Nihayet, ABD kaynaklı “savaş, senaryoları”nda sözü edilen ama bir türlü yerinin neresi olduğu belirtilmeyen “İkinci Cephe”nin nereden açılacağı belli oldu: İkinci Cephe Türkiye-Irak sınırı. Cepheyi açacak kuvvetler, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Çevik Kuvvet!
Zaten başka türlü de olamazdı. Eğer bir “ikinci cephe” açılacaksa (ABD ve müttefikleri “açılacak” diyorsa, açılacaktır) bu ancak Suriye ya da Türkiye üzerinden olabilirdi. ABD ile Suriye’nin arasının henüz yeni düzeldiği, Türkiye’nin ise ABD’nin kadim dostu olduğu ve şu anda iktidarda bulunan Özal-ANAP kliğinin de olabilecek en Amerikancı yönetimi oluşturduğu göz önüne alınırsa, “İkinci Cephe” için en uygun yer Türkiye’ydi. Ama savaş yanlısı odakların el altından Kerkük-Musul edebiyatı yapmasına ve şovenizmi kışkırtma çabalarına karşın, savaşa en çok ihtiyaç duyan kesimler bile, emekçi yığınların “milli çıkarlara” duyarsızlığı karşısında açıkça savaş kışkırtıcılığı yapamıyordu. Hele son zamanlarda, Özal ve onun sözcülüğünü yapan basındaki yardakçıları bile savaş lafı edemez olmuşlardı.
“Barış” girişimlerini öne çıkararak, savaş karşıtlarını pasifleştirme taktiği ABD, İngiltere gibi ülkelerde de fazla bir prim yapmayınca ve giderek ABD basınında “Kuveyt için ölmeye değer mi?” gibi sorularla öne çıkan savaş aleyhtarlığının güç kazanması, savaşa karşı güçleri eritmek yerine, savaş yanlılarının moralini yükseltecek girişim ve propagandanın öne çıkarılmasına yol açtı: “Saddam kıçına tekmeyi yer” gibi kabadayılıklarla askeri gösteriler yeniden gündeme getirilmeye başlandı.
Son birkaç haftadır, emperyalist savaş yanlısı çevreler tarafından kenara itilmişlik duygusuna kapılan Özal ve hükümet de, “savaş da neymiş, biz Saddam’la da geçinebiliriz, ne savaşa katılırız ne de asker göndermek gibi niyetimiz var” üslubunu benimsemişken, ABD’den aldıkları rüzgârla olacak birden bire “şunu da ifade edeyim, bastığımız yeri titretiriz” (Özal’ın Konya konuşmasından) politikasına geçildi. Çevik Kuvvet’in çağırılmasıyla da artık niyetler ve amaçlar açıkça ortaya çıktı.
Özal-ANAP ve egemen sınıf çevrelerinin savaş yanlısı olduklarını, etraflarına da “bir koy-üç al” politikası izledikleri propagandası yaparak destekçilerini çoğaltmaya çalıştıkları çoktan beri biliniyor. Ama bu propagandanın kamuoyuna dönük “açık” yanı, “savaş istemediğimiz” biçimindeydi. “Çevik Kuvvet”in çağırılması bütün niyet ve amaçların su yüzüne çıkmasına vesile oldu. Ama onlar, savaş yanlıları yine de yüzlerini saklamaya çalışıyorlar. Bir yandan, hükümet sözcüsü, “Çevik Kuvvet’in çağırılmasında amaç caydırıcılıktır”. Yani, “Irak’ın Türkiye’ye saldırı gibi bir niyeti varmış. Eğer Türkiye’ye saldırırsa Çevik Kuvvet’e de saldırmış olacağından NATO’ya saldırmış olacakmış da, Irak NATO’yu işin içine çekmemek için Türkiye’ye saldıramayacakmış vb! Herhalde hükümet üyeleri aralarında konuşmamış olacaklar ki, her biri başka bir açıklama yapıyor. Aynı gün Dışişleri Bakanı, “Çevik Kuvvet’in, Türk ordusunun gücü karşısında fazla bir değer taşımadığını, sembolik bir çağrı” olduğunu, hatta NATO’nun yıllık mutat “kuvvet aktarma” tatbikatlarından biriymiş gibi göstermeye çalışıyor. Ama durum çok açık. Yapılan şudur. Türkiye’nin savaşa katılması için İncirlik, Pirinçlik gibi ABD üslerini kışkırtıcılıkta yeterli bulmayan hükümet, yeni bir kışkırtma unsuru olarak “Çevik Kuvvet”i çağırmış bulunmaktadır.
