılamayacağı açıktır. Aksi takdirde, savaşa karşı çıkmak bir yana, Marksistler savaş kışkırtıcılığı yapmalıydılar! Bu konuda son olarak Lenin’in ünlü sözünü hatırlayalım: “Savaşı önlemenin tek yolu devrimdir!” Mahir Çayan’ın hayal ettiği tipte bir Marksist için ne kadar yabancı bir söz! Eğer Lenin, onun tasarladığı gibi bir Marksist olsaydı, nedenleri sonuçlarla önlemeye kalkışan bir mantık yoksunu durumuna düşemeyecek miydi?
Savaşlar ve devrimler, kapitalizmin iç çelişkilerinin ürünüdürler. Her ikisi de aynı topraktan, kapitalizmin krizinden doğarlar. Bir devrimin önkoşulu olarak sayılan bütün olgular, kapitalizmin doğasından kaynaklanırlar. Onun bir başka sonucu olan savaştan değil. Sonuç olarak, Marksist-Leninist literatürde savaş ve devrim ilişkisinin dolaysız bir neden sonuç ilişkisi olarak ele alındığı, örgüt ve mücadele biçimleri hakkındaki Bolşevik “klasik” anlayışın bu ilişkiye dayandırıldığı şeklindeki Mahir Çayan görüşü, tamamen geçersizdir.

MAHİR ÇAYAN, KENDİ DEVRİM TEORİSİNİ REVİZYONİST SOVYET TEZLERİYLE DESTEKLİYORDU:
Bir yandan Sovyet revizyonizminin başını çektiği açık sağ sapmaya karşı keskin bir “sol” çıkışla cevap vermek isteyen Mahir Cayan, diğer yandan, dünya çözümlemesi konusunda, Kruşçev revizyonizminin tezlerini geçerli kabul ediyordu.
“Kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorisi, Sovyetler Birliği’nin sömürge ve yarı-sömürge ülkeler için önerdiği bir yol olarak, dünyada artık sosyalist devrimlerin çağının geçtiği düşüncesini de içeriyordu. Bu teze göre, dünya, birbirine karşıt iki ana kampa ayrılmıştı. Sosyalist ve kapitalist-emperyalist kamplar arasında, “barış içinde bir arada yaşama” ilkesi gereğince, artık savaşlar değil, bir “yarışma” söz konusu olacaktı. Devrim, bu yarışma fikrini zedeleyen, öyleyse desteklenmemesi gereken bir yoldu. Aynı teze göre, dünya, nükleer silahların oluşturduğu hassas bir denge üzerinde duruyordu ve devrimler, bu dengeyi bozarak bir dünya savaşına yol açabilirdi. Bu da yalnızca bloklardan birinin değil, bütün insanlığın sonu olacaktı.
Mahir Çayan, Sovyet revizyonizminin gerici pratiği karşısına, aslında onun bu gerici tezlerini büyük ölçüde geçerli kabul ederek çıkmıştı.
Mahir Çayan’a göre, “Emperyalizm’in III. Bunalım Dönemi denilen bu dönemde, emperyalist ilişki ve çelişkiler biçim olarak iki temel cephede değişikliğe uğramıştır:
1) Emperyalistler-arası rekabetin (uzlaşmaz çelişkilerin) emperyalistler-arası yeniden paylaşım savaşına yol açması imkânı ortadan kalkmıştır
2) Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir.” (Çayan, age. s303)
“Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu seviye ve de esas tayin edici olarak da, dev dünya sosyalist bloğunun varlığı, emperyalistler-arası had safhaya ulaşmış olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan askeri plana sıçramasına engel olmaktadır” (age. s. 304)
Mahir Çayan’ın teorisinin can alıcı noktası burasıdır.
O, bir yandan Marksist-Leninist devrim teorisinin ve buna bağlı olarak geliştirilmiş bulunan Leninist parti teorisinin ve Bolşevik devrimci taktiklerin emperyalistler-arası bir savaşın kaçınılmaz olarak devrime yol açacağı koşullara uygun olarak inşa edildiğini ileri sürüyordu, diğer yandan da emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler “korkunç” boyutlara vardığı halde, “dev sosyalist bloğun varlığı, nükleer güç dengesi ve emperyalistler-arası entegrasyon” dolayısıyla savaşın imkansız hale geldiği çözümlemesi yapan revizyonist tezleri geçerli kabul ediyordu. Buradan yola çıkarak, bir dünya savaşı imkânının olmadığı bir çağda, Leninist partiden farklı bir parti, Marksist-Leninist devrim teorisinden farklı bir devrim teorisi, Bolşevik taktiklerden farklı taktikler ve stratejiler uygulanması gerektiği sonucuna varıyordu.
Onun, bu özel sistemi kurmak için kullandığı bütün dayanaklar, ya yanlış anlaşılmış veya tahrif edilmiş Marksist argümanlardan, ya da revizyonist tezlerden kaynaklanıyordu. Yukarıda da gösterdiğimiz gibi, Marksist- Leninist devrim teorisinin emperyalistler-arası savaş olgusuyla dolaysız bir ilişkisi yoktur. Diğer yandan, Mahir Çayan’ın, başlıca çıkış noktasını oluşturan ve “III. Bunalım Dönemi’nin özellikleri” olarak saydığı, “entegrasyon, dev sosyalist bloğun varlığı ve nükleer güç dengesi”, bütün bir çağın değil, olsa olsa geçici bir dönemin, bir konjonktürün özellikleri olabilirdi. Çağın temel niteliğinin değişmediğini, hala emperyalizm ve proleter devrimleri çağında yaşadığımızı, o da, görünüşte kabul ediyordu. Gerçekte Mahir Cayan, Leninist Parti teorisine, kendi küçük burjuva mücadele, devrim ve örgüt anlayışı yüzünden karşıydı. Ancak, Marksizm-Leninizm’in geçersiz hale geldiğini kendince kanıtlamadan, devrim, parti ve taktik- strateji konularındaki görüşlerini yeterince kabul ettirememekten endişeliydi. Bu yüzden, önce Marksizm –Leninizm’in ilkelerini “evrensel ilkeler” ve “tarihsel dönemlere göre geçici olarak ileri sürülmüş tezler” olarak ikiye ayırmak, kendi anlayışıyla çelişen ilkeleri ve tezleri “zamanı geçmiş tezler” olarak bir kenara koymak, bunu yaparken de Marksizm-Leninizm’i iyice çarpıtmak yolunu seçmişti.
Bugün, kendisini THKP-C çizgisinin tek temsilcisi, Mahir Çayan’ın sadık takipçisi olarak adlandıran bütün hareketlerin, özellikle de Mücadele dergisinin cevaplandırması gereken yakıcı bir sorudur bu aynı zamanda. Mahir Çayan’ın politik tespitlerinden geriye ne kaldı?
“Dev Sosyalist Blok”, zaten Mahir Cayan döneminde bile “Dev Revizyonist Blok”tan başka bir şey değildi, şimdi o haliyle de yaşamıyor. “Nükleer güç dengesi” denilen şey, yalnızca karşıt askeri paktların varlığı koşulunda bir denge ya da güç unsuru olabiliyordu. Paktlar karşıtlığının ortadan kalkması ve nükleer silahlara ilişkin politikalar ve anlaşmalar sonucunda artık, bir denge unsuru değildir, o dönemde kullanıldığı anlamda bir güç olmaktan da çıkmıştır.
Entegrasyon sorununu ise, Mücadele dergisi, artık kesinlikle Mahir Cayan gibi ele almıyor. 1 Aralık 1991 tarihli 33. sayısında yayınlanan “EMPERYALİSTLER-ARASI ÇELİŞKİNİN YENİ BİR BOYUTU: FRANSIZ-ALMAN ORTAK ORDUSU” başlıklı yazıda, Amerika ile Avrupa arasındaki çelişmelere değiniliyor ve “entegrasyon” kavramı, yalnızca Avrupalı emperyalistlerin bir iç ilişkisi olarak sınırlanıyordu. Oysa Mahir Çayan’ın sözlüğünde bu kavram, ABD’nin ekseninde bütün emperyalist devletlerin Sosyalist Blok karşısındaki durumunu ifade ediyordu. “Sosyalist Blok”un dağılmasının sonucu olarak veya bir başka sebeple, her ne ise, artık Mahir Çayan’ın tespitlerinin geçerli olup olmadığı, cevap bekleyen bir soru olarak ortadadır. Acaba Mücadele dergisi bu konuda ne düşünüyor? Emperyalistler-arası bir savaş, bir “Dünya Savaşı” artık olanaklı mıdır? Bir an için Mahir Çayan’ın Marx’ı, Lenin’i doğru yorumladığını, çarpıtmadığını varsayalım: Bu durumda, “III. Bunalım Dönemi”nin temel özelliklerinden en azından ikisi değiştiğine göre, acaba Marksist-Leninist devrim ve parti teorisi yeniden geçerli olabilecek midir?

MARKSİZM-LENİNİZMİN FELSEFİ, BİLEŞENLERİNİN TAHRİFİ VE İRADECİLİĞE GEÇİRİLEN KILIF; DETERMİNİZM VE VOLUNTARİZM
Mahir Çayan’ın, bu geçersiz önermeye dört elle sarılmasının temelinde, onun Marksist-Leninist devrim teorisini kendiliğindenci ve determinist bir teori olarak yorumlama ve bu teoriyi, kendince, iradeci bir biçimde aşma isteğinin de bir payı vardı. Devrimci inisiyatife, “silahlı propagandaya”, “politikleştirilmiş askeri savaş stratejisine ulaşmak için, Marx dönemi Marksizm’inin, devrimi kendiliğinden gelişen bir toplumsal olay olarak anladığını, Lenin’in ise Marx’ı bu yönde aştığını, değişen koşullar bakımından ise her ikisinin de çağı geçmiş teoriler olduğunu göstermesi gerekiyordu.
Mahir Çayan, Leninist parti teorisine, bu örgütlenme teorisinin temel taşları olan çalışma tarzlarına, gene bu teori ile çok sıkı bağlantısı olan ajitasyon ve propaganda kavramlarına bambaşka içerikler vermek ve Marksist devrim teorisinin zamanının geçmiş olduğunu kanıtlamak için bundan başka bir yol bulamamıştı.
Bugün Devrimci Sol hareketinin, gerek THKP-C çizgisinden devraldığı miras içinde en büyük önemi verdiği, gerekse bütün pratiği ve teorisine hâkim kıldığı başlıca ilke, “iradenin belirleyiciliği’dir. MÜCADELE dergisi, bu konuda birçok yazı yayınladı. Karşı-devrimci saldırılar karşısında, tek tek militanların ve örgütün kendi iradi gücünün, kendi seçtiği mücadele biçimlerini inat ve ısrarla sürdürmesinin sonuç üzerinde belirleyici olduğunu savundu. Tek başına alındığında iradenin belirleyiciliği ilkesi, hiç tartışmasız felsefi idealizmin ifadesidir. Ancak bu düşünce, Devrimci Sol belgelerinde, daima, bir başka kavramla birlikte anılır. İradenin, moral üstünlüğün, devrimci inisiyatifin bir maddi güçler çatışması alanında hayat bulduğu, maddi hareketin bir unsuru olarak ortaya çıktığı daima belirtilir. Ama tarihsel olayların ya da gündelik ilişkilerin ve çatışmaların yorumunda, “maddi güçler” tamamen analiz dışı bırakılır. “Belirleyici olan” diye adlandırılan sübjektif etkenler, bütünüyle “tek belirleyici” durumuna yükseltilir.
Bunun nedeni açıktır: Devrimci Sol, “sınıflar mücadelesi” kavramını, gene THKP-C geleneğinin en olumsuz, Marksizm’e en yabancı unsurlarından birisi tarafından belirlenmiş bir sistem içinde anlamlandırır. Sınıflar, halk kitleleri, milyonlarca insanın sosyal ve ekonomik gücünden doğan maddi varlığı değildir, sınıf mücadelesinde taraf olanlar: Devrimci Sol literatüründe, sınıf mücadelesinde bir avuç silahlı militan ve onların maddi ve manevi gücü, kitleleri ve işçi sınıfını temsilen yer almaktadır ve önemli olan, bu gücün maddi ve manevi durumudur. Bu görüşü savunan, ya da bu görüşten kaynaklanan pek çok saptama ve tez içinden seçtiğimiz şu örnek, bu bakımdan tipiktir: “Bizim gibi ülkelerde “ricat” taktiği, ancak önderliğin sübjektif durumu ile orantılı olarak gündeme gelebilir. Önderlik savaş içerisinde bir noktada silahlı savaşı sürdürecek gücünü yitirir ya da çok büyük kayıplar verirse -geçici bir süre- örgütsel yaralarını sarmak için geri çekilebilir.” (Dava Dosyası, Haziran Yayınevi, Ocak 1991. “Harekelimizin Gelişimi Ve Devrimci Mücadele” başlıklı bölüm, s.435.) Mücadele dergisinde yayınlanan ve Devrimci Sol’u anlatan yazıya da bakarak söyleyecek olursak, Devrimci Sol’un, THKP-C çizgisinden devralarak “geliştirdiği” belki de en önemli miras budur.
Mahir Çayan, Maocu Halk Savaşı Teorisi’nin etkisiyle, “kırların temel alındığı” bir devrim stratejisine, şehirlerin rolünü de “ihmal etmeyen”, kendi ifadesiyle “her ikisini diyalektik bir bütünlük içinde düşünen” bir plana sahip olduğu kanısındaydı. Buna göre, “yarı-sömürge, yarı-feodal Türkiye’de”, halk savaşının temel alanı kırlardı ve köylülük demokratik devrimin temel gücüydü. Bu durumda, işçi sınıfı adına, onun “ideolojik önderliğini” temsil eden örgüt, köylülere ve işçi sınıfı dışındaki diğer emekçi tabakalara önderlik edecekti. Önderlik, sosyal, siyasal ve pratik bir tarzda düşünülmüyordu: İşçi sınıfı ideolojisini benimsemiş bir militanlar örgütü, işçi sınıfını temsilen demokratik devrimde öncülük yapmalıydı. “Öncü”, apaçık bir biçimde sınıfın yerini tutuyordu. Bu görüş, Mahir Çayan’ın özellikle “Kesintisiz Devrim III” adıyla bilinen ve THKP-C’nin devlet güçleriyle amansız bir takip içinde savaştığı, THKP-C’nin esas olarak savunma içinde bulunduğu ve sürekli kayıp verdiği bir dönemde, Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar ettikten sonraki dönemde yazdığı broşürde açıklıkla ifade edilmiştir. “Ülkemizdeki baş çelişki, oligarşi ile halkımız arasındadır. Bunun pratikteki görünümü, halkın devrimci öncüleriyle oligarşi arasındadır.” (Cayan, age. s.344)
Bütün toplumsal ve siyasal olayları kapsayan bir süreç içindeki bir aşamayı karakterize eden, diğer toplumsal çelişmelerin çözümü için bir başlangıç noktası teşkil edecek olan çelişme anlamında kullanılan baş çelişme, Mao tarafından kullanıldığı anlamıyla bile, hiç bir zaman bir örgütle, bir militan devrimci grupla devlet arasındaki çelişmeye indirgenemez. Söz konusu olan, toplumsal süreçlerdir ve burada rol oynayan bütün etkenler toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel olayların, kapitalist toplumun çelişmelerinin ve bunlar üzerinde yükselen sınıflar mücadelesinin, bu kadar dar bir yoğunlaşmaya uğradığının ve sınırlı çatışma noktaları ekseninde ifade edilebilir hale geldiğinin düşünülebilmesi, olup biten her şeyin mutlak bir sübjektivizmle değerlendirildiğini gösterir. Sınıflar çatışmasını, sınıfların gerçek maddi güçleri, hareket imkânları ve toplumsal etkileri bakımından değerlendiren ve çelişmeleri gerçek “maddi güçler” ekseninde çözümleyen bir Marksist’in, böyle bir tespitte bulunması imkânsızdır. Ama her türden sendikal faaliyetin yasaklandığı, sendika yöneticilerinin ve işçi önderlerinin tutuklandığı, fabrikalarda askeri bir kışla düzeninin hâkim kılındığı, ekonomik ve demokratik üretici köylü harekelinin sindirildiği, toprak işgalleri döneminin kapatıldığı ya da düzen sınırları içinde eritildiği ve kaba güçle bastırıldığı, anti-emperyalist kitlesel öğrenci hareketinin sona erdirildiği bir dönemde, bütün gücünü silahlı eyleme yöneltmiş bir örgüt önderinin bakış açısının bu olması, bir ölçüde, kaçınılmaz görünüyor. Görünüşte, ülke çapında çatışan başlıca iki güç kalmıştır. Ve bu görünüş, hareketin önderine göre, toplumsal gerçeğin bütünüdür ve ta kendisidir. Maddi olanaklarını iyice tüketmiş, kitle hareketleriyle bağı kopmuş ve inançlarından ve moral güçlerinden başka güveneceği bir şey kalmamış olan bir militan grubun önderi için, çatışan toplumsal güçlerin hepsi, yalnızca iki örgütün çatışmasına indirgenebilir: Oligarşi ve THKP-C. Böyle bir durumda, Mahir Çayan için, yeni bir eylemi planlamak ve uygulamaya cesaret etmek için dayanılacak tek faktör, öznel durum ve grupsal değerlerdir. Çünkü “savaş”, maddi olanaklar bakımından kıyaslanamayacak taraflar arasında cereyan etmektedir. Bu bakımdan tam bir “eşitsiz savaş” söz konusudur. Sübjektif etkenin abartılmasının, maddi güçlerden daha yüksek bir belirleyicilik değeri kazandırılmasının siyasal ve ideolojik çizgideki karmaşanın ve eklektizmin yanı sıra, bir nedeni de, budur.
Aynı bakış açısı, yukarıda aktardığımız Devrimci Sol belgesinde de kendisini göstermektedir. Orada, devrimci siyasal literatürde belirli bir anlamı bulunan “ricat -geri çekilme- taktiği” tartışılmakta ve 12 Eylül dönemiyle ilgili olarak bu taktiği bir başka açıdan tümüyle yanlış anlamış ve uygulamış olan başka siyasi hareketler eleştirilirken bunlar söylenmektedir. Devrimci Marksizm açısından, bu tür konular, daima sınıf mücadelesinin gerçek güçleri, nesnel, maddi sınıf ilişkileri, toplumsal hareketin ve olayların gelişme eğilimleri, toplumsal sınıfların ve onların sözcüsü olan siyasal güçlerin karşılıklı güç ilişkileri ekseninde, daha açık bir deyişle “devrimci dalganın alçalma ya da yükselme kıstaslarına göre” tartışılır. Devrimci Sol, bunun kıstas olarak kabul edilmesini “kendiliğindencilik” olarak adlandırıyor.
“Sübjektif etken” kavramının Marksizm’in tahrif edilmesine dayanan bir yorumu açısından ele alınması, Mahir Çayan’ın ve onun izleyicisi olduğunu söyleyen Devrimci Sol’un literatüründe, örneğin “baş çelişmenin tespiti”, ya da “ricat taktiğinin tartışılması” gibi konularda, tümüyle maddeci tarih anlayışının karşıtı idealist sonuçlar doğurmuştur. İçinde bulunduğu koşullar, Mahir Çayan’ı, Marksizm’in felsefî temelleri hakkında keyfî yorumlara, kendi durumunu teoride haklı göstermek için tahrifatlara sürüklemiştir.
Mahir Çayan, Marksizm hakkındaki yorumlarının önemli bir kısmını ikinci elden kaynaklara dayandırmıştır. Böylece de, Marksizm’in yanlış yorumlara yol açabilecek şekilde basitleştirilmesi ve şemalaştırmasının sonucu olan formülasyonlar, onun teorisinde Marksizm’in temel gerçekleri gibi yer almıştır.
Bunlardan konumuzla ilgili olan en önemlisi, Mahir Çayan’ın Marksizm’in felsefi bileşenleri hakkındaki görüşleridir.
Ona göre, “Marksist devrim teorisi, hem determinist, hem de voluntaristtir (iradecidir). Bu ikili yön, diyalektik bir bütün oluşturmaktadır. Devrimin olabilmesi İçin, maddi bir temelin varlığı şarttır. Üretici güçler devrim için gerekli olan (belli bir) seviyede olursa devrim olabilir. Bu anlamda Marksist devrim teorisi, deterministtir. Fakat sadece devrimin zaferi için üretici güçlerin belli bir seviyede olması, objektif şartların olgun olması yetmez. Devrimin zaferi için ihtilalci inisiyatif de gereklidir. Bu anlamda Marksist devrim teorisi voluntaristtir.” (Çayan, Kesintisiz Devrim 1, age. s.233)
Marksizm üzerine bir şeyler yazıp söyleyen her burjuva siyaset ve toplum-bilimcisi, Marks ve Lenin arasında önemli farklılıklar bulmaya, Marx’ı Lenin’den ayırmaya ve karşı karşıya koymaya çalışır. Bu çabaların yoğunlaştığı noktalardan biri de, Marx’in bir “ekonomist”, ya da bir “determinist”, Lenin’in ise bir “voluntarist” ya da bunun siyasi karşılığı olarak “Blankist, anarşist” olduğunun kanıtlanmaya çalışılması noktasıdır. Bu çabanın ardında bir başka ideolojik ve politik saldırının yığınağı bulunmaktadır: Onlara göre Marx, kapitalizmin kendi iç çelişmeleriyle, üretici güçlerin aşırı gelişmesi ile üretim ilişkilerinin gerici bir karakter kazanması arasındaki çelişmenin derinleşmesi sonucunda kendi kendine yıkılacağını savunmuştur; bu gerçekleşmedi! Kapitalizm kendi çelişmelerinin üstesinden gelmeyi başardı ve gittikçe gelişerek ayakta kalabileceğini gösterdi! Buna karşılık Lenin, darbeci yöntemleri seçmiş ve silahlanmış, kararlı bir azınlığın örgütü olan Komünist Partiyi yaratarak demokratik cumhuriyeti devirmiştir. Yani, eğer Lenin olmasaydı, Rus kapitalizmi gelişerek yaşamaya devam edecekti. Öyleyse, sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk olduğu tamamen palavradır; sosyalizmi, sosyalizme inanmış bir azınlık kurar!
Marx’la Lenin arasında “önemli ayrılıklar” bulunduğu, ya da Marksist devrim teorisinin Marx’a ve Lenin’e göre değişik içerikleri olduğu tezinin ardında yatan burjuva saptama bundan ibarettir: Kapitalizm, insan doğasına uygundur, yeter ki, komünistler onu yıkmasın, o yaşamaya devam edecektir! Bu görüş, yalnızca yakın zamanların değil, Menşevik- Bolşevik i ayrışması sırasında Lenin’in muhalifleri ve İkinci Enternasyonal oportünistleri tarafından ileri sürülmüş, eski ve artık her Marksist tarafından tanınan görüşlerdir. Ne var ki, kapitalizmin serbest rekabetçi -tekel öncesi- koşullarına göre hazırlanmış devrim programlarıyla, emperyalizm çağına göre geliştirilen program ve taktikler arasında gerçekten varolan farklılıklar, böyle bir yorumun bazı eksik bilgili devrimciler tarafından da “doğru” kabul edilmesine yol açabilmektedir. Stalin, “Kapitalizmin tekelci evresine ulaşmasıyla birlikte, proleter devrimin sorunlarının ele alınışı, dolayısıyla devrimin niteliği, kapsamı, genel olarak devrimin şeması değişmiş bulunmaktadır” diyordu. Eğer Marx’la Lenin arasında bir farklılıktan söz edilecekse, bu, yalnızca Stalin’in işaret ettiği noktayla sınırlı kalacaktır. Bunun dışında, Marx’la Lenin arasında, felsefi temeller, tarihi materyalizm teorisi, ekonomi politik, sınıf mücadelesi teorisi gibi Marksizm’in temelleri bakımından hiç bir farklılık yoktur. Özellikle, felsefi materyalizmin tarihe uygulanmasında ve onun politik sonuçlarında, çağın gerektirdiği teknik ve programatik farklılıklar dışında bir ayrılık bulmak, kasıtlı bir karşı karşıya koyma çabası ve Marksizm-Leninizm’i kendisine bir engel olarak görme söz konusu olmadıkça mümkün değildir. Bu açıdan bakılınca, Mahir Çayan’ın sözünü ettiği farklılığı onaylamasının, tamamen burjuva ideologların etkisiyle ve teoriyi kendi düşüncelerinin ve eylemlerinin bir engeli olarak görmesi sonucunda doğduğunu söyleyebiliriz.
Her şeyden önce, Marksist-Leninist devrim teorisini, bir yanıyla determinist, diğer yanıyla voluntarist olarak ayırmak ve böylece onu iki ayrı geçmiş dönem burjuva felsefi eğilimin birliği olarak tanımlamak tamamen Marksizm’in özüne aykırıdır. Başka yoruma ve kaynağa ihtiyaç duymadan, doğrudan doğruya Marx’ın ve Lenin’in eserlerine başvurularak görülebilir ki, Marksizm, felsefî bakımdan esas olarak iki kaynaktan gelmektedir. Birincisi, Klasik Alman Felsefesi’nin idealist Hegel geleneği, diğeri, gene aynı kaynağın metafizik materyalist Feuerbach geleneği. Ama Marksizm içinde bu iki ayrı ve birbirine karşıt gelenek, eleştirilmiş ve aşılmış halleriyle yer alırlar. Marksizm’in ayrıştırılmasında, yeniden bu iki unsuru kendi özellikleriyle bulmak imkânı kalmamıştır. Bir başka deyişle, eğer Marksizm ikiye bölünebilirse, biri idealist, diğeri metafizik materyalist iki ayrı yan elde edilemez.
Ayrıca, determinizm ve voluntarizm, Marksizm’in kaynağı olarak sayılan Klasik Alman Felsefesinin başlıca öğelerini adlandırmak bakımından da yetersiz ve yanlış kavramlardır. Gerek Hegel idealizmi, gerekse Feuerbach metafizik materyalizmi, bu iki kavrama indirgenemez ve onlarla formüle edilemezler.
Determinizm, felsefi düşüncenin başlangıcından bu yana, daima maddenin hareketini evrenin temeli olarak düşünen materyalist akımların temel eğilimini ifade etmiştir. Nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkiyi araştırmak ve bunu hareket eden maddenin bir özelliği olarak bulup çıkarmaya çalışmak, en eski filozoflardan günümüz modern bilimine kadar, başlıca yol gösterici ilke değerini korumuştur. Antik Çağ atomcularından, Orta Çağ ilerici filozoflarına, Bacon, Galileo, Descartes ve nihayet Newton gibi bilim adamlarına kadar, madde ve hareketi bir biçimde, evrenin temelinde gören her düşünürde determinizm prensibi önemini korumuştur. Determinizm pozitif bilimlerde, 19. yüzyılda teknoloji ve sanayinin gelişmesinin özelliklerinin sonucu olarak “evrenin temel yasası” halinde yüceltilmiş ve her şeyi açıklayıcı temel ilke olarak adlandırılmışken, 20. yüzyılın başında fizikteki gelişmelerle birlikte, bir yanılma, “mekanik bir ilke” olarak ağır saldırılara uğramaya başlamıştır. İndeterminizm prensibinin ortaya atılmasıyla birlikte de, bilimlerde ve felsefede eski gücünü ve etkinliğini yitirmiştir. Burjuva düşünce dünyasındaki bu “değer kazanma” ve “değer kaybetme” serüveni, kavramlara borsa kurallarıyla yanaşma alışkanlığının bu sonucu, determinizm hakkında Marksistlerin düşüncesinde bir değişiklik yaratmamıştır. Çünkü, determinizm, diyalektik materyalizm bakımından, doğada, toplumda ve düşüncede hareketin genel yasaları içinde, olayların ve nesnelerin bağıntılarından yalnızca birisiydi ve burjuva düşünce sistemlerindeki yeri ne biçimde değişirse değişsin, onun diyalektik materyalizm içindeki yeri ve önemi diğer yasa ve bağıntılardan farklı olmayacaktı. Determinizmin, diyalektik materyalizm içindeki yeri hiçbir zaman onun bileşenlerinden biri olmak düzeyinde olmamıştır. Diyalektiği, büyük Hegel okulundan devralan Marx için, bunun tersi imkânsızdı. Hegel, determinizm ilkesine, kendi diyalektik sistemi içinde oldukça zayıf bir yer vermiş, tek yönlü belirlenimlerin her türünü eleştirdiği sisteminde, determinizmi, “karşılıklı etkileşme ve belirlenme” ilkesi içinde değerlendirmişti. Henüz fizikte, bilimsel anlamda indeterminizm prensibi yokken, Hegel’in sisteminde, buna yapılmış pek çok gönderme bulunuyordu. Marx’ın bir determinist olduğu iddiası, sadece onun burjuva eleştirmenlerinin bir yakıştırmasıdır. Birçok burjuva eleştirmen, Marx’ın sistemini giderek tümüyle “ekonomik determinizm” olarak adlandırırlar.
Voluntarizm, felsefi anlamıyla idealist metafiziğin, iradeyi evrenin merkezinde gören, iradenin nesnel doğa ve toplum yasalarından bağımsız bir belirleyici gücü olduğunu ileri süren kavramlarından birisidir. Terim, ilk kez Alman filozoflar Tönniens ve Paulsen tarafından kullanılmıştır. Ancak felsefi bir teori olarak son biçimini 19. yüzyılın ünlü Alman filozofu Schopenhauer’de (ölümü 1860) bulmuştur. Bir yandan Kant idealizmine, diğer yandan da Hint felsefi geleneklerine dayanarak kurduğu sisteminde, irade gücü kavramı üzerinde duran bu filozofun düşüncelerinin özeti şudur: Dünya, akılda tasavvur edildiğinden başka bir şey değildir; evrende karşı karşıya gelen her kuvvet  bir iradedir. Voluntarizmin bu temel önermesi, daha sonra, E. Hartmann ile Nietzsche’nin elinde geliştirilerek faşizmin doktriner unsurlarından birisi haline getirilmiştir. Diğer yandan, Rus Narodnikleri de, voluntarist felsefede, kendilerini ifade eden bir yan bulmuşlar ve Lavrov, Mihaylovski gibi sözcüleri aracılığıyla, nesnel yasaların karşısında “kahramanların iradesinin” belirleyiciliğini ileri sürmüşlerdir. Gerek Marx, gerekse Lenin, tarihin gelişmesinin ve doğanın nesnel yasaları kavramı çerçevesinde, idealizmin diğer bütün biçimlerine olduğu gibi, voluntarizme de şiddetli eleştiriler yöneltmişler, iradeciliğin değişik akımlardan sözcülerini, burjuva felsefesinin temsilcileri olarak değerlendirmişlerdir. Marx ve Engels’in ortak imzalarını taşıyan “Alman İdeolojisi’nden başlayarak, “bireysel kahramanlık”, “irade”, “sübjektif güç” gibi kavramlarla toplumsal hareketin nesnel yasaları arasındaki ilişki ve çelişmede, tarihsel materyalizmin nesnel hareket yasalarına ve bunun unsurlarına verdiği belirleyici rol açıklık kazanmaya başlamıştır. Ama Marx ve Engels, Mahir Çayan (ve onu izlediğini iddia edenler) tarafından tümüyle “kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine ait görüşleri savunuyorlar” gerekçesiyle bir kenara atılmış olduklarından biz de onların üzerinde fazla durmayacağız. Ne de olsa onlar “deterministti” ve voluntarizmi eleştirmelerinden daha doğal bir şey olamazdı!
Buna karşılık, göstermek gerekir ki, Mahir Cayan tarafından “Marksist devrim teorisinin voluntarist tarafını temsil eden” kişi olarak tanıtılan Lenin de, voluntarizmin eleştirisi konusunda Marx ve Engels’ten hiç de geri kalmamıştır. 1894’de yazdığı “Halkın Dostları’ Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?”, onun narodnik iradeciliğe karşı materyalist tarih teorisini (determinizmi değil) savunduğu ilk yapıtıdır. “Materyalizm Ve Amprokritisizm” daha özel bir alanda, öznel idealizmin bilimsel gelişmeler içinde kendisine bir yer arayışına karşı yazılmıştır ve yenilgi yıllarının özelliklerinden etkilenerek parti içinde buna yandaş olanların diyalektik materyalizmin temelleri doğrultusunda eleştirilip eğitilmesini amaçlar. Ancak burada da, tıpkı politika alanında kendisini “voluntarizm” olarak gösteren öznel idealizme karşı geliştirdiği eleştirilerde olduğu gibi, Lenin’in bütün silahları iradeciliğe yöneltilmiştir.
Sonuç olarak, “Marksist devrim teorisi, hem deterministtir, hem de voluntaristtir” önermesinin, tarihsel ve teorik bakımdan hiçbir geçerliliği yoktur. Mahir Çayan’ın, elbette ki “devrimin objektif ve sübjektif koşulları” biçiminde ifade edilen ve devrimin genel yasalarını topluca özetleyen kavramlardan haberi vardı; onun “diyalektik bir bütün oluşturmaktadır” dediği şey objektif ve sübjektif koşullar arasındaki bir ilişkidir. Buna rağmen, neden o sübjektif koşullar yerine “voluntarizm” kavramını kullanmıştı? Marksizm’i, önce objektif koşullara ağırlık veren, sonra da Lenin’in eliyle sübjektif koşulları öne çıkaran iki ayrı içerik gibi almaya neden ihtiyaç duymuştu?
O dönemin siyasal tartışmalarında, Sovyet revizyonizminin tezlerini devrimin ertelenmesi, devrimci hareketin düzen içi yollara çekilerek yolundan saptırılması için kullanan siyasal akımların belirlediği tartışma gündeminde, militan devrimci hareketin önüne daima içeriği çarpıtılmış bir “objektif koşullar tahlili” çıkarılıyordu. Sovyetler Birliği, kendisine bağlı bütün komünist ve işçi partilerini, devrimden el çekmeye, mevcut hükümetleri desteklemeye ve “kapitalist olmayan kalkınma yolu’nu izlemeye zorluyordu. Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği revizyonizmin, dünya çapında devrimci hareketlerden desteğini çekmiş olması, “bir devrim için objektif şartlar uygun değildir” türünden tezlerin güç kazanmasına ve gerçek anlamda bir pasifizme yol açıyordu. Perdenin bir yerinden yırtılması gerekiyordu. Mahir Çayan’ın yapmak istediği ve büyük ölçüde Marksizm’in tahrifatına yol açmasına rağmen, başardığı buydu. Sağ revizyonizm, karşısında bir “sol” revizyonizm doğurmuştu. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde birbirine benzer tezlerle “sol” akımların aynı zamanda boy vermesinin başlıca nedeni de buydu.
Bu tahrifatların pek çoğunda, Mahir Çayan’ın, “Marksizm’in devrimci özüne sadık kalmak” endişesi taşıdığından bugün kimse kuşku duyamaz. Ama bu içtenlik, yanlışı doğru yapmaz, Marksizm’in çarpıtılmasını haklı gösteremez. Hele bu hata ve çarpıtma “derinleştirilerek” sürdürülüyor ve bugün etkili bir küçük burjuva devrimci hareketin temel siyasi ve ideolojik çizgisini belirliyorsa, artık tartışmanın tarafı, Mahir Çayan da değildir.
Biz yalnızca açıklık bekliyoruz: Mahir Çayan, Marksizm’i çarpıtmış, işine geldiği gibi yorumlamıştır diyoruz ve belgelerimizi sunuyoruz. Bunun karşısında, Mücadele dergisi, bu çarpıtma ve keyfi yorumları, nasıl değerlendiriyor? Yoksa teorinin bütün bu alt-üst edilişi, Marksizm’in bir aşılması mıdır?
Açıklık istiyoruz: Ya dürüstçe “Evet”, denilsin, “Mahir Çayan Marksizm’i derinlemesine bilmezdi, Marx’tan, Lenin’den yaptığı alıntıların hepsi yanlış yorumlanmış, keyfi olarak cımbızlanmış alıntılardır. Ama bu bizi ilgilendirmez, çünkü Mahir Çayan’ın teorik tespitleri, THKP-C’nin politik ve ideolojik çizgisi Marksizm-Leninizm’den daha devrimcidir!” Evet, THKP-C’nin ve onun sürdürücüsü olduğunu ilan eden THKP-C / Devrimci Sol un, Marksizm-Leninizm’den ayrı, onun “çağı geçmiş” içeriğine karşı bir başka teorik sisteme dayandığını açıklaması yalnızca gerçeği ifade etmek bakımından değil, aynı zamanda tarihsel bir hatanın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak bakımından da dürüst bir tutum olur.

