Savaş kışkırtıcılığında bir adım daha “İkinci Cephe” Türkiye’den Açılıyor

Nihayet, ABD kaynaklı “savaş, senaryoları”nda sözü edilen ama bir türlü yerinin neresi olduğu belirtilmeyen “İkinci Cephe”nin nereden açılacağı belli oldu: İkinci Cephe Türkiye-Irak sınırı. Cepheyi açacak kuvvetler, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Çevik Kuvvet!
Zaten başka türlü de olamazdı. Eğer bir “ikinci cephe” açılacaksa (ABD ve müttefikleri “açılacak” diyorsa, açılacaktır) bu ancak Suriye ya da Türkiye üzerinden olabilirdi. ABD ile Suriye’nin arasının henüz yeni düzeldiği, Türkiye’nin ise ABD’nin kadim dostu olduğu ve şu anda iktidarda bulunan Özal-ANAP kliğinin de olabilecek en Amerikancı yönetimi oluşturduğu göz önüne alınırsa, “İkinci Cephe” için en uygun yer Türkiye’ydi. Ama savaş yanlısı odakların el altından Kerkük-Musul edebiyatı yapmasına ve şovenizmi kışkırtma çabalarına karşın, savaşa en çok ihtiyaç duyan kesimler bile, emekçi yığınların “milli çıkarlara” duyarsızlığı karşısında açıkça savaş kışkırtıcılığı yapamıyordu. Hele son zamanlarda, Özal ve onun sözcülüğünü yapan basındaki yardakçıları bile savaş lafı edemez olmuşlardı.
“Barış” girişimlerini öne çıkararak, savaş karşıtlarını pasifleştirme taktiği ABD, İngiltere gibi ülkelerde de fazla bir prim yapmayınca ve giderek ABD basınında “Kuveyt için ölmeye değer mi?” gibi sorularla öne çıkan savaş aleyhtarlığının güç kazanması, savaşa karşı güçleri eritmek yerine, savaş yanlılarının moralini yükseltecek girişim ve propagandanın öne çıkarılmasına yol açtı: “Saddam kıçına tekmeyi yer” gibi kabadayılıklarla askeri gösteriler yeniden gündeme getirilmeye başlandı.
Son birkaç haftadır, emperyalist savaş yanlısı çevreler tarafından kenara itilmişlik duygusuna kapılan Özal ve hükümet de, “savaş da neymiş, biz Saddam’la da geçinebiliriz, ne savaşa katılırız ne de asker göndermek gibi niyetimiz var” üslubunu benimsemişken, ABD’den aldıkları rüzgârla olacak birden bire “şunu da ifade edeyim, bastığımız yeri titretiriz” (Özal’ın Konya konuşmasından) politikasına geçildi. Çevik Kuvvet’in çağırılmasıyla da artık niyetler ve amaçlar açıkça ortaya çıktı.
Özal-ANAP ve egemen sınıf çevrelerinin savaş yanlısı olduklarını, etraflarına da “bir koy-üç al” politikası izledikleri propagandası yaparak destekçilerini çoğaltmaya çalıştıkları çoktan beri biliniyor. Ama bu propagandanın kamuoyuna dönük “açık” yanı, “savaş istemediğimiz” biçimindeydi. “Çevik Kuvvet”in çağırılması bütün niyet ve amaçların su yüzüne çıkmasına vesile oldu. Ama onlar, savaş yanlıları yine de yüzlerini saklamaya çalışıyorlar. Bir yandan, hükümet sözcüsü, “Çevik Kuvvet’in çağırılmasında amaç caydırıcılıktır”. Yani, “Irak’ın Türkiye’ye saldırı gibi bir niyeti varmış. Eğer Türkiye’ye saldırırsa Çevik Kuvvet’e de saldırmış olacağından NATO’ya saldırmış olacakmış da, Irak NATO’yu işin içine çekmemek için Türkiye’ye saldıramayacakmış vb! Herhalde hükümet üyeleri aralarında konuşmamış olacaklar ki, her biri başka bir açıklama yapıyor. Aynı gün Dışişleri Bakanı, “Çevik Kuvvet’in, Türk ordusunun gücü karşısında fazla bir değer taşımadığını, sembolik bir çağrı” olduğunu, hatta NATO’nun yıllık mutat “kuvvet aktarma” tatbikatlarından biriymiş gibi göstermeye çalışıyor. Ama durum çok açık. Yapılan şudur. Türkiye’nin savaşa katılması için İncirlik, Pirinçlik gibi ABD üslerini kışkırtıcılıkta yeterli bulmayan hükümet, yeni bir kışkırtma unsuru olarak “Çevik Kuvvet”i çağırmış bulunmaktadır.
Emperyalistler ve Türkiye’de onlarla işbirliği içindeki yardakçıları böylece bir taşla birkaç kuşu birden vurmayı amaçlıyorlar: Bir yanda Irak’ın dikkatini kuzeye çekerek güneyden yapılacak saldırının yükünü hafifletmeyi, öte yandan da Türkiye’nin ikinci cepheyi açmasını kolaylaştıracak bir provokasyonun koşullarını olgunlaştırıyorlar. Dahası ikinci cephe için de şimdiden kuvvet yığıyorlar. Türkiye’nin savaş kışkırtıcısı ve savaşa yönelik hazırlıkları bundan da ibaret değil: Almanya kanalıyla sağlanan tank, top, uçaksavar bataryası vb. cinsinden modern silahların sevkıyatının bugünlerde iyice yoğunlaştırıldığı, Mersin ve İskenderun limanlarından giren bu teçhizatın doğrudan G. Doğu Anadolu’da konuşlandırılmış birliklere gönderildiği basında yayımlanıyor. (Almanya’nın Çevik Kuvvet’e katılmak istememesi nedeniyle sorun henüz (23 Aralık) NATO’da karara bağlanmamışsa da, önemli olan “Çevik Kuvvet’in gelip gelmemesi değil, Türkiye’nin böyle bir talepte bulunmasıdır.) Dahası batı ve kuzeyden çok sayıda birliğin Irak sınırına kaydırıldığı da ayrıca bilinen bir gerçek.
Irak’ın, Güney ve Güneydoğusundan dünyanın en güçlü silahlarıyla donatılmış ve kendi deyimleriyle İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük emperyalist silah ve asker yığınağına karşı savaşa hazırlanırken, bu ara bir de Türkiye’ye saldırmaya hazırlanması olanaksız olduğuna göre, bütün bu silah ve askerlerin Irak sınırına yığılmasının, üstelik bütün bu hazırlık yetmiyormuş gibi, bir de “Çelik Kuvvet”in çağırılması; Irak’ın Türkiye’ye saldırmasını caydırmak için olduğu söylenirse, buna kim inanır? Herhalde sadece böyle inanmak işine gelenler dışında hiç kimse?
