İşçi sınıfı, yatağından taşıp Türk-İş dalgakıranını parçalayarak 1990 yılını tamamladı. 91 yılına ‘Genel greve merhaba!’ diyerek giriyor. Yıllardır çeşitli demagojilerle ve kıvrak manevralarla işçi sınıfı mücadelesi önüne duvar örmeye çalışan Türk-İş ağaları, karşı durduklarında kendilerini de önüne katıp sürükleyecek bir hareketle karşı karşıya kalınca manevra alanlarını tükettiler. 18-19 Aralık günlerinde Türk-İş Başkanlar kurulunda alınan ‘bir günlük işe gitmeme kararı’ 20 Aralıkta şube başkanlarının da katıldığı toplantıda 3 Ocak günü olarak açıklandı.
Türk-İş yönetiminin adını koymaktan kaçındığı 1 günlük genel grev kararı birçok sendikacı tarafından tatmin edici bulunmamakla birlikte yine de büyük bir coşkuyla karşılandı. Yapılan konuşmalar sık sık ‘işçiler el ele genel greve’, ‘Yaşasın işçilerin birliği’, ‘Ölmek var, dönmek yok’, ‘Hükümet istifa ‘ sloganlarıyla kesildi. M. Bamyacı ve Yılmaz’ın konuşmalarının ardından binin üzerinde sendikacı Anıtkabir’e kadar yürüdü, yol boyunca sloganlar atıldı.
Çeşitli zamanlarda eylem kararları almak zorunda kalsa bile bu kararı hiçbir zaman hayata geçirmeyen Türk-İş yönetimi, tümüyle köşeye sıkıştı. Eylem kararı almadığında kendisine rağmen, belki bir kopma da yaşanarak eylem yapılacağı hesabıyla böyle bir eylem karan almak zorunda kaldı. Buna rağmen muhalif bir ses duymak istemeyen Türk-İş yönetimi, bu kararı başkanlar kurulunda aldı, şube başkanlarına da onaylattı. 800’ü aşkın şube başkanının katıldığı toplantıda sadece Ş.Yılmaz ve M. Bamyacı konuştular.
Alınan 1 günlük genel grev kararı, işçi sınıfının özlemlerinin tam bir ifadesi değildir; sınırlayıcı, daraltıcı pasifleştirme amacı taşıyan bir karardır. Fakat bu özelliklerine rağmen, işçi sınıfının son on yıllık tarihinin en önemli eylemi olmaya, mücadelede bir dönüm noktası olmaya adaydır.
İşçi sınıfının yaşamsal sorunlarının üst üste yığıldığı, devletin saldırılarını sertleştirdiği, çeşitli kulislerde olağanüstü hal uygulamasının konuşulduğu, savaş tehlikesinin bağırarak yaklaştığı bir durumda, bunları gündeme almayan bir günle sınırlandırılan ve o gün işçileri eve hapseden bir eylem biçimi ile Türk-İş yönetimi, genel grevi geçiştirme hesabı içindedir.
Bir günlük eylem yapıldığı halde bütün sorunlar orta yerde kalakalacaktır. Belki hemen ardından olağanüstü hal tüm Türkiye’yi kapsayacak şekilde genelleştirilecektir. Savaş çığırtkanları Türkiye’yi savaş yangınına atacaklardır. 3 Ocak’ta hayata geçirilecek olan eylem kararının alınabilmesi için çalışmaların Ağustos ayında başladığı hatırlanırsa, yeni bir eylem kararı alabilmek için, bin dereden su getirilecek, bir beş ay daha beklenecektir.
Ayrıca, eylemin ‘işe gitmeme’ olarak belirlenmesi, işçi sınıfının ‘üretimden gelen gücü’nün, sınıfın kendisi tarafından görülmesini engelleyen bir özellik taşıyor, işçi, makinası başına giderek toplu halde şalteri indirdiğinde, gücünün gerçek boyutlarını görebilecek, bilincine kazıyacaktır. Bir arada bulunan işçilerin, genel grevi değişik eylem biçimleriyle zenginleştirmeleri, daha üst eylem biçimlerine sıçratmaları daha olanaklı olacaktır.
Nerdeyse bir ayını dolduran Zonguldak grevi Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı için çok canlı ve öğretici bir örnektir.’Türkiye Zonguldak olmalıdır’ şeklinde dile getirilen özlem, işçi sınıfının gerçek özlemini ifade etmektedir. Zonguldak işçileri, sadece kararlılıkları, cesaret ve özverileriyle değil, aynı zamanda geliştirdikleri mücadele biçimleriyle de örnektirler. Zonguldak işçileri, grevi işe gitmemekle, ocak ağızlarında bekleyen grev gözcüleriyle sınırlamıyorlar. Grevi meydanlara taşıyarak büyük yürüyüş ve mitingler yapıyorlar. Eylemler işçilerle sınırlı değil; ev kadınlarından çocuklara, belediye çalışanlarından avukatlara kadar bütün çalışanları eylemlere katılmış durumdalar. Bu bakımdan ‘Türkiye Zonguldak olmalıdır’ özlemi, sadece grevlerin tüm Türkiye’ye yayılmasını değil, aynı zamanda tüm zenginliği ile eylem biçimlerinin de Türkiye’ye yayılmasını ifade etmektedir. Bütün değerleri yaratan işçi sınıfı yaşamın karşısına çıkardığı sorunlarla koşullara uygun zengin eylem biçimlerinin de yaratıcısıdır. Bugün Zonguldak’la direnen işçi, Türkiye işçi sınıfının mücadele araçları ve biçimlerine yenileri katmıştır, her gün bulduğu yeni eylem biçimleri ve sloganları ile dağarcığını zenginleştirmiştir. Ankara’da toplanan sendikacıların Zonguldak işçilerinin ürettikleri dışında slogan atmamaları dikkat çekicidir.
Türk-iş yönetiminin tüm çabalarına karşın bir günlük genel grevin onların hesapladığı ve uygun gördükleri sınırların dışına taşmasının-koşulları vardır. 3u noktada Marksist-Leninistlere, devrimci demokratlara ve ulusal güçlere önemli bir görev düşmektedir. Eylemin en başta işçi sınıfının bütün kesimlerini kapsaması, ilk önemli amaçtır. Bu eylemin sadece işçilerle sınırlı kalmaması, tüm çalışanları ve halkı kapsaması, ihtimal dışı değildir. Son bir yıl içinde, Kürt halkı tüm olumsuz koşullar ve baskılara rağmen önemli örnekler ortaya koymuş, iş bırakmış, kepenk indirmiştir. Meydanlarda madencilerle dayanışmak için gösteri yapan Kürt halkı, genel greve destek mesajı vermiştir. Kürt sendikacıların tahminleri de Kürt esnafının eyleme katılacağı yönündedir. Zonguldak ve Botan’da esen iki sıcak rüzgârın birleşmesi ve boyutlanması mücadelenin geleceği açısından büyük bir öneme sahiptir.
İşçi sınıfının ve tüm halkın çıkarlarının savaş tehlikesi ile doğrudan bağıntılı olduğu, savaşın yakınlığının günlerle ifade edildiği koşullarda, eylemlerin hedefini esas olarak emperyalist, haksız savaşı engelleme, esas olarak egemen sınıfların savaş planlarını bozmaya, siyasal saldırıların geri püskürtülmesine hizmet edeceği anlaşılır bir şeydir. Egemen sınıfların cephe gerisini sağlama almadan savaşa girmeleri daha zordur.
Bu bakımdan işçi sınıfının genel grevi toplu sözleşmelerden doğan sorunlarının çok ötesinde bir anlama ve öneme sahiptir.
Genel grev, işçi sınıfının son on yıllık tarihinin en önemli eylemi olacaktır. 90’la biten on yılda 89 Bahar eylemlerini yaratan ve Zonguldak greviyle kapatan işçi sınıfı, yeni bir on yılı genel grevle başlatıyor. Bu eylem, işçi sınıfı bilincinde önemli bir sıçrama yaratacak, yaşadıkları ile siyasal ajitasyonu birleştirebilirse, sendika ağalarının gerçek işlevini daha yakından görecek, revizyonizmin ve reformizmin etkisinden kurtulacaktır.
İşçi sınıfı sendika ağalarına karşı önemli bir tepki göstermekle birlikte bu tepkiyi onlara rağmen ve onların karşısında bir eyleme dönüştürmeye hazır olduğunu söylemek güçtür. Sendika ağalığı, bir tek beş kişilik Türk-iş yönetimiyle sınırlı değildir. Muhalefetlerine rağmen Türk-İş yönetimine karşı açık mücadele içine girmeyen, sürekli tavizlerle, Türk-İş vitrininde ‘birlik’ tablosu sergileyen sendika yöneticilerinin de kendi gerçek yöneticileri olmadığını kavramaları gerekmektedir, işçi sınıfının, yaşadığı deneyleri bir ‘anı’ olmaktan çıkarılabilir; onun hafızası olan partisi aracılığı ile ileri taşınabilirse, işçi sınıfı “tekerrür” yaşamaktan kurtulacaktır.
Savaş beklentisi içinde, eylem tarihini sürekli ileri alan Türk-İş yöneticileri manevra alanları kalmayınca bir günle sınırlı bir eylem kararı aldılar. Fakat bir olağanüstü hal ilanı karşısında işçilere açıkça bir mesaj vermediler.
Buna en güzel yanıtı Petrol-İş sendikası Batman Şube başkanı verdi: ” Bundan önceki eylemlerimizi, biz, olağanüstü hal şartlarında yaptık; olağanüstü hal şartlarında da pekâlâ eylem yapılabilir.” Gerçekte olması gereken olağanüstü hal şartlarında eylem yapmak değil, olağanüstü hal ilanını bir eylem çağrısı olarak kabul etmektir.
89 Bahar eylemlerinin ve Zonguldak grevinin açtığı yoldan ilerleyen işçi sınıfı yeni yıla genel grev şarkılarıyla giriyor. Yeni yılda bizi bekleyen emperyalist savaş tehlikesinin ve siyasal hakları gasp etme saldırılarının bertaraf edilmesi işçi sınıfı ve emekçi halkın, Kürt işçileri ve halkının mücadelesinin boyutlanmasıyla mümkün.
Zonguldak Maden işçilerine
KARDEŞLER,
Kararlı mücadelenizin sesi, ülkemizin sınırlarını aşarak biz Almanya’ca bulunan sınıf kardeşlerine ulaşıyor. Grev ve direnişinizi büyük bir coşku ve umutla yakından izliyoruz. Kararlılığınız birliğiniz bizi de mutlu ediyor. Çünkü bu mücadele ülkemizden uzak diyarlarda çalışan bizlerin de mücadelesidir. Elde edeceğiniz her başarı bizim için de çok değerlidir.