LENİNİST DEVRİM VE PARTİ TEORİSİ KARŞISINDA MAHİR CAYAN
Mahir Çayan, yalnızca devrim teorisi bakımından değil, kitlelerin devrimci eylemi, kendiliğinden eylem ve bilinç gibi konularda ve Marksizm’de özel bir önemi bulunan temel mücadele biçimleri hakkında da Leninizm’den apayrı şeyler düşünüyordu. Leninizm’le olan farklılığın açıklanması, Mahir Çayan tarafından gene “III. Bunalım Dönemi” kavramıyla yapılıyordu. Leninizm’in “emperyalistler-arası bir savaşın kaçınılmaz olarak göründüğü” döneme ilişkin tezleri arasında sayılarak reddedilen bu temel görüşlerin karşısına ise, Latin Amerika’dan, Vietnam’dan, Çin’den derlenmiş pratik ve taktik örgüt ve savaş biçimlerinin bir karmaşası konuluyordu.
Mahir Çayan, bu eklektik teori kurma çabasında da, gene sübjektif idealist görüşlerini hâkim kılıyor, değişik ülkelerin deneylerini ve değişik devrim önderlerinin görüşlerini bir araya getirirken gene iradeciliği eksen alıyordu.
O, teori ile pratik arasındaki ilişkiyi, tamamen tarihsel materyalizmin ilkelerini bir yana bırakarak yorumladığı için, sonuçta, Leninizm’in kendince yakıştırdığı “voluntarist karakteri”ni, devrimin koşullarından biri olarak tanıtabiliyordu.
“Leninist devrim teorisi, proletaryası zayıf olan bir ülkede, ihtilalci inisiyatifin, çeşitli imkânları -bu imkânların en önemlisi köylülerin devrimci potansiyelidir- devrim için kullanmasına dayanır.
“Belli bir tarihi aşamanın sınıfsal karakteri ile bu aşamadaki sınıfların fiili rolü arasındaki farklılık, bu teorinin temelidir. Bu farklılık, Leninist devrim teorisinde voluntarist yanın ağır basmasının doğal sonucudur.”
“Belli bir tarihi aşamanın sınıfsal karakteri ile bu aşamadaki sınıfların fiili rolü arasındaki farklılık” Mahir Çayan’a göre, “Leninist devrim teorisinde voluntarist yönün ağır basmasının doğal bir sonucudur.” Paragrafın özeti budur. Yani Leninist teori, “voluntarist yönün ağır bastığı bir teori” olmasaydı, tarihsel aşamanın sınıfsal karakteri ile o aşamadaki sınıfların tarihsel rolleri arasında bir farklılık doğmayacaktı. Tartışılan konu, demokratik devrimde proletaryanın öncülüğü sorunudur. Bu soruna ilişkin olarak, Mahir Çayan, proletaryanın tarihsel rolünün gerçekte sosyalist devrim yapmak olmasına karşın, demokratik devrimle sınırlandığını bunun da Leninist teorinin bir “doğal” sonucu olduğunu ileri sürüyor. Ona göre, teori, sınıfın tarihsel rolünü belli bir aşamanın objektif niteliği yüzünden değiştiriyor. Teori, tarihin objektif akışını kendi isteğine göre değiştirebiliyor. Bunlar, yanlışlıkla söylenmiş sözler değildir. Sübjektif etkenin, “belirleyici” olduğunu söyleyen Devrimci Sol ideolojisinin kökleri, burada açıkça görülmektedir.
Sözü edilen problemin Marksist teori içinde nasıl yer aldığını inceleyelim:
1789 Fransız İhtilali ile birlikte, gelişen her devrimde, her devrimci kalkışmada, sınıf olarak proletaryanın artan rolü gözleniyor. Proletarya, artık burjuvazinin peşinde, onun aristokrasiye ve krallığa karşı mücadelesinin bir eklentisi olmaktan çıktı, kendi taleplerini ileri sürmeye, burjuvaziden daha ileride ve daha derinlemesine değişiklikler talep etmeye başladı. İlerleyen proleter hareketin her devrimde kendisini daha ağırlıkla hissettirmesi, burjuvazinin mücadele ettiği aristokrasiyle yakınlaşmasına, kendi devrimci taleplerinden vazgeçmesine yol açtı. Proletaryaya karşı, feodaliteyle uzlaşma eğilimleri güçlendi. Diğer yandan, kapitalizmin gelişmesinin tıkanması, burjuvaziyi de tarihsel hareketin önünde bir engel haline getirdi. Böylece, feodalite karşısında hala devrimci talepleri devam eden köylülüğün de, sanayi burjuvazisinden kopmasına, giderek proletaryanın talepleriyle birleşmesine zemin hazırladı.
Marx ve Engels, özellikle Almanya’nın somut durumundan hareket ederek, burjuva demokratik devrimin proleter sosyalist devrimle tamamlanmasının tarihsel bir gereklilik olduğuna, devrimin bu anlamda süreklilik kazandığına işaret ettiler. Eğer Mahir Çayan’ın yorumu açısından bakarsak, Marks ve Engels buna işaret edene kadar, proletaryanın burjuva demokratik devrime katılması söz konusu olmayacaktı. Ya da, proletaryanın burjuva demokratik devrime katılması, bu teorinin “doğal” bir sonucu olacaktı!
Burjuva demokratik devrimde proletaryanın rolü, bir partinin, bir teorinin, bir dâhinin isteğinin ve iradesinin sonucu değildir. Aksine, Marksist-Leninist teorinin bu fikri işlemesi ve geliştirmesi, proletarya ve burjuvazi arasındaki tarihsel karşıtlığın, bir devrim sürecinde ve emperyalizm çağında kazandığı yeni boyutların değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Kısacası, teori tarihi değil, tarih teoriyi yaratmıştır. Bir başka deyişle öznel faktör nesnel durumu değil, nesnel koşullar öznel durumu yaratmıştır. Kuşkusuz, eğer Mahir Çayan’ın önüne bu biçimde, “tarih mi teorinin temelidir, yoksa teori mi tarihin?” biçiminde konulsaydı, bu apaçıklık karşısında onun vereceği cevap, eğitiminden geçtiği tarihsel materyalizm okulunun en temel ilkeleri açısından doğru olacak ve bu soruyu bile saçma bulacaktı. Ama iş, bir devrim teorisi inşa etmek ve bunu öznel etkenin değerinin öne çıkarılmasına dayandırmak gibi bir amaçla belirlenince, Mahir Çayan, en temel ilkeleri bile unutabiliyor, görmezlikten gelebiliyordu.
O, aynı şekilde, devrimin objektif ve sübjektif koşulları hakkındaki Leninist tezleri de kendince yorumlamış, büyük ölçüde çarpıtmış ve kendi görüşlerini Marx’in, Lenin’in, Stalin’in görüşleri olarak ileri sürmüştür.
Örneğin, Leninist devrim teorisini anlattığı şu satırlara dikkat edelim:
“Leninizm’e göre, proletarya devriminde o ülkenin iç gelişmesinin bir meselesi olarak bakıp, üretici güçlerin gelişmesinin yeterli olup olmadığının tetkiki artık geride kalmıştır. Emperyalist dönemde, herhangi bir ülkede devrim şartları, üretici güçlerin gelişme seviyesine bağlı değildir. Çünkü emperyalizm ekonomik otarşiyi yıkarak, milli özel ekonomileri, dünya ekonomisi denilen zincirin halkaları haline getirmiştir. Ve sistemin bütünü açısından, bütün ülkelerde devrimin objektif şartlan mevcuttur. Bu yüzden, ilk proletarya devrimini kapitalizmin en gelişmiş olduğu, demokrasinin ve kültür seviyesinin en yüksek olduğu ülkede olacağını beklemek yanlıştır. Marx ve Engels’in tekel öncesi dönem için doğru olan bu önerisi, emperyalist dönemde, artık eskimiştir. Ve Leninizm’e göre, ilk proletarya devrimi, kapitalizmin ve demokrasinin en gelişmiş olduğu şu veya bu kapitalist ülkede değil, emperyalist sistemin en zayıf olduğu ülkede yapılacaktır” (Çayan, age. s. 263)
“Leninist devrim teorisinde, ihtilalci inisiyatifin rolü (emperyalist dönemin özelliklerinden dolayı) Marx ve Engels’inkilerine kıyasla çok daha ağırlıklıdır. Emperyalist dönemde, devrimlerin maddi temeli hazır olduğu için, meseleyi çözmek ihtilalci inisiyatifin uygun zamandaki atılımına kalmaktadır.” (Çayan, age, s. 264)
Bu aşırı derecede basitleştirilmiş mantık bağlantılarının, Marksizm-Leninizm’in konuya ilişkin tezleriyle uzak yakın hiç bir ilişkisi yoktur.
Emperyalizm çağında, devrim için objektif koşulların bulunması ne anlama gelir?
Stalin, Mahir Çayan’ın sık sık alıntı yaptığı LENİNİZMİN İLKELERİ adlı eserinde konuyu doğrudan doğruya Lenin’e dayanarak üç ana eksende yorumluyor:
“Birinci olarak, ilerlemiş kapitalist ülkelerde, tekelci kapitalizmin asalak niteliğinden tröstlerin, kapitalist konsorsiyumların boyunduruğu, yüz kat daha dayanılmaz hale’ gelir. ‘İşçi sınıfının kapitalizmin temellerine karşı öfkesi’ artar. Böylece ‘kapitalist ülkelerde, devrimci bunalım artar.”
“İkinci olarak, sömürge ve bağımlı ülkelere gittikçe artan sermaye ihracı, nüfuz bölgelerinin ve sömürgelerin yeryüzünün tamamına yayılması, kapitalizmin dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu bir avuç ‘gelişmiş’ ülke yararına mali alanda köleleştiren ve sömürgeci baskı altında tutan bir dünya sistemine dönüşmesi sonucu, sömürgelerde devrimci bunalım ağırlaşır. Dış cephede, sömürgeler cephesinde emperyalizme karşı ayaklanma öğeleri artar.
“Üçüncü olarak emperyalistlerin ‘nüfuz alanları’, sömürgeler, vs. üzerindeki mücadeleleri, eşit olmayan gelişme sonucu ortaya çıkan ‘denge’ bozulmasını yeniden kurmanın biricik aracı olan emperyalist savaşların kaçınılmazlığı ve emperyalist dünya cephesine karşı Avrupa’da proleter devrim ile Doğu’da sömürgesel devrim arasında bir tek dünya cephesi oluşturacak ittifak kaçınılmaz hale gelir.
“Bütün bu sonuçları, Lenin, şu genel sonuçta toplamıştın
“Emperyalizm, sosyalist devrimin arifesidir.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, s. 27-28)
Stalin’in aktardıklarından çıkarılacak birinci sonuç, Mahir Çayan’ın iddiasının aksine, Leninistlerin devrimi mümkün kılan koşulları, “tekeller arası anlaşmazlıkların derinleşip şiddetlenmesi” olarak görmedikleridir. Stalin, emperyalist sistemi bir yanında proletarya ile ezilen hakların bulunduğu diğer yanda ise emperyalist kapitalizmin bulunduğu bir çelişki ekseninde ele almaktadır.
Tekeller arası çelişki ekseninde değil.
Stalin, emperyalizm çağında cephe zincirindeki her ülkede proletarya devriminin mümkün olduğunu söylerken, esas olarak bu ülkelerde devrimin gerçekleştirilme şansının eşit olmadığını da söylüyor. Bu nokta, Mahir Çayan’ın iddiaları bakımından önemlidir. Stalin, iki önkoşul sayıyor: 1. Emperyalist cephe zincirinin en zayıf olmak, 2. Devrimin kolayca yayılabildiği noktalar ve ülkeler olmak. Stalin’in bu sözleri, genel olarak tüm emperyalist sistemde devrimin imkânlarının bulunduğunu söylemekle birlikte, her tek ülke için koşulların ayrıca incelenmesi gerektiğine bir işarettir. Bir imkânın, doğrudan doğruya gerçekliğe dönüşemeyeceği ise, her Marksist’in, temel bilgi dağarcığı içinde bulunması gereken ilk bilgilerdendir. Her ülkenin objektif ve sübjektif koşullarının ayrıca incelenmesi gereği ile sistemin tümünün genel olarak devrimin imkânlarını taşıması çelişen şeyler değildir. Buradan hareketle Stalin, emperyalizm çağında, tek tek ülkeler için ayrı inceleme gereğini, “gereksiz” görmüyor. Yalnızca bunun “yetersiz” kalacağını söylüyor.
Emperyalizmin, bütün dünyada devrim için nesnel koşulları hazırlamış olduğu yolundaki Leninist tez, bir” soyutlama ve genellemedir. Bu planda ele alındığında, bir diyalektikçi için, tek tek ülkelerin önemi ortadan kalkmaz. “Bütün dünyada koşullar olgundur, Türkiye dünyadadır, öyleyse Türkiye’de de koşullar uygundur” biçiminde bir çıkarsamayı ancak, formel mantıkla düşünenler yapabilir. Gerçekte bu tespit, tek tek ülkeler bakımından “somut durumun somut tahlili” ilkesini ortadan kaldırmaz. Her ülke için yapılacak ayrı tahliller, örneğin bir İspanya ile Türkiye arasında, Irak’la Kolombiya arasında, Hindistan’la Almanya arasında derin farklılıklar, devrimin koşulları bakımından bu ülkeler arasında bir kıyaslamanın bile yapılamayacağı kadar uzaklıklar bulunduğunu gösterecektir. Mahir Çayan’ın, emperyalizm çağında devrimin objektif koşullarının esas olarak bulunduğunu söyleyen Leninist tezi anlamakta eksik kaldığı ve yeni bir devrim teorisinin temel taşı olarak yanlış bir kavrayışı kullandığı birinci nokta budur.
Mahir Çayan, ayrıca, emperyalizm çağında genel olarak bir proletarya devrimi için gerekli koşulları özetleyen “zayıf halka” kavramıyla, her ülke için tek tek geçerliliği aranması gereği devam eden “milli çapta genel kriz” kavramlarını da birbirine karıştırıyor. Birincinin bulunmasının, ikincisinin aranmasını gereksiz kılacağını ileri sürüyor. Leninistlerin, emperyalist sistemi bir bütün olarak ele aldığını ve tek tek her ülke için “devrimci durum”, “milli çapta genel kriz” kavramlarıyla ifade edilen devrimin objektif koşulları ile ilgili görüşlerinin değişmediğini görmek istemiyor.
Onun, “devrimin objektif koşulları mevcuttur, devrimi yapmak ihtilalci inisiyatifin uygun zamandaki atılımına kalmıştır” yolundaki tezi, işte bu yanlış yoruma, Leninist tezleri görmezden gelmeye dayanmaktadır. Kaldı ki, ihtiyaten kullandığı “uygun zaman” kavramı bile, kendisinin önerdiği silahlı propaganda kavramıyla çelişmektedir. O, belki de, bütün bu hata ve eksikliklerinden dolayı mazur görülebilir. Ama onun göz göre göre yaptığı çarpıtmaları ve yanlışları bugün de tekrarlayanların, Marksizm-Leninizm’e sığınmaları için artık herhangi bir mazeret söz konusu değildir.