Basında çıkan ve hükümet ve Çankaya çevrelerinden sızan haberlere bakılırsa, her önemli sorunda olduğu gibi Özal yine hükümeti dışlayarak bir karar almış ve daha önce imzalatıp aldığı boş kâğıtların üstünü doldurarak hükümete de “sürpriz” yapmış! Torumtay, kendi dışında böyle bir gelişmeyi haber aldığı için istifa etmiş vs. Elbette bu hükümet olduğunu iddia edenlerle “bakan” olduğunu söyleyenlerin bir sorunu. Eğer boş kâğıtları imzalayacak kadar silikleşmişlerse, ya da bu koşulla görev kabul etmişlerse kendi bilecekleri bir şey.     Ama “boş kâğıt imzalamıştık bizim bir şeyden haberimiz yoktu” demek de onları savaş suçluları arasına sokmaktan kurtarmaz. Bizden söylemesi.
Emperyalistler için Ortadoğu’da bir savaş vazgeçilmez durumda. O yüzden de Saddam’a yapması olanaksız öneriler sunuyorlar: “Kuveyt’ten kayıtsız koşulsuz çekilirsen saldırmayacağız” gibi. Ama Saddam’ın Kuveyt’ten çekilmeyeceğini, çekilmeyeceklerini bildikleri için de savaş koşulunu Saddam’ın yapamayacağı şeyi yapmasına bağlıyorlar. Savaşı böyle iştahla istemelerinin nedeni, ancak bir savaşın onların Ortadoğu’da uzunca süre kalmasının koşullarını yaratabilir olmasından. Çünkü artık bu saatten sonra, Arap şeyhleri ve zorba Arap diktatörlerinin ayakta kalıp ABD’ye hizmet etmesi ancak ABD silahlarının yakın koruması altında olanaklıdır; ABD ve diğer emperyalistler bunu sağlayabileceğini uşaklarına göstermek zorundadır. Öte yandan ABD ve Avrupa halklarına da orada oluş nedenlerinin “ikna edici” bir gerekçesini söylemek zorundadırlar ve bu konuda da, Avrupa ve Amerika’nın “uygar halkları” için bile, “Onca kan döktüğümüz toprakları korumalıyız” gerekçesinden iyi gerekçe olamaz. Petrol ve “akıtılan kan” emperyalist ülkelerin kamuoyu için “ikna edici” bir gerekçe olur ancak.
Türk burjuvazisi için; (her şeyden önce uluslararası emperyalist burjuvazinin bir uzantısı olarak) savaş ona, Özal’ın sözünü edip durduğu “Batı’nın güvenilir hizmetkârı olduğu” imajını güçlendirme bakımından gereklidir. Ama sadece bu da değil. Artık sınırların ötesinde de sömürü gerçekleştirme gücüne ulaşan tekelci guruplar, savaştan sonra masaya oturarak, (belki) yeni sömürü alanları umuyorlar. Bu onlar için son derece önemli. Özellikle uzun vadede buna ihtiyaçları olacak. Ama Türk burjuvazisi, en acil talepleri bakımından da savaşa katılıp, galip tarafla olmak ihtiyacında: Birincisi Kürt sorununun, savaş vesilesiyle, alacağı biçimde söz sahibi olarak aleyhlerine bir çözümün gelişmesini önlemek istiyorlar. Ama ondan önemli değilse de ondan da ence savaş bahanesiyle G. Doğu’da “yeterince” askeri güç yığarak, “gerekli askeri hareketi” gerçekleştirerek Kürt hareketini kana bulayarak yok etmek istiyorlar. Daha yakın bir hedef olarak da, yükselen emekçi sınıf hareketini, bir “savaş hali” ya da “seferberlik hali” ilanıyla bastırmak, bütün gösteri ve grevleri yasaklayarak anlaşmazlıkları ve sendikal eylem de dâhil tüm özgürlükleri askıya almak (ki; buna hemen ve çok şiddetli ihtiyaçları var) istiyorlar. Bütün bu önlemler içinde bir de şovenizmi kışkırtıp yığınları pençesine almayı sağlarlarsa onlar için savaşta ölen ve ölecek olanların önemi yok. Yeter ki, sermayeyi kurtarsınlar. Savaşın ortaya çıkaracağı durumda, enflasyon, karaborsa, kaçakçılık ve ücretlerin düşmesi vb.den kazanılanların tümünün kâr hanesine yazılmamasına ise hiçbir neden yok.
Görüldüğü gibi, gerek ABD başta olmak üzere emperyalistler, gerekse Türk egemen sınıfları için savaş bir gereklilik, hatta bir zorunluluk. Yapılan bütün manevraların “barış” girişimlerinin amacı, dünya ve Türkiye kamuoyunun savaş yanlısı bir tutuma çekilmesidir. Birleşmiş Milletler kararı, Saddam’a öneriler vb. tümü bu kategoriden manevralardır. Ve bunda başarılı oldukları ölçüde de cephe gerisinde “rahat edecekler”, “gözleri arkada kalmayacak”tır.
Ama emperyalistlerin ve Türk egemen sınıflarının savaşa ihtiyaç duymaları, içinde bulundukları sorunlardan savaş yoluyla kurtulmaya çalışmaları, bu yüzden de savaşı isliyor olmaları sadece gerçeğin bir yanıdır. Gerçeğin öte yüzünde ise halkların, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıfların bir savaştan büyük zararlar görecekleri gerçeği vardır. Ve bugün, gerek ABD ve Avrupa, gerekse Türkiye’deki halk yığınları savaşı istememektedir. “Savaşa Hayır” sloganı çok geniş çevrelerde yankı bulmaktadır. Ama bu “emperyalist yağmacı savaşa hayır” ve “Savaşı kışkırtanlara karşı savaşa” dönüşmedikçe de savaşı önleme gücünden yoksundur. Ülkemiz emekçileri açısından durum diğer Avrupa ve ABD emekçileri için olduğundan çok daha yakıcı ve acil bir durum olarak böyledir. Bu hem savaşın hemen yanı başımızda olması dolayısıyla, hem de Türk egemen sınıflarının savaştan beklentileri (yukarıda sözü edildi) bakımından önem taşıyor.
Savaş borularının öttürülmesi için BM’nin verdiği sürenin dolmasına sadece 20 gün (25 Aralık itibariyle) var ve savaş kışkırtıcıları bir yandan askeri yığınaklarını artırırken öte yandan ellerindeki her olanağı kullanarak kamuoyunu savaşa hazırlamaya çalışıyorlar. Türkiye egemen sınıfları ve hükümet de aynı doğrultuda ama ikinci cephenin de doğrudan tarafı olarak savaşa ilişkin önlemleri artırıyor. Ama savaşın gerektirdiği “birlik beraberlik” ruhunu sağlayabilecek mi? Son aylarda emekçilerin atılımlarına, bir günlük işe gitmeme biçiminde ve Türk-İş tarafından alınan bir kararla da olsa Türkiye tarihinde ilk kez genel grevin gündeme gelmesi, gelecek günlerin çok şeye gebe olduğunun da bir ifadesidir.
Evet, savaş emperyalistler ve Türk egemen sınıfları için bir gerekliliktir. Ama emekçiler için de savaşı önlemek bir zorunluluktur.