Arkadaşlar,
Herkesin gözü, kulağı size yönelmiş durumda. Sınıf kardeşleriniz, dostlarınız mücadelenizi büyük ilgiyle izliyorlar. Siz grevci işçileri,” ve yakınlarınızın mücadelesi, belediye işçilerinin desteklemek amacıyla, kısa süreli de olsa işi bırakmaları, esnafın, öğrencilerin, avukatların ve diğerlerinin dayanışma içinde olmaları, haykırdığınız “genel grev” isteği ve “savaşa hayır” sloganlarınız tüm asker ve komando birliklerinin ablukasına rağmen yaptığımız kitlesel gösteri ve yürüyüşler. Türkiye’nin dört bir yanındaki destek ve dayanışma hem diğer çalışanlara bir örnek teşkil ediyor, hem de savaş çığırtkanlığına iyi bir şamar vuruyor.
Egemen sınıfların temsilcilerinin birçok hesabı tuzla-buz olma “tehlikesiyle” karşı karşıyadır. Bu nedenle başta Turgut Özal ve hükümet mücadelenize acımasızca ve gerçekleri çarpıtarak saldırırken, birçok düzen partisi ve örgütleri de mücadeleye sözde sahip çıkarak görünerek kendi kanallarına akıtmaya çalışıyorlar. Hükümete geldiklerinde her şeyin iyi yönde değişeceğinin hayallerini yayıyorlar. Bu nedenle hükümeti tek suçlu olarak gösterip, mücadelenin sadece buna yönelmesi için çaba sarf ediyorlar. Bunu savunanların mücadelemizi her an ve açıkça hançerlemeleri şaşılacak bir şey değildir. Bu nedenle kararlılığınızı ortadan kaldıracak her karar ve davranışı elinizin tersiyle itmekten ve önce kendi kollarımıza, sınıf kardeşlerimiz ve halka güvenmekten başka çare olmadığına inanıyoruz. Kim ne ad altında yaparsa yapsın, haklar alınmadıkça mücadelenin durdurulması veya ertelenmesi yolundaki her girişim mahkûm edilmelidir diyoruz.
Kardeşler,
Avrupa işçilerinin de gözü kulağı üstünüzde. Biz Almanya Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu olarak kamuoyuna haklı mücadelenizi anlatıyor, destek yaratmaya ve geliştirmeye çalışıyoruz. Sizinle birlikteyiz.
Yaşasın Maden İşçilerini yiğit direnişi!
Yaşasın genel grev direnişi!
Yaşasın uluslararası dayanışma!
Kahrolsun faşist diktatörlük!
Savaşa hayır!
DEMOKRATİK İŞÇİ DERNEKLERİ FEDERASYONU adına C. Biçici
Grevci Maden İşçileri, Kardeşler,
Günlerdir bütün Zonguldak halkıyla, çoluk
çocuğunuzla birlikte sürdürdüğünüz grevinizle,
yalnızca yerin altındaki kömüre değil,
toplumun uyuklamakta olan bütün cevherlerine
hayat vererek tek güç olduğunuzu gösterdiniz.
Bütün ezilenlere ve direnenlere olduğu gibi,
bize de umut ve güven verdiniz.
Yeni bir hayat ve yeni bir dünya için attığınız
her adımda sizinle birlikteyiz. Mücadelenizi,
bütün varlığımızla destekliyoruz.
Gaziantep Özel Tip Cezaevinden 73 Devrimci Tutsak Adına Aydın Çubukçu.
Zonguldak gündemi belirlemeye devam ediyor
· Madenci, işçi sınıfını hareketlendirdi…
· Zonguldak’ta yasalar ayaklar altında…
· Madenler sınıf dayanışmasının itici gücü…
· Madenci, genel grevin yolunu açtı…
Ve 140 yıl sonra ilk kez toplu-yasal greve çıktı Zonguldak madencileri. “Bir şafak vakti karanlığın kenarından … ağır ellerini toprağa basıp, doğruldular.
Türkiye topraklarında son 10 yılda ilk kez bu kadar büyük bir grev yaşanıyor. Bu, yalnızca, katılan işçi sayısının on binlere ulaşmasından değil, aynı zamanda işçilerin bölgedeki diğer emekçilerle kaynaşmasından, grevin bütün Zonguldak halkına mal olmasından kaynaklanıyor. Ve daha önemlisi, yalnızca Zonguldak sınırları içerisinde kalmayıp, etkilerinin tüm ülkeyi sarmasından, giderek uluslararası düzeyde yankılar uyandırmasından ötürü, madencilerin grevi son on yılın en önemli ve en büyük grevi durumunda.
30 Kasım’da başlayan ve 21 gündür aynı coşku, kararlılık içinde süren Zonguldak grevi, madencilerin ağır elleriyle yeni bir dönemi yazıyor. Başlamasından önce bile gözlerin kendisine dikildiği grev, Türkiye işçi sınıfı hareketinin bir anlamda kaderinin düğüm noktası olmak durumunu yaşıyor.
Zonguldak grevi, 1990 yılının son günlerinin de tükenmekte olduğu şu günlerde, 60 bini aşkın işçinin fiilen grevde olduğu; metal, tekstil, kâğıt, petro-kimya gibi temel işkollarında 265 bini geçkin işçi için grev kararının alındığı; Ocak 1991’de 600 bin dolayında işçiyi kapsayan TİS görüşmelerinin başlayacağı; NATO’ya bağlı askeri birliklerin 15 Ocak’a kadar Türkiye ‘de (Güneydoğu’da) konumlandırılacağı ve 3 Ocak tarihi için 1,5 milyon işçiyi kapsayan genel grev kararının alındığı koşullarda gerçekleşiyor.
Zonguldak’ta bütün bir halka mal olan bir grev yaşanıyor. Kelimenin lam anlamıyla bir madenci şehri olan Zonguldak’ın taşı, toprağı kömürden. Suyu kömüre bulanmış Zonguldak’ın, havası kömür kokuyor. Bir ayağı ocakta olan madencinin diğer ayağı köyde; madencidir esnafın tek müşterisi.
İşte bu yüzden işçisi köylüsü, esnafı, öğrencisi, memuru kadını, çocuğu grevi yaşıyor. Zonguldak grevle uyanıyor her sabah grevle dalıyor uykuya. Her gün on binler kilometrelerce yürüyor, ocaklardan şehir merkezine. Her gün 70, 30, 100 bin insan yürüyor, slogan atıyor, haykırıyor, miting yapıyor…
Grevin ilk gününde Karadon’da yaptığı konuşmasında Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık, bizim grevimiz tarihimizin en büyük grevlerinden biridir. Gerisini de Türkiye isçi sınıfı tamamlasın. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin” diyordu.
Zonguldak grevinin Zonguldak’la sınırlı kalmayacağı; madencilerin çaktığı kıvılcımın bütün ülkeyi tutuşturacağının bilincinde olan devlet, daha grev başlamadan binlerce polisi, askeri, subayı, zırhlı araç ve panzeri yığıyor şehre. Amaç madenciyi tehdit etmek, amaç bütün işçi sınıfına gözdağı vermek. Grevin ilk gününde, polis, jandarma ve komando birlikleri yoğun önlemle, işçilerin ocaklardan başlayan yürüyüşlerini izleyip, madencilerin kente girişini engellemeye çalıştıysalar da, 100 bin insanın yürüyüş ve mitingini engelleyemediler. Zaten bir maden işçisi, “Engellemek mümkün mü; bu kalabalıkla kibrit kutusu gibi ezilirler” diyerek müdahalenin zorluğunu dile getiriyor.
Devletin hızla teşhirini getireceğinden açıktan müdahale edilmeyen greve ve madencilere herkes sahip çıkıyor farklı gerekçelerle.
Bir zamanların işçi, emekçi katili, şimdinin demokrasi havarisi kesilen faşist Demirel bile, madenciyi destekliyor görünüyor, işçi dostu kesiliyor. Demirel aslında madencilerin ve sınıfın hareketinden devletin zarar görmemesi için kollarını sıvıyor. Hükümete çatarak, hükümeti madencinin hakkını vermemekle suçlayan Demirel, işçilerin hak alma mücadelesini “yangın var ” diye adlandırıyor. Grevlerin bir an önce bitmesini isteyen Demirel, hükümeti gerçeği görmesi için uyarıyor. Aksi takdirde çok geç olacağını, yani bir “sosyal patlamanın” söz konusu olacağını işaret eden Demirel, devleti işçinin gazabından korumanın uğraşını veriyor.
DYP gibi SHP ve DSP de madencilerin grevini desteklediklerini söyleyerek bütün suçu hükümete ve Özal’a atıyorlar. Hükümet ve Özal’ın sermaye ile ilişkisini de göz ardı ediyorlar; devleti aklıyorlar.
Devletin tavrı ise, ANAP Genel Başkan Yardımcısı Metin Gürdere tarafından, TTK’da çalışan 35 bin işçinin fazla olduğu ve sendikanın istediği artışın verilmesi halinde TTK’nın zararının trilyonları aşacağı belirtilerek şöyle dile getiriliyor; “Verelim demek kolay, ama kimin malını kime vereceksin?” Devletin, hükümetin tavrı bellidir. O, sömürüye dayalı özel mülkiyet sistemini, ücretli köleliği, kapitalizmi savunmak ve korumak için var. Ve işte bu nedenle; cehennem koşullarında, yerin 500 metre derinliklerinde ilkel çalışma koşulları altında çalışan ve tedbirsizlik nedeniyle her yıl onlarcası ölen, sakat kalan işçilere karşı tavrı bu oluyor. Çeltek’te 67 işçiyi canlı canlı mezara gömenler, kendi işlemlerinden dolayı işletmenin zarar etmesinin sorumluluğunu işçilere yükleyerek, 35 bin işçiyi işten çıkarmanın hesaplarını yapıyorlar. Zonguldak işçisi, hak almanın yolunun “meydanlardan geçtiğinin ” bilincine varırken Türk-İş işçinin yolunu saptırmaya çalışıyor. Grevin birinci gününde Türk-İş Genel Teşkilatlandırma Sekreteri Mustafa Başoğlu, “Ankara’dakiler kulaklarını açsınlar da buraları dinlesinler. Bizler nihai mücadeleyi 12 Eylül belasını defetmek için sandıkta vereceğiz” diyor.
“12 Eylül belasının defetmek” gibi radikal görünümlü sözler sarf etmenin ardında, Türk-İş’in devlet ve sermaye yanlılığı sırıtıyor. Sözde defetmeye çalış(acak)ları 12 Eylül belasını, 82 Anayasasına “evet” diyerek ve Eylül hükümetine bir de bakan vererek onaylamamışlar mıydı; belayı savunup uygulanmasına yardım etmemişler miydi? Şimdi de keskin laflar arkasına sığınmaya çalışıyorlar. Ama keskinliğin arkasındaki devletçi yüz saklanamıyor. İşçi “meydanlar bizim” diyerek, meydanlarda hakkını arar ve hesap sorarken; O, işçiye sandık’ı gösteriyor.
En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile halkı aldatmanın bir aracı olan parlamento ve parlamenter yollar, on yılda bir askeri darbelerin yapıldığı ülkemizde işçilere ve emekçilere bugüne değin yeni darbeler yapılmasının zemini hazırlamaktan başka ne getirmiştir ki, Türk-lş işçilere ve emekçilere sandık’ı gösteriyor. Amaç açıktır, amaç sokaklarda kendi gücünün farkına varan işçilerin bilinçlenmesinin ve hareketinin önüne geçmektir, amaç sınıfın hareketinden devletin yara almamasını sağlamaktır.
İşçi düşmanlığında sicili kabarık olan Türk-İş’e karşı madenciler, kendilerini desteklemeye gelen sınıf kardeşleriyle beraber sendika önündeki mitingde “işçi burada, Türk-İş nerede?” sloganıyla öfkesini belirtirken; Genel Maden-İş başkanı Şemsi Denizer, “Onun hesabını sonra soracağız. Şimdi susalım. Bizim hedefimiz başka; hedefimiz Çankaya. Şimdi susalım.” diyerek yatıştırmaya çalıştı. Yalnızca Özal’ı, yalnızca ANAP’ı hedef gösteren sendika ve başkan, devleti olduğu gibi Türk-İş’i de göz ardı ediyor.
Disiplin adına işçiye sendikanın belirlediği sloganlar attırılır, sendikanın gösterdiği hedeflere doğru yönlendirme yapılırken; işçilere sık sık “tahriklere, aşırı uçlara kapılmayın, provokasyonlara gelmeyin. Bizim kavgamız ekmek kavgası, biz siyaset yapmıyoruz.” uyarısında bulunuluyor.
Disiplin kuşkusuz iyi bir şeydir, eğer sınıfın hareketinin gelişmesine yardımcı olacaksa. Tam tersi, eğer işçilerin hareketinin önünü alıyorsa, almaya yönelikse, o disiplin işçilerin disiplini olamaz. Disiplin adına Türk-İş’ten hesap sorma engellenemez, engellenmemelidir. Çünkü işçi kendisi için doğru olanı yaparak Türk-İş’ten hesap soruyor, sormalıda”. “Bizim davamız ekmek kavgası; biz siyaset yapmıyoruz” denilirken, aslında siyasetin alası yapılıyor.
Ekmekle siyaset birbirine öylesine bağlı ki; işçi bunu “ekmek yoksa barış da yok” diyerek belirtiyor. Ekmekle siyaseti ayırmaya çalışmanın dışında, GMİS ve Ş. Dcenizer, burjuva muhalefet partileriyle birleşip yalnızca Çankaya’yı ve hükümeti hedef gösteriyor. Muhalefet partileriyle ortak tavır alan Ş. Denizer, Demirel’inden, İnönü’süne kadar burjuva muhalefet liderlerinin ve partilerinin işçilerin doğal mitinglerini kendi çıkarları için kullanmalarına, kendi propagandalarını yapmalarına izin veriyor; siyaset yapıyor.
“Aşırı uçlar” konusunda uyarılarda bulunulurken bir gerçek unutuluyor olsa gerek. Madenciler de “aşırıya” kaçıyorlar bugün. Kimseden, hiç bir kurum ve yerden izin almaksızın yürüyorlar, doğal mitingler yapıyorlar; devletin yasaklarının çiğniyorlar, sokakla yasa yapıyorlar. İşçiler “aşırıya” kaçıyorlar ve bu onların zararına değil, tam tersine yararınadır.
Aşırılıklara kaçarak işçi kendi gücünü görüyor; kendisine olan güvenini kazanıyor ve kendi yolunu açıyor. İşçi tam da burada, bugüne değin empoze edilen “disiplin”; ekmiştir; yasa disiplinini, devlet disiplinini tanımamıştır. Ve bundan çok da memnundur. Ş. Denizer disiplin ve “aşırılıklara kaçmama” uyarısında bulunurken, işçinin eylemine, hareketine dikkat etmelidir.
Zonguldak grevinin işçi sınıfı üzerindeki etkileri ve önemi
İçinde bulunduğumuz dönem ve koşullarda, Zonguldak madencileri her şeyden önce kamu kesiminde tıkanan sözleşmeler içinde greve çıkma cesaretini ilk gösterenler oldular. Bunun doğal sonucu olarak, kamu sektöründe grevlere giden yolun önü açılmış oldu. Zonguldak madencilerinin grevinin kamu sektöründe belirleyici bir grev olması dolayısıyla taşıdığı önem, grevin diğer işkollarındaki işçiler ve sendikalar üzerinde etkiler uyandırmasıdır. Sırasıyla kâğıt (5 Aralıkta SEKA), metal (17 Aralıkla) gibi temel işkollarında grev kararlarının alınmasında ve grev yasağı kapsamında bulunan TKİ’ye bağlı linyit işçilerinin grev hazırlığı içine girmesinde bir etken oldu. Başkaca, kamu kesiminde uzun yıllardan sonra ilk kez bu kadar büyük ve toplu bir grevin yaşanıyor olması da, madencilerin gerçekleştirdikleri grevin önemini perçinleyen bir diğer unsur oluyor.
Kamu kesiminde, işçiyi hükümet ve devletle direkt karşı karşıya getiren grev, grev öncesinde, hükümetin ve devletin en yetkili ağızlarından “ocakları kapatma” tehditlerinin savrulmasına ve yoğun militarist önlemlere rağmen gerçekleşmişti. Hala her türlü tehdit ve zor koşullar altında sürüyor olmakla grev, diğer işkolları açısından örnek oluşturuyor. Zonguldak grevinin etkileri, kamu kesimiyle, kamudaki işçilerle sınırlı değil elbette. Fakat konunun kapsamı bakımından ele alındığında; kamu kesiminde işveren bizatihi devlet olduğundan, işçi direkt devlet ve hükümetle karşı karşıya gelirken, özel sektörde devlet-sermaye ilişkisini, devletin sermaye yanlılığını doğrudan kavrama olanağı her zaman söz konusu olmayabiliyor. (Zonguldak grevinin taşıdığı eksikliklerinden biri olan işçilerin hükümet ve devlet, bu ikisinin sermaye ile ilişkisini kavrayamamış olması ayrı bir konudur, buna ayrıca değineceğiz.) Bu ikincisinde, devletin teşhiri birincisi kadar kolay gerçekleşemiyor.
Grev öncesinde ve grev boyunca “ocakların kapatılacağı” yollu tehditlerle birlikte, binlerce resmi-sivil polis, asker ve subayın ve türlü zırhlı aracın Zonguldak’a yığılması gerçeği dikkate alındığında, hükümetin ve devletin teşhiri daha kolay gerçekleşmekte. Üstelik, grevin bu tehdit ve gözdağlarına karşın sürüyor olması, kamu kesimindeki etki ve önemini artırıcı bir işlev de görmektedir. Madenciler, grevleriyle, hükümet ve devletin tehdit ve baskılarına rağmen grevlerin olabileceğini, kamunun farklı işkollarındaki sınıf kardeşlerine -ve bu arada herkese- göstermiş oluyorlar.
Madencilerin grevi, gündemdeki diğer tüm toplu sözleşme görüşmelerinin, uyuşmazlıkların ve grevlerin kaderini önemli bir biçimde etkilemesi açısından da apayrı bir önem taşıyor.
Özellikle son yıllarda kamu sektörüyle özel sektörün, resmi ve özel işverenlerin toplu sözleşmelerde ortak tavır almaları gerçeği dikkate alındığında, Zonguldak grevinin emsal olacağı çok açık bir gerçek. Zonguldak grevinde, işçilerin, sendikanın ve devletin şu ana kadar aldığı ve alacağı tavırlar, kamu ve özel kesimdeki tüm diğer toplu sözleşmelerin -en azından grup sözleşmelerinin, büyük işletmeleri kapsayan sözleşmelerin ve uyuşmazlıkların- durumunu etkileyecek.
Zonguldak madencisinin mücadele azmi ve kararlılığı, sınıfın diğer kesimlerini etkilediği gibi, işverenlerinin ve özellikle de sendikaların tutumunda oldukça etkili oluyor. Madencilerin her gün yenilenen kararlılık, coşku v mücadele isteğinden feyiz alan sınıfın diğer kesimleri madenci grevinin etkisiyle belirli bir hareketlenme içerisine girerek kendi sendikalarını zorluyorlar. Metal işçilerinin Kartal’da Türk Metal sendikasının şubesini basarak “grev isteriz” diye bağırmaları buna bir örnek.
Zonguldak madencilerinin kazanımları diğer işçileri de etkileyecek ve işçiler kendi sendikalarını benzer ya da yaklaşık bir kazanımın elde edilmesine çalışmaya, en azından aksi durumun, yani kötü koşullarla bir sözleşmenin kolaylıkla bağıtlanmamasına zorlayacaklardır, zorluyorlar da. Halen kimi sözleşmelerin el altından bağıtlandığı ancak açıklanmak ve gerçekleştirilmek üzere Zonguldak grevinin sonucunun beklendiği işçiler arasında yaygın olarak konuşuluyor. Zonguldak sonuçlanmadan, satışı gerçekleştirmek sendika patronları açısından mümkün -en azından kolay- görünmüyor. Zonguldak grevi ve onun sınıftaki etkileri, işçiler arasında yarattığı bilinçlenme ve hareketlilik, sendika patronlarının -özellikle de Türk-İş vE Türk Metal patronlarının- işverenlerle açık işbirliğini vE işçileri satışlarını önemli ölçüde zorlaştırıyor.
Diğer taraftan hükümet ve işverenler de Zonguldak grevi sonuçlanmadan diğer grev, uyuşmazlık ve görüşmelerin sonuçlanmayacağının bilincindeler. Enerji vE Tabii Kaynaklar Bakanı Fahrettin Kurt “Zonguldak işçisine istediğini verirsek, diğer işçiler de aynısını isteyecek” diyerek bu gerçeği dile getiriyor.
Zonguldak grevinin kamu ve özel sektördeki grev eğilimini güçlendirdiği, işçilere hak alma bilincini aşıladığı bir başka gerçeklik. Her gün Zonguldak meydanlarında on binler tarafından büyük bir coşkuyla atılan “işçiyiz, güçlüyüz, kazanacağız” sloganı, işçilerin kendi güçlerinin farkına varmasının bir ifadesi olsa gerek. Zonguldak’la atılan bu slogan, sınıf içinde yankılarını özellikle 9 Aralıktaki Kocaeli “Emeğe ve Sendikal Haklara Saygı Mitingi”nde çeşitli illerden (Kocaeli, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Ankara) toplam 30 bin dolayındaki işçinin hep bir ağızdan haykırmasında gösterdi. Hak alma bilincinin oluşması, mücadele etmekten başka bir yol olmadığı gerçeğinin kavranması, İzmit Koruma Tarım İlaçları Fabrikası işçilerinde de görülüyor. 48 kişinin işten çıkarılması üzerine Koruma Tarım’da çalışan 200 dolayındaki işçi atılan arkadaşlarıyla beraber 7 Aralık’tan başlayarak 8 gün süreyle direnişe geçti; yine 10 Aralık’ta İstanbul Topkapı’daki İbrahim Ethem ilaç fabrikasında toplu sözleşmeden bu yana 50’ye yakın işçinin atılması, son olarak da iki kişinin çıkarılması üzerine işçiler toplu vizite eylemi yaptı.
Metal, tekstil, kâğıt işkollarında 250 bini aşkın işçi için grev kararının alınmasında, tabandaki işverenlerin ve devletin TİS’i tıkama politikalarına duyulan öfkenin yanında mücadele ve greve çıkma isteği de neden oluyor kuşkusuz. Ve bunda Zonguldak madencilerinin direniş ve coşkusu da pay sahibi olsa gerektir.
Madencilerin grevi ve eylemlerinin, (Geçen sayımızda madencilerin 12 Eylül’ün 10. yıldönümüne rastlayan ikramiye için 12, 13, 14 Aralık tarihlerinde yaptıkları direniş, yanlışlıkla 12 Eylül’ün protestosu şeklinde çıkmıştır. Düzeltir, özür dileriz.) grev yasağı kapsamında bulunan işçilerin harekelinin ivmesinin yükselmesinde de etkili olduğu görülüyor. Türkiye Kömür İşletmelerinde çalışan 13 ildeki 28 bin 500 işçi, toplu sözleşme görüşmelerinde Kamu-Sen’in tavrını protesto etmek amacıyla toplu vizite, yürüyüş ve üretimi yavaşlatma eylemleri yapmışlardı. Zonguldaklı kardeşlerinin mücadelesi ve kararlılıkları, TKİ’deki işçileri de kamçıladı. 9-12 Aralık tarihleri arasında Soma’da Ege Linyitleri’ndeki 5 bin 800 işçi, 7 Aralık Cuma günü Yatağan’da 2 bin 500 işçi ocağa inmedi. Üretimin en asgari düzeye indiği Yatağan’da işveren “sevk ve idare”yi askere bırakarak işçiler üzerinde baskı kurma yoluna gittiyse de, işçilerin tavrı ocağa inip çalışmak yerine ateş yakarak beklemek oldu. Üç vardiya sistemiyle çalışılan Yatağan ve Milas’ta jandarmanın işçilere engel olmaya çalışmasına karşın 24 saat süreyle iş bırakıldı. Halen (21 Aralık tarihi itibariyle) direnişin sürdüğü Türkiye Kömür İşletmeleri’nde grev hazırlıklarına başlanılıyor.
Zonguldak grevinin onaya çıkardığı yeni olgular var. Bunlardan birincisini sınıfın dayanışma içine girerek dayanışma ruhunu kazanmaya başlıyor olması. Madencilerin su götürmez haklılıktaki grevlerinin, Türkiye işçi sınıfının hareketindeki yeri ve önemi, bütün diğer grev, uyuşmazlık ve TİS görüşmelerinin kendine bağlanmasının yanında, daha önemlisi aşağıda değineceğimiz genel grevin motor gücü olacağı gerçeğinin de etkilediği dayanışma eylemlerinin yaşanmasında da bulunur. İşçi sınıfı bir sınıf olarak birliğinin gerekirliğini, zorunluluğunu ve dayanışmanın önemini Zonguldak’la bir kez daha gördü. En başından beri grevleriyle, bütün sınıf kardeşlerinin her türlü mücadelesinin yanında olduklarını vurgulayan madenciler, “yaşasın işçilerin birliği” diye haykırarak, “işçiler el ele genel greve” diyerek birlik ve dayanışma isteklerini dile gelirdiler. Bu istek yanıtsız kalmadı, kalamazdı da. Hele, yıllardır içten içe kaynayan, öfkesini bileyen, “el ele, genel greve” şiarında somutlanmış birlikte (topyekûn) mücadelenin gerekirliğini kavramaya başlayan işçi sınıfının bu isteği yanıtsız bırakması elbette düşünülemezdi. Çünkü işçi sınıfının yüreği bugün Zonguldak’ta atıyor.
Grevin ilk gününde, 30 Kasım 1990 tarihinde 28 bin 500 TKİ işçisi madenci kardeşlerini desteklemek amacıyla ocaklara inmeyerek üretimi durdurdular. Madenciden madenciye gelen bu desteği, 3 Aralık günü İstanbul Ambarlar’da Tümtis’e üye işçilerin sabah saat 9’da işi bırakması eylemi izledi. 9 Aralık tarihinde de Otomobil-İş, Çelik-İş ve Öz Demir-İş sendikaları tarafından Kocaeli’nde düzenlenen mitingde, çeşitli illerden gelen 30 bin işçi Zonguldak madencileriyle dayanışma duygularını gür sesleriyle dile getirdiler. Sabah saat 11’den önce İzmit caddelerini coşkulu sesleriyle çınlatmaya başlayan işçiler, uzun kortejler oluşturarak “Yaşasın işçilerin birliği”, “Yaşasın Zonguldak madencisinin grevi”, “Madenler faşizme mezar olacak”, “İşçiler el ele, genel greve” sloganlarıyla dayanışma ve birlik ruhunu perçinlediler. Bin dolayındaki grevci madencinin şehre gelişi ve mitinge katılışı ise, işçiler arasında büyük coşkuyla karşılandı. Yoğun sevgi gösterileri eşliğinde madencilerle dayanışma duygusu dile getirildi.
Dayanışmanın en üst noktaya ulaşması ise, 14 Aralık cuma günü Petrol-İş, Deri-İş, Tümtis, Belediye-İş bazı şubeleri ile Likat-İş sendikalarına bağlı ülke çapındaki işyerleri ile Tekel Cibali fabrikası da iki saat süreyle iş bırakma eylemiyle gerçekleşti. 90 bin işçinin katıldığı eylemler İstanbul’dan Kars’a kadar uzandı. Eylemler kimi yerlerde saat 08-10, kimi yerlerde ise 10 -12 arasında gerçekleşti. Dayanışma eylemi kimi yerlerde bildiri okunması ve konuşmalar yapma şeklinde gelişirken, kimi yerlerde ise yürüyüşler oldu.
Deri-İş sendikasına bağlı Kazlı-çeşme’deki işyerlerinde katılım % 100’e yakın gerçekleşirken genci başkan Yener Kaya’nın da katıldığı Beykoz Sümerbank tesislerinde madencileri destekleme amacına ek olarak işyeri toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlığa girmesine sebep olan işvereni protesto etme nedeniyle de iki saat süreyle iş bırakıldı. Genel başkan ve genel sekreterin, madencilerin grevinin desteklenmesinin önemi ile iş yerinin sözleşme sorunları konusunda konuşmalar yaptıkları iş yerlerinde (Beykoz dışındaki) iş çıkışı “Maden işçilerini destekleyeceğiz” sloganı eşliğinde yürüyüşler yapıldı. Tümtis’e bağlı İstanbul Ambarlar ‘da iş bırakma eylemine katılım % 100 olurken, Ankara’da bu oran % 80 dolayında gerçekleşiyor, İzmir’de ise bağlı işyerlerinde yalnızca destek konusunda konuşmalar yapılabiliyordu.
İstanbul’dan Kars Sarıkamış’a, Çanakkale’den Van’a, Tercan’a, Çorlu’dan Beykoz’a, Aliağa, Bursa’dan İzmir’e kadar uzanan geniş bir bölgede 30 bin Petro-kimya işçisi, madencileri desteklemek amacıyla 10 ile 12 arasında işi bıraktı. İstanbul, Bursa Aliağa ve İzmir’de % 100 katılım gerçekleşirken, İskenderun’da bildiri okunarak ve temsilciler tarafında.” Zonguldak grevine ilişkin konuşmalar yapılarak dayanışma gerçekleştirildi.
Petrol-İş sendikası tarafından yayınlanan bildiride , “Bugün ülke gündeminin en üst sıralarında yer alan 45 bin maden işçisinin grevi, yalnızca madencilerin grevi değil, içinde bulunduğumuz toplu sözleşme dönemindeki 650 bin işçinin grevidir. Şu anda ön safta bir uğraş olarak sürdürülen madencilerin grevi, tüm Zonguldak halkına ve giderek tüm ülke işçi ve emekçilerine mal olmuş, greve çıkılan 30 Kasım’dan bu yana her gün işçiler ve halkın katliamı ile 100 binlerin yer aldığı yığınsal mitinglere dönüşmüştür. “Açık ve kesin bir dil ile ifade ediyoruz ki, grevci maden işçileri yalnız değildirler. Onlara eylemsel destek veriyoruz. İşte bugün burada yaptığımız bu toplantı ve bu bildirinin okunması ile etkinleşerek sürecektir. Grev başarı ile bitinceye değin her tür dayanışma içinde olacağız. Maddi olarak tüm gücümüz ile Zonguldak’taki grevcilerin yanındayız.” denildi.
Genel Başkan M. Ceylan’ın katıldığı Bursa’daki eylemde Zonguldak grevinden başka, savaşa ve genel greve, ayrıca memurların sendikalaşma haklarına, iş yerlerindeki toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeler üzerine konuşma ve tartışmalar gerçekleşirken; İstanbul Topkapı’daki Birleşik Alman ve Wyeth ilaçta işçiler şiirler okudular konuşmalar yaptılar, Elida kozmetikte ise “işçiler el ele genel greve” sloganı atılarak bahçe içerisinde yüründü. Yapılan eylemler, tek tek işyerleri ve iş kollarındaki sorunlarla Zonguldak grevi arasındaki bağın somutlanması anlamına da geliyordu.
Madencilerle dayanışma bununla da bitmiyor. Petrol-İş, Deri-İş, Tümtis, Belediye-İş, Tek Gıda-İş, Çimse-İş, Yol-İş, Tes-İş, Hava-İş ve Demokratik Tekstil İşçileri Sendikalarına üye İstanbul, Kocaeli ve İzmir bölgelerinden 6 bin dolayında işçi 16 aralık pazar günü Zonguldak’a gelerek madenci kardeşleriyle birlikte Zonguldak’ın havasını daha bir coşkulandırdı ve renklendirdiler. Sabahın erken saatlerinden başlayarak konvoylar halinde Zonguldak’a gelen destekçiler, şehir içine “Zonguldak halkı yalnız değilsin” sloganıyla girdiler. Önce şehir merkezindeki madenci anıtına kadar “Yaşasın Zonguldak direnişimiz”, “Yaşasın işçilerin birliği”, “Çeltek’te öldük, Zonguldak’ta dirildik”, “İşçiler el ele, genel greve”, “İş, ekmek özgürlük; kahrolsun faşist diktatörlük”, “Kürdistan faşizme mezar olacak”, “Faşizme ölüm, Halka hürriyet” sloganlarıyla yüründü. Madenci anıtı önünde, işte ve mücadelede yaşamını yitiren işçi ve devrimciler adına bir dakikalık saygı duruşunda bulunulduktan sonra sendika merkezi önüne gelinerek destek açıklamasında ve selamlamada bulunuldu. Madenciler, sabah 10.30’da ocaklarda toplanarak şehre doğru yürüyüşe geçtiler. Saat 12 sularında madencilerle destekçi işçiler birleştiler. Şehir içinde tur atıldıktan sonra, yaklaşık üç saat boyunca sendika önünde miting yapıldı. Böylelikle birbirleriyle kaynaşan madenciler ile dışardan gelen işçiler dayanışmanın ve birliğin yükseltilmesini sağladılar.
Dayanışma Türkiye sınırdan içinde kalmayarak, sınırlar ötesine geçti. Proletarya enternasyonalizmi bir kez daha gerçekleşti. Hükümetin grevi kırmak için geçtiğimiz yıl SEKA grevindekine benzer bir uygulamayla kömür ithaline gitmesi karşısında, ırkçı-faşist yönetim altındaki Güney Afrika’dan, Avustralya ve Avrupa’ya kadar birçok ülkedeki işçiler ve Uluslararası Enerji, Kimya ve Genel işler Sendikası ile Uluslararası Maden İşçileri Sendikaları Konfederasyonu kömür işçilerinin grevini destekleme yoluna gidiyorlar. Hükümetin kömür ithal ederek grev kırma girişimlerine karşı etkili eylemler yapılacağı ve kömürlerin limanlarda yüklenmesine engel olunacağı bildiriliyor.
Zonguldak grevinin ortaya çıkardığı bir başka olgu ise, Türkiye’de grev geleneğindeki yasa tabusunun yıkılması ve yasadışı işçi gösterilerinin, eylemlerinin önünün açıldığı gerçeğidir.
Son yıllardaki işçi grevlerine bakıldığında, grevlerin yasaların belirlediği sınırların dışına pek taşmadığı görülür. Bu dönemdeki grevlerde, açılış günleri hariç gözcülerin dışındaki işçilerin evlerinde oturdukları dikkate alındığında; madencilerin başlattıkları gelenek daha iyi anlaşılır. Her gün kadınların, çocukların, esnafın ve köylülerin de işçilerle birlikle katıldığı on binlerin ocaklardan başlayan yürüyüşü, şehir merkezindeki doğal mitingleri Zonguldak grevinin en çarpıcı özelliklerinden biridir. Maden işçileri grevi sokaklara, meydanlara taşımıştır. Maden işçileri köylüyle, esnafla, gençlikle, halkla birleşti. Ve maden işçileri, yasaları delip geçtiler; yasaları-yasakları aştılar.
Bugüne değin, 80 Eylül’ü koşullarında her türlü eylem, işçi gösterileri -özellikle bahar eylemleri dışında- baskıyla engellenirken, madenciler grevleriyle baskı ve tehditleri geçersiz bırakmışlardır. Yine 89-90 1 Mayısları ve “bahar eylemleri” dışında, sınıfın yasaların dışına çıkma, yasadışı gösteri ve yürüyüşler yapma eğilimi cılız iken, Zonguldak greviyle bu eğilim güçlendirilmiş, belirginleştirilmiştir. Madenciler hiç bir yer ve kurumdan izin almaksızın; hiç bir yasaya, tüzüğe, maddeye dayanmaksızın büyük kitlesel eylemler yapıyorlar. Böylelikle “Bahar Eylemleri”nin açlığı çığırı genişletiyorlar.
Zonguldak’ta maden işçileri mevcut yasaları aşıyorlar; sokakta ‘yasa’ yapıyorlar. Meşruiyet, yasalara uygun olmakla değil, sokaklara çıkmakla gerçekleştiriliyor; fiili durumla yasaların sınırları genişletiliyor. Zonguldak madencisi, bir parçası olduğu işçi sınıfının kendi gücünün farkına varmasını sağlıyor. Yine Zonguldak madencisi, meşruluğun haklılığında bulunduğunu; yasaların sokaklarda yapılıp sokaklarda değiştirilmesinin mümkün olduğunu; yasakların, bir bir yasakları çiğneyerek kaldırılabileceğini gösteriyor. Sınıfın hak arama bilincini ve yasa(k) dışına çıkma eğilimini perçinliyor.
Bir, iki yıl öncesine kadar yemek boykotunun bile suç sayıldığı, işten almanın gerekçesi olduğu ülkemizde, işçiler yasaları birbiri ardına delmeyi, haklarını yasadışına çıkarak aramayı öğreniyorlar. Zonguldaklı kardeşlerinden. Grev yasağı kapsamında bulunan, termik santralleri besleyen linyit üretiminin yapıldığı Türkiye Kömür İşletmelerine bağlı 28 bin 500 işçi 18 gündür direnişte. İş yavaşlatma eyleminin sürdürüldüğü TKİ’de, Yatağan, Afşin Elbistan, Çayırhan, Seyitömer, Erzurum ve Çorlu’da 7 Aralık günü protesto yürüyüşleri düzenlendi. Üretimin en asgari düzeyde tutulduğu Yatağan’da hafta sonu ve fazla mesai çalışmaları gerçekleştirilmedi. Geçtiğimiz hafta sonu da işçi eş ve çocukları boş tencere eylemi yaptılar. 10 bin işçinin çalıştığı Kütahya Tunçbilek ve Seyitömer’de işçiler üretimi % 30’a düşürdüler. Grev hazırlığına başlayan linyit işçileri için Maden-İş Sendikası Yatağan Şube Başkanı Ali Akait, Türk-İş’in tavrını (genel grev kararı kastediliyor, Ö.D.) beklediklerini, ancak Türk-İş’in kararının olumsuz olması halinde bile bu kararın kendilerini bağlamayacağını belirtiyor. Yasadışına çıkarak hal; arama bilincinin gelişmesine bir başka örnek ise, İzmit Koruma Tarım İlaçları işçilerinin 8 günlük direnişleriyle gösterilebilir. Ayrıca 14 Aralık’taki dayanışma eylemi de yasakların delinmesinde Zonguldak’ın sınıf üzerindeki etkisini göstermektedir.
Zonguldak grevinin en önemli etkisi, kuşkusuz ki genel grevin temelini atmış olmasıdır. 30 Kasım’dan bu yana her gün on binlerin, yüz binlerin genel grev talebini ileri sürmesi, işçi sınıfının kendiliğinden bu bilince erişmesinde büyük etken oldu. İşçiler arasındaki dayanışmayı yaratarak gündemdeki genel grevin temelini atlı Zonguldak madencisi.
Burjuva muhalefet partileri, sınıfın yükselen hareketinin devlete yönelmemesi için, onu düzen sınırları içine akıtmaya, parlamenter zemine çekmeye uğraşıyorlar. İşçilerin içinde bulundukları ağır ekonomik koşulların, kötü çalışma ve yaşam koşullarının, yoksulluğun, vs. vs. Özal ve ANAP Hükümetinin eseri olduğu; Özal ve ANAP giderse dertlerin bileceği, işçilerin kurtulacakları, vs. vs. vurgulanıyor sürekli olarak.
Komünist ve devrimci harekede henüz yeterince bağlara sahip olmayan işçi sınıfı, sendikaların etkisinde kalmaya devam ederken; sendikalar muhalefet partileriyle ortak tavır takınıp sınıfın hareketini Özal ve ANAP’ın istifasını, bir erken seçimin gerçekleşmesini sağlamaya yönlendirmenin uğraşı içindeler. Genel grevin hedefi olarak Özal ve ANAP Hükümeti gösteriliyor. Hala burjuvazinin ve sendikaların etkisinde olan işçi sınıfı ve Zonguldak madencileri arasında bu inanç, bu anlayış çok kuvvetli görünüyor.
Zonguldak grevinin ve madencilerin temelini attığı genel grevin bugün için eksikliği ve tehlikesi de esas olarak budur. Kuşkusuz, bir genel grev Özal ve ANAP’ın düşmesini sağlayabilir de. 12 Eylül rejiminin doğrudan uygulayıcısı ve en sadık savunucusu olan Özal ve ANAP Hükümeti’nin gitmesi işçi sınıfı ve emekçi halk açısından bir kazanım olacaktır. Ancak, harekelin yönünün salt bununla sınırlı kalması esas tehlikeyi oluşturmakladır. Bu durum, bir burjuva kliğe karşı başka bir kliğin desteklenmesine yol açacağından; sonuç işçi sınıfı ve emekçi halk açısından bir kazanım olmayacaktır. Bu nedenle gündemdeki genel grevle işçi sınıfının, Kocaeli mitinginde de işçilerce dile getirilen “kendi sınıf çıkarları”nı hedeflemesi onun yararına olacaktır.
Bugün işçi sınıfı daha çok 80 öncesi kazanımları bilincine çıkarmış durumda. İşçiler arasında 82 Anayasasının gasp ettiği hak ve kazanımların elde edilmesi, genel grevin bu talepleri kapsaması düşüncesi de var. 13, 17 ve 24. maddelerin kaldırılması, asgari ücretin vergi kapsamı dışında tutulması, taşeron işçisi çalıştırılmasının ve lokavtın yasaklanması, sınırsız grev hakkı, herkese örgütlenme ve grev hakkı vs. gibi talepler, 82 Anayasasını, tüm anti-demokratik uygulamaları hedefleyen talepler genel grevin içeriğini oluşturabilir görünüyor. Şüphesiz ki, genel grevin içeriği bunlarla da sınırlı kalmamalı; gelişkin siyasal talepleri de içermelidir. İşçi sınıfı arasında genci grevle savaşa karşı mücadele etme düşüncesi de var.