LENİNİST BİLİNÇ VE ÖRGÜT TEORİSİ KARŞISINDA MAHİR ÇAYAN
Lenin, “Ne Yapmalı?”da, ekonomizm ile terörizmin “aynı kendiliğindencilik önünde kölece boyun eğiş”in ürünü olduklarını söyler. Ekonomizm, işçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesinin kendiliğinden siyasal sonuçlar doğurmasına bel bağlamışken, terörizm de, küçük bir aydın grubunun “tutkulu öfkesinin kendiliğindenciliği üzerine” kurulmuştur.
İki akım arasındaki benzerliğin, derin siyasal, tarihsel, sosyal kökleri vardır. Lenin, her iki akımı birbirine benzetirken, basit bir görünüş benzerliğine işaret etmiyor. Sınıf mücadelesinin genel seyri bakımından her ikisinin de aynı bakış açısından hareket ettiğine, politik çizgileri bakımından her ikisinin de işçi sınıfı dışında bulunuşuna dikkat çekiyor.
Mahir Çayan’ın devrim ve örgüt anlayışı, özellikle siyasal bilinç, çalışma tarzı, örgütlenme ve devrim biçimi konularında sınıf mücadelesine dışarıdan bakışın bir biçimlenmesi ve kendiliğinden harekete bel bağlamanın bir sonucu olduğundan, ekonomisttir.
Mahir Çayan, Leninist “işçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç dışarıdan verilir” ilkesini, bütün tartışmalarında ve kendi örgüt ve devrim anlayışını savunduğu, açıkladığı hemen her yazısında önemle vurgular. Bu ilkeyi kendisine çıkış noktası yaptığını ileri sürer. Bu ilkeyi “sosyalist bilinç İşçi sınıfının dışından verilir” biçiminde yorumlayarak mutlaklaştırır, ilkenin bütünleyici unsurlarını göz ardı eder ve sonuçta “işçi sınıfının devrimci iradesini temsil eden örgüt” anlamında bir “sınıfsız parti” ve “ihtilalci inisiyatifin etkili azınlık tarafından kullanılması” anlamında bir “sınıfsız devrim” anlayışına ulaşır. Bütün bu anlayışların kökeninin Lenin olduğunu göstermek için de gene ilkeleri kendince yorumlar, yanlış sonuçlar çıkarır ve teoriyi tahrif eder.
“Profesyonel devrimcilerin teşkil ettiği savaş örgütünün objektif olarak proletaryanın devrimci iradesini temsil etmesi esastır. Ve proletaryaya bilinç, bu örgüt aracılığıyla dıştan iletilecektir.” (Çayan, age. s. 271-272)
Mahir Çayan, bu anlayışı temelinde, bilincin dıştan verilmesi ilkesini bir başka açıdan çarpıtan Mihri Belli ile tartışmaya girişir. Mahir Çayan’a göre, Mihri Belli, işçi sınıfına bilincin dıştan verilmesi ilkesine karşı çıkarak, “içten” verilmesini önermektedir ve bu menşevizmdir.
Dikkat edilmesi gereken nokta, Mahir Çayan ve Mihri Belli’nin “sosyalist siyasal bilincin dıştan iletilmesi” ilkesini, işçi sınıfının içinden mi, işçi sınıfının dışından mı sorusu ekseninde tartıştıklarıdır. Bu tartışmada Mahir Çayan, işçi sınıfı dışındaki profesyonel devrimcilerin bilinç taşıyıcı olarak rol üstlenmeleri gerektiği yolundaki tezini Lenin’e dayandırmaya çalışırken, Mihri Belli de, bu ilkenin Lenin tarafından Kautsky’den devralındığı ve “Ne Yapmalı?” adlı eserinde bir kez savunulduktan sonra bir daha kullanılmadığını iddia etmektedir.
Böylece gerçekte her ikisi de kendiliğindenci olan, biri açıkça sağcı ve ekonomist, diğeri “sol” kendiliğindenci iki akımın temsilcisi, Lenin’in tezinin gerçek içeriği ile hiç ilişkisi olmayan bir tartışmaya girişmişlerdir.
“İşçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç dıştan verilir” sözü gerçekte ne anlama gelmektedir?
“Ne Yapmalı?”nın baştan sona titizce bir okunması, bu ilkenin, şu üç alanı kapsadığını gösterecektir:
– İşçi sınıfının devrimci teorisi, işçi sınıfı dışındaki burjuva, küçük burjuva aydınlar tarafından inşa edilmiştir.
– İşçi sınıfına sosyalist bilinç, ekonomik mücadelenin dışından, yani politik mücadele temel alınarak verilir.
– İşçi sınıfının siyasal sosyalist bilinçle donatılması, işçi sındı dışındaki emekçi sınıf ve tabakaların sosyalist siyasi çizgiye kazanılması için yürütülecek propaganda ve ajitasyon faaliyetinden ayrılmaz. (Bu konu için ayrıca bkz. Marksizm’de Temel Kavramlar, Evrensel Basım Yayın “Proletaryanın Sınıf Mücadelesinin Üç Temel Biçimi” bölümü.)
Mahir Çayan, bu üç alandan yalnızca birini, “işçi sınıfının devrimci teorisi, işçi sınıfı dışındaki aydınlar tarafından inşa edilir” biçiminde formüle edilen tezi, “işçi sınıfına sosyalist bilinç işçi sınıfı dışındaki aydınlar tarafından götürülür” biçimine sokuyor; bu bozulmuş hali, ilkenin tamamı olarak öne sürüyor. Lenin’in sözünü ettiği ve özellikle üstünde durduğu “ekonomik mücadelenin dışından, yani politik mücadele alanından” biçimindeki formülasyonunu tamamen göz ardı ediyor.
İşçi sınıfı ile bilimsel teori arasında, genellikle işçi sınıfı kökenli olmayan aydınların bir iletici, bir araç rolü oynadıkları genel olarak rastlanan bir durumdur. Bunun ayrıca teorik bir tespit haline getirilmesinin de fazla bir anlamı yoktur. Zaten Lenin’in sözünü ettiği durum da bu değildir. Ona göre, aydınların esas rolü, teorinin inşası ile ilgilidir.
Bilimsel teori, Lenin’in deyişiyle “modern toplumsal süreçten çıkar” ve “burjuva aydın tabakalar tarafından” formüle edilir. Lenin şunu da ekliyor:
“Ancak bu demek değildir ki, böyle bir ideolojinin yaratılmasında, işçilerin payı yoktur. Ama bunlar işçi olarak değil, sosyalist teorisyenler olarak, Proudhon’lar, Weisling’ler olarak katıldılar; bir başka deyişle bunlar, yapabildikleri ‘ aman yaşadıkları çağın bilgisini şöyle böyle kazanabildikleri ve bu bilgiyi şöyle böyle geliştirebildikleri ölçüde katıldılar.” (Lenin, Ne Yapmalı?, sf. 55)
Marx ve Engels, bu aydınları, Komünist Manifesto’da “burjuvazinin bir kesimi-proletaryadan yana geçmektedir, ve özellikle de burjuva ideologların kendilerini tüm tarihsel hareketi teorik olarak kavrama düzeyine yükseltmiş olan kesimi” olarak tanımlamışlardı.
Lenin, teorinin esas olarak işçi sınıfı dışındaki aydınlar tarafından inşa edildiğini söylerken, Marx ve Engels’in de “burjuva aydın tabakasına mensup” olduklarını söyler: “… Sosyalizmin teorisi, mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen felsefi, tarihi, iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir.” (Ne Yapmalı? s A3)
Burada özellikle, daima “teorinin inşa”sından söz edildiğine dikkat edilmelidir. Bunu, “bilincin götürülmesi aydınların işidir” biçiminde anlamak, bir sübjektivizmin ürünüdür ve tasarlanmış eylem ve örgüt biçimlerini haklı ve meşru göstermek için ilkenin içeriğinin çarpıtılması anlamına gelmektedir.
Bilincin sınıfa taşınması, öncü partinin politik faaliyetinin, işçi sınıfının politik mücadeleye çekilmesinin sağlayacağı bir sonuçtur. “İşçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç vermek”, eğer tek tek işçilere sosyalizmin anlatılması olarak anlaşılırsa, bunu kimin yapacağı sorusuna herkes kendisinden yola çıkarak cevap verecektir. İşçi Ahmet’e sosyalizmi kim anlatacak? Öğrenci Mehmet! Ama Lenin, tek tek işçilerden, tek tek aydınlardan söz etmiyor. Bir sınıf hakkında konuşuyor. Sosyalizmi, işçi sınıfına iletmenin yolunu ise, Lenin, zincirleme bir ilişki içinde düşünüyor. Teori, önce aydınlar tarafından “modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan proleterlere”, öncü işçilere, işçi sınıfının en ileri kesimlerine taşınır. Bir başka yerde Lenin, aydınların rolünün proletarya örgütlenmesini ilerletmek yoluyla, “aydınlar arasından özel liderler çıkmasını gereksiz kılmak” olduğunu söyler, (Lenin, Halkın Dostları Kimlerdir? sf. 230) Bu, doğrudan doğruya proletarya partisi bünyesindeki bir işleyiştir ve partinin sınıfın partisi olmasının bir sonucu olarak elde edilebilir.
Görüleceği gibi, Lenin’in “bilincin dıştan verilmesi” ilkesinin işçi sınıfının dışından gibi bir anlamı yoktur.
Lenin’in bu ilkesinde asli unsur, işçi sınıfına sosyalist siyasal bilincin ekonomik mücadele alanının dışından verileceğine ilişkin olanıdır. Lenin’in, ekonomistlerle olan tartışmasının özü bu noktadır. Ekonomik mücadelenin kendiliğinden siyasal bilinç doğuracağını, örneğin bir grevde polisle çatışan işçilerin bir anda devlet, devrim, sosyalizm gerçeklerinin farkına varabileceğini düşünen kendiliğindencilere karşı Lenin, bilincin edinilebileceği biricik alan olarak siyasal mücadele alanını, iktidar için mücadele alanını göstermektedir.
Ekonomik mücadele, her zaman yalnızca sendikal bilince yol açar. Bu bilinç, “bir rubleye bir köpek ekleme” talebinin, burjuva devlet ve ekonomi sınırları içinde gerçekleştirilmesi mücadelesinden ileri geçemez. Bu da, işçi sınıfını egemen sınıf yapmaya hiç bir zaman yetmez. Çünkü zaten, burjuvazinin varlığını ön koşul olarak almaktadır. Burjuvaziyi yok etmeyi değil, ondan daha fazla ücret, daha fazla hak elde etmeyi hedeflemektedir. Sosyal güvenlik, ücret artışı, işyerlerinde şartların düzeltilmesi, işgününün kısaltılması vs. gibi taleplerin gerçekleştirilmesini hükümetten istemekle yetinen bu mücadelenin, kapitalizmle ve burjuva devletle çelişen bir yanı yoktur. Sınıf mücadelesinin bu köklü deneyini özümlemiş olan Lenin, “yığınların eyleminin yükseltilmesi” mücadelesini, ekonomik mücadele temelinde yükseltilecek bir ajitasyona bağlayan Martinov’u şiddetle eleştirir.
Mahir Çayan, özellikle kitlelerin “ekonomik-demokratik hak ve talepler etrafında örgütlenmesini” önerirken ve ekonomik mücadelenin siyasi mücadeleye dönüştürüleceğinden söz ederken, tamamen Lenin’in eleştirdiği düşünceleri ileri sürmektedir. Böylece, kitleler ve işçi sınıfı için ekonomik, kendisi için siyasal bir örgütlenmeyi öneren menşeviklerin çizgisiyle, görünüşteki bütün anti-menşevik sözlerine rağmen, birleşmektedir.
Lenin, işçi sınıfı için ekonomik mücadeleyi, aydınlar için de siyasi mücadeleyi uygun görenlerin, “katışıksız bir işçi hareketi” tezi arkasına sığındıklarını, ama gerçekte, işçilerin hareketini liberal burjuva hareketin kuyruğuna takmayı hedeflediklerini açığa çıkarmıştı. İşçi sınıfına, “siyasal mücadeleyi biz yürütürüz, siz ekonomik mücadelenizi yürütün” diyenlerin, örneğin oy verme zamanı geldiğinde, bir liberal partiyi, sosyal-demokratları sessiz sedasız desteklemeye koyulmalarına bakınca, Lenin’in eleştirisinin geçmiş tarihlerde kalmadığını, günümüzdeki “sol” kendiliğindencileri de kapsadığını görebiliyoruz.
Lenin’e göre, yığınların siyasal bilinci ve devrimci eğitimi kapsamlı bir şekilde örgütlenmiş siyasal teşhir temelinde genişletilecek ve ancak böyle genişleyebilecek olan bir siyasal ajitasyonla sağlanabilirdi.
Lenin, işçi sınıfının sosyalist siyasal bilince ulaşmış olmasından, bütün halkın mücadelesini kucaklayan, “hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı sosyalist açıdan tepki gösteren” (Ne Yapmalı?, s.89-90) bir bilince ulaşmış olmasını anlıyordu. Siyasal propaganda ve ajitasyonun önemi üzerinde dururken, bu faaliyetin şunları kapsaması gerektiğini söylüyordu:
-İşçi sınıfı dışındaki bütün sınıflar hakkında kapsamlı bilgi;
-Diğer emekçi sınıflar ve “eza gören din ve mezhepler”, “ezilen uluslar” üzerindeki baskı ve sömürünün bilgisi, ile buna sosyalist açıdan tepki göstermenin bilgisi; -Eylem çağrısı.
Bütün bunlar, işçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadele içinde kendiliğinden edinemeyeceği türden bir bilincin, ona ancak ekonomik alanın dışından verilebilecek türden bir bilincin unsurlarıdır. Bu, hiç kuşkusuz, “işçi sınıfı dışında” durarak, ona “dışarıdan” yapılacak silahlı eylemlerin açıklanmasını ulaştırarak verilemeyecek kadar kapsamlı ve derin bir içerik taşımaktadır.
Ütopik sosyalistler, proletaryanın kurtuluşunun dışarıdan bir takım örgütlenmeler, planlamalar, tasarılar ve örnek göstermelerle gerçekleşebileceğini sanıyordu. Proletaryanın sınıf olarak devrimci bir atılımdan ve kendi kurtuluşunu kendi kollarıyla sağlayabilme yeteneğinden yoksun olduğu şeklinde bir anlayışa sahipti. Ütopik sosyalistlerin tasarılarında, işçi sınıfı hep kurtarılacak bir sınıf olarak görünüyor, ama kendisini kurtarması için ne yapması gerektiğine dair bir şey söylenmiyordu. İşçi sınıfını, onun dışındaki aydınlar, iyi kalpli kapitalistler aydınlatabilir ve kurtarabilirdi. Marx ve Engels, proletaryanın saflarına katıldıkları andan itibaren, sınıfın kurtuluşunun yalnızca kendi kollarının eseri olabileceğini anlattılar. Lenin, “devrimci sınıfa (proletaryaya), bütün emekçi insanlığı sömürücülerden kurtarmak için verdiği savaşta yardımcı olmak” deyimini kullandı. Marx, Engels ve Lenin, işçi sınıfı adına, onu ideolojik olarak temsil etmek iddiasındaki burjuva, küçük burjuva aydın tutumunu mücadelelerinin her aşamasında eleştirdiler. Proletarya adına onu kurtarmaya çalışanların ya iyi niyetli başarısızlar, ya da yalancılar olduklarını gösterdiler.
Mahir Çayan ve onun takipçileri de aynı kategoridendir. Onlar için sınıf mücadelesi, maddi bir gerçek ve “modern toplumsal sürecin bir fonksiyonu” değil, isteğe, iradeye, duyguya, inanca, moral üstünlüğe ve tutkuya bağlı olarak gerçekleşebilecek, yükselecek ya da alçalacak bir süreçtir!

Temmuz 1992

Perinçek ve SP’nin taktikleri ve sloganları kime hizmet ediyor?

Her siyasi akım veya partinin uluslararası planda ve ülke içindeki çeşitli olgu ve olayları ve gelişmeleri değerlendirmesi, bunlar karşısında aldığı tutum, izlediği çizgi ve taktikler, öne sürdüğü sloganlar ve mücadele şiarları, o akım veya partinin hangi sınıfa hizmet ettiğinin en somut göstergesidir. Bunları savunma biçim ve yöntemleri de o siyasi akım veya partinin içtenliğini ortaya koyar.
Devrimci taktiklerle sınıf hareketini burjuva egemenliğe bağlayan sağ ve reformcu akımlara ve bunlara tepki olarak doğan “sol” sekter akımlara karşı mücadele etmek zorunludur. Genel olarak dünyada, özel olarak da ülkemizde; sosyalizmin, Marksizm-Leninizm’in ağır saldırılarla karşı karşıya olduğu bir dönemde bu daha da önem kazanır.
İşçi sınıfı ağır bir yenilgi almıştır, ama her geçen gün önemi daha da artan ve geleceği temsil eden bir sınıf olarak, büyümekte olan grevleriyle, gösterileriyle toplumsal mücadeledeki varlığını ve önemini sürdürmektedir. “Yenilen ordular iyi öğrenirler”. Acı deneylerle, yüz binlerin, milyonların hayatına mal olan işçi sınıfının mücadele tarihi; proletaryanın yenildiği zaman dağılan bir ordu değil, yeniden daha büyük bir güçle mücadeleye atılan bir sınıf olduğunu göstermektedir. Kapitalizmin ana merkezlerinde baş gösteren olaylar; Amerika, Almanya ve Rusya’daki durum bunun en açık göstergesidir. İşçi sınıfı hareketindeki yeniden yükselişle birlikte, burjuvazinin cepheden saldırıları yanında, mücadelenin kapitalizmin temellerine yönelerek, devrim ve sosyalizm için bir mücadeleye dönüşmesini önlemek üzere, işçi sınıfı hareketinde revizyonist-reformist akımlar yeniden boy vereceklerdir ve boy vermektedirler. Daha aldatıcı sloganlarla daha ustaca taktiklerle, devrim ve sosyalizm mücadelesini boğmak onların başlıca görevidir.
Ülkemizde son üç yılın mücadelelerindeki tutumuyla D. Perinçek ve SP’si böyle bir görevi üslendiğini, burjuvazinin işçi sınıfı hareketindeki “yeni” reformcu dayanağı olmaya soyunduğunu göstermektedir. 30 yıla yaklaşan siyasal yaşamı ve bu dönem boyunca çeşitli adlar alan siyasal akımı her dönemde koyu bir reformizmi temsil etti. Bütün söz kalabalığına rağmen, köklü bir ideolojik görüş geliştirmek yerine düzeysiz bir reklâmcı-gazetecilik birikimi sağladı. Günlük politikalarındaki belkemiksizliği reklâmcı-gazetecilik yüzeyselliğiyle gizlemeyi başlıca yöntem olarak benimsedi.
D. Perinçek ve partisi, hiçbir dönemde güçlü ve kitlesel bir etkinlik sağlamadı ama o, ideolojik-politik tutum ve yöntemleriyle, devrimci sınıf partisinin, yüzünü açığa çıkarmak zorunda olduğu önemli bir sağ-reformist mihraktır. Bu, işçi sınıfını, özellikle ileri işçileri burjuva ideolojilerin etkisinden kurtarmak ve gerçek bir sınıf bilincine, devrim ve sosyalizm davasına kazanmak için zorunludur. Sınıf bilinçli işçiler, burjuvazinin sosyalizm maskesi takmış her türden temsilcisini ayırt etmeyi, burjuva taktikleri boşa çıkarmayı kavramalıdır.
Biz, bu yazıda, ’89-90’lardan bu yana D. Perinçek ve SP’nin gelişen işçi sınıfı hareketi, Kürt ulusal hareketi karşısındaki tutumunu, izlediği taktikleri ve bu taktiklerin neye hizmet etmekte olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Bizim gibi geri ve yeni sömürge ülkelerde olduğu gibi, emperyalizmin ana merkezlerinde de işçi sınıfı hareketinde yeni bir yükselişin açık belirtilerinin ortaya çıktığı koşullarda, reformizme, revizyonizme karşı yeni bir mücadele cephesi açmanın uluslararası bir önemi de vardır. Aynı zamanda ülkemizde son üç yılın yaşanan mücadelelerinde işçi sınıfının zaaf ve eksikliklerinin somut temelleriyle yeniden ortaya konması, yaşanan mücadelelerden doğru devrimci dersler çıkarılması da reformizme ve revizyonizme karşı mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Mücadeleye atılan işçiler, aldatıcı burjuva sloganlarla ve taktiklerle devrimci taktikleri ayırt edebildikleri ölçüde mücadelenin doğru hedeflere yönelmesini ve sağlam temellere oturmasını sağlayabilirler.
Bu yazı, bu amaca hizmet ettiği ölçüde görevini yerine getirebilecektir.

PERİNÇEK HER ZAMAN BURJUVA PARLAMENTARİST BİR ÇİZGİ İZLEDİ
‘71 öncesi, gerek uluslararası planda anti-emperyalist devrimci dalga ve gerekse ülkemizde gençlik ve halk hareketinin devrimci yükselişinin etkisiyle keskin Maocu bir üslup sürdüren D. Perinçek, hareket içindeki militan gençlik önderlerinin tasfiyesiyle birlikte açık, legalist-parlamentarist yüzünü açığa çıkardı. 80 öncesinde bir yandan “4. Ordu Rus sınırına”, “Akdeniz Akdenizlilerindir” gibi sloganlarla, mevcut faşist diktatörlük ve onun kurumlarıyla sözde “milli bağımsızlığı”, “özellikle Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı savunma” çizgisi izlerken ‘80’e gelindiğinde AP, MSP ve CHP gibi partilere “milli cephe” hükümet çağrısı yapacak kadar açık bir şekilde burjuva parlamentarizminin, mevcut diktatörlüğün savunucusu oldu. Bunun karşılığı D. Perinçek’in geniş devrimci çevrelerde tecrit olmasıydı…
‘80 sonrasında Gorbaçov rüzgârıyla birleşen yenilgi koşullarında, D. Perinçek tecrit çemberini kırmayı amaçlayan bir çaba içine girdi. Ülkedeki belli başlı revizyonist akımların temsilcileriyle, kaşarlanmış anti-Marksist burjuva aydınlarıyla, “Sol” birleştirecek parti girişimlerine katıldı. İşçi hareketinde yükselme belirtileri uç verdiğinde, eski PDA ve TİKP ile ilgisi olmadığını açıklamaya özel bir özen gösterdiği SP’yi kurdu. Öteden beri egemen sınıflar ve onların partileriyle ‘iki süper devlete’ ve “özellikle sosyal emperyalizme karşı” “milli bağımsızlığı” savunmayı başlıca politika olarak benimseyen D. Perinçek birdenbire “Sosyalizm” yanlısı kesildi. Yeni koşullarda kabaran işçi hareketine dalkavukluk etmenin en kolay yolu bu idi. TBKP de Gorbaçov’la birlikte tam bir çöküşe yöneldiğinde, SP, tutunabileceği alanı açıkça belirlemiş oldu. 89’lardan itibaren D. Perinçek ve SP’nin çizgisi, kendiliğinden mücadeleye dalkavukluk çizgisidir. Kendiliğinden her işçi hareketine, olduğundan çok anlamlar yükleyerek parlamentarist-reformist hedefler içinde boğmak. Bir yandan, SP açık-legalist bir partiyle işçi sınıfının gözünde devrimci sınıf partisi bilincini bulandırırken, öte yandan hareketi en geri direnme çizgisine çekerek, burjuva parlamenter hedeflere bağlayarak, işçi sınıfı hareketini burjuva politikaların bir yedeği haline getirmek, onun başlıca amacını teşkil etti. Bunun en açık örneği ‘89’lardan itibaren öne sürülen “Genel Grev ve Erken Seçim” taktiğidir.
Daha sonraki bölümlerde ele alacağımız gibi, D. Perinçek ve SP’nin “Genel Grev”i, Türk-İş ağalarının mücadeleyi boğmak ve sınıfın devrimci öfkesini yatıştırmak üzere zaman zaman gündeme getirdiği resmi bir “genel grev”dir. Hedefi ise, 90’dan itibaren erken seçim gibi burjuva egemen sınıflar taktiğine bağlanmış bir sloganla sınırlanmıştır. Bu taktikle nasıl hedef şaşırttığını; devlet, ordu ve parlamentoyla ilgili olarak nasıl bilinç bulandırmaya hizmet ettiğini ortaya koymaya çalışacağız. Ayrıca Kürt Ulusal hareketi karşısında izlediği çizginin anlamını, seçim sonrası “Emekçi Anayasası” sloganının ne anlama geldiğini de sergilemeye çalışacağız. İzlediği çizginin bir gereği olarak yasallık ve yasal mücadele anlayışını nasıl çarpıttığını ortaya koymak, D. Perinçek’in izlediği çizgi ve tüm bunu savunurken kullandığı yöntemlerin daha açık kavranmasını sağlayacaktır.
Bütün taktiklerinin ve sloganlarının dayandığı mantık incelendiğinde görülecektir ki, emperyalizm, devlet, devrim, proletarya diktatörlüğü, parti ve ulusal sorun gibi devrimci bir sınıf partisiyle, reformcu bir burjuva partisini ayırt eden temel ilkelerde D. Perinçek açıkça, Marksizm-Leninizm’e karşı, bilimsel sosyalizmin evrensel ilkelerine karşı, düzeysiz bir şekilde ve demagojik yöntemlerle burjuva ideolojisinin günlük motifleriyle süslenmiş bayat şiarlarını savunmaktadır. O, işçi ve emekçi yığınların sosyalizme olan özlemini şarlatanca istismar etmektedir.
Şimdi bunları daha yakından ele alarak irdelemeye çalışalım.

YÜKSELEN İŞÇİ HAREKETİ, “GENEL GREV” ve “ERKEN SEÇİM” TAKTİĞİ
89 baharı ile birlikte, özellikle 12 Eylül sonrası ağırlaşan ekonomik sömürü ve siyasi saldırılara karşı işçi hareketi giderek yaygınlaşan ve gelişen eylemlere yöneldi. Yaygınlaşan eylemler bütün emekçi sınıflar üzerinde mücadeleyi geliştirici bir etki yarattı. Devrimci bir sınıf partisinin, ekonomik taleplerden yola çıkan ama hızla siyasi taleplere genişleme eğilimi gösteren böyle bir yükseliş karşısındaki tutumu ne olmalıdır? Birincisi, taleplerin bütün işçi sınıfının ve emekçi sınıfların ortak taleplerine, “İş-Ekmek Özgürlük” taleplerine yönelmesi için bütün enerjisini yoğunlaştırmak; ikincisi ise, mücadelenin işbirlikçi egemen sınıfların ekonomik ve siyasi egemenliğine, faşist diktatörlüğe yönelmesi için bütün enerjisini yoğunlaştırmak. Yani mücadelenin, burjuva egemenlik sistemi içinde kısmi değişiklikler ve iyileştirmelerle boğulmasının önünü kesmek.
Açıktır ki, sınıf kendi talepleri için ayağa kalktığında, devrimci bir sınıf partisinin en önemli görevi; sınıfı kendi bağımsız sınıf partisi, politika ve taktiklerine kazanmak üzere, reformizme karşı, yani mücadelenin düzen sınırları içinde boğulmasına karşı açık, kesin ve kararlı bir mücadele sürdürmektedir. Burjuvazinin işçi hareketi içindeki dayanağı olan sendika ağalarının barikatlarını boşa çıkarmak için mücadele etmek, sınıfı kendi sınıf egemenliği ve sosyalizm bilincine kazanmak için çaba sarf etmektir. Ortaya çıkan koşullar, en geri işçilerin bile büyük bir hızla faşist diktatörlüğün, onun her türlü kurumunun açık sınıf karakterinin kavranmasını sağlar. Tersane işçilerinin “İşçi-Polis El ele” sloganının bir saat içinde “Polis Defol” sloganına dönüşmesi bunun açık örneğidir. Yine, mücadele biçimleri açısından ortaya çıkan geri eylem biçimlerinin daha ileri eylem biçimlerine, genel grev, gösteri ve direnişlere doğru gelişmesini, silahlı halk ayaklanmasına doğru yol almasına sağlayacak bir çizgi izler. Kendi güçlerini bu temelde eğitir ve hareketin ihtiyaç duyduğu mücadele ve örgüt biçimlerinin oluşumuna ve geliştirilmesine aktif biçimde katılmayı sağlar. Elbette bu konuda ne kadar başarılı olacağı, diğer şeylerin yanı sıra devrimci sınıf partisinin mücadele içindeki etkinliğine, sınıfın ileri kesimlerini kazanma yeteneğine, sınıfın örgütlenme ve mücadele potansiyelini seferber etme yeteneğine bağlıdır. Ama her halükârda kendi gücünden bağımsız olarak devrimci bir sınıf partisi, ‘89 ve sonrası mücadelenin yükseliş çizgisi izlediği koşullarda mücadelenin önüne reformcu hedefler değil, devrimci hedefler koyar. Bu konudaki tutum, devrimci bir sınıf partisiyle burjuva reform partisini ayıran temel bir ölçüdür.
D. Perinçek ve SP’nin bu dönemdeki tutumu, kendiliğinden hareketin eksiklerini ortaya koyarak gidermek yerine, yükselen işçi hareketi karşısında kendinden geçerek dalkavukluk yapmak olmuştur. Açık ve somut sendikal ve siyasal özgürlük talepleri etrafında hareketi birleştirerek ilerletmek değil, “Şalterleri indiriyorlar, grev özgürlüğü oluyor, fabrikalardan çıkıp yürüyorlar, yürüyüş özgürlüğü oluyor, meydanlarda toplanıyorlar, toplanma özgürlüğü oluyor” gibi methiyelerle hareketin önünü karartma yolunu seçmiştir. SP’nin 1990’da işçi hareketi önüne koyduğu hedef “Erken Seçim” ve mücadele biçimi erken seçimi başlıca amaç olarak edinen yasal bir “Genel Grev”dir. D. Perinçek “Genel Grev”i üç günle sınırlamaktadır. Burjuva egemen sınıflar ve sendika ağaları ise, yükselen işçi hareketini en geri çizgide boğmak üzere çaba içindedir. Türk-İş yönetimi, hareketin doruk noktasında, Zonguldak işçilerinin yüz bin kişiyle Ankara yürüyüşüne başlayacağı noktada, aldığı bir günlük “Genel Eylem” kararıyla mücadeleyi boğma yolunu seçmiştir. Yoksa zaten başta metal işçileri olmak üzere direnişin ülke çapında yaygınlaşmasının önüne geçmek giderek zorlaşmaktadır. 11 Kasım 1990 tarihli SP MKK yönlendirmesi, Türk-İş’in “Genel Eylem” kararına büyük bir övgüyle sahiplenmekte, onu göklere çıkarmaktadır. “Türkiye’nin tüm sorunları genel grevle aşılmayı zorunlu kılıyor, Türk-İş Başkanlar Kurulu”nun ‘Genel Eylem’ kararıyla ‘Genel Grev” önündeki önemli bir engeli şimdilik kaldırdı. Bir günlük eylem kararı partimizin önerdiği uyarı grevidir.”
Açıkça SP kendi taktiğini işbirlikçi egemen sınıfların dayanağı olan Türk-lş ağalarının manevrasıyla birleştirmektedir. Türk-İş’in kararını eleştirmediği gibi, ona kendince anlamlar yükleyerek sahiplenmiştir. Yani, SP’nin “Genel Grev” anlayışı, işbirlikçi egemen sınıfların işçi hareketini boğma taktikleriyle aynı platformdadır. SP, söz kalabalığının arkasında burjuvazi ve sendika ağalarıyla birlikte hareketi yatıştırmanın çabası içinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
“Genel Grevin karakteri konusunda Türk-İş ağalarıyla aynı platformda yer alan SP ve D. Perinçek, genel grevin başlıca hedefi olarak ortaya koyduğu “Erken Seçim” hedefi konusunda da, Demirel ve Baykal ile burjuva partileriyle aynı platform üzerindedir. 25 Mart 1990 tarihli “2000’e Doğru ” dergisinde şunlar yazılmaktadır: “Demirel ile Baykal’ın ‘Erken Seçim’ taktikleri geçersiz. Bu parlamento kendi gönlüyle erken seçime gitmez. Ona ‘Erken Seçim’ kararını dayatarak güç işçi sınıfındadır. Bir ‘Genel Grev’ emekçi kitleleri aktif biçimde politika sahnesine çıkaracak ve göreli demokratikleşmiş siyasi bir ortamda erken seçimin yolunu açacaktır.” Açıkça görüldüğü gibi, D. Perinçek’in, Demirel ve Baykal’ın erken seçim taktiğine özünde bir itirazı yoktur, onları ikna etmeye çalıştığı şey milletvekillerinin erken seçim kararını almakta isteksiz oluşlarıdır. Bunu, elbirliğiyle çözmenin yolu da ‘Genel Grev’e destek vermektir. Diğer bir şekilde söylersek mantık şudur: Yükselen işçi hareketi genel greve doğru gelişmektedir, gelin bunu erken seçim hedefine yönelterek yedekleyelim, faşist diktatörlüğün asma yaprağı olan burjuva parlamentarizmine bağlayarak, diktatörlüğün temellerine yönelmesini önleyelim. Doğu Perinçek’in taktiği, işçi sınıfını burjuva egemenliğe son vermeye yöneltecek taktik ve mücadeleler değil, işçi sınıfını burjuva politikaların ve partilerin yedek gücü haline getirecek bir taktiktir.
D. Perinçek ve SP’nin “Erken Seçim” taktiğinin dayandığı anlayış, O’nun burjuva devletin yıkılması diye bir sorunu olmadığını ortaya koymaktadır. Marksist-Leninist partiler hiçbir zaman en gerici parlamentolarda bile çalışmayı reddetmediler. Ama hiçbir zaman da, işçi sınıfının politik taktiğini, 3-5 yıllığına burjuva devleti hangi hükümetin, hangi partinin yöneteceği sorununa indirgemediler. Devrimci sınıf partileri, parlamentoyu bir kürsü olarak kullanıp, daha geniş yığınların gözünde teşhir ederek, bir bütün olarak burjuva egemenliğe son verme amacına hizmet ettiği ölçüde, somut koşullara göre burjuva parlamentolara girmeyi bir taktik olarak benimsediler. Oysa Doğu Perinçek ve SP burjuva parlamentarizmini ‘90’ların Türkiye’sinde, yükselen işçi hareketinin önüne bir hedef olarak koymakta, burjuva partiler arasındaki farklılıklardan, burjuva devletin kurumları arasındaki işlev farklılıklarından “baş düşmanlar, “esas vuruşlar çıkarmakta, bazen birinin bazen diğerinin kanatlar altına sığınmaktadır. 28 Ekim 1990 tarihli 2000’e Doğru dergisinin başyazısında bu anlayış bütün çıplaklığıyla yansımaktadır, “Özal iktidarı hem ABD yedeğinde savaş tehlikesidir, hem de devlet içindeki şeriatçı mevzilerin şemsiyesidir, hem de parlamenter rejimin yumuşak karnıdır. Bugünkü iktidar ve bugünkü parlamentoyla (ANAP iktidarı ve ANAP’ın çoğunlukta olduğu parlamento) askeri müdahaleye karşı konamaz. Bu iktidar acilen alaşağı edilmelidir. Esas vuruş ona yöneltilmelidir. Darbeye karşı en etkili tavır bugün bu politikada yoğunlaşıyor. Bu nedenle demokratik erken seçim, artık daha da gerekli olmuştur.” Aynı yazıda devamla: “İşçi sınıfının bütün çalışanları ve Kürt halkının demokratik taleplerini de yanına alarak sahneye çıkması, 2000’lerin kapısına doğru önemli bir adımdır. Ve darbe tehdidine verilecek en etkili cevaptır.”
Satırları okuyan için, darbeye karşı işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin savunulduğu gibi bir izlenim edinilecek şekilde ifade edilmiştir, ama önceki satırlarda “erken seçimi İnönü ve Demirci’ler değil ancak bir genel grev getirebilir” sözleriyle birlikte düşünüldüğünde laf cambazlığı, yani demagoji açığa çıkmaktadır. İşçi ve emekçi sınıflar mücadelesi adeta “Erken Seçim” hedefine “ipotek” edilmiştir. Doğu Perinçek ve SP, burjuvazinin ekonomik ve siyasi egemenliğine değil; 1990 Ekimi’ndeki ANAP hükümetine ve parlamentoda ANAP’ın çoğunluk olmasına karşıdır. İşçileri ve emekçileri yönlendirdiği hedef budur. İşçilerin kendiliğinden ulaştıkları bilinçten daha ileri bir bilinç ve şiarla ortaya çıkmak D. Perinçek’in defterinde yazmaz. Peki; DYP, SHP, RP, MÇP ne olacaktır, bütün kurum ve kuruluşlarıyla burjuva egemenliğin aracı olan faşist diktatörlük ne olacaktır? Perinçek için bunların bir önemi yoktur. “Darbe” tehdidine karşı ANAP dışındaki güçler müttefiktir. Hatta ANAP’ın günahı sadece darbe tehdidine karşı koyamamaktır. “Devlet içindeki şeriatçı yükselişin şemsiyesi olmak’tır. Yani devlet tarafsız ama şeriatçılar ANAP’ın “zaafı yüzünden mevzi edinmektedirler. Yani açıkçası, D. Perinçek ve SP’nin, faşist diktatörlüğün yıkılması diye bir sorunu yoktur. ANAP hükümeti gitsin, yerine başka burjuva parti veya partileri gelsin. İşte Perinçek’in devlet ve devrim anlayışı… 1800’lü yılların ortalarından itibaren devlet içinde bir saçak altı elde etmeye çalışan Osmanlı aydın geleneğinin çağdaş bir temsilcisi…

