Kürt Mücadelesi Yeni Bir Dönemeçte

Koalisyon hükümetinin iki partisinin başkanları başta olmak üzere tüm hükümet ve devlet görevlileri, tek bir propaganda merkezinden yönetiliyormuş gibi, birbiriyle çelişen iki tutumu bir arada sergiliyorlar. Bir yandan “Kürt varlığını tanımak”, “Kürtlere dil ve kültür özgürlüğünden, “Kürtleri çok sevdiklerinden vb. söz ediyorlar. Her vesile ile Kürt halkına seslenerek onları “kucaklamaktan, “eski haksızlıklardan kurtaracaklarından vb. dem vuruyorlar. Ama öte yandan, Cumhurbaşkanından başlayarak aynı yetkili çevreler, “Baharda bir Kürt ayaklanması” bekledikleri gerekçesiyle, bölgeye yeni birlikler gönderiyorlar; en masum cenaze törenlerine bile kurşun yağdırılmasını haklı bulduklarını, “caydırıcılık” ve “yasaların kendilerine verdiği hakkı” kullandıklarını söyleyerek baskı ve terörü savunuyor, kontrgerilla cinayetlerine bile kılıf uydurmaya çalışıyorlar. Bir yandan Türk-Kürt ayırımı yapılmayacağı, her vatandaşın birinci sınıf insan muamelesi göreceği propaganda ediliyor; öte yandan “üniter devlet yapısından asla taviz verilmeyeceği”, “Türkçenin resmi dil olmasının tartışılamayacağı”, üstüne basılarak yineleniyor. Burada, “Üniter devlet” yapısı, “Türkçenin resmi dil olması” tartışılamayacaksa iki halkın kardeşçe bir arada yaşamasının zemini ne olacaktır, eşit hakka sahip olmayan halklar ve diller hangi temelde kardeşleşecektir gibi sorular ortaya çıkarsa da, sorun daha bu temci sorulara varmadan pek çok alt sorular allında boğuntuya getirilmektedir.
Kürt ulusal mücadelesinin ulaştığı boyut, bölgede büyük çıkarları olan emperyalistlerden, Kürt sözünü edeni “bölücü”, “vatan haini” ilan eden devlet ve hükümet yetkililerine kadar geniş bir yelpaze içinde, konunun “Kürt varlığının tanınmasından “federasyon”a kadar değişik boyutlarda tartışılmasına yol açmıştır. Ama gelişmelere ve alınan “önlemlere” bakıldığında bütün amacın uyanan Kürt emekçileri yeniden varolan düzene bağlamak, bölgedeki Kürt mücadelesini emperyalizmin yeni dünya düzeni içinde uysallaştırmak olduğu anlaşılıyor. Bunun için her yolun kullanılacağı da en yetkili ağızlardan her gün yineleniyor.

Egemen Sınıflar Ve Koalisyon Hükümetinin “Çözüm Arayışları”, Emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni Ve Bölgedeki Emperyalist Çıkarlar İle Uyumlu Bir Arayıştır: Bölgedeki Kürt ulusal uyanışının kökleri 19. yüzyılın sonlarında başlar. 20. yüzyılın başlarından itibaren ise bu uyanış kendisini başkaldırılar ve ayaklanmalar biçiminde ortaya koyar. Aynı yıllar, büyük emperyalist devletlerin bölgede yoğun çıkar çalışmalarına girdikleri yıllardır ve emperyalist ülkeler, bölgede gelişen bütün ulusal uyanışlara olduğu gibi Kürt ulusal uyanışına da çeşitli yollarla müdahale ederler. Ve her seferinde bu başkaldırılar emperyalistler tarafından belirli bir çıkar karşılığında bölge devletlerine satılır. (Emperyalistlerin ulusal hareket ve kurtuluş mücadelelerine müdahalesi, bazen onları destekler görünüp bazen de arkadan hançerlemesi, ne Kürt ulusal mücadelesine has bir özelliktir ne de rastlantısal bir olaydır. Tersine, kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesinden bu yana dünyanın her köşesindeki ulusal mücadelelere rakip emperyalist ülkeler, birbirlerine ya da bölge devletlerine, çoğu zaman her iki kozu da kullanarak müdahalede bulunmuşlardır.) 20. yüzyılın ilk yarısında Türkiye’deki Kürt ayaklanmaları, Irak Kürdistan’ındaki Barzaniler önderliğindeki Kürt mücadelesi ve günümüzde Barzani ve Talabani’nin düştüğü durum emperyalistlere dayanarak “ulusal mücadele” yürütme politikalarının çarpıcı örnekleridir.
Bugün, azgın Türk şovenisti çevrelerin “Şeyh Sait Ayaklanmasında İngiliz Parmağı” vb. yazı dizileri, kitaplar yayınlamasının dayanağı da emperyalistlerin ulusal hareket ve “kurtuluş mücadelelerine müdahale, onları kendi politikalarına alet etme hevesleridir.
Elbette, emperyalistlerin ulusal mücadelelere müdahale isteği onların dünya hegemonyası gütmelerinin bir sonucudur ve hiç kimse şu ya da bu emperyalistin bir ulusal kurtuluş mücadelesini destekler görünmesinden, o ulusal kurtuluş mücadelesini sorumlu tutamaz. Özellikle de ulusal kurtuluş mücadelesinin başarı şansı arttıkça, emperyalistlerin ulusal kurtuluş mücadelesine yardım adı altında o mücadeleyi kendi politikalarının aleti yapma istekleri de artar; ulusal kurtuluş mücadelesiyle açıkça ya da el altından bölgedeki diğer devlet ve halklara karşı birleşme istekleri, ulusal kurtuluş mücadelesini kendi yanlarına çekme hevesleri yoğunlaşır. Burada asıl olan, emperyalistlerin o ulusal kurtuluş mücadelesine karşı tutumları değil, ulusal kurtuluş mücadelesi veren güçlerin emperyalistlere karşı, emperyalistlerin bölgedeki çıkarlarına ve kurmak istedikleri düzene karşı tutumlarıdır. Eğer ulusal kurtuluş mücadelesi veren güçler, tutarlı bir ulusal kurtuluşçuluğun ayırımsız bütün emperyalistlere, emperyalizme karşı da bir mücadele olması gerektiği bilincindeyse emperyalistlerin şöyle ya da böyle bir tutum almaları o ulusal kurtuluş mücadelesini kirletemez. Ama tersine, ulusal kurtuluşçu güçler, günümüzde her ulusal kurutuluş mücadelesinin emperyalizme de yönelmek, onun genci çıkarlarına darbe vurmak olduğunun farkında değillerse, daha kötüsü emperyalistlere dayanarak ulusal kurtuluşa ulaşılacağı düşüncesindeyseler, amaç ne kadar haklı ve meşru olursa olsun, varılan yer emperyalizmin işbirlikçiliği, ulusa ve ulusal kurtuluşa ihanet çizgisi olacaktır. Son yüzyılın sayısız ulusal kurtuluş mücadeleleri, emperyalizmle uzlaşarak “ulusal devlet kurma” çabalarının kötü örnekleridir. Bugün Ortadoğu, emperyalizmin yeni dünya düzeni kurma girişiminde en sorunlu, pek çok çatışma ve altüst oluşların yaşandığı bir kaç en önemli bölgeden birisidir. Son yarım yüzyıl içinde bölgenin çatışma odağı olan Arap-İsrail çatışmasına, Kürt-Arap, Kürt-Fars, Kürt-Türk ve Arap-Arap çatışması da eklenmiş ve bu yüzden de 2. Dünya Savaşından bu yana emperyalistler en büyük askeri harekâtı bu bölgede yürütmüşlerdir. Ne var ki, Körfez Savaşı sorunları çözmek bir yana daha da karmaşıklaştırmıştır.
Öte yandan, son on yıl içinde Kürt sorunu, bütün öteki bölge sorunlarının hem önüne çıkmış hem de bölgede “istikrar”ın kurulması için merkezi bir sorun haline gelmiştir. Çünkü bölgenin en eski halklarından biri olan Kürtler, bugün beş ülke tarafından parçalanmış topraklarda yaşayan 30 milyonu aşan nüfusu ve hızlı bir ulusal uyanış içine girmesiyle kendi kaderlerini tayin edecek bir atılım içindedirler. Öle yandan Kürdistan, SB’nin de parçalanmasıyla dolaylı olarak (Türkiye ve İran aracılığı ile) Ortadoğu sorunlarına bağlanan Kafkas ve Orta Asya cumhuriyetleriyle birlikte Cezayir’den Orta Asya’ya kadar uzanan siyasi Ortadoğu’nun coğrafi olarak ortasında yer almaktadır. Bu coğrafi konuma, başkaldırmış bir halkın gücü de eklenmiştir. Emperyalistler de bunun farkındadır ve bölgede kendi egemenliklerini kurmak için Kürt ulusal başkaldırısını uysallaştırarak kendi doğrultularına çekmeyi amaçlamakladırlar. Bölgede emperyalizmin uşağı gerici diktatörlükler de, ufak tefek itirazlarla bu emperyalist planın uygulanmasının desteği durumundadırlar. Bu yüzden de bölgede Kürtlere yönelik “sırt okşama”dan askeri harekâtlara kadar varan, emperyalistlerin ve gerici diktatörlüklerin tulumunu belirleyen bir yaklaşımdır.
Bölgede emperyalistlerin bütün çabası, emperyalist çıkarlara zarar vermeyen “istikrarlı” hükümetlerdir. Bu çerçevede, emperyalistlerin “torbasında”, emperyalizme bağımlı, “bağımsız”, bir ya da birkaç Kürt devletinden kültürel özerkliğe kadar değişik Kürt senaryoları vardır. Yerine göre bu senaryoların bir ya da birkaçı propaganda odakları tarafından gündeme getirilmekte, emperyalist hükümetler de Kürtlere karşı tutumlarını genel ve özel çıkarlarını göz önüne alarak belirlemektedirler. Bölgede emperyalizme bağımdı gerici-faşist diktatörlükler de bu senaryolarla çıkarları arasında uyumluluklar sağlayarak emperyalistlerden güç alacak politikalar üretmeye çalışmaktadırlar. Emperyalizmin yeni dünya düzeni amacından kaynaklanan bölgedeki emperyalist çözümü eksen alan emperyalist ve değişik bölge ülkelerinin politikalarının bir noktada buluştukları bugünden bile çok açıktır: Ortak amaç, Kürt ulusal başkaldırısını emperyalizmin çıkarları çerçevesinde tutmaktır. Bunun için de, Kürt ulusal hareketi içindeki en uzlaşıcı olan kesimlerle işbirliği ve radikal unsurları da bu çizgiye çekme ya da tecrit etme politikaları izlemektir. Barzani ve Talabani’nin “meşru” Kürt liderleri olarak bütün emperyalist politika çevrelerinde kabul görmeleri, halta daha bir yıl önce Kürt lafı edenleri “bölücü”, “vatan haini” ilan eden Türk şovenisti çevrelerin Barzani ve Talabani’ye gösterdiği yakın ilgi, dahası Barzani ve Talabani’nin sadece Türk istihbarat örgütünün değil, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın da resmi konuğu olarak Ankara’yı “komşu kapısı” yapmaları bir rastlantı değildir. Türk hükümetinin bu tutumu, sadece “dış Kürtler”le de ilgili değildir. “İç Kürtler”de aynı politikanın hedefidir. Nitekim radikal PKK “terörist”, “katil” bir Kürt örgütü ilan edilirken, reformcu, emperyalist politikaların aleti olan Kürt fraksiyonların dergi çıkarmasına destek olmak için Genel Kurmay ve İçişleri Bakanlığı devreye girmekle, basım ve dağılım kolaylığı sağlamakladırlar. “İlk Kürtçe yasal gazete” olan Rojname’nin çıkış öyküsü hükümetin izlediği politikanın bu niteliğini göstermesi bakımından ilginçtir. Koalisyon hükümeti, ANAP hükümetinden devraldığı bu politikayı daha da derinleştirerek sürdürmekte, bir yandan “Şefkat Gezileri” düzenleyerek, “Kürt varlığını tanıyoruz”, “eskiden haksızlıklar yapılmıştır, ama biz bunları unutturacağız”, “Kürtleri de birinci sınıf vatandaş yapacağız”, propagandası etrafında Kürt emekçilerinin gönlünü kazanmaya çalışırken, öte yandan askeri harekâta hız verilmekte, “Bahar Saldırısıyla ulusal direnişin kırılacağı propaganda edilmekte, sadece propaganda da değil, geniş çaplı bir saldırı için bütün askeri, politik, psikolojik ve diplomatik hazırlıklar yapılmakladır. Muhalefetteyken koruculuğu, özel timi kaldıracağım, kontrgerilla faaliyetlerini durduracağını ilan eden koalisyon partileri bugün, giderek arlan cinayet ve saldırılara kılıflar üretmekledir.
“Bahar Saldırısı”, “ayaklanma” Tartışmaları Ve Emperyalistlerin Ve Türk Şovenizminin Amaçları: Özal’ın bir sohbetinde açıkladığı, “baharda Kürdistan’da girişilecek büyük askeri harekât” son bir kaç aydır, Kürt sorununun tartışma odaklarından birisi oldu. Özellikle burjuva basını, kimi, Özal’ın bu askeri saldırıyı “ihbar ettiği”ni öne sürerek Özal’ı eleştirmeye yönelerek, kimisi de zaten böyle bir saldırının kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalışarak bu saldırı için Türk kamuoyunu hazırlamaya koyuldular.
Özal’ın açıkça söylemesinden önce de, hükümet ve MGK’nın açıklamaları, böyle bir saldırının hazırlandığını zaten ima ediyordu Bu yüzden de Özal’ın açıklaması bilinen bir şeyin resmi ağızlardan ifadesi oldu. Kaldı ki; bu açıklamanın arkasından, basın, TV ve diğer propaganda araçlarından yürütülen kampanyadan da açıkça anlaşılacağı gibi, Özal, “bahar Saldırısı”nı ağzından kaçırmamış, tersine en tepedekilerle mutabakat içinde bu açıklamayı yapmıştır. Amaçları da çok açıktır: Her şeyden önce Türk kamuoyunu bir saldırı için hazırlamak istemektedirler. Basın daha bugünden bu görevi üstlenmiş olup, genel bir askeri saldırının gerekliliğini propaganda etmektedir. Bölgedeki kitlesel gösteriler ve son günlerde artan ve neye hizmet ettiği belli olmayan bireysel terör eylemlerini de bahane ederek, “artık sabrımız taşıyor”, “ne yapılacaksa yapılsın” edebiyatı tüm burjuva basının propagandasının bel kemiği olmuştur. Kürtleri de “bağrına bastığı”nı durmadan yineleyen Demirci, sivil faşist milis örgütlerinin “bölücülüğe” karşı yeniden örgütlenmeye geçmesini, “yeni duyduğu bir haber” olarak, TV’den kendi sesiyle verirken endişeden çok sevincini ifade etmekle, bu tutumuyla herkesi bu türden örgütlenmelerin içine çağırmakladır. DYP’nin basındaki yandaşları ve milletvekillerinin bazıları ise açıkça bu faşist örgütlenmeyi desteklemekte, “ülke bölünmeye çalışılırken yurttaşların seyirci kalamayacağını” “milliyetçiliğin gereği” olarak lanse edip, kıvançla desteklemektedirler. Kimi burjuva propagandacılar ise, Kürtler ve Türklerin yoğun olarak oturduğu illerde Türkleri Kürtlere karşı kışkırtmakta, faşist örgütlere hedef göstermekledirler. Böylece, sadece Doğu’da değil, Batı’da da Kürtlere karşı bir gerici saldırı için amaç ve hedefler oluşturmaktadırlar.
Öte yandan uluslararası planda da yoğun diplomatik çabalar harcanmakladır. Başbakan ABD’de “PKK’ya karşı saldırı” için onay almış, bölgede çıkarları olan diğer emperyalistlerle de yoğun bir diplomatik temasa girişilmiştir. Barzani ve Talabani de bu konuda, Kürt emekçilere yönelik olarak “askeri harekâtın durdurulmasını istedik” derken el altından “Bahar Saldırısı”na destek vermektedirler.
ABD başta olmak üzere emperyalistler, Kürt başkaldırısını denetim altına almak için giderek PKK’ya karşı daha sert tavır almakladır. Nitekim Demirel’in ABD gezisi sırasında, ABD ilk kez bu kadar açık bir dille PKK’yı “terörist örgüt” olarak niteleyen açıklamalar yapmış, PKK’ya destek veren ülkeleri tehdide yönelmiştir.
Emperyalistler, nasıl ki Irak’la Barzani ve Talabani’yi denetim altına almak için Saddam’ın terörünü kullanmışlar ve sonuçta Talabani ve Barzani’yi avuçlarının içine alıp Kürt koruyuculuğu konumunu elde etmişlerse, PKK’yı hizaya getirmek için de Türk askeri güçlerini kullanmaktadırlar. Emperyalistler açısından “Bahar Saldırısı”na destek vermelerinin bir nedeni de bu olacaktır.
Türk gericiliği ile emperyalistlerin çıkarları bu noktada da tam bir uyum içindedir: Her iki taraf da şu anda en radikal güç olmaya devam eden PKK’yı dışlamaya, en azından emperyalizmin çıkarları platformuna çekmeye çalışmaktadırlar.
PKK’nın son açıklamaları, emperyalistlerin ve gericiliğin baskılarının etkili olduğunu göstermektedir. Bir kaç yıl önce ABD emperyalizmine ve emperyalizmin Ortadoğu’daki faaliyetlerine açıkça karşı çıkan PKK, son zamanlarda emperyalistlere karşı daha uzlaşıcı bir tutum almakta, emperyalizmin yeni dünya düzenini onaylayıcı açıklamaların yanı sıra NATO’da bile “demokrasiyi koruyan” nitelikler keşfetmektedir. Dahası Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını, emperyalistler için kabul edilebilir bir çizgi olan “federasyon”a doğru çekmekte, geçmişte sıkça vurguladıkları bağımsızlıktan artık söz etmemektedir. Bu tutum her şeyden önce emperyalistleri ve Türk gericiliğini umutlandırırken, onları daha çok baskı için de cesaretlendirmektedir.
Bugün basın ve TV’de sürdürülen, hükümet ve Cumhurbaşkanının her vesileyle destekledikleri, “baharda terörü ezeceğiz” propagandası ve “ezme” gücü olarak düşünülen “Bahar Saldırısının propagandası, sadece kamuoyu oluşturmayı amaçlamıyor. Aynı zamanda Kürt emekçilerini sindirmeyi, ulusal uyanış saflarında bölünmeyi derinleştiren bir baskı unsuru olarak da kullanılmak isteniyor. Ulusal mücadeleyle henüz bütünleşememiş çevreleri caydırmayı amaçlıyor.
“Bahar Saldırısı” kampanyası, baharda PKK’nın “genel bir silahlı ayaklanma”ya başvuracağı haberleri ile birlikle yürümektedir. Ve Türk yetkililer, bu ayaklanmaya fırsat vermeden bastırmak için “Bahar Saldırısı” düzenleyeceklerini çeşitli yollardan açıklamaktadır. Hiç kuşkusuz, bugün bir ayaklanmanın koşullarının varlığı ve yokluğunun tartışmasının yeri burası değildir. Ama şu her zaman savunulması gereken bir gerçektir: Bağımsızlık ve özgürlük için ayaklanmak her halkın, her ulusun en meşru hakkıdır. Eğer bir halk bağımsızlığı ve özgürlüğü için ayaklanmayı göze alıyorsa onları hak etmiş demektir. Bugün kimi solcularımız “ayaklanmanın zamanı değildir” gibi çıkışlarla olası bir ayaklanmanın yolunu kesmeye çalışmakladırlar. Böylece de keskin ve “sorumlu” görünme arkasında ayaklanmaya temelli bir karşı çıkış içine girmektedirler. Çünkü bir ayaklanmanın koşullarının olup olmadığı 3 ay önceden bilinemeyeceği gibi, “ayaklanma hazırlığı” ile ayaklanmanın kendisi de aynı şey değildir. Kaldı ki, “Bahar Saldırısı”nın, PKK’nın baharda bir “ayaklanma” gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği ile bir ilgisi yoktur. Eğer bir genel “Bahar Saldırısı” olmazsa, bu Kürtlerin ayaklanmadan vazgeçtikleri için değil, politik ve askeri bakımdan yeterince hazırlanılmamış olmasından olacaktır.
Ayaklanma bir mücadelenin son ve zafer aşamasıdır. Bu yüzdende her kitlesel mücadele bir ayaklanma ile taçlanır. Ama ayaklanmanın en geniş yığınları içine çekmesi için en önemli koşul ayaklanmanın amacının çok açık ve yığınların o aşamadaki azami taleplerini içermesi gerekir. Muğlâk ve barışçıl yöntemlerle de elde edilebilecek talepler için bir ayaklanma mantıksız olduğu kadar başarısızlık tohumlarını da içinde taşır. Örneğin, kimi kültürel haklar ya da federasyon, emperyalizmin, gericiliğin senaryolarında varken bunu bir ayaklanmayla başarmak istemek anlamsızdır. Ancak bu çerçeveyi aşan bir bağımsızlık ve özgürlük isteği emekçi Kürt yığınları için anlamlıdır.
Gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında Kürt mücadelesi için asıl handikap ulusal mücadele içinde yer alan güçlerin kendi içinde bölünmesi, dinci ve reformcuların emperyalizmle uzlaşmada hayli yol kat etmiş olmalarıdır. Dahası, en radikal güç olmaya devam eden PKK’nın da emperyalizmi ulusal mücadelenin hedefi olmaktan çıkarıp emperyalizmin yeni dünya düzenini aklayan politikalara yönelmesi, ek olarak Müslümanlığı Kürtleri birleştiren bir öğe olarak benimseyip ideolojik olarak arasındaki sınırları kaldırması vb. bu geriye yönelik tutumların sonucu olarak özgürlük ve bağımsızlık konusunda açıkça tulum alamaması, karşı güçlerin başarı şansını artıran etkenlerdir.
Burada bir konuya daha dikkat çekmek gerekiyor. “Bahar Saldırısı”nın sadece Kürtlere, Kürt mücadelesine karşı bir saldırı olacağı, bundan Türk devrimcilerinin, komünistlerinin etkilenmeyeceğini düşünmek sadece ham hayaller beslemek, emperyalizm ve gericiliğin devrime, devrimci mücadeleye karşı olmaktan çıktığını söylemekle aynı şeydir. Basındaki “iyi istihbarat alan” burjuva köşe yazarlarının da açıkça yazdıkları gibi saldırı sıkıyönetim, savaş hali ve seferberlik önlemleriyle birlikle yürüyecektir. Bunun ne demek olduğunu da Türk ve Kürt emekçileri, demokratları, devrimcileri, komünistleri geçmişle yaşadı. Bugün, tarih Kürt ve Türk emekçilerinin, devrimcilerinin, komünistlerinin ortak mücadelelerinin zorunluluğunu bir kez daha kuşkuya yer vermeyecek biçimde dayatıyor. Mücadele keskinleştikçe bu zorunluluk kendisini daha çok duyuracaktır. Önemli olan bu tarihsel dönemde doğru tarafta olmak; özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesinde üstüne düşeni yerine getirebilmektir.