Önümüzdeki günler bu karşıt çıkarların da, savaşına da sahne olacaktır.

Ocak 1991

İşçi sınıfı 1991’e Genel grevle giriyor

İşçi sınıfı, yatağından taşıp Türk-İş dalgakıranını parçalayarak 1990 yılını tamamladı. 91 yılına ‘Genel greve merhaba!’ diyerek giriyor. Yıllardır çeşitli demagojilerle ve kıvrak manevralarla işçi sınıfı mücadelesi önüne duvar örmeye çalışan Türk-İş ağaları, karşı durduklarında kendilerini de önüne katıp sürükleyecek bir hareketle karşı karşıya kalınca manevra alanlarını tükettiler. 18-19 Aralık günlerinde Türk-İş Başkanlar kurulunda alınan ‘bir günlük işe gitmeme kararı’ 20 Aralıkta şube başkanlarının da katıldığı toplantıda 3 Ocak günü olarak açıklandı.
Türk-İş yönetiminin adını koymaktan kaçındığı 1 günlük genel grev kararı birçok sendikacı tarafından tatmin edici bulunmamakla birlikte yine de büyük bir coşkuyla karşılandı. Yapılan konuşmalar sık sık ‘işçiler el ele genel greve’, ‘Yaşasın işçilerin birliği’, ‘Ölmek var, dönmek yok’, ‘Hükümet istifa ‘ sloganlarıyla kesildi. M. Bamyacı ve Yılmaz’ın konuşmalarının ardından binin üzerinde sendikacı Anıtkabir’e kadar yürüdü, yol boyunca sloganlar atıldı.
Çeşitli zamanlarda eylem kararları almak zorunda kalsa bile bu kararı hiçbir zaman hayata geçirmeyen Türk-İş yönetimi, tümüyle köşeye sıkıştı. Eylem kararı almadığında kendisine rağmen, belki bir kopma da yaşanarak eylem yapılacağı hesabıyla böyle bir eylem karan almak zorunda kaldı. Buna rağmen muhalif bir ses duymak istemeyen Türk-İş yönetimi, bu kararı başkanlar kurulunda aldı, şube başkanlarına da onaylattı. 800’ü aşkın şube başkanının katıldığı toplantıda sadece Ş.Yılmaz ve M. Bamyacı konuştular.
Alınan 1 günlük genel grev kararı, işçi sınıfının özlemlerinin tam bir ifadesi değildir; sınırlayıcı, daraltıcı pasifleştirme amacı taşıyan bir karardır. Fakat bu özelliklerine rağmen, işçi sınıfının son on yıllık tarihinin en önemli eylemi olmaya, mücadelede bir dönüm noktası olmaya adaydır.
İşçi sınıfının yaşamsal sorunlarının üst üste yığıldığı, devletin saldırılarını sertleştirdiği, çeşitli kulislerde olağanüstü hal uygulamasının konuşulduğu, savaş tehlikesinin bağırarak yaklaştığı bir durumda, bunları gündeme almayan bir günle sınırlandırılan ve o gün işçileri eve hapseden bir eylem biçimi ile Türk-İş yönetimi, genel grevi geçiştirme hesabı içindedir.
Bir günlük eylem yapıldığı halde bütün sorunlar orta yerde kalakalacaktır. Belki hemen ardından olağanüstü hal tüm Türkiye’yi kapsayacak şekilde genelleştirilecektir. Savaş çığırtkanları Türkiye’yi savaş yangınına atacaklardır. 3 Ocak’ta hayata geçirilecek olan eylem kararının alınabilmesi için çalışmaların Ağustos ayında başladığı hatırlanırsa, yeni bir eylem kararı alabilmek için, bin dereden su getirilecek, bir beş ay daha beklenecektir.
Ayrıca, eylemin ‘işe gitmeme’ olarak belirlenmesi, işçi sınıfının ‘üretimden gelen gücü’nün, sınıfın kendisi tarafından görülmesini engelleyen bir özellik taşıyor, işçi, makinası başına giderek toplu halde şalteri indirdiğinde, gücünün gerçek boyutlarını görebilecek, bilincine kazıyacaktır. Bir arada bulunan işçilerin, genel grevi değişik eylem biçimleriyle zenginleştirmeleri, daha üst eylem biçimlerine sıçratmaları daha olanaklı olacaktır.
Nerdeyse bir ayını dolduran Zonguldak grevi Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı için çok canlı ve öğretici bir örnektir.’Türkiye Zonguldak olmalıdır’ şeklinde dile getirilen özlem, işçi sınıfının gerçek özlemini ifade etmektedir. Zonguldak işçileri, sadece kararlılıkları, cesaret ve özverileriyle değil, aynı zamanda geliştirdikleri mücadele biçimleriyle de örnektirler. Zonguldak işçileri, grevi işe gitmemekle, ocak ağızlarında bekleyen grev gözcüleriyle sınırlamıyorlar. Grevi meydanlara taşıyarak büyük yürüyüş ve mitingler yapıyorlar. Eylemler işçilerle sınırlı değil; ev kadınlarından çocuklara, belediye çalışanlarından avukatlara kadar bütün çalışanları eylemlere katılmış durumdalar. Bu bakımdan ‘Türkiye Zonguldak olmalıdır’ özlemi, sadece grevlerin tüm Türkiye’ye yayılmasını değil, aynı zamanda tüm zenginliği ile eylem biçimlerinin de Türkiye’ye yayılmasını ifade etmektedir. Bütün değerleri yaratan işçi sınıfı yaşamın karşısına çıkardığı sorunlarla koşullara uygun zengin eylem biçimlerinin de yaratıcısıdır. Bugün Zonguldak’la direnen işçi, Türkiye işçi sınıfının mücadele araçları ve biçimlerine yenileri katmıştır, her gün bulduğu yeni eylem biçimleri ve sloganları ile dağarcığını zenginleştirmiştir. Ankara’da toplanan sendikacıların Zonguldak işçilerinin ürettikleri dışında slogan atmamaları dikkat çekicidir.
Türk-iş yönetiminin tüm çabalarına karşın bir günlük genel grevin onların hesapladığı ve uygun gördükleri sınırların dışına taşmasının-koşulları vardır. 3u noktada Marksist-Leninistlere, devrimci demokratlara ve ulusal güçlere önemli bir görev düşmektedir. Eylemin en başta işçi sınıfının bütün kesimlerini kapsaması, ilk önemli amaçtır. Bu eylemin sadece işçilerle sınırlı kalmaması, tüm çalışanları ve halkı kapsaması, ihtimal dışı değildir. Son bir yıl içinde, Kürt halkı tüm olumsuz koşullar ve baskılara rağmen önemli örnekler ortaya koymuş, iş bırakmış, kepenk indirmiştir. Meydanlarda madencilerle dayanışmak için gösteri yapan Kürt halkı, genel greve destek mesajı vermiştir. Kürt sendikacıların tahminleri de Kürt esnafının eyleme katılacağı yönündedir. Zonguldak ve Botan’da esen iki sıcak rüzgârın birleşmesi ve boyutlanması mücadelenin geleceği açısından büyük bir öneme sahiptir.