DEVLET, HÜKÜMET VE ORDU
Herkesin bildiği gibi Türkiye’de son otuz yıldır generaller siyasi arenada MGK aracılığıyla burjuva hükümetlerin günlük politikalarının doğrudan bir unsuru olarak yer almaktadır. Bütün ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de ordu, egemen sınıfların, burjuva egemenliğinin en büyük dayanağıdır. Parlamento ve burjuva partiler gelişen mücadeleyi önleyemez duruma geldiğinde, 1971 ve 80’de olduğu gibi generaller doğrudan devreye girer ve gerekli düzenlemeyi yaparlar. Faşist cuntalar, egemen sınıfların veya Amerikancı generallerin bir tercihi olarak değil; işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin bir dayatması olarak gündeme gelir. 89 ve 90’lardan itibaren egemen sınıflar MGK aracılığıyla bütün burjuva partileri (sansür ve sürgün kararnamesinde olduğu gibi) temel sorunlarda ortak tutum almaya “ikna” ettiler. Burjuva parlamentosu, partiler ve ordu farklı işlevlere sahip olmakla birlikte ortak bir amaca, yani burjuva egemenliği sürdürmeye yarayan unsurlarıdır. Karşılaştırma yapılacak olursa, burjuvazi siyasi partileri feshederek devleti doğrudan ordu gücüne dayanarak yönetebilir, ama hiçbir burjuva partisi orduyu ortadan kaldırarak burjuvazinin egemenliğini sürdüremez. Bütün burjuva partileri de generallerle aralarında şu veya bu konuda görüş farklılıkları olsa da bu gerçeğin bilincindedir. D. Perinçek 28 Ekim’de ANAP dışındaki “parlamenter ve demokratik” güçleri darbe tehdidine karşı göreve çağırırken, 30 Aralık’ta ise “Avrupa, Özal’ın ‘Çevik Kuvvet’ isteğini Türkiye kamuoyuna sızdırdı. Çünkü o da savaşa gönüllü değildir. Türk Ordusu’nun komutanları Özal’ın savaş emrini dinlemeyecek” 20 Ocak’ta daha da ileri giderek, “Bizce Körfez krizinin ilk mağlubu belli olmuştur. O da kaderini ABD emperyalizmine bağlamakta Körfez şeyhlerinin gerisinde kalmayan Özal’dır. Mağlup olduğu şundan belidir: Savaş emri verdiği kuvvetlerle kendi arasında daha savaşın ilk gününde derin bir çelişme var. Ordunun komuta kademesi öyle görünüyor ki, içine sürüldüğü görevin doğruluğuna kanaat getirmiş değildir. Sorumluluğun kamuoyu önünde hükümete ait olduğunu, döne döne vurgulama ihtiyacı duyuyor” diyerek Amerikancı generalleri ve Avrupalı emperyalistleri savaşa karşı güçler olarak ilan etmiş ve savaşa karşı komutanların kanatları altına sığınmıştır. Darbe tehlikesine karşı burjuva partilerin kanatları altına sığındığı gibi. Bu, işçi sınıfının egemen sınıflar-arası çelişmelerden yararlanma politikası değildir, tersine işçi sınıfını egemen sınıflar ve burjuva devletin çeşitli kurumları arasında var olduğunu öne sürdüğü çatışmanın kuyrukçusu haline getirmektir. SP ve D. Perinçek, Türk-İş bildirisini de aynı göz boyayıcı yöntemle egemen sınıflar iktidarına yıkılması olarak göstermeye çalıştı: “Türk-İş liderleri Cumhurbaşkanını protesto etti. İktidar gitsin diyoruz ve iktidar sorununu gündeme getiriyoruz.”Türk-İş’in işçi sınıfı saflarında-ki öfkeyi yatıştırmak için yaptığı, hiçbir sınıf bilinçli işçinin ciddiye almayacağı bildiri D. Perinçek’in gözünde iktidar sorunudur. D. Perinçek bilinçli olarak egemen sınıflar iktidarıyla herhangi bir hükümet sorununu bulandırmaktadır. Özal hükümetiyle egemen sınıflar iktidarını aynı kefeye koymaktadır. Oysa Özal hükümetinin yerine gelecek herhangi bir hükümet de, diktatörlük ayakta kaldıkça işbirlikçi egemen sınıflar tasfiye edilmedikçe egemen sınıflar iktidarının bir unsuru olmaya mahkûmdur. Nitekim erken seçim sonrasında oluşturulan DYP-SHP koalisyonu da bütün egemen sınıfların desteklediği bir hükümet olarak göreve başlamış ve hiçbir temel ekonomik ve siyasi konuda, dış politikada, Özal’dan farklı bir tutum izlememiştir.
Erken Seçim, egemen sınıflar için bir manevra olarak gündeme geldiğinde ise; D. Perinçek “Erken Seçimin başına “yeni bir anayasa” ve “demokratik” sözlerini ekleyerek şiarını süslemiştir.
27 Ekim’de Doğu Perinçek erken seçimi değerlendirir: ‘Seçim sandığı daha önce uluslararası sermaye merkezlerinde ve TÜSİAD’da kurulmuştu. Seçim sermayenin diktatörlüğü altında yapıldı ve TÜSİAD sandığından alınan sonuç bütün topluma dayatıldı.” D. Perinçek iki-üç yıldır “biricik” çözüm olarak önerdiği “Erken Seçim” taktiğini ve bu taktiğin allanıp, pullanışını birdenbire unutuvermiş, sermaye diktatörlüğünden bahsetmektedir. ‘90 ve ‘91’de sermayenin diktatörlüğü yok muydu? Elbette ki vardı. Ve D. Perinçek buna rağmen yükselen işçi hareketinin önüne hedef olarak “Erken Seçim’\ koydu. Sonra bunu “demokratiklerdi ve “yeni bir anayasa” şiarını da ekleyerek süsledi. 20 Ekim gerçek bütün çıplaklığıyla ortay çıktığında ise başka bir mevziiye atladı. “Sermaye diktatörlüğümden söz etmeye başladı. Erken seçimden daha ileri bir slogan olarak kabul göreceğini sandığı “Emekçi Cumhuriyeti Anayasasını gündeme getirdi.

DOĞU PERİNÇEK HİZMETİNE DEVAM EDİYOR
İşçi sınıfına somut sınıf talepleri uğruna mücadele yerine burjuva politik manevralarının dolgu maddesi olmayı öğütleyen Doğu Perinçek, öne sürdüğü taktiklerle egemen sınıflara hizmet etti, etmeye devam ediyor. O, Marksist-Leninist partiler için tamamen bir ilke sorunu olan devlet/devrim gibi kavramların içini boşaltarak işçi sınıfı egemenliği ve sosyalizm hedefini de yozlaştırmaktadır. Bunun en açık örneği Yeni Anayasa önerisidir. Mevcut sistem ayakta kaldıkça Anayasa’nın şu veya bu şekilde değişmesinin işçi ve emekçi sınıflar için fazlaca bir önemi yoktur. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, Cumhuriyetten bu yana ve özellikle son 30 yılın deneyleriyle anayasaların kendi başlarına kendileri için bir anlam ifade etmediğini görmüşlerdir.
SP, emperyalizmin ve egemen sınıfların her yeni saldırısı karşısında bir önceki statükoyu savunmayı politikasının merkezine yerleştirmiştir. Politika bu olunca da D. Perinçek’in platformu mevcut düzeni bir önceki haliyle savunma platformundan başka bir şey olmamıştır ve olamaz. 14 Temmuz 1991 tarihli 2000’e Doğru’daki başyazısında F. İlsever şunları yazmaktadır. “Ülkemiz bu açıdan ciddi bir Amerikan komplosuyla karşı karşıyadır.- Bu komploların askeri boyutu ‘Çekiş Güç’ harekâtıyla başladı, kontrgerilla harekeliyle sürüyor. ABD kendisine doğrudan bağlı olan kontrgerillanın iplerini saldı. Devlet” içindeki hukuk ve denelim dışı gizli güç harekete geçti. Kontrgerillanın kitabına uyan eylem çizgisi, Amerikancı güncel ihtiyaçlarına da uyuyor. Bu, hukuk ve denetim dışında çizgisinin özünde taşıdığı yine hukuk ve denetim dışı bir hedef de vardır. Darbe güvencesi olmayan kontrgerilla harekâtı olamaz.
Bu koşullarda ABD’ye karşı tavır tayin edici hale geldi. Topraklarımızın Amerikan ‘Çekiç Güç” harekâtına kapatılması, Kürt ve Türk halklarının en acil taleplerindendir.
Türkiye çok parlatılan M. Yılmaz hükümetiyle zaman kaybediyor, Özal iktidarının her çeşidi Amerikan komploları için uygun zemin yaralıyor. ABD komplosunu engellemek, bugün kontrgerillaya ve Amerikan tehdidine karşı çekirdeğini halk hareketinin oluşturduğu tütün demokratik ve parlamenter güçlerin ortak tavrıyla mümkündür.”
SP, ülkemizdeki emperyalist boyunduruğu, özellikle 1950’lerden bu yana süregelmekte olan ABD emperyalizminin ekonomik, siyasi ve askeri egemenliğini, 1991’de Kürdistan’a yerleştirilen ‘Çekiş Güç’e dayanan bir Komploya indirgemiştir. ‘Çekiş Güç’ün güncel bir saldırı olduğu ve özel olarak da ‘91 Türkiye’sinde emperyalizmin Ortadoğu’daki kirli oyunlarına hizmet ettiği bir gerçektir. Ama burada ‘Çekiç Güç’ten hareketle emperyalist egemenliğin tasfiyesine yol açacak sloganların işçi ve emekçi yığınlar içinde yaygınlaşmasını sağlamak yerine emperyalizme karşı tavır, ‘Çekiç Güç’e karşı tavır düzeyine indirgenmiştir. Emperyalizmin dayanağı olan işbirlikçi egemen sınıflar, burjuva partilerin ANAP dışında kalanları ve Amerikancı generaller, işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin doğrudan hedefi olmaktan çıkarılmıştır. Emperyalizmin ekonomik, siyasi ve askeri egemenliği “devlet içindeki gizli güçleri, kontrgerillaya bağlanmıştır. SP, devletin resmi güçlerinin kontrgerilla gibi hareket ettiği, her gün onlarca devrimcinin, Kürt yurtseverinin sorgusuz sualsiz katledildiği bir ülkede, devletin sınıfsal karakteri gizlenerek kontrgerilla ve ABD komplosu teorileriyle hedefler bulandırılmaktadır. Bu, D. Perinçek ve onun partisinin tarihine damgasını vuran burjuva reformcu-darbeci mantığın somut bir ifadesidir. Tarihi boyunca D. Perinçek ve onun siyasi akımının işbirlikçi egemen sınıfları ve onların faşist egemenliğini tasfiye etmek diye bir hedefi olmadı. Tersine onlar, emperyalizmin, işbirlikçi egemen sınıfların en son saldırılarına karşı çıkarak bir önceki sürecin savunucusu olmayı temel politika haline getirdiler. Kendine “sosyalist” sıfatını yakıştırmasıyla ele alındığında, D. Perinçek ve SP çizgisi ve mantığı, II. Enternasyonal döneklerinin, Kautsky’lerin mahkûm edilmiş tezlerinin ‘91 Türkiye’sinin somut koşullarında allanıp pullanarak yeniden savunulmasından başka bir şey değildir. Şu farkla ki, Kautsky bir süre Marksizm’i içtenlikle savundu. Oysa D.Perinçek hayatının hiçbir döneminde Marksizm karşısında samimi olmadı. O, burjuva taktiklerini, değerlendirmelerini, sloganlarını işçi ve emekçi sınıflar için kabul edilebilir hale getirmek için Marksizm maskesi takındı.

“EMEKÇİ CUMHURİYETİ ANAYASASI” MI, BURJUVAZİYE HİZMET ŞİARI MI?
D. Perinçek’in, burjuvazinin manevra ve taktiklerini diğer burjuva partilerden önce demagojik bir yaygarayla gündeme almak gibi bir “yeteneği” vardır. “Erken sepim “taktiğinde olduğu gibi, “Emekçi Cumhuriyeti Anayasası” sloganında da bunun canlı örneğini vermektedir. O’nun, burjuva taktik ve sloganların sahte niteliğini ortaya çıkararak, devrimci taktik ve sloganların kitlelere mal edilmesi diye bir çabası olmadığı gibi, bütün marifeti burjuva taktik ve sloganları emekçilere şirin göstererek devrim ve sosyalizm mücadelesinin önünü karartan amacına hizmet etmektir. Burjuva partilerin, özellikle koalisyon partilerinin yeni bir anayasa tartışmasıyla, işçi ve emekçi yığınlarda umut ve beklenti yaratma amacında olduklarını sezinlediği anda D. Perinçek, bu sloganı süsleyerek piyasaya sürdü. “Bir Emekçi Cumhuriyeti Anayasası’nı toplumun önüne somut bir proje olarak koymak, her zaman sorumlu olduğumuz bir görevdir, hele bugün gerçekçi bir tavırdır. Türkiye emekçi halk için bir fırsat dönemine girmiştir. (Bir anayasa koparabilir. ÖD) Düzenin sahipleri bile devleti tepeden tırnağa değiştireceğiz, yeni bir rejim kuracağız diyorlar. Bu koşullarda bir Emekçi Cumhuriyeti Anayasası’nı halkın önüne çözüm olarak koymak dışında devrimci proleter tavır olamaz.”
D. Perinçek, seçimden sonraki dönemi değerlendirmelerinde burjuva taktik ve sloganları işçi ve emekçi sınıflara benimsetebilecek bir şekilde sunmuştur. Çıkarları taban tabana zıt sınıfları ortak bir taktik üzerinde birleştirme amacı kendi tutarsızlığının, ikiyüzlülüğünün damgasını taşır. Bir yandan “Kısa sürede özellikle ABD emperyalizminden kaynaklanan devlet terörü girişimleri ve müdahaleleri olsa bile, bu seçeneğin tarihsel olarak artık Türkiye’nin arkasında kalmakta olduğu görülüyor. (Yani faşist devlet terörü geride kaldı. ÖD) içine girdiğimiz değişme, ya burjuva demokratik sürecin yeni bir atılımıyla yeni bir hâkim sınıf mutabakatıyla sonuçlanacaktır. Ya da bir Emekçi Cumhuriyetine açılacaktır.” diye demokratik devrim görevlerini, emperyalizme kölece boyun eğmekten başka bir yolu olmadığını bizzat kendisi ilan eden Demirel hükümetine yaptırıyor ve bu süreci “burjuva demokratik sürecin yeni bir atılımı olarak nitelendiriyor.” (Teori Mart 1992-D. Perinçek) Öte yandan aynı yazıda “Orta yakın zamana kadar Olağanüstü Hal Bölgesi’ndeki askeri uygulamalarının sorumluluğunu idari makamlar aldığım hatırlıyordu. Bu kez, sorumluğu üstlendiği görülüyor. Siyasetleri Koman’ın açıklaması eğer bir hükümet taktiği değilse, ordunun iktidarının güçlendiği anlamına gelir.” değerlendirmesiyle, sanki ordu iktidarın en büyük dayanağı değilmiş gibi, “ordunun iktidarının” güçlendiğinden bahsediyor.
Koalisyon hükümeti bütün emekçi sınıflar cephesinin; ordusu, Amerikancı generalleri ve basınıyla, SHP şahsında ve “demokrasi” demagojileri eşliğinde orta sınıf muhalefetini yedekleyerek ve kısmen de beklentiye sokarak, “bölücülük, anarşi ve terörün önlenmesi” demagojileri eşliğinde her gün onlarca insanın katledildiği bir politika izlerken D. Perinçek, bunu “burjuva demokratik sürecin yeni bir altlımı” olarak sunmakta ve işçi ve emekçi yığınları aldatmaktadır. Kendisi de daha ileri bir slogan olarak anlaşılacağını düşündüğü “Emekçi Cumhuriyeti Anayasası’nı gündeme getirmektedir. Yani D. Perinçek bir yandan mevcut durumun değerlendirmesini egemen sınıfların çıkarlarına uygun şekilde “demokratik atılım” olarak sunarken, öte yandan da, faşist devlet terörüne karşı, Kürdistan’daki katliamlara karşı somut bir mücadele hedefi yerine, burjuva egemen sınıflar cephesinin platformunu ortaya koymaktadır. O, taktiklerini işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarına ve somut durumlarına göre hedeflemek yerine sınıf mücadelesinin somut durum ve ihtiyaçlarını çarpıtarak, burjuva platforma çekmeye çalışmaktadır. Yani D. Perinçek, Burjuva partilerin ve TÜSİAD patronlarının yaratmaya çalıştığı yeni bir bulanıklık ve beklentiye hizmet etmektedir. O, bu tutumuyla Osmanlı aydınının çağdaş bir temsilcisi olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Tanzimat’tan bu yana Türk aydınlarının büyük çoğunluğu demokrasi ve özgürlük sorununu hep bir anayasa ve anayasal reformlar sorunu olarak gördü. Demokrasi ve özgürlük sorununun sınıfsal karakterini kavramadı. Bakış açıları Auguste Comte pozitivizmiyle sınırlı olan 19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının bütün yetersizliklerine rağmen “özgürlük” isteklerinde samimi oldukları bir gerçektir. Ama 92 Türkiye’sinde Marksizm adına “Emekçi Cumhuriyeti Anayasası” şiarıyla ortaya çıkılırsa, bunda içtenlik değil, işçi ve emekçi sınıfların bilincini bulandırmaktan ve egemen sınıflara hizmet etmekten başka bir anlam çıkarılamaz. D. Perinçek’in platformu budur.
İçtenlik, sınıfsal gerçekleri ortadan kaldırmaz ve Osmanlı aydınının burjuva demokratik girişimi olan 1908 hareketi anayasal bir meşruti monarşi ortaya çıkardı. İttihat ve Terakki önderleri “Damad-ı Şehriyar” olarak Osmanlı monarşisini ayakta tutmak gibi bir tarihsel görev yüklendiler ve burjuva anlamdaki özgürlüklere de ihanet ettiler. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı onların sonu oldu. Özgürlük ideallerini Tevfik Fikret’lerden, Namık Kemal’lerden, ilk siyasal derslerini İttihat ve Terakki’den alan M. Kemal’in ve Kemalizm’in hangi tarihsel koşullarda anti-emperyalist bir karakter kazandığı ve iktidar döneminde hangi sınıflara dayandığı da bugün bilinen bir gerçektir. Şefik Hüsnü 50 yıl boyuna Kemalizm’in yardakçılığını yaptı.
Doğu Perinçek tarihsel kökenini Şefik Hüsnü’ye bağlamaktan gurur duyar. D. Perinçek bugün emperyalizme kölece boyun eğmiş işbirlikçi egemen sınıflara “burjuva demokratik sürecin yeni bir atılımını” yaptırırken Şefik Hüsnü oportünizmine olan sadakatini daha ileri bir noktada yenilemiş olmaktadır. Dünya proletarya hareketinde benzerlerini aramak gerekirse D. Perinçek 1905 Rus Devrimi sırasında liberal-monarşist burjuvaziye ve onun reformcu politikalarına hizmet edenlerin safındadır. Demokratik Cumhuriyet için “Kurucu Meclis” ve “Geçici Hükümet” şiarlarını “başarılı bir halk ayaklanması” koşuluna bağlayan Bolşeviklere karşı, liberal-monarşist burjuvazinin kuyrukçuluğunu yapan “Martinov ve Yeni Iskra” yanlılarının saflarındadır. Yani “Demokrasi ve özgürlük” bayrağını burjuvaziye teslim edenlerin safındadır. Demokrasi ve özgürlük bayrağını emperyalizmin dayanağı olan işbirlikçi burjuvaziye ve onunla blok oluşturmuş olan orta burjuva reformizmine teslim ederek.

KÜRT ULUSAL HAREKETİ KARŞISINDA TUTUM

D. Perinçek, Kürt ulusal hareketi karşısında da aynı gerici çizgiyi izledi. Kürt ulusal hareketi gerek silahlı mücadele alanında, gerekse kitlesel muadeleler alanında yükseliş çizgisi izlerken, hareketin “dalkavukluğunu” yaparken, işbirlikçi egemen sınıfların azgın bir şovenist saldırı kampanyasına yöneldiği koşullarda gerçek yüzünü ortaya koydu. “Birlik”, “kardeşlik” demagojileri ardında Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını inkâr ederek, burjuva egemen sınıfların reformcu aldatmacalarıyla birleşti. Türk egemen sınıflarını reformcu çözümlere “ikna” etmeye koyuldu. Oysa egemen sınıfların Kürt ulusal hareketindeki devrimci kesimleri ezmeden reformlara yönelmeyeceği açıktı. Reform vaatleri kanlı saldırıların zeminini güçlendirmek üzere yoğunlaştırıldı. 1992 Teori-Mart sayısında D. Perinçek şunları yazıyor:
“Devlet Kürt sorununda hep olayların arkasından sürükleniyor. Bir süre sonra siyasi çözüm (reformcu çözüm diye anlamak gerekir- ÖD) eğilimleri ağır bastığı zaman iş işten geçmiş olabilir. Gün büyük politika günüdür.”
Hükümet Kürt sorununda yaygın şiddete başvurarak Kafkaslar’da mazlumun yanında politika yürütme olanaklarını da ateşe atmaktadır. Açıkça görüldüğü gibi, D. Perinçek’in çabası, Kürt ulusal hareketini daha ileri taleplere yöneltmek değil, egemen sınıfları “iş büyümeden” reformist çözümlerle sorunu yatıştırma politikasına “ikna” etmektir. O aynı çabayı PKK’yı ayaklanma yolundan vazgeçmeye ikna etmek için de sürdürdü. Öyle ki, hükümeti ikna etmek için Türk egemen sınıflarının Kafkasya’da ABD stratejisi doğrultusunda sürdürdükleri faaliyetleri “mazlumun yanında politika yürütme”‘olarak niteleyecek kadar Türk şovenizmine yardakçılık yapmaktan kaçınmamaktadır. Aynı yazıda bu tutumun, “sosyalist” göstermek için şarlatanca demagojilere başvurmaktan kaçınmadığı gibi. “Kürt ulusal talepleri ulusal talepler çerçevesi içinde kaldığı zaman, ayrı bir devlet kurma hakkı da dâhil, burjuva kapitalist dünya nizamı içindedir. Yani kapitalizmin çerçevesi içindedir. Bu nedenle sosyalist hareketin hedefi hiçbir zaman ulusal taleplerle sınırlı olamaz, burjuva programın ötesine geçmek zorundadır. Sosyalistlerin Kürt sorununa ilişkin azami programları, işçi sınıfı önderliğindeki bir emekçi halk iktidarıyla sosyalizmi kurarak sınıfsız topluma ulaşmaktır.”Ulusal talebin içeriğinden bağımsız olarak komünistleri ulusal sorun karşısında her türden burjuva politikasından ayıran tutum sömürge ve ezilen uluslar için, özellikle kendi ülkesinde, özellikle ezen ulustan işçiler için ayrı devlet kurma hakkını kabul ve ilan edilip edilmemesidir. Bu, ezen ulus işçilerinin enternasyonalist bir bilince ulaşmalarının zorunlu bir önkoşuludur. Bunu görmezden gelerek “sosyalist program’dan bahsetmek şovenizme olan yardakçılığını şarlatanca bir “Çekiç Güç” altında gizlemekten başka bir anlama gelmez. Ayrı devlet kurma hakkını kabul ve ilan etmekten, “birlik, kardeşlik” sözlerinden dem vurmak tam bir burjuva ikiyüzlülüğün göstergesidir. 92 Türkiye’sinde Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını inkâr etmek demek, emperyalizme ve egemen sınıflara boyun eğmek, onların politikasını savunmak demektir. D. Perinçek’in yaptığı da budur. D. Perinçek sadece Kürt halkına karşı değil, bilincini bulandırarak Türk işçi ye emekçi sınıflarına karşı da açık bir ihanet içindedir. Aynı dergide ‘92 koşullarında böyle bir tutum sergileyen Perinçek’in TİKP programından bölümler yayınlayarak ayrı devlet kurma hakkını öteden beri savunmakta olduğu görüntüsünü vermeye çalışması, sahtekârca ikiyüzlülüğün ayrı bir örneğidir.

YASALLIK ÜZERİNE

Bilindiği gibi, Marksist-Leninist partiler yasadı-şı-gizli temelde örgütlenmeyi bir tercih nedeniyle değil, zorunluluktan dolayı savunurlar. En gelişmiş burjuva demokratik ülkeler ortamının, proletaryanın en geniş yığınlarını eğitmek için daha çok olanak sunduğunu bilirler ve her türlü yasal olanaktan azami ölçüde yararlanmak için çaba sarf ederler. Her ülkede değişik düzey ve biçimlerde de olsa yasadışı-gizli örgütlenmeyi zorunlu hale getiren; hangi biçimi alırsa alsın burjuva devletin sınıf karakterinin, burjuvazinin sınıf karakterinin bilimsel kavranışıdır. Yani Devrimci sınıf partileri, dünya komünist hareketinin yüz elli yılı aşan deneyleriyle bilirler ki, en gelişmiş burjuva demokrasilerinin olduğu ülkelerde bile burjuvazi, proletarya devrimi tehlikesine karşı her türlü şiddete başvurmaktan çekinmemiştir, çekinmeyecektir. Burjuvazi proletarya devrimi karşısında hiçbir ülkede kendi yasa ve kurallarına bağlı kalmamıştır. Bunun içindir ki, proletarya partisi hiçbir yasal olanaktan yararlanmayı reddetmeden, düşünce ve politikalarına hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın işçi ve emekçi yığınlara ulaştırabilmek ve her koşul altında mücadelesini ve örgütsel faaliyetini sürdürebilmek için yasadışı gizlilik temelleri üzerinde kurulur. Gene dünya işçi hareketinin ve özellikle de Lenin ye Stalin’in Bolşevik partisi tecrübelerinin gösterdiği gibi, gizli örgütlenme yasal olanaklardan en geniş ve sürekli şekilde yararlanmanın, en geniş işçi yığınlarıyla sürekli bağlar kurup geliştirmenin önünde hiçbir şekilde engel olmadığı gibi, tersine bunu güvence altına alır.
Durum böyle olduğu halde D. Perinçek ‘70’li yıllardan itibaren sürekli yasallığı ve açık örgütlenmeyi temel aldı. Her şeyden önce başlı başına bu tutum bile D. Perinçek’in devrim yapmak diye bir sorununun olmadığını göstermektedir. O, sadece bununla yetinmedi, yaşadığı gizli örgütlenmenin demagojik yöntemlerle düşmanlığını yaptı. Burjuva yöntemlerle özellikle küçük burjuva “sol” eylem çizgisinin eleştirisi adı altında devrimci örgütlere karşı tasfiyeci bir mücadele yürüttü. Buna rağmen o, kendine özgü ikiyüzlülükle zaman zaman, kendisi de yasadışı -gizli bir partiyi savunduğu izlenimini vermekten de geri durmadı. D. Perinçek kendi izlediği çizgiyi gizlemek için bu konuda da kendiliğinden harekete dalkavukluk yolunu seçti ve Bolşevik ilkeleri tahrif etmekten çekinmedi. Teori dergisinin ‘92 Nisan sayısında ortaya koyduğu anlayış bu ahlaksızca tahrifatın bir örneğidir. Devrim güçlendikçe yasallaşır diyerek Şubat ‘17 ayaklanması ve çarlığın devrilmesiyle Ekim devrimi arasındaki süreci buna örnek olarak gösterir ve ‘gizli çalışmanın üstadı kabul edilen Bolşevikler de devrimin arifesinde en fazla yasal hale gelmişlerdir.” sözleriyle tarihsel bir dönemi ahlaksızca çarpıtmaya girişir ve “ülkemiz pratiğinde de görebiliyoruz, işte en son ‘89 Bahar Hareketleri, 80 sonunda başlayan Maden Hareketi, ‘91 Sıcak Yazı, Kürt hareketi örnekleri. Dikkat ediniz bu hareketler kendi yasallıklarını, devrimin yasallığını düzenin yaşattığının karşısına dayamışlardır… Örneğin başbakan Demirel iki üç hafta önce ‘Kürt realitesi tanınmıştır’ dedi. Kürt realitesini tanımak Türkiye anayasasında yazıyor mu? Kanunlarda var mı bunun yeri? Devrim kendi anayasasını yapıyor ve kavgalar vererek, getiriyor, Başbakanlık içine, MGK’ya kadar sokuyor. Bu, devrimin güçlenmesi, yasallaşması, düzenin yasallığını, çatırdatması ve onu işgal etmeye başlamasıdır.”
D. Perinçek, bir yandan işçi sınıfının, Kürt ulusal hareketinin elde ettiği başarıları bir ayaklanma gibi göstererek tarihsel gerçekleri, tarihsel bir gerçeklik olan Bolşevizm’i ahlaksızca çarpıtmaktadır. Bütün bunları kendi gerçek reformcu, oportünist yüzünü gizlemek, burjuva taktik ve şiarları işçi ve emekçilere “devrimci” gösterebilmek için yargılamaktadır. D. Perinçek sadece reformizmin, sınıf işbirliğinin örneği değil, aynı zamanda düşünce ve siyasal ahlak yoksunluğunun da tipik bir örneğidir.
Oysa ‘92’de durum nedir? İşçi sınıfı ‘89, ‘90 ve ‘91’deki tarihinin en yaygın ve kitlesel mücadelelerine rağmen açık siyasal iktidar için mücadeleye yönelmedi, yöneltilemedi. Egemen sınıfların, sendika ağalarının ve D. Perinçek gibi reformist kuyrukçuların beslediği burjuva bilinci yeterince kıramadı. Karşı-devrim D. Perinçek gibi yardakçılarının da desteğiyle “erken seçim” manevrasının ardından birleşik bir saldırı dalgası başlattı.     Azgın bir şovenizm ve siyasal “Çekiç Güç” eşliğinde, D. Perinçek gibilerinin de yardım ve desteğiyle geri kesimleri umut ve beklentiye sokmaya çalışarak, Kürt ulusal hareketine ve devrimci örgütlere karşı kanlı saldırılarını yoğunlaştırdı. Elbette egemen sınıflar bu saldırılarla, uzlaşmaz çelişkileri uzun süre bir arada tutamayacaktır. Ama diktatörlük yıkılmamıştır; tersine “yeni” çürük parçalarla da olsa tahkim edilmektedir. Sorun işçi ve emekçi sınıfları bütün bunları boşa çıkaracak bir bilinç, mücadele ve örgütlenme düzeyine ulaştırmak devrimin temel taleplerinin en geniş yığınlara mal edilmesini ve bu yöndeki birleşik mücadeleleri geliştirmek, devrim ve sosyalizm hedefine yöneltmektir. Pembe hayaller yayarak burjuva egemen sınıfların yardakçılığını yapmak, işçi ve emekçi kitlelerin bilincini karartmak değil.