Mart 1992

‘80’den günümüze kadın hareketi ve devrimci yaklaşım

Türkiye’de son on yıl, kadınların politik gündemde kendi sorunlarını tartışarak yer aldıkları yıllardır.
Bu günler, 12 Eylül darbesinin etkisiyle diğer sosyal sınıf ve katmanların seslerinin susturulduğu, taleplerinin şiddetle bastırıldığı, geçmiş kazanımların asker postalları altında ezildiği günlerdir. İstemlerin dile getirilemediği, bu yüzden bir kaç cılız itiraz dışında neredeyse istemekten vazgeçilindiği bir ortamda, kendileri için bir şeyler isteyen; bu yüzden dikkatleri üstüne çeken kadın sesleri duyulmaya başlandı. Kadın sesi burjuvazi için yeni bir şeydi ama iktidar kavgasında geçici bir yenilgiye uğramış devrimci örgütler için de öyleydi. Bu yüzden bir dizi spekülasyon üretildi.
Geçmişte, diğer ülkelerde kadın eylemi bütün toplumu harekete geçiren sosyal çalkantı dönemlerinde ortaya çıkmış, kadınlar tarihsel dönüm noktalarında kendi adlarını tarihin künyesine kazıyarak geçip gitmişlerdi. Ya Avrupa’da burjuva devrimlerin erkekler tarafından istenmeyen zoraki bir eklentisi olmaya çalışmışlar ya yeni kıtada kölelik aleyhtarı mücadelelerde bağımsız bir güç olarak, kendi taleplerini üreterek yer alan bir baskı grubu olmaya çalışmışlar ya da Sovyet Devriminde olduğu gibi artık sahip oldukları devrimci potansiyel saptanmış olarak proletaryanın davasına meşru ve önemsenen bir güç olarak sahip çıkmışlardı.
Ama Türkiye’de birden bire ortaya çıkan durura böyle oluşmadı. Yetmişli yılların son dönemlerinde giderek yükselen devrimci hareketin yanı başında yeşeren ve aynı ivmeyle büyüyen bağımsız bir kadın hareketi yoktu. Siyasal örgütlere giderek daha yoğun bir biçimde katılıp politikleşen kadınların aritmetik toplamından bir kadın hareketi adına sevinmek ve sonucu bu hareketin hanesine yazmak elbette ki mümkün değildir. Ancak kadınlara yönelik bir politika üretmek konusundaki yeteneksizlikten dolayı bir çok devrimci örgüt, kadın hareketi deyince uzun süre kendi saflarına kazandığı kadınları anladı. Oysa bu kadınlar bir kadın hareketinin varolma nedeni olan kadın olmaktan kaynaklanan sorunları tanımak ve ifade etmek olanaklarından yoksundular, bu yüzden kendileri için “özgül” bir tek talepleri yoktu.
‘70’li yıllarda duyulmayan kadın sesleri ‘80’li yıllarda duyulur olmuştu. Ancak bu kadın sesleri geçmiş devrimci harekete tepki olarak ve bu tepkiyi ifade ederek çıkmakta. Eski “devrimci” kadınlar cinsel hiyerarşi yüzünden terk ettiklerini, söyledikleri örgütlerini karalıyorlar, oradan bütün devrimci değerlerin reddiyesine varıyorlardı. Devrimci örgütlerin dağıtıldığı bugünlerde küfür cephesinde yerlerini alarak nesnel olarak devletle aynı paralelliğe düşüyorlardı. Bu nedenle yenilgi döneminde ortaya çıkan kadın “oluşum”larının burjuvazinin bir komplosu olduğu teorisi kadınlarla ilgili politika üretmeye aday olan ama bu tarihsel görevi bir türlü yerine getiremeyen “sosyalistler” tarafından hemen kabul gören bir teori oldu. Kendilerini feminist olarak tanımlayan bu kadınların gözerimlerinin kapitalizmin sınırlarında bitmesi, perspektiflerinin sosyalizmi içeremeyecek kadar dar olması, onları eninde sonunda burjuvaziyle birleştirir. Bu öngörüden yola çıkarak feminizmin bir devlet komplosu olduğunu söylemek ise kapitalizmin işleyiş koşulları ve tarihsel gelişimi hakkında hiçbir şey bilinmediğini gösterir.
Düzeni aşmayan ve kapitalizmi yıkmayı hedefleyen bir sınıfsal muhalefet hareketinin genel taleplerine bağlanmayan her talep, bu istemi dile getiren, bunun için savaşan kesimlerin gücüne bağlı olarak siyasal iktidar tarafından başlangıçta bir geri adım atılarak kabul edilse de burjuvazi için bu geri çekiliş kısa zamanda utkuya çevrilir. Karşılanmış her talep, burjuvazinin kendi dünyasını geliştiren, onun ne kadar adaletli ve hak bilir bir sistem olduğunu teslim eden, insancıl ve çağcıl bir görünüm kazandıran içsel ve doğal bir öğe haline gelir. Bugün burjuvazi tarafından ona ait sistemin doğal bir unsuru olarak kanıksanmış pek çok yasal hak kan ve can pahasına kazanılmıştır. Bundan iki yüz yıl önce oy kullanma hakkını elde etmek için sokağa çıkan uy*sal ev köleleri, bu istemin bedelini hapse atılarak, aşağılanarak, dövülüp işkence edilerek ödemişlerdir. Sonunda istekleri yerine getirildiğinde onların kendi ülkelerinin sınırlarını çoktan aşan bir işlevsellik gösterdikleri görülmüştür.
Söz konusu olan basit bir yasal değişikliğin sağlanmış olması değildir. Kapitalizm, kadınların eyleminden kendine düşen payı alarak vitrinini süslemiş, burjuvazinin devrimci dönemlerine ait olan ve hem bir özlemi hem de bir vaadi ifade eden “eşitlik” sloganı kadınların kazanımlarından karşılanarak, cinsler arasındaki yasal ayrıcalıklardan doğan asimetrik görünüm değiştirilmiş, burjuvazinin dünyası zenginleşip biraz daha gelişmiştir. Bir ülkede bir kez kazanılmış bir hak, uluslararası düzeyde genelleşerek sisteme ait bir unsur olarak içselleştirildikten sonra bazı kadınların kendi ülkelerinde de aynı kavgayı vermeleri artık gerekmez.
‘80 sonrasında yükselen feminist söylem de kendisini muhalif bir söylem olarak ifade ediyordu. Askeri darbe sonrasındaki ağır koşullarda her türlü itirazın muhalif kimliği edinmesindeki kolaylıktan bu söylemin de payını alması kolay oldu. Şirin Tekeli: “Feminist hareketin, 1980 askeri darbesine karşı oluşan demokratik muhalefetin ilk, hatla öncü hareketi olduğu, bugün de bu muhale/elin birçok açıdan önünde giden, kendi içersinde en ileri derecede demokratikleşmiş kanadım oluşturduğu, dolayısıyla toplumun demokratikleşme arayışında temel bir işlev gördüğü savunulabilir.” (1) diye tanımladığı süreçte, feminizme toplumun demokratikleşme arayışında işlevsel bir rol yüklüyor. Demokratikleşme arayışı ise “12 Eylül öncesine geri dönmeye çalışmak” çabasının örtük olarak ifade edilmesidir. Askerlerin kışlaya çekildiği, parlamentonun yeniden kurulduğu, ama bu kez Avrupa standartlarına uygun bir görünüş kazandırıldığı, burjuva demokrasisine benzer bir şeylerin aranmasıdır.
Burjuva devlet biçimleri arasındaki tercih, faşizm karşısında burjuva demokratik normların yeğlenmesi ve bunun arayışına gidilmesi, sosyalist alternatifin ifade edilmesindeki güçlüklerden de yararlanarak feminist harekete düzen sınırlarını aşmayan bir muhalif kimliği verir.
Feminizm devletten ve politikadan hiç söz etmeksizin politikanın yapıldığı bir alandır. Henüz üniversitedeyken “Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat” adını taşıyan bir tez hazırlamak durumunda kalarak politikaya bulaşan Şirin Tekeli bir yana bırakılırsa Türkiye’de ‘80’li yılların feministleri siyasetle devlet düzeyinde fazla uğraşmamışlardır. “Kadınların karşı karşıya oldukları baskı özel yaşamın kişisel olarak nitelenen alanlarında, gerçekleşir.” (2) Bu yüzden “kadınlara yapılan haksızlıkların baş sorumlusu da erkeklerdir. Erkekleri toplumun egemenleri yapan cinsiyetçi toplum ilişkileri ve bu ilişkilere karşı çıkmadıkları sürece, kadınların ezilişinden çıkarı bulunduğunu düşünmemek için hiçbir nedenimiz bulunmayan erkeklerdir” (3)
Kadına yönelik baskının tek tanındığı alan özel yaşam olarak tespit edilince bu baskıyı fizik olarak sürdüren erkeklerin tek hedef ilan edilmesi de kaçınılmaz sonuçtur. Feminist politikanın konusu bu yüzden kadınların günlük yaşam içinde karşılaştıkları baskılar ve erkek üstünlüğünün beliriş biçimleridir “Kişisel olan ile gerçek politika yapabileceğinden emin olmak’ gerekmektedir. (4)
Feminizmin politik zaafının başladığı nokta sistemden, sınıfsal ilişkilerden ve çıkarlardan arındırılmış bir özel yaşam düzenleme çabası, bu ideolojiye gösterilen ilginin de nedeni olabiliyordu. Sol, daha önce cinsel egemenlik ilişkisinin özel yaşam içinde tezahür eden biçimlerine, karmaşık ayrıntılarına hiç ilgi duymamış, genel bir “kadınların kurtuluşu devrimle olur” formülasyonuyla yetinilmişti. Feminizm solun yıllardır ihmal ettiği bu alanda bir yara gibi belirdi. Varlık nedenini bu ihmal ve önemsemezlikten aldı. Bu ideolojinin 12 Eylül koşullarında burjuvazinin devrimci hareketi bölmek için düzenlediği bir komplo olduğunu iddia etmeden önce devrimcilerin problemi kendi politikaları ile ilgili yönüyle tanımlamaları gerekiyor.
1982-90 yılları arasında kendiliğinden gelişen kadın eylemleri düzen sınırlarını aşmayan talepleri, örgütsüzlükleri, politik bir disiplinden yoksun gevşekliklerine karşın dikkat çekici bir kadın potansiyelinin varlığına işaret eder. Ve bu potansiyel üzerinde işlem yapmaya aday birçok kesimin de ilgisini çeker. Kadın sorunu son on yılda en çok konuşulan konu haline gelir.
Politik atmosferde en küçük esintinin hissedilmediği yıllarda kadınlar cephesinde hareketlilik başlamıştır: 1982’de YAZKO’yla birlikte bir grup kadının düzenlediği “kadın sorunları sempozyumu” ile süreç başlar. 1983’te Somut dergisinde kadınlara ayrılan sayfa, kadın sorununun değişik yönlerinin tartışıldığı bir platform haline gelir. Görüşler düzeyinde beraberliklerin ve ayrışmaların yaşandığı kadın sorununa ilişkin perspektif ortaklıkları doğrultusunda saflaşmaların belirdiği bir dönemdir bu.
Yurtdışından kitaplar getirilip çevrilir. Hatta bir yayınevi bile kurulur. “Bilinç yükseltme gruplarında” özel hayatlarında karşılaştıkları sorunların politik kavramlarına ulaşma çabalarının ve entelektüel diğer faaliyetlerinin onları getirdiği nokta artık “ne yapmalı” noktasıdır. “Sordukları sorular aynı” olanlar bir yayın faaliyetinde kendilerini diğerlerinden ayırırlar. Feministler “feminist”i, sosyalist-feministler “Kaktüs”ü çıkarmaya başlarlar. Bu kadınlar küçük burjuva sınıfsal kökene mensup, İyi eğitilmiş, bir kısmı Avrupa görmüş ve feminizan düşüncelerle orada tanışmış ayrıcalıklı bir grup kadındır ve bunların diğer birçok sorunları nesnel olarak çözülmüş sayılır. Ve düzenle çelişkilerinin boyutu oldukça sınırlıdır.
Değindiğimiz gibi feministlerin toplumsal bir projesi yoktur, kapitalizm ya da sosyalizm arasında bir tercih problemleri olmadığını iddia ederler. Bu tercihsizlik onları düzen savunucusu bir konuma iterken de sorunlardan kurtulmanın yolu ve olanakları terkedilmiş olur. Sosyalist feministler ise feministlerden kendilerini toplumsal bir projeye sahip olduklarını iddia ederek ayırırlar. Ama “ağırlıklı olarak” feministtirler. Ancak onların feminizmi “arı” bir feminizm değildir. Diğerleri gibi feminizmi “tek tek kadınların dayanışma içinde özel yaşamlarını dönüştürmekten ibaret” görmezler. “Kamusal alanda verilecek mücadelelerden kopuk bir kişisel politikanın kadınların çok sınırlı bir kesimini ilgilendirecek ve bu sınırlar içinde bile başarıya ulaşamayacak bir çaba olduğuna” inanmaktadırlar. (5)
Kadınların kurtuluşunun maddi koşullarını yaratacağı ve “feminizme açık olduğu için” sosyalisttirler. Ama sosyalizmleri sınıf tavrına bağlı olarak öngörülmüş bir proje değildir. Belki de bu yüzden Kaktüs’ün sayfalarında yayın yaşamı boyunca sosyalist perspektiflerinin ne olduğuna dair en küçük bir ize rastlanmaz. Feminist kimliğin öğeleri özenle açılıp tanımlanırken sosyalizm sözcüğü hoş bir takı gibidir.
Sosyalist feministler, “ortak ezilmişlik temelinde” bütün kadınların birlikte davranabileceklerine “kuramsal olarak” inanırlar: “Kadınların ortak ezilmişliklerinin onları birleştiren bir faktör olduğu ve aynı zamanda, kadınların sınıfsal, ırksal, kültürel düzeyde bölünmüş olduklarını vurgulamıştık. Ancak ortak noktalarının varlığı ve kadın sorunun sınıflar-arası bir sorun olması her sınıflan, her kesimden kadının harekele aynı ağırlıkta katılımını sağlamıyor… Burjuva kadınların sorunlarını -belki her zaman aynı ağırlıkla olmasa da- her kadının yaşadığını düşünüyorum… Biz burjuva kadınların sorunları içinde de yürümek Zorunda kalacağın (6)
Burjuva kadınlarının kadınlık durumlarını hiyerarşinin en alı basamağında yer alan kadınlarla aynı biçimde ve aynı acıları çekerek yaşadığını; örneğin onların evde bulaşık yıkadıklarını, çocuklara kendilerinin bakmak zorunda kaldıklarını, kocalarına maddi yönden bağımlı olduklarını, boşanma durumlarında sokağa düştüklerini, alış verişi dükkân dükkân dolaşarak ve yürüyerek kendilerinin yapmak zorunda kaldıklarını, bu yüzden yolda yürürken laf atmalara maruz kalacaklarını düşünmek mümkünse eğer, bu iki kadının da birlikte mücadele etmemeleri için hiçbir neden yok gibidir. Kaktüs yazarı iç geçirerek tespit eder “ama gelmezler ki”. Sosyalist sözcüğü hoş bir takı olarak kullanılmıyorsa eğer, bir sosyalistin burjuvaziyle işbirliği yapacağını ifade etmesindeki niyet açıktır. Kadın hareketini burjuvazinin kuyruğuna takmak, onu devlet kapılarında sürdürmek için sosyalist gibi görünmek zahmetine katlanmaya ne gerek var. Niyetlere göre teori oluşturulduğunda “kuramsal olarak mümkün” olan şey pratik olarak aynı sonuçları elbette vermeyecektir. Bu durumda kuramın yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bütün kadınlar kurtulmadan gerçek kurtuluşun sağlanmayacağını düşünmek başka bir şeydir. “Burjuva kadınların sorunları bizim de sorunumuzdur” demek başka şeydir.   .
Feminizmle birlikte yeni örgütlenme anlayışları da tartışılmaya başlanmıştır. Geçmişte bir siyasal örgütlenmede yer alan ve kendi örgütlerindeki cinsel hiyerarşiye tepki duyarak feminist olan kadınla geçmiş örgütlenme deneyimlerini eleştirerek, yeni modeller önermişler, Avrupalı ABD’li kız kardeşlerinin deneylerine ilgi göstermişlerdir. Bilinç yükseltme grupları, küçük grup, büyük grup terimleri son dönemde literatüre girmiştir. Bilinç yükseltme grupları feminizan düşüncelerle tanışmamış kadınların eğitildiği toplantılardır. ABD’deki toplu psikanaliz seanslarını çağrıştıran özel bir yöntemdir. Kadınlar, kendi özel yaşamlarını bir araya geldikleri diğer kadınlarla tartışır ve özel sorunlarının aslında genel ve herkes tarafından aynı biçimde yaşanan problemin bir parçası olduğunu fark ederler. Bilinç yükseltme grupları aslında adı şimdi başka bir biçimde anılsa da ya da artık bir adı olmuş olsa da kadınların evlerinde her zaman yaptıkları toplantılardan biçim olarak çok farklı değildir.
Karar organlarına, hiyerarşiye, merkeziyetçiliğe duyulan tepki onları gevşek, iş bölümünün olmadığı örgütlenme anlayışına iter. Başlangıçta 10-15 kişilik gruplarda, örneğin bir kitabın çevirisi sırasında asla sorun olmayacak olan bu durum, kitleselleşme arttıkça, bir durum hakkında tavır tespit etmek gerektiğinde, hedeflenen “bağımsız kadın hareketi” bir olgu olarak ortaya çıktığında hareket yeteneğini kısıtlayıcı bir rol oynayacaktır.
Eksikliklerine, perspektiflerindeki darlığa ve eklektizmlerine rağmen bu feminizan akımlar verdikleri yanıtlarla olmasa bile sordukları sorularla Türkiyeli kadınların ilgisini çektiler. Politik gündeme özel yaşam alanına dair saptamaları, kadınlık durumuna ilişkin sorgulamaları yeni bir soluk getirdi.
Kadın sorununun çeşitli yönlerinin tartışıldığı bu günlerde bir hâkimin, kocasından dayak yediği için boşanmak isteyen bir kadın için kullandığı “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” sözü ile kadınlar sadece konuşuyor olmaktan çıkarak sokağa döküldüler. Türkiye’de ilk kez kadın olmaktan kaynaklanan özel bir sorunları için yürüyor, dayağı protesto ediyorlardı.
Dayağa karşı dayanışma kampanyasını başka kampanyalar da takip etti. Cinsel tacize karşı kadınlara sembolik olarak mor iğnelerin dağıtıldığı kampanya burjuva basına da yansıdı ve eğlenceli bir konu olarak işlendi. Kampanyalar, bir sorun etrafında değişik kadın gruplarını birleştiren gevşek ve geçici örgütlenmelerdi, çalışmalar sırasında dozu yüksek bir ses çıkarmayı sağlıyordu. Ancak, hedeflenen eylem gerçekleştikten sonra hareketin ivmesi düşüyordu.
Eylemler başlangıçta “her konuda ortak düşünüp düşünmediklerini henüz bilmeden” bir araya gelen gruplarda yeni bir ayrışmaya yol açıyor ve “politika yapış tarzındaki farklılıklar” nedeniyle Feminist dergisi ekibi bölünüyor; arada bir çıkarken şimdi artık hiç çıkmıyordu. Kaktüs de yayın hayatına bir süre sonra son verdi.

KADIN SORUNUNA BAKIŞTA DEVRİMCİ KRİTER
Marksistler kadın sorununa yaklaşımda feminist ya da sosyalist feministler gibi düşünmezler. Bu yüzden burjuva feministlerle Marksist-Leninist kadınlar arasında tarihi çok eskilere dayanan bir polemik söz konusudur.
Marksist-Leninist kadınlar, siyasal hak eşitsizliklerinin, kişisel yaşamlarında ya da kamusal alanda yaşadıkları cinsel egemenlik ilişkilerinde ezilen taraf olmalarının nedeninin, kapitalizm olduğunu ve bu yüzden kapitalizm ortadan kalkmadıkça kurtuluşun mümkün olmayacağını bilmektedirler. Kadına yönelik baskının ve cinsel tahakkümün fark edilen bütün beliriş biçimleri modern sınıf ilişkilerinin ayrılmaz parçalarıdır ve zaten kapitalizm bir kadın sömürüsü temelinde varolabilir.
Kadının baskı altına alınışının tarihi kapitalizmle başlamaz. Ancak, kapitalizm bu eski egemenlik ilişkisini önceli toplumlardan devralarak kendi işleyiş biçimine uyacak yönlerini geliştirerek ya da ona yeni öğeler katarak, miadını doldurmuş unsurları ise ayıklayarak kendi sistemine eklemler. Bu anlamda cinsel egemenlik ilişkisi geçmiş çağlardan kalan bir kalıntı, nasılsa kapitalizmin evrimiyle giderilecek bir rahatsızlık değildir.
Kadının baskı altına alınışı bütün öteki sınıflı toplumların da karakteristiği olmakla birlikte bir kadın sorununu, kadınların kendi problemlerinin farkına varmaları anlamında olmak üzere kapitalizm koşulları doğurmuştur. Modern sınıf ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte kadın ev dışında ilk kez üretken faaliyet alanına çekilmiş ama bunun yanı sıra ve bununla çelişmek üzere kadın emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu tutularak eve bağlanmıştır. Aynı zamanda kadın erkekler gibi dışarıda çalışmak durumuna gelerek erkeğe bağımlılığı nesnel olarak azaldığında siyasal hak eşitsizlikleri, ataerkil ilkelerle örülmüş geleneksel önyargılar, günlük yaşamın cinsel hiyerarşik örgütlenmesi ayağına dolanmaya başlamıştır.
Kapitalizmde kadın iki işlev yüklenmiştir. Birinci işlevini yerine getirirken yani toplumsal üretime katılırken sermaye tarafından aynı erkekler gibi ve ama kadın olmaktan dolayı da çifte standartlı bir uygulamaya maruz kalarak ezilir. Sermayenin karşısında emek cephesinin bir parçasıdır. İkinci işlevi ise emek-gücünün yeniden üretimini gerçekleştirmektir. Bu süreçte kendisini ve erkeği (kocasını) ertesi günkü iş yaşamına hazırlamak için dinlenme zamanlarında gereken konforun sağlanmasından, iş gücünün günlük tazelenmesinden sorumludur. Kendi doğurduğu çocuklara bakıp onların sosyalleştirilmelerinde emek harcayarak işgücünün kuşaklar boyunca, işçi sınıfının bir sınıf olarak devamlılığını sağlamakla görevlidir. Yeniden üretim evde, aile kurumunda gerçekleştirilir. Cins egemenliği ilişkisi kadına bu süreçte “sevgi” ilişkisinde, erkekler aracılığıyla taşınır. Emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu tutulmak kadının ev kölesi olmasını koşullar. Dolayısıyla ev dışındaki üretken eylemiyle eski aile bağları gevşerken bu ikinci işleviyle kadın aile kurumunu pekiştiriri, güçlendirici bir rol oynar.
Kapitalizm, burjuva aile kurumuyla var olmak zorundadır. Bütün insancıl gereksinimler kadının ezilmesi pahasına bu kurumda giderilir. Kadının bunca ağır yükün ve baskının altında yüzyıllarca kayda değer bir itiraz göstermeden yaşamaya katlanması ataerkil ideoloji ile mümkün olmaktadır. Erkek egemenliği, erkek üstünlüğü anlayışı bütün sınıflı toplumlar boyunca toplumsal yaşamın en küçük gözelerine kadar sızmış gücünü de kadınların kendi aşağılanmalarım içselleştirmelerinden almıştır. Erkeklerin kendi üstünlüklerini dışsal bir baskıyla kadınlara zorla kabul ettirmeleri, kadınlar buna gönüllü onay vermedikleri sürece mümkün değildir. Cins egemenliği ilişkisi kadınları kendi çıkarlarına yabancılaşarak ataerkil zihniyete sahip olmalarıyla, erkek gibi düşünme alışkanlığı edinmeleriyle kurulur. Bizzat kadınlar kendi günlük yaşamlarında kurdukları ilişkiler ve kadınca faaliyetleriyle bu durumu her gün yeniden üretirler.
Bütün burjuva kültür, kadının ezilmesi, aşağılanması temelinde oluşur. Evden, kadınla erkek arasındaki “sevgi” ilişkisinden başlamak üzere, sokakta, çalışma hayatında, kamusal yaşamın diğer alanlarında bir cinsel hiyerarşi vardır ve bütün toplumsal yapı seksizm (cinsiyetçilik) temelinde örgütlenmiştir. En önemli ataerkil uğrak ise burjuva devlet aygıtıdır.
Kadınların ikinci sınıf insan konumunda tutularak çifte sömürülmesi burjuvazinin sınıfsal egemenlik ilişkisinin sürekliliğine katkıda bulunur. Burjuvazi kadınlarla ilgili politikasını yaşama geçirirken bu yüzden eski ahlaki normları, dinsel ideolojiyi, gerici gelenek ve önyargıları besler, körükler ve özel yöntemlerle müdahale ederek sürmesini sağlar. Hukuksal çerçevede erkekler lehine ayrıcalıklarla çizilir.
Kapitalizm aynı zamanda bir kadın sömürüsü temelinde varolabildiğine göre kadınların ezilişinin özel biçimlerine karşı çıkarak, örneğin bir yasal ayrıcalığa itiraz ederek ya da günlük ilişkilerde erkek egemen tezahürlere tek tek tavır alarak, en yakındaki erkekleri değiştirmeye çalışarak problemin çözülemeyeceği açıktır. Bu yöntemler tek tek kadınların ya da bir grup kadının yaşamlarını kolaylaştırıcı sonuçlar verebilir ve asla bundan vazgeçilmemelidir ama cins olarak kurtulmayı düşünüyorsak, kurtuluşumuzun bütün kadınların da kurtuluşunun ön koşulu demek olan kapitalizmin yıkılmasından sosyalizmden geçeceğini bilmek zorundayız.
Yani kadın cinsinin erkek cinsi karşısında ezilmişlikten ve köleleşmeden kurtuluşunun ön koşulu özel kapitalist mülkiyete son vermeyi, mülkiyeti toplumsallaştırmayı ve böylece özel mülkiyetin ve sermayenin egemenliği nedeniyle “cinslerin daha başlangıçtan beri birbirinin karşısına yanlış konmasından” ileri gelen insanın insanlık dışı durumuna son vermeyi zorunlu kılar. Kadın cinsinin kurtuluşu ve tam özgürlüğü sorunu toplumun mülksüzler kitlesinin mülk sahibi sınıfı mülksüzleştirmesi ve insanın kölelikten özgürleştirilmesi sorununa bağlıdır.
Modern burjuva toplumda hukuksal eşitsizlikler giderilebilir niteliktedir. Ancak kadının erkek karşısındaki eşitsizliğinin giderilişi bu yöntemle mümkün değildir. Çünkü kadının ezilişi kapitalizmle öylesine iç içe geçmiştir ki yasal önlemlerle bu sorunu gidermek mümkün değildir. Hukuksal hak eşitliği konusunda kadınlar yıllar boyu süren mücadeleler sonucu önemli mevziler kazandılar. Toplumsal üretimde ve toplumsal siyasal yaşamda kadınların tuttuğu yer her geçen gün daha da genişledi. Ancak hukuksal değişikliklere karşın kapitalizmin iktisadi ve toplumsal yasaları genel olarak emek gücünün yeniden köleleştirilmesinin yanı sıra kadın cinsinin erkek cinsi karşısındaki ezilmişliğinin koşullarını da yeniden üretti.