Emperyalistler ve Türkiye’de onlarla işbirliği içindeki yardakçıları böylece bir taşla birkaç kuşu birden vurmayı amaçlıyorlar: Bir yanda Irak’ın dikkatini kuzeye çekerek güneyden yapılacak saldırının yükünü hafifletmeyi, öte yandan da Türkiye’nin ikinci cepheyi açmasını kolaylaştıracak bir provokasyonun koşullarını olgunlaştırıyorlar. Dahası ikinci cephe için de şimdiden kuvvet yığıyorlar. Türkiye’nin savaş kışkırtıcısı ve savaşa yönelik hazırlıkları bundan da ibaret değil: Almanya kanalıyla sağlanan tank, top, uçaksavar bataryası vb. cinsinden modern silahların sevkıyatının bugünlerde iyice yoğunlaştırıldığı, Mersin ve İskenderun limanlarından giren bu teçhizatın doğrudan G. Doğu Anadolu’da konuşlandırılmış birliklere gönderildiği basında yayımlanıyor. (Almanya’nın Çevik Kuvvet’e katılmak istememesi nedeniyle sorun henüz (23 Aralık) NATO’da karara bağlanmamışsa da, önemli olan “Çevik Kuvvet’in gelip gelmemesi değil, Türkiye’nin böyle bir talepte bulunmasıdır.) Dahası batı ve kuzeyden çok sayıda birliğin Irak sınırına kaydırıldığı da ayrıca bilinen bir gerçek.
Irak’ın, Güney ve Güneydoğusundan dünyanın en güçlü silahlarıyla donatılmış ve kendi deyimleriyle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük emperyalist silah ve asker yığınağına karşı savaşa hazırlanırken, bu ara bir de Türkiye’ye saldırmaya hazırlanması olanaksız olduğuna göre, bütün bu silah ve askerlerin Irak sınırına yığılmasının, üstelik bütün bu hazırlık yetmiyormuş gibi, bir de “Çelik Kuvvet”in çağırılması; Irak’ın Türkiye’ye saldırmasını caydırmak için olduğu söylenirse, buna kim inanır? Herhalde sadece böyle inanmak işine gelenler dışında hiç kimse?
Basında çıkan ve hükümet ve Çankaya çevrelerinden sızan haberlere bakılırsa, her önemli sorunda olduğu gibi Özal yine hükümeti dışlayarak bir karar almış ve daha önce imzalatıp aldığı boş kâğıtların üstünü doldurarak hükümete de “sürpriz” yapmış! Torumtay, kendi dışında böyle bir gelişmeyi haber aldığı için istifa etmiş vs. Elbette bu hükümet olduğunu iddia edenlerle “bakan” olduğunu söyleyenlerin bir sorunu. Eğer boş kâğıtları imzalayacak kadar silikleşmişlerse, ya da bu koşulla görev kabul etmişlerse kendi bilecekleri bir şey. Ama “boş kâğıt imzalamıştık bizim bir şeyden haberimiz yoktu” demek de onları savaş suçluları arasına sokmaktan kurtarmaz. Bizden söylemesi.
Emperyalistler için Ortadoğu’da bir savaş vazgeçilmez durumda. O yüzden de Saddam’a yapması olanaksız öneriler sunuyorlar: “Kuveyt’ten kayıtsız koşulsuz çekilirsen saldırmayacağız” gibi. Ama Saddam’ın Kuveyt’ten çekilmeyeceğini, çekilmeyeceklerini bildikleri için de savaş koşulunu Saddam’ın yapamayacağı şeyi yapmasına bağlıyorlar. Savaşı böyle iştahla istemelerinin nedeni, ancak bir savaşın onların Ortadoğu’da uzunca süre kalmasının koşullarını yaratabilir olmasından. Çünkü artık bu saatten sonra, Arap şeyhleri ve zorba Arap diktatörlerinin ayakta kalıp ABD’ye hizmet etmesi ancak ABD silahlarının yakın koruması altında olanaklıdır; ABD ve diğer emperyalistler bunu sağlayabileceğini uşaklarına göstermek zorundadır. Öte yandan ABD ve Avrupa halklarına da orada oluş nedenlerinin “ikna edici” bir gerekçesini söylemek zorundadırlar ve bu konuda da, Avrupa ve Amerika’nın “uygar halkları” için bile, “Onca kan döktüğümüz toprakları korumalıyız” gerekçesinden iyi gerekçe olamaz. Petrol ve “akıtılan kan” emperyalist ülkelerin kamuoyu için “ikna edici” bir gerekçe olur ancak.