SONUÇ OLARAK
Son üç yıllık mücadele süreci ele alındığında, ideolojik teorik temelinden bağımsız olarak -ki oda Mao Zedung’dan Şefik Hüsnü’ye kadar reformist-revizyonist bir temeldir. Taktikleri, sloganları ve bunların burjuva niteliğini gizlemek için yaptığı değerlendirmeleriyle D. Perinçek;
-Egemen sınıflar ve onların faşist diktatörlüğünü hedef alan bir çizgiyi değil, tersine, egemen sınıfların, burjuva partilerin manevra ve taktiklerine hizmet eden bir çizgi izlemiştir.
-O, burjuva taktik ve sloganlarını, şirin gösterebilmek için, işçi ve emekçi yığınların bilincini devlet, devrim, proletarya diktatörlüğü, parti ve ulusal sorun gibi temel konularda bulandırma, hizmet edecek bir propaganda yürütmüştür ve yürütmektedir.
-O, başlıca yöntem olarak şarlatanca demagojik bir propaganda biçimini seçmiştir.
-D. Perinçek. sadece şaşkın ve inançsız bir burjuva liberali değil, burjuva reformcu çizgisini sosyalizm adına yutturmaya çalışan, bu amaca hizmet etmek üzere Marksizm-Leninizm’e, tarihsel ve toplumsal gerçekleri çarpıtmaktan çekinmeyen şarlatan bir demagog, düşünce ve siyasi ahlak yoksunudur. Demagoglar ise, işçi sınıfının en tehlikeli düşmanları arasında yer alırlar.

Temmuz 1992

Tek Ülkede Sosyalizm Sorunu Ve Troçkist Saldırılar

1920’li yılların başından itibaren özellikle Stalin ve Troçki arasında polemik konusu olan, ancak sosyalizmin inşasının büyük başarılar kazandığı Stalin dönemi boyunca çok büyük yankılar uyandırmayan bu sorun, SBKP’de önemli alt-üst oluşların yaşandığı 20. Kongre ile başlayan kapitalist restorasyon dönemi boyunca, gündemi giderek daha yoğun işgal etmeye başladı. Sosyalizm adına verilen her ödünden, geriye atılan her adımdan daha bir güç alan Troçkistler, bu tarihsel fırsatı yıllarca beklemişçesine saldırılarını yoğunlaştırdılar ve başla SSCB olmak üzere sosyalist sistemin bütününde yaşanan bu çürümenin sorumluluğunu Stalin’e ve Stalin’e ait olduğunu iddia ettikleri “tek ülkede sosyalizm teorisi”ne yüklediler. Geri dönüşün ulaştığı her yeni düzey, anti-Stalinist bu saldırıya, farklı orijinlerden gelip aynı zeminde harmanlanan yeni kaynaklar sağladı ve Doğu Bloğu’nun biçimsel olarak da bütünüyle çökmesinden sonra dozajı bir kaç kat arttı. Stalin’in diktatör olduğu ortak fikriyle biçimlenen bu saldırı kervanı, nihayet teorik dayanağını yeniden keşfetti: Stalin ve tek ülkede sosyalizm. Birçok “eski Stalinist”in de paylaştığı bu düşüncenin temel önermesi, Tek ülkece sosyalizm teorisinin bütünüyle Stalin’e ait olduğu, ne Marx ve Engels’le ne de Lenin’le bir ilgisinin bulunmadığı ve Stalin’in bu teorisiyle Marksizm’i tahrif ettiğidir. Troçki’nin öngörüsü 70 yıl sonra gerçekleşmiş, sosyalizmin tek ya da ekonomik bakımdan geri bir kaç ülkede zafere ulaşamayacağı artık kimsenin reddedemeyeceği bir biçimde, pratikte kanıtlanmıştı. Aslında Troçkistlere göre bu olgu daha ’30’lu yıllarda gerçekleşmişti; fakat bu gerçeği ancak bugün görebilenler de az değildi. Gerçekten Troçki haklı mıydı? Stalin Marksizm-Leninizm’i tahrif mi etmişti? Bunları yanıtlamak gerekiyor; ancak önce başka konulara değinmekte fayda var.

KAPİTALİZMİN İKİ DÖNEMİ VE EŞİTSİZ GELİŞME YASASI

Şimdilik kısaca, “kapitalizmin ekonomik ve politik yönden gelişmesinin eşit olmadığı, önde olanın hep önde gidemediği, sıçramaların yaşandığı, geride olan kapitalist bir ülkenin önde olana ulaşıp geçebildiği ve bu durumun kapitalizm için yapısal olduğu” biçiminde açıklayabileceğimiz bu yasanın siyasal sonuçlarına değinmeden önce, kapitalizmin iki dönemi, tekel öncesi kapitalizm ve tekelci kapitalizm arasındaki farkı ele almak yerinde olacak,
Tekel öncesi kapitalizm dönemi, kapitalizmin, serbest rekabet yoluyla gelişebildiği dönemdir. Dünyanın toprak bakımından bölüşümü henüz tamamlanmamıştır; ileri kapitalist ülkeler tarafından henüz sömürgeleştirilmemiş topraklar bulunmaktadır ve kapitalizm bu potansiyel sayesinde bir bütün olarak sürekli yükselme eğilimindedir. “Özgürce” sömürgeleştirilebilecek topraklar henüz tükenmediğinden, bir ülke için diğerinin etki alanına müdahale etmek henüz zorunluluk değildir. Bu, tekel öncesi kapitalist ülkeler arasında etki alanı mücadelesi olmadığı anlamına gelmez, ancak, teorik olarak, böyle bir zorunluluk yoktur. Tekel öncesi kapitalizmi Lenin, “görece sakin, uygar, barışçıl, sürekli olarak gelişen ve giderek yeni ülkelere yayılan bir kapitalizm’ olarak anlatır.
Tekelci kapitalizm içinse, durum tamamen farklıdır. Lenin’in emperyalizm için sıraladığı beş özelliği burada tekrarlamaya gerek yok; ancak iki tanesini hatırlamak gerekir:
“- Dünyayı aralarında bölüşen uluslararası kapitalist tekeller oluşmuştur.
-En büyük kapitalist güçler arasında tüm dünyanın toprak bölüşümü tamamlanmıştır.”
Eşitsiz gelişme yasası, gerçek siyasal ve ekonomik sonuçlarına, kapitalizmin işte bu döneminde ulaşmıştır. Durum şöyledir:
Bütün dünya pazarının birkaç emperyalist ülke tarafından boyunduruk altına alınması ve sermaye ihracının ulaştığı düzey, kapitalizmi bir dünya sistemi haline getirmiştir. Pazar paylaşımının tamamlanmış olduğu bu dönemde, görece geride kalmış olan emperyalist ülkeler, ileride olan ülkelere yetişip geçme ve böylece ganimetten kendine düşen payı artırma mücadelesi verirken, ileride olan ülkeler, etki alanlarını genişletme, yeni pazarlar edinme ya da hiç değilse statükoyu koruma telaşındadırlar. Bilimsel ve teknolojik düzey, geride olan emperyalist ülkelerin önde olanlara daha kısa sürede yetişeceği koşullar yaratmış, aralarındaki fark, eskisine oranla daha azalmış, giderek “aynı düzeyde bulunma” hâkim olmuştur. Her an geride kalma korkusuyla, öne geçme arzusunun bir arada bulunduğu bu gerginlik ortamında, emperyalist ülkeler arasındaki mücadele giderek dayanılmaz bir hal alıyor. Emperyalist sistem için bütünüyle meşru olan bu durum, zorunlu olarak pazarların yeniden paylaşımını ve emperyalist savaşları gündeme getiriyor; ve bu savaşlar, emperyalist zinciri zayıflatarak, bir ya da birkaç ülkenin proleterlerine onu, sadece savaş dönemlerinde değil, diğer dönemlerde de yarma olanağı sunuyor. Bu olanak, büyük bir olasılıkla zincirin en zayıf olduğu halkada gerçekleşecektir. Ancak en zayıf halka, mutlaka en geri kapitalist ülke değildir; sistemin yapısal çelişkilerinin en çok yoğunlaştığı, yönetsel aygıtın giderek zayıfladığı, proleter örgütlülüğün güçlendiği; bütün bu etkenlerin vektörel bileşkesinin proleter bir devrimi en olanaklı duruma getirdiği ülkedir. Devrimin merkezi, her an bir ülkeden diğerine kayabilmekte ve böylece devrim, her ülke için olanaklı hale gelmektedir. Tek bir ülkede ya da birkaç ülkede sosyalizmin siyasal ve toplumsal zaferi, emperyalist sistemin, bir bütün olarak gerileme eğiliminde olduğu bu dönem için mümkündür artık. Kapitalizmin eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişmesinin gerçek politik sonuçları, Lenin’in “can çekişen kapitalizm” olarak nitelediği emperyalizm için geçerlidir.
Stalin ile Troçki ya da Stalin ile Zinovyev arasında “tek ülkede sosyalizm” konusundaki çatışmanın en belirleyici nedeni, kapitalizmin bu iki dönemine nasıl yaklaştıkları ile ilgilidir. Tıpkı bugün Troçkistlerin yaptığı gibi Troçki ve Zinovyev de ne Marx’ın ne de Engels’in (Lenin’e aşağıda değineceğiz), sosyalizmi tek ülkede düşünmediklerini, aksine onu evrensel bir boyutta ele aldıklarını söylüyor ve bunu alıntılarla kanıtlıyorlardı! Örneğin Zinovyev, bir konuşmasında, Marx’tan şu alıntıyı yapmıştı:
“Bizim için sorun şudur: Kıtada devrim başlamak üzeredir ve derhal de sosyalist bir karakter alacaktır. Burjuva toplumun hareketi, çok geniş bir alanda hızlı yükselme (abç) içinde olduğu için, devrim, bu daracık alanda zorunlu olarak ezilmeyecek midir?”
Stalin, haklı olarak, bu tahlilin tekel öncesi kapitalizm için geçerli olduğunu, kapitalizmin bir bütün olarak çürüme eğilimi gösterdiği tekelci kapitalizm içinse, herhangi bir olumsuzlama getirmediğini söyleyerek, her zaman olduğu gibi, kapitalizmin iki dönemini özenle ayırmıştır.

TEK ÜLKEDE SOSYALİZM TEORİSİ BÜTÜNÜYLE STALİN’E Mİ AİTTİR?
Bütün Troçkistlerin ve bu yönelimde olanların birleştikleri temel nokta, bu teorinin bütünüyle Stalin’e ait olduğu düşüncesidir. Onlara göre Stalin, bu konuda Marx ve Engels’le bütünüyle çelişmiş, Lenin’den ise cımbızla alıntı yapmış, bunları kendince yorumlamış ve böylece hem Lenin’e haksızlık yapmış, hem de Marksizm-Leninizm’i tahrif etmiştir.
Tek ülkede sosyalizm konulu tartışmaların çoğu, Troçki’nin Avrupa Birleşik Devletleri sloganını ve Lenin’in Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine adlı makalesini ele alır.
Avrupa Birleşik Devletleri, Troçki’nin 1917 öncesinde yayınlanmış ve 1924’te yeniden basılmış olan Barış Programı adlı broşüründe öne çıkardığı bir slogandır. Troçki burada “Rusya’da ya da İngiltere’de zafere erişen bir devrim, Almanya’da devrim olmadan, ya da bunun tersi olmadan düşünülemez” diyor ve sosyalizmin zaferinin ancak Avrupa Birleşik Devletleri olarak kümelenmiş Almanya, İngiltere, Rusya gibi başlıca birkaç Avrupa ülkesinin zaferi olarak gerçekleşebileceğini, bunun tersinin olanaksız olduğunu söylüyor. Lenin’in bu slogana karşı yazdığı makalede ise (eleştirilen diğer konular bir yana, tek ülkede sosyalizm konusunda) şöyle deniyor:
“… Bağımsız bir slogan olarak Dünya Birleşik Devletleri sloganı da pek doğru bir slogan sayılmaz. Çünkü ilkin, sosyalizmle karışır ve ikinci olarak, sosyalizmin tek bir ülkedeki zaferinin olanaksızlığı ve söz konusu ülkenin öteki ülkeler karşısındaki tutumu üzerine yanlış sonuçlara yol açabilir. İktisadi ve siyasal gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki sosyalizmin zaferi, ilkin küçük bir sayıdaki kapitalist ülkede ve hatta yalnızca tek bir kapitalist ülkede olanaklıdır. Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve ülkesinde sosyalist üretimi örgütledikten sonra, öteki ülkelerin ezilen sınıflarını kendine çekerek, onları kapitalistlere karşı ayaklandırmaya özendirerek, hatta zorunluluk durumunda sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı askeri güç de kullanarak, kapitalist dünyanın geri kalan bölümünün karşısına dikilecektir.”
Devrim dergisinin 5. sayısında Mahmut Güneş imzasıyla çıkan yazıda Lenin’in bu sözlerinden “tek ülkede sosyalizmin olabilirliğini çıkarmanın” gülünç bir yorum olacağını belirtiyor ve Lenin’in gerçekte hep dünya devrimini savunduğunu, Stalin’inse yanlış yaptığını, yine Lenin’den yaptığı alıntılarla kanıtlıyor! İşçiler ve Toplum ve Sınıf Bilinci dergilerinde bu konuda yazılmış bütün yazılarda Lenin’in bu sözleri için ileri sürülen (Devrim yazarının görece zayıf kaldığı) ortak görüş şudur:
Marksist literatürde “sosyalizmin zaferi” dar ve geniş olmak üzere iki anlamda kullanılagelmiştir; dar anlamı, iktidarın proletarya tarafından alınması, yani sosyalist bir devrim olan bu kavramın geniş anlamı, sosyalist toplumun bütün normları ile kurulmasıdır; Lenin burada kavramı dar anlam ile kullanmıştır. Buna kanıt olarak da yukarıdaki alıntının devamında yazılmış şu sözler gösteriliyor: “Proletaryanın burjuvaziyi devirerek zafer kazanacağı toplumun siyasal biçimi demokratik bir cumhuriyet olacak.”
Burada iki şey sormak gerekiyor:
– Bu makale Troçki’nin “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganına karşı yazılmıştır; ve bu sloganda Troçki’nin olanaksız olduğunu iddia ettiği şey, sosyalizmin tek bir ülkede geniş anlamda zaferidir, yani sosyalizmin toplumsal zaferidir. Lenin burada sosyalizmin zaferini dar anlamda kullandıysa eğer, bu durumda eleştiri kime yöneltilmiştir?
– Yukarıdaki alıntıda “Bu ülkenin muzaffer proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve ülkesinde sosyalist üretimi örgütledikten sonra” bölümü ne anlama geliyor acaba?
Lenin’de benzer söylemleri başka yerlerde görmek de mümkün:
“Kapitalizmin gelişmesi, farklı ülkelerde hiç de düzenli olmayan bir biçimde yürümektedir. Meta üretimi koşullarında başka türlüsü de olamaz. Bundan da reddedilemez bir biçimde şu çıkıyor ki, sosyalizm bütün ülkelerde aynı anda zafere ulaşamaz, önce bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşacak, ötekiler bir süre burjuva ya da burjuva-öncesi dönemde kalacaklardır.”(Proletarya Devriminin Askeri Programı-Eylül 1916).
Tek ülkede sosyalizm teorisini, Stalin kendi başına ortaya atmamıştır; onu Lenin’den almıştır. Aşağıda bunun daha somut örneklerini göstereceğiz. Ancak önce başka bir konuya, Troçkistlerin bir başka iddiasına değineceğiz.

STALİN TEK ÜLKEDE SOSYALİZMİ NE ZAMAN SAVUNMAYA BAŞLAMIŞTIR?
Troçkist yazarların bir başka ortak düşüncesi de Stalin’in Aralık 1924’e kadar “tek ülkede sosyalizm” konusunda doğru düşüncelere sahip olduğu, ancak bu tarihten sonra düşüncelerini değiştirdiği, Marksizm-Leninizm’den saptığı biçimindedir. Stalin gerçekten Aralık 1924’ten sonra, daha önce savunduklarının tersini mi savunmaya başlamıştır? Aralık 1924 öncesinden sonrasına, böyle bir dönüşümü gerektirir ne gibi alt-üst oluşlar yaşanmıştır? Troçkistler bu sorudan, kendi tutarsızlıklarını Stalin’e yükleyerek sıyrılmaya çalışıyorlar.
Nisan 1924 tarihli Leninizm’in İlkeleri adlı broşürde Stalin, bugün Troçkistlerin de kabul ettiği şu görüşü ortaya koyuyor:
“Bir tek ülkede burjuva iktidarını devirmek ve proletarya iktidarını kurmak demek, henüz sosyalizmin tam zaferini sağlamak demek değildir. Sosyalizmin başlıca görevleri -Sosyalist üretimin örgütlendirilmesi henüz geleceğin sorunudur. Bu sorun çözüme bağlanabilir mi, birçok ileri ülkenin proleterlerinin ortak çabaları olmadan bir ülkede sosyalizmin kesin zaferine ulaşılabilir mi? Hayır, ulaşılamaz, burjuvaziyi devirmek için bir tek ülkenin çabaları yeter, devrimimizin tarihi buna tanıklık eder. Sosyalizmin kesin zaferi için, sosyalist üretimin örgütlendirilmesi için bir tek ülkenin, özellikle Rusya gibi bir köylü ülkesinin çabaları yetmez; bunun için birçok ileri ülke proleterlerinin çabaları gerekir. “Stalin eskiden bu doğru şeyleri savunuyormuş! Oysa aynı broşürde şunlar da söylenmişti:
“Eskiden devrimin bir tek ülkede başarıya ulaşması olanaksız sayılmaklaydı (…) Şimdi, devrimin bir tek ülkede zaferini olanak dahilinde görmek gerekir, çünkü emperyalizm koşulları içinde çeşitli kapitalist ülkelerin birbirine eşit olmayan sıçramak gelişmesi, emperyalizmin bağrında kaçınılmaz savaşlara neden olan felaketli çelişkilerin gelişmesi, bütün dünya ülkelerinde devrimci hareketin büyümesi, bütün bunlar, proletaryanın tek tek ülkelerde zaferini yalnız olanaklı değil hatta zorunlu kılmakladır.” Broşürün tamamı okunduğunda, Stalin’in tek ülkede sosyalizmin zaferini olanaklı gördüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Stalin, Aralık 1924 öncesinde de yanlış(!) şeyler savunmuş ve Troçki ile çelişmiştir. Düşünceleri özünde değişmemiştir; sadece farklı bir amaçla söylenmiş olmaktan kaynaklanan bir söylem farklılığından (ve eksiklikten) söz edilebilir. Yukarıdaki alıntılardan sadece ilki alındığında, Stalin’in “tek ülkede sosyalizmin zaferini mümkün görmediği biçiminde bir sonuç çıkar ki, bu hem yanlıştır, hem de Lenin’in Avrupa Birleşik Devletleri Özerine adlı makalesinde söyledikleri ile çelişir. Bu yanlış anlaşılmayı fark eden Stalin, Lenin’in 4 Ocak 1923 tarihli Kooperatifçilik Üzerine adlı makalesini de değerlendirerek sorunu daha detaylı bir biçimde ele almış ve Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği adlı broşürde bu eksikliği gidermiştir. Stalin’in deyimiyle, bu paragraftaki eksiklik iki farklı sorunu tek sorun olarak ele almış olmasıdır. Bu sorunlardan ilki, sosyalizmin tam olarak kurulmasının, bir tek ülkenin güçleriyle mümkün olup olmadığıdır. İkinci sorun ise emperyalist kuşatma altındaki sosyalist bir ülkenin, dış müdahalelere ve bunun sonucu olarak eski düzenin restorasyonuna karşı kendisini tam bir güvencede sayıp sayamayacağı sorunudur. Stalin bir tek ülkede bu sorunlardan ilkinin çözülebileceğini, ikincisinin ise çözülemeyeceğini savunmuştur. XVI. Parti Konferansı Çalışmalarının Sonuçlan Üzerine adlı broşürde ise sorunu daha net bir biçimde ortaya koymuştur:
“Ülkemiz iki grup çelişki göstermektedir. Birinci grup, proletarya ile köylülük arasındaki iç çelişkileri içerir; öteki, sosyalist ülke olarak bizim ülkemizle, kapitalist ülkeler olarak kesinlikle bütün öbür ülkeler arasındaki dış çelişkileri içerir. (…) Bir tek ülkenin çabalarıyla kesinlikle üstesinden gelinebilen birinci grup çelişkileri, çözümlenmesi için bir çok ülkenin proleterlerinin çabalarını gerektiren ikinci grup çelişkilerle karıştırmak, Leninizm’e karşı en kaba halalardan birine düşmek, ya bir şaşkın ya da onmaz bir oportünist olmak demektir.”
Devamında Stalin, birinci grup çelişkilerin proletarya ile köylülük arasındaki çelişkiler olduğunu söylüyor ve bunları çözmeyi, “Sosyalizmin zaferi”, ikinci grup çelişkileri çözmeyi ise, “Sosyalizmin kesin zaferi’ olarak adlandırıyor. Bir tek ülkede sosyalizmin zaferi mümkündür, ancak sosyalizmin kesin zaferi mümkün değildir. Troçki’nin ise olanaksız gördüğü her ikisidir. O, Rusya gibi geri bir ülkede, köylülükle proletarya arasındaki çelişkinin çözülemeyeceğinde diretmiştir. Köylülüğün rolü konusunda Stalin’den daha çok Lenin’le çatışmıştır. Lenin, köylülüğü hep bir ittifak olarak değerlendirirken, köylülüğün aşılmasını hep bu ittifak temelinde tasarlayıp, böylece onların desteğini sağlarken, Troçki, köylülüğün ancak onunla savaşarak aşılabileceğini, ancak Rusya gibi bir köylü ülkesinde bunu başarmanın olanaksız olduğunu savunmuştur. Öncül bu olunca, devrimin kaderini bütünüyle Avrupa devrimlerine bağlamak sonucunu hiç yadırgamamak gerekiyor. Bu noktada tek bir ülkede sosyalizmin inşasına girişilmesine karşı olmamak pek bir anlam ifade etmiyor. Dahası tutarsız oluyor. Sonuç kesin; proletaryanın köylülüğü savaşarak aşacak gücü yok; onunla ittifak yapması ise yanlış. Bu durumda sosyalizmin inşasına girişmek, akıntıya kürek çekmek oluyor. Ama Troçkistler kalkmış “biz akıntıya kürek çekmeyelim demiyoruz” diyorlar. Ne diyelim, tutarsızlık temel belirleyici olunca, belirsizlik ve amaçsızlık, zorunluluk oluyor.

SSCB’DE SOSYALİZMİN İNŞASI VE LENİN

Yukarıda Stalin’in düşüncelerini formüle ederken, Kooperatifçilik Üzerine adlı broşürden yararlandığını söylemiştik. Bu broşürde Lenin neler söylüyordu acaba?
“Gerçekten, bizde, işçi sınıfı iktidarı elinde tuttuğuna göre, geri kalan iş, halkı kooperatifler içinde toplamaktır. Halk, azami ölçüde kooperatiflerde toplanınca sosyalizm kendiliğinden gerçekleşir” (İşçi Sınıfı ve Köylülük – s.346)
“Gerçeklen, başlıca üretim araçları üzerinde devlet iktidarı ve devlet iktidarının proletaryanın elinde oluşu, bu proletaryanın milyonlar ve milyonlarca küçük ve küçücük köylüyle olan ittifakı, köylülüğün proletarya tarafından yönetiminin güvenlik altına alınmış bulunması vb. eskiden bezirgânlık saydığımız ve bugün de, NEP düzeninde, bazı bakımlardan öyle saymakla haklı olduğumuz kooperatifçilik, sadece kooperatifçilik, tam bir sosyalist toplumu kurmak için gerekli olan her şey değil midir? Bu, henüz, sosyalist bir toplumun kuruluşu değildir, ama bu kuruluş için gerekli ve yeterli olan her şeydir.”(agy. -s. 346)
“Sosyalizmi kurmak için çeşit çeşit işçi örgütü tasarlamak başka şeydir; her küçük köylünün bu esere katılabileceği biçimde bu sosyalizmi pratik olarak kurmayı öğrenmek başka şeydir. Şu anda biz, işte bu aşamaya ulaştık.”
“Kısacası yapılacak ‘tek’ şey, ‘uygar’ halkımızı, kooperatifleşmeye genel bir katılışın sağladığı yararları anlayacak ve bu katılışı en iyi biçimde örgütleyecek düzeye getirmek. ‘Yalnızca’ bu, sosyalizme geçmek için şu anda bize gerekli olan, kavrayıştır.” (agy-sf. 348)
“Uygar kooperatifçiler düzeni ise, üretim araçları toplumun mülkiyetinde bulunduğu ve proletarya, sınıf olarak burjuvazinin üstesinden geldiği durumda sosyalist düzendir. “(agy-s. 350)
Bu yazının 26-27 Mayıs 1923’te Pravda’nın 115 ve 116. sayılarında aynı isimle yayınlanan 2. bölümünde ise Lenin şunları söylüyordu:
“Bugün kooperatifçiliğin basit gelişmesinin, bizim için (…) sosyalizmin gelişmesiyle aynı şey olduğunu söylemek hakkına sahibiz.” (s. 352)
“Eğer köylülerin hepsini kooperatiflerde toplayabilseydik, iki ayağımız birden sosyalist toprağa basmış olacaktı Ama bu koşul (…) köylülükten (…) öyle yüksek bir kültür düzeyi istiyor ki, kooperatifler içindeki bu genel örgütlenme gerçek bir kültür devrimi yapmaksızın olanaksızdır.
Hasımlarımız, sosyalizmi, kültür bakımından yeteri kadar gelişmemiş bir ülkede yerleştirmek isteyerek akılsızca bir işe giriştiğimizi birçok kez bize söylediler. Ama onlar yanıldı. Biz, işe, teoriye göre (her cinsten ukalaların ileri sürdüğü teoriye göre) başlanılması gereken yerden başlamadık; bizde siyasal ve toplumsal devrim, şimdi başarmakla görevli bulunduğumuz kültür devriminden önce gelmiştir.
Bugün, tam anlamıyla sosyalist bir ülke olmak için bu kültür devrimini tamamlamamız yetecektir.” (agy-s.353)
Lenin’in bütün bu söylediklerine ne demeli? Stalin “tek ülkede sosyalizm teorisi”ni Marksizm- Leninizm’i tahrif pahasına kendisi mi ortaya atmıştır? Yoksa sadece, eksik ifade edilmiş ve yanlış anlaşılmalara yol açan sözlerini Lenin’in söyledikleri ışığında yeniden ele alarak düzeltmiş midir? Ya da İşçiler ve Toplum ve Sınıf Bilinci yazarları sosyalizmin zaferinin burada da dar anlamıyla kullanıldığını mı iddia edeceklerdir? Durum son derece açıktır; Stalin bu teoriyi kendisi ortaya atmamıştır; bizzat Lenin’den almıştır. Lenin’de tek ülkede sosyalizmin zaferini olanaklı gören daha pek çok ipucu mevcut. Stalin, düşüncesini bütünüyle bu ipuçları ya da yukarıdaki gibi apaçık sözlerle temellendirmiştir. Devrim dergisi yazarının iddia ettiği gibi O, SSCB’nin yalnız kalmasından sonra tek ülkede sosyalizmin olabilirliliğine itilmemiş ve buradan zorlama bir teorik dayanak bulmaya çalışmamıştır; aksine, bu bakış açısına daha önceden ulaşmış, SSCB’nin yalnız kalmasından ümitsizliğe kapılanlara karşı proleter bir cesaretle, pratikte de uygulayarak savunmuştur. Anti-Stalinist olmak bir “durak” değildir, bir “harekettir. Hareket, bir şeylerin yıkılıp yerine yenilerin konulduğu bir süreçtir. Ve sancılıdır. Burada gidilen yer Troçkizm de olsa, süreç ne kadar kısa sürerse o kadar iyidir.
Yukarıda Lenin’den yaptığımız alıntılara karşı okur, haklı olarak Lenin’in dünya devrimi için Troçkistlerin de sık sık kullandıkları sözlerini hatırlayacak ve bizden bu “paradoks”u çözmemizi isteyecektir. Lenin, nasıl olup da tek ülkede sosyalizmi hem olanaklı hem de olanaksız görmüştür; bu “çelişen” yaklaşımların anlamı nedir?
Ortada bir çelişki olduğu kesindir; ancak bu Lenin’den değil, sıkı sıkıya bağlantılı iki yanlış yaklaşımdan kaynaklanmaktadır:
Birincisi, dünya devrimi ve tek ülkede sosyalizmin olabilirliğini, iki karşıt şey demek değildir; birini savunmak, diğerini reddetmek anlamına gelmez. Dünya devriminin gerekliliğini her zaman vurgulamak ve bunun için ne lazımsa yapmak, bunun yanı sıra, tek bir ülkede siyasal açıdan zafere ulaşmış sosyalizmi, toplumsal zafere kadar götürmek için mücadele etmek gerekir. Bu sorumluluğu unutup, sosyalist toplumu kurabilmenin tek olanağını, dışarıdan gelecek devrimlere bağlamak ise, son tahlilde, o ülke özelinde hiçbir şey yapmama, dahası, yapılanların karşısında durmaya götürecek karşı-devrimci bir yaklaşımdır.
Kapitalist ülkelerin harekete geçirilecek proletaryası üzerinde etkili olabilmek, sosyalist devrimini başarmış ülkenin oluşturduğu yeni sistemin ne kadar alternatif olabildiği ile de yakından ilgilidir. Bu bağlamda, sosyalizmin tek ülkede toplumsal zafere ulaşacağını söylemek ve bunun pratiğine girişmek, dünya devrimine daha güçlü bir özgüvenle sarılmak demektir.
İkinci yanlış yaklaşım, Lenin’in sosyalizmi tek ülkede zaferinin olanaksız olduğu biçimindeki düşünceleri ile Stalin’in “sosyalizmin kesin zaferinin” tek ülkede olanaksız olduğu şeklindeki düşünceleri arasındaki bağlantıyı hesaba katmamaktır. Hatırlayacak olursak, Stalin, “sosyalizmin kesin zaferi”ni, emperyalist-kapitalist kuşatmaya, bu kuşatmanın müdahalesine ve buradan kaynaklanan kapitalist restorasyon olasılığına karşı olanaksız görmüştü. İşte Lenin’in olanaksız gördüğü de budur. Lenin’deki “çelişki”yi çözecek tek tutarlı yaklaşım, bu iki yanlış yaklaşımdan arınmış olmaktır.
Soruna bir de farklı bir zeminden bakılabilir; pratikten. Lenin, sosyalist bir toplumu tam olarak kurma işine pratikte girişmiştir. Bütün Avrupa’nın devrimci bir dalga ile çalkalandığı o dönemde, bu çalkantının devrime dönüşmesi için dünya devriminin önemini sürekli vurgulamış ve oportünist Troçkistlerce, Lenin’in bu amaçla söylediği sözler, tek ülkede sosyalizmin olanaklı olduğunu çürütmenin malzemesi yapılmaya çalışılmıştır. Lenin, hem dünya devriminin önemini vurgulamış, hem de tek ülkede sosyalizmi, geniş anlamı ile zafere ulaştırmak için elinden geleni yapmıştır. Böyle yaparak o, tek ülkede sosyalizmin zaferini mümkün görmekle dünya devrimini savunmanın çelişmediğinin, bu iki düşünce arasındaki tutarlı birliğin en güzel örneğini vermiştir. Ve Troçkistleri, bir kez de pratikte yalanlamıştır.
Troçkistlerin yönelttikleri bir diğer eleştiri ise, Stalin’in, Komünist Enternasyonal’i SSCB’deki sosyalizmi ayakta tutmanın basit bir aracına dönüştürdüğünü ve gerçek içeriğinden boşalttığı temelinde biçimleniyor. Kendilerine hemen şu soru sorulabilir. 54 yıldır dünya devrimini omuzlarına yükledikleri IV Enternasyonal, bugüne kadar hangi işleri başardı? Hangi ülkede devrim yarattı; ya da hiç değilse nerede ciddi bir işçi hareketi örgütledi? Bugün üyeleri parmakla sayılabilen IV. “Enternasyonal”in içeriği hangi gerçekle doludur acaba? Bu durum için sayabilecekleri pek çok gerekçe elbette vardır (ve kuşkusuz bunlardan en önemlisi, yine Stalin’den kaynaklanmaktadır); ancak bu rasyonalizasyon ve güven tazeleme, kendileri için bile doyurucu olmuyor. Kendi durumları budur, oysa “dünya devriminin önündeki en büyük engel olan Stalin” döneminde, bir dizi ülkede devrim yapılmış ve sosyalist bir blok yaratılmıştı.