NE YAPMALI?
Geçmişte kadının özgül problemleri temelinde örgütlenmeleri olasılığından proletaryanın devrimci mücadelesinin bölünmesi tehlikesini görerek paniğe kapılanlar, kadın hareketinin devrimci potansiyeli konusunda ikna olmuş gibiler. Ancak hala “bilimsel sosyalizm günümüz toplumsal sorunlarından ayrılan, tümüyle kendine özgü kadın sorunlarının var olduğunu kabul etmemektedir.” (7), diye düşünenlere rastlamakla birlikte kadınların kadın olmaktan kaynaklanan özgün ve özel sorunlarının (elbette ki, toplumsal sorunlardan ayrılmayan, ama özgün) olduğu konusunda çoğunluk hemfikir. Sosyalist dergilerde şu veya bu yönüyle kadın sorununun tartışılmadığı sayı basılmıyor neredeyse. Kadınlara ayrılan sayfalarda sancılı bir değişimin ağır aksak yol alışının izleri var.
Özel bir kadın çalışmasının gerekliliğine inanan bazıları bunu şu gerekçeyle açıklıyor “Komünist Partisi için özel kadın çalışmasını zorunlu hale getiren neden binlerce yıldır süren ev köleliğinin kadınların ruhunda yol açtığı sonucu oluşan özel kadın psikolojisidir.” (8) (a.b.ç.)
Oysa kadın olmak bir psikoloji değildir. Kadınlarla ilgili bir politika üretmek zorunda olan bir siyasal örgütlenme de kadının sorununu basit bir psikolojik manevraya indirgememelidir. Kadın psikolojisi özgül sorunu tam da içinde arayacağımız kadınların günlük faaliyetleri içinde kurdukları ilişkilerin kuruluş biçiminin zorunlu sonucu olan ruh halidir. Özel bir kadın çalışması bu psikolojiden dolayı değil, değiştirilmesi gereken kadınlık durumundan dolayı gereklidir. Psikoloji kadınlara ulaşırken gözetilmesi gereken bir faktör olmakla birlikte kadınlara yönelik ilginin nedeni olamaz.
Marksist kadınlar kurtuluşlarının koşullarını hazırlarken kadınların hak eşitliği talebini asla küçümsemeden ama bu mücadeleyi işçi ve emekçi kadınlar içinde sosyalizmin propagandası ve onları devrim bayrağı altında toplama, örgütleme çalışması ile birleştirmek zorundadır. Proletarya kendisiyle birlikte bütün diğer ezilen sınıf ve katmanların kurtuluşlarının güvencesidir ve bu mücadeleye önderlik etmeye muktedir tek sınıftır. Hak eşitliği için mücadele, kadının sınıf baskısına karşı, sosyalizm için mücadeleye çekilmesinin kaldıracı olmak zorundadır.
Bir kadın, burjuva siyasal iktidara tavır almak için nasıl sınıf bilinci edinmek zorundaysa, aynı nedenden dolayı cinsiyet bilinci (kadınlık bilinci) edinmek zorundadır. Kadın kendi durumunun bilincine kendiliğinden ulaşamaz. O normal koşullarda bir sınıflı toplum fenomeni olan ve burjuva ideolojisine içerilerek bu sınıfın egemenliğinin sürdürülmesinde rol oynayan ataerkil ideolojiyi içselleştirmiş olarak dünyayı erkeklerin gözleriyle görür. Kendisinin yeteneksiz, yetersiz ve beceriksiz olduğuna inanmıştır. Kadın sınıf bilincini olduğu gibi cinsiyet bilincini de siyasal mücadele içinde kazanır. Grevlerde, eylemlerde, sınıf mücadelesinin diğer alanlarında uysal ev kölelerinin nasıl hızla değişerek erkeklerle yan yana aynı gözü peklikle kavgaya atıldıklarının sayısız örnekleri vardır: Ve bu kadınları hiçbir “koca” sözü geri döndürmeyi başaramamaktadır. Çünkü eylem, onları değiştirmiştir.
Marksist-Leninist kadınlar seksist temelde örgütlenmiş kapitalist toplumda günlük ilişkilerdeki erkek üstünlüğünün beliriş biçimlerine, yasal ayrıcalıklara, bürokratik uygulamalara kısaca erkek-egemen bütün görünümlere karşı çıkarken, asıl hedefi ve nedeni bir an bile gözden kaçırmazlar. Bu hedef burjuva devlet aygıtıdır. Kendi politikalarına diğer sınıf kardeşlerini, hemcinslerini kazanırken de onlara “kadınlık bilinci” kazandırma anlayışları sınıf bilincinin ediniminden ayrı, ondan kopuk ve onun dışında değildir. Onlar, cinsiyet bilincinin sınıf mücadelesi sırasında ve ancak onun için örgütlenerek elde edilebileceğini bilmektedirler.
Kadınların kendi sorunlarının farkına varmaları erkek egemen zihniyete karşı mücadele etmeleri proletaryanın genel siyasi mücadelesi açısından bölücü bir faktör olarak görülmemeleridir. İnsanları cinsiyetçi temelde bölen kapitalizmdir, devrimciler ise bu bölünmenin üstünü örterek sorun yokmuş gibi davranamazlar. Eylem içinde kendiliğinden ortaya çıkan sosyalist ilişki nüvelerinin devrimci bir tarzda işlenerek kadınlık bilincinin kalıcı ve sürekli hale getirilmesi yönünde çaba harcanmalıdır.

BAĞIMSIZ KADIN HAREKETİ
“Bağımsız kadın hareketi” (BKH) son yıllarda bütün kadın çevre ve örgütlerinde tartışılan ve içeriği belirlenmeye çalışılan bir kavram haline geldi. Hemen herkes bu adlandırma biçiminde anlaşıyor ama BKH’nin ne olduğu konusunda “rivayet muhtelif.” Ne kadar kadın örgütü varsa, kadınlarla ilgili çalışma yürüten ne kadar politik örgüt varsa o kadar da yorum var.
Bize göre BKII, ezilen ve bu yüzden düzenle çelişkisi olan işçi-emekçi-ev emekçisi kadınların yığın örgütüdür. Ve bu hareket, çeşitli renkten kadın örgütlerini, dernek, çevre ve gruplarını da çevresinde toplar. Bu çevreler BKH içinde birleşerek, güçlerini arttırarak düzene karşı muhalif eğilimlerine uygun olarak mücadele ederler.
BKH, demokratik bir kitle örgütüdür; kadınlar bu bünyede demokratik talepler çevresinde örgütlenirler. Bağımsız sözcüğü bu harekelin örgütsel yönden bağımsız olduğunu ifade etmek için kullanılmakladır.
BKH değişik siyasal örgütlenmelerin kadın çalışmalarının da birleştirilip disipline edildiği bir alandır. Proletaryanın Marksist-Leninist partisi de özel kadın politikasına uygun olarak bu oluşum içinde yerini alır, ve düzenle çelişen talepleri olan kadın kitlesine kendi özgül sorunlarından hareket ederek siyasal perspektif kazanmaları konusunda yardımcı olur ve onları sosyalizm için mücadeleye hazırlar.
BKH, çeşitli anlayışlardaki kadın örgütlülüklerinin toplamı olması bakımından hiç bir siyasal örgütlenmenin organik uzantısı ya da alt örgülü değil, içinde birçok siyasal örgütlenmenin kadın faaliyetinin yer aldığı, bu nedenle örgütsel bağımsızlığı olan bir örgütlenmedir. Gündemini kendi belirler, kimlerle iş birliğine girip ittifak yapacağı BKH’nin tasarrufu altındadır.
BKH, bir kitle örgütlenmesi olmak bakımından en geniş kadın kitlesinin somut talepler etrafında eyleme geçirilmesinin koşullarına sahiptir. Bu hareket içinde yer alan ve kendi parti politikalarına uygun olarak kadın çalışması yapan komünist kadınlar kadın hareketinin öncülüğüne soyunmak, önüne geçmek ve bereketin tüm öğelerini kendi politikaları çevresinde toplama çabasına girmek zorundadırlar. Proletaryanın partisi, işçi sınıfının sosyalizm davasına kadınları kazanma işlevini bu çalışmayla yerine getirir.
BKH, komünist partinin kadın çalışmasının adı değildir. Parti kendi kadın çalışmasıyla BKH içinde yer alır ve onun bileşenlerinden biri olur. Partinin kadın çalışmasının temel ölçütü kadınların üretim, öğretim, meslek birlikleri temelinde özel seksiyonlar halinde örgü ilenmelerini sağlamaktır. Örgütlenme konusunda isteksiz davranan sendika ve meslek birliklerinde genel sayıya oranla çok az yer alan ve kendilerini temsil etme, kendi sözlerini söyleme olanağı bulamayan kadınların örgütlenme konusunda ikna edilmeleri ve mevcut örgütlü kadınların da kendi sorunlarına duyarlı kılınarak eğitilmeleri gerekmektedir. Proletarya partisi kadın kitlelerinin nabzını elinde tutarak yönelimlerini saptamaya ve onları sosyalizme kanalize etmeye çalışır.
Kadınların özel durumu, özel ajitasyon ve özel örgütlenme biçimlerinin yaratılmasını zorunlu kılar. Kadınlar içindeki çalışmanın zenginleştirilmesi ve geliştirilmesi için yerel parti komiteleri, yerel komite bünyesinde kadın komisyonları oluşturmaya çalışır. Bu kadın komisyonları partinin kadın kitlelerine ulaşmasını kolaylaştıracak sinir uçlarıdır. Parti, bu anlayıştaki bir kadın çalışmasıyla BKH içinde yer alır ve düzenle çelişen bütün ezilen kadınları sosyalizm bayrağı altında toplanmaya çağırarak, bu hareketin inisiyatifini ve önderliğini eline alır.

Mart 1992

DİPNOTLAR:
(1) Şirin Tekeli: Kadın Bakış Açısından 1980ler Türkiye’si, sf:22
(2) Feminist, sayı: 2, sayfa- 23
(3) Feminist, sayı: 2, sayfa: 11
(4) Feminist sayı: 5, sayfa: 7
(5) Kaktüs 1 sf-11
(6) Kaktüs 4 sf-33-35
(7) Emek Dünyası sayı: 3, sayfa: 4
(8) Orak-Çekiç sf: 18

Yaklaşan Sendika Kongreleri Ve Bazı Sorunlar

1992 yılı, Türk-İş için, delege seçimlerinden başlayarak şube ve genel merkez seçimlerinin, konfederasyon yönetim kurulu seçimlerinin yapıldığı bir kongre yılıdır. Sendika ağaları burjuvaziyle yaptıkları hizmet sözleşmesini işçilerin oyuyla iki yıl daha uzatmak için bugünden ayak oyunları, adam kafalama, ahbaplık ve hemşericilik üzerine kurulu politikalarını hayata geçirmeye başladılar bile. Duna karşılık, komünist ve devrimci işçiler, kongre sürecini işçi yığınlarının eğitildiği, sermaye egemenliğine karşı mücadelede yeni mevziler kazanıldığı bir sürece dönüştürmek zorundadırlar.
İki milyona yakın işçinin içinde örgütlü bulunduğu Türk-İş içinde mevziler kazanmak ve bu mevzileri faşizme ve sermayeye karşı mücadelenin dayanakları yapmak çok önemli. Buna karşın, sorunun öneminin yeterince kavranmaması sonucu, birçok işçi devrimci, sendikal eyleme ve seçime karşı ilgisiz kalabilmektedir. “Bu dönem muhalefetle kalacağız”, “yönetime girersek yıpranırız”, “seçilsek ne değişecek” gibi sözlere sıkça rastlanmaktadır.
Bu tutum doğru değildir. Yazının devamında açıklanacağı gibi, sendikalar, yüz binlerce işçinin topluca hareket etmesine olanak sağlayan kille örgütleridir. Partinin işçi yığınlarını harekete geçirmesine yardımcı olacak sendikalar dışında bir örgüt icat edilememiştir ve edilemeyecektir. Sendikal mücadelenin sendika ağalarınca “kirli bir alana” çevrilmesi, seçimlerin sendika ağaları arasında “koltuk” etrafında dönen çirkin bir hesaplaşmaya dönüşmesi, bir işçi devrimciye bu alana sırt dönme hakkını vermez. Sendika ağalarının pisliğine bulanmadan da sendikal çalışma mümkündür ve ondan da öte zorunludur. Sendikalara girmek, organlara seçilmek, sendika ağalarının oyunlarını bozmak, onların komplo ve hilelerine karşı “savaş hilelerine” başvurmak gerekir. Tersi bir tutum, o alanı sendika ağalarına terk etmek olur.
Birçok devrimci işçiyi, sendikal çalışmadan geri çeken bir etken de sendikal çalışmaya ağırlık verildiğinde sınıfa yönelik devrimci ve komünist çalışmanın zayıflayacağı kaygısıdır. Sendikal faaliyet fabrika ve işyerlerinde komünist çalışmayla birleştirildiğinde komünist çalışmayı zayıflatmaz, aksine ona alan açar. Kuşkusuz sınıf içinde çalışma, sendikal çalışmaya indirgenemez. Komünist çalışmanın esasını, fabrika ve işyerlerine yönelik propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmaları oluşturur. Sendikal çalışma bu faaliyetin bir yönüdür. Ayrıca, sendikal çalışma 2. Enternasyonal partileri ve TKP’nin yaptığı gibi, sendika bürolarında çalışma ve sendika yöneticilerinin “kafalanması” değil, fabrikalarda temellenen bir çalışmadır. Uygun bir işbölümü yapıldığında ve komünist çalışmaya bağlı ele alındığında, sendikal çalışma sınıfın doğru temelde birliğine hizmet edecektir.
Bu yazımızın konusunu, sendikaların sınıf mücadelesi içinde taşıdıkları öneme bağlı olarak sendikalardaki muhalefetin oturması gereken hattın ne olması gerektiği, bir takım yanlışların eleştirilmesi oluşturuyor.

SINIF MÜCADELESİ VE SENDİKALAR
İşçi sınıfının sınıf sendikacılığı temelinde birliği sağlanmadan, kurulu sendikalar “kapitalist sınıfın işçi kâhyaları” olan sendika ağalarından ve burjuva sendikal anlayıştan kurtarılmadan kapitalizmin egemenliğine son vermek mümkün değildir. Bu gerçekleşmedikçe, işçi sınıfının mücadelesi doğru bir rotaya oturamaz. Lenin’in de söylediği gibi, “…dünyanın hiç bir yerinde proletaryanın gelişmesi, sendikalar olmadan, sendikaların ve işçi sınıfının partisinin karşılıklı eylemi olmadan gerçekleşmemiştir ve gerçekleşemez.”
Proletaryanın gelişmesi ve sermaye egemenliğine karşı mücadelesi bakımından sendikalar, niçin bu denli büyük bir öneme sahiptir? Bu soruyu, sendikaların görmesi gereken gerçek işlevi anlatarak yanıtlamaya çalışalım.
Gerçekte, işçi sınıfının sendikal mücadele de dâhil, her alanda yürüttüğü mücadelenin önderi sendikalar değil, işçi sınıfının devrimci partisidir. Proletarya partisi, “proleterlerin sınıf birliğinin en yüksek biçimi”dir ve O, işçi sınıfının her alanda yürüttüğü mücadeleyi, en yüksek mücadele biçimi olan siyasi mücadelenin ihtiyaçlarına göre birleştiren, harekelin gelişme yönünü tayin eden genelkurmayıdır. Proleterleri siyasi bir bağla birbirine bağlayan ve onların eylemini kapitalizme karşı sınıf mücadelesi halinde merkezileştiren parti, doğaldır ki, proletaryanın ekonomik-sendikal, ideolojik ve siyasi mücadelesinin önderidir. Yığınları eğiten, sermaye egemenliğine karşı seferber eden odur. Peki, işçi sınıfına her alanda önderliği parti yerine getiriyorsa, sendikaların önemi nerden kaynaklanıyor, sınıfın eylemini yükseltmek için sendikalara ne gerek var? Parti işçi sınıfının biricik öncüsüdür ama O, her alanda yürütülen mücadeleye doğrudan önderlik edemez. Çünkü parti, işçi sınıfının en kararlı, en fedakâr ve en bilinçli unsurlarını bağrında loplar. Bu yüksek nitelikli kadrolar ancak sınıfın bilinçli azınlığını oluşturur ve sadece parti örgütlenmesi, sınıfın ancak küçük bir bölümünü kucaklar. Sınıfın geniş kesimlerinin eylemi ile parti arasında bir bağ kurmak ve birincinin eylemini ikinciye bağlamak için parti bir dizi başka örgütü, yan örgütleri, kille örgütlerini gereksinir.
İşte sendikalar, parti ile yığınlar arasında “hareket iletici kayışlar” işlevi görür. Sendikalar, partinin yığınlara önderlik etmesinin temel yardımcı araçlarıdır. Büyük bir ağırlığı kaldırmak isteyen bir işçi için kaldıraç neyse, parti için de sendikalar odur. Parti, sosyalizm düşüncesine yabancı, birçok gerici önyargıya sahip milyonlarca işçiyi, sendikalar aracılığıyla eğitir, onları sendikaların yardımıyla siyasi mücadeleye kazanır. Çünkü sendikalar, işçi sınıfının bilinçli-bilinçsiz bütün ferilerini bağrında toplar. Sendikaların böylesine geniş kitlesel örgütler olma niteliği, onların ekonomik mücadelenin doğrudan araçları olması özelliğinden kaynaklanır. Yaşam koşullarının düzeltilmesi için mücadele etmek isteyen her işçi kendini sendikaların içinde bulur. Ekonomik bilinçle sendikalarda yer alan işçi, sendikalar aracılığıyla siyasi mücadeleye kazanılır. Ve böylece sendikaların gerçek işlevi de ortaya çıkar. Sendikalar ekonomik mücadelenin doğrudan araçları olmanın yanı sıra, siyasi mücadelenin de yardımcı araçlarıdır. Ekonomik mücadele ile siyasi mücadelenin birleştirildiği örgütlerdir.
Bu anlatılanlardan her sendikanın bu işlevi yerine getireceği sanılmamalıdır. Bu işlev, işçi sınıfı partisinin çizgisinde gerçek sınıf sendikaları tarafından yerine getirilebilir. Sınıf sendikalarının sermaye egemenliği için büyük bir tehdit olacağının bilincinde olan burjuvazi, sendikaları denetimine almak, kendi uşaklarını yönetime getirmek ve sendikaları kendi çıkarlarına zarar vermeyen uysal örgütler haline getirmek için bütün gücüyle çalışır. Ülkemizde işçi sınıfının onlarca yıl devrimci bir işçi partisine sahip olamaması, bugün de yeterli güce sahip bulunmaması ve burjuvazinin sendikal alandaki saldırıları gerçek sınıf sendikalarının doğmasına imkân vermemiş, bugün kurulu sendikalar büyük bir çoğunlukla burjuva politikasının güdümünde, sermaye ve gericiliğe bağlı yapıda kalmasına yol açmıştır. Sendikaların gerçek işlevi ile bugünkü sendikal yapılanma arasında kesin bir çelişki vardır. Bugün kurulu sendikalar, sahip bulundukları bu yöneticilerle işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasi mücadeleyi birleştirmenin araçları olamadıkları gibi, ekonomik mücadelede de işçi sınıfının taleplerine sahip çıkmak yerine, sınıfın eylemini en geri noktada tutmayı temel politika haline getirmişlerdir.
Bugünkü sendikaların, gerçek sınıf sendikaları olmamaları, sendikaların gerçek işlevlerini görmemeleri, bunların hiç bir olumlu işleve sahip olamayacağı gibi bir sonuca vardırmamalıdır. Bu sendikalar gerici yöneticilerine rağmen işçi örgütleridir ve sendikal mücadele ancak bu örgütler aracılığıyla verilebilir. Bugün işçi sınıfının sendikal bilinç taşıyan kesimlerinin içinde yer aldığı mevcut sendikalar dışında bir sendikal mücadele mümkün olamayacağına göre bilinçli işçinin görevi, sendikaları burjuvazinin egemenliğinin bir aracı olmaktan çıkararak, sermayeye karşı mücadele ve direniş merkezleri haline getirmek ve bu sendikalarda devrimci bir muhalefet çizgisi örgütlemektir.
Sınıfı harekete geçirmenin en etkin aracı sendikalardır. Sendikalar içinde bir etkiye sahip olmaksızın sınıfı devrimci eylem çizgisine kazanmak imkânsız değilse de çok zordur. Bu gerçeğe son bir kaç yılın olay ve olguları da açıkça tanıklık etmiştir. Son bir kaç yılın en önemli direnişleri olan Bahar Eylemleri, Zonguldak ve 3 Ocak Direnişi, Paşabahçe ve Maga Deri Direnişleri ancak sendikal mekanizmalar harekele geçirilerek ortaya konmuştur. Ama sendikalar içinde komünist ve devrimci etkinin zayıflığından dolayı hareket, sendikalizmin baskısını kıramamış, istenen başarıyı kazanamamıştır. Örnek vermek gerekirse, 3 Ocak eyleminde Türk-İş yönetimi, eylemi “evde oturmak” şeklinde pasif bir biçimle sınırlamak istiyordu. Buna karşılık devrimci komünistler, eylemin sokak gösterilerine dönüştürülmesi için yoğun bir ajitasyon yürüttü. Ama sendika organları bu yönde tutum almayınca, tüm çabaya karşın çok sınırlı sayıda işçi sokak eylemine katıldı.
Sendikaların kararı olarak resmileşmeyen devrimci çağrıların sınıfı eyleme kalmada yetersiz kalmasından, elbette ki dönemin koşullarına denk gelen eylem çağrılarından vazgeçmek gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Devrimci eylem çağrıları her zaman yapılmalıdır. Buradan çıkan sonuç şudur: Sendikaların sınıfı harekete geçirmedeki etkin rolü kavramak ve bunun için sendikal mevziler elde edebilmek için sabırla ve inatla çalışmak.

SINIF SENDİKALARI VE MEVCUT SENDİKALAR
Sendikaların görmesi gereken işlevin mevcut sendikal işleyişle yerine getirilmesi mümkün değildir. Bu durum, devrimci işçi partisinin ve işçi devrimcinin sendikal alanda yürüttüğü mücadelenin temeline sınıf sendikaları yaratma görevini koyar. Fakat sınıf sendikaları, sendikal mücadelenin temel hedefi olmakla birlikte, akşamdan sabaha bir mücadeleyle, mevcut sendikaların dışında rafine bir ortamda yaratılacak bir şey değildir. Devrimcilerin sendikal alandaki faaliyeti, burjuva akımların sendikal hareket saflarından sökülüp atılmasını, sınıfın sınıf sendikacılığı çizgisinde birleştirilmesini ve sendikaların sınıfın gerçek mücadele merkezleri haline getirilmesini hedefler. Bu hedefe varmak, uzun vadeli, sistemli ve çok yönlü bir mücadelenin sonucunda mümkündür.
Bu perspektif ışığında, sınıf sendikaları yaratmak için verilen mücadelede bugün kavranması gereken halka, yönetimleri burjuva bürokrat ve ağalarca gasp edilmiş olan mevcut sendikalar içinde etkin olarak yer almak, sermayeye karşı mücadelede işçilerin sınıf birliği için çalışırken burjuva partinin sınıf içindeki uzantıları ağa ve bürokratlara karşı mücadeleden yana bütün işçilerle etkin bir mücadele birliği oluşturmaktır. Sınıf sendikalarına giden yol, mevcut sendikaların dışında “yepyeni, tertemiz, burjuva demokratik önyargılardan, mesleki ya da mesleki birlik dar görüşlülük günahlarından arınmış bir ‘işçi birliği’ ” ( Lenin, “Sol” Komünizm) yaratmaktan geçmez. İşçi çoğunluğunun dışında oluşturulacak bu tür “işçi birlikleri” ya da “sendikalar”, belki temiz olabilirler ama ileri işçinin sınıfın ana gövdesinden kopmasından başka bir işe yaramazlar. Sınıf sendikalarına giden yol, bugün Türk-İş’in, Hak-İş’in ve diğer “bağımsız” sendikaların taşlı ve dikenli tarlalarında zahmetli ve sabırlı bir çalışmadan geçiyor.
Ülkemizde Marksist ve Devrimci Harekelin geçmiş deneyimleri, DSM ya da başka adlar altında mevcut sendikal yapılanmayı dağıtmak hedefine göre örgütlenen dar sendika örgütlerinin sendikal yapılarda devrimci etkiyi zayıflattığını göstermiş, başarıların olduğu kadar başarısızlıkların da öğretmenliğinden öğrenmesini bilen devrimci komünist hareket daha 12 Eylül öncesinde bu hatalı muhalefet çizgisini eleştirerek düzeltmiştir.
Sendika ağalarına karşı muhalefet, işçi kitlesinden kopma pahasına değil, işçilerle içice, onların taleplerine sahip çıkılan bir mücadele süreci içinde gerçekleşmelidir. Böylece, işçilerin ve sendikanın bir parçası olarak kalınabilecek, aynı süreçte sendika ağalarının yüzleri geniş işçi yığınları nezdinde açığa çıkarılacaktır.
Bugün, bu amaca bağlı olarak mevcut sendikalarda örgütlenmek, sendika ağalarına ve burjuva sendikacılığa karşı ideolojik ve pratik mücadele içinde yetkinleşmek, “doğal işçi önderleriyle” (kendiliğinden mücadele içinde öne çıkmış, işçilerin güvenini kazanmış unsurlar) ve demokrat yapılı sendikacılarla, sınıf içinde etkiye sahip devrimci-demokrat gruplarla bir dizi ittifak yapmak günün başlıca görevlerindendir.
Görev böyle ortaya konunca, devrimci bir sendikal çizginin sendikaları işçi örgütleri olarak değerlendirmesi ve sendikalar içinde etkin bir muhalefet için, sendika organlarında mevziler elde ederek bu mevzileri koruyup geliştirmeleri zorunludur. Bu zorlu mücadelelerle, sendika ağalarını, burjuva sendikacılığı işçi sınıfı saflarından kovmak sendikaları her yönden, yönetim, işleyiş ve bakış açısı olarak dönüştürmek mümkün olacaktır.

DÜZENE MUHALEFET SENDİKA AĞALARINA MUHALEFET
İşçi sınıfının bütün muhalefet biçimleri ve bunun derecesi, onun kapitalizmle arasındaki temel muhaliflik ilişkisi tarafından belirlenir. İşçi sınıfı, en başta ve temel olarak kapitalist sisteme muhaliftir ve eyleminin merkezinde kapitalizmin ortadan kaldırılması vardır. İşçi sınıfının bilinçli siyasal öncüsü ve sınıf bilinçli işçiler, diğer bütün güçlere anti-kapitalist mücadeleye ket vurdukları için ve ket vurdukları ölçüde muhalefet eder. Konumuz açısından, sınıf bilinçli işçilerin sendika ağalarına muhalefeti kendi başına bir amaç değildir. İşçi sınıfı, sendika ağaları, işçi sınıfının sermaye egemenliğine karşı yükselttiği ekonomik ve siyasi mücadeleye, sınıfın içinden bir güç olarak Truva atı rolüyle barikat diktikleri için onlara karşı mücadele eder. Amaç, anti-kapitalist mücadelenin köstekten kurtarılmasıdır.
Sendika ağaları, işçilerin kendilerine karşı mücadelesine “sendikaya muhalefet”, “sendikaya düşmanlık” gibi sıfatlar yakıştırmaktadırlar. Bu yolla ileri işçileri işçi kitlesinden yalıtmaya, yalnız bırakmaya çalışıyorlar. Sendika ağalarının bu demagojik saldırılarına karşı ileri işçilerin geri adım atması beklenemez. Ama bu mücadelenin yanlış görünümler kazanmaması için azami bir dikkat göstermek şarttır.
Sendika ağalarına karşı mücadele, mücadelenin engellerden kurtarılması içindir ve hiç bir şekilde sendikayı yıpratmak, bölmek, güçten düşürmek değildir. Aksine, sendikal eylemin adına yaraşır bir düzeye yükselebilmesi için ağaların işçilerin yakasından düşmesi şarttır, 15u nedenle sendika ağalarına ve burjuva sendikacılığa karşı mücadele, işçilerin öz örgütleri olan sendikaları sahiplenme tutumuyla birleştirilmelidir. Sendika ağalarına karşı mücadele kapitalizmle mücadeleye birleştirilmelidir ve onun bir parçası kılınmalıdır.
Sendika ağalarına karşı mücadeleden, onların gerici niteliklerini soyut düzeyde can sıkıcı şekilde tekrarlamak anlaşılmamalıdır. Onların sınıfa düşmanlıklarını somut eylem içinde göstermek, işçileri sermayeye nasıl peşkeş çektiklerini gösteren bir ajitasyon yapmak ve bunu genel siyasal ajitasyonla birleştirmek zorunludur. Böylece, ileri işçilerin doğrulan, sınıfın doğruları olacaktır. Günlük mücadele, ağaların burada satışına, orada uzlaşmasına her gün tanıklık etmektedir. “Suçlunun suçüstü yakalanması” denebilecek bu ajitasyonla birleştirilmeyen genel ajitasyon, “devrimci” bir laf kalabalığından öteye geçemez.

KONGRELER NASIL BİR ZEMİNE OTURMALIDIR
Ülkemizde sendika kongreleri işçiler dışında yürütülen gizli kulis toplantılarında yapılan kıyasıya koltuk pazarlığının ardından yapılan bir seçim olarak yaşanır. Düşünce ve yaşayışlarıyla işçiye değil burjuvaya benzeyen “profesyoneller” işçilere yaptıkları acıklı konuşmalarda, işçiyi ne kadar sevdiklerini ve bilmem kaç yıl işçilik yaptıklarını dokunaklı bir dille anlattıktan sonra “değerli hizmetlerinin” karşılığında oy islerler. İşçiyi kendi haklarını savunmaya çağırmaz, kendileri gibi “cefakâr” sendikacıların ancak işçinin hakkını koruyacağını böbürlenerek söylerler vb… Sonuçta seçim, sendika ağaları arasında bir yarışa dönüşür.
Bilinçli bir işçi kongre sürecine böyle yaklaşamaz. Sınıf bilinçli işçinin tulumu nasıl olacaktır?
Her şeyden önce, kongre sürecinin kapsamı seçim olarak darlaştırılamaz. Delege listelerinin oluşmasından genel merkez seçimine kadar kongre bir süreçtir. Bu süreç boyunca, işçi sınıfının günlük acil sorunlarından, harekelin genel sorunlarına kadar işçi sınıfının uluslararası ve ulusal planda temel ekonomik, siyasi ve ideolojik sorunları, sermaye sınıfının ve onların hükümetinin sınıfa saldırı planları ve buna karşı taktiğin ne olması tartışılmalı, süreç bir eğitim ve değerlendirme sürecine dönüştürülmelidir. Ancak böyle bir kongre süreci, sendika ağaları ve burjuva sendikacılığın gerçek yüzünün görülmesine imkân verecektir.
Bir kongre süreci, sadece gündemine aldığı sorunlarla sınıf mücadelesinin bir parçası kılınamaz. Süreci anlamına kavuşturacak en önemli unsur, işçi katılımıdır. Tartışmalar sendika salonlarının dışına taşmalı ve esas olarak fabrika ve işyerlerinde yaşanmalıdır. Bütün işçiler toplantılara katılıp fikirlerini özgürce ifade etmeli, işçi görüşü bütün düzeylerde kongreye yansımalı ve belirleyici olmalıdır. Böyle bir süreç, sendika ağalarının bolca lafını etlikleri ama yanından bile geçmedikleri “sendikal demokrasi” konusunda işçinin bilinçlenmesine imkân sağlayacağı gibi, kongre sürecine katılan işçinin, kongre süreci sonunda da sendikal gündemdeki tartışmalara katılmasının ve yönelimi denetleyebilmesinin de yolu açılacaktır. Bu süreç, aynı zamanda işçilerin üretken tiklerinin, yaratıcılıklarının da açığa çıkması demek olacaktır.
Seçimler, böyle bir sürecin arkasından yapıldığında, işçilerin iradelerinin ifadesi olabilecektir. Seçimler, süreç boyunca yürütülen faaliyetin bir sonucu olarak görülmek zorundadır ve böylece, işçi sınıfının sorunlarına verilen cevapla ayrışan taraflar işçilerin karşısına çıkacaktır. İşçiler, seçtiklerinin tek başına kişisel özelliklerini değil, onunla birlikle savunduğu çizgiyi onaylayarak oy verebilecektir. Kongre süreci, seçimlerle eşitlenemez ama önemsiz değildir kesinlikle. “Seçime katılmak ve yönetime seçilmek kendi başına bir amaç değildir” gibi bir gerekçeyle, yönetim organlarında temsil edilmekken geri durmak, yukarıda anlatılanlarla birlikte düşünüldüğünde anlamsız olacaktır. Kazanılan seçimler sermaye ve faşizme karşı mücadelede bir dayanaktır, böyle bir dayanaktan asla vazgeçmemek gerekir.
Burada bir noktaya dikkat çekmek gerek: Sendika ağalarının yanı sıra, bazı “sol” akımlar da, faydacı bir mantıkla, sırf yönelime adam sokmak için bölgeciliği, ahbaplığı ve sınıfın başka geri eğilimlerini kendilerine dayanak yapmaya çalışıyorlar. Bilinçli işçiler, hiç bir zaman bu platforma düşmemelidir. İşçiler sınıf sendikacılığını savunan listeyi, bilinçlerinde bir ilerlemenin sonucu olarak desteklemelidirler, işçi devrimci böyle bir destek aramalıdır. Ama aynı zamanda, geri bilinçli de olsa sermayeye karşı mücadele etmek isteyen, sendika ağalarına tulum alan ve sendikal demokrasinin işlemesi için mücadele eden işçi önderleri ve sendika yöneticileriyle ittifak yapmaktan kaçınmamalıdırlar.
Yaşanan kongre süreçlerinin ortak bir özelliği de kongre dönemlerinde, sınıfın diğer kesimlerinin talepleri karşısında duyarsızlaşarak bir içe kapanmanın yaşanmasıdır. Bu tutum sonucu, direnişteki işçilere destek verilmemekle, gözler kongre sorunlardan ötesini görmemekledir. Sınıf bilinçli işçiler, bu durumu kabul etmemeli, sınıfın diğer kesimlerinin ve diğer sınıfların taleplerine duyarsız kalındıkça, kendi sorunlarının çözüme kavuşamayacağını bilmeli ve sınıf kardeşlerine kavratmalıdır. İşçi sınıfının, ayrıntılarda farklılıklar taşısa da bütün temel talepleri ortaktır.
Bilinçli işçi için gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da şudur: Kongre çalışması, kongrenin yapıldığı süreyle sınırlı tutulamaz. Kongre süreci, olağan sendikal çalışmanın bir devamıdır ve öncesi ve sonrasından koparılamaz. Sendikal çalışma ve kongre çalışması kampanyalar şeklinde parlayan ve sönen bir çalışmaya indirgenirse, kalıcı başarılar elde etmek mümkün olmaz. Unutmamak gerekir ki, sendikalizmin kendini ağır şekilde hissettirdiği bir alanda, bütün engelleri parçalamak bir kaç aylık faaliyetin sonucu olamaz. Sistemli, sürekli ve yorulmaz bir çalışma, kalıcı mevzilerin ve sendikalizmin kırılmasının yolunu açabilir.

BAZI SONUÇLAR
* Mevcut sendikalar dağıtılması gereken örgütler değil, her yönden değiştirilmesi gereken örgütlerdir. Sendikaların, faşizme ve sermayeye karşı, sosyalizm perspektifine göre örgütlenmiş gerçek direniş merkezleri haline gelebilmesi için sendika ağalarının sendikal harekelin dışına atılması şarttır. Ama sendika yönelimlerinin ele geçirilmesi çok önemli olmakla birlikle, sendika ağalarının yerine devrimci yöneticilerin seçilmesi yetmez. Ayrıca, burjuva sendikal anlayışın yenilgiye uğratılması ve sınıf sendikacılığının ilkelerinin hâkim kılınması gerekir. Böylece, sendikal işleyiş temelden değişecek, sendikal demokrasi, bir işleyiş ilkesi olabilecektir. Fakat bugün diğer şeylerle birlikte, sendika yönetimlerinin işçilerce ele geçirilmesi dönüşümün en önemli unsurudur.
* Bu perspektifle, “müzmin muhalefet” tutumuyla davranmamak çok önemlidir. Sendikalar, hiç bir şekilde sendika ağalarına eşitlenemez. Sendikaya sahip çıkarken sendika ağalarını teşhir etmek ve sendika ağalığına karşı işçi çoğunluğuyla birleşmek, hep bir perspektif olmalıdır. Bunun için kendiliğinden mücadelede öne çıkmış unsurlarla, demokrat yapılı sendikacılarla ve demokrat gruplarla ittifak yapmak korkulacak bir tutum olmamalıdır. Sınıf sendikacılığı ilkeleri bu türden birlikleri yasaklamaz; aksine gerektirir. Sınıf mücadelesine hizmet etmesi koşuluyla bu türden birliklere girilebilir. İttifaka girilen işçi önderi birçok noktada yanlış düşüncelere sahip olabilir. Ama eğer o, sermaye egemenliğine karşı mücadele ediyorsa, sendika ağalarına tutum alıyorsa, onun bilinç geriliği, ittifakı ilkesiz yapmaz. Temel ilke, işçi çoğunluğunu sınıf sendikacılığı ilkeleri etrafında birleştirmeye hizmet ediyor olmasıdır. İttifak güçlerinin sınıf sendikacılığının ilkelerini kabul etmesini birlik koşulu olarak dayatmak, “ideolojik yakınlık”, “sınıf bilinci” gibi kriterler aramak, mücadeleci işçilerle kopmaya yol açar. Onları sınıf düşmanı sendika ağalarına doğru iter.
* Sınıf sendikacılığı, genel ilkelerin soyut bir şekilde tekrarlanmasıyla işçilere kabul ettirilemez. Bunun için genel ajitasyonun yanı sıra koşullara uygun taktikler geliştirmek, sendika ağalarının yüzünü somut pratik içinde açığa çıkarmak, sendika ağalarının teşhirini işçi sınıfının acil talepleri üzerinden yaparak onların niteliğini geniş işçilere kavratmak; bu süreçte esnek, koşullara göre açık ve gizli yöntemler kullanmak, sendika ağalarının manevralarını boşa çıkarmak zorunludur.

Mart 1992

İnsan Hakları Paketi Ya Da Tarihten Güncelliğe

İnsan Hakları Çağına çok uzun bir ömür biçmemek gerekiyor. İnsan haklarının ve demokratik kazanımların genişletilmesi ve gerçekleştirilmesi için mücadelenin hep süreceği açık, ama insan haklan ve demokrasi gibi kavramların siyasal işlevlerini tamamladıktan sonra, belirli bir doygunluk noktasında, resmi toplumun gündeminden düşeceğini söyleyebilmek için elde yeteri kadar veri olduğunu sanıyorum, kâhin olmayı gerektirmiyor.
Sonucu irdelerken nedene dönmek gerekiyor.
İnsan Hakları Çağına biçilmesi gereken ömür, uluslararası koşullar ve ulusal koşullar açısından, iç ve dış dinamikler açısından İnsan Hakları Çağının başlaması, başlatılması nedenleriyle ‘doğrudan bağlantılı.
Birincisi, İnsan Hakları Çağının uluslararası boyutlarına daha büyük ölçüde vurgu yapmak gerekiyor. Ülkemizde insan haklan olgusunun büyük ölçüde güncelleşmesi ve resmi toplumun gündemine geçmesi, insan hakları ihlallerinin siyasal şiddetin eşliğinde yoğunlaştırılan Eylül rejiminin sivilleşmesi süreci ile başlıyor, birbirini izleyen seçimlerin yarattığı siyasal atmosferle, özellikle 1986 sonrası ile birlikle hızlanıyor.
1986 ve sonrası, şimdi artık ‘eski sıfatı ile anılan Sovyetler Dirliği’nde ve Doğru Avrupa ülkelerinde, Gorbaçov’un ismine mal edilen Glasnost ve Perestroyka politikalarının yoğunlaştığı, ‘Sovyet’ sisteminin çözülme işaretleri vermeye başladığı tarihsel bir dönemi simgelemesi açısından önem taşıyor. Glasnost ve Perestroyka politikaları, şimdi daha rahatlıkla söylenebilir, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki bürokratik-kapitalist rejimlerin ekonomik, toplumsal ve siyasal mekanizmaları bütünlüğünün, biçimsel olarak da Batı burjuva normlarına uyarlanması için politik bir zemin sunmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu.
Glasnost ve Perestroyka politikaları, yeryüzü yuvarlağının dört bir köşesinde, beş yıl boyunca siyasal gündemin hep ilk sıralarını doldurdu, içten çok dıştan içe yürütüldü.
İnsan hakları ve demokrasi propagandası vurgusu öne çıkarıldı.
Batı, her türden hakkın devlet bürokrasisini temsil eden ‘komünist partilerin’ siyasal tekeline terk edildiği Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki bürokratik rejimleri ablukaya aldı. İnsan hakları ve demokrasi kavramları, ideolojik saldın ve ablukada yeni bir silah olarak kullanıldı.
İdeolojik bir propaganda bombardımanı hız kazandı.
Başlangıcı 20 yıl öncesine uzanıyor.
Vietnam Savaşı ve Vietnam Savaşı’nda ABD’nin yenilgisi, ‘68 rüzgârının da etkisiyle, Batı’da değerler sistemini sarsıntıya uğratıyor.
Batı’nın burjuva sistemi, özellikle ABD’den başlayarak ‘güven bunalımı’na giriyor. Watergate tipi politik skandallar ‘güven bunalımı’nı derinleştiriyor. Yaygın bir politizasyon sürecine, ‘demokrasi krizi’ olarak teşhis konuyor. Yığınların eski konumuna çekilmesi, depolitizasyon Avrupa ve Japonya’dan liberal ağırlıklı seçkin bilim adamlarından oluşturulan bir komisyonun raporunda yer alan politik önerilerde de görülebileceği gibi, ‘demokrasi krizi’nin aşılması için bir çözüm yolu olarak öneriliyor.
‘Demokrasi krizi’nin çözümüne yönelik öneriler ve iç-politikalar, uluslararası politikalarla birleşiyor. ‘Sovyet tehdidi’ ve ‘sosyalist ülkelerde insan hakları için mücadele’ kampanyaları, Balı’nın ve özellikle ABD’nin uluslararası politikasının ideolojik haremi oluşturuyor.
Carter, daha başkan seçilmeden önce, “Vietnam yenilgisi ve Watergate skandallarından sonra, ABD’nin kendi içine kapanmasını önleyecek tek şeyin insan hakları teması etrafında kamuoyunu harekete geçirmek” olduğunu söyleyen Başdanışmanı Brzenski, ABD’nin uluslararası politikasının yeni yönelimlerinden birini dile getiriyordu.
Bütün medya sisteminin de katılmasıyla, ‘Sovyet sistemi’, 1970’li yılların ortalarından itibaren, insan hakları eksenli ideolojik bir bombardımana tabi tutulmaya başlanıyor.
İkinci emperyalist savaş sırasında ve sonrasında, ABD İngiliz sömürgelerini kendi egemenlik alanına sokmak için, ulusal kurtuluşçu potansiyellerden de yararlanmak amacıyla, ‘özgürlük’ sloganını kullandı, yeni-sömürgecilik yöntemleri es-ki-sömürgecilik yöntemlerinin yerini aldı. İngiliz sömürge sistemi çözüldü.
Dün ‘özgürlük’ sloganının gördüğü işlevin, daha farklı koşullarda, 40 yıl sonra Sovyet sisteminin hedef alınmasıyla, insan hakları sloganına yüklendiği görülüyor.
Soğuk savaş politikaları, insan hakları vurgusunun öne çıkarılmasıyla yürütülüyor.
İlk başarısını uluslararası anlaşmalarda gösteriyor. Batının, ‘özel mülkiyet hakkı’ ve ‘politik çoğulculuk’ başta olmak üzere, siyasal uluslararası belgelere giriyor. Helsinki Nihai Senedi, bunun için önemli bir başlangıç oluşturuyor. 1975’te Helsinki Nihai Senedi ile başlayan süreç, içte Glasnost ve Perestroyka politikalarının etkileri ve sonuçları ile de birleşerek, 1990’da, Paris Şartı hükümleri ve takip eden AGİK anlaşmaları hükümleri ile noktalanıyor.
Batının tekelci demokrasileri için, 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri dışındaki hiçbir anlaşma ve sözleşme, hukuki anlamda bağlayıcı bir özellik taşımıyor. Sadece AİHS, Avrupa’nın burjuva demokrasileri ile sınırlı. Helsinki Nihai Senedi’nden, AGİK sürecinde Paris Şartı’na kadar uzanan anlaşma ve sözleşmeler ise, imzacı devletlerin çokluğu ve coğrafi dağılımı dikkate alınırsa, daha evrensel bir özelliğe sahip. Temel özellikleri de Sovyetler Birliği ve Doğru Avrupa ülkeleri için kaleme alınmış olmalarıdır.
Bütün bir süreç boyunca Batı’nın medya tekelleri aracılığıyla, hep Sovyetler Birliği’nden ve Doğu Avrupa ülkelerinden, en başta insan hakları ihlalleri ile ilgili, uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmeleri isteniyor. Batı’nın ideolojik propaganda ve ablukası, hukuki dayanağını, AGİK sürecine bağlanan, uluslararası anlaşma hükümlerinden alıyor.
AGİK süreci devam ediyor.
Maddi bir olgu olarak Sovyetler Birliği ise noktalanıyor. Batı burjuva normlarının, ekonomiden siyasal yapıya kadar biçimsel olarak da egemen olmasıyla, sosyalist görünümlü, ama özünde bürokratik-kapitalist bir devlet olan Sovyetler Birliği, yerini Bağımsız Devletler Topluluğu’na, aynı anlaşma gelmek üzere siyasal bir kaosa terk ederek tarih sahnesinden siliniyor.
Batı’nın burjuva devletler kampının, Ekim Devrimi ile başlayan ve zaman zaman fiili işgale de dönüşen kuşatma ve abluka politikasını, Birliğin izlediği ‘barış içinde yan yana yaşama’ politikaları ile dünya devriminde ricat etmek zorunda kalmasının ve içte kapitalizmin restorasyonu süreci ile birlikte süper devlet politikası izlemesinin yanında, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinde ve dağılmasında önemli bir etken olarak saptamak gerekiyor.
İnsan haklan propagandası, bir yönüyle, artık süper bir devlete dönüşmüş olan Sovyetler Birliği’nin kuşatılması ve abluka altına alınması politikasında, soğuk savaş döneminin son aşamasının ideolojik harcını oluşturuyordu.
Soğuk savaş dönemi ile birlikte Sovyetler Birliği olgusu da tarihe karışıyor.
İnsan haklarına yapılan vurgunun, bu yönüyle, resmi toplum açısından evrensel düzeydeki tarihsel ve siyasal işlevini şimdilik tamamladığı söylenebilir.
Sovyetler Birliği’nin artık ‘eski’ sıfatıyla anılmaya başlanmasından bu yana, insan haklarına yapılan vurgunun şiddetinin giderek azaldığını gözlemleyebilmek mümkün.
Yakın bir gelecekte, resmi toplum açısından, İnsan Hakları Çağı’nın kapanacağını söyleyenler, siyasal bir kehanette bulunmuyorlar aslında.
Bir yönelim, siyasal bir eğilim ifade ediliyor.
İkincisi, İnsan Hakları Çağı’nın Türkiye ayağı, sadece resmi otoritesinin, ABD’nin ‘yeni dünya düzeni’ politikasına ve İnsan Hakları Çağı’nın pratiğine uygun bir partiler kombinezonu aracılığıyla, uluslararası bir kampanyaya katılması ile, uluslararası bir kampanyanın etkilerinin lokal düzeydeki yansımaları ile sınırlı değil, önemli ölçüde iç-toplumsal boyutlara sahip.
Buna kabaca toplumsal ve tarihsel bir birikim demek yanlış olmaz. Toplumsal ve ulusal birikimin kendisini eylemlilik düzeyinde dışa vurması, çok kullanılan bir tabirle elbisenin vücuda dar gelmesi, siyasal otoriteyi, hükümetlerin siyasal yapılanmalarından büyük ölçüde bağımsız olarak, yeni hukuki düzenlemeler almak zorunda bırakıyor.
Fiili hukukun yazılı hukuku belli alanlarda büyük ölçüde işlevsizleştirdiğini, aşlığını aşındırdığını görebilmek mümkün.
Kürt muhalefetinin gelişmesi ve siyasal etkileri, 70 yıllık Cumhuriyet ideolojisini, resmi ideolojiyi aşındırdığı içindir ki, en yetkili ağızlar ‘federasyon’ tezine kadar uzanan bir yığın ‘çözüm’ önerisini kamuoyu gündemine sokuyor, ‘Kürt realitesi’ kabul görüyor. Kürtçe yayın çıkarılmasına yeşil ışık yakıldığı görülüyor.
Eylül rejimi altında yürürlüğe giren ve uygulama alanı bulan sendika, grev ve toplantı gösteri yürüyüşleri yasaklarına karşın, işçi sınıfının sosyal-sınıfsal muhalefeti, kendisini, mevzi ama yaygın işçi grevlerinin yanında, daha önemli ve belirleyici olarak geniş katılımlı bahar eylemlerinde, ayağa kalkan Zonguldak’ta ve Mengen Barikatlarında açığa vuruyor.
Aşırı yüklenmiş bir barajın, kapaklarının yıkılması ile ortaya çıkabilecek potansiyel bir tehlikenin önüne geçmek için, barajdaki su kütlesinin baraj çeperine yaptığı aşırı baskıyı hafifletmek için, su kütlesinin bir bölümünün, açılan küçük yan kanallarla düz bir ovaya akıtılmasına benzetilebilir.
‘Kürt realitesi’nin lafız olarak kabulü, toplumsal-ulusal potansiyelin, tepki birikiminin SHP-IIEP ittifakını da içeren seçimlerle parlamento zeminine akıtılmak istenmesi, Kürt radikalizminin Kürt reformculuğu ile ehlileştirilmesi için ‘yeşil ışık’ politikaları, açılan kanallardan birini oluşturuyor.
Ne ölçüde yasallaşacağı tartışmaları bir yana, ILO sözleşmesi hükümlerine uyulacağının açıklanması, tabandan gelen örgütlenme atılımlarının pasifize edilmesiyle devlet desteğinde ‘çağdaş’ anlayışlı sendikalar kurulacağının öngörülmesi, bir kanaldır.
Paris Şartı’na ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne sürekli atıf yapılması ihtiyacının duyulması başka bir kanaldır. Muhalefetin, sistemin kendi iç kanallarına akıtılarak eritilmesi çabasına hizmet ediyor.
Dahası sistemin, bir yandan bürokratik-militarist kanallarını güçlendirirken, bir yandan da tıkanıklığını aşarak siyasal alanda kendisini yeniden üretmeyi, ekonomik ve siyasal politikalara toplumsal bir onay sağlayarak kitle tabanını genişletmeyi bir hedef olarak önüne koyduğu anlaşılıyor.
Sistem, toplumsal ve tarihsel bir birikiminin üstüne oturan, bir birikimin ürünü olarak ortaya çıkan değerleri, ‘sivil toplum’a ait değerleri, ehlileştirerek, sistem için kabul edilebilir hale getirerek, ekonomide özelleştirme, politika ve ideoloji cephesinde devletleştirme politikasına yönelmekte olduğunun güçlü ipuçlarını veriyor.
Eritme politikası izleniyor.
‘Nazım’la buluşma’ bir devlet politikası olarak açıklanıyor. Kavgadan, komünizm ideallerinden soyutlanmış, ders kitaplarına girecek kadar ‘uzlaşmacı’ bir Nazım Hikmet portresine toplumsal onay aranıyor.
Tarihten gelen uzlaşmacı yanlarının ağırlığına karşın, belirli sivil değerlerin taşıyıcısı olma işlevini sürdürmüş olan Aleviliğin, ‘Kürt realitesi’ne karşı ideolojik anlamda alternatif bir dalgakıran işlevi görebileceği düşüncesiyle, kurum ve ideoloji olarak devletleştirilmesi öngörülüyor.
Devletin ‘komünizm’ adlandırması yasağını kaldırmadığı görülüyor. Adlandırma yasağına karşın, Anayasa Mahkemesi’nin bir kararına kadar yasallık kazanmış olan da TBKP’nin, TBKP kadrolarının, artık ‘yeni dünya düzeni’ çerçevesinde Baykal politikaları ile birleşerek, kurumsal anlamda da devletleştiği görülüyor.
Türk-lş prensiplerini artık modernize ederek benimseyen DİSK gibi sendikal konfederasyonların, yeni yönetimi ve yönelimleriyle, sınıf sendikacılığı anlayışını lafızda da terk etmek suretiyle, ‘yeni dünya düzeni’nin ‘kavgasız’, ‘çağdaş sendikacılık’ anlayışına uyum sağlayarak devletleştiğini saptayabilmek mümkün.
Yarın 1 Mayısların, Newrozların, Batı demokrasilerinin iç-devlet politikaları normları emsal alınarak, devlet törenleriyle kutlanmak istenmesi, bu tabloya fazlaca ters düşmez. Yadırgatıcı da olmaz.
Eritme politikasının kendini açığa vurmuş yanları ile ilgili örnekleri çoğaltmak mümkün, gerekmiyor.
Ama siyasal otoritenin güncel politikalarının bir boyutuna işaret etmek gerekiyor: Eylül rejiminin entelektüel kuşağı büyük ölçüde liberalleştirdiği ve kronik bir güven bunalımına sürüklediği koşullarda, demokrasi ve insan haklarına sürekli atıf yapan programı ve propagandası ile resmi toplumun ‘Kürt realitesi’ karşısında, aydın kamuoyunu daha geniş bir cepheden yanına almayı amaçladığı görülüyor.
Başarısız olduğu söylenemez.
Artık devletleşerek resmi ideolojinin yeniden üretilmesinde pay sahibi olmaya hak kazanmış belirli çevrelerin literatüründe, hak almaya yönelik bir tepkiyi ifade eden en masumane bir kitlevi eylem bile ‘terörizm’ ismiyle anılıyor. Sosyalizm, sınıf, sınıf mücadelesi gibi terimler, ‘üçüncü dünya solculuğu’na özgü değerler sayılarak arkeoloji müzesine kaldırılıyor. Artık Helsinki Nihai Senedi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve ILO sözleşmesi ilericiliğin ve solculuğun felsefi kaynaklarını oluşturuyor. ‘Yeni dünya düzeni’nin ‘İnsan Hakları Paketi’ kadar bir solculuk, aynı anlama gelmek üzere resmi ideolojinin sol bir görünüm altında yeniden üretilmesi demokrasi sayılarak yeterli görülüyor.

(Bu yazı, Veli Yılmaz’ın yakında çıkacak olan HELSİNKİ DEMOKRASİSİ VE İNSAN HAKLARI adlı kitabının bir bölümüdür.)

Mart 1992

Özgürlük Dünyası’na;
Ö. Dünyası’nın Ocak sayısında, bizlerin imzasını taşıyan ve Buca Cezaevindeki durumu ele alan, bizler tarafından değil, ailelerimizce Mücadele dergisinde yayınlanan bir yazıya duyulan duygusal bir tepki sonucu yazılan bir açıklama yer almıştır. Bu açıklama bizim düşüncelerimizi ifade etmediği gibi birçok konuda yanlış bilgilendirmiştir, içeriğine katılmıyoruz.
-Açlık grevi, diğer tutsakların önerdiği talep listesine GKB sanıklarının maddeler eklemesiyle başlamıştır. Açlık grevi şu katılımla başlamıştır: 29 GKB, 10 Dev-Sol, 4 Ekim, 2 TKP/B-SHB, 1 TKP/ML-TİKKO, 1 TKEP, 1 D. Proletarya ve bir (Adli) DSG sanığı. Eylemin 19. günü 4, 24. günü 14 GKB sanığı eylemi rahatsızlandıklarından değil, süreci farklı değerlendirişleri nedeniyle bırakmışlardır. Eylemin 24. gününde 3 Ekim sanığı rahatsızlandığı için eylemi bırakmıştır. Bunun dışında tahliyeler dışında eylemi bırakan olmamıştır ki bu süre içinde GKB davasından 5, DS davasından 4 kişi tahliye olmuştur. Gerçek rakamlar bunlardır.
-Söz konusu açıklamada ise, TKP/ML ve TKEP davası tutsaklarından hiç söz edilmemiş, cezaevinde bulunmayan 2 TİKB sanığı eyleme katılmış gibi yansıtılmıştır.
– Bunun haricinde yayınlanmış ya da yayınlanacak görüşler, eylemi sonuna kadar sürdüren GKB davası tutsaklarını bağlamaz. Bu bakımdan söz konusu açıklamanın gerçekleri yansıtmadığını, devrimci kamuoyunu yanıltıcı tarzda yazıldığını bildiriyor, bunun düzeltilmesi amacıyla bu açıklamanın yayınlanmasını istiyoruz.
Buca Cezaevinden TDKP-GKB Davası Tutsakları (Açıklama, kısaltılarak ve özetlenerek yayınlanmıştır)

Sorun enflasyon mu? Krizin yapısallığı ve içselliği

Ekonomiyle ilgili sorunlar gündem olduğunda, bitmeyen tartışmalar sürüp gidiyor. Başta fiyat artışları yani enflasyon olmak üzere sıralama devam ediyor. 1980’li yıllar böyle geçti.
İki yılı geride kalan 1990’ların da esasta farklı olacağını sanmıyoruz. Çünkü üretimde “istikrarsız” büyüme, yapısal bir nitelik kazandı. Bunun bir kaç yıl gibi kısa zamanda olabilecek fiyat artışının azalmasına karşın değişmesini düşünmek ham hayal olur.
Emek-değer kuramına göre analizin odağına üretim alınıyor ve buna göre değerleme yapılıyor. Buna karşın, genellikle yapılan değerlemede ise üretim yerine fiyatlar dikkate alındığı için yorumun kapsamı esasta daralıyor.
Yansımasını da, bir söylem olan ve gereğince içeriği ekonomik yönden tartışılmamış olan “derinleşen kriz” nitelendirmesinde buluyor.
İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her üç ayda bir “İmalat Sanayisi Sektörünün Durumu ve Üretim Kapasitesini Kullanma Oranı” adlı çalışması yayınlanıyor.
Bu, İSO üyesi özel sektörde faaliyet gösteren büyük imalat sanayi fabrikalarını kapsıyor. Çalışmanın böyle sınırlı ve özel alanı kapsamasına rağmen, sorunlu KİT’lerle birlikte çıkarılan sonuçların daha da olumsuzluğu anlamında derinleşeceğini düşünebiliriz.
Ayrıca verilerin hazırlanma tarifli tam olarak 1982 yılı başından itibaren başladığı için, belli bir zaman dilimiyle de sınırlanıyor. Fakat 1980’li yılları vermesi açısından kendi içinde bir bütünlüğünün varlığı da dikkate alınmalıdır. Burada sadece ve sadece imalat sanayisini yapısal inceleme esas alındı. Krizin olabilecek uluslararası ilişkileri üzerinde durulmadı.

Kapitalizm ve Kriz
Kapitalist “daha çok kar” amacıyla yatırım yapıyor. Her üretim birimini yani sermayedarı motive eden ve o anlamda yol gösteren en önemli ekonomi yasası budur. Böyle bir temel ilkeyi esas alan ekonomik yapılanımdan dolayı, makro olarak üretimin planlı yapılması imkânsızlaşır. Çünkü rekabet ve piyasa koşulları esas alınıyor. Her sermayedarın kendi açısından üretimde bir tür planlamayı öngörmesi de, bu genel durumla çelişmiyor. Kapitalist, üretime yatırmış olduğu sermayesi üzerinden hem çok kar elde etmeyi, hem de yatırımlarını genişletmeyi ve hatta üretilen metaların çeşidini artırmayı hedefliyor. Böylece üretimin çıkış ve sonuç noktası olan genişleme, kapitalizmin bir yandan itici gücü diğer yandan da amacı oluyor. Süreç içinde bu, yeniden üretimi tıkayan bir nedene dönüşebiliyor.
Üretim sürecinde sermayenin “daha çok kar” hedefi, verimlilikteki artışı sağlayacak bir düzenlemeyi öngörüyor. Bundan dolayı ilk olarak üretimde kullanılan teknoloji ya değiştiriliyor ya da tevsii yatırımlarla tespit edilen eksiklik giderilmeye çalışılıyor. Bu türden düzenlemelerin işçilere iki tür yansıması oluyor. Birincisi, işçinin günlük çalışma süresinde kendi ücretini karşılayan gerekli, emek süresinin azalmasıdır. Madalyonun diğer yüzü, sermayedara çalışmak zorunda kalması ve artı-emek süresinin büyümesidir. Buna nispi artı-değer denir. Yani günlük çalışma süresinin aynı kalmasına karşın, üretimin yeniden düzenlenmesi ile sömürü daha da artıyor. İkincisi, belli büyüklükte bir sermayeyi harekete geçirmek üzere, genellikle çalışan işçi sayısını azaltmaktır. Bildiğimiz gibi işçi çıkarmadır.
Gerek kriz şartlarında gerekse de krizin olmadığı dönemlerde kapitalistin “daha çok kar” amacına uygun davranışı verimliliğin artışını zorunlu kılıyor. Böyle bir zorunluluk ki, fabrikalarda işçiler dışında makine, bina vs. giderleri daha çok ve hızlı büyüyor. Bundan dolayı, yatırılan sermayeden işçiye ayrılan payın, diğer yatırım araçlarına ayrılan paya oranı sürekli artıyor. Çalıştığımız fabrikalardan biliriz, daha öncesine kıyasla daha teknik ve çok pahalı makineler kullanılıyor. Böylece daha çok üretim ve “daha çok kar” hedefleniyor. İşçilere ayrılan payın nispi olarak azalması sonunda ya ücretler daha az artıyor (belki de artmıyor) ya da işçi çıkartılıyor. Marksist ekonomi politikte emek-değer kuramından dolayı, toplam sermayenin ücretlere ayrılan kısmına değişen sermaye; binalar, hammaddeler, enerji vs. giderler yani sermayeden ücretlere ayrılan kısım dışındaki bütün harcamalara da değişmeyen sermaye deniyor, işte sermayenin değişmeyen bölümüyle, değişen arasındaki oran da sermayenin organik bileşimidir.
Kapitalist karını maksimize etmek ve rakiplerine rağmen piyasa payını artırmak için verimliliği artırmaya yönelik yatırımlar yapar. Diğer bir deyişle üretim tekniğinin yenileştirilmesi gerekiyor. Böyle bir yapısal durumdan, toplam sermayede, değişmeyen sermaye payı değişen sermayeye kıyasla artıyor. Sonunda böyle bir eğilim kar oranının düşmesine neden oluyor. Aslında oranın düşmesi verimliliği artırmaya yönelik bir yatırımın göstergesidir. Üretici güçlerin gelişmesi de böyle bir çelişkiyi zorunlu kılıyor. Böylece sermayenin yeniden üretim sürecinde tıkanıklıklar yaşanıyor. Kapitalizmde bu çelişkiye ek olarak meta değişimin gelişmesi, ekonomik yapılanmanın doğal bir sonucudur. Metalara talebin olmamasının ya da alıcı bulunamamasının koşulları da sistemde vardır. Üretilen değerlerin paraya çevrilmesinde tıkanıklıklar olabilir. Yani kapitalizmde üretim şartları, artı-değerin dolaşımda gerçekleşme şartıyla uyum halinde olmayabiliyor. Öte yandan tüketim ise üretime paralel bir gelişme gösteremiyor. İşte kapitalizmde temel çelişkisinin görünüş biçimlerinden önemlisi, üretim ile tüketim arasındaki çelişkide somutlanıyor. Üretimin plansız ve piyasa için yapılmasından, dönemsel olarak yoğunlukla talebi “aşa”biliyor.
Emekçiler “meta piyasasında metaları talep etmesi anlamında kapitalist pazar için önem taşır. Fakat aynı emekçiler, “emek gücü piyasası”nda kendi metası emek-gücünü arz eden durumdadır. Talep eden sermayedarsa asgari fiyatla almaya çalışır. Bundan meta piyasası” talebi olumsuz yönde etkilenir. Kapitalizmde üretim güçlerinin geliştirilmesi, verimliliği artırmanın bir gereği olarak gerçekleşiyor. Buna ek olarak yığınların yoksulluğu yani metaların talep edecek gelir düzeyine sahip olmaması da kapitalizmin onulmaz hastalığıdır. Bir başka deyişle üretimin sınırsız genişletilmesine karşın sınırlı tüketimin var olmasıdır. Böylece metaların talep edilemiyor olması ve sermaye devrinin tamamlanamaması, kapitalizmde bunalımın varlığım somutluyor.
Bu, kapitalizm açısından bilinen adıyla nispi aşırı üretim bunalımıdır. Geçmişte Kautsky’de, Togan Boranovoski’de olan ve Keynes’in cilaladığı “eksik tüketim” iye aynileştirilemez. “Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketim azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir”. (Marx, Kapital, Sol Yay, Ankara, Cilt-2, sf 435).
Sermayenin yoğunlaşması ve nispi yoksullaşma, kapitalizmde varolan kutuplaşmayı ortaya koyuyor. Sermayenin yoğunlaşması, nispi olarak yoksullaşan proleterlerin gelir düzeyini aşan üretim kapasitesine ve dolayısıyla nispi aşırı üretime neden oluyor. Kapitalist üretim tarzı böyle bir çelişkiyi bağrında taşıyor ve besliyor. Aslında böyle bir durum, mülkiyetin özel biçimi ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor; emek-sermaye çelişkisinden.
Çalıştığımız fabrikalarda duyuyoruz: “Satıyoruz, parasını alamıyoruz. Hep batağa gidiyoruz” ya da “Üretiyoruz ama satamıyoruz”. Genel eğilim böyle olmakla birlikte, karını artırmak anlamında “vurgun vuran” firmalar da az değil. Aslında yaşanılmakta olan tıkanıklığın yani krizin sermayedar açısından tarifi başkaca ne olabilir?
Böyle bir durum, üretimin tamamen durdurulması anlamına gelmeyebilir. Tıkanıklıkla birlikte yaşanılan kar oranında düşme eğilimine karşı kapitalistler şu tür politikaları hâkim kılmaya çalışır. Açık anlatımla emekçiye çıkan “piyango” ise iki işçinin işini bir işçinin ya da üç-dört işçinin işini bir-iki işçinin, daha az ücret gideriyle yapmasına zorlamadır. Zorlamanın bir yönü fabrika içinde sermayedarın dayatması, ” bu ücretle ve koşullarla ya çalışırsın ya da gidersin”, gündeme gelir; diğer yönü de fabrika dışındaki işsizliktir. Böylece üretilen değerden emekçiye düşen payın nispi olarak azaltılması ile sömürünün şiddeti artırılır.
Öte yandan sermayedar açısından yeni pazar arayışları ve reklâmlarla piyasa payını artırma gayretleri gündeme gelir. Kastelli’nin 1980’li yıllarda neler yaşadığını hatırlayanlar bilir. Kastelli ne zaman çok ünlü aktör ve aktrisleri (Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ekrem Bora, Selma Güneri vs.) reklâmlarda sıkça kullandığı ve kampanyayı yoğunlaştırdığı dönem sonunda battı. 1982 yılının Haziran ayında milyarlarla yurt dışına uçtu. İkincisinde “bir günde şu kadar daireyi daha proje aşamasında sattık” reklâmlarını verdiğinin ayında gitti. Bahsedilen proje Topkapı’daki Tercüman Mahallesi olup, halen üç-dört yıldır kaba inşaatı bile bitirilmiş değil, projeyi bir başka şirket sürdürüyor. Bir diğer iflasçı DYP’den milletvekili İsmail Amasyalı. Amasyalı sobalarının sahibi. Genellikle küçük sermayedar diye nitelendirilen kapitalistler piyasada esamisi okunmaz bir duruma gelirken, büyük olan sermayedarlar ise küçülerek krizi atlatmaya çalışıyorlar. 1980’lerin yıldızı Transtürk Holding, Anadolu Endüstri Holding, bugünlerde Net Holding vs… kurtuluşlarını küçülmede görüyorlar.
Krizi atlatma çabası, sermayenin yeniden yapılanmasında somutlanıyor.

ÜRETİM: “İki İleri, Bir Geri”
1982 yılından 1991’in son üç ayına kadar olan dönemde imalat sanayi üretimi istikrarlı büyümesini sürdüremedi. Yıllık hatta aynı yılın üçer aylık dönemlerinde gerçekleşen sanayi üretim kimi zaman düştü ve kimi zaman da arttı. İmalat sanayi üretimi genel olarak yılın üçer aylık dilimlerinden birinci ve üçüncü dönemlerinde bir önceki çeyrek döneme kıyasla sürekli azaldı. Buna karşın diğer dönemlerde ise arttı. Bu anlamda sanayi üretiminin bir “istikrarının” olduğunu söylemek mümkün.
Sanayi üretimi bazı dönemlerde yüzde 6,94 ile yüzde 17,61 arasında değişen oranlarda geriledi.
1990’ın dördüncü çeyreğine göre bir sonraki yılın ilk çeyreğinde üretim yüzde 17,61 oranıyla en fazla düşmeyi gerçekleştirdi. Bunu, 1988’in ikinci çeyreğinden üçüncü çeyreğine yüzde 16,35’lik; 1984’ün dördüncü çeyreğinden 1985’in birinci çeyreğine yüzde 13,19’luk düşme izledi. Öte yandan, kimi dönemlerde de endüstriyel yani sanayi üretim hacimlerinde de yüzde 3,33 ile yüzde 30,81 arasında değişen oranlarda büyüdü. 1985’in üçüncü çeyreğinden dördüncü çeyreğine yüzde 30,81’lik artışla sanayi üretimi adeta zıpladı. Bunu yine üçüncü üç aylık dönemden dördüncü üç aylık döneme 1987’deki yüzde 29,86’lık; 1984’deki 26,75’lik ve 1989’daki yüzde 24,07’lik artış oranı takip etti.

İMALAT SANAYİ KAPASİTE KULLANMAMA NEDENLERİ (Yüzde olarak-1991 Yılı üç dönemi kapsıyor)

TALEP YETERSİZLİĞİ     HAMMADDE YETERSİZLİĞİ
İç    Dış    Topl.    Yerli    İthal    Toplam    İşçi    Mali    Enerji    Diğer
1982    35,8    13,5    49,3    7,5    10,0    17,5        2,8    25,8    2,7    1,9   
1983    31,8    13,6    45,4    10,0    10,0    20,0        2,7    25,1    5,7    1,1
1984    34,7    14,7    49,4    9,3    8,2    17,5        2,8    25,9    3,8    0,6
1985    36,6    16,7    53,3    8,4    6,4    14,8        3,4    25,1    2,7    0,7
1986    36,0    17,7    53,7    9,6    6,5    16,1        3,1    23,9    2,7    0,5
1987    32,3    17,8    50,1    11,6    7,0    18,6        4,6    23,3    2,8    0,6
1988    36,7    18,7    55,4    8,7    5,8    14,5        4,7    22,7    2,2    0,5
1989    38,4    20,2    58,6    7,8    5,7    13,5        5,4    20,1    2,0    0,4
1990    36,2    21,1    57,3    6,6    4,9    11,5        6,9    20,2    1,9    2,2
1991    35,4    19,5    54,9    6,4    5,2    11,6        10,2    17,3    2,9    3,1

Yılın çeyrek dönemleri açısından sanayi üretiminin artış trendi dikkate alındığında bir önceki döneme kıyasla birincisinde ve üçüncüsünde sürekli azalırken ikincisinde ve dördüncüsünde yükseldi. Maksimum ve minimum üretim düzeyleri dikkate alındığında, yüzde 12,5 ile yüzde 37,6 arasında değişen oranlarda üretim sürekli azaldı. 1987’nin dördüncü çeyreğinden bir yıl sonrasının üçüncü çeyreği arasında yüzde 37,6’lık düşme ile fazla gerilemeyi yaşadı.
Yine sanayi üretimi (1982:100) endeksi çıkıp, inmeli bir gelişmeyle 1987 yılının son çeyreğinde en yüksek noktası 180,9’a çıkarken, 1988’in üçüncü çeyreğinde 131,5’e indi. Bu halde üretim yüzde 37,6 oranında düştü. Sonrasında dönem dönem endeks düşüp, çıktı ve 1987 yılı dördüncü çeyreğindeki düzeyini, ancak bir önceki yılın (1990) son çeyreğinde yakalayabildi. Sonrasında yine düştü. Yani, bir ileri bir geri.
İmalat sanayi üretim hacmindeki bu tarz bir gelişmeyi istikrarlı nitelendirmek mümkün değil. Endüstriyel üretimin bu tarzda büyümesi, imalat sanayinin içsel sorunlarını çözemediği gerçeğini ortaya koyuyor. İçselliğin yapısal boyutunun dikkate alınması halinde çözmesinin imkânsızlığı sonucu da açıklık kazanıyor.

Kullanılmayan Kapasite
İmalat sanayinde kurulu kapasitenin kullanım oranı 1980’li yılların sonuna doğru arttı. 1986 yılı öncesinde yüzde 58 ile yüzde 63 arasında değişen kapasite kullanım oranlan özellikle 1988 yılında dikkat çeken bir artışı gerçekleştirdi. 1986’da yıllık ortalama yüzde 63,3 olan kapasite kullanım oranı, bir yıl sonrasında yüzde 68’e yaklaştı. Devamı iki yılda biraz olsun azalan kapasite kullanım oranı 1990’da rekor bir seviyeye çıktı; yüzde 68,3 oldu. Yıllık ortalama kapasite kullanımı açısından bakıldığında değişik oranlarda da olsa arttığı halde sadece 1988 yılında azaldı. Geçtiğimiz yılda ortalamanın azalacağı talimin ediliyor.
Bir başka deyişle kurulu toplam kapasite yüzde 33 ile yüzde 40 arasında değişen oranlarda kullanılamadı. Yani kapasitenin üçte biri atıl kaldı. Aynı dönemde değişik nedenlerin sonucunda kurulu hazır kapasitenin eksik çalışmış olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Her yıl üçer aylık dilimler halinde dikkate alındığında kapasite kullanım oranı yüzde 56,7 ile yüzde 71,3 arasında değişti. Buna göre kapasite kulamı yüzde 25,7 değişime uğradı. Dönem açısından bakıldığında kapasite kullanım oranı yüzde 57,1 ile başladı ve de 67,1 oranıyla bitti. Dönemsel artış yüzde 13,5 oranında gerçekleşti.
1980 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 56,7 ile kapasite kullanımı en düşük düzeyde iken, 1988’in ilk üç ayında yüzde 71,3’le en yüksek düzeyine ulaştı. Fakat aynı yılın sonunda ise yüzde 63,6’ya düştü. Aynı yılın ilk ve son üçer aylık dönemlerinde kapasite kullanımının yüzde 10,8 oranında gerilemesi dikkat çekiyor. Sonrasında tekrar artarak 1989’un son çeyreğinde yüzde 68,6’ya çıktığı halde, diğer dönemlerde azaldı. Halta geçen yılın ilk üç ayında kapasite kullanımı yüzde 63,5’e inmesine karşın, devamı dönemlerde yükselme kaydetti.
Kapasite kullanımına üçer aylık dönemler açısından bakıldığında en büyük oranda artış yüzde 5,78’le 1988’in ilk çeyreğinde ve en fazla gerileme de yüzde 7,03 ile geçtiğimiz yılın birinci üç ayında oldu. 1989 yılının her döneminde az da olsa sürekli artış kaydeden kapasite kullanım oranı, diğer yılların bir, iki ve hatta üçüncü döneminde geriledi.

“Talep Yetersizliği”
1980’li yılların başlarından itibaren imalat sanayinde kapasite kullanımını sınırlayan etmenlerin başında talep yetersizliği yer aldı. İstanbul Sanayi Odası, tersizliğinin üretim kapasitesini tam olarak kullanamama nedenleri içinde payı, özellikle 1985 sonrasında sürekli yüzde 50’nin üzerinde gerçekleşti. Daha öncesinde ise 1983 yılı hariç talep yetersizliğinin payı yüzde 50’ye çok yakındı. Yun içinde oluşan taleple, ihracat nedeniyle oluşan dış talep toplamı sektör açısından toplam talebi veriyor. Buna göre iç talebin payı daha büyük. Dış talebin yetersiz kalmasından dolayı kapasite özellikle 1982 yılından itibaren arttı. Daha öncesinde yüzde 13,5 olan payı 1990’da yüzde 21,1’e çıktı. İçsel talebin yetersiz olmasının payı ise 1983, 1984 ve 1987 yılı hariç diğer yıllarda sürekli yüzde 35’in üzerinde kaldı. Hatta 1989’da yüzde 38,4’e kadar çıktı. Bu haliyle bile yurt içi talebin yetersizliği, kapasite kullanamama nedenleri içinde en büyük paya sahip.
Kapasite kullanımını sınırlayan ikinci neden de firmaların karşılaştıkları mali sorunlardan oluşuyor. Mali sorunların kapasiteyi kullanamama nedenleri içinde payı yüzde 20,2 ile yüzde 25,9 arasında değişti. Özellikle 1984 yılı sonrasında mali sorunların toplamda payı sürekli azaldı. Geçtiğimiz yılda yüzde 20,2 oldu. Firmanın üretim faaliyetini sürdürmesi açısından kredi faizlerinden bu kadar yüksek olduğu ve yakınıldığı dönemde, kapasiteyi kullanamama nedeni olarak mali sorunların payı ancak yüzde 20’leri geçiyor.
Gerek yerli ve gerekse ithal edilen hammaddenin yetersizliği kapasite kullanımını sınırlayan üçüncü etmeni oluşturuyor. 1983 yılı sonrasında 1987 yılı hariç sürekli payının küçülmesi dikkati çekiyor. 1983’de kapasiteyi kullanamamanın nedenleri toplamında hammadde yetersizliğinin payı yüzde 20 ile yüzde 11,5 arasında değişti. Hammadde ve imalat sanayi üretiminde kapasite kullanımını sınırlayan etmenlerden dördüncüsünü işçilerden kaynaklanan sorunlar meydana getiriyor. Payı sürekli büyüdü. Artış özellikle 1988 yılı sonrasında hızlandı. Bunun toplam kapasiteyi kullanamama nedeniyle payı yüzde 2,7 ile yüzde 6,9 arasında değişiyor. Geçtiğimiz yılın ilk dokuz ayı itibariyle ortalaması ise yüzde 10,2. Demek ki 1991’dc payının daha da artacağı gözleniyor. Bu durumda işçi sorunları, hammadde yetersizliğinin yerini almaya aday.
Kapasite kullanımını sınırlayan bir diğer etmen de enerji sorunları. Sıralamada beşinci. Toplam payı yüzde 5,7 ile yüzde 1,9 arasında değişen oranlarda gerçekleşti. 1983 yılında kapasiteyi kullanamama nedeninde enerji sorunlarının yüzde 5,7 olan payı sonrası yıllarda sürekli azaldı. 1985’in yılı sonrasında payında düşme daha öncesi yıllara kıyasla biraz daha yavaş oldu. 1990’da en düşük düzey yüzde 1,9 olan payı, 1991 ilk dokuz aylık ortalaması 2,9’a çıktı. Bir artış eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor. Bunlar dışında kalanlar, diğer nedenler olarak toplanmış. Toplamda payı yüzde 0,4 ile yüzde 2,2 arasında gerçekleşti. Payı 1989’a kadar sürekli azaldığı halde, 1990’da yükseldi. 1991’in ilk dokuz aylık ortalaması da 3,1. Bunlar diğer sorunların da önem kazanmakta olduğunu gösteriyor.

FİYATLAR: “Hep Zıplıyor”
Yine aynı dönem açısından imalat sanayinin üretim fiyatları sürekli zıpladı. Üçer aylık dönemler itibariyle fiyatlar yüzde 4,15 ile yüzde 28,31 arasında değişik oranlarda sürekli arttı. Eğilim olarak artış oranları 1987 yılı ve sonrasında daha büyük oldu Daha öncesinde yıllık yüzde 40’ların altında kalan fiyatların artış oranı, daha sonrası yıllarda artarak, 1988’de yüzde 80’i ve bir yıl sonrasında da yüzde 65’i geçti. Üretim endeksi gibi imalat sanayi fiyatları (1982:100) endeksi dikkate alındığında fiyatların dönemsel olarak yaklaşık 42 misli artmış olduğu görülüyor. Çünkü dönem sonu olan 1991’in üçüncü çeyreğinde fiyat endeksi 4070,1’e çıktı. Daha 1987 yılı sonunda 664,9 olan endeksin özellikle geçtiğimiz son iki yılda büyük oranlarda artış sağladığı görülüyor.
1987’nin son çeyreğine göre bir yıl sonrasının ilk çeyreğinde fiyatlar yüzde 28,31 oranında yükseldi. Bu, incelenen dönemin en büyük artış oranı. Bunu yine aynı bir dönemsel gelişme sonunda 1989’un birinci çeyreğinde olan yüzde 20,41’lik artış oram izledi. Fiyatların en düşük oranda artışı ise 1984’ün birinci üç ayında gerçekleşti. Oran yüzde 4,15’de kaldı.
Dönemsel olarak fiyatlar, özellikle yılın ikinci ve üçüncü üçer aylık dönemlerinde diğer dönemlere kıyasla daha az artış kaydetti. Fiyatlar yılın ilk ve son üçer aylık dönemlerinde daha büyük oranda artan bir özellik hazandı.

Krizin Varlığı
Bir değişim, bir transformasyon dönemi olarak nitelendirilen geçmiş on yıllık dönemde üretim hacminin vardığı en yüksek noktada ancak yüzde 96’lık bir artışı gerçekleştirdi. Dönem sonu olan 1991’in üçüncü çeyreğine göre ise bu oran ancak yüzde 69 olabildi. Yani bir önceki yılın dördüncü üç ayına göre 1991’in üçüncü ayında üretim hacmi yüzde 14 geriledi. 1991 yılsonu itibariyle üretim hacminde pozitif büyüme gerçekleşmiş olabilir. Fakat üçer aylık dönemler açısından bakıldığında ise bazen arttığı bazen de gerilediği gözleniyor. Böyle bir eğilim istikrarlı bir büyümenin sağlanamadığını ortaya koyuyor. Nitekim dönemsel olarak gerek üretim hacmi grafiği gerekse de üretim hacmindeki değişmenin grafiği bundan dolayı sürekli olarak aniden kırılan ve çıkan bir trend oluşturuyor.
Yıllık bazda artışlar dikkate alındığında, 1983’de yüzde 3,6 ve 1987de yüzde 7,3 olan kapasite kullanımı artış oranı diğer yıllarda (1988 hariç) yüzde 1’in biraz üzerinde veya altında kaldı. 1988’de yüzde 1.03 oranında düştü. Kapasite kullanımının azaldığı bu yılda imalat sanayi ürünleri fiyatı en büyük oranda yüzde 81,3 artış sağladı. Diğer yıllarda yüzde 33,9 ile yüzde 65,8 arasında gerçekleşti. Fiyatların sürekli arttığı 1985-1988 yıllarında üretim hacmi de yüzde 10 civarında büyüdü. Bu ara dönemde yüzde 1’lerde kalan kapasite kullanım oranında artış oranı 1987’de yüzde 7,3’e çıktığı halde, bir yıl sonrasında yüzde 1,03 oranında geriledi.
Üretimdeki bu duruma karşın imalat sanayi fiyat endeksi sürekli zıpladı. Dönem açısından imalat sanayi fiyatların artışı ise tam tamına 43 misli oldu. On yıllık dönemde sanayi üretiminde artışın ancak yüzde 69 olmasına karşın fiyatlarda artış yüzde 4221 (tam tamına yüzde 4221) oranında gerçekleşti. Fiyatlardaki artış oranı üretimdekinden 61 misli daha büyük. Şöyle yorumlamak da mümkün: İmalat sanayinde bir birim üretim artışına karşın yine aynı sanayide fiyatlar 61 birim arttı. Paranın değer kaybettiğinin yorumsuz örneği. Üretim pire fiyatlar deve. Evet, piyasanın ve rekabetin “kerameti…”” Dönemsel olarak imalat sanayi fiyatları bazen artan ve bazen de azalan bir oranda sürekli büyüdü. Bir yönüyle dönemsel olarak fiyatlardaki değişimler, üretimdeki değişim oranlarıyla karşılaştırıldığında; üretimin azaldığı dönemlerdeki fiyat artışı, üretimin arttığı dönemlerdeki fiyat artışından biraz daha küçük oluyor. Hatta şöyle bir paradoks da var: Üretim hacminin en çok daraldığı yılın birinci üç ayında fiyatlar da hemen hemen en büyük oranda zıpladı. Üretimin en çok arttığı yılın son çeyreğinde ise fiyatlar bir kaç yıl hariç, o yılda büyük oranda yükseldi. Bu, birinci çeyrekten sonra ikinci büyüklükte olan fiyat artışıydı.
Kapasite kullanım oranları, üretim hacmindeki değişime paralel olarak bazı dönemlerde birlikte büyüdü ve birlikte düştü. Bazı dönemlerde ise tersi yönde bir gelişme yaşandı. Biri artarken, diğeri indi. Üretim hacminin arttığı 1983 ile 1986 yılları arasında, kapasite kullanamama nedenlerinden talep yetersizliği payı da sürekli büyüdü. Sonrasında sanayi üretimi bazı yıllarda artıp ve bazı yıllarda azaldığı halde, talep yetersizliği payı yüzde 57’yi aştı. Dikkat çeken şu ki, üretimin çok hızlı arttığı yıllarda talep yetersizliği payı da arttı. Fakat sanayi üretiminin daha öncesine kıyasla daha az büyüdüğü yıllarda ise talep yetersizliği önemini korudu.

Ne Anlaşıldı?
Gerek ekonomik, gerekse siyasi yazımlarda sıkça başvurulan nitelendirme: “Derinleşen kriz…”
Böylece genel kabul görmüş bir yorum aracı olduğu izlenimi verildi. Bir yönüyle yapılan gözlemi doğrulamanın ispatı olarak da kullanıldı. Bazen de öyle bir içerik yüklendi ki yetersiz kalınan noktaları tamamlamanın ya da koşulları açığa kavuşturmanın sihirli formülüymüş gibi hep tekrarlandı.
Böyle bir yaklaşımdan krizin derinleşmesi ile mücadelenin boyutunun keskinleşmesi, bire bir ilişkilendirildi. Hatta zaman zaman mücadelenin yükselmekte olduğunun nedeni olarak da savunulduğu oldu. Özellikle kısa dönem açısından birinin varlığı, diğerini de zorunlu kılıyormuş gibi gerekçelendirildi ileri sürüldü…
Toplumun sınıfsal dinamiğine denk düşen bu tarz yaklaşım, kabaca ve yüzeysel benimsenmesi, sınıfsal kültürün yeniden üretimini köstekleyen bir nitelik kazandı. Sonucu olarak yeniden üretimi engelleyen sorunların esasta neler olduğunu gündeme alan tartışmayı daralttı. Bundan özgül kültürün geliştirilmesi de nasiplendi.
Ekonomik yapılanmada derinleşen kriz nedeniyle, mücadelenin yükseldiğini gözlemlemekle “indirgemeci” yaklaşım benimsendi. Öyle ki, ülke içinde sermayenin sınıfsal egemenliğin yıkılmasının veya uluslararası planda emperyalist ülkeler arasında savaşın çıkmasına kısa zaman içinde gerçekleşecekmiş gibi düşünülmesine neden oldu. Bundan sermayenin ekonomik yapılanmasına yönelik eleştirel yaklaşım, olumsuz yönde etkilendi. Bu, sadece anılan konuyla sınırlı kalmadı. Mücadelenin dinamiği olarak ekonomik bilgilenme, tercih sıralamasında en altta yer aldı.
Bütün bunlardan “derinleşen kriz” nitelendirmesinin inandırıcılığı bazen bireysel, bazen de gereğince açıklığa kavuşturulamaması anlamında tartışılması hiç gündemden düşmedi.

Krizin Niteliği
Krizin varlığını sermayedarından politikacısına kadar herkes kabul ediyor. Teşhisleri doğrultusunda kriz politikaları benimseniyor ve uygulanıyor. Sonunda işyerinde işten atılmak, bakkalda ve manavda fiyatların ürkütücülüğünü yaşamak, giymeden ve yemeden çok bakmak, soğuk kış günlerinde hep hastalanmak zorunda kalan emekçiler faturayı ödüyor. Doğrusu; hapishanesiyle, işkencesiyle kısacası tüm devlet kurumların bil fiil zor uygulamasıyla fatura emekçiye ödettiriliyor. Yoksa gönüllü evet; ipi boğazına kendi ellerine takmaktır.
Enflasyon için son tahlilde söylenen şudur: Talebin arzdan fazla olması nedeniyle fiyatlar artıyor. Ancak böyle bir gelişme sonrasında meta piyasasında, fiyatlar dengeye gelebiliyor. Dolayısıyla diğer piyasalarda da bir hareketlenme başlıyor. Devam ediyor. Rekabetin ve piyasanın dinamiği böyle bir yükselmeyi zorunlu kılıyor. İhanetin ve soysuzluğun varlık politikası haline geldiği eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri de, rekabetin ve piyasanın bedelini ödüyor.
Şimdi moda “Rekabetin ve piyasanın ışıklı yolu… ” Erken sevinç…
Benzer nakaratlar, ekonomik hayatın tüm yalınlığına karşın yapılıyor. Aslında yukarda sıralanan fiyat, rekabet ve piyasa üçgeni ile yapılan tüm açıklamalarla, faturayı ödeyen emekçiler propaganda bombasına tutuluyor. “Hepimiz birlikte fedakârlık yapmak zorundayız” deniyor ama sermayenin payına düşenin ne olduğu hiç mi hiç söylenmiyor. Fabrikalardan hatırlayınız, işçileri sömürü zincirleriyle tutsaklayan, açlığa ve sürekli bir yarın endişesine iten kim? Patronunuz, yani sermayedarınız. Hâkim olduğu ücretli kölelik düzenin koşullarıyla sana faturayı ödettiriyor. Bazı sermayedarların kriz ve rekabetten iflası, onların da varlıklarını kaybetme anlamında “bedel” ödediğini ortaya koyuyor. Ama bu çalışan, çalıştıran ilişkisinde olduğu gibi değil; rakip sermayedarlar arasındaki “daha çok kar” amacı için yapılan bir kavganın sonucudur.
İmalat sanayinin kurulu kapasitesinin yüzde 33 ile yüzde 40’lık kısmı kullanılmıyor. Diğer bir deyişle kapasitenin ancak yüzde 60 ile yüzde 67 arasında değişen kısmı kullanılabiliyor. 1982-1985 yılları arasında yüzde 40 civarında gerçekleşen kullanılmayan kapasite oranı 1986’da yüzde 37’ye; 1987 ile 1990 arasında ise yüzde 33’e indi. Yıllar itibariyle bakıldığında kapasite kullanım oranı arttı. Özellikle 1987’de yaptığı atağın yerini sonrası yıllarda durağanlık aldı.
Varolan üretken kapasitenin üçte biri hemen hemen sürekli kullanılmıyor. Sermaye cephesinde bir birikim yapılmış ki, kurulu kapasiteden ancak üçte ikisinin altında kalan bir kısmı değerlendiriliyor.
Peki, geriye kalan artığı nasıl nitelendireceğiz?
Bir; üretici güçler açısından kullanılabilecek kapasitenin üzerinde bir yoğunlaşmayı tespit edebiliriz. Yani aşırı üretim kapasitesinin varlığı. Düşük kapasite kullanımı nedeniyle birim parça başı maliyet payı artıyor. Böyle bir üretim yapısı da kar oranlarına olumsuz yönde etkide bulunuyor.
İki; kapasiteyi kullanamamanın esas nedeni, büyük payı yurt içi talep olmak üzere genel olarak talep yetersizliğidir. Kullanamama nedeninde payı yüzde 50’yi geçiyor. Hem de rekabete ve piyasaya rağmen… Ulusal gelirde kar, rant, kira ve faiz payının son yıllarda biraz gerilemesine rağmen yine de büyük dilimi oluşturduğu dikkate alınırsa, özellikle ücretliler payının düşük düzeyde kalması; satmalına gücünün ve dolayısıyla talebin de düştüğünü ortaya koyuyor. Şu anlaşılmamalı, ihtiyaçlar tamamen mutlak olarak giderilmiş ve bunun sonucu talep olmadığı anlaşılmamalı. Alım gücünün düşmesinden doğan eksiklik.
Bu iki noktanın birleşmesi krizin niteliğinin Marksist kriz çözümlemesinde olan nispi aşırı üretim bunalımına uygun düşüyor. Kimi yıllarda yoğunlaşan ve kimi yıllarda da biraz etkisizleşen bir nispi aşırı üretim krizi yaşanıyor. İmalat sanayin bu verilerini çarpıtmadıkça aksi yorum yapmak mümkün değil. Gelir dağılımında ücretlilerin payını artıran bir eğilimin olmamasına karşın, bir yönüyle kredilendirme ile talebin desteklenmesi böyle bir yapılanımdan kaynaklanıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve emperyalist ülkeler hem krizi yaşıyor hem de buna rağmen kredi verecek fonu buluyor. Kahire borç vermekle bir yönüyle de mallarına talebin desteklenmesi hedefleniyor. Onun için “para şunlar karşılığında veriliyor…” diye ekliyorlar. Ülkemizde bankaların tüketici kredi vermesinin de benzer yönde etkisi var. Burjuva ekonomi politiğe göre aşırı talebin enflasyona neden olduğu tezini kötü bir karikatür olarak yorumlanabilir. Emeğin toplumsal verimliliğinde gelişme; bir, birikmiş olan üretken sermayenin mutlak büyüklüğü; iki, toplam sermayeden ücretlere yatırılan kısmın nispi küçüklüğün bağlı olarak sağlanıyor. Böyle bir eğilim sermayenin yoğunlaşmasını zorunlu kılıyor. Kar oranın düşmesi kapitalizm açısından genel bunalımı somutluyor. Öte yandan nispi aşırı üretim ise, bunalımın yoğunlaşması ve bu somutta yaşanmasıdır.
Temel bölüşüm ilişkisi, aynı süreçte farklı iki sınıfı kapsıyor. Türkiye.’de temel bölüşüm ilişkisini belirleyen birden fazla üretim ilişkisi var. Belirgin iki kutbu kapitalist ve yarı-feodal üretim ilişkisi oluşturuyor. Bir anlamda bunlar arasında kalmış gibi olan küçük meta üretimini de unutmayalım. Üçü birden var olduğu veya ağırlıklı birisinin etkin olduğu bölgeler olabilir.
Hâkim ve temel bölüşüm ilişkisi hangisi?
Ekonomiye sektörel ve gelir dağılımı açısından bakınca yönlendirenin yarı-feodal olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da küçük meta üretimi mi? İliç biriyse kapitalist üretim ilişkileri mi? Krizin niteliğinin belirlenmesinde etkin olan ana faktörler dikkate alındığında, hâkim ve etkin olan üretim ilişkisinin kapitalist olduğunu ortaya koyuyor. Yoksa yel değirmenleriyle kavga eder duruma düşeriz.
1929 Genel Bunalımı nispi aşırı üretim kriziydi. Durgunluk ve fiyatların düşmesi bir aradaydı.
Günümüz kapitalist dünyasında ve onun bir parçası olan Türkiye’de durgunlukla birlikte fiyatların düşmesi yaşanmıyor. Çünkü fiyatlar artıyor. Onun için durgunluk içinde fiyatların artması anlamına gelen stagflasyondan bahsediliyor.
Somut durumun bir yönü aşırı üretim kapasitesinin varlığı ve neden olduğu durgunluk, diğer yönü de fiyatların yükselmesi ve paranın satın alma gücünün düşmesidir.
Dikkat çeken şu; devletin yıllık ekonomi programında fiyatların ne kadar artacağı daha yılın başında belirleniyor. Bunu da dikkate alan ve ekonomik verileri kendince değerlendiren özel sektör de üretilen metaların fiyatını ona göre belirliyor. İşte aşırı üretim kapasitesine rağmen fiyat artışının devam etmesi, çöküntüye yol açabilecek daha etkin bir düşüşü engellemenin aracı, bir politikası olarak uygulanıyor. Bunun ekonomide tekelci yapılanımın olduğu bir dönemde gerçekleşmesi hiç de tesadüf değil.
Durgunlukla birlikte önceleri fiyat artışlarının, üretim faaliyeti üzerinde karın artması anlamında teşvik edici etkisi giderek azaldığı ve hatta ters yönde etkide bulunmasından denetimin o kadar kolay olmadığı sıkça tekrarlanıyor. Büyümenin ve canlanmanın bedeli enflasyon olduğu yorumu bundan yapılıyor. Tam kapasite ile üretim yapmak için talep yetersizliğini gidermek, yani talebi uyarmak, giderek daha yüksek enflasyonu gerektiriyor. Nitekim aylık enflasyon yüzde 10’u hatta yüzde 100’ü geçen dönemler yaşandı: Meksika, Brezilya, Arjantin, İsrail ve küçük örneği Türkiye. Geçtiğimiz bir kaç yılda gerek İsrail’de ve model olarak sunulan Arjantin’de fiyatların nasıl düştüğü ve krizin boyutu ayrıca incelenebilir.

Mart 1992

Liselere Yöneltilen Saldırılar Ve Demokratik Lise Mücadelesi

1991-1992 öğretim yılı başlamadan birkaç ay önce, ortaöğretim gençliği ile ilgili bir dizi sorun, radyoda, TV’de ve gazetelerde Milli Eğitim Bakanlığı ve onun yetkili organları tarafından gürültülü bir şekilde tartışmaya açılmıştı. Bu dönemde, dönemin Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol başta olmak üzere, Nihat Bilgen gibi müsteşarlar yaptıkları açıklamalarda başlıca şu konulara değiniyorlardı:
a- Türkiye’de şu an uygulanmakta olan Ortaöğretim Sistemi ve Programı, hem Batı Avrupa ülkeleriyle uyumsuzluk içindedir, hem de “Çağa ayak uyduramayan birçok anti-demokratik uygulamayı” içinde barındırmaktadır. Nitekim varolan eğilim sistemi öğrencileri “ütülü bir pantolon” gibi ezmekledir. (Nihal Bilgen)
b- O halde, ülkenin diğer alanlarında, kurumlarında ve kesimlerinde olduğu gibi ortaöğretim kurumlarında da hızla “Demokratikleşme” doğrultusunda adımlar atılmalı, eğilim sisteminde köklü reformlar yapılmalıdır.
c- Zira, ülkemizin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, geleceği gençliğe emanet etmiştir. Ve bu olgu özellikle ortaöğretim gençliğinin, “Milli Birlik ve Beraberlik duygularıyla” ve “Demokratik kurallar çerçevesinde” geleceğe hazırlanmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu dönemden başlayarak sadece ortaöğretim gençliği için değil, tüm kesimler için yapılacak demokratik reformların propagandası artarak devam etti. Gelişen ve güçlenen işçi ve halk hareketi karşısında manevra alanları daralan (ama tamamıyla yok olmayan) egemen sınıflar, köşeye sıkıştıkça demokrasi sloganlarına daha fazla sarılmaya ihtiyaç duydular. Tam da bu dönemde, gelişen hareketi bastırmak için daha güçlü bir saldırının son hazırlıkları olarak 20 Ekim seçimlerini gündeme getirdiler. Ama onların gerek seçimler öncesinde, gerekse sonrasında attıkları her demokrasi sloganı gençliğe ve halka indirilen bir darbe oldu. Seçim öncesinde, en sağcısından en “solcusuna” kadar bütün partiler “demokrasi-kardeşlik-özgürlük” sloganlarıyla yola çıkmışlardı. Seçimlerin Demirel’in DYP’si ve İnönü’nün SHP’sinin “tarihsel birleşmesiyle” sonuçlanmasının hemen ardından bu olgu ilk delillerini göstermeye başladı. Bir yandan, köylülerin kredi faiz borçlarının iptal edileceği açıklanırken öte yandan özellikle -yoksul köylüler- daha ağır ekonomik şartlara zorlandı. Kürt realitesinin tanındığı ilan edilirken, bir yandan da ulusal birlik maskesiyle daha büyük Kürt katliamlarına girişildi. Üniversitelilere YÖK’ün kaldırılacağı vaat edilirken, bu unutulup üniversitelere daha azgın saldırılar yöneltildi. Bu ve benzeri örnekler, yürütülen demokrasi yaygaralarının işçilere, köylülere, Kürt ulusuna ve bütün öğrencilere daha büyük ve geniş çaplı bir saldırının örtüsü olduğunun açık kanıtları ve göstergeleri oldu.
Yukarıda anlatılanlardan ortaöğretim gençliğinin çıkarması gereken en önemli sonuç şudur: Nasıl ki egemen sınıflar koalisyon hükümeti eliyle diğer ezilen kesimlere önce demokrasi vaat edip, ardından onları beklenti içine sokarak yine demokratik söylemlerle saldırıya geçtiyse bir biçimde ortaöğretim gençliğine de saldırılar düzenleyecektir. Hatta liseli gençlik bu saldırılardan en fazla nasibini alan, alacak olan kesimlerden birisi olacaktır.
Yazının bundan sonraki bölümlerinde, egemen sınıfların ortaöğretim gençliğine neden özel bir önem verdiğini ve vermek zorunda olduğunu ve tüm ezilenlere yeniden sahnelenen demokratikleşme güldürüsü eşliğinde ağır bir saldırı düzenlerken neden bunun bir ucunun da orta öğretim gençliğine yöneltildiğini irdelemeye çalışacağız.

Egemen Sınıflar Neden Ortaöğretim Gençliğine Özel Bir Önem Vermektedir?
Dikkat edilirse egemen sınıflar her fırsatta özellikle ortaöğretim gençliğine çok özel bir önem verdiklerini, geleceği onlara emanet ettiklerini söyleyip; onu yarının büyüğü, toplumun geleceği olarak gördüklerini ifade ederler. Bu doğrudur. İler konuda palavracı ve aldatıcı olan egemen sınıfların ortaöğretime verdikleri önem gerçektir. Ama neden?
Kapitalizm ezip sömüren ve ” ezilip sömürülenlerin bir arada yaşadığı bir toplumsal sistemdir. Böyle bir toplumsal sistemde asıl ve en önemli amacı kendi egemenliğini devam ettirmek olan egemen sınıflar, egemenliklerinin devamı için ezip sömürdüğü sınıfları baskı altına almayı onları varolan düzene boyun eğen ulusal köleler olarak tutmayı amaçlar. Hele de bu toplumsal sistemin sürekliliği içinde emekçi çocukları, yakın gelecek içerisinde, toplumsal üretimi yaratacak olan işçi ve emekçi yığınlara dönüşecekse onları ana ve babalarından daha uysal, baş kaldırmayan, haklarını aramayan, her şeye boyun eğip kaderine razı olan kişiler olarak yetiştirmek egemen sınıflar için varlıksal bir zorunluluk haline gelir. Çünkü bugün faşist ve gerici disiplin yönetmelikleriyle baskı altında tutulan eğitim sistemiyle kaderciliğe zorlanan ve meslek liselerinde (staj adı altında) sömürünün en rezilini yaşayan öğrenci, yarın fabrikada işçi, okulda öğretmen, tarlada köylü, devlet kademelerinde memur ve çok azı da olsa üniversitede öğrenci olacaktır. Yani ortaokul ve lise öğrencilerinin çoğu toplumsal üretimi yaratan emekçi olacaktır). Ve onların bu üretici konumları aksi olmadığı sürece egemen sınıfları ayakta tutan tek güç olacaktır. Ama onların baskı ve sömürüye bilinçli karşı koyuşları, fabrikada, okulda, hastanede ve köyde mücadeleye atılışları da egemen sınıfların ve onların egemen olduğu toplumsal sistemin varlığım tehdit edecek tek güç olacaktır. Sorun bu biçimde kavrandığı zaman egemen sınıfların ortaöğretim gençliğine verdiği önem ve bu eğitim sürecinde öğrencileri baskı altında tutacak tüm kuruluş, yasa ve uygulamaların varlığı daha iyi anlaşılacaktır.
Türkiye’de bugünkü eğitim sistemi içerisinde öğrencilere bir yandan yarının büyükleri olarak şefkat gösterisi yapılmakta, ama bir yandan da belirlenmiş kurallara, yasa ve yönetmeliklere en küçük itirazı, en küçük karşı kovuşu; dayakla, disiplin soruşturmasıyla, okulda atılmayla bedellendirilmektedir. Bütün bu uygulamaları ve bedelleri, tüm ortaokul ve lise öğrencileri canlı olarak yaşamaktadır.

Erken Seçim Öncesi ve Sonrasında Liselere Yönelik Politikalar
Erken seçimler öncesinde, her türlü iletişim aracı aracılığıyla ve gürültülü bir propagandayla artık ortaöğretim sisteminin değiştirileceği ve demokratikleştirileceği anlatılıyordu. Ancak “ders geçme ve kredi sistemi”ne geçiş uygulamalarının ilk denemelerinin öz olarak eski eğitim sisteminden hiçbir farkının olmadığı ortaöğretim gençliği tarafından yaşanarak görüldü. “Ders Geçme ve Kredi Sistemi’ne geçişin öğrencilere getirdiği “yenilik” daha fazla baskıdan başka hiçbir şey olmadı. Çünkü bu sistemde ortaya konulan demokrasi; öğrencilere spor, müzik, elişi, beden eğitimi gibi dersleri seçmede tanınan hakti. Oysa yeni sistemde dinci, gerici derslerin okutulması daha fazla ağırlık kazanırken, eğitim içindeki “bilimsel kırıntılar” imha edilmişti. Not verme sisteminde batı usulüne geçilmişti. Ancak bunun öğrenciler açısından hiçbir anlamı yoktu. Çünkü notların rakamlarla değerlendirilmesi yerine harflerle değerlendirilmesi hiçbir şey değiştirmiyordu. “Ders Geçme ve Kredi Sistemi” sadece bir vitrin değişikliğiydi. Öyle ki bu sistemle öğrencilerin okulları bitirmesi kolaylaşmıyor (ki öğrencilerin bundan hiçbir çıkarları yoktur) sadece öyle bir görüntü yaratıyordu. Çünkü genel liselerden mezun olabilmek için toplam 132 krediyi tamamlamak gerekiyordu. (Kimi öğrenci bu kredi miktarını 3 yılda, kimisi 4,5 yılda tamamlayabilir.)
Çeşitli bilim adamlarının ve bu konuda uzman kişilerin ve öğretmenlerin bir araya getirilmesi ve 18 ay süren çalışmalar sonucu ortaya çıkarılan demokratik(!) ders geçme ve kredi sisteminin, yenileşme ve demokratikleşme adı altında; mücadeleye atılmasının koşulları her geçen gün daha olgunlaşan ve bunun ilk örneklerini vermeye başlayan liseli gençliğe yeni ve geniş çaplı bir saldırı olduğu olaylar tarafından doğrulanmış ve kanıtlanmıştır.
Erken seçimlerin hemen ardından eski bakan Avni Akyol’un yerini alan Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan da göreve başlar başlamaz “eğilim sisteminin çok ilkel” olduğunu anlatmaya ve “demokratikleşmenin” zorunlu olduğundan bahsetmeye başladı. Nasıl ki kurulan koalisyon hükümetinin başı Süleyman Demirel her gittiği yerde her kesim için demokratikleşmeden bahsediyorsa…
Dikkat edilirse görülecektir ki; her yeni gelen Milli Eğitim Bakanı (tıpkı her yeni gelen hükümet sözcüsü gibi) kendisinden önce gelen bakanın (ya da hükümetin) eğitim sistemini demokratikleştirmediğini (hâlbuki bir önceki bu konuda çağ atlandığını iddia etmektedir) ancak kendilerinin bu işi başarabileceklerini söylemektedirler. Ne var ki, olayların tanık olduğu gibi her birinin demokratikleşme demagojileri her defasında ortaöğretim gençliğine daha ağır bir saldırının düzenlendiği, trajikomik bir oyun olarak sahnelenmektedir. Çünkü hükümetin bütün sözcülerinin görevi ve amaçları varolan sistemin sürekliliğini ve istikrarını sağlamaktır. Ve bu sürekliliği sağlama sürecinde yıpranan öncekinin yerini, daha yeni olan bir sonraki almaktadır.
Özellikle son 1-2 yıl ortaöğretim gençliğinin gerçek demokratik bir eğitim ve demokratik lise özleminin dışavurumunun, ilk nüvelerinin ortaya çıktığı yıllar oldu. Varolan eğitim sistemine ve eğitim sistemini düzenleyen bütün yasa ve yönetmeliklere ve bunları uygulayan kişi ve kuruluşlara karşı öfke duyan, ancak bu tepkisini birleşik ve kitlesel olarak açığa çıkaramayan liseli gençlik, Kürdistan’da lise işgallerine varan eylemleriyle egemenleri korkutan bir güç olma potansiyelini her zamankinden daha çok hissettirmeye başladı. Özellikle bu olgu ortaöğretime ilişkin politikaların da genel “demokratik” vitrine uygun olarak yeniden ele alınmasını zorunlu kıldı. Ancak bu demokratik görünüm sadece bir görüntüydü. Yazının yukarıdaki bölümlerinde ele alındığı gibi, bu görünüm sonuçları itibariyle liseli gençlik açısından hiçbir değişiklik ortaya koymadı.
Egemenlerin sözcüleri sadece eğitim sisteminin adında bir değişiklik yaptılar. Ve -örneğin üniversiteli gençliğe olduğu gibi- bolca demokratik vaatlerde bulundular. Ama nasıl ki egemenler, öncesinde üniversiteli gençliğin “Özerk Demokratik Üniversite” talebine içini boşaltarak sahip çıkmış ve YÖK’ü kaldıracağını vaat etmişse ve ardından hiç sıkılmadan YÖK’ü aynı biçimde (Yine İhsan Doğramacı başkanlığında) yeniden uygulamaya sokmuşsa, liseli gençlik için de benzer oyunları oynamış ve onu beklenti içine sokmayı hedeflemiştir. Liseli gençlik, gerici, faşist eğitim sistemi içinde cendereye alınmışken, her geçen gün geleceği açısından daha fazla endişe duyarken ve her şeyden önemlisi ÖSS sınavlarının yakınlaşıp sayısı 1 milyonu bulan lise öğrencisini daha yakından tedirgin etmeye başlamışken, liseli gençlik nasıl bir tutum içine girecek? Egemenlerin kendilerini aldatıp beklenti içine sokma girişimleri karşısında seyirci mi kalacak, yoksa bütün bu yaşananların ve yaşanacak olanların kendi yaşantısı ve geleceği ile ilgili olgular olduğunu anlayıp mücadeleye mi atılacak? İşte gelecek dönemde egemenlerin orta öğretim gençliğine ilişkin politikalarının ve demokrasi aldatmacalarının boşa çıkarılıp çıkarılamayacağı ve demokratik lise mücadelesinin nasıl bir seyir izleyeceği ortaöğretim gençliğinin alacağı tutuma göre şekillenecektir. Ortaöğretim gençliği, eğer egemenlerin demokratik bir görüntü eşliğinde kendisine yönelttiği saldırılar karşısında sessiz bir seyirci olarak kalırsa; gerici eğitim sistemi altında ezilmeye devam edecek, yine üniversite kapılarından eli boş olarak geri dönecektir. Tersine egemenlerin bu tutumu karşısında mücadeleye atılıp diğer ezilenlerin mücadelesiyle birleşme yolunu seçerse, demokratik lise mücadelesinde daha ileri mevzilere erişecek ve genel olarak özgürlük mücadelesi doğrultusunda önemli adımlar atmayı başaracaktır.

Ortaöğretim Gençliği Nasıl Bir Lise, Nasıl Bir gelecek İçin Mücadele Etmelidir?
Türkiye’de ve bütün kapitalist-emperyalist ülkelerde egemen sınıfların, gençliğe ve ortaöğretim gençliğine nasıl yaklaştığını, ona nasıl bir gelecek hazırladığını ve nasıl bir eğitim sistemi içinde yetiştirdiğini ve toplumun gelecek kuşağı olan ortaöğrenim gençliğinin toplumun diğer ezilen kesimleriyle nasıl kopmazcasına birbirine bağlı olduğunu kısaca da olsa, yukarıdaki paragraflarda anlatmaya çalıştık. Ortaöğretim gençliği de farkında olarak ya da olmayarak bütün bu olguları yaşamaktadır. Yazının bundan sonraki bölümlerinde üzerinde durmak istediğimiz konu daha çok ağırlıklı olarak -yukarıdaki ara başlıktan da anlaşılacağı gibi-ortaöğrenim gençliğinin özlemini çektiği ve uğruna mücadele etmesi gerektiği ortaöğretim kurumunun nasıl bir eğitim sistemi içinde ele alınacağı ve bu doğrultudaki mücadelenin acil taleplerinin neler olması gerektiği olacaktır.

Demokratik ve Bilimsel Lise
1. Hiç şüphesiz ortaöğretim kurumlarında bilimsel bir eğitimin yapılabilmesinin temel şartlarından birisi bilimsel eğitimciliği meslek edinmiş eğitim ve öğretim kadrolarının var olması gerektiğidir. Oysa Türkiye’de eğitimcilik ya da öğretmenlik “hiç olmazsa” olarak görülen bir meslek olduğu gibi, bu alanda eğitim gören kişiler de birçok olanaksızlık ile karşı karşıyadır. Yani günümüzde öğretmenlik işsiz kalmamak için seçilmiş ve imkânsızlıklar içinde elde edilen bir meslektir. Bilimsel eğitimciliği meslek edinmiş kadroların yaratılabilmesi bu konuda yetenekli kişilere yeteneklerini açığa çıkaran fırsatlar tanıma ve sonrasında en iyi şekilde eğitilebilmeleri için maddi, teknik, manevi olanakların tümünün en iyi şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir.
2. İnsan gücünün toplumsal üretim içerisinde en uygun biçimiyle mevzilendirilebilmesi ve toplumsal olarak yapılan üretimin ihtiyaçlar doğrultusunda en uygun tarzda arttırılabilmesi için; toplum içindeki bireylerin ortaöğretim çağından başlayarak yetenekleri doğrultusunda eğitilmesi ve yeteneklerinin özgürce gelişebilmesinin olanaklarının yaratılabilmesi şarttır. Bunun böylece başarılabilmesi için ortaöğretim gençliğinin yetenekleri ve eğilimleri aileleri ve eğitim kadroları tarafından öğrencilerle birlikte tespit edilmeli ve bunun olanakları devlet tarafından sınırsızca sağlanmalıdır.
Broşürün başında da belirttiğimiz gibi, böyle bir kapitalist toplumun egemenlerinin varlık sebepleriyle çelişmekte ve bu yüzden olanaksız bir hale gelmektedir. Öyle ki; bırakalım yetenekleri ve eğilimleri doğrultusunda eğitimi, bizim ülkemizde öğrenciler egemenlerin zenginliklerinin daha da artırılması temel amacına göre eğitime tabi tutulmaktadır.
3. Genel olarak insanların birey olarak varlıkları, eşil koşullarda yaşamaya başlamaları gerekliliğini ortaya koyar. Bu eğitimsel gelişim açısından da böyle olmalıdır. Ancak kapitalist toplumdaki genel eşitsizlik, eğilim konusunda da kendini gösterir. Bir yanda özel öğretmenler, dershaneler ve araç gereçlerle eğilime tabi tutulup “geleceğin egemenleri” olarak geleceğe hazırlanan zengin çocukları, bir yanda insanların ekonomik olarak da bin bir yolla birbirine bağlandığı yaşamda varolabilmek için sıradan bir eğitim görebilmek zorunluluğunda olan, varolma savaşı veren emekçi çocukları… İşte bugünkü eğilim sisteminin öğrencilere verdiği şeylerden birisi olarak: Fırsat Eşitsizliği
4. Ortaöğretim kurumlarında okutulan ders kitapları, öğrencileri yaşamdan koparan, onları bilimsel temellerle yaşama katmayı engelleyen ve egemen sınıfların ideolojisini ve kültürünü bin bir yolla öğrencilere kabullendirmeyi amaçlayan bir içerik ve niteliktedir. Ortaokul ve lise öğrencisi gençler yaşamı yeni yeni kavramaya başlayan ve dünyayı ve hayatı bilimsel ve felsefi yönden öğrenmeye en çok ihtiyaç duyan kesimdir oysa. Bilimsel eğitim yollarıyla hayata hazırlanma süreci olması gereken eğitim kurumları gerici, emperyalist, ırkçı ve dinsel görüşlerin ezberletildiği kurumlar şeklindedir ülkemizde.
5. Yaşları ve buna bağlı olarak düşünce yapısı ve psikolojileri düşünüldüğünde kültürel, sportif ve sanatsal faaliyetlere en çok ihtiyaç duyan kesim ortaöğretim gençliğidir. Eğitim kurumlarında bu tip faaliyetlerinin ve rahat yaşama koşullarının öğrencilere en geniş şekilde sağlanması gerekir. Bu olanak ve faaliyetler hakkında ülkemizdeki durum üzerine (paralı ve özel liseler dışta tutulursa) fazla söz söylemeye sanırız gerek yoktur.
6. Ortaokul ve lise öğrencilerinin tüm bu sorunları daha da ağır olarak yaşayan Kürt gençliğinin kendi ulusuna, ulusal diline ve kültürüne yabancılaştırmaya çalışılmasına karşı “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” demokratik ilkesinden yola çıkılarak ANADİLDE EĞİTİM talebi özel olarak ele alınması ve özel olarak vurgulanması gereken can alıcı bir meseledir.

Sonuç Yerine
Yukarıda anlatılanlardan ve yaşananlardan ortaöğretim gençliğinin çıkarması ve kavraması gereken başlıca sonuçlar ve dersler şunlar olmalıdır:
-İlk olarak; egemen sınıfların ortaöğretime yönelik politikaları, genel olarak tüm ezilenlere yönelik politikalarla sıkıca birbirine bağlanmış durumdadır. Bugünkü bu politika ikinci kez (birincisi Özal-ANAP hükümeti döneminde sahnelenmiş ve dejenere olmuştu) sahnelenen demokratikleşme güldürüsü eşliğinde işçileri ve emekçileri, Kürt ulusunu ve gençliği (özel olarak ortaöğrenim gençliğini) beklenti içine sokup tüm bu kesimlere yönelik geniş ve daha sert saldırılar düzenleme ve gelişen hareketi ezme politikasıdır. Bu olgu, ortaöğretim gençliğinin demokratik lise uğruna yürüteceği mücadelenin işçi, halk ve Kürt hareketiyle birleşmesini her zamankinden daha çok zorunlu ve acil kılmaktadır.
-İkinci olarak: Ortaöğretim gençliğinin yaşadığı sorunlar ve ona adım adım hazırlanan karanlık gelecek, kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanmaktadır. Bu olgu da, ortaöğretim gençliğinin -bu broşürde de açıklanan- acil isteklerinden hareketle yürüteceği mücadelenin özgürlük ve sosyalizm mücadelesine doğru genişlemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Ortaöğretim gençliğimiz, egemenlerin istedikleri gibi, yaşananlara karşı kayıtsız bir seyirci olmamalı ve bu yazıda anlatılanları alanlarının özgün sorunlarıyla birlikte ele alıp tartışmalı, tüm bu tartışmaları pratik karşı koyuş planlarıyla irdelemeli ve artık örgütlü olarak mücadele sahnesine daha aktif katılması gerektiğini anlamalıdır.

Ortaöğretim Gençliğinin Acil Talepleri
A- DEMOKRATİK LİSE
1. Devletin okullara her türlü müdahalesi son bulmalıdır.
2. Eğitim kurumlarında yaygın ve köklü demokrasi sağlanmalıdır.
3. Öğrencilere siyasal ve örgütsel serbestlik tanınmalıdır.
4. Faşist disiplin yönetmelikleri iptal edilmelidir.

B- DEMOKRATİK EĞİTİM
1. Herkese anadilinde eğitim hakkı tanınmalıdır.
2. Eğitimde emperyalist, faşist, ırkçı, feodal, dinci ideolojiye son verilmelidir.
3. Öğrencilerin yeteneklerini geliştirici bir eğitim sağlanmalıdır.
4. Ezberci ve eleyici eğitime son verilmelidir.
5. Öğrencilerin kültürel ihtiyaçları karşılanmalı, bedensel gelişim olanakları ve serbestçe kültürel, sanatsal çalışma yapma koşulları sağlanmalıdır.

C- PARASIZ EĞİTİM
1. Öğrencilerin her türlü ders araç ve gereçleri parasız sağlanmalı, öğrencilerden hiçbir şekilde para toplanmamalıdır.
2. Bütün öğrencilere eğitim için rahat yaşam koşulları sağlanmalı; sağlık, barınma, beslenme, ulaşım ücretsiz karşılanmalıdır.

D- ÖSS VE ÖYS KALDIRILMALIDIR
1. Herkese istediği dalda yükseköğrenim hakkı tanınmalı, eğitim her kademede parasız olmalıdır.
Ayrıca;
MESLEK LİSELERİNDE, eğitim süresi kısaltılmalı, okullarda ve stajlarda emek sömürüsüne son verilmeli, sigorta ve iş güvenliği sağlanmalı ve üniversiteye girişte eşit hak tanınmalıdır.

Mart 1992

Bugünden Geleceğe DÜNYA VE TÜRKİYE

Doğu bloğu ve SSCB’de, özellikle son beş yılda hızlanan bir “çözülme” yaşandı. Modern revizyonizm, teslim oluşun son kertesini de yaşadı ve batılı emperyalist sistemle her alanda bütünleşti. Arnavutluk’ta yaşanan geriye dönüşle birlikle, dünya üzerinde, “biçimsel” ya da “simgesel” bir sosyalist sistem ya da ülke kalmadı. “İki kutuplu dünya”, kutuplarından birini yok etti ve “tek kutuplu dünya” dönemi başlamış oldu. Bu “yeni” dünyada emperyalist sistem, dünya ölçeğindeki hâkimiyetini “sonsuz” kılmak için yoğun bir arayışa girişti. Emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki ekonomik, askeri ve siyasal ilişkilerin yeni biçimini; diğer ülkeler üzerinde kurulmuş sömürü sisteminin yeni tanımını; olası proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında bir sistem olarak tavırlarını ifade edecek ve bir iç mantıkla tutarlı kılacak program ve yöntem arayışıydı bu. Ve bu arayış, somut ifadesini, “yeni dünya düzeni” “teori”sinde buldu. Büyük bir yaygarayla sunulan bu paketin temel önermesi, “sosyalizmin alternatif olamayacağının, yaşanarak kanıtlandığı” idi. “Sosyalist” kutup iflas etmişti. O halde soğuk savaş dönemi sona ermiş olmalıydı! “Evrensel barış” ve “evrensel refah”ı getirebilecek tek sistem, emperyalist sistemdi! Emperyalizm, zaten, insanlığın gelişiminin son aşamasıydı; ötesi ya da başkası olamazdı!
Bir tek öncülden, “sosyalizmin öldüğü” öncülünden edinilen bu sonuçlar, aslında özdeştir ve doğruluk değerleri aynıdır. Herhangi birinin çürütülmesi, “yeni dünya düzeni”nin dayandığı mantığın çökmesi anlamına gelir.
Bunun için fazlaca beklemeye gerek kalmadı. Körfez savaşı, bu önermelerden, ilk aşamada, “evrensel barış”a ilişkin olanını çürüttü. Evrensel Basım Yayın’ın Şubat ayı içinde yayınladığı “Dünya ve Türkiye” isimli kitabı, işte bu dönemde kaleme alınmış, bu dönemde dünya ve Türkiye’nin durumunu çözümleyip, devrimci sonuçlar ve görevler çıkarmayı amaçlamış bir çalışmadır.
Kitap, üç farklı tarihte yazılmış ama bütünsellik oluşturan üç makaleden oluşuyor. Birinci makale, Şubat 1991’de, emperyalist güçler ve Irak arasındaki savaşın en kanlı olduğu; Türkiye’de güçlü bir işçi hareketinin, savaş koşulları gerekçesiyle durdurulduğu, ancak gerginliğin derinleşerek sürdüğü bir dönemde kaleme alınmış. İkinci makale, erken genel seçim öncesi ve sonrasını kapsamak üzere, Ekim 1991’de yazılmış. Üçüncü makale ise işçi sınıfının yaz eylemlerinden sonra, Ağustos-Eylül 1991’de hazırlanmış.
Birinci bölüm, olguları ve yönelimlerini, evrensel planda tahlil ederek, iddia edilenin aksine, sınıfsal ve ulusal çatışmaların sertleşeceği, alt-üst oluşların yaşanacağı ve sosyalizmin daha büyük bir atılımla yeniden alternatif olacağı ve Türkiye’nin de bu gelişmelerden payına düşeni alacağını anlatmaktadır. Bu gelişmelerin itici gücü, aşağıdaki etkenler olacaktır:
-“Yeni dünya düzeni”nin “evrensel barış” vaatleri geçersiz kılınmıştır. Bunu emperyalizmin bizzat kendisi, en somut örneğiyle Körfez savaşını başlatarak geçersiz kılmak zorunda kalmıştır. Ortadoğu, Güney Amerika,” Afrika ve Avrupa’da daha bir dizi savaş dinamiği bu dönemde mayalanmıştır. Dünya, yeniden paylaşım savaşlarına, ulusal kurtuluş savaşlarına ve proleter devrimlere gebedir. “Evrensel barış” bağlamında sosyalizmin alternatif olmadığını propaganda eden emperyalizmin kendisi alternatif olmaktan çıkmıştır.
-Emperyalist sistem, tek kutba indirgenmeden önce derin bir ekonomik kriz içindeydi. Bugün bu kriz giderek derinleşmektedir. Körfez savaşının getirdiği ekonomik yük emperyalist sistemin ekonomisi için dayanılmaz bir yük olmuştur. Öyle ki, emperyalist koalisyonun her ülkesi, bu yükü diğerlerinin sırtına vurmak için her türlü yola başvurmuştur.
-“Tek kutuplu dünya”nın teorisi yapılırken, bir yandan bu tek kutup içinde yeni kutuplar oluşmaya başlamıştır. ABD’nin jandarmalığını reddeden Almanya ve Japonya bunun en somut örnekleridir. Emperyalist dünya, kendi kutuplarını yaratıyor ve bu kutuplar arası etki alanı mücadelesi, ilerde daha sert çatışmalara dönüşmek üzere, bugünden başlamıştır.
-Ekim Devrimi ve özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra batılı emperyalist devletlerden uzak tutulmaya başlanan Doğu bloğu pazarı, bugün batılı emperyalist ülkelere bütünüyle açılmış durumdadır. Bu, ilk bakışta, emperyalist sistemi ayakla tutacak güçlü bir kaynak olarak düşünülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu kaynak, emperyalizmin kullanabileceği son kaynaktır. Emperyalizm, kaynaklarını tüketmiştir. Kaldı ki bu durum, yaşanan ekonomik krizi hafifletmemiştir bile.
-Ekonomik ve askeri açıdan ezilen ülke ve uluslara daha da saldırmak zorunda kalan ve bunları birbirine kırdıran emperyalizm, bu süreç içinde kendi karşıtını da yaratmaktadır. Kafaları karıştıran Doğu bloğunun çözülmesinden sonra ezilen halklar, düşmanlarını daha net görmeye başlamış ve dünyanın her yerinde anti-emperyalist bir mayalanma süreci başlamıştır.
Türkiye’nin durumu, emperyalist sistemin bu genel’ bakışla sunulan tablosundan farklı değildir. Türkiye ekonomisi çok daha derin bir kriz yaşamaktadır ve bu krizi geçiştirecek olanaklardan yoksundur. İşte Körfez savaşı, Türkiye burjuvazisinin, yükselmekle olan işçi hareketini durdurmak ya da ertelemek, Kürdistan’da önlenemeyen ulusal kurtuluş mücadelesini, gerekirse emperyalist askeri güçle durdurmak için kullanabileceği bir olanak gibi göründü. Bu yüzden, bütün savaş karşıtı tepkilere rağmen Güney Anadolu’daki bütün askeri üsler emperyalist güçlere sunuldu ve Irak’a karşı kuzey cephesi açıldı.
Ancak gelişmeler, burjuvazinin arzuladığı yönde olmadı. Sadece baskı ve zorbalıkla, ne işçi hareketi bütünüyle durdurulabildi ne de Kürdistan’daki direniş. Burjuvazi böylece, KHK’ler ve kontrgerilla infazlarının yanı başına “demokratikleşme” güldürüsünü de koydu. Ancak burjuvazi adına, bunun da sonuç vermeyeceği açık. Körfez savaşı konusunda “bir koyup üç alma” hayali ise her geçen gün daha da ümitsiz olmakta.
Sonuç olarak, dünya emperyalist sistemi, yeni bir döneme; ekonomik, politik krizlerin, sınıflar ve uluslararası çatışmaların, çok cepheli mücadelelerin ve alt-üst oluşların yaşanacağı bir döneme giriyor. “Gerek iç sorunları gerekse dış sorunlarıyla ve gerekse işçi sınıfının ve Kürt halkının mücadelesinin yarattığı çözümsüzlüklerle Türkiye, emperyalist zincirin en zayıf halkalarından birini oluşturuyor”.
Dönemi böylece çözümledikten sonra, kitabın birinci bölümü yürütülecek devrimci mücadelenin biçimi ve yönelimini irdeleyerek sona eriyor.
İkinci bölümü üç başlık altında toplamak mümkün: 1) Birinci bölümdeki öngörülerin gerçekleştiğinin ve gerçekleşmekte olduğunun anlatılması ve örneklendirilmesi; 2) Türkiye burjuvazisini erken seçime zorlayan etkenler ve seçim sonuçlarının düşündürdükleri; 3) Bu zeminde gelişmelerin izleyeceği rota, öngörüler ve devrimci görevler.
Öngörüldüğü gibi, geçtiğimiz dönem, ulusal ve uluslararası çapla sınıfsal ve ulusal çatışmalara sahne olmuştur. Dünya ölçeğinde “evrensel barış” sağlanamadığı gibi, yeni çatışmaların dinamikleri de oluşmuştur. Özellikle Yugoslavya ve SSCB toprakları olmak üzere dünyanın birçok yerinde sert çatışmalar olmuş ve olmaktadır. Kuzey-Güney Kore sürtüşmeleri, Kuzey Kore üzerine yürütülen emperyalist kışkırtmalar, Küba’ya müdahale hazırlıkları ve Latin Amerika’da yaşanan darbe girişimleri ve diğer gerici saldırılar bu dönemde artmıştır. Dünya ölçeğindeki önemi giderek artan bir diğer gelişme de Kürdistan’da sürdürülen mücadeledir. Diyarbakır direnişi, Kürdistan’daki mücadele için bir dönüm noktasıdır. Anti-emperyalist mücadelenin de yoğunlaştığı bu dönem, derinleşerek devam edecektir.
İşçi sınıfının yaz eylemleri ve Kürdistan’daki mücadelenin kazandığı boyut, Türkiye ekonomisinde onmaz yaralar açmış ve siyasi iktidar boşluğunu iyice su yüzüne çıkarmıştır. Bunun bilincinde olan burjuvazi, devlet terörü ve “demokratikleşmemi, kendi iç çelişkisinin bir ifadesi olarak yine birlikte kullanmış, bunlara, iki yeni arayış eklemiştir.
“Gerçekte Türkiye’deki tüm emperyalist askeri üslerin ‘statü’sünü de yenileyen Silopi üssü bir anlamda emperyalizmin Türkiye’ye ve Türkiye Kürdistan’ına bir müdahalesidir” ve gerek sosyalistlerin, gerekse ulusal kurtuluş mücadelesi veren gerillanın hesaba kalmak ve uygun bir karşı koyuş yapmak zorunda olduğu bir olgudur.
Burjuvazinin çözümsüzlüğünün bir dışavurumu olan erken seçim ise, ne burjuvaziye, ne işçi sınıfına ne de Kürt halkına bir şey verememiştir. Sadece, burjuvazi cephesindeki parçalanmışlığın ve alternatif olamayışın düzeyi hakkında bilgi vermesi açısından önemlidir. “Gerçekte seçim sonuçları, burjuvazi ve gericilik için beklenmedik değil ama, ‘umut kırıcı’ yeni bir süreç başlatmıştır”.
İlk iki bölüm, devrim ve karşı-devrim arasındaki mücadeleyi dünya ve Türkiye ölçeğinde ele almış, karşı-devrim cephesini çözümlemişti. Üçüncü bölüm, devrim cephesini, Türkiye ölçeğinde ele alıyor; DİSK’in yeniden kurulması ve bu süreçte devrimci tavrın ne olması gerektiği tartışılıyor.
İncelenen dönemin işçi hareketinin temel özelliği, istikrarsız oluşudur. “Açık kitle hareketi bir anda ülke çapında bir dalga haline gelebilmekle, biranda sıfır noktasına yaklaşan düşüşler gösterebilmektedir” Bunun pek çok nedeni olmasına karşın, bütün nedenler esas olarak, ekonomizmin ve sendikalizmin hareket üzerindeki baskısı ve devrimci çalışmanın sınıf saflarındaki zayıflığı ile açıklanabilir. İşçi hareketinin bünyesel zaaflarının pratik sonuçları şöyle sıralanabilir:
-Yığın hareketi,   istikrarsızlık içinde gelişmekle; tutukluklar ve kararsızlıklar içinde ilerlemektedir.
-Sınıf dayanışması henüz çok zayıftır.
-Ekonomik mücadele, siyasal mücadele perspektifiyle verilemediği için, ekonomik mücadelenin bütün olanakları da henüz kullanılamamakladır.
-Grev, direniş ve sokak hareketi, henüz sınıfın kendi öz örgütlülüğü ve inisiyatifi altına girmemiştir.
Ancak bunlara bakarak bir devrimci örgüt, karamsarlığa kapılmak hakkına sahip değildir. Durumun bir diğer yönü de sınıf hareketinin, zaaflarını henüz aşamasa da, ilerleme içinde olduğudur:
-“İşçi hareketi ilerlemekledir; çünkü o, her şeye karşın, öne sürdüğü talepleri ve attığı sloganları ilerletmektedir”. Zonguldak direnişi ile birlikte, proleter sınıf bilinciyle ileri sürülmese de, işçi hareketine “iktidar” sloganı sokulmuştur.
-Daha önceki işçi hareketlerinden farklı olarak, artık işçiler harekete geçtikleri yerlerde, diğer emekçi sınıf ve katmanların desteğini almaktadır. “Zonguldak direnişi bu bakımdan Türkiye işçi sınıfı tarihinin, zirvesidir; salt bir işçi grevi değil, bölgesel bir genel direniştir”. Böylelikle işçi sınıfı, diğer sınıf ve katmanları etrafında toplayacağı sloganları öne sürdüğü, diğer sınıf ve katmanları temsil edebilecek tek sınıf olduğunu pratikte gösterdiği yeni bir döneme girmiştir.
-İşçi sınıfı harekeli, artık, fabrika duvarlarını aşarak sokaklara, yasa engelini aşarak yasal olmayan bir zemine taşmıştır. Zonguldak direnişi dönemin tüm hareketi içinde, sokağın ve yasa dişiliğin zirvesi oldu. Bugün de, en basil bir grev bile, söz konusu duvar ve engelleri aşmaktadır. “İşçiler siyasal mücadeleyi çoğunlukla sokak eyleminde, sokak direnişinde ve çatışmasında öğreneceklerdir ve hareket, sancılı da olsa sokak yolunu açma sürecine girmiştir”.
-Her işçi hareketi ve grev dalgası, öne sürdüğü talepler ve elde ettiği kazanımlar temelinde ele alındığında, genel bir yenilgiden söz edilebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, elde edilen kazanımlar, hemen her defasında, işverenin “verebileceği üst limitin” üstünde olmuştur ve her yeni hareket ve grev dalgası, bir öncekini aşan talepler öne sürmüş ve bir öncekini aşan bir direngenlik göstermiştir. “Her eylem, hareketin bünyesinde bir birikim yaratmış, burjuvazi ve gericiliğin açmazını derinleştirmiştir.”
İşçi hareketindeki sorun, kendiliğinden gelişen hareketin kendi sınıf siyasetine ulaşması sorunu olarak konuluyor ve bunun birincil yolunun, işçilerin, Marksist-Leninist Parti’de örgütlenmeleri olduğu vurgulanıyor.
DİSK’in yeniden kuruluşu ile oluşan gündeme devrimci müdahalenin tanımı ve içeriğiyle devam eden kitap, Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin olanak ve olanaksızlıklarının tartışıldığı bölümle son buluyor.
“Dünya ve Türkiye” yaşanan bir süreci, materyalist dünya görüşünde, yaşanırken tahlil etmesi, bugün çoğu gerçekleşen öngörülerde bulunması ve sınıf savaşımlarının canlı bir tanığı olması açısından önemlidir. Yapılan tahlil ve değerlendirmeler bugün de geçerlidir ve geçerli olmaya devam edecektir; çünkü süreç, “siyasal çalışmalar, mevcut toplumsal sınıfların ve sınıfların kesimleri arasındaki savaşıma” indirgenerek değerlendiriliyor. Canlı ve çarpıcı örnekleriyle bu kitap, her devrimcinin ve emekçinin okuması gereken, değerli bir çalışmadır.

(“Bugünden Geleceğe DÜNYA ve TÜRKİYE”, Ali Eldeniz, Evrensel Basım-Yayın 11, Mart 1992-İstanbul)

Mart 1992

“Çekmeyin beyler… Ayıp oluyor”

Şubat, son ayı kışın. Önümüz bahar. Bahar da sımsıcak, dopdolu günler var.
Önce cemre düşecek. Cemre. Havaya, suya, toprağa. Kırlar yeşile yatacak. Bitkiler çiçeğe, yaprağa.
İlk sıcağını kadınlar yaşayacak baharın. Baharın baharını. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde. Biraz da burukça ama. Dünyanın dörtte üçünde, dörtte bir insan sayılmazken kadınlar. Sayılanlar da… Kadın olarak gene.
-Sen işçisin işçi kal- şarkısında olduğu gibi. -Sen kadınsın kadın kal- deniliyor. Hamurumuzu yoğur. Bize çocuk doğur yeler. Gerisine yorma kafanı. Biz icabına bakarız. Bak kutlamalarına bile katılıyoruz. Nazım’ın erkekçe şiirini okuyarak. Yazarak hatta. Dernek duvarları, sendika bültenlerine.
-Kadınlar, bizim kadınlarımız-
-Kimin?
-Bizim canım. Kimin olacak.
Anamız, avradımız, yârimiz. Ya kadınlar tersine yazsalar bu şiiri.
-Erkekler bizim erkeklerimiz.
Babamız, kardeşimiz, eşimiz…
Diyemezler değil mi? Saçlarını yolar, gözlerini oyarız sonra. Ellerinin hamurunu, tırnaklarının ojesini temizlesinler de…
Ya senin bıyığının boyası beyefendi?
Ben diyorum ki, şu bahar arifesinde mülkiyet düşünmesin kimse kimsenin üzerinde. Kadın, erkek olarak hiç kimse. Kadın, erkek yok. İnsan var, toplumda insan. Yarısı erkek yarısı kadın olarak yalnızca.
Işık ayı Mart ayı. Ateş ayı Ağrı Dağı’nın.
Çekmiş örsünü demirci Kawa.
Saldırıyor zalim Dehak’a.
Kurtarmak için halkını ve çocuklarını.
Kendini yakmış Zekiye. Surların başında. O ateşe kavuşmak için.
Işık oldu Mazlum! Işıklı yıldızlara karıştı. Diyarbakır zindanlarını delerek.
Akıl yürütür insanlar. Gelecek kışla ilgili. Güzün havasına bakarak.
-Bu kış zorlu geçecek. İyi ya da.
Bu baharın da kanlı geçeceğini gösteriyor. Toplumsal olaylar. Hele Kürdistan. Tüm odununu, kömürünü oraya yığdı diktatörlük.
Çiçek ayı, Nisan. En canlı ayı Doğa’nın. Ardından Mayıs. Açılmış, saçılmış doğa. Gencecik gelin gibi.
-Gelme kış gelme- şarkısını.
Gelme Mayıs gelme, diyesim geliyor içimden. Kan kokusu karışıyor çiçek kokusuna/ Sokaklarda kan akıyor, sel yerine. Bayramlarda bile.
Kıvılcımlar kalkmaya başladı.
Ankara yolunda İzmir Belediye işçileri ekmek yürüyüşü, hak yürüyüşündeler.
İki aya yaklaştı Kargo işçilerinin direnişi.
Yıl 1922. Çizme izleri İstanbul sokaklarında işgalci askerlerin. Pardon 1992. Çağ atlayıp, çığ altında kaldığımız yıl.
Yer Cağaloğlu. Gözü, bebeği, kulağı, burnu basının. Hürriyet’in önü. Açlıklarını haykırıyorlar Kargo işçileri. Haklılıklarını. Direnişlerini.
-Direndik. Direneceğiz. Kazanacağız…
-İşçi memur el ele, Genel greve!
Hünerlerini sergiliyorlar. Sonradan görme “sosyalist” patron İbrahim Arıkan’ın. 1402’lik İbram’ın. Bir atasözünü doğruluyorlar.
-Sofu soğan yemez. Yerse kabuğunu komaz. Solcu olan patron olmaz. Olursa da İbo gibi olur. Anasını beller çalışanların.
El atıyor polisler. Sorunlarına değil ama. Yakalarına işçilerin.
-Gelin bakalım!
-Neden?
-Açım dediniz?
-Açım demek suç mu? Dünyanın en büyük suçluları bebeler o zaman. Cezaları da idam. Her saat başı ağlıyorlar açız diye.
Dalaşma, didişme başlıyor polislerle işçiler arasında. Tırmıklama, yumruklama.
İnsanlar direndi. Polisler yüklendi. Giderek sertleşti durum. Kapmaca, kovalamaca başladı, tuttuğu işçiye girişiyor polis tekme tokat.
İnsan doldu çevreye seyre. Yeni gelen iki gençten biri:
N’oluyor? dedi diğerine.
Film çevriliyor herhalde.
Genç izleyicimiz haklıydı. Yüzlerce, binlerce gözün önünde adam dövmek olmazdı herhalde. Hele, hele de bizimki gibi demokratik bir ülkede. Film çevrilir gibiydi olay. Tek farkı patlayan flaşlarıydı gazetecilerin. O kadar çok patladı ki, rahatsız oldular polisler kuşku duydular. Devletin demokratlığına gölge düşeceğinden. Endişelendiler taze hükümetin şeffaflığının lekeleneceğinden. Dayanamadı bağırdı polislerden biri.
-Çekmeyin beyler. Ayıp oluyor.
El de diyecek ki işkence var Türkiye’de. Dayak var. Dayak değil bizimki. Hizaya getirme, Vatan, millet, Sakarya yolunda. Atalarımız bile:
Sözle uslananı etmeli tektir.
Sözle uslanmayanın hakkı kötektir demiş.
Yoksa adam olmaz bu millet.
Ayrıca alalarımıza saygılıyız biz. İzlerinden, sözlerinden çıkmayız hiç. Kaldı ki, tıp ilmi ile eşdeş bizim eylemimiz. Nasıl mı?
Doktorlar da can acıtırlar. İğne ya da ameliyat sırasında niçin? Sağlıkları için.
Ayrıca başka bir konuda da, denk düşüyoruz doktorlarla.
Adam öldürme konusunda.
Onlar fiziki olarak öldüğüne karar verirler insanların. Biz siyasi olarak öldüğüne.
Onlar organlarını almak için öldürürler adamı. Biz mikroplardan temizlemek için ortalığı.
Onların amacı bir can kurtarmak. Bizim amacımız, tüm toplum.

Mart 1992

Baba “İş” Gezisinde

Havalimanında bir kargaşa günü. Kornalar çalıyor, sirenler araç-adam kovalıyor. Dertli düdükler işi toparlamaya çalışıyor. Yani tam bir bizim memleket usulü kargaşa…
Yol-iz bilmez bir oyuncu arkadaşını karşılamak üzere havalimanına gelmeye çabalayan şişko yönetmen ve iki arkadaşı bu şamatanın ortasına düşüverdiler.
Şaşkın şaşkın bakınırken eli telsizli biri üstlerine sökün etti: “Ne duruyorsunuz burada. Protokolden misiniz?”
Şişko yönetmenin -alaycı- “Hiçbir zaman olmadık”ını duymadan itiştirmeye başladı. Kara pardösülü bir adam -anlayış havasıyla- “Kusura bakmayın çocuklar telaşlı ne yapsın beyefendi dönüyor da…”
“Nereden dönüyor?”
“Aaa… Duymadınız mı? Günlerdir televizyon kanalları inliyor… ‘Beyefendi dedi ki’ ‘Sayın Buş (Hakaret olsun diye) dedi ki… Yani”
“Yani”
“Yani beyefendinin ana kumanda merkezi seyahati bitti. Dönüyorlar… Birazdan alanda olacaklar.”
Oyunculardan biri uçakların iniş-kalkış tablosuna ulaşmayı ve dönmeyi başardı: “Çocuklar maalesef bir buçuk saat rötar var. Ne yapalım?”
Kafeteryaya doğru yöneldiler. Kapıda bir telsizli kafeteryaya gelenleri geri çeviriyordu.
Şişko yönetmen mırıldandı:
“Efendisi Buş gelince yollar kapanıyorsa, o efendisinden dönerken de en azından bir kafeterya kapatılmalı değil mi ya…”
Yanındaki oyuncu kız şişko yönetmene baktı kıkırdadı.
Üçü -hafifçe etrafa da duyurarak- bir oyuna başladılar aralarında. Önce oyuncu kız Nazım’dan dizeler seslendirmeğe başladı:
“Beyefendi uçaktan iniyorlar.
Amerika’dan dönüyorlar.
Ve coplar, cipler
Ve darağaçlarında sallanan ipler
Üstat döndü diye seviniyorlar”

Yerleri paspaslayan bir adamla göz göze geldiler. Soğuktan yaşlı burnu kıpkırmızı olmuş, parlatıyordu ortalığı. Şişko yönelmen (ki kendisi alakasız insanlara alakasız sorularıyla bilinir)
“Baba yau, bu büyüklerimizin seçilir seçilmez Amerika’ya yollanmaları ne hesap?”
İhtiyar şakayı bir anda kavradı. Can Yücel’vari bir yanıt patlattı:
“Herhalde Amerika’yı yeniden keşfetmek için değil”.
Kahkahalarla güldüler bu yanıta.
Temizlikçi baba “Seçim günleri ne kıymetli ve paylaşılmazdır değil mi? Milli onur. Hiçbir adayın vereceği taviz yoktur bu konuda. Milli şahsiyet, milli menfaat, milli emniyet…”
“Seçim sabahına kadar inanılmaz ve dayanılmaz nağmeler-, ‘Efendim, başımıza gelmiş-geçmiş tüm kötülükler hep verilen tavizler yüzünden dışarıya. Halbuki ben… Ah! Ben… Bir baş olsam zırnık taviz yok.'”
“-Hatta Karaoğlan gibi bokunu çıkarıp-“
“Yalnız iç Türklerin dış menfaatlerine değil, dış Türklerin dış menfaatlerini de koruyup kollayacağıma…”
Oyuncu kız: “Evet efendim oylar atıldı, sayımlar yapıldı, seçimler bitti. Şimdi istikamet ne yana?”
Temizlikçi baba: “Ne sağa, ne sola aynen Amerika!”
Şişko yönetmen: “Evet beyefendi. Size yeni figüranlar olarak, eteğinize yüz sürmeye geldik. Yeni senaryoları lütfeder misiniz?”
Temizlikçi baba: “Benim gençliğimde başkanlar daha usturuplu konuşurlardı. Adam geçen akşam açıkça yüzümüze karşı Türkiye diyeceğine Teksas dedi”.
Oyuncu kız: “Bunda bir terslik yok. Adam bizi benimsedi. Ülkemizi de kendi eyaleti sayıyor. Bağımsızlık… Ah! Bağımsızlık. Sahi be baba senin devrinde bu ülkede bağımsızlık aşkına kaç kişi öldü?”
“………………….”
Temizlikçi babanın gözleri daldı. Elindeki paspasın sapına tutundu adeta geçmişe doğru yolculuğa çıkarken:
“Babam Çanakkale’de bir geceyi anlatırdı bazen. Düşman öncüleri gelmişler çıkartma için gizli gizli dolanmışlar Çanakkale-Eceabat kıyılarında. Sonunda uygun bir nokta bulmuşlar. Oraya bir işaret bırakmışlar. İki balıkçı bir de babam uzun uzadıya tartışmadan el yordamıyla o işareti taşımışlar sarp bir kayalığın önüne. Kim onlara o görevi vermiş, niye onca adam dururken canlarını tehlikeye atmışlar bilinmez.
Bir kaç gün sonra düşman gemileri ani bir baskınla işaretlenen yerden çıkışa geçmişler. Karşılarına geçit vermeyen kayalıklar dikilmiş.
Şaşırmışlar.
Kayalıkların üstünde düşmanı bekleyen yurtseverler dayanamamış atlamışlar düşmanın üstüne.
Hatıratına ‘Gökyüzünden üstümüze uçtular’ diye yazmış bil cümle düşmanlar…”
Bir anons bölüyor temizlikçi babanın anılarını. “Washington’dan kalkan uçak az sonra havalimanımıza…”
Temizlikçi baba lahavle çekerek sürdürdü:
“Bizim kuşak bu öykülerle büyüdük. Bundan yirmi yıl önce gençlerin bağımsızlık çağrısı yüreğimizi dağladı. Bizim köyde yollara düşüp eşek üstünde bildiri dağıtan, tülün, haşhaş mitingi örgütleyenler vardı. Az jandarma dipçiği yemedi onlarda.
Şimdi bu uçakla gelen ‘Baba’ diye bağıra basılan şahıs o zamanlar… Neyse ortalık karışık söyletmeyin beni kötü kötü.”
.Oyuncu kız:
“Üzülme babalık satıla satıla bitmemiş bir vatan bu
Hangi fiyata, hangi koşulda
Kimi zorunluluk
Kimi sorumluluk
Kimi vefa
Kimi böyle gelmiş
Kimi çaresizlik Demiş
Sonuç: İşlem tamam.
Satışa devam.
Palazlanmış kimileri, yağlanmış kimileri
Talan ettirdikçe alın terimizi
Her sabah uyandıkça
İşlem tamam.
Satışa devam

Soruyor millet ‘Ana… Söyle ana… Babamız nerede?’ ‘Baban yavrum… Baban… İş gezisinde’
Bu gezinin var elbet bir maliyeti. Giren nedir? Çıkan nedir? Hükümet olanlar 930’lardan bu yana kıble gibi bellediler emperyalizmi. Bir yanda din iman, öte yanda uşaklık. Orada hazırlanan bütün reçeteler ‘genel çıkar’ gibi sunuldu. Ey ahali! Bu nasıl bir çıkar? Kimden çıkar? Kime girer?
Bu ortak çıkar masalı sürüp giderken bozuldu bir sabah ünlü devalüasyon haberiyle.”
Temizlikçi baba:
“Evet, çok şaşırmıştım.
Para elimde duruyordu.
Bir yüz lira”
“Baba nerelerde?”
“Baba iş gezisinde”
Para elimde mi?
Bu yalnızca görüntü.
Aslında para elimden kayıyor.
Sanki için için kaynıyor.
Cebimdeki parayı kim satıyor?
Durdur onuyorum.
Yeni bir anons bölerek.
“Dikkat! Uçak göründü semalarımızda.”

Beyefendinin cümle adamı, iş adamları, umum dalkavuklar ve henüz pay kapmamışlar, başlarında bir sosyal demokrat avanak, dizildiler bir sıraya:
Temizlikçi baba: “Bakın evlatlarım. İşte büyük satış korosu”
Şişko yönetmen, temizlikçi baba ve iki oyuncu uçağın yere değen tekerleklerini gördüler.
Temizlikçi baba: “Eyvah! Gene tekerleklere yapışacaklar.”
Şişko yönetmen: “Kimler?”
Temizlikçi baba: “Her Amerika satışında bir kez daha yok olanlar. Bak şu 23 sentlik askere bak”
(Amerika’nın 1953’lerde Dışişleri Bakanı olan Mister Dalles Atlantik Paktı’na en ucuz askeri Türkiye’nin sağladığını söylemiş. Bir Türk askeri 23 sente mal oluyormuş. Nazım da bu konuya ilişkin bir şiir yazmış. 16.7.1953’de.)

“23” Sentlik askere dair
Mister Dalles,
sizden saklamak olmaz,
hayat pahalı biraz bizim memleketle.
Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara’da 23 Sente,
yahut iki kilo kuru soğan,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan, erkek,
ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeye, öldürülmeye hazır,
belki tavşan gibi korkak,
belki toprak gibi akıllı,
belki gençlik gibi cesur,
belki su gibi kurnaz
(her kaba uymak meselesi),
belki ömründe ilk defa denizi görecek,
belki ava meraklı, belki sevdalıdır.
Yahut da aynı hesapla Mister Dalles
(Tanesi 23 Sentten yani)
Satarlar size bu askerlerin otuz beşini birden
İstanbul’da bir tek odanın aylık kirasına,
seksen beş onda altısını yahut
bir çift iskarpin parasına.
Yalnız bir mesele var Mister Dalles,
herhalde bunu sizden gizlediler:
Size tanesini 23 Senle sanıkları asker
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak,
mevcuttu,
tuhafınıza gidecek,
mevcuttu,
hem de çoktan mı çoktan,
daha sizin devletin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela, Mister Dalles,
yeller eserken yerinde sizin New York’un,
kurşun kubbeler kurdu o
gök kubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri,
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebemkuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Mister Dalles,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek,
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her şeyde,
hep beraber,
diyebilmek için,
yürüdü peşince Bedrettin’in
O, tornacı Hasan, köylü Memet, öğretmen Ali’dir,
Kaya gibi yumruğunun son ustalığı:
922 yılı 9 Eylül’üdür.
Dedim ya, Mister Dalles,
Herhalde bütün bunları sizden gizlediler.
Ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın,
yarın çok pahalıya mal olursa size,
bu 23 Sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.

Ve bir satışta haşhaşı elinden alınıp aç koyulan Ayşe kadın, Vietnam’da çarpışırken ölen Türk genci, Amerikan üstlerinde köle gibi çalıştırılan-kovulan işçilerimiz, Amerika uğruna hapsedilen, kurşunlanan, darağacına çekilen gençlerimiz. Hepsi yapışmışlar tekerleğine uçağın.
Temizlikçi baba: “Evet gençler geldik işin sonuna. Birazdan inecek beyefendi uçaktan ve açıklayacak acımasız yeni kararları”.
Özetle açıklama şöyle:
“Amerika gezisi hedefine ulaşmıştır.”
Kararlar yürürlüğe girecek, acılar yükselecek, emniyet müdürü açıklama yapacak.
“Yetmez efendim yetmez. Bu kadar polis yetmez”.

Mart 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