Zonguldak grevi, Avrupa işçi sınıfı kadar zengin bir geçmişe sahip olmayan Türkiye işçi sınıfının mücadelesinin 15-16 Haziranlardan daha gelişkin biçim ve içeriğe bürünmesinin yolunu açtı. Örneğin bir dayanışma eylemini yarattı, genel grevin temelini attı. Her şey bir yana, genel grevin en yararlı işlevi Zonguldak madencisinin kendi grevinde yaşadığı gibi, sınıfın kendi gücünü, eylemini görmesini sağlayacaktır. Sınıf, teoriden değil, pratikten, kendi öz-deneyiminden öğrenecektir. Sınıf dayanışması gerçekleşecektir. Yine genel grev, işçi sınıfının ülke çapında sermayeye ve onun kurumlarına karşı ayağa kalkmasını sağlayacak; yeni genel grevlerin yolunu açacak ve demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde öğretici, eğitici bir işlev görecektir.
Madenleri şimdilik siz işletin Bay Başkan?
Aralık ayı içinde, Genel Maden-İş Sendikası’nın Genel Başkanı Şemsi Denizer ile Devlet Bakanı İbrahim Özdemir TV’nin “Hodri Meydan” programına çıktılar.
ANAP’ı ve hükümeti aklama programlan olarak düzenlenen, sunucuyla hükümet temsilcilerinin paslaşması biçimde geçen “Hodri Meydan” bu kez Şemsi Denizer’i “sıkıştırmak” için düzenlenmişti. Eski “solcu”, kamuoyunda adı iyi programcıya çıkmış Uğur Dündar, her zamanki gibi sorularıyla İ. Özdemir’e pozisyon hazırlarken, Denizer’in sık sık sözünü keserek, izleyiciler nezdinde sözlerini anlaşılmaz ve çelişkili hale getirmeye çalıştı. Böylece de Denizer’in şahsında, kamuoyundan büyük destek gören madencilerin isteklerinin “aşırılığı” eylemlerinin “haksızlığı” kanıtlanmaya çalışıldı. Ama konumuzu asıl ilgilendiren sorunun bu yanı değil. Burada bizi ilgilendiren yan, Ş. Denizer’in en çok “sıkıştığı” konu: “Ocakların işçilere devredilmesiyle” ilgili yan.
TİS görüşmeleri sürerken, hükümetin “ocakların zarar ettiği”, “işçi taleplerinin aşırılığı” konusundaki demagojilerine karşı, onların platformunda kalarak yanıt verilmek zorundaymış gibi Denizer, “ocaklar bize (yani işçilere) devredilsin!” önerisiyle onaya çıkmıştı. Bu öneriyi fırsat bilen hükümet, ocakların verimsizliği konusundaki propagandaya hız verirken, işi “ocakları kapatırız daha iyi” demeye kadar götürmüştü.
İ. Özdemir, bilinen gerçekleri yineledikten sonra, Ş. Denizer’e “ocakları size, üstelik borçsuz devredelim, ama bir yıl sonra bize gelip geri alın demeyin” dedi. Doğrusu, önerinin “ilk” sahibi olmasından dolayı Denizer’in söyleyeceği bir şey yoktu. Herhalde bu devir işine onun da aklı pek yatmıyor olmalı ki, “peki devredin öyleyse” diyemedi.
Eğer bu öneri Ş. Denizer’in düşünmeden öne sürdüğü bir öneri olsaydı, burada (Denizer de artık önerisini savunmadığına göre) üstünde durmaya değmezdi. Ama öyle değil. Ülkemizde, 1960’lı yıllardan bu yana Ecevit sosyal demokrasisinden eski DY çevrelerine, bugün de İşçilerin Sesi-Demokrat çevrelerine kadar değişik eğilimler “işletmelerin işçilere devrini” bir talep olarak öne sürmüşler, “işçi denetimini” kapitalizm koşullarında sosyalizmin bir uygulaması olarak görerek yüceltmişlerdir. Nitekim bugün aynı anlama gelmek üzere “üreten biziz yöneten de biz olacağız” biçiminde bu görüşlerini ifade ederken, gelecekle işletmeleri, devleti yöneleceklerin bugünden “işletme yönelerek” yetişeceğini iddia etmektedirler.
İlk bakışta çok “makul”, ileri görüşlülüğün bir ürünü gibi görünse de, kapitalizm koşullarında, işletmelerin işçilerin mülkiyetine devri ya da işletmelerde işçi denetimi tümüyle burjuva bir platforma çekilme, sınıf mücadelesini törpüleme anlamına gelen reformcu, popülist bir tutum olarak onaya çıkmaktadır.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde, işçilerin yönetim ve denetiminde kurulmuş işletme denemeleri var: Örneğin, R. Owen’in denemesinin kısa bir sürede iflas ettiği, kapitalizmin koşullarında, o koşullara uymayan işletmelerinin yaşama şansı olmadığını arlık biraz tarih bilenlerin bilmesi gerekiyor. Dahası Avrupa sosyal demokrasisi, tekelci kapitalizmin sunduğu olanaklardan da yararlanarak, işletmelere işçilerin ortak edilmesi ve işyerinde çalışan işçilerin de işletme yönelimlerinde söz sahibi olma düşüncesini uzun yıllar savundu, sadece savunmakla da kalmadı uygulamaya da soktu. İşçiler, üretim, işletmelerin gelir giderleri konusunda bilgi sahibi oldular, yöneticilere önerilerle “yol gösterdiler”, ücret talep ederken de işletmenin karına göre istediler. Çok kar edildiğinde çok, az kar edildiğinde de az. Sonuçta işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi bir adım ilerlemedi, ama reformcu sendikacılık eğilimi güçlendi. İşçilerin kapitalizme karşı öfkeleri onu “anlamaya” dönüştürüldü. “Patronun şu kadar karı var, şu kadarı patrona gerekli, şu kadarı yeni yatırımlar için geri kalan da ücretlere yansısın” biçimindeki “akılcı” sendikacılık işçi sınıfı tabanında popülerleşti.
Bizim ülkemizde ise, geçmiş yıllarda bir Dodurga-Alpagut kömür ocaklarında, işçilerin madeni işgal ederek bir süre işletmeleri var ki: bu kısa bir süreyi kapsaması ve sadece kömürü çıkarıp satmak ve elde edilen paradan ücret almak gibi yönetim ve denetim sayılmayacak bir durama karşılık gelir. İşletmelerin yönetimine katılma ise, bizim ilkel kapitalistlerimiz için (onlar da bu konuda “sosyalistlerimiz” kadar ilkel) sosyalizm olarak görüldüğünden pek uygulama alanı bulunamamışsa da, kapitalizmin niteliğini kapitalistlerden iyi bilen ve ona hizmette kusur etmemek için elinden geleni yapmayı meslek edinen sendikacılarımız işçilerin işyerlerinde yönetime katılmasının sosyalizm olmadığını iddia ederek, Avrupa’da bunun uygulandığı ve. başarılı sonuçlar alındığı, iş barışına bunun büyük katkısı olacağını hep savundular, bugün de savunuyorlar.
İşçilerin yönetime ortak edilmesinin bir başka biçimi ise: bugün en gelişmiş, ama işçi haklarının en geri olduğu ülkeden (Japonya’dan) başlayarak bütün dünyaya yayılıyor. Ve ülkemizde de büyük özel sektör fabrikalarında bu yöntemin uygulanmaya başlandığı biliniyor. Buna işverenler ve sendikacılar (“kalite çemberi”) adını veriyorlar. Sistemin esası; işyerinde işçilerin yaptıkları işe göre sınıf ve gruplara ayrılarak, aşağıdan (düz işçiden) yukarıya (en kalifiye işçiye) doğru bir hiyerarşi kurulmasına dayanıyor. Bu hiyerarşinin en yukarısında yer alan, üretimde “belirleyici rol” oynayan kalifiye işçilerin işletmenin sorunlarına ortak edilmesi, teknik mali vb. her konuda yöneticilerle ortak bir faaliyet içinde olunması amaçlanıyor. Böylece işçi, en azından kalifiye işçiler işletme sorunlarına ortak edilerek işletmenin dışında olmadığı duygusu aşılanarak “yabancılaşmasının” önüne geçilecek, her zaman işletmenin sorunlarıyla uğraşacağı için “yabancı” düşünceler, sosyalizm gibi mülkiyet düşmanı ideolojilere alet olması önlenecek vb. vb. iddia edilmektedir. Sadece iddia da değil, Japonlar uyguladıklarına ve bütün dünyaya ihraç ettiklerine göre bazı faydalarını da görüyor olmalılar. Bu da bir tür işçinin yönetime ortak edilmesi biçimi, ama kimin işine yarıyor?
Demek ki; kapitalizm koşullarında işçilerin kapitalist işletmelerin yönelimlerine ya da mülkiyetlerine ortak olması işçi sınıfının mücadelesi bakımından hiçbir olumlu özelliğe sahip olamaz. Tersine, kapitalizme karşı mücadele isteğini körelten, sınıfın birliğini bozucu bir işlev yerine getirir.
Bu ara açıklamadan sonra, tekrar “maden ocaklarının işçilere devri” önerisine dönecek olursak; bugünkü koşullarda, daha doğrusu kapitalizm koşullarında, değil “zarar eden bir işletmenin”, kar eden bir işletmenin bile işçilere devredilmesinin işçiler için ne ekonomik olarak yakın vadede, ne de uzak vadede bir yaran olamaz. Çünkü bir işletme, kapitalizm koşullarında bütünüyle kapitalist pazar bağlıdır. Ve bu durumda sahibi ve yöneticisi, ister devlet, ister bir kapitalist, isterse işçilerin ortak mülkiyetinde ve yönetiminde olsun, işletme kapitalist bir işletmedir. Bu durumda işçilerin kapitaliste, “sen bu işletmeyi iyi işletemiyorsun ver ben daha iyi işletirim demesi” anlamsızdır: Anlamsızdır, çünkü her şeyden önce kapitalist bilgi birikimi, işletmecilik deneyimi, mali ve teknik bilgi vb. konularda kapitalist toplumun işçisinden çok daha fazla bilgi ve olanağa sahiptir. Daha da önemlisi işçi sınıfının tarihsel görevi, kötü işleyen kapitalist işletmeleri alıp iyi işletmek değil, “iyi” ya da kötü işletmesine bakmadan kapitalizmi; bugün dünyadaki bütün kötülüklerin, savaşların, acıların kaynağı kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Herkim ki; işçi sınıfının dikkatini bu görevden uzaklaştırıyor, ona kapitalizm koşullarında da sömürüden kurtulacağı hayalini aşılamaya çalışıyor, ona cn büyük düşmanlığı ediyor demektir.
Soruna bir başka açıdan, salt işçilerin kısa vadede ki ekonomik çıkarlar, açısından bakalım: Diyelim ki; hükümet kömür ocaklarını işçilere borçsuz ve bir karşılık istemeden devretti. Ne olacaktır? İşçiler milyarlar tutan işletme sermayesini nereden bulacaklar? Diyelim ki, bunu bir kapitalist-gibi bankalardan sağladılar, modernizasyon ve üretim artışı için gerekli sermayeyi nereden sağlayacaklar. Bütün bu tür sorunlarla başa çıksalar bile hükümet, örneğin ucuz kömür ithal eder de piyasaya sürerse, ya da kasıtlı olarak kömür fiyatlarını düşürürse işçiler için yapılacak nedir? Bu seferde “kendi” kömür ocaklarında mı greve gideceklerdir?
Kısaca söylenecek olursa, soruna ister işçi sınıfının nihai hedefi olan kapitalizmi kaldırmak için sınıf mücadeleci bir yol izlemek, isterse işçilerin kısa vadeli ekonomik çıkartan bakımından bakalım, “ocakların işçilere devredilmesi” önerisi olumsuz, işçi sınıfının aleyhine bir öneridir.
İşçi sınıfının mücadele tarihi çok açık bir biçimde gösteriyor ki; işçiler kapitalistlerden ücret ve sosyal haklar talep ederken, kapitalistin bunu ödemesine işletmenin bilânçosunun uygun olup olmadığına değil, o günkü koşullarda kendi yaşam standartlarını yükseltmek için gerekli olanı talep ederler. İşletmenin verimli olup olmaması, yöneticilerinin ve kapitalistin kendisinin ya da hükümetlerin sorunudur, işçi burada sadece kendi ihtiyaçlarını düşünmek durumundadır. Diğer türlü, kapitalistin ne ödeyebileceğini düşünerek işe başlayan sendikacılık anlayışı işçi sınıfına yabancı bir sendikacılık anlayışıdır ki; bugün ülkemizde Türk-İş bu türden sendikacılık anlayışının en tipik temsilcisidir. Bu anlayışta TİS mücadelesi, işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası değil, ya kendi başına bir mücadeledir, ya da işçi sınıfı mücadelesinin bütünüdür ki; her iki durumda da işçi sınıfı mücadelesi patrondan 3-5 kuruş fazla ya da az almaya indirgenmiş demektir. Gerçekte ücret ve sosyal haklar da artış sağlamak için yürütülen mücadele işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırma mücadelesiyle birleşiyor, onun için bir dayanak oluyorsa anlamlıdır. Zaten bugünkü gelişim çizgisiyle bile maden işçileri, salt “şu ücreti istiyoruz” demenin, hatta bunun gereği olan grevi gerçekleştirmenin de yetmediğini, daha ileri giderek, genel bir grevle hükümet ve işverenleri dize getirmek gerektiğini fark etmiş durumdadır. Gerçi bugün henüz, sınıf harekelinin Özal ve hükümeti hedef almasının amaçlarına ulaşmak için yeteceğini düşünüyorlar, ama mücadele ilerledikçe, bugün mitinglerine koştukları Demirci, İnönü ve Ecevitlerin de kendilerinden tarafta olmadığını göreceklerdir. Ancak o zaman daha ileri taleplere yönelebilecekler, bütün olarak bu sömürü ve baskı sistemine karşı çıkmadıkça, onu yok etmeyi amaçlamadıkça % 400-500 ücret artışlarının da hiç bir sorunu çözemediğini anlayacaklar ve çıkarlarının gerçek savunucusu kendi partilerinin yoluna yönelmek ihtiyacını daha derinden duyacaklardır.
Demek ki, “ocakların işçilere devri” sorunu işçilerin çıkarına bir sorun olmayıp, onların bilincini çarpıtmak için öne sürülen spekülatif bir öneri olup, gerçekte maden işçilerini ilgilendiren bir şey değildir. Ocakları modernize etme sorunu, işçilerin can güvenliğini ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini ilgilendirdiği kadarıyla işçileri ilgilendirir. Ve verim sorununun işçi ücretleriyle bağ kurulması da tümüyle işvereni ilgilendiren bir şeydir. İşçiler şu ya da bu ocağın, ya da bütün kömür ocaklarından edilen karı gözetmeksizin bugünkü koşullarda kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir ücret talep ediyorlar. Sorunu buradan kaydırarak, “devir”, “verimlilik” vb. konularını öne çıkarmak, sınıf içinde ve kamuoyunu spekülatif tartışmaya çekme amacına yöneliktir. İşçiler bu oyuna gelmemelidir.
Bugün, ücret istemleri ve yükselen grev dalgası karşısında burjuvazi ve onun hükümeti, “kötü yönetim” ve “verimsizlik”ten işçileri sorumlu göstermeye çalışarak kendi tutumuna kamuoyu desteği sağlamaya çalışıyor. Ama yönetim de, verimlilikte burjuvazinin kendi sorunu olup, hiçbir zaman kurtulamadığı bir hastalıktır. Sadece revizyonistlerin daha da berbat olan kapitalizm uygulamaları karşısında kendisini verimlikten ve iyi yönelimden yana gösterebilir. Bugünkü demagojinin az çok ‘yandaş bulmasının nedeni de budur.
Son olarak, yeri gelmişken belindim ki; kapitalist toplumda işçilerin işletmelerin yönetimine ortak olarak “yöneticilik yeteneklerini geliştirecekleri” iddiası ve bunu İşçilerin Sesi gibi Lenin’e dayandırarak (İşletmelerde işçi denetimi, 1917 Şubat Devrimi sonrasında Rusya’da, ya da 1930’larda Halk Cephesi hükümetlerinin kurulduğu ülkelerde işçiler tarafından bir talep olarak sunulup ya da nispeten yaşama geçirilmiş bir uygulama olmakla birlikte, bu tümüyle o günkü özgün koşullarda bağıntılıydı. Burjuvazinin iktidara tümüyle sahip olmadığı “geçiş dönemi” talebi olarak ortaya çıkmıştır.) yapmaya çalışmak burjuvazinin değirmenine su taşımak, işçileri kapitalist işletmelerin bitmez tükenmez sorunları içine iterek, onlun politikadan uzaklaştırmak anlamına gelir. Aynı nedenlerle de “üreten biziz yöneten de biz olacağız” sloganını bu anlamda kullanmak, (işçilerin işletme yönetimlerine ortak olması anlamında ki; bu sloganı kullananlar ne yazık ki bu anlamda kullanıyorlar) cihetteki reformcu sendikacılar ve küçük burjuva popülistleriyle aynı çizgiye düşmek anlamına gelir. Zaten TİS’lerdeki “yönetim”e ilişkin sorunlar sadece iş güvenliği, işçi sağlığı ve iş güvencesine ilişkin olarak anlamlıdır. Bunun dışında, kapitaliste “iyi” yönetim için akıl vermek ya da “verimliliği” yükseltecek çabalara destek olmak işçilerin sorunu olamaz, olmamalıdır da.
Grevci Maden İşçileri, Kardeşler!
Günlerdir sürdürdüğünüz greviniz yalnızca sizin biraz daha yüksek bir ücret alma mücadeleniz olarak kalmamış, “ZONGULDAK CİZRE ELELE” diyen Cizre halkının şiarındaki gibi, bütün Türkiye ve Kürdistan halkının devrim ve demokrasi mücadelesine katkıda bulunmuştur.
Greviniz maden işçilerinin yalnızca toprak altında kömüre değil, toplumun bütün cevherine hayat verecek büyük bir güç olduğunu göstermiştir. Eyleminiz, emperyalist savaş çılgınlığına, K…stan’daki terör ve
Türkiye’deki suskunluğa kayıtsızlığa, “muhalefetsizliğe” dur diyecek asıl gücün işçiler olduğunu göstererek, sınıfın bütün kesimlerine ve emekçi halka mücadele ve örgütlenme ilham vermiş, bütün çalışanların genel grevi için ışık yakmıştır.
Greviniz, işçi sınıfının bugün ve yarın için, yeni bir hayat ve yeni bir dünya kurma yeteneğindeki tek sınıf olduğunu unutanlara, inkar edenlere, ya da bütün buna inanmayanlara sağlam bir cevap olmuştur.
Bütün ezilen ve direnenlere olduğu gibi biz devrimci tutsaklara da umut ve güven verdiniz. Sürdürdüğümüz hak ve onur mücadelemiz sizin mücadelenizle birlikte daha da güçlenecek ve ilerleyecektir.
Grevinizi bütün varlığımızla destekliyoruz.
Gaziantep Özel Tip Cezaevinden Tüm Devrimci Tutsaklar
Zonguldak Grevi ve “Hükümet istifa” sloganı
Zonguldak grevi, bir yandan başla işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçi sınıflar için coşku ve cesaret kaynağı olurken, öte yandan da ekseninde ” ANAP’ın ömrü” konusunda bir tanışmanın yapıldığı odak oldu.
DYP, SHP, DSP gibi burjuva muhalefet partileri, işçilerin yükselttiği “genel grev” şiarına kulaklarını tıkarken ve hatta bastırırken, işçilerin öfkesini sandıkta yatıştırma planlarıyla, bütün kötülüklerin tek kayrağı olarak ANAP’ı göstermeye çalışırlar ve ‘çare’ olarak kendilerini lanse ettiler. Doğmuş olan bu durumdan faydalanarak ANAP’ı yıpratmak, işçilerin mücadelesinin düzen sınırlan dışına taşmasını engellemek, işçi sınıfının mücadele ateşini sandıkta söndürmek; burjuva partilerinin planlarının özü buydu. Burjuva muhalefet partilerinin etkisi alımda, sendikanın da katılımıyla oluşturulan ortamda hükümet ve Özal ailesi (papatyalar, davulcu) ile sınırlı sloganlar büyük bir yaygınlık kazandı.
Peki, hükümet ve Özal istifa ne anlama geliyor?
Başta şunu vurgulamak gerekiyor: İşçilerin Özal’ı ve hükümeti karşılarına almaları, olumlu bir gelişme olarak görülmelidir. Esas olarak ekonomik taleplerin yolacağı Zonguldak grevinde, işçiler, salt daha iyi bir ücret talebinin sınırlarını aşan talepler ileri sürmüşler, patronların ve hükümcün karşısına sınıfın birleşik eylemiyle çıkmak gerektiğini bilince çıkararak sınıf kardeşlerine çağrılar yapmışlardır. Elbette ki bu tavır alışla işyerinin devlete bağlı olmasının, hükümetin aldığı karşı tavrın önemli bir rolü olmuştur. Fakat yine de işçilerdeki bu tavır alış bilinçlerindeki bir gelişmenin göstergesidir.
Bu durum aynı zamanda işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin ve bilincinin içinde hareket ettiği çerçeveyi ve varacağı üst sınırı ifade etmesi bakımından da öğreticidir. İşçilerin “siyasi istemler” ileriye sürmeleri olumlu bir gelişmedir ve kendiliğinden bilinçleriyle hükümetin, devleti yönetenlerin niteliği hakkında bazı bilgilere sahip olmuşlardır. Bu noktadan sonra olması gereken, hükümet ile devlet arasındaki ilişkinin muhalefet partilerinin işlevinin, ücretli kölelik sisteminin nasıl ortadan kalkacağının bu sıcak ve son derece elverişli ortamda propaganda edilmesidir. Zonguldak grevi politik bir grev halini almıştır, sosyalist politikanın giremediği yerde burjuva politikasının egemenliği kaçınılmazdır. Zonguldak’a üşüşen burjuva partiler, ellerindeki bütün araçları kullanarak düzenden kopma eğilimleri gösteren işçileri kendi partileri aracılığıyla tekrar düzene bağlamak, ANAP giderse her şeyin hallolacağı hayalini yayarak düzeni aklamak için var güçleriyle çalışıyorlar.
Sonuçla ortaya çarpıtılmış, bulanık bir manzara çıkarılıyor: Bütün dert ve sıkıntıların kaynağı ANAP’tır, çözüm de seçim sandığındadır. Seçime giden yolun açılması için de “Hükümet İstifa!”
Kendini ‘sof olarak ifade eden bazı akımlar da gerekçeleri farklı olmakla birlikte aynı sloganı gündeme getiriyorlar.
Yükselen emekçi halk muhalefeti, işçi sınıfının genci grevi, ANAP’ın düşmesi gibi bir sonuç doğurabilir. Fakat işçi sınıfı açısından önemli olan, bir burjuva hükümetin gidip ötekinin gelmesi değil, İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK ve SOSYALİZM mücadelesinin hedefinin yaklaşıp yaklaşmadığıdır.
İşçi sınıfının bilincini kendisi için sınıf olma bilincine yükseltme amacı taşıyan Marksist-Leninistler, mücadeleyi şu ya da bu klik ayrımı yapmadan bir bütün olarak tekelci burjuvazinin egemenlik sistemini ve onların devletini ortadan kaldırmak hedefine yöneltmeye çalışırlar. Hedeflerini hiç bir şekilde hükümetlerle sınırlamazlar. Fakat sınıf mücadelesi sonucunda reform niteliği taşıyan, işçi sınıfına ve emekçi halka daha yaşanır yaşam koşulları sağlayan, örgütlenme olanakları açan kazananlara da sırtlarını dönmezler. Akıldan çıkarılmaması gereken, elde edilen kazanımların uzun erimli devrimci mücadelenin yan ürünü olduğu ve devrimci bir perspektife sahip olmadan reform niteliğindeki taleplerin de kazanılamayacağı ve korunamayacağı gerçeğidir. Yani reform sayılacak talepleri elde etmenin de yolu devrimci mücadeleden geçiyor.
Bugün, sosyalizm mücadelesinin ilk adımı İş-Ekmek-Özgürlük talepleriyle ifadelendirilen demokratik devrim görevidir. Bu görevi kendi içinde unsurlara ayırmak, burjuva klikleri arasında tercihler yapmak, proletaryanın politikası olamaz.
Yükselen emekçi halk muhalefeti, merkezinde işçi sınıfının genel grevi bulunan tüm emekçilerin genel direnişi, ANAP’ın düşmesini sağlayabilir. Ve ardından gelen hükümcün işçilere ve emekçi halka bazı haklar verdiği gibi bir görünüm ortaya çıkabilir. Eğer ANAP’ın yıkılmasıyla emekçi halk bazı kazanımlar elde ederse; bu, hükümet olan partinin programının iyiliği ve ilericiliği ile ilgili bir şey değildir. Emekçi halkın, mücadelesi ile elde ettiği kazanımların bir sonucudur. Çünkü egemen sınıflar, kitle hareketini düzen sınırları içinde tutabilmek için, reformcu hükümetler aracılığı ile bazı tavizler vermek zorunda kalırlar. Zaten egemen sınıflar, reformcu partileri iş başına getirerek emekçilerin bilincinde bir yanılsama ve çarpıtma yaratmaya çalışırlar.
Ekonomik ve siyasi hakların derecesini, durumunu belirleyen şey iktidara gelen hükümetlerin programlarını ‘iyilik’ kötülüğü değil, emekçi halk ile egemen sınıflar arasındaki, siyasi olarak ifade edersek, devrim ve karşı-devrim cephesi arasındaki çatışmanın biçimi ve boyutlarıdır. Emekçi halkın mücadele ederek, fiilen kazandığı ve kullandığı hakların yasalaştırılması, yasayı çıkaran burjuva parlamentosu da olsa emekçilerin kazanımıdır. Bugün Zonguldak grevcileri kanunlarda ne yazıp yazmadığına bakmaksızın, yer ve zaman kısıtlaması tanımadan toplanma ve gösteri yapma haklarını sınırsız bir şekilde kullanıyorlar. Bu hiç bir şekilde, ANAP Hükümetinin lütufu, âlicenaplığı ile açıklanamaz. Yasa olarak kâğıda geçirilen birçok hak yasalaşmadan önce fiilen kullanılmıştır. Örneğin fiilen grev yapılmış ardından grev bir hak olarak yasalara girmiştir. Elbette ki, egemen sınıf klikleri arasında yönelme (yönetememe) yolları konusundaki sert çatışmaların da emekçi sınıflara sağladığı olanaklar vardır. Ancak bu elverişli bir durum olarak görülebilir, daha fazla bir şey değil. 1974’te, halkın 12 Mart faşizmine duyduğu tepkinin üstüne oturan, reform vaatleriyle işbaşına gelen Ecevit’i çok kısmi reformlara zorlayan şey, halkın tepkisinin düzen sınırlarına ve parlamentoya hapsedilmesi kaygısıydı. Egemen sınıflar böyle bir politikaya ihtiyaç duyuyorlardı, bunun aracı da Ecevit oldu. Aynı Ecevit, 78’de faşist devletin saldırılarının sertleşmesinin de aracı oldu. Bu bakımdan sorunu, hükümetler, parti programları platformunda ele almak, sorunu burjuva partiler lehine bulandırmaktadır.
50 yılık cılız varlığı ile TKP, burjuvazi içerisindeki çatlak ve çelişkiler ekseninde politika yaptı. Her zaman iktidara egemen klik karşısında muhalif klikleri destekledi, ittifakın yolları arandı. Çünkü proletaryanın iktidarı henüz uzak bir hedefti! Bugün bırakalım bu geçmişi onaylayanları reddettiklerini söyleyen birçoklarının kafaları bile TKP’nin fikirleriyle hayli karışıktır.
Bu bakımdan, “Hükümet istifa!” sloganı, kafaları karıştırmaya, devrimci muhalefet ile burjuva muhalefet arasındaki sınırlan silikleştirmeye hizmet eden bir slogandır.
Elbette ki; devrimci komünistler, iktidar klikler arasındaki çelişkileri, olası değişiklikleri, ANAP’ın gidişini de dikkatle gözlemler, bu gelişmelerle ilgilenirler. Fakat bu ‘ilgi’ hiç bir şekilde proletaryanın bağımsız politikasından ödün anlamında değildir, egemen sınıfların hesaplarının açığa çıkarılması, değişen duruma uygun gelen ajitasyonun tespiti içindir. Eğer ANAP’ın devrilmesi olası ise; işçi sınıfına karşı sosyalist görev, kapitalist egemenlik sistemi içerisinde kalındığı sürece iktidara gelen hiç bir hükümetin halkçı olamayacağını, parlamentonun faşist diktatörlüğü gizleyen bir maske olduğunu, geçmiş deneyimlerin ne DYP (AP) gibi partilerin, ne de SHP ve DSP gibi partilerin çözüm olmadığını ve mevcut egemenlik sistemi içinde başka hiçbir parlamenter partinin de çare olamayacağını yeniden ve yeniden anlatmaktır. “… çünkü sınıfların en temel, ‘belirleyici nitelikle’ çıkarları, genel olarak ancak köklü siyasal değişiklikler sonucu tatmin edilebilir; ve özel olarak da, proletaryanın temel iktisadi çıkarları ancak burjuvazinin diktatörlüğünün yerine proletarya diktatörlüğünü koyacak siyasal bir devrimle tatmin edilebilir.” (Lenin)
Proletaryanın henüz iktidar alternatif olmadığı gibi gerekçeler proletaryayı burjuva partilerinin kuyruğuna takmanın ya da en iyi niyetli yorumla burjuva partileri karşısında hayırhah bir tavra sürüklemenin gerekçesi olamaz.
Bütün muhalefet partileri, Türk-İş yönetimi ve reformcu siyasal akımlar, ‘azınlığın’ iktidar tekeline karşı bir kampanya açmış durumdalar. ANAP’ı düşürmek için çözüm olarak ‘sine-i millet’ dedikleri, emekçilerin burjuva partiler arasında ehveni şer (kötünün iyisi) bir tercih yapmalarını sağlayacak bir seçim öneriyorlar. Böylelikle, mecliste koltukların partilere dağılımı da ‘demokratikleşecek’ (!) Burjuva muhalefet partilerinin görevi bu, onlar görevlerini yapıyorlar. Bunu yaparken, işçi sınıfının ve emekçi halkın on yıldır düzene karşı biriken öfkesini parlamentarizmin kanallarında çıkarmak isliyorlar.
Buna karşılık devrimci politika, kitlelerde biriken ve kendini bir genel grev ve genel direnişle ortaya koymaya doğru giden devrimci kabarışa uygun bir yatak oluşturmak, proletaryanın iktidarını yakınlaştıran bir çizgiye çekmektir. Yoksa ” Hükümet istifa” sloganının farklı bir ifadesi olan “Meclis istifa” ya da benzer bir anlamı gelmek üzere “Oval İstifa”, “Hanedan İstifa” işlemi burjuvazinin çözüm alternatiflerindendir.
SP tarafından gündeme getirilen “meclis istifa” sloganı ne anlama geliyor? Bu slogan, ‘sine-i millet’ çağrısının başka bir söyleyişle ifadesidir. İkisinin ortak anlamı, oy oranı % 20’nin altına düşen ANAP’ın bir seçimle işbaşından gitmesidir. Elbette ki proletaryanın ANAP’ın iktidarda kalması gibi bir tercihi yoktur. Fakat onun asıl üzerinde durması gereken nokta, oluşan kitle muhalefetinin burjuva kanallarında tüketilmesi değil, parlamentoyu da hedefleyen ve parlamentonun varlığını tehdit eden bir biçim ve boyut kazanmasıdır.
Yayılma eğilimi taşıyan grev ve direnişler, burjuva partilerin etkilerinden kurtarıldıkları ölçüde etkili, adına yaraşır eylemler olacaklardır.
Ocak 1991