TROÇKİ VE TROÇKİZM
Troçkistler, Stalin’i hep Leninizm’in dışında ve karşısında, Troçki’yi ise Leninist göstermeye çalışıyorlar. Stalin’in Marksizm-Leninizm’in neresinde olduğunu bu yazıyı ilgilendiren konularda, yukarıda gördük. Troçki’nin Leninist olup olmadığı konusuna gelince; böyle bir şeyi savunmak, Troçki’ye haksızlık olur! Troçki, kendisini her zaman Lenin’in dışında ve üstünde tanımlamıştır. Lenin’in bir takipçisi değil, O’nunla çoğu konuda çatışan bir teorisyen olarak görmüş ve bunun mücadelesini vermiştir. Stalin ise, Lenin’in öğrencisi olmanın ötesinde bir iddiada bulunmamıştır. Bu babımdan Leninizm- Stalinizm ayrımı yoktur; bir yanda Stalin’i de kapsamak üzere Leninizm, diğer yanda Troçkizm vardır. O halde, nedir Troçkizm?
-Troçkizm, değişkenliğin ve tutarsızlığın teorisidir. Bazı tezleri, diğerlerinin anti-tezidir; bir dönemi, bir başka döneminin yadsınmasıdır. Troçkizmi kendisinden ayıramayacağımız Troçki’nin bir dönemini Lenin şöyle özetliyor: .
“1903’te Menşevik idi; 1904’de Menşevizmden ayrıldı; 1905’le Menşevizme geri dönüp, ultra-devrimci laf kalabalığı yaptı. Yalnızca; 1906’da onları yeniden bıraktı; 1906’nın sonunda Kadetler ile seçim için ittifak yapmayı savundu (bu arada bir kez daha Menşeviklerin safına geçmişti) ve 1907 baharında, Londra Kongresi’nde Rosa Luxembourg ile arasındaki ayrılıkların politik eğilimlerden ziyade kişisel fikir ayrılıkları olduğunu söyledi. Troçki bir gün bir hizbin; ertesi gün öbürünün ideolojik malzemesini kendine mal ediyor, bu yüzden de her iki hizbin üzerinde olduğunu iddia ediyor.” (Rusya’da Parti İçindeki Mücadelenin Tarihsel Anlamı-sf. 29)
-Troçkizm, tarihten ve koşullardan yoksun olarak ortaya çıkmıştır. Tezleri koşullar gözetilmeksizin ileri sürülmüştür. Bu nedenle farklı bir zamanda ve koşullarda doğru gözüken önermeleri olabilir; ancak ileri sürüldüğü koşullar göz önüne alındığında kabul edilebilir bir yanları yoktur.
-Troçkizm, pasifizmin teorisidir; ancak bu, onun amacı değil, kaderidir. Tarihsiz olması onu yanlış tahlillere sürüklemiştir. Ve bu temelde üretilmiş politikalar hiç bir zaman hayata geçecek koşullar bulamamıştır ve Troçkizm hep teoride kalmıştır.
-Troçkizm, amaçsızlık ve belirsizliklerle örülüdür. Yandaşları, bugün, tek bir ülkede sosyalizmin inşasına girişilmesi gerektiğini söylüyorlar. Ancak bunun niçin gerektiği, bu inşanın nereye kadar olanaklı olduğu ve olanaksız olanın hangi aşamada başladığı boş bırakılıyor.
Troçkizm, çoğu zaman, objektif olarak, karşı devrimci bir konumdadır. Tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı düşüncesi, yandaşlarını kurulu olanı yıkma noktasına kadar geriletiyor. Devrimin ilk yıllarında, Troçki, Avrupa’dan devrim gelmezse, SSCB’deki sosyalizmin kısa sürede yıkılacağını savunuyor. Ancak öngörüsü gerçekleşmeyince, bu kez SSCB’nin sosyalist olmadığını, “dejenere bir işçi devleti” olduğunu, ancak bu durumun reform yoluyla aşılabileceğini savunuyor:
“Proletaryaya gelince, iktidara ancak bürokrasiyi aşarak ve onu, Sovyetlerin reformu yoluyla, kendi kontrolü allına alarak, ulaşabilir.” (Troçki, 1981, sf. 295)
1933’lerden itibaren Troçki ve yandaşları, artık reform politikasından da vazgeçmiştir. “Stalin yönetimindeki bürokratik aygıt”, ancak yeni bir devrimle aşılabilecektir artık! Troçki ve yandaşları, artık bunun mücadelesini vereceklerdir.
Troçki, 2. Dünya Savaşının, Stalin rejimini mahvedeceğini düşünüyor ve bütün umutlarını buna bağlıyor. 1940 Mayısında şöyle yazıyordu:
“İnsanlığın içine girdiği büyük çalkantılar dönemi Kremlin oligarşisine arka arkaya gelen darbeler halinde çarpacak, onun totaliter aygıtını yok edecek, işçi kitlelerinin kendine güvenini artırarak 4. Enternasyonal’in Sovyet bölümünün kurulmasını sağlayacaktır.”
Troçki için iktidar namlunun ucundadır; Nazi askerlerinin namlusunun ucunda! Ama Sovyetler Birliği’ndeki büyük direniş Nazi ordularını püskürtürken Troçki ve yandaşlarının umutlarını da kara bulutlarla örtüyordu. SSCB’de işgal ordularına karşı elde edilen zafer, Troçkizmin yenilgisi oluyordu. Troçkizm tarihe gömülmüştü artık; yeniden canlanması için, tarih denen yoldan geri adımlar atmak gerekiyordu; tıpkı bugün olduğu gibi. Ancak unutmamak gerekir; her geri çekiliş döneminden sonra bir yükseliş dönemi, mutlaka olacaktır.

Temmuz 1992

TDKP röportajı: Dünyada durum ve sosyalizmin olanakları

Haftalık Haberde Yorumda GERÇEK dergisi, Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) Merkez Komitesi temsilcisi ile bir dizi röportaj gerçekleştirdi. Kısaltılarak yayınlanan röportajın tamamını okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz. Önümüzdeki sayılarda diğer bölümlerini yayınlamaya devam edeceğiz.

Önce olgulardan başlayalım. Emperyalist-burjuva çevreler zafer naraları atıyor. Sosyalizmin çöküşünün ve iflasının-kapitalizmin, insanlığın ortaya çıkardığı en ileri ve son toplumsal sistem olduğunun kanıtlandığı ileri sürülüyor. Bu olgular karşısında siz ne düşünüyorsunuz? Komünizm ölmedi mi?
Belirttiğiniz gibi bir süredir, Marksizm’in ve sosyalizmin iflas ettiğini, burjuva ideolojisi ve pazar ekonomisi olarak da nitelenen kapitalizm karşısında kesin bir yenilgiye uğradığını, kapitalizmin sosyalizmden üstün olduğunu merkezine alan alçakça bir kampanya yürütülüyor. Dünya burjuvazisinin ve gericiliğinin eski ve yeni revizyonizmin tam desteğinde başlatılan ve günümüzde de yürütülen bu kampanya; çağımızda, sosyalizme ve Marksizm’e cepheden yapılan en açık, en fütursuz bir saldırı olma özelliği taşımaktadır. En açık ve cepheden yapılan en fütursuz saldırı olmasına karşın o, aynı zamanda sonuçları itibariyle de en etkili kampanyadır. İşçilerin ve emekçilerin açık burjuva, burjuva-feodal ideolojilerin etkisi altındaki kesimlerinin yanı sıra, ileri unsurlarını, sosyalizmi ve Marksizm’i, savunan ve etkisi altındaki kesimlerini sosyalist ya da Marksist olduğunu iddia eden aydınları, partileri ve akımları etkilediği yadsınamayacak bir gerçektir. Yakın zamana kadar sosyalizme sempati duyan Marksizm’in en bilimsel teori olduğuna inanan işçiler, emekçiler ve aydınlar arasında küçük bir azınlık bir yana bırakılacak olursa; umutsuzluğun, güvensizliğin kol gezdiği de yadsınamaz. Bu kampanya etkili oldu, çünkü burjuvazi gericilik ve yardakçıları saldırılarını görünürde de olsa son 40-45 yılın olgularına ve süreçlerine sosyalizmin tarihsel önemdeki eski kazanımlarının kitleler arasında geliştirdiği yargılara dayandırma olanağını buldular.
Sosyalizmin yenilgisi ve iflası kapitalizmin kesin üstünlüğü ve zaferi hangi olgulara süreçlere dayandırılıyor.
Birinci olarak, proleter devriminin zafere ulaştığı bir ülke olan Sovyetler Birliği başta olmak üzere, 2. Dünya Savaşı sonrası halk demokrasili rejimlerle kurulduğu ve inşası sürecinin başlatıldığı Doğu Avrupa ülkelerinde, sosyalist kampı oluşturan ülkelerde, son olarak da Arnavutluk’ta yaşanan olgulara ve süreçlere; bu ülkelerde yaşanan ekonomik, politik, toplumsal, ideolojik vb. çok yönlü bunalım ve çöküntüye ve bunlara eşlik eden klasik kapitalist şekillenişe alt ve üst yapıda geçiş sürecine;
İkinci olarak, proletaryanın hiçbir zaman iktidarı ele geçirmediği, egemen sınıf olarak örgütlenmediği ve sosyalist inşa yoluna girmeyen, ancak, kendini sosyalist olarak ilan eden Küba, Çin, Angola, hatta Cezayir gibi ülkelerde yaşanan süreçlere ve olgulara;
Üçüncü olarak da komünist, sosyalist adını taşıyan ve M-L teoriyle donandığını ve işçi sınıfının devrimci partileri olduğunu iddia eden parti ve akımların yaşadıkları süreçlere dayandırılıyor.
Yürütülen emperyalist-burjuva kampanya, kendini sosyalist, komünist olarak ilan eden ülkelerde ve partilerde özellikle 1980’li yıllarda bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkan çok yönlü bunalım, çürüme ve çözülmeye dikkat çekiyor. Bunalım, çürüme ve çözülme, bu ülkelerin ve partilerin kapitalizmi açıkça kutsamaları; sosyalizmin, M-L’nin iflası ve yenilgisi, kapitalizmin, emperyalizmin üstünlüğü ve kesin zaferi olarak yansıtılıyor.
Yakın zamana kadar kendilerini, sosyalist ülkeler olarak ilan eden, gerçek M-L parti ve güçler dışında kalan tüm politik güçler tarafından da, gerek ulusal gerekse uluslararası planda böyle yansıtılan ve kabul gören bu ülkelerde, özellikle 1980’li yıllarda çok yönlü bir bunalımın yaşandığı ve hâla da sürmekte olduğu yadsınamaz. Yadsınamayacak olan bir gerçek de hiç kuşkusuz, ister iktidarda ister muhalefette olsun Komünist olarak bilinen partilerin ezici çoğunluğunun da, kitle desteklerini yitirdikleri, ideolojik, örgütsel çok yönlü bir girdaba düştükleri, önceleri görünürde de olsa savundukları M-L’i açıkça reddeden tipik sosyal-demokrat partiler haline gelerek varlıklarını sürdürmeye çalıştıklarıdır. Bütün bunlar yadsınamaz gerçekler. Ancak konunun can alıcı noktası 1980’li yıllarda çok yönlü bunalımın girdabında çözülen, dağılan bu ülke ve partilerin kendilerini tanımladıkları ve bilindikleri gibi M-L ilkeleri uygulayan gerçek sosyalist ülkeler ve partiler olup olmadıkları. Bir başka can alıcı sorun da; burjuva-revizyonist kampanyanın ilan ettiği gibi, kapitalist-emperyalist sistemin evrensel uyum sürecine girerek, onu ölüme götürecek uzlaşmaz karşıtlıkların üstesinden gelme, bu karşıtlıkları şiddetlendirerek bütün yalınlığıyla açığa çıkan derin bunalımları aşma yeteneği kazanıp kazanmadığı.
Önce birinci sorun üzerinde duralım. Küba, Çin gibi kendilerini sosyalist olarak ilan eden, ancak hiçbir zaman sosyalist gelişme yoluna girmemiş olan ülkeleri bir yana bırakacak olursak, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri, yani 2. Dünya savaşı sonrası sosyalist kampı oluşturan bu ülkeler, farklı zamanlarda proletaryanın ve Komünist Partilerin iktidarı ele geçirdiği ve değişik düzeylerde de olsa sosyalist kuruluşun ilerlediği ülkelerdi. Komünist Partilerin ezici çoğunluğu da işçi sınıfının M-L teoriyle donanmış sınıf partileri olarak kurulan ve gelişen partilerdi. Burjuva-revizyonist propaganda ve kampanya bu ülkelerin ve partilerin derin bir bunalım, çürüme ve son olarak da çözülme dağılma sürecine girdikleri 1980’li yıllara kadar sınıf niteliklerinin, sosyalist niteliklerinin değişmediği, aynı çizgide geliştikleri üzerine oturuyor. Bugün de egemen olan ve onların krizini ve çöküntüsünü sosyalizmin krizi ve çöküntüsü olarak yansıtma olanağı yaratan bu egemen görüştür. Egemen olan her zaman doğru olan ve gerçeği yansıtan değildir. Egemen olmasına, görünüşe, biçime yaslanmasına karşın bu tahlil, bu varsayım gerçeği, yaşanan sürecin ve olguların özünü yansıtmamaktadır.
Hemen her sorunda olduğu gibi, yukarda belirtilen olguları ve süreçleri tahlilde ve değerlendirmede de iki temel görüş ortaya çıkmaktadır. Bu iki temel görüş ya da sav; çağımızda burjuvazi ve proletaryanın uzlaşmaz karşıtlık halindeki iki temel sınıfı oluşturmasının bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda bu karşıtlığın bir yansımasıdır. Bu temel karşıtlık sadece yaşanan süreç ve olguları tahlilde ve değerlendirmede değil, kaçınılmaz olarak mevcut durumu ve gelişme doğrultusunu, tarihsel gelişmenin yönünü tahlil ve değerlendirmede de yansımaktadır.
Burjuva-revizyonist kampın, onların yörüngesinde yer alan ara akımların iddialarının tam aksine, 1917 Ekim Devrimi’yle Sovyetler Birliği’nde başlayan ve 2. Dünya savaşından sonra Doğu Avrupa ülkelerine doğru genişleyen sosyalist inşa süreci, 1980’li yıllara kadar kesintiye uğramadan süren bir süreç değildir. Sosyalist inşanın 1980’li yıllara kadar kesintiye uğramaksızın büyük zorluklar ve fedakârlıklar pahasına sürdürüldüğü tek ülke sosyalist Arnavutluk’tu. Arnavutluk dışındaki eski sosyalist ülkelerin ve eski Komünist partilerin ezici çoğunluğunun tam bir çöküntü ve çürümenin yaşandığı 1980’li yıllara kadar kendilerini sosyalist, hatta komünist, M-L olarak nitelemeleri bu gerçeği değiştirmemektedir.
Burjuva-revizyonist propaganda; sosyalizmin aldığı yenilgi ile eski sosyalist ülkelerde bütün yalınlığıyla ortaya çıkan çok yönlü bunalım ve çöküntüyü, bunu izleyen alt ve üst yapıda klasik kapitalist şekillenişe geçişi özdeşleştiriyor. Bu ülkelerde sosyalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin inşası, dünya proletaryasının devrimci hareketinin aldığı büyük yenilgi, tam da bu sürecin bütün sonuçlarının tüm yalınlığıyla ortaya çıktığı, klasik kapitalist bir şekillenişe geçilen dönemle başlatılıyor. Arnavutluk bir yana bırakılacak olursa, başta Sovyetler Birliği olmak üzere eski sosyalist ülkelerde sosyalizmin yıkılması ve kapitalist ülkelerde devrimci işçi hareketinin tasfiyesi ve bu hareketin genelkurmayı Komünist Partilerin reformcu burjuva, küçük-burjuva partiler haline gelmesi ile eski sosyalist ülkelerde 1980’li yılların sonlarına doğru bütün yalınlığıyla ortaya çıkan çok yönlü bunalım ve çöküntü ve bunu izleyen bilinen gelişmeler zamandaş olmadığı gibi farklı tarihsel dönemlere denk düşmektedir. Yaşanan süreci ve olguları doğru tahlil edebilmek ve doğru bilimsel sonuçlar çıkarabilmek açısından bu, kavranacak halkalardan birini oluşturmaktadır.

Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde sosyalizmin yıkılması ve komünist partilerin burjuva-reformist partiler haline gelmesi sürecinin 1980’li yıllarda başlamadığını belirtiyorsunuz. Bu süreç 1980’li yıllarda başlamadı ise ne zaman başladı ve tamamlandı?
Emperyalist-kapitalist sistemin yeni cephelerden varıldığı ve ağır darbelerin vurulduğu Komünist Partilerin yeni ülkelerde iktidarı ele geçirdiği, birçok ülkede ise iktidar alternatifi olacak kadar güçlendiği, işçi sınıfının ve halkların sosyalizmin tarihinin en büyük zaferlerini kazandığı, kesin bir zafer kazanmanın olanaklarının genişlediği dönemin hemen ardından başladı. Büyük zaferlerin kazanıldığı, üstelik kesin zafere doğru ilerlemenin olanaklarının büyüdüğü ve genişlediği bir dönemde böyle bir sürecin başladığı tespitinin yapılması şaşırtıcı gelebilir. Ancak bu tüm devrimlerin tarihi tarafından da doğruluğu kanıtlanan ve sınıf analizinden çıkarılan devrimin ilerlediği ve devrilen sınıfların eskisinden yüz kat bin kat güçlü bir kararlılıkla direndiği Marksist tezi göz önüne alındığında şaşırtıcı ve anlaşılmaz bir durum değildir.
2. Dünya Savaşı ve sonrası süreç; bir yandan emperyalizme ve dünya gericiliğine ağır darbelerin vurulduğu öte yandan da, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin kaybettiği tüm mevzileri geri almak, devrim ve sosyalizm mücadelesinin tüm kazanımlarını tasfiye etmek için birleşik bir saldırı örgütleme koşullarının ortaya çıktığı, devrimin karşı-devrimi geliştirerek ilerlediği bir süreç oldu.
2. Dünya Savaşının en önemli sonuçlarından biri de; ABD emperyalizminin savaştan diğer emperyalistler karşısında tam bir üstünlük sağlayarak çıkması ve onları hegemonyası altına almasıdır. Bu durum, emperyalist sistemin yediği darbelerle birleşince emperyalistler arası çelişkiler ortadan kalkmamasına karşın, ilk kez emperyalizmin ve dünya gericiliğinin sosyalizme, işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci hareketine karşı tek bir komuta ve ortak strateji ve taktikler etrafında birleşik bir saldırı başlatma ve sürdürme koşullarının oluşmasına yol açtı.
2. Dünya Savaşının hemen akabinde ağır darbeler yiyen dünya emperyalizminin ve dünya gericiliğinin, sosyalist kampa devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı, kapitalist dünyanın yeni efendisi ABD emperyalizminin liderliğinde bütün güçlerini birleştirerek tam bir ölüm kalım perspektifiyle çok yönlü bir saldırı kampanyası başlattığı; nükleer, termo-nükleer savaş tehdidiyle proletaryayı, halkları ve sosyalist kampı teslim olmaya zorladığı, öte yandan da bin bir bağla kapitalizme ve emperyalizme bağlı yalpalayan ara güçlerle ilişkilerini yenilediği, proletaryayı ve halkları devrimden alıkoymak için yeni tedbirler aldığı biliniyor. Bunların, kitlelerin geri kesimlerinin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin yalpalayan güçlerinin yanı sıra, iktidarda ya da muhalefette olsun işçi sınıfının devrimci partilerini, başta da en zayıf unsurlarını etkilediği, uzlaşma ve teslimiyet eğilimlerini körükleyen ve geliştiren etkenler olarak ortaya çıktığı açık.
İşte bu koşullarda, iktidarda ya da muhalefette olsun Komünist Partilerin, devrimci işçi hareketinin saflarında modern revizyonizme doğru gelişecek olan yeni oportünist eğilimler uç vererek gelişti. Modern revizyonizme doğru gelişecek olan oportünist eğilimler sadece sosyalist ülkelere, iktidarda olan proletaryaya ve Komünist Partilere özgü bir olgu olmadığı gibi, ilk kez bu ülkelerde ortaya çıkıp egemen hale gelmedi. Yeni gelişmeler ve yeni sorunları kullanan oportünizm ve modern revizyonizm Komünist Partilerin ezici çoğunluğuna egemen olarak bu partilerin çizgisini değiştirdi. Yeni oportünist eğilimlerin ortaya çıkışı ve modern revizyonizm biçiminde olgunlaşarak egemen hale gelmesi süreci; uluslararası özelliklerine, bağlantılarına ve ortak temeline karşın bütün ülkelerde aynı anda başlayan ve sonuca varan bir süreç olmadı. Bununla birlikte, gerek uluslararası Komünist Hareketin bütünü, gerekse başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist kampın gelişimi açısından SBKP’nin 1956’da yapılan 20. Kongre’si bir dönemeç noktasıdır. 20. Kongreyle birlikte, her dönemeç noktasında ortaya çıkan ara akımları bir yana bırakacak olursak, uluslararası Komünist hareket içinde, devrimci-proleter ve revizyonist-burjuva olmak üzere iki temel çizgi bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Uluslararası Komünist ve işçi hareketi saflarında modern revizyonizmin egemenliği ve açık bir bölünme ve Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde sosyalizmin tasfiyesi ve restorasyon sürecinin 1950’li yılların ikinci yarısında başladığı ve 1960’li yıllarda tamamlandığı söylenebilir ve söylenmelidir de.
Modern revizyonistlerin, yeni olgular ve gelişmeleri kullanarak M-L’i geliştirme, sosyalizmin sorunlarını çözme gerekçesiyle M-L’den sosyalizmden saptıkları 1950’li yıllarda ve sonrasında, liderliğini başında Enver Hoca’nın bulunduğu AEP’nin yaptığı gerçek komünistler, modern revizyonizmin egemenliği ile birlikte Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde, sosyalist inşanın kesintiye uğradığını ve kapitalizmin inşası yoluna girildiğini ve komünist partilerin gerçek M-L partiler, proletaryanın devrimci sınıf partileri olmaktan çıktıklarını savundular. Partimiz de kuruluşundan beri bunu savundu.
Uluslararası işçi ve komünist hareket içinde modern revizyonizmin egemenliği, Arnavutluk Emek Partisi ve sınırlı sayıdaki diğer parti dışında Komünist Partilerin yozlaşarak reformcu burjuva partiler haline gelmelerine, Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde sosyalizmin yıkılmasına, kapitalist ülkeler haline gelmelerine, devrimci işçi hareketinin tasfiyesine, proletaryanın devrimci önderliğinden yoksun kalan ezilen halkların devrimci hareketinin gerilemesine yol açtı. Sosyalizm, dünya proletaryası ve ezilen halkların devrimci hareketi tarihinin en ağır yenilgisini burjuva-revizyonist kampanyanın iddialarının tam aksine 1980’li yılların sonunda değil, 1950’li yılların ikinci yarısında aldı ve sosyalist inşanın kesintiye uğraması ve kapitalizmin restorasyonu süreci bu yıllarda başlayarak 1960’lı yıllarda tamamlandı. 19601ı yıllardan bu yana dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnavutluk’ta, sosyalizmin 1980’li yılların sonunda yıkılması ise, 1950’li yılların ikinci yarısında alınan yenilginin son halkasıdır ve burjuvazinin ve emperyalizmin son zaferidir.

Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde Sosyalist inşanın 1950’li yılların ikinci yansında kesintiye uğradığını ve kapitalist restorasyonun 1960’lı yıllarda tamamlandığını belirtiyorsunuz. Ancak temel üretim araçlarının yakın zamana kadar devlet mülkiyetinde olduğu, planlı ekonominin uygulandığı bu nedenle de 1960’lı yıllardan sonra da toplumsal sistemin özünde değişmediği ileri sürülüyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu görüşü savunanlar, gerçeği baş aşağı çeviriyorlar ve niyetlerinden bağımsız olarak dün olduğu gibi bugün de burjuva-revizyonist kampanyayı güçlendiriyorlar. Somut durumun somut tahlilini yapacaklarına, her tarihsel süreci, özgül özelliklerini göz önüne alarak tahlil edeceklerine, görüntüye, biçime ilişkin olana takılıp kalıyorlar, özü kaçırıyorlar, biçime ilişkin kalıplarıyla sonuçlar çıkarıyorlar.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; sosyalist toplum, başka şeylerin yanı sıra temel üretim ve dağıtım araçlarının bir azınlığın değil, tüm toplumun malı olmasıyla ayrılır. Komünizmin ilk aşamasını oluşturan ve kapitalizmden komünizme bir geçiş toplumundan başka bir şey olmayan sosyalist toplumda tüm halkın mülkiyeti, kolektif toplumsal mülkiyet, zorunlu olarak, devlet mülkiyeti biçiminde şekillenir. Ancak, bundan hareketle her devlet mülkiyeti sosyalist ya da tüm halkın mülkiyeti olarak ele alınamayacağı gibi, kendi başına devlet mülkiyeti sosyalizme özgü bir mülkiyet biçimi değildir. Bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels’in sorunun bu yönüne dikkat çektikleri, üretimdeki yoğunlaşma ve sermayedeki merkezileşmenin zorunlu olarak kapitalizm koşullarında, kapitalist-burjuva mülkiyetin bir biçimi olarak devlet mülkiyetini gündeme getireceğini örnekler de vererek belirttiler. Hatta Engels’in Almanya’da devlet işletmelerinin ortaya çıkması ve yaygınlaşmasından hareketle, bunları sosyalizm olarak ilan eden savları, her devlet mülkiyetini sosyalizm olarak niteleyen düzmece bir sosyalizmin türediği biçiminde değerlendirdiği ve alaya aldığı bilinir. İçeriği, özü, işlevi sosyalist toplumdaki planlamadan bütünüyle farklı bir planlama, üretimde anarşiyi ve aşırı üretimi yok etmeyen ve yok etmeyecek olan bir planlama da, kapitalist üretim tarzına bütünüyle yabancı bir kategori değildir. Bunun için fazla uzağa gitmeye gerek de yoktur. Devlet mülkiyeti ve sözde bir planlama kapitalist üretim tarzına, kapitalist topluma aykırı görülecektir. Kuşkusuz, sorunun bu çerçevede ele alınması, kendi başına eski sosyalist ülkelerde yaşanan süreci, bu ülkelerde 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren inşa edilen ve yakın zamana kadar varlığını koruyan toplumsal sistemin özünde aynı olmasına karşın kapitalist ülkelerle aralarındaki farklılıkları tam olarak açıklamıyor ve yetersiz kalıyor. Çünkü yakın zamana kadar eski sosyalist ülkelerde, devlet mülkiyeti ve planlama sosyalist gelişme sürecine hiç girmemiş ülkelerden farklılıklar arz ettiği, çok daha yaygın olduğu gibi, sosyalist biçimler bunlarla da sınırlı değildi. Durumu tam olarak açıklamasa da, yukarıda belirtilenler, gerek teoride gerekse pratikte devlet mülkiyeti, planlama gibi kategorilerin sadece sosyalizme özgü olmadığı gerçeğinin görülmesi ve bir önyargının yıkılması açısından önem taşımaktadır.
Sorun, yukarda belirtilenler, başta SSCB olmak üzere eski sosyalist ülkelerde yaşanan geriye dönüş sürecinin ayırt edici özellikleri ve kapitalist şekilleniş üzerindeki etkileri ile birlikte ele alındığında anlaşılır olacaktır. Bir önceki soruyu yanıtlarken ana hatlarıyla da olsa devrimin karşı devrimi geliştirerek ilerlediği gerçeğine değinmiş ve 2. Dünya Savaşı sonrası emperyalizmin ve dünya gericiliğinin çok yönlü, birleşik bir saldırı kampanyası başlatarak baskı ve kölelik düzenlerini ayakta tutmak ve kaybettikleri mevzileri kazanmak için yeni düzenlemeler yaptıklarını belirtmiştik. Ancak bilinen bir başka gerçek de; emperyalist-kapitalist kampla sosyalist kamp arasındaki açık bir çatışma ya da devrilen sınıfların açık bir hareketi sonucu sosyalizmin tasfiye edilmediği, sosyalist inşa sürecinin eski sınıfların iktidarı ele geçirmesiyle kesintiye uğrayarak, kapitalist restorasyonun başlamadığıdır.
Özellikle Sovyetler Birliği açısından, kapitalist restorasyon sürecinin ayırt edici özelliği, sosyalist inşa sürecinin ilerlemesine bağlı olarak zayıflayan, ancak yok olmayan ve biçim değiştiren ve komünizmin son aşamasına kadar varlığını kaçınılmaz olarak sürdürecek ve zayıflayarak da olsa sürekli yeniden üretilecek olan kapitalizmin unsurlarına ve bu temelde gerekli tedbirlerin zamanında alınmaması sonucu oluşacak olan elverişli ulusal ve uluslararası koşullarda yozlaşarak toplumu kapitalizmin restorasyonu yoluna sokacak olan politik toplumsal güçlere dayanarak ve bazı sosyalist biçimler korunarak hatta “komünizmin ileri aşamalarına geçiyoruz” şiarı altında gerçekleşmemiş olmasıdır. Sovyetler Birliği’nde 1930’lu yılların sonlarında sosyalizmin ekonomik temelinin esas olarak kurulduğu ve kalıntıları kalsa da sömürücü sınıfların, sınıf olarak yok edildiği göz önüne alındığında, emperyalist-kapitalist kampla açık bir savaş sürecinde alınan bir yenilgi sonucu ve devrilen ama yok edilmeyen sömürücü sınıfların kalıntılarına dayanılarak toplumsal gelişme sürecinin yönü değiştirilemediği sürece geriye dönüş sürecine giriş zorunlu olarak başlayabilir ve sürebilirdi. Temel üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin, görünürde merkezi planlamanın üst yapıda sosyalist biçimlerin deforme edilerek sürmesi, bu sürecin kaçınılmaz sonuçlarıydı. Bu aynı zamanda geriye dönüş sürecini başlatan ve sürdüren tabakaların çıkarlarına da uygundu. Nitekim Sovyetler Birliği’nde olan da buydu. Bu durum aynı zamanda diğer sosyalist ülkelerde de kapitalist restorasyon sürecinin izleyeceği yolu belirleyen etkenlerden biri oldu. Nitekim Sovyetler Birliği’ni geriye dönüş sürecine sokan modern revizyonistler, diğer sosyalist ülkelerde açık kapitalist biçimler altında kapitalist restorasyon sürecinin başlatılmasına karşı çıkar, hatta Macaristan ve Çekoslovakya örneklerinde açıkça görüleceği gibi silahlı müdahaleden kaçınmazlarken, ‘sosyalist’ biçimler altında kapitalizmin restorasyonu yoluna girilmesinin en büyük destekçileri ve teşvikçileri oldular. Buna karşı direnen güçleri ezmekten kaçınmadılar.
Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde geriye dönüş süreci; kaçınılmaz olarak aynı zamanda Sovyetler Birliği’nin süper bir emperyalist devlet ve onun başını çektiği yeni bir emperyalist bloğun tarih sahnesine çıktığı bir süreç oldu. Bu yeni süper devlet ve emperyalist blok, liderliğini ABD emperyalizminin yaptığı emperyalist bloktan özü itibariyle değil, süreç içinde farkları giderek azalan biçimleri itibariyle ayrılıyordu. Bu olgu, özellikle proleter devriminin ilk zafere ulaştığı Sovyetler Birliği’nin büyük prestiji ve Lenin ve Stalin döneminde dünya proletaryası ve halkları arasında yarattığı güvenle birleşince Sovyetler Birliği’nin ve bloğunun sosyalist ülkeler olarak, iki emperyalist blok arasındaki mücadelenin sosyalizmle kapitalizm arasındaki mücadele olarak yansıtan burjuva-revizyonist demagojinin sadece kitlelerin geri kesimleri arasında değil ileri kesimleri arasında da etkili olması olanağının doğmasına ve böyle algılanmasına yol açtı.
Sosyalizmin inşası sürecinde ileri adımların atıldığı, özellikle sosyalizmin ekonomik temelinin inşasının esas olarak daha 1930’lu yılların sonunda tamamlandığı ve kitlelerin sosyalizmin üstünlüğünü kendi öz deneyleriyle pratikte de gördükleri SSCB gibi bir ülkede, geriye dönüşün sürekli zayıflayarak ve biçim değiştirerek de olsa varlığını sürdüren kapitalizmin unsurlarına dayanarak gerçekleştiği koşullarda, açık burjuva ideolojinin klasik, tipik kapitalist biçimlerin bir çırpıda egemen olmasını beklemek, teoride bilimsel düşünceden uzaklaşmak, pratikte ise tam bir ahmaklıktır. Başta SSCB olmak üzere sosyalist kampı oluşturan ülkelerdeki sosyalist inşa sürecinin eriştiği düzeyi ve sonuçlarını atlamak, görmezlikten gelmektir. Biçim ve öz arasındaki ilişkiyi tersine çevirmektir. Sadece toplumsal gelişmenin tarihi değil, doğadaki gelişme süreci de incelendiğinde; her özün kendine uygun biçim altında gelişip serpildiği ancak öze ilişkin her değişimin de eski biçim altında başladığı ve kendine uygun biçimi süreç içinde geliştirip egemen kıldığı görülecektir. Nitekim SSCB başta olmak üzere eski sosyalist ülkelerde 1950’li yılların ortalarından bu yana yaşanan süreçte buna uygundur.
Merkezi planlama, temel üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyeti vb.nin 1950’li yıllardan sonra değişmediği; kâr için üretime, pazar için üretime ve kapitalist rekabete kısaca pazar ekonomisi olarak da adlandırılan kapitalist ekonomiye geçişin 1980’li yıllardan sonra Gorbaçov’la birlikte başladığı yaygın bir kanıdır. Ancak bu doğru değil. Kruşçevci modern revizyonistlerin SSCB ve diğer sosyalist ülkelere egemen olması aynı zamanda, merkezi planlama, devlet ve çalışanlarla üretim süreci ve üretim araçları arasındaki ilişkilerde, toplam toplumsal üretimin dağılımında vb. köklü reformların yapılmasının başlangıcı oldu. Bu reformlar daha sonra Brejnev döneminde Liberman Reformlarıyla sürdürüldü. Bir yandan merkezi planlamanın etki alanı daraltılır, özerklik ve inisiyatif adı altında üretim sürecine ve ürünlerin alım satımına ilişkin yetkiler işletme yöneticilerine aktarılırken, kâr ve pazar için üretim tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılamak ve ekonominin uyumlu ve dengeli gelişimini sağlamak için yapılan üretimin yerini aldı. Bu sınırlı örnekler bile, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalist biçimlerin bir çırpıda, bir kenara atılarak açık kapitalist biçimlere geçilemediğini ancak, sosyalist biçimlerde de değişikliklerin yapıldığını, süreç içinde açık kapitalist biçimlere sözde reformlarla giderek daha çok yaklaşıldığını göstermektedir. 1980’li yılların sonlarında SSCB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde, bir yönü de klasik açık kapitalist biçimlere geçiş olan son gelişmeler, bu ülkelerde 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren modern revizyonizmin egemenliği ile birlikte girilen sürecin son evresi sosyalist biçimler altında başlayan kapitalist-burjuva değişimin, sosyalist biçimlerin” son kalıntılarından da arınması, kendi tipik biçimlerini egemen kılmasıdır. Bu nedenle SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan son gelişmeler gerçek M-L partiler ve güçler için sürpriz olmadı. Aksine, onlar, yıllar önce revizyonizmin egemenliği ile başlayan sürecin bu yönde gelişeceğini tahlil ettiler.

Birçok şeyi “sosyalizmden kapitalizme geriye dönüş”le açıklıyorsunuz. Bu, sosyalizmin kapitalizme üstünlüğüne gölge düşürmüyor mu?
Hayır, gölge düşürmüyor. Olgular ve yaşanan süre tam tersine, gerçek duruma uygun bilimsel kıstaslar ve normlarla hareket edildiğinde; sosyalizmin tarihinin en ağır yenilgisini aldığını ancak sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünün kanıtlandığını gösteriyor. Modern revizyonistlerin demagojileri ve görünüşe ilişkin olgulardan hareket edip, klasik kapitalist yöntemlere geçilen 1980’li yıllara kadar SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerini, kendini sosyalist ilan eden ülkeleri, sosyalist ülkeler olarak ele alırsanız, sosyalizmin, M-L’in iflas ettiği, kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünün kanıtlandığı sonucuna varırsınız. Arnavutluk dışındaki eski sosyalist ülkelerde sosyalist inşanın 1950’li yılların ikinci yarısında kesintiye uğradığı ve kapitalist restorasyonun başladığı ülkeler olarak ele alırsanız, farklı bir sonuca varırsınız.
Olgular ve süreçler; görünüşlerine ve biçimlerine bakılarak değil, özüne inilerek, politik grup ya da partilerin, devletlerin ve toplumsal düzenlerin nitelikleri, temsilcilerinin tanımlarına göre değil de, pratikleri temel alınarak t ahi il edildiğinde -ki tek bilimsel ve gerçeği yansıtan tutum budur- varılacak sonuç; Arnavutluk dışındaki eski sosyalist ülkelerde başta da Sovyetler Birliği’nde, pazar ekonomisi olarak da nitelenen kapitalist ekonomiye geçiş sürecinin ve yakın zamanda adını değiştirerek M-L’i açıktan reddeden ya da kendini fesheden partilerde M-L’den komünist ideolojiden sapma sürecinin, 1980’li yıllarda değil, 1950’li yılların ikinci yarısında başladığı ve 1960’lı yılların başlarında tamamlandığıdır. Bu nedenle, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan çöküntü, bunalım ve iflas sosyalizmin, M-L’in iflası ve çöküntüsü değil, kanıtlanmış olan kapitalizmin, sosyalizm karşısındaki üstünlüğü değil, çöken, iflas eden, bunalımı bütün yalınlığıyla ortaya çıkmış olan burjuva iktidarının ve ideolojisinin, kapitalizmin, belli tarihi koşullara özgü biçimidir. Kanıtlanmış olan, emperyalist bloklardan birinin, kapitalizmin biçimlerinden birinin ötekine üstünlüğüdür.
Sosyalizmin inşasının kesintiye uğramaksızın sürdüğü 1950’li yılların ikinci yarısına kadar yaşanan sürecin kanıtladığı gerçek ise sosyalizmin her alanda kapitalizme üstünlüğüdür. Dünyanın ilk sosyalist ülkesi ve sosyalizmin en uzun süre yaşadığı ve sosyalizmin ekonomik temelinin esas olarak inşa edildiği tek ülke olan Sovyetler Birliği’nin sosyalist kuruluşun sürdüğü 1950’li yılların ikinci yarısına kadar ekonomik, toplumsal, politik her alanda gösterdiği gelişme, emperyalist kuşatma, saldırı ve sabotajlar gibi dezavantajlara rağmen kapitalist ülkelerle kıyaslandığında, ortaya çıkan yalın gerçek budur. Devrim öncesi feodal kalıntıların varlığını sürdürdüğü ve ileri kapitalist ülkelerin yarı-sömürgesi, geri bir ülke; üstelik de savaşta ekonomisi tahrip olmuş bir ülke olan Rusya proleterleri ve halkı, başka ülkeleri sömürmeksizin tarihin o güne kadar tanık olmadığı hızlı ve uyumlu bir gelişme gösterdi. İşsizliğin, açlığın krizlerin olmadığı, emekçilerin yaşam standartlarının ve kültürel düzeylerinin sürekli yükseldiği, politik yaşama giderek daha aktif olarak katıldıkları, ileri bir sanayi ülkesi haline geldi.”
Sosyalist kuruluşun kesintiye uğrayarak kapitalist restorasyonun başladığı 1950’li yılların ikinci yarısından sonra ise, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri, ekonomik politik, kültürel toplumsal yaşamın tüm alanlarında öncesinden bütünüyle farklı bir sürece girdiler. Önce, toplam toplumsal üretimin büyüme hızı gerilemeye başladı. Başta sanayi ve tarım olmak üzere ekonominin tüm sektörlerinin uyumlu ve istikrarlı gelişmesi sürecinin yerini, dengesiz ve istikrarsız bir gelişme süreci aldı. Bunları kapitalist toplumun gelişme sürecinin karakteristik özellikleri olan durgunluk, buhran, işsizlik, savaş ekonomisinin gelişmesi vb. izledi. M-L ilkelerden, Büyük Ekim Devrimi’nin açtığı yoldan, sosyalizmin inşası yolundan sapmanın sonuçları ise, günümüzde bütün yalınlığıyla açığa çıkmış olan bunalımlar, çöküntü, milliyetler arası çatışmalar, işsizlik, emekçilerin, toplumun ezici çoğunluğunun yoksullaşması, buna karşılık toplumsal üretimin küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması, ideolojik ve ahlaki çöküntüdür. Yaşanan süreç, özüne inilerek ele alındığında ortaya çıkan sonuç işte budur.

Yakın zamana kadar dünyanın tek sosyalist ülkesi olarak değerlendirdiğiniz Arnavutluk’ta da tam bir kaos, buhran ve çöküntü sürecine girildi. Bu şimdiye kadar yaptığınız açıklamalarla ne ölçüde bağdaşıyor?
Arnavutluk’u yakın zamana kadar dünyanın tek sosyalist ülkesi olarak değerlendirdiğimiz ve son yıllarda orada da tam bir kaos, buhran ve çöküntü sürecine girildiği, sosyalizmin tasfiye edildiği doğru. Arnavutluk’taki buhran, kaos ve çöküntünün diğer eski sosyalist ülkelerdeki gibi, sosyalizmin yıkılarak, kapitalist restorasyondan uzun yıllar sonra gündeme gelmediği de bir başka gerçek. 1950’li yılların sonlarından yakın zamana kadar dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnavutluk’ta sosyalizmin yıkılması ile tam bir çöküntünün ve buhranın yaşanması birbirine denk düşüyor. Hatta sosyalizmin yıkılmasından önce Arnavutluk’un ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya olduğu da bir gerçek. Ancak bu durum kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünü kanıtlamadığı gibi, devrimin zaferinden önce Avrupa’nın en geri ve küçük ülkesi olan bu ülkenin, yakın zamana kadar istikrarlı bir gelişme göstermekten de öte tek başına proletaryanın ve sosyalizmin bayrağını onurluca taşıması sosyalizmin üstünlüğünü gösteriyor. Sosyalizmin kapitalizmden üstünlüğü kabul edildiği halde sosyalist Arnavutluk’un ciddi sorunlarla nasıl karşı karşıya kaldığı ve sosyalizmin nasıl yıkıldığı sorusu yerine, küçük, üstelik de Avrupa’nın en geri ülkesinin emperyalist kuşatma altında ve kayda değer uluslararası bir destek almaksızın, sosyalizmin tarihinin en ağır yenilgisini almasının hemen ardından 30 yıla yakın bir süre nasıl direndiği ve ayakta kaldığı sorusuna yanıt arandığında Arnavutlumda yaşananların yaptığımız açıklamalarla çelişmediği görülecek ve gerçek durum kavranacaktır.
Arnavutluk’ta sosyalizmin yıkılması ve son yıllarda yaşanan süreç, Sovyetler Birliği ve diğer eski sosyalist ülkelerde yaşanan süreçlerle birbirine benzetilemez. Benzetme, gerçeklerden uzaklaşmak anlamına gelecektir.
Küçük bir sosyalist ülke olarak Arnavutluk, 1960’Iı yıllardan 1980’li yılların ortalarına kadar süren iki süper devlet ve eski emperyalist blok arasındaki çatışmanın yol açtığı olanakları doğru değerlendirerek küçük bir ülke olmasına karşın, sosyalist inşa ve gelişme yolunda yürümeyi başardı. 1980’li yılların ortalarında Gorbaçovcu revizyonist burjuvaziyle batılı kapitalist burjuvazinin, proletaryaya, halklara, devrimin tarihsel kazanımlarına ve sosyalizme karşı açık anlaşma ve ittifaka girmeleri ve ardından Sovyetler Birliği’nin başını çektiği emperyalist blokta yaşanan çöküntü, dünyadaki durumun değişiklikler geçirmesine yol açtığı gibi, Arnavutluk açısından da durumu büyük ölçüde değiştirdi. Dünyadaki koşullar Arnavutluk’u birleşik emperyalist abluka, kuşatma, tecrit ve saldırı cephesiyle karşı karşıya getirmişti. Ayrıca, 1950’li yılların ikinci yarısında sosyalizmin, proletaryanın ve halkların devrimci hareketinin aldığı yenilginin bütün yıkıcı sonuçlarının dünya çapında ve en son sınırına kadar derinleştiği bir dönem yaşanıyordu.
1980’li yılların ikinci yarısında iki emperyalist bloğun gerici-birleşik kampanyasının yarattığı koşullarda, küçük bir ülke olan Arnavutluk’taki proletarya diktatörlüğü, çizgisini, gelişmesini ve yaşantısını bir önceki dönemdeki gibi sürdüremezdi. Çünkü sosyalist Arnavutluk’un güvenliği, iç yaşantısından ve dış ilişkilerindeki istikrarı doğrudan tehdit altına düşmüştü. Sosyalist Arnavutluk, sosyalist inşa sürecinin geçici olarak yavaşlaması pahasına, sosyalizmi ve proletarya diktatörlüğünü koruma, proletarya, halk ve gençliği yeni koşullarda yeniden kazanma taktiği ve tutumuna dönmek zorundaydı. Bu taktik ve tutum, bir önceki taktik ve tutumuna göre, kendine özgü özellikleri olan bir tür “geri çekilme” tutumu ve taktiği olacaktı. Sosyalist ekonominin ve sosyalist yaşantının inşasındaki geçici geri çekilme, proletarya diktatörlüğü kurumlarının ve partinin, proletarya, halk ve gençlik kitlelerinin en geniş tabakalarıyla yeni bir kaynaşmasını, sosyalizmin ve Marksizm-Leninizm’in temel ilkeleri üzerine teorik, politik ve toplumsal eğitim ve örgütlenmesinin yeni bir atılımını ve Arnavutluk halkı ve ulusunun emperyalizme karşı direnişinde yeni bir platformun açılmasını öngören bir çizgi ve mücadeleyle birleşmek zorundaydı. Aksi takdirde, küçük sosyalist Arnavutluk’un emperyalist-revizyonist saldırı karşısında direnmesi olanaksız olurdu.
1980’li yılların ikinci yarısında dünyada oluşmuş olan koşullarda, Sosyalist Arnavutluk’un ayakta kalması zordu, ama olanaksız değildi. Ama sosyalist Arnavutluk ve AEP uzun süre, dünyada meydana gelen değişiklikleri anlamadı. Bu değişikliklerin, Arnavutluk’taki ekonomik, toplumsal ve politik yaşantıyı etkilediği açığa çıktığında ise, küçük burjuva tabakaların ve öğrenci gençliğin bir bölümünü emperyalizm kazanmıştı. Arnavutluk ve AEP yönetimi bu vahim durumdan devrimci sonuçlar çıkarma ve sözünü ettiğimiz devrimci tutuma başvurma yeteneği göstermedi. Tam aksine paniğe kapıldı, içteki gerici ayaklanmalara, emperyalist baskı ve tehdide boyun eğen oportünist bir tutuma yöneldi. Böyle bir yöneliş kuşkusuz, sosyalizmin yıkılışı yoluna girmekti. Bu süreç devlet ve parti yönetimine hakim olan oportünizm sayesinde, devrimci güçleri silahsızlandırdı ve hızla atılan adımlarla sonuca vardı.
Emperyalist baskı ve tehdide, gericiliğe boyun eğen oportünizme yöneliş ve sosyalizmin ve proletarya diktatörlüğünün tasfiyesi, karşı karşıya olunan sorunları çözmediği gibi, daha da ağırlaştırdı ve tam bir çöküntü, kaos ve buhran sürecine girilmesine yol açtı. Sosyalizmden sapmanın sonuçları da işte bunlar oldu.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde çökenin, iflas edenin sosyalizm değil, yeniden inşa edilen kapitalizm olduğunu söylüyorsunuz. Böyle de olsa sosyalizm yenilmedi mi, kapitalizm zafer kazanmadı mı? Bu durum, kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağını öngören Marksist teze gölge düşürmüyor mu?
Sosyalizmin, tarihinin en ağır yenilgisini aldığı kuşkusuz doğru. Kendilerini sosyalist ilan etmelerine, emperyalist büyük devletlerle aralarındaki çelişkileri sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişki olarak yansıtmaya çalışmalarına karşın, Küba, Kuzey Kore, Çin gibi ülkeler sosyalist ülkeler değil ve bugün dünyada sosyalizm bir toplumsal sistem olarak varlığını sürdürmüyor. Son olarak Arnavutluk’ta yaşanan süreçle birlikte, 1960’lı yıllardan bu yana dünyanın tek sosyalist ülkesi olan ülkede de sosyalizm yıkıldı ve sosyalizm bir toplumsal sistem olarak yeryüzünden tasfiye edildi.
Günlük dilde genellikle sosyalizm ve komünizm birbirine denk düşen, özdeş kavramlar olarak aynı anlamda ve birbirinin yerine kullanılıyor. Komünizmi savunmanın yasak olduğu bir ülkede bu hoşgörüyle karşılansa da, doğru değil. Doğru ve bilimsel olmayan bu kullanım, sorunuzda da yansıyor. Gölgelendiği ya da yanlışlığı kanıtlandığı ileri sürülen Marksist tez kapitalizmin yerini her türlü baskı ve sömürü ilişkisinin, sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok edildiği, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar, ilkesinin gerçekleştiği komünist toplumun alacağını öngörür. Ancak, Marksizm’e göre, temel özelliği, ayırt edici özelliği az önce belirtilen komünist toplum, olgunlaşmış haliyle ve bir çırpıda kapitalizmin yerini almaz. Kapitalizmin ve burjuva egemenlik sisteminin yıkılmasıyla birlikte kurulmaz. Kapitalist toplumla komünist toplum arasında, komünist teorinin kurucuları Marks ve Engels’in Komünizmin 1. aşaması olarak niteledikleri ve proletarya diktatörlüğüne denk düşen ve kapitalizmden komünizme geçiş sürecinden başka bir şey olmayan bir süreç yer alır. Kapitalizmin ve komünizmin ve komünizmin unsurlarının bir arada ve mücadele halinde bulunduğu bu süreç, aynı zamanda kesin zaferin henüz kazanılmadığı bir süreçtir. Bu nedenle; sosyalizm olarak da adlandırılan bu geçiş sürecinde geriye dönüş ve geçici yenilgi olasılığı, kapitalizmin unsurlarının egemen hale gelme olasılığı yok olmaz.
K. Marx, proletarya devrimini ve sosyalizmin kuruluşunu ileri kapitalist ülkelerde aynı dönemde birbirini zincirleme izleyen devrimler sorunu olarak ele aldığı geçen yüzyılda bile, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin uzun bir tarihi dönemi kapsayacağını vurguluyordu. Kapitalizmin son, ölüm aşaması olan tekelci aşamaya geçtiği yüzyılımızda ise, proleter dünya devrimi süreci emperyalist kapitalist sistemin en zayıf halkada ya da halkalarda, proletarya devrimiyle yarıldığı ve zafer kazanan ülke proletaryasının sosyalist kuruluş çalışmalarını emperyalist-kapitalist kuşatma altında başlattığı ve sürdürdüğü bir özellik kazandı. Sadece kapitalizmle komünizm arasında her ikisinin unsurlarını da bağrında barındıran bir geçiş sürecinin yaşanıyor olmasından değil, emperyalist-kapitalist kuşatma altında bu sürecin yaşanıyor almasından dolayı da, en zayıf halkada ya da halkalarda emperyalist-kapitalist sistemin yarılması ve sosyalist inşa sürecinin başlaması sürdürülmesiyle kazanılan zafer kesin bir zafer olma özelliği taşıyamaz. Nitekim Marksizm’i kapitalizmin yeni ve son aşaması olan emperyalizm aşamasına uygulayarak geliştiren Lenin, Ekim devriminin zaferi ve sosyalist kuruluş çalışmalarının başlaması ve ilerlemesinden sonra da sorunun bu yönüne, geçici bir yenilgi olasılığına sürekli dikkat çekti. Keza Stalin’in tek ülkede sosyalist kuruluş çalışmalarına başlamanın ve sürdürmenin umutsuz bir çaba olduğunu savunarak Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası ve zaferi olasılığını yadsıyan Troçkizmi eleştirdiği, ancak içteki kapitalist unsurları alt etmenin de ötesinde, emperyalist-kapitalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatma almadıkça, dünya ölçeğinde kapitalizm ve burjuva egemenlik sistemi yıkılmadıkça sosyalizmin kesin zaferinden söz edilemeyeceğini vurguladığı bilinir. Kesin zafer kazanılmadığı sürece, geriye dönüş olasılığının, kapitalizmin yeniden inşa edilmesi olasılığının ortadan kalkmadığı ise, üzerinde durulmayacak kadar açık…
Yeni halk demokrasili rejimlerin kurulmasıyla birlikte, emperyalist-kapitalist sistemin yeni cephelerden yarıldığı, sosyalizmle kapitalizm arasındaki güçler ilişkisinde sadece ulusal planda değil uluslararası alanda da önemli değişiklikler oldu. Ancak emperyalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatma almadığı gibi, sosyalist inşanın en ileri düzeyde olduğu SSCB’de dâhil sosyalist ülkelerde ekonomik, toplumsal, ideolojik-politik tüm alanlarda kapitalizmin unsurları zayıflamış da olsa varlığını sürdürüyordu. Komünizmin ve kapitalizmin unsurları arasındaki mücadele sürüyordu. Tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, M-L teoriye göre kazanılan zaferlere ve sosyalist inşada kat edilen yadsınamaz yola karşın, komünist toplumun olgunlaşmış haliyle kurulmadığı, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin devam ettiği ve geriye dönüşün kapitalizmin unsurlarının elverişli ulusal ve uluslararası koşullarda egemen hale gelme olasılığının ortadan kalkmadığıdır. Sosyalist ülkelerde, proletaryanın devrimle iktidarı ele geçirdiği ülkelerde, sosyalist inşanın kesintiye uğraması, kapitalizmin yeniden kurulması M-L teorinin yadsıdığı bir olasılık olmadığı gibi, bu olasılığın gerçekleşmiş olması; Marksizm’e, kapitalizmin yerini komünizmin alacağını öngören teze zerrece gölge düşürmüyor. Sadece sosyalizmin, komünist toplumun kurucusu işçi sınıfının ağır da olsa geçici bir yenilgi aldığını gösteriyor.
İnsanlığın tarihi, toplumsal gelişme sürecinin tarihi incelendiğinden, bu tarihin düz bir çizgide gelişmediğini, ne kadar ileri olursa olsun yeni bir toplumsal düzenin ne kadar çürümüş olursa olsun ömrünü doldurmuş bir düzenin yerini, bir dizi yenilgi, geriye dönüşler olmaksızın almadığını, ancak tarihsel gelişimin bir yere takılıp kalmadığını ve ileriye doğru gelişimin durdurulamadığını gösteriyor. Bu modern proletaryanın kurucusu olduğu komünist toplumun kuruluşu süreci için, kapitalizmden komünizme geçiş süreci için daha da geçerlidir. Çünkü komünist toplumdan önceki tüm toplumsal düzenlerin temsilcisi sınıflar, eski toplumun bağrında temsilcisi ve kurucusu oldukları toplumsal düzenlerin ilişkileri ve ekonomik toplumsal temeliyle birlikte tarih sahnesine çıktılar. Oysa tüm sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok edildiği komünist toplum, kendinden önceki toplumsal düzenlerden sadece biçim açısından değil -ki komünist toplumdan önceki toplumsal düzenler sınıflı toplumun birer biçimiydi- özü itibariyle de farklıdır ve işçi sınıfı kapitalist toplumun bir ürünü olmasına karşın kurucusu olduğu komünist toplumun ilişkileri, temeli kendisiyle birlikte ortaya çıkmaz ve gelişmez. İşçi sınıfı kendinden önceki tüm sınıflardan farklı olarak, ancak, iktidarı ele geçirdikten sonra nihai kurtuluşunu sağlayacak toplumsal düzeni, kapitalizmin yıkıntıları üzerinde, önceden şu ya da bu düzeyde hazır bir temel olmaksızın kurma görevinin üstesinden gelmek zorundadır. Bu, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinin ayırt edici özelliklerinden biridir.
Marksizm, toplumların tarihsel gelişimini özel olarak da kapitalist toplumu inceleyerek kapitalizmin yerini komünizmin alacağı sonucuna vardı. Feodal toplumun bağrında doğan ve üretici güçleri geliştiren, tarihsel olarak ilerici bir rol oynayan kapitalizmin ve burjuvazinin gelişiminin belli bir evresinde üretici güçlerin önünde engel olmaya başladığını, kapitalist üretim ilişkileriyle üretici güçleri arasındaki bu karşıtlığın, üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki karşıtlığın zorunlu olarak komünist toplumun kuruluşuna yol açacağını gösterdi. Sosyalizm ve dünya proletaryasının hareketi tarihinin en ağır yenilgisini alması bu temeli, Ekim Devrimini, onu izleyen diğer devrimleri, işçi sınıfının ve halkların ayaklanmalarını gündeme getiren nesnel temel ve nedenleri ortadan kaldırdı mı? Emperyalizmin ve burjuvazinin kazandığı zaferin geçici mi yoksa kalıcı bir zafer mi olduğu sorusunu yanıtlarken göz önüne alınması gereken temel nokta budur. Olgular ve süreçler neyi gösteriyor?
Ekim Devrimi’ni, onu izleyen diğer devrimleri, işçi sınıfının ve halkların devrimci ayaklanmalarını gündeme getiren nesnel temel ve nedenler ortadan kalkmak bir yana, zayıflamak bir yana daha da genişledi ve güçlendi. Sosyalizmin maddi temeli bu gün, düne göre, .ikim Devrimi’nin zafere ulaşarak emperyalist sistemin yarıldığı 1917 yılına göre daha olgunlaşmıştır. Sermayenin merkezileşmesi ve toplam toplumsal üretimin gerek ulusal gerekse uluslararası bazda tekellerin giderek daralan bir oligarşinin elinde yoğunlaşması, sınıf farklılıkları ve kutuplaşması, 1910’lu 1950’li yıllarla kıyaslanmayacak dev boyutlara erişti.
Öte yandan dünya gericiliği ve emperyalizm, sosyalizmi bir sistem olarak tasfiye etmenin, evrensel bir tek kapitalist dünya pazarını tekrar kurmuş olmanın, işçi sınıfının ve halkların devrimci mücadelesine vurduğu ağır darbelerin sağladığı tüm olanakları ekonomik, politik, ideolojik her alanda tüketmenin sınırında. Emperyalist-kapitalist sistem yürütülen demagojik propagandaya karşın geçici ve nispi bir istikrar sürecine girmek bir yana, giderek derinleşecek olan bir istikrarsızlık sürecinden geçiyor. Bütün veriler ve olgular kesin zaferi ve üstünlüğü ilan edilen emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru hızla yol aldığını gösteriyor.

Doğu Bloğu’nun dağılmasıyla birlikte dünyanın yeni bir sürece, savaşların, sınıf mücadelelerinin, devrimlerin olmadığı, sorunların diyalog ve uzlaşma ile çözüleceği, evrensel uyum ve barış sürecine girildiği ileri sürülüyor. Sizce bu doğru değilse -ki doğru bulmadığınız anlaşılıyor- dünya nasıl bir sürece giriyor?
Sovyetler Birliği’nin başını çektiği emperyalist bloğun, üzerindeki sosyalizm maskesini atarak çıplak kapitalist yöntem ve biçimlere geçmesi ve dağılması; dünyanın savaşların, devrimlerin, sınıf mücadelelerinin olmadığı, evrensel uyum ve barış sürecine girişinin başlangıcı olarak ilan edildi. Ancak Sovyetler Birliğinin ve bloğunun çökmesi, emperyalist-kapitalist sistem için bir istikrar etkeni olmak bir yana, istikrarsızlığı derinleştiren bir etken oldu. İki süper devletin başını çektiği iki emperyalist blok arasında oluşmuş olan güçler dengesi bloklardan birinin çökmesi ile birlikte dağıldı, güçler ilişkisi alt-üst oldu. Doğu Almanya’yı yutan, etki ve nüfuz alanını özellikle doğuya doğru genişleten Alman emperyalizmi, Sovyet bloğunun çöküşü ve dağılması sürecinden dünyanın yeniden paylaşımını gündemine alacak kadar güçlenerek çıktı. ABD emperyalizminin dünya jandarmalığı tekelini sona erdirmek için Almanya ve Fransa, diğer Batı Avrupa ülkelerini yedekleme çabalarını da yoğunlaştırarak ortak bir silahlı güç oluşturdular. Japon emperyalistleri dışarıya asker göndermelerini yasaklayan anayasayı değiştirdiler. ABD emperyalizmi bu girişimlere karşı çabalarını yoğunlaştırır, sıçramalı gelişme göstererek çıkarlarını tehdit etmeye başlayan eski müttefiklerinin yayılmasını, dünya jandarmalığı tekelini elinde tutarak frenlemeye etki ve nüfuz alanlarını korumaya ve genişletmeye çalışırken, doğuda hızlı bir gelişme gösteren Japon tekelleri, başta ABD olmak üzere en ileri kapitalist ülkelerde yayılıyor. Sovyetler Birliği’nin ana varisçisi Rusya, kendini toparlamaya çalışan ve emperyalist emellerinden asla vazgeçmeyen bir başka potansiyel güç. Belli başlı emperyalist devletler, güçler ilişkisinin altüst olduğu ancak, yeni bir güçler dengesinin kurulmadığı bu günkü koşullarda dünyanın yeni bir paylaşımına hazırlanıyor ve en büyük parçayı kapmak için yeni strateji ve taktikler geliştirmeye çalışıyorlar.
Dünya ticaretinin ve toplam üretimin artış hızı sürekli düşüyor. Dünya kapitalist ekonomisinin en büyük gücü ABD ekonomisi 2. dünya savaşı sonrasının en şiddetli krizini yaşıyor. İkinci büyük güç, Japon ekonomisinin büyüme hızı düşüyor ve durgunluk belirtileri yoğunlaşıyor. Üçüncü büyük ekonomik güç Alman ekonomisinin durgunluk içinde olduğu ve süreceği artık saklanmıyor ve Alman emperyalizminin sözcüleri tarafından açıklanıyor. Pazar ekonomisine geçiş altında yaşanan süreçte Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomilerinin durumu daha da kötüleşti. Kriz bu ülkelerde derinleşmeye devam ediyor. Daha birkaç yıl öncesine kadar Avrupa ve Sovyetler Birliği dünyanın en istikrarlı bölgeleriydi. Ancak bugün Yugoslavya ve eski Sovyet cumhuriyetleri iç savaşların ve ulusal savaşların girdabında, halkların birbirini boğazladığı ve esasında yeni bir paylaşımın gerçekleştiği bölgeler haline geldi. Yapılan tüm açıklamalar ve anlaşmalara karşın Ortadoğu’da istikrar sağlanamıyor. Asya, Afrika, Latin Amerika iç savaşların ayaklanmaların eksik olmadığı bölgeler.
Dünya kapitalist ekonomisinin ve belli başlı emperyalist-kapitalist ülkeler ekonomisinin büyüme hızının giderek düşmesine, durgunluk ve kriz öğelerinin ortaya çıkması ve gelişmesine, geri ülkeler bir yana, kapitalizmin örnek refah ülkelerinde, işsizliğin artması, enflasyonun yükselmesi, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, gerçek ücretlerin düşmesi, siyasi gericilik ve militarizmin gelişmesi eşlik ediyor. Sadece ABD’de son bir yılda yüz binlerce işçi işten atıldı ve on milyonlarca insan açlık sınırında yaşıyor. Başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde enflasyon artarken, işten atmalar yoğunlaşıyor, gerçek ücretler düşüyor. Alman emperyalizminin sözcüleri açıkça işçileri ve emekçileri fedakârlığa çağırıyorlar. Yabancı düşmanlığının ve Neo-Nazi hareketlerin geliştiği bu ülkelerde grevler yaygınlaşıyor.
Afrika’da milyonlarca insanın açlıktan ölmesi, Asya ve Latin Amerika ülkelerinde milyonlarca insanın açlığın eşiğinde bulunması, verilen borç ve kredilerin anaparalarının bir yana, faizlerinin bile ödenmesinde güçlüklerle karşılaşılması, emperyalist devletlerin ve tekellerin, durgunluğun, krizin ve aralarında şiddetlenen rekabetin ve çelişkilerin yüklerini bağımlı, geri ülkelerin sırtına yıkma olanaklarını sınırlıyor.
İleri kapitalist ülkelerin ekonomilerindeki durgunluk ve kriz geri ülkeleri de etkileyecek, kriz ve durgunluk içindeki bu ülkelerin ekonomilerinin daha da kötüleşmesine yol açacaktır. Emperyalist tekeller ve devletler, büyük ekonomik, mali güçlerine dayanarak ve IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası mali kuruluşları devreye sokarak, biriken stokları eritmek için bu ülkeleri daha da sömürgeleştiriyor, kurulan işletmeleri kapattırıyor ya da yok pahasına ele geçiriyorlar. Konjonktürel dalgalanmalar ve genel eğilimden sapmalar kuşkusuz olacaktır ve gerek tek tek ülkeler, gerekse kapitalist dünya ekonomisinin bütünü açısından, ilerde nasıl bir gelişme göstereceği bu günden ayrıntılarıyla saptanamaz. Ancak, önümüzdeki dönemde dünya kapitalist ekonomisinin önceki yıllarda gösterdiği gelişmeyi dahi gösteremeyeceği, bütün ülkeleri kapsayan geniş bir bunalıma doğru yol aldığı açık.
Dünya kapitalist ekonomisinin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru hızla yol almasının kaçınılmaz sonuçları; emperyalistler arasındaki çelişkinin, emperyalistler ezilen halklar arasındaki çelişkinin, burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkinin daha da keskinleşmesidir. Emperyalist-kapitalist sistem, derin ve çok yönlü bunalımlar, savaşlar, köklü alt-üst oluşlar ve devrimler döneminin eşiğindedir. Emperyalistler arası dalaşmaların keskinleşmesinin yanı sıra, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinde devrim ve sosyalizm mücadelesinde yeni bir yükselişin, yeni bir atılımın koşulları hızla olgunlaşıyor. Dünya bir yandan emperyalistler arası paylaşım savaşlarının gündeme gelebileceği, proletaryayı ve halkları yeni felaketlere sürükleyebileceği, diğer yandan da yaşam ve çalışma koşulları hızla kötüleşen, yoksulluğun, işsizliğin, girdabına sürüklenen proletaryanın ve halkların devrimci hareketinin, emperyalist-kapitalist köleliğe karşı, devrimci ayaklanmalarının gelişeceği bir sürece doğru ilerliyor. Dünya emperyalizmin ve gericiliğin sosyalizme, proletaryanın ve halkların devrimci hareketine ağır darbeler vurduğu yenilgi döneminin, yerini emperyalizmin, proletaryanın ve ezilen halkların yükselen mücadelesinin karşısında sarsıldığı, yeni cephelerden yarıklığı, komünizmin yeni bir yükselişinin yaşanacağı bir dönemin alacağı bir geçiş sürecinden geçiyor. Emperyalistlerin ve dünya gericiliğinin manevraları, demagojik kampanyaları ve saldırıları, emperyalist-kapitalist sistemin tarihin çöplüğüne gömülmesini, proletaryanın ve halkların zaferini, her türlü baskı ve sömürü ilişkisinin, sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok edildiği komünizmin zaferini engelleyemez.

Kapitalist ülkeler ekonomisinin durgunluk ve kriz içine girdiğini burjuva ekonomistleri de kabul ediyorlar. Ancak durgunluk ve krizlerin kapitalist ekonomiyi yörüngesinden artık çıkartamadığı, akıllı para politikalarıyla, isabetli ekonomik kararlarla krizlerin doğurduğu açmazlıkların artık aşılabildiği söyleniyor. Örneğin, geçtiğimiz yıllardaki borsa krizinde veya 1981-1983’tekİ dünya krizinde olduğu gibi.
İzlenen ya da izlenecek olan ekonomik politikalar ve onun bir unsuru olan mali politikalar kuşkusuz ekonomik gelişme sürecini etkiler. Ancak ekonomik gelişme sürecini belirleyemez. Krizin oluşum ve gelişim süreci üzerindeki etkisini de bu çerçeve de ele almak gerekir. Krizlerin yol açtığı açmazların ekonomik politikalarla aşılıp aşılamayacağı sorusuna yanıt aranırken her şeyden önce kapitalist gelişme sürecinde ortaya çıkan krizlerin temelini doğru saptamak gerekir.
Kapitalist ekonomide krizin temeli ve kaynakları ekonomi-politiğin önemli tartışma konularından biri olageldi. Ana hatlarını belirttiğiniz görüşler, yani krizlerin doğru ekonomi-politikalarla, özellikle para politikalarıyla atlatılabileceği tezi yeni değil. Kapitalist gelişme süreci tarafından bilimsel bir özellik taşımadığı defalarca kanıtlanmış, pratikte iflas etmiş bir tez yeniden piyasaya sürülüyor.
Krizin kapitalist ekonominin gelişme sürecinin kaçınılmaz bir unsur olmadığını ve izlenen hatalı ekonomi-politikalardan kaynaklandığını savunma, hemen hemen tüm burjuva ekonomistlerinin üzerinde birleştikleri bir görüştür. Onlara göre doğru bir ekonomi-politikanın izlenmesi durumunda krizler önlenebilir. Buna bağlı olarak da hatalı ekonomi-politikaların ürünü olan krizleri doğru bir ekonomi-politikanın izlenmesiyle durdurabilir, gelişmesi engellenebilir, tahrip edici sonuçları yok edilebilir.
Kapitalist gelişme sürecinde ortaya çıkan krizlerin temeli aşırı üretimdir. Aşırı üretim, kapitalist üretim tarzında üretimin sınırsız büyüme olanağı ile pazarın sınırlı büyümesi arasındaki çelişkinin, kapitalizm yıkılmadıkça aşılamayacak olan bu çelişkinin sonucudur. Para politikalarıyla, ekonomi-politikalarla geçici olarak ve oldukça sınırlı bir çerçevede yapay ya da hayali pazar genişletilebilir ancak bu da en elverişli koşullarda bile aşırı üretimi krizin daha ağır bir biçimde gündeme gelmesine, kriz öğelerinin birikmesine, istikrarsızlığın ve açmazların ekonominin diğer alanlarında artmasına yol açar. Sorun bu açıdan ele alındığında, para politikalarına, ekonomi politikalarıyla belirleyen emperyalist çevrelerin manevra olanaklarının oldukça daraldığını, sınırlı olanaklarını da büyük ölçüde kullandıklarını belirtmek gerekir. Bağımlı ve geri ülkelerin, emperyalist borçların ve kredilerin anapara ödemeleri bir yana, faizlerini bile ödemede güçlük çekmeleri, geri ülkeler bir yana ileri ülkelerde bile, tüketim kredilerini, geri dönebilirliği açısından genişletmenin riskli hale gelmesi ve dünya mali piyasasındaki istikrarsız durum vb. bunun göstergeleridir.
Kapitalist dünya ekonomisinin gelişmesine ilişkin veriler, kapitalist dünya ekonomisinin şu ya da bu ülkeyle, şu ya da bu sektörle sınırlı bir bunalım sürecine doğru değil, bütün ülkeleri ve sektörleri etkisi altına alacak ve karşılıklı birbirini etkileyerek derinleştirecek olan genel bir bunalım sürecine doğru yol aldığını gösteriyor. Anarşik ve dengesiz gelişme kapitalist ekonominin gelişme sürecinin özelliklerinden biridir. Bu bunalımların ortaya çıkış ve gelişme süreci için de geçerlidir. Bunalım, bütün ülkelerde ve sektörlerde aynı anda ve şiddetle ortaya çıkmadığı gibi eşit bir hızla da yayılamaz. Bu nedenle, bunalımın hangi sektörlerde ve ülkelerde hangi şiddette ortaya çıkacağı ve yayılacağı bugünden saptanamaz. Ancak, son borsa krizi ve diğer veriler göz önüne alındığında, mali sektörün, para piyasasının da emperyalist-burjuva çevrelere sınırlı da olsa manevra yapma olanağı sağlayacak kadar sağlam olmadığı, bu sektöründe her an bir bunalımın patlak vermesine yol açacak kadar istikrarsız bir zeminde bulunduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu nedenle, emperyalist-burjuva çevreler, özellikle emperyalistler-arası çelişmelerin de giderek kes-kinleşeceği önümüzdeki yıllarda, eskiden olduğu gibi ortak ekonomik politikalarla, para politikalarıyla bunalımın tahrip edici sonuçlarını yayarak hafifletebileceklerini, geciktirebileceklerini sanıyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olduklarını açıkça belirtmek gerekir.
Krizlerin gerek tek tek ülkeler bazında gerekse uluslararası düzeyde kapitalist ekonomiyi yörüngesinden hangi düzeyde çıkartacağı, daha bilimsel ve doğru bir ifadeyle krizin tahrip edici sonuçlarının hangi düzeyde olacağı krizin şiddetine, onu belirleyen ulusal ve uluslararası birçok faktöre bağlıdır. Sadece günümüzde veya yakın zamanda değil, kapitalist ekonominin gelişme sürecinde yaşanan krizler, aynı şiddette ve özelliklere sahip olmadığı gibi, tahrip edici sonuçları da aynı düzeyde olmadı. Bundan sonraki krizlerin, 1980’li yıllardaki ya da daha öncesindeki krizlerden daha şiddetli olmayacağını, burjuva ekonomistleri neye dayanarak ileri sürüyorlar?
Burjuva ekonomistleri 1960’lı 1970’li, hatta 1980’li yıllarda da gerek sonuçları gerekse beslendiği kaynaklar açısından kapitalist ekonominin daha şiddetli krizlere girmeyeceğini, hatta kapitalizmin baş belası krizlere düşmeden gelişme sürecine girdiği kehanetinde bulunuyorlardı. Olgular ve süreçler onların kehanetlerini mi doğruladı? Hayır. Kapitalizmin bunalımlara düşmeden gelişme teorileri iflas ettiği gibi, her seferinde kapitalizmin bir önceki durgunluk ve krizlerden daha hafiflerinin yanı sıra, daha şiddetlilerine düşmekten de kurtulamadı. Burjuva ekonomistlerin tüm yeteneklerini kullanarak izlenecek para politikaları, ekonomik-politikalar üzerinde yoğunlaşmaları ABD ekonomisinin, son yıllarda, 2. Dünya Savaşı sonrasının gerek sonuçları gerek beslendiği kaynaklar açısından en şiddetli bunalımına girmesini engelleyemedi. Onlar bugünkü bunalımı da, izlenen para politikalarında ya da ekonomi politikalarda düşünülen kararlarla açıklama yolunu seçebilirler. Ancak hiç bir zaman kapitalist ekonominin köklü alt-üst oluşlara, üretici güçlerde büyük tahribata vb. yol açan bunalımları engelleyebilecek ekonomi-politikaları hiç bir zaman bulamayacaklar. Çünkü dün olduğu gibi bu gün de, kapitalist ekonominin bunalımları şu ya da bu ekonomi-politikanın sonucu olmadığı gibi şu ya da bu ekonomi-politikanın izlenmesiyle de bunalımlar durdurulamaz, tahrip edici sonuçları ortadan kaldırılamaz.

Günümüzde kargaşa ve krizin en yoğun ve yaygın biçimde yaşandığı ülkeler bir zamanlar sosyalist ülkeler olarak biliniyordu. Burjuva basınında bu ülkelerde yaşananlar “sosyalizmin çözemediği milli sorunların ve düşmanlıkların ceremesini şimdi batı çekiyor” biçiminde yorumlanıyor.
Sadece burjuva basını değil, Marksist, sosyalist geçinen bazı çevrelerde ayrıntılarda farklılıklar olmakla birlikte özünde aynı yorumu yapıyorlar. Sanıldığı ya da iddia edildiği gibi sosyalizmin ulusal sorunları çözemediğini ileri sürüyorlar. Bunun da ötesinde Stalin hatta Lenin döneminde de ulusal sorunun çözülemediği, zor kullanılarak bastırıldığı tahlillerini yaparak yürütülen anti-komünist kampanyaya bu yönüyle de omuz veriyorlar.
Günümüzde eski sosyalist ülkeler ve Yugoslavya, dünyanın, ulusal ve dinsel çelişkilerin ve çatışmaların en çok yoğunlaştığı, halkların bu çelişki ve çatışmaların girdabına en fazla çekildiği ve ulusal düşmanlıkların ve önyargıların en hızlı geliştiği bölgesini oluşturuyor. Ancak tek bölgesini oluşturmuyor. Emperyalist- kapitalist dünyanın bütününde; Asya, Afrika, Latin Amerika gibi geri bölgeleri bir yana; en gelişmiş diğer bölgelerinde de milliyet, renk, din farklılıklarından kaynaklanan çelişkiler ve çatışmalar yaygınlaşıyor ve yoğunlaşıyor. ABD’de onlarca insanın ölmesine, yüzlercesinin yaralanmasına, milyarlarca dolarlık zarara yol açan kitlesel karışıklıklar, en ileri kapitalist ülkelerde hızla gelişen yabancı düşmanlığı, İtalya’da alevlenen kuzey güney çatışması, İngiltere’de çözülemeyen İrlanda sorunu bunun en çarpıcı ve son örnekleridir. Ancak günümüzde, ulusal, dinsel vb. sorunlardan kaynaklanan çelişki ve çatışmaların en şiddetlisi, yaygını ve kitlesel olanı, tahrip edici sonuçları en ağır olanı eski sosyalist ülkelerde ve Yugoslavya’da yaşandığı için bu ülkelerde olup bitenler dikkati çekiyor.
Dağılan Sovyetler Birliği’nde, diğer sosyalist ülkelerde ve Yugoslavya’da günümüzde yaşanan ulusal çatışmalar ve giderek gelişen ulusal düşmanlıklar sosyalizmin bıraktığı bir miras değil. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi Yugoslavya sosyalist inşa yoluna hiç bir zaman girmedi ve Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde ise sosyalist inşa süreci 1950’li yılların ikinci yarısında kesintiye uğradı. 1950’li yılların ikinci yarısından bu yana, diğer alanlarda olduğu gibi ulusal ve dinsel sorunlarda da sosyalizmin kazanımları ve bıraktığı miras tasfiye edildi ve yeniden egemen olan kapitalizmin kaçınılmaz ürünleri ve sonuçları egemen oldu. Eski sosyalist ülkelerde bugün giderek şiddetlenen ve yaygınlaşan ulusal, dinsel çelişkiler ve çatışmalar, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalist biçimler altında inşa edilen ve yakın zamanda çöken kapitalizmin, sosyal-emperyalizmin, batılı emperyalistler tarafından da emperyalist çıkarları için kullanılan ve körüklenen mirasıdır. Tarihsel gelişim sürecine ana hatlarıyla da olsa göz atıldığında, bu gerçek daha açık bir biçimde görülecektir.
20.yüzyıl başlarında Rusya, Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, Avrupa’nın sadece gelişme sürecine geç giren bölgesini değil aynı zamanda ulusal sorunun da çözülmediği bölgesini oluşturuyorlardı. Gerek feodal kalıntılar, gerekse kapitalizmin yüzyılın başlarında tekelci aşamaya geçmesi, siyasi gericiliğin yoğunlaşması ve emperyalistler arası dünyayı paylaşım mücadelesinin gündeme gelmesi bu bölgede ulusal sorunların, kapitalizm çerçevesinde bile çözülmesini engelledi. Büyük emperyalist devletler etki ve nüfus alanlarını genişletmek için ulusal çelişkileri ve düşmanlıkları kullanarak körüklediler. 1. Dünya savaşı öncesinde özellikle Rusya, Doğu Avrupa ve Balkanlar, Avrupa’nın ulusal çelişkilerin, düşmanlıkların ve çatışmaların giderek şiddetlenen ve yaygınlaşan her an patlamaya hazır bölgesini oluşturuyordu. Çarlık Rusya’sı tam bir milliyetler hapishanesiydi. Ekim Devrimi Rusya’nın bu çehresini tamamen değiştirdi. Uluslar arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasının yanı sıra sosyalist inşanın ilerlemesi süreci, aynı zamanda tarihsel gelişimden kaynaklanan fiili ulusal eşitsizliklerin giderek azaldığı bir süreç oldu. Devrilen sömürücü sınıfların, emperyalist-kapitalist devletlerin tüm kışkırtıcı çabalarına karşın, derin tarihi kökleri olan ulusal düşmanlıklar ve ön yargılar gelişmek bir yana giderek zayıfladı. Bu süreç revizyonist karşı-devrimin zafere ulaştığı 1950’li yılların ikinci yarısında kadar tüm sosyalist ülkelerde yaşandı.
Revizyonist karşı-devrimin zaferi ve sosyalist inşanın kesintiye uğramasıyla birlikte bu süreçte kesintiye uğradı. Sosyalist ülkelerde kapitalizmin inşası süreci aynı zamanda kaçınılmaz olarak yeni burjuva tabakaların oluştuğu ve geliştiği, artı-değer sömürüsünün başladığı ve buna bağlı olarak da, artı-değerin paylaşılması mücadelesinin tekrar gündeme geldiği bir süreç oldu. Bu mücadele de, doğal olarak politik iktidarı elinde tutan her ulusun burjuvazisi, diğerinin aleyhine gelişmek, artı-değerin en büyük bölümünü ele geçirmek için zayıflayan ancak yok edilmeyen tüm ulusal farklılıkları ve eşitsizlikleri kullanarak derinleştirmeye yöneldi. İşte bu süreçte, sosyalist kampın en güçlü ve gelişkin üyesi olan Sovyetler Birliği diğer sosyalist ülkeleri hegemonyası altına alan bir süper emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkarken, Sovyetler Birliği’nde de en güçlü ve gelişmiş cumhuriyetler, daha geri çevre cumhuriyetleri hegemonyaları altına alarak kendilerine bağımlı hale getirdiler. Böylece ulusal çelişkilerin ve çatışmaların tekrar canlanıp gelişeceği temel oluşmuş oldu. Bir zamanların süper emperyalist devleti Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve bu çöküşün sosyalizmin son kalıntılarının da atılmasıyla birleşmesi; yerel burjuva gruplar arasındaki çelişkilerin ulusal, dinsel tüm farklılıkların ve çelişkilerin ardında şiddetlenip yaygınlaşmasının önündeki engellerin de kalkmasına yol açtı.
Revizyonist karşı-devrimin zaferinden önce sosyalist kampı dağıtmak ve yıkmak için ulusal çatışmaları körüklemeye ve canlandırmaya çalışan ABD liderliğindeki emperyalist devletler, sonrasında da dünya hegemonyası için mücadele eden Sovyetler Birliği ve müttefiklerini zayıflatmak ve etki ve nüfuz alanlarını genişletmek için ulusal çelişkileri ve çatışmaları körüklediler. Oluşmuş olan yerel burjuva gruplar arasındaki dar çıkar çatışmalarının canlandırdığı ulusal ve dinsel çatışmaları, Sovyet-sosyal emperyalizminin çözülmesinin yarattığı koşullarda, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek için hazırladıkları yeni stratejik ve taktik hedefler ve planlar doğrultusunda kullanmaya çalışıyorlar.

Temmuz 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