Doğu bloğu ve SSCB’de, özellikle son beş yılda hızlanan bir “çözülme” yaşandı. Modern revizyonizm, teslim oluşun son kertesini de yaşadı ve batılı emperyalist sistemle her alanda bütünleşti. Arnavutluk’ta yaşanan geriye dönüşle birlikle, dünya üzerinde, “biçimsel” ya da “simgesel” bir sosyalist sistem ya da ülke kalmadı. “İki kutuplu dünya”, kutuplarından birini yok etti ve “tek kutuplu dünya” dönemi başlamış oldu. Bu “yeni” dünyada emperyalist sistem, dünya ölçeğindeki hâkimiyetini “sonsuz” kılmak için yoğun bir arayışa girişti. Emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik, askeri ve siyasal ilişkilerin yeni biçimini; diğer ülkeler üzerinde kurulmuş sömürü sisteminin yeni tanımını; olası proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında bir sistem olarak tavırlarını ifade edecek ve bir iç mantıkla tutarlı kılacak program ve yöntem arayışıydı bu. Ve bu arayış, somut ifadesini, “yeni dünya düzeni” “teori”sinde buldu. Büyük bir yaygarayla sunulan bu paketin temel önermesi, “sosyalizmin alternatif olamayacağının, yaşanarak kanıtlandığı” idi. “Sosyalist” kutup iflas etmişti. O halde soğuk savaş dönemi sona ermiş olmalıydı! “Evrensel barış” ve “evrensel refah”ı getirebilecek tek sistem, emperyalist sistemdi! Emperyalizm, zaten, insanlığın gelişiminin son aşamasıydı; ötesi ya da başkası olamazdı!
Bir tek öncülden, “sosyalizmin öldüğü” öncülünden edinilen bu sonuçlar, aslında özdeştir ve doğruluk değerleri aynıdır. Herhangi birinin çürütülmesi, “yeni dünya düzeni”nin dayandığı mantığın çökmesi anlamına gelir.
Bunun için fazlaca beklemeye gerek kalmadı. Körfez savaşı, bu önermelerden, ilk aşamada, “evrensel barış”a ilişkin olanını çürüttü. Evrensel Basım Yayın’ın Şubat ayı içinde yayınladığı “Dünya ve Türkiye” isimli kitabı, işte bu dönemde kaleme alınmış, bu dönemde dünya ve Türkiye’nin durumunu çözümleyip, devrimci sonuçlar ve görevler çıkarmayı amaçlamış bir çalışmadır.
Kitap, üç farklı tarihte yazılmış ama bütünsellik oluşturan üç makaleden oluşuyor. Birinci makale, Şubat 1991’de, emperyalist güçler ve Irak arasındaki savaşın en kanlı olduğu; Türkiye’de güçlü bir işçi hareketinin, savaş koşulları gerekçesiyle durdurulduğu, ancak gerginliğin derinleşerek sürdüğü bir dönemde kaleme alınmış. İkinci makale, erken genel seçim öncesi ve sonrasını kapsamak üzere, Ekim 1991’de yazılmış. Üçüncü makale ise işçi sınıfının yaz eylemlerinden sonra, Ağustos-Eylül 1991’de hazırlanmış.
Birinci bölüm, olguları ve yönelimlerini, evrensel planda tahlil ederek, iddia edilenin aksine, sınıfsal ve ulusal çatışmaların sertleşeceği, alt-üst oluşların yaşanacağı ve sosyalizmin daha büyük bir atılımla yeniden alternatif olacağı ve Türkiye’nin de bu gelişmelerden payına düşeni alacağını anlatmaktadır. Bu gelişmelerin itici gücü, aşağıdaki etkenler olacaktır:
-“Yeni dünya düzeni”nin “evrensel barış” vaatleri geçersiz kılınmıştır. Bunu emperyalizmin bizzat kendisi, en somut örneğiyle Körfez savaşını başlatarak geçersiz kılmak zorunda kalmıştır. Ortadoğu, Güney Amerika,” Afrika ve Avrupa’da daha bir dizi savaş dinamiği bu dönemde mayalanmıştır. Dünya, yeniden paylaşım savaşlarına, ulusal kurtuluş savaşlarına ve proleter devrimlere gebedir. “Evrensel barış” bağlamında sosyalizmin alternatif olmadığını propaganda eden emperyalizmin kendisi alternatif olmaktan çıkmıştır.
-Emperyalist sistem, tek kutba indirgenmeden önce derin bir ekonomik kriz içindeydi. Bugün bu kriz giderek derinleşmektedir. Körfez savaşının getirdiği ekonomik yük emperyalist sistemin ekonomisi için dayanılmaz bir yük olmuştur. Öyle ki, emperyalist koalisyonun her ülkesi, bu yükü diğerlerinin sırtına vurmak için her türlü yola başvurmuştur.
-“Tek kutuplu dünya”nın teorisi yapılırken, bir yandan bu tek kutup içinde yeni kutuplar oluşmaya başlamıştır. ABD’nin jandarmalığını reddeden Almanya ve Japonya bunun en somut örnekleridir. Emperyalist dünya, kendi kutuplarını yaratıyor ve bu kutuplar arası etki alanı mücadelesi, ilerde daha sert çatışmalara dönüşmek üzere, bugünden başlamıştır.
-Ekim Devrimi ve özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra batılı emperyalist devletlerden uzak tutulmaya başlanan Doğu bloğu pazarı, bugün batılı emperyalist ülkelere bütünüyle açılmış durumdadır. Bu, ilk bakışta, emperyalist sistemi ayakla tutacak güçlü bir kaynak olarak düşünülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu kaynak, emperyalizmin kullanabileceği son kaynaktır. Emperyalizm, kaynaklarını tüketmiştir. Kaldı ki bu durum, yaşanan ekonomik krizi hafifletmemiştir bile.
-Ekonomik ve askeri açıdan ezilen ülke ve uluslara daha da saldırmak zorunda kalan ve bunları birbirine kırdıran emperyalizm, bu süreç içinde kendi karşıtını da yaratmaktadır. Kafaları karıştıran Doğu bloğunun çözülmesinden sonra ezilen halklar, düşmanlarını daha net görmeye başlamış ve dünyanın her yerinde anti-emperyalist bir mayalanma süreci başlamıştır.
Türkiye’nin durumu, emperyalist sistemin bu genel’ bakışla sunulan tablosundan farklı değildir. Türkiye ekonomisi çok daha derin bir kriz yaşamaktadır ve bu krizi geçiştirecek olanaklardan yoksundur. İşte Körfez savaşı, Türkiye burjuvazisinin, yükselmekle olan işçi hareketini durdurmak ya da ertelemek, Kürdistan’da önlenemeyen ulusal kurtuluş mücadelesini, gerekirse emperyalist askeri güçle durdurmak için kullanabileceği bir olanak gibi göründü. Bu yüzden, bütün savaş karşıtı tepkilere rağmen Güney Anadolu’daki bütün askeri üsler emperyalist güçlere sunuldu ve Irak’a karşı kuzey cephesi açıldı.
Ancak gelişmeler, burjuvazinin arzuladığı yönde olmadı. Sadece baskı ve zorbalıkla, ne işçi hareketi bütünüyle durdurulabildi ne de Kürdistan’daki direniş. Burjuvazi böylece, KHK’ler ve kontrgerilla infazlarının yanı başına “demokratikleşme” güldürüsünü de koydu. Ancak burjuvazi adına, bunun da sonuç vermeyeceği açık. Körfez savaşı konusunda “bir koyup üç alma” hayali ise her geçen gün daha da ümitsiz olmakta.
Sonuç olarak, dünya emperyalist sistemi, yeni bir döneme; ekonomik, politik krizlerin, sınıflar ve uluslararası çatışmaların, çok cepheli mücadelelerin ve alt-üst oluşların yaşanacağı bir döneme giriyor. “Gerek iç sorunları gerekse dış sorunlarıyla ve gerekse işçi sınıfının ve Kürt halkının mücadelesinin yarattığı çözümsüzlüklerle Türkiye, emperyalist zincirin en zayıf halkalarından birini oluşturuyor”.
Dönemi böylece çözümledikten sonra, kitabın birinci bölümü yürütülecek devrimci mücadelenin biçimi ve yönelimini irdeleyerek sona eriyor.
İkinci bölümü üç başlık altında toplamak mümkün: 1) Birinci bölümdeki öngörülerin gerçekleştiğinin ve gerçekleşmekte olduğunun anlatılması ve örneklendirilmesi; 2) Türkiye burjuvazisini erken seçime zorlayan etkenler ve seçim sonuçlarının düşündürdükleri; 3) Bu zeminde gelişmelerin izleyeceği rota, öngörüler ve devrimci görevler.
Öngörüldüğü gibi, geçtiğimiz dönem, ulusal ve uluslararası çapla sınıfsal ve ulusal çatışmalara sahne olmuştur. Dünya ölçeğinde “evrensel barış” sağlanamadığı gibi, yeni çatışmaların dinamikleri de oluşmuştur. Özellikle Yugoslavya ve SSCB toprakları olmak üzere dünyanın birçok yerinde sert çatışmalar olmuş ve olmaktadır. Kuzey-Güney Kore sürtüşmeleri, Kuzey Kore üzerine yürütülen emperyalist kışkırtmalar, Küba’ya müdahale hazırlıkları ve Latin Amerika’da yaşanan darbe girişimleri ve diğer gerici saldırılar bu dönemde artmıştır. Dünya ölçeğindeki önemi giderek artan bir diğer gelişme de Kürdistan’da sürdürülen mücadeledir. Diyarbakır direnişi, Kürdistan’daki mücadele için bir dönüm noktasıdır. Anti-emperyalist mücadelenin de yoğunlaştığı bu dönem, derinleşerek devam edecektir.
İşçi sınıfının yaz eylemleri ve Kürdistan’daki mücadelenin kazandığı boyut, Türkiye ekonomisinde onmaz yaralar açmış ve siyasi iktidar boşluğunu iyice su yüzüne çıkarmıştır. Bunun bilincinde olan burjuvazi, devlet terörü ve “demokratikleşmemi, kendi iç çelişkisinin bir ifadesi olarak yine birlikte kullanmış, bunlara, iki yeni arayış eklemiştir.
“Gerçekte Türkiye’deki tüm emperyalist askeri üslerin ‘statü’sünü de yenileyen Silopi üssü bir anlamda emperyalizmin Türkiye’ye ve Türkiye Kürdistan’ına bir müdahalesidir” ve gerek sosyalistlerin, gerekse ulusal kurtuluş mücadelesi veren gerillanın hesaba kalmak ve uygun bir karşı koyuş yapmak zorunda olduğu bir olgudur.
Burjuvazinin çözümsüzlüğünün bir dışavurumu olan erken seçim ise, ne burjuvaziye, ne işçi sınıfına ne de Kürt halkına bir şey verememiştir. Sadece, burjuvazi cephesindeki parçalanmışlığın ve alternatif olamayışın düzeyi hakkında bilgi vermesi açısından önemlidir. “Gerçekte seçim sonuçları, burjuvazi ve gericilik için beklenmedik değil ama, ‘umut kırıcı’ yeni bir süreç başlatmıştır”.
İlk iki bölüm, devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadeleyi dünya ve Türkiye ölçeğinde ele almış, karşı-devrim cephesini çözümlemişti. Üçüncü bölüm, devrim cephesini, Türkiye ölçeğinde ele alıyor; DİSK’in yeniden kurulması ve bu süreçte devrimci tavrın ne olması gerektiği tartışılıyor.
İncelenen dönemin işçi hareketinin temel özelliği, istikrarsız oluşudur. “Açık kitle hareketi bir anda ülke çapında bir dalga haline gelebilmekle, biranda sıfır noktasına yaklaşan düşüşler gösterebilmektedir” Bunun pek çok nedeni olmasına karşın, bütün nedenler esas olarak, ekonomizmin ve sendikalizmin hareket üzerindeki baskısı ve devrimci çalışmanın sınıf saflarındaki zayıflığı ile açıklanabilir. İşçi hareketinin bünyesel zaaflarının pratik sonuçları şöyle sıralanabilir:
-Yığın hareketi, istikrarsızlık içinde gelişmekle; tutukluklar ve kararsızlıklar içinde ilerlemektedir.
-Sınıf dayanışması henüz çok zayıftır.
-Ekonomik mücadele, siyasal mücadele perspektifiyle verilemediği için, ekonomik mücadelenin bütün olanakları da henüz kullanılamamakladır.
-Grev, direniş ve sokak hareketi, henüz sınıfın kendi öz örgütlülüğü ve inisiyatifi altına girmemiştir.
Ancak bunlara bakarak bir devrimci örgüt, karamsarlığa kapılmak hakkına sahip değildir. Durumun bir diğer yönü de sınıf hareketinin, zaaflarını henüz aşamasa da, ilerleme içinde olduğudur:
-“İşçi hareketi ilerlemekledir; çünkü o, her şeye karşın, öne sürdüğü talepleri ve attığı sloganları ilerletmektedir”. Zonguldak direnişi ile birlikte, proleter sınıf bilinciyle ileri sürülmese de, işçi hareketine “iktidar” sloganı sokulmuştur.
-Daha önceki işçi hareketlerinden farklı olarak, artık işçiler harekete geçtikleri yerlerde, diğer emekçi sınıf ve katmanların desteğini almaktadır. “Zonguldak direnişi bu bakımdan Türkiye işçi sınıfı tarihinin, zirvesidir; salt bir işçi grevi değil, bölgesel bir genel direniştir”. Böylelikle işçi sınıfı, diğer sınıf ve katmanları etrafında toplayacağı sloganları öne sürdüğü, diğer sınıf ve katmanları temsil edebilecek tek sınıf olduğunu pratikte gösterdiği yeni bir döneme girmiştir.
-İşçi sınıfı harekeli, artık, fabrika duvarlarını aşarak sokaklara, yasa engelini aşarak yasal olmayan bir zemine taşmıştır. Zonguldak direnişi dönemin tüm hareketi içinde, sokağın ve yasa dişiliğin zirvesi oldu. Bugün de, en basil bir grev bile, söz konusu duvar ve engelleri aşmaktadır. “İşçiler siyasal mücadeleyi çoğunlukla sokak eyleminde, sokak direnişinde ve çatışmasında öğreneceklerdir ve hareket, sancılı da olsa sokak yolunu açma sürecine girmiştir”.
-Her işçi hareketi ve grev dalgası, öne sürdüğü talepler ve elde ettiği kazanımlar temelinde ele alındığında, genel bir yenilgiden söz edilebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, elde edilen kazanımlar, hemen her defasında, işverenin “verebileceği üst limitin” üstünde olmuştur ve her yeni hareket ve grev dalgası, bir öncekini aşan talepler öne sürmüş ve bir öncekini aşan bir direngenlik göstermiştir. “Her eylem, hareketin bünyesinde bir birikim yaratmış, burjuvazi ve gericiliğin açmazını derinleştirmiştir.”
İşçi hareketindeki sorun, kendiliğinden gelişen hareketin kendi sınıf siyasetine ulaşması sorunu olarak konuluyor ve bunun birincil yolunun, işçilerin, Marksist-Leninist Parti’de örgütlenmeleri olduğu vurgulanıyor.
DİSK’in yeniden kuruluşu ile oluşan gündeme devrimci müdahalenin tanımı ve içeriğiyle devam eden kitap, Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin olanak ve olanaksızlıklarının tartışıldığı bölümle son buluyor.
“Dünya ve Türkiye” yaşanan bir süreci, materyalist dünya görüşünde, yaşanırken tahlil etmesi, bugün çoğu gerçekleşen öngörülerde bulunması ve sınıf savaşımlarının canlı bir tanığı olması açısından önemlidir. Yapılan tahlil ve değerlendirmeler bugün de geçerlidir ve geçerli olmaya devam edecektir; çünkü süreç, “siyasal çalışmalar, mevcut toplumsal sınıfların ve sınıfların kesimleri arasındaki savaşıma” indirgenerek değerlendiriliyor. Canlı ve çarpıcı örnekleriyle bu kitap, her devrimcinin ve emekçinin okuması gereken, değerli bir çalışmadır.
(“Bugünden Geleceğe DÜNYA ve TÜRKİYE”, Ali Eldeniz, Evrensel Basım-Yayın 11, Mart 1992-İstanbul)
Mart 1992