İşçi sınıfının ve tüm halkın çıkarlarının savaş tehlikesi ile doğrudan bağıntılı olduğu, savaşın yakınlığının günlerle ifade edildiği koşullarda, eylemlerin hedefini esas olarak emperyalist, haksız savaşı engelleme, esas olarak egemen sınıfların savaş planlarını bozmaya, siyasal saldırıların geri püskürtülmesine hizmet edeceği anlaşılır bir şeydir. Egemen sınıfların cephe gerisini sağlama almadan savaşa girmeleri daha zordur.
Bu bakımdan işçi sınıfının genel grevi toplu sözleşmelerden doğan sorunlarının çok ötesinde bir anlama ve öneme sahiptir.
Genel grev, işçi sınıfının son on yıllık tarihinin en önemli eylemi olacaktır. 90’la biten on yılda 89 Bahar eylemlerini yaratan ve Zonguldak greviyle kapatan işçi sınıfı, yeni bir on yılı genel grevle başlatıyor. Bu eylem, işçi sınıfı bilincinde önemli bir sıçrama yaratacak, yaşadıkları ile siyasal ajitasyonu birleştirebilirse, sendika ağalarının gerçek işlevini daha yakından görecek, revizyonizmin ve reformizmin etkisinden kurtulacaktır.
İşçi sınıfı sendika ağalarına karşı önemli bir tepki göstermekle birlikte bu tepkiyi onlara rağmen ve onların karşısında bir eyleme dönüştürmeye hazır olduğunu söylemek güçtür. Sendika ağalığı, bir tek beş kişilik Türk-iş yönetimiyle sınırlı değildir. Muhalefetlerine rağmen Türk-İş yönetimine karşı açık mücadele içine girmeyen, sürekli tavizlerle, Türk-İş vitrininde ‘birlik’ tablosu sergileyen sendika yöneticilerinin de kendi gerçek yöneticileri olmadığını kavramaları gerekmektedir, işçi sınıfının, yaşadığı deneyleri bir ‘anı’ olmaktan çıkarılabilir; onun hafızası olan partisi aracılığı ile ileri taşınabilirse, işçi sınıfı “tekerrür” yaşamaktan kurtulacaktır.
Savaş beklentisi içinde, eylem tarihini sürekli ileri alan Türk-İş yöneticileri manevra alanları kalmayınca bir günle sınırlı bir eylem kararı aldılar. Fakat bir olağanüstü hal ilanı karşısında işçilere açıkça bir mesaj vermediler.
Buna en güzel yanıtı Petrol-İş sendikası Batman Şube başkanı verdi: ” Bundan önceki eylemlerimizi, biz, olağanüstü hal şartlarında yaptık; olağanüstü hal şartlarında da pekâlâ eylem yapılabilir.” Gerçekte olması gereken olağanüstü hal şartlarında eylem yapmak değil, olağanüstü hal ilanını bir eylem çağrısı olarak kabul etmektir.
89 Bahar eylemlerinin ve Zonguldak grevinin açtığı yoldan ilerleyen işçi sınıfı yeni yıla genel grev şarkılarıyla giriyor. Yeni yılda bizi bekleyen emperyalist savaş tehlikesinin ve siyasal hakları gasp etme saldırılarının bertaraf edilmesi işçi sınıfı ve emekçi halkın, Kürt işçileri ve halkının mücadelesinin boyutlanmasıyla mümkün.


Zonguldak Maden işçilerine
KARDEŞLER,

Kararlı mücadelenizin sesi, ülkemizin sınırlarını aşarak biz Almanya’ca bulunan sınıf kardeşlerine ulaşıyor. Grev ve direnişinizi büyük bir coşku ve umutla yakından izliyoruz. Kararlılığınız birliğiniz bizi de mutlu ediyor. Çünkü bu mücadele ülkemizden uzak diyarlarda çalışan bizlerin de mücadelesidir. Elde edeceğiniz her başarı bizim için de çok değerlidir.
Arkadaşlar,
Herkesin gözü, kulağı size yönelmiş durumda. Sınıf kardeşleriniz, dostlarınız mücadelenizi büyük ilgiyle izliyorlar. Siz grevci işçileri,” ve yakınlarınızın mücadelesi, belediye işçilerinin desteklemek amacıyla, kısa süreli de olsa işi bırakmaları, esnafın, öğrencilerin, avukatların ve diğerlerinin dayanışma içinde olmaları, haykırdığınız “genel grev” isteği ve “savaşa hayır” sloganlarınız tüm asker ve komando birliklerinin ablukasına rağmen yaptığımız kitlesel gösteri ve yürüyüşler. Türkiye’nin dört bir yanındaki destek ve dayanışma hem diğer çalışanlara bir örnek teşkil ediyor, hem de savaş çığırtkanlığına iyi bir şamar vuruyor.
Egemen sınıfların temsilcilerinin birçok hesabı tuzla-buz olma “tehlikesiyle” karşı karşıyadır. Bu nedenle başta Turgut Özal ve hükümet mücadelenize acımasızca ve gerçekleri çarpıtarak saldırırken, birçok düzen partisi ve örgütleri de mücadeleye sözde sahip çıkarak görünerek kendi kanallarına akıtmaya çalışıyorlar. Hükümete geldiklerinde her şeyin iyi yönde değişeceğinin hayallerini yayıyorlar. Bu nedenle hükümeti tek suçlu olarak gösterip, mücadelenin sadece buna yönelmesi için çaba sarf ediyorlar. Bunu savunanların mücadelemizi her an ve açıkça hançerlemeleri şaşılacak bir şey değildir. Bu nedenle kararlılığınızı ortadan kaldıracak her karar ve davranışı elinizin tersiyle itmekten ve önce kendi kollarımıza, sınıf kardeşlerimiz ve halka güvenmekten başka çare olmadığına inanıyoruz. Kim ne ad altında yaparsa yapsın, haklar alınmadıkça mücadelenin durdurulması veya ertelenmesi yolundaki her girişim mahkûm edilmelidir diyoruz.
Kardeşler,
Avrupa işçilerinin de gözü kulağı üstünüzde. Biz Almanya Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu olarak kamuoyuna haklı mücadelenizi anlatıyor, destek yaratmaya ve geliştirmeye çalışıyoruz. Sizinle birlikteyiz.
Yaşasın Maden İşçilerini yiğit direnişi!
Yaşasın genel grev direnişi!
Yaşasın uluslararası dayanışma!
Kahrolsun faşist diktatörlük!
Savaşa hayır!
DEMOKRATİK İŞÇİ DERNEKLERİ FEDERASYONU adına C. Biçici

Grevci Maden İşçileri, Kardeşler,
Günlerdir bütün Zonguldak halkıyla, çoluk
çocuğunuzla birlikte sürdürdüğünüz grevinizle,
yalnızca yerin altındaki kömüre değil,
toplumun uyuklamakta olan bütün cevherlerine
hayat vererek tek güç olduğunuzu gösterdiniz.

