Koalisyon hükümetinin iki partisinin başkanları başta olmak üzere tüm hükümet ve devlet görevlileri, tek bir propaganda merkezinden yönetiliyormuş gibi, birbiriyle çelişen iki tutumu bir arada sergiliyorlar. Bir yandan “Kürt varlığını tanımak”, “Kürtlere dil ve kültür özgürlüğünden, “Kürtleri çok sevdiklerinden vb. söz ediyorlar. Her vesile ile Kürt halkına seslenerek onları “kucaklamaktan, “eski haksızlıklardan kurtaracaklarından vb. dem vuruyorlar. Ama öte yandan, Cumhurbaşkanından başlayarak aynı yetkili çevreler, “Baharda bir Kürt ayaklanması” bekledikleri gerekçesiyle, bölgeye yeni birlikler gönderiyorlar; en masum cenaze törenlerine bile kurşun yağdırılmasını haklı bulduklarını, “caydırıcılık” ve “yasaların kendilerine verdiği hakkı” kullandıklarını söyleyerek baskı ve terörü savunuyor, kontrgerilla cinayetlerine bile kılıf uydurmaya çalışıyorlar. Bir yandan Türk-Kürt ayırımı yapılmayacağı, her vatandaşın birinci sınıf insan muamelesi göreceği propaganda ediliyor; öte yandan “üniter devlet yapısından asla taviz verilmeyeceği”, “Türkçenin resmi dil olmasının tartışılamayacağı”, üstüne basılarak yineleniyor. Burada, “Üniter devlet” yapısı, “Türkçenin resmi dil olması” tartışılamayacaksa iki halkın kardeşçe bir arada yaşamasının zemini ne olacaktır, eşit hakka sahip olmayan halklar ve diller hangi temelde kardeşleşecektir gibi sorular ortaya çıkarsa da, sorun daha bu temci sorulara varmadan pek çok alt sorular allında boğuntuya getirilmektedir.
Kürt ulusal mücadelesinin ulaştığı boyut, bölgede büyük çıkarları olan emperyalistlerden, Kürt sözünü edeni “bölücü”, “vatan haini” ilan eden devlet ve hükümet yetkililerine kadar geniş bir yelpaze içinde, konunun “Kürt varlığının tanınmasından “federasyon”a kadar değişik boyutlarda tartışılmasına yol açmıştır. Ama gelişmelere ve alınan “önlemlere” bakıldığında bütün amacın uyanan Kürt emekçileri yeniden varolan düzene bağlamak, bölgedeki Kürt mücadelesini emperyalizmin yeni dünya düzeni içinde uysallaştırmak olduğu anlaşılıyor. Bunun için her yolun kullanılacağı da en yetkili ağızlardan her gün yineleniyor.
Egemen Sınıflar Ve Koalisyon Hükümetinin “Çözüm Arayışları”, Emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni Ve Bölgedeki Emperyalist Çıkarlar İle Uyumlu Bir Arayıştır: Bölgedeki Kürt ulusal uyanışının kökleri 19. yüzyılın sonlarında başlar. 20. yüzyılın başlarından itibaren ise bu uyanış kendisini başkaldırılar ve ayaklanmalar biçiminde ortaya koyar. Aynı yıllar, büyük emperyalist devletlerin bölgede yoğun çıkar çalışmalarına girdikleri yıllardır ve emperyalist ülkeler, bölgede gelişen bütün ulusal uyanışlara olduğu gibi Kürt ulusal uyanışına da çeşitli yollarla müdahale ederler. Ve her seferinde bu başkaldırılar emperyalistler tarafından belirli bir çıkar karşılığında bölge devletlerine satılır. (Emperyalistlerin ulusal hareket ve kurtuluş mücadelelerine müdahalesi, bazen onları destekler görünüp bazen de arkadan hançerlemesi, ne Kürt ulusal mücadelesine has bir özelliktir ne de rastlantısal bir olaydır. Tersine, kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesinden bu yana dünyanın her köşesindeki ulusal mücadelelere rakip emperyalist ülkeler, birbirlerine ya da bölge devletlerine, çoğu zaman her iki kozu da kullanarak müdahalede bulunmuşlardır.) 20. yüzyılın ilk yarısında Türkiye’deki Kürt ayaklanmaları, Irak Kürdistan’ındaki Barzaniler önderliğindeki Kürt mücadelesi ve günümüzde Barzani ve Talabani’nin düştüğü durum emperyalistlere dayanarak “ulusal mücadele” yürütme politikalarının çarpıcı örnekleridir.
Bugün, azgın Türk şovenisti çevrelerin “Şeyh Sait Ayaklanmasında İngiliz Parmağı” vb. yazı dizileri, kitaplar yayınlamasının dayanağı da emperyalistlerin ulusal hareket ve “kurtuluş mücadelelerine müdahale, onları kendi politikalarına alet etme hevesleridir.
Elbette, emperyalistlerin ulusal mücadelelere müdahale isteği onların dünya hegemonyası gütmelerinin bir sonucudur ve hiç kimse şu ya da bu emperyalistin bir ulusal kurtuluş mücadelesini destekler görünmesinden, o ulusal kurtuluş mücadelesini sorumlu tutamaz. Özellikle de ulusal kurtuluş mücadelesinin başarı şansı arttıkça, emperyalistlerin ulusal kurtuluş mücadelesine yardım adı altında o mücadeleyi kendi politikalarının aleti yapma istekleri de artar; ulusal kurtuluş mücadelesiyle açıkça ya da el altından bölgedeki diğer devlet ve halklara karşı birleşme istekleri, ulusal kurtuluş mücadelesini kendi yanlarına çekme hevesleri yoğunlaşır. Burada asıl olan, emperyalistlerin o ulusal kurtuluş mücadelesine karşı tutumları değil, ulusal kurtuluş mücadelesi veren güçlerin emperyalistlere karşı, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına ve kurmak istedikleri düzene karşı tutumlarıdır. Eğer ulusal kurtuluş mücadelesi veren güçler, tutarlı bir ulusal kurtuluşçuluğun ayırımsız bütün emperyalistlere, emperyalizme karşı da bir mücadele olması gerektiği bilincindeyse emperyalistlerin şöyle ya da böyle bir tutum almaları o ulusal kurtuluş mücadelesini kirletemez. Ama tersine, ulusal kurtuluşçu güçler, günümüzde her ulusal kurutuluş mücadelesinin emperyalizme de yönelmek, onun genci çıkarlarına darbe vurmak olduğunun farkında değillerse, daha kötüsü emperyalistlere dayanarak ulusal kurtuluşa ulaşılacağı düşüncesindeyseler, amaç ne kadar haklı ve meşru olursa olsun, varılan yer emperyalizmin işbirlikçiliği, ulusa ve ulusal kurtuluşa ihanet çizgisi olacaktır. Son yüzyılın sayısız ulusal kurtuluş mücadeleleri, emperyalizmle uzlaşarak “ulusal devlet kurma” çabalarının kötü örnekleridir. Bugün Ortadoğu, emperyalizmin yeni dünya düzeni kurma girişiminde en sorunlu, pek çok çatışma ve altüst oluşların yaşandığı bir kaç en önemli bölgeden birisidir. Son yarım yüzyıl içinde bölgenin çatışma odağı olan Arap-İsrail çatışmasına, Kürt-Arap, Kürt-Fars, Kürt-Türk ve Arap-Arap çatışması da eklenmiş ve bu yüzden de 2. Dünya Savaşından bu yana emperyalistler en büyük askeri harekâtı bu bölgede yürütmüşlerdir. Ne var ki, Körfez Savaşı sorunları çözmek bir yana daha da karmaşıklaştırmıştır.
Öte yandan, son on yıl içinde Kürt sorunu, bütün öteki bölge sorunlarının hem önüne çıkmış hem de bölgede “istikrar”ın kurulması için merkezi bir sorun haline gelmiştir. Çünkü bölgenin en eski halklarından biri olan Kürtler, bugün beş ülke tarafından parçalanmış topraklarda yaşayan 30 milyonu aşan nüfusu ve hızlı bir ulusal uyanış içine girmesiyle kendi kaderlerini tayin edecek bir atılım içindedirler. Öle yandan Kürdistan, SB’nin de parçalanmasıyla dolaylı olarak (Türkiye ve İran aracılığı ile) Ortadoğu sorunlarına bağlanan Kafkas ve Orta Asya cumhuriyetleriyle birlikte Cezayir’den Orta Asya’ya kadar uzanan siyasi Ortadoğu’nun coğrafi olarak ortasında yer almaktadır. Bu coğrafi konuma, başkaldırmış bir halkın gücü de eklenmiştir. Emperyalistler de bunun farkındadır ve bölgede kendi egemenliklerini kurmak için Kürt ulusal başkaldırısını uysallaştırarak kendi doğrultularına çekmeyi amaçlamakladırlar. Bölgede emperyalizmin uşağı gerici diktatörlükler de, ufak tefek itirazlarla bu emperyalist planın uygulanmasının desteği durumundadırlar. Bu yüzden de bölgede Kürtlere yönelik “sırt okşama”dan askeri harekâtlara kadar varan, emperyalistlerin ve gerici diktatörlüklerin tulumunu belirleyen bir yaklaşımdır.
Bölgede emperyalistlerin bütün çabası, emperyalist çıkarlara zarar vermeyen “istikrarlı” hükümetlerdir. Bu çerçevede, emperyalistlerin “torbasında”, emperyalizme bağımlı, “bağımsız”, bir ya da birkaç Kürt devletinden kültürel özerkliğe kadar değişik Kürt senaryoları vardır. Yerine göre bu senaryoların bir ya da birkaçı propaganda odakları tarafından gündeme getirilmekte, emperyalist hükümetler de Kürtlere karşı tutumlarını genel ve özel çıkarlarını göz önüne alarak belirlemektedirler. Bölgede emperyalizme bağımdı gerici-faşist diktatörlükler de bu senaryolarla çıkarları arasında uyumluluklar sağlayarak emperyalistlerden güç alacak politikalar üretmeye çalışmaktadırlar. Emperyalizmin yeni dünya düzeni amacından kaynaklanan bölgedeki emperyalist çözümü eksen alan emperyalist ve değişik bölge ülkelerinin politikalarının bir noktada buluştukları bugünden bile çok açıktır: Ortak amaç, Kürt ulusal başkaldırısını emperyalizmin çıkarları çerçevesinde tutmaktır. Bunun için de, Kürt ulusal hareketi içindeki en uzlaşıcı olan kesimlerle işbirliği ve radikal unsurları da bu çizgiye çekme ya da tecrit etme politikaları izlemektir. Barzani ve Talabani’nin “meşru” Kürt liderleri olarak bütün emperyalist politika çevrelerinde kabul görmeleri, halta daha bir yıl önce Kürt lafı edenleri “bölücü”, “vatan haini” ilan eden Türk şovenisti çevrelerin Barzani ve Talabani’ye gösterdiği yakın ilgi, dahası Barzani ve Talabani’nin sadece Türk istihbarat örgütünün değil, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın da resmi konuğu olarak Ankara’yı “komşu kapısı” yapmaları bir rastlantı değildir. Türk hükümetinin bu tutumu, sadece “dış Kürtler”le de ilgili değildir. “İç Kürtler”de aynı politikanın hedefidir. Nitekim radikal PKK “terörist”, “katil” bir Kürt örgütü ilan edilirken, reformcu, emperyalist politikaların aleti olan Kürt fraksiyonların dergi çıkarmasına destek olmak için Genel Kurmay ve İçişleri Bakanlığı devreye girmekle, basım ve dağılım kolaylığı sağlamakladırlar. “İlk Kürtçe yasal gazete” olan Rojname’nin çıkış öyküsü hükümetin izlediği politikanın bu niteliğini göstermesi bakımından ilginçtir. Koalisyon hükümeti, ANAP hükümetinden devraldığı bu politikayı daha da derinleştirerek sürdürmekte, bir yandan “Şefkat Gezileri” düzenleyerek, “Kürt varlığını tanıyoruz”, “eskiden haksızlıklar yapılmıştır, ama biz bunları unutturacağız”, “Kürtleri de birinci sınıf vatandaş yapacağız”, propagandası etrafında Kürt emekçilerinin gönlünü kazanmaya çalışırken, öte yandan askeri harekâta hız verilmekte, “Bahar Saldırısıyla ulusal direnişin kırılacağı propaganda edilmekte, sadece propaganda da değil, geniş çaplı bir saldırı için bütün askeri, politik, psikolojik ve diplomatik hazırlıklar yapılmakladır. Muhalefetteyken koruculuğu, özel timi kaldıracağım, kontrgerilla faaliyetlerini durduracağını ilan eden koalisyon partileri bugün, giderek arlan cinayet ve saldırılara kılıflar üretmekledir.
“Bahar Saldırısı”, “ayaklanma” Tartışmaları Ve Emperyalistlerin Ve Türk Şovenizminin Amaçları: Özal’ın bir sohbetinde açıkladığı, “baharda Kürdistan’da girişilecek büyük askeri harekât” son bir kaç aydır, Kürt sorununun tartışma odaklarından birisi oldu. Özellikle burjuva basını, kimi, Özal’ın bu askeri saldırıyı “ihbar ettiği”ni öne sürerek Özal’ı eleştirmeye yönelerek, kimisi de zaten böyle bir saldırının kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalışarak bu saldırı için Türk kamuoyunu hazırlamaya koyuldular.
Özal’ın açıkça söylemesinden önce de, hükümet ve MGK’nın açıklamaları, böyle bir saldırının hazırlandığını zaten ima ediyordu Bu yüzden de Özal’ın açıklaması bilinen bir şeyin resmi ağızlardan ifadesi oldu. Kaldı ki; bu açıklamanın arkasından, basın, TV ve diğer propaganda araçlarından yürütülen kampanyadan da açıkça anlaşılacağı gibi, Özal, “bahar Saldırısı”nı ağzından kaçırmamış, tersine en tepedekilerle mutabakat içinde bu açıklamayı yapmıştır. Amaçları da çok açıktır: Her şeyden önce Türk kamuoyunu bir saldırı için hazırlamak istemektedirler. Basın daha bugünden bu görevi üstlenmiş olup, genel bir askeri saldırının gerekliliğini propaganda etmektedir. Bölgedeki kitlesel gösteriler ve son günlerde artan ve neye hizmet ettiği belli olmayan bireysel terör eylemlerini de bahane ederek, “artık sabrımız taşıyor”, “ne yapılacaksa yapılsın” edebiyatı tüm burjuva basının propagandasının bel kemiği olmuştur. Kürtleri de “bağrına bastığı”nı durmadan yineleyen Demirci, sivil faşist milis örgütlerinin “bölücülüğe” karşı yeniden örgütlenmeye geçmesini, “yeni duyduğu bir haber” olarak, TV’den kendi sesiyle verirken endişeden çok sevincini ifade etmekle, bu tutumuyla herkesi bu türden örgütlenmelerin içine çağırmakladır. DYP’nin basındaki yandaşları ve milletvekillerinin bazıları ise açıkça bu faşist örgütlenmeyi desteklemekte, “ülke bölünmeye çalışılırken yurttaşların seyirci kalamayacağını” “milliyetçiliğin gereği” olarak lanse edip, kıvançla desteklemektedirler. Kimi burjuva propagandacılar ise, Kürtler ve Türklerin yoğun olarak oturduğu illerde Türkleri Kürtlere karşı kışkırtmakta, faşist örgütlere hedef göstermekledirler. Böylece, sadece Doğu’da değil, Batı’da da Kürtlere karşı bir gerici saldırı için amaç ve hedefler oluşturmaktadırlar.
Öte yandan uluslararası planda da yoğun diplomatik çabalar harcanmakladır. Başbakan ABD’de “PKK’ya karşı saldırı” için onay almış, bölgede çıkarları olan diğer emperyalistlerle de yoğun bir diplomatik temasa girişilmiştir. Barzani ve Talabani de bu konuda, Kürt emekçilere yönelik olarak “askeri harekâtın durdurulmasını istedik” derken el altından “Bahar Saldırısı”na destek vermektedirler.
ABD başta olmak üzere emperyalistler, Kürt başkaldırısını denetim altına almak için giderek PKK’ya karşı daha sert tavır almakladır. Nitekim Demirel’in ABD gezisi sırasında, ABD ilk kez bu kadar açık bir dille PKK’yı “terörist örgüt” olarak niteleyen açıklamalar yapmış, PKK’ya destek veren ülkeleri tehdide yönelmiştir.
Emperyalistler, nasıl ki Irak’la Barzani ve Talabani’yi denetim altına almak için Saddam’ın terörünü kullanmışlar ve sonuçta Talabani ve Barzani’yi avuçlarının içine alıp Kürt koruyuculuğu konumunu elde etmişlerse, PKK’yı hizaya getirmek için de Türk askeri güçlerini kullanmaktadırlar. Emperyalistler açısından “Bahar Saldırısı”na destek vermelerinin bir nedeni de bu olacaktır.
Türk gericiliği ile emperyalistlerin çıkarları bu noktada da tam bir uyum içindedir: Her iki taraf da şu anda en radikal güç olmaya devam eden PKK’yı dışlamaya, en azından emperyalizmin çıkarları platformuna çekmeye çalışmaktadırlar.
PKK’nın son açıklamaları, emperyalistlerin ve gericiliğin baskılarının etkili olduğunu göstermektedir. Bir kaç yıl önce ABD emperyalizmine ve emperyalizmin Ortadoğu’daki faaliyetlerine açıkça karşı çıkan PKK, son zamanlarda emperyalistlere karşı daha uzlaşıcı bir tutum almakta, emperyalizmin yeni dünya düzenini onaylayıcı açıklamaların yanı sıra NATO’da bile “demokrasiyi koruyan” nitelikler keşfetmektedir. Dahası Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını, emperyalistler için kabul edilebilir bir çizgi olan “federasyon”a doğru çekmekte, geçmişte sıkça vurguladıkları bağımsızlıktan artık söz etmemektedir. Bu tutum her şeyden önce emperyalistleri ve Türk gericiliğini umutlandırırken, onları daha çok baskı için de cesaretlendirmektedir.
Bugün basın ve TV’de sürdürülen, hükümet ve Cumhurbaşkanının her vesileyle destekledikleri, “baharda terörü ezeceğiz” propagandası ve “ezme” gücü olarak düşünülen “Bahar Saldırısının propagandası, sadece kamuoyu oluşturmayı amaçlamıyor. Aynı zamanda Kürt emekçilerini sindirmeyi, ulusal uyanış saflarında bölünmeyi derinleştiren bir baskı unsuru olarak da kullanılmak isteniyor. Ulusal mücadeleyle henüz bütünleşememiş çevreleri caydırmayı amaçlıyor.
“Bahar Saldırısı” kampanyası, baharda PKK’nın “genel bir silahlı ayaklanma”ya başvuracağı haberleri ile birlikle yürümektedir. Ve Türk yetkililer, bu ayaklanmaya fırsat vermeden bastırmak için “Bahar Saldırısı” düzenleyeceklerini çeşitli yollardan açıklamaktadır. Hiç kuşkusuz, bugün bir ayaklanmanın koşullarının varlığı ve yokluğunun tartışmasının yeri burası değildir. Ama şu her zaman savunulması gereken bir gerçektir: Bağımsızlık ve özgürlük için ayaklanmak her halkın, her ulusun en meşru hakkıdır. Eğer bir halk bağımsızlığı ve özgürlüğü için ayaklanmayı göze alıyorsa onları hak etmiş demektir. Bugün kimi solcularımız “ayaklanmanın zamanı değildir” gibi çıkışlarla olası bir ayaklanmanın yolunu kesmeye çalışmakladırlar. Böylece de keskin ve “sorumlu” görünme arkasında ayaklanmaya temelli bir karşı çıkış içine girmektedirler. Çünkü bir ayaklanmanın koşullarının olup olmadığı 3 ay önceden bilinemeyeceği gibi, “ayaklanma hazırlığı” ile ayaklanmanın kendisi de aynı şey değildir. Kaldı ki, “Bahar Saldırısı”nın, PKK’nın baharda bir “ayaklanma” gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği ile bir ilgisi yoktur. Eğer bir genel “Bahar Saldırısı” olmazsa, bu Kürtlerin ayaklanmadan vazgeçtikleri için değil, politik ve askeri bakımdan yeterince hazırlanılmamış olmasından olacaktır.
Ayaklanma bir mücadelenin son ve zafer aşamasıdır. Bu yüzdende her kitlesel mücadele bir ayaklanma ile taçlanır. Ama ayaklanmanın en geniş yığınları içine çekmesi için en önemli koşul ayaklanmanın amacının çok açık ve yığınların o aşamadaki azami taleplerini içermesi gerekir. Muğlâk ve barışçıl yöntemlerle de elde edilebilecek talepler için bir ayaklanma mantıksız olduğu kadar başarısızlık tohumlarını da içinde taşır. Örneğin, kimi kültürel haklar ya da federasyon, emperyalizmin, gericiliğin senaryolarında varken bunu bir ayaklanmayla başarmak istemek anlamsızdır. Ancak bu çerçeveyi aşan bir bağımsızlık ve özgürlük isteği emekçi Kürt yığınları için anlamlıdır.
Gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında Kürt mücadelesi için asıl handikap ulusal mücadele içinde yer alan güçlerin kendi içinde bölünmesi, dinci ve reformcuların emperyalizmle uzlaşmada hayli yol kat etmiş olmalarıdır. Dahası, en radikal güç olmaya devam eden PKK’nın da emperyalizmi ulusal mücadelenin hedefi olmaktan çıkarıp emperyalizmin yeni dünya düzenini aklayan politikalara yönelmesi, ek olarak Müslümanlığı Kürtleri birleştiren bir öğe olarak benimseyip ideolojik olarak arasındaki sınırları kaldırması vb. bu geriye yönelik tutumların sonucu olarak özgürlük ve bağımsızlık konusunda açıkça tulum alamaması, karşı güçlerin başarı şansını artıran etkenlerdir.
Burada bir konuya daha dikkat çekmek gerekiyor. “Bahar Saldırısı”nın sadece Kürtlere, Kürt mücadelesine karşı bir saldırı olacağı, bundan Türk devrimcilerinin, komünistlerinin etkilenmeyeceğini düşünmek sadece ham hayaller beslemek, emperyalizm ve gericiliğin devrime, devrimci mücadeleye karşı olmaktan çıktığını söylemekle aynı şeydir. Basındaki “iyi istihbarat alan” burjuva köşe yazarlarının da açıkça yazdıkları gibi saldırı sıkıyönetim, savaş hali ve seferberlik önlemleriyle birlikle yürüyecektir. Bunun ne demek olduğunu da Türk ve Kürt emekçileri, demokratları, devrimcileri, komünistleri geçmişle yaşadı. Bugün, tarih Kürt ve Türk emekçilerinin, devrimcilerinin, komünistlerinin ortak mücadelelerinin zorunluluğunu bir kez daha kuşkuya yer vermeyecek biçimde dayatıyor. Mücadele keskinleştikçe bu zorunluluk kendisini daha çok duyuracaktır. Önemli olan bu tarihsel dönemde doğru tarafta olmak; özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesinde üstüne düşeni yerine getirebilmektir.
Mart 1992