Türk burjuvazisi için; (her şeyden önce uluslararası emperyalist burjuvazinin bir uzantısı olarak) savaş ona, Özal’ın sözünü edip durduğu “Batı’nın güvenilir hizmetkârı olduğu” imajını güçlendirme bakımından gereklidir. Ama sadece bu da değil. Artık sınırların ötesinde de sömürü gerçekleştirme gücüne ulaşan tekelci guruplar, savaştan sonra masaya oturarak, (belki) yeni sömürü alanları umuyorlar. Bu onlar için son derece önemli. Özellikle uzun vadede buna ihtiyaçları olacak. Ama Türk burjuvazisi, en acil talepleri bakımından da savaşa katılıp, galip tarafla olmak ihtiyacında: Birincisi Kürt sorununun, savaş vesilesiyle, alacağı biçimde söz sahibi olarak aleyhlerine bir çözümün gelişmesini önlemek istiyorlar. Ama ondan önemli değilse de ondan da ence savaş bahanesiyle G. Doğu’da “yeterince” askeri güç yığarak, “gerekli askeri hareketi” gerçekleştirerek Kürt hareketini kana bulayarak yok etmek istiyorlar. Daha yakın bir hedef olarak da, yükselen emekçi sınıf hareketini, bir “savaş hali” ya da “seferberlik hali” ilanıyla bastırmak, bütün gösteri ve grevleri yasaklayarak anlaşmazlıkları ve sendikal eylem de dâhil tüm özgürlükleri askıya almak (ki; buna hemen ve çok şiddetli ihtiyaçları var) istiyorlar. Bütün bu önlemler içinde bir de şovenizmi kışkırtıp yığınları pençesine almayı sağlarlarsa onlar için savaşta ölen ve ölecek olanların önemi yok. Yeter ki, sermayeyi kurtarsınlar. Savaşın ortaya çıkaracağı durumda, enflasyon, karaborsa, kaçakçılık ve ücretlerin düşmesi vb.den kazanılanların tümünün kâr hanesine yazılmamasına ise hiçbir neden yok.
Görüldüğü gibi, gerek ABD başta olmak üzere emperyalistler, gerekse Türk egemen sınıfları için savaş bir gereklilik, hatta bir zorunluluk. Yapılan bütün manevraların “barış” girişimlerinin amacı, dünya ve Türkiye kamuoyunun savaş yanlısı bir tutuma çekilmesidir. Birleşmiş Milletler kararı, Saddam’a öneriler vb. tümü bu kategoriden manevralardır. Ve bunda başarılı oldukları ölçüde de cephe gerisinde “rahat edecekler”, “gözleri arkada kalmayacak”tır.
Ama emperyalistlerin ve Türk egemen sınıflarının savaşa ihtiyaç duymaları, içinde bulundukları sorunlardan savaş yoluyla kurtulmaya çalışmaları, bu yüzden de savaşı isliyor olmaları sadece gerçeğin bir yanıdır. Gerçeğin öte yüzünde ise halkların, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıfların bir savaştan büyük zararlar görecekleri gerçeği vardır. Ve bugün, gerek ABD ve Avrupa, gerekse Türkiye’deki halk yığınları savaşı istememektedir. “Savaşa Hayır” sloganı çok geniş çevrelerde yankı bulmaktadır. Ama bu “emperyalist yağmacı savaşa hayır” ve “Savaşı kışkırtanlara karşı savaşa” dönüşmedikçe de savaşı önleme gücünden yoksundur. Ülkemiz emekçileri açısından durum diğer Avrupa ve ABD emekçileri için olduğundan çok daha yakıcı ve acil bir durum olarak böyledir. Bu hem savaşın hemen yanı başımızda olması dolayısıyla, hem de Türk egemen sınıflarının savaştan beklentileri (yukarıda sözü edildi) bakımından önem taşıyor.
Savaş borularının öttürülmesi için BM’nin verdiği sürenin dolmasına sadece 20 gün (25 Aralık itibariyle) var ve savaş kışkırtıcıları bir yandan askeri yığınaklarını artırırken öte yandan ellerindeki her olanağı kullanarak kamuoyunu savaşa hazırlamaya çalışıyorlar. Türkiye egemen sınıfları ve hükümet de aynı doğrultuda ama ikinci cephenin de doğrudan tarafı olarak savaşa ilişkin önlemleri artırıyor. Ama savaşın gerektirdiği “birlik beraberlik” ruhunu sağlayabilecek mi? Son aylarda emekçilerin atılımlarına, bir günlük işe gitmeme biçiminde ve Türk-İş tarafından alınan bir kararla da olsa Türkiye tarihinde ilk kez genel grevin gündeme gelmesi, gelecek günlerin çok şeye gebe olduğunun da bir ifadesidir.
Evet, savaş emperyalistler ve Türk egemen sınıfları için bir gerekliliktir. Ama emekçiler için de savaşı önlemek bir zorunluluktur.
Önümüzdeki günler bu karşıt çıkarların da, savaşına da sahne olacaktır.
Ocak 1991