Bütün ezilenlere ve direnenlere olduğu gibi,
bize de umut ve güven verdiniz.
Yeni bir hayat ve yeni bir dünya için attığınız
her adımda sizinle birlikteyiz. Mücadelenizi,
bütün varlığımızla destekliyoruz.
Gaziantep Özel Tip Cezaevinden 73 Devrimci Tutsak Adına Aydın Çubukçu.

Zonguldak gündemi belirlemeye devam ediyor
·    Madenci, işçi sınıfını hareketlendirdi…
·    Zonguldak’ta yasalar ayaklar altında…
·    Madenler sınıf dayanışmasının itici gücü…
·    Madenci, genel grevin yolunu açtı…

Ve 140 yıl sonra ilk kez toplu-yasal greve çıktı Zonguldak madencileri. “Bir şafak vakti karanlığın kenarından … ağır ellerini toprağa basıp, doğruldular.
Türkiye topraklarında son 10 yılda ilk kez bu kadar büyük bir grev yaşanıyor. Bu, yalnızca, katılan işçi sayısının on binlere ulaşmasından değil, aynı zamanda işçilerin bölgedeki diğer emekçilerle kaynaşmasından, grevin bütün Zonguldak halkına mal olmasından kaynaklanıyor. Ve daha önemlisi, yalnızca Zonguldak sınırları içerisinde kalmayıp, etkilerinin tüm ülkeyi sarmasından, giderek uluslararası düzeyde yankılar uyandırmasından ötürü, madencilerin grevi son on yılın en önemli ve en büyük grevi durumunda.
30 Kasım’da başlayan ve 21 gündür aynı coşku, kararlılık içinde süren Zonguldak grevi, madencilerin ağır elleriyle yeni bir dönemi yazıyor. Başlamasından önce bile gözlerin kendisine dikildiği grev, Türkiye işçi sınıfı hareketinin bir anlamda kaderinin düğüm noktası olmak durumunu yaşıyor.
Zonguldak grevi, 1990 yılının son günlerinin de tükenmekte olduğu şu günlerde, 60 bini aşkın işçinin fiilen grevde olduğu; metal, tekstil, kâğıt, petro-kimya gibi temel işkollarında 265 bini geçkin işçi için grev kararının alındığı; Ocak 1991’de 600 bin dolayında işçiyi kapsayan TİS görüşmelerinin başlayacağı; NATO’ya bağlı askeri birliklerin 15 Ocak’a kadar Türkiye ‘de (Güneydoğu’da) konumlandırılacağı ve 3 Ocak tarihi için 1,5 milyon işçiyi kapsayan genel grev kararının alındığı koşullarda gerçekleşiyor.
Zonguldak’ta bütün bir halka mal olan bir grev yaşanıyor. Kelimenin lam anlamıyla bir madenci şehri olan Zonguldak’ın taşı, toprağı kömürden. Suyu kömüre bulanmış Zonguldak’ın, havası kömür kokuyor. Bir ayağı ocakta olan madencinin diğer ayağı köyde; madencidir esnafın tek müşterisi.
İşte bu yüzden işçisi köylüsü, esnafı, öğrencisi, memuru kadını, çocuğu grevi yaşıyor. Zonguldak grevle uyanıyor her sabah grevle dalıyor uykuya. Her gün on binler kilometrelerce yürüyor, ocaklardan şehir merkezine. Her gün 70, 30, 100 bin insan yürüyor, slogan atıyor, haykırıyor, miting yapıyor…
Grevin ilk gününde Karadon’da yaptığı konuşmasında Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık, bizim grevimiz tarihimizin en büyük grevlerinden biridir. Gerisini de Türkiye isçi sınıfı tamamlasın. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin” diyordu.
Zonguldak grevinin Zonguldak’la sınırlı kalmayacağı; madencilerin çaktığı kıvılcımın bütün ülkeyi tutuşturacağının bilincinde olan devlet, daha grev başlamadan binlerce polisi, askeri, subayı, zırhlı araç ve panzeri yığıyor şehre. Amaç madenciyi tehdit etmek, amaç bütün işçi sınıfına gözdağı vermek. Grevin ilk gününde, polis, jandarma ve komando birlikleri yoğun önlemle, işçilerin ocaklardan başlayan yürüyüşlerini izleyip, madencilerin kente girişini engellemeye çalıştıysalar da, 100 bin insanın yürüyüş ve mitingini engelleyemediler. Zaten bir maden işçisi, “Engellemek mümkün mü; bu kalabalıkla kibrit kutusu gibi ezilirler” diyerek müdahalenin zorluğunu dile getiriyor.
Devletin hızla teşhirini getireceğinden açıktan müdahale edilmeyen greve ve madencilere herkes sahip çıkıyor farklı gerekçelerle.
Bir zamanların işçi, emekçi katili, şimdinin demokrasi havarisi kesilen faşist Demirel bile, madenciyi destekliyor görünüyor, işçi dostu kesiliyor. Demirel aslında madencilerin ve sınıfın hareketinden devletin zarar görmemesi için kollarını sıvıyor. Hükümete çatarak, hükümeti madencinin hakkını vermemekle suçlayan Demirel, işçilerin hak alma mücadelesini “yangın var ” diye adlandırıyor. Grevlerin bir an önce bitmesini isteyen Demirel, hükümeti gerçeği görmesi için uyarıyor. Aksi takdirde çok geç olacağını, yani bir “sosyal patlamanın” söz konusu olacağını işaret eden Demirel, devleti işçinin gazabından korumanın uğraşını veriyor.
DYP gibi SHP ve DSP de madencilerin grevini desteklediklerini söyleyerek bütün suçu hükümete ve Özal’a atıyorlar. Hükümet ve Özal’ın sermaye ile ilişkisini de göz ardı ediyorlar; devleti aklıyorlar.
Devletin tavrı ise, ANAP Genel Başkan Yardımcısı Metin Gürdere tarafından, TTK’da çalışan 35 bin işçinin fazla olduğu ve sendikanın istediği artışın verilmesi halinde TTK’nın zararının trilyonları aşacağı belirtilerek şöyle dile getiriliyor; “Verelim demek kolay, ama kimin malını kime vereceksin?” Devletin, hükümetin tavrı bellidir. O, sömürüye dayalı özel mülkiyet sistemini, ücretli köleliği, kapitalizmi savunmak ve korumak için var. Ve işte bu nedenle; cehennem koşullarında, yerin 500 metre derinliklerinde ilkel çalışma koşulları altında çalışan ve tedbirsizlik nedeniyle her yıl onlarcası ölen, sakat kalan işçilere karşı tavrı bu oluyor. Çeltek’te 67 işçiyi canlı canlı mezara gömenler, kendi işlemlerinden dolayı işletmenin zarar etmesinin sorumluluğunu işçilere yükleyerek, 35 bin işçiyi işten çıkarmanın hesaplarını yapıyorlar. Zonguldak işçisi, hak almanın yolunun “meydanlardan geçtiğinin ” bilincine varırken Türk-İş işçinin yolunu saptırmaya çalışıyor. Grevin birinci gününde Türk-İş Genel Teşkilatlandırma Sekreteri Mustafa Başoğlu, “Ankara’dakiler kulaklarını açsınlar da buraları dinlesinler. Bizler nihai mücadeleyi 12 Eylül belasını defetmek için sandıkta vereceğiz” diyor.
“12 Eylül belasının defetmek” gibi radikal görünümlü sözler sarf etmenin ardında, Türk-İş’in devlet ve sermaye yanlılığı sırıtıyor. Sözde defetmeye çalış(acak)ları 12 Eylül belasını, 82 Anayasasına “evet” diyerek ve Eylül hükümetine bir de bakan vererek onaylamamışlar mıydı; belayı savunup uygulanmasına yardım etmemişler miydi? Şimdi de keskin laflar arkasına sığınmaya çalışıyorlar. Ama keskinliğin arkasındaki devletçi yüz saklanamıyor. İşçi “meydanlar bizim” diyerek, meydanlarda hakkını arar ve hesap sorarken; O, işçiye sandık’ı gösteriyor.
En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile halkı aldatmanın bir aracı olan parlamento ve parlamenter yollar, on yılda bir askeri darbelerin yapıldığı ülkemizde işçilere ve emekçilere bugüne değin yeni darbeler yapılmasının zemini hazırlamaktan başka ne getirmiştir ki, Türk-lş işçilere ve emekçilere sandık’ı gösteriyor. Amaç açıktır, amaç sokaklarda kendi gücünün farkına varan işçilerin bilinçlenmesinin ve hareketinin önüne geçmektir, amaç sınıfın hareketinden devletin yara almamasını sağlamaktır.
İşçi düşmanlığında sicili kabarık olan Türk-İş’e karşı madenciler, kendilerini desteklemeye gelen sınıf kardeşleriyle beraber sendika önündeki mitingde “işçi burada, Türk-İş nerede?” sloganıyla öfkesini belirtirken; Genel Maden-İş başkanı Şemsi Denizer, “Onun hesabını sonra soracağız. Şimdi susalım. Bizim hedefimiz başka; hedefimiz Çankaya. Şimdi susalım.” diyerek yatıştırmaya çalıştı. Yalnızca Özal’ı, yalnızca ANAP’ı hedef gösteren sendika ve başkan, devleti olduğu gibi Türk-İş’i de göz ardı ediyor.
Disiplin adına işçiye sendikanın belirlediği sloganlar attırılır, sendikanın gösterdiği hedeflere doğru yönlendirme yapılırken; işçilere sık sık “tahriklere, aşırı uçlara kapılmayın, provokasyonlara gelmeyin. Bizim kavgamız ekmek kavgası, biz siyaset yapmıyoruz.” uyarısında bulunuluyor.
Disiplin kuşkusuz iyi bir şeydir, eğer sınıfın hareketinin gelişmesine yardımcı olacaksa. Tam tersi, eğer işçilerin hareketinin önünü alıyorsa, almaya yönelikse, o disiplin işçilerin disiplini olamaz. Disiplin adına Türk-İş’ten hesap sorma engellenemez, engellenmemelidir. Çünkü işçi kendisi için doğru olanı yaparak Türk-İş’ten hesap soruyor, sormalıda”. “Bizim davamız ekmek kavgası; biz siyaset yapmıyoruz” denilirken, aslında siyasetin alası yapılıyor.
Ekmekle siyaset birbirine öylesine bağlı ki; işçi bunu “ekmek yoksa barış da yok” diyerek belirtiyor. Ekmekle siyaseti ayırmaya çalışmanın dışında, GMİS ve Ş. Dcenizer, burjuva muhalefet partileriyle birleşip yalnızca Çankaya’yı ve hükümeti hedef gösteriyor. Muhalefet partileriyle ortak tavır alan Ş. Denizer, Demirel’inden, İnönü’süne kadar burjuva muhalefet liderlerinin ve partilerinin işçilerin doğal mitinglerini kendi çıkarları için kullanmalarına, kendi propagandalarını yapmalarına izin veriyor; siyaset yapıyor.
“Aşırı uçlar” konusunda uyarılarda bulunulurken bir gerçek unutuluyor olsa gerek. Madenciler de “aşırıya” kaçıyorlar bugün. Kimseden, hiç bir kurum ve yerden izin almaksızın yürüyorlar, doğal mitingler yapıyorlar; devletin yasaklarının çiğniyorlar, sokakla yasa yapıyorlar. İşçiler “aşırıya” kaçıyorlar ve bu onların zararına değil, tam tersine yararınadır.
Aşırılıklara kaçarak işçi kendi gücünü görüyor; kendisine olan güvenini kazanıyor ve kendi yolunu açıyor. İşçi tam da burada, bugüne değin empoze edilen “disiplin”; ekmiştir; yasa disiplinini, devlet disiplinini tanımamıştır. Ve bundan çok da memnundur. Ş. Denizer disiplin ve “aşırılıklara kaçmama” uyarısında bulunurken, işçinin eylemine, hareketine dikkat etmelidir.

Zonguldak grevinin işçi sınıfı üzerindeki etkileri ve önemi
İçinde bulunduğumuz dönem ve koşullarda, Zonguldak madencileri her şeyden önce kamu kesiminde tıkanan sözleşmeler içinde greve çıkma cesaretini ilk gösterenler oldular. Bunun doğal sonucu olarak, kamu sektöründe grevlere giden yolun önü açılmış oldu. Zonguldak madencilerinin grevinin kamu sektöründe belirleyici bir grev olması dolayısıyla taşıdığı önem, grevin diğer işkollarındaki işçiler ve sendikalar üzerinde etkiler uyandırmasıdır. Sırasıyla kâğıt (5 Aralıkta SEKA), metal (17 Aralıkla) gibi temel işkollarında grev kararlarının alınmasında ve grev yasağı kapsamında bulunan TKİ’ye bağlı linyit işçilerinin grev hazırlığı içine girmesinde bir etken oldu. Başkaca, kamu kesiminde uzun yıllardan sonra ilk kez bu kadar büyük ve toplu bir grevin yaşanıyor olması da, madencilerin gerçekleştirdikleri grevin önemini perçinleyen bir diğer unsur oluyor.
Kamu kesiminde, işçiyi hükümet ve devletle direkt karşı karşıya getiren grev, grev öncesinde, hükümetin ve devletin en yetkili ağızlarından “ocakları kapatma” tehditlerinin savrulmasına ve yoğun militarist önlemlere rağmen gerçekleşmişti. Hala her türlü tehdit ve zor koşullar altında sürüyor olmakla grev, diğer işkolları açısından örnek oluşturuyor. Zonguldak grevinin etkileri, kamu kesimiyle, kamudaki işçilerle sınırlı değil elbette. Fakat konunun kapsamı bakımından ele alındığında; kamu kesiminde işveren bizatihi devlet olduğundan, işçi direkt devlet ve hükümetle karşı karşıya gelirken, özel sektörde devlet-sermaye ilişkisini, devletin sermaye yanlılığını doğrudan kavrama olanağı her zaman söz konusu olmayabiliyor. (Zonguldak grevinin taşıdığı eksikliklerinden biri olan işçilerin hükümet ve devlet, bu ikisinin sermaye ile ilişkisini kavrayamamış olması ayrı bir konudur, buna ayrıca değineceğiz.) Bu ikincisinde, devletin teşhiri birincisi kadar kolay gerçekleşemiyor.
Grev öncesinde ve grev boyunca “ocakların kapatılacağı” yollu tehditlerle birlikte, binlerce resmi-sivil polis, asker ve subayın ve türlü zırhlı aracın Zonguldak’a yığılması gerçeği dikkate alındığında, hükümetin ve devletin teşhiri daha kolay gerçekleşmekte. Üstelik, grevin bu tehdit ve gözdağlarına karşın sürüyor olması, kamu kesimindeki etki ve önemini artırıcı bir işlev de görmektedir. Madenciler, grevleriyle, hükümet ve devletin tehdit ve baskılarına rağmen grevlerin olabileceğini, kamunun farklı işkollarındaki sınıf kardeşlerine -ve bu arada herkese- göstermiş oluyorlar.
Madencilerin grevi, gündemdeki diğer tüm toplu sözleşme görüşmelerinin, uyuşmazlıkların ve grevlerin kaderini önemli bir biçimde etkilemesi açısından da apayrı bir önem taşıyor.
Özellikle son yıllarda kamu sektörüyle özel sektörün, resmi ve özel işverenlerin toplu sözleşmelerde ortak tavır almaları gerçeği dikkate alındığında, Zonguldak grevinin emsal olacağı çok açık bir gerçek. Zonguldak grevinde, işçilerin, sendikanın ve devletin şu ana kadar aldığı ve alacağı tavırlar, kamu ve özel kesimdeki tüm diğer toplu sözleşmelerin -en azından grup sözleşmelerinin, büyük işletmeleri kapsayan sözleşmelerin ve uyuşmazlıkların- durumunu etkileyecek.
Zonguldak madencisinin mücadele azmi ve kararlılığı, sınıfın diğer kesimlerini etkilediği gibi, işverenlerinin ve özellikle de sendikaların tutumunda oldukça etkili oluyor. Madencilerin her gün yenilenen kararlılık, coşku v mücadele isteğinden feyiz alan sınıfın diğer kesimleri madenci grevinin etkisiyle belirli bir hareketlenme içerisine girerek kendi sendikalarını zorluyorlar. Metal işçilerinin Kartal’da Türk Metal sendikasının şubesini basarak “grev isteriz” diye bağırmaları buna bir örnek.
Zonguldak madencilerinin kazanımları diğer işçileri de etkileyecek ve işçiler kendi sendikalarını benzer ya da yaklaşık bir kazanımın elde edilmesine çalışmaya, en azından aksi durumun, yani kötü koşullarla bir sözleşmenin kolaylıkla bağıtlanmamasına zorlayacaklardır, zorluyorlar da. Halen kimi sözleşmelerin el altından bağıtlandığı ancak açıklanmak ve gerçekleştirilmek üzere Zonguldak grevinin sonucunun beklendiği işçiler arasında yaygın olarak konuşuluyor. Zonguldak sonuçlanmadan, satışı gerçekleştirmek sendika patronları açısından mümkün -en azından kolay- görünmüyor. Zonguldak grevi ve onun sınıftaki etkileri, işçiler arasında yarattığı bilinçlenme ve hareketlilik, sendika patronlarının -özellikle de Türk-İş vE Türk Metal patronlarının- işverenlerle açık işbirliğini vE işçileri satışlarını önemli ölçüde zorlaştırıyor.
Diğer taraftan hükümet ve işverenler de Zonguldak grevi sonuçlanmadan diğer grev, uyuşmazlık ve görüşmelerin sonuçlanmayacağının bilincindeler. Enerji vE Tabii Kaynaklar Bakanı Fahrettin Kurt “Zonguldak işçisine istediğini verirsek, diğer işçiler de aynısını isteyecek” diyerek bu gerçeği dile getiriyor.
Zonguldak grevinin kamu ve özel sektördeki grev eğilimini güçlendirdiği, işçilere hak alma bilincini aşıladığı bir başka gerçeklik. Her gün Zonguldak meydanlarında on binler tarafından büyük bir coşkuyla atılan “işçiyiz, güçlüyüz, kazanacağız” sloganı, işçilerin kendi güçlerinin farkına varmasının bir ifadesi olsa gerek. Zonguldak’la atılan bu slogan, sınıf içinde yankılarını özellikle 9 Aralıktaki Kocaeli “Emeğe ve Sendikal Haklara Saygı Mitingi”nde çeşitli illerden (Kocaeli, İstanbul, Bursa, Eskişehir, Ankara) toplam 30 bin dolayındaki işçinin hep bir ağızdan haykırmasında gösterdi. Hak alma bilincinin oluşması, mücadele etmekten başka bir yol olmadığı gerçeğinin kavranması, İzmit Koruma Tarım İlaçları Fabrikası işçilerinde de görülüyor. 48 kişinin işten çıkarılması üzerine Koruma Tarım’da çalışan 200 dolayındaki işçi atılan arkadaşlarıyla beraber 7 Aralık’tan başlayarak 8 gün süreyle direnişe geçti; yine 10 Aralık’ta İstanbul Topkapı’daki İbrahim Ethem ilaç fabrikasında toplu sözleşmeden bu yana 50’ye yakın işçinin atılması, son olarak da iki kişinin çıkarılması üzerine işçiler toplu vizite eylemi yaptı.
Metal, tekstil, kâğıt işkollarında 250 bini aşkın işçi için grev kararının alınmasında, tabandaki işverenlerin ve devletin TİS’i tıkama politikalarına duyulan öfkenin yanında mücadele ve greve çıkma isteği de neden oluyor kuşkusuz. Ve bunda Zonguldak madencilerinin direniş ve coşkusu da pay sahibi olsa gerektir.
Madencilerin grevi ve eylemlerinin, (Geçen sayımızda madencilerin 12 Eylül’ün 10. yıldönümüne rastlayan ikramiye için 12, 13, 14 Aralık tarihlerinde yaptıkları direniş, yanlışlıkla 12 Eylül’ün protestosu şeklinde çıkmıştır. Düzeltir, özür dileriz.) grev yasağı kapsamında bulunan işçilerin harekelinin ivmesinin yükselmesinde de etkili olduğu görülüyor. Türkiye Kömür İşletmelerinde çalışan 13 ildeki 28 bin 500 işçi, toplu sözleşme görüşmelerinde Kamu-Sen’in tavrını protesto etmek amacıyla toplu vizite, yürüyüş ve üretimi yavaşlatma eylemleri yapmışlardı. Zonguldaklı kardeşlerinin mücadelesi ve kararlılıkları, TKİ’deki işçileri de kamçıladı. 9-12 Aralık tarihleri arasında Soma’da Ege Linyitleri’ndeki 5 bin 800 işçi, 7 Aralık Cuma günü Yatağan’da 2 bin 500 işçi ocağa inmedi. Üretimin en asgari düzeye indiği Yatağan’da işveren “sevk ve idare”yi askere bırakarak işçiler üzerinde baskı kurma yoluna gittiyse de, işçilerin tavrı ocağa inip çalışmak yerine ateş yakarak beklemek oldu. Üç vardiya sistemiyle çalışılan Yatağan ve Milas’ta jandarmanın işçilere engel olmaya çalışmasına karşın 24 saat süreyle iş bırakıldı. Halen (21 Aralık tarihi itibariyle) direnişin sürdüğü Türkiye Kömür İşletmeleri’nde grev hazırlıklarına başlanılıyor.
Zonguldak grevinin onaya çıkardığı yeni olgular var. Bunlardan birincisini sınıfın dayanışma içine girerek dayanışma ruhunu kazanmaya başlıyor olması. Madencilerin su götürmez haklılıktaki grevlerinin, Türkiye işçi sınıfının hareketindeki yeri ve önemi, bütün diğer grev, uyuşmazlık ve TİS görüşmelerinin kendine bağlanmasının yanında, daha önemlisi aşağıda değineceğimiz genel grevin motor gücü olacağı gerçeğinin de etkilediği dayanışma eylemlerinin yaşanmasında da bulunur. İşçi sınıfı bir sınıf olarak birliğinin gerekirliğini, zorunluluğunu ve dayanışmanın önemini Zonguldak’la bir kez daha gördü. En başından beri grevleriyle, bütün sınıf kardeşlerinin her türlü mücadelesinin yanında olduklarını vurgulayan madenciler, “yaşasın işçilerin birliği” diye haykırarak, “işçiler el ele genel greve” diyerek birlik ve dayanışma isteklerini dile gelirdiler. Bu istek yanıtsız kalmadı, kalamazdı da. Hele, yıllardır içten içe kaynayan, öfkesini bileyen, “el ele, genel greve” şiarında somutlanmış birlikte (topyekûn) mücadelenin gerekirliğini kavramaya başlayan işçi sınıfının bu isteği yanıtsız bırakması elbette düşünülemezdi. Çünkü işçi sınıfının yüreği bugün Zonguldak’ta atıyor.
Grevin ilk gününde, 30 Kasım 1990 tarihinde 28 bin 500 TKİ işçisi madenci kardeşlerini desteklemek amacıyla ocaklara inmeyerek üretimi durdurdular. Madenciden madenciye gelen bu desteği, 3 Aralık günü İstanbul Ambarlar’da Tümtis’e üye işçilerin sabah saat 9’da işi bırakması eylemi izledi. 9 Aralık tarihinde de Otomobil-İş, Çelik-İş ve Öz Demir-İş sendikaları tarafından Kocaeli’nde düzenlenen mitingde, çeşitli illerden gelen 30 bin işçi Zonguldak madencileriyle dayanışma duygularını gür sesleriyle dile getirdiler. Sabah saat 11’den önce İzmit caddelerini coşkulu sesleriyle çınlatmaya başlayan işçiler, uzun kortejler oluşturarak “Yaşasın işçilerin birliği”, “Yaşasın Zonguldak madencisinin grevi”, “Madenler faşizme mezar olacak”, “İşçiler el ele, genel greve” sloganlarıyla dayanışma ve birlik ruhunu perçinlediler. Bin dolayındaki grevci madencinin şehre gelişi ve mitinge katılışı ise, işçiler arasında büyük coşkuyla karşılandı. Yoğun sevgi gösterileri eşliğinde madencilerle dayanışma duygusu dile getirildi.
Dayanışmanın en üst noktaya ulaşması ise, 14 Aralık cuma günü Petrol-İş, Deri-İş, Tümtis, Belediye-İş bazı şubeleri ile Likat-İş sendikalarına bağlı ülke çapındaki işyerleri ile Tekel Cibali fabrikası da iki saat süreyle iş bırakma eylemiyle gerçekleşti. 90 bin işçinin katıldığı eylemler İstanbul’dan Kars’a kadar uzandı. Eylemler kimi yerlerde saat 08-10, kimi yerlerde ise 10 -12 arasında gerçekleşti. Dayanışma eylemi kimi yerlerde bildiri okunması ve konuşmalar yapma şeklinde gelişirken, kimi yerlerde ise yürüyüşler oldu.
Deri-İş sendikasına bağlı Kazlı-çeşme’deki işyerlerinde katılım % 100’e yakın gerçekleşirken genci başkan Yener Kaya’nın da katıldığı Beykoz Sümerbank tesislerinde madencileri destekleme amacına ek olarak işyeri toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlığa girmesine sebep olan işvereni protesto etme nedeniyle de iki saat süreyle iş bırakıldı. Genel başkan ve genel sekreterin, madencilerin grevinin desteklenmesinin önemi ile iş yerinin sözleşme sorunları konusunda konuşmalar yaptıkları iş yerlerinde (Beykoz dışındaki) iş çıkışı “Maden işçilerini destekleyeceğiz” sloganı eşliğinde yürüyüşler yapıldı. Tümtis’e bağlı İstanbul Ambarlar ‘da iş bırakma eylemine katılım % 100 olurken, Ankara’da bu oran % 80 dolayında gerçekleşiyor, İzmir’de ise bağlı işyerlerinde yalnızca destek konusunda konuşmalar yapılabiliyordu.
İstanbul’dan Kars Sarıkamış’a, Çanakkale’den Van’a, Tercan’a, Çorlu’dan Beykoz’a, Aliağa, Bursa’dan İzmir’e kadar uzanan geniş bir bölgede 30 bin Petro-kimya işçisi, madencileri desteklemek amacıyla 10 ile 12 arasında işi bıraktı. İstanbul, Bursa Aliağa ve İzmir’de % 100 katılım gerçekleşirken, İskenderun’da bildiri okunarak ve temsilciler tarafında.” Zonguldak grevine ilişkin konuşmalar yapılarak dayanışma gerçekleştirildi.
Petrol-İş sendikası tarafından yayınlanan bildiride , “Bugün ülke gündeminin en üst sıralarında yer alan 45 bin maden işçisinin grevi, yalnızca madencilerin grevi değil, içinde bulunduğumuz toplu sözleşme dönemindeki 650 bin işçinin grevidir. Şu anda ön safta bir uğraş olarak sürdürülen madencilerin grevi, tüm Zonguldak halkına ve giderek tüm ülke işçi ve emekçilerine mal olmuş, greve çıkılan 30 Kasım’dan bu yana her gün işçiler ve halkın katliamı ile 100 binlerin yer aldığı yığınsal mitinglere dönüşmüştür. “Açık ve kesin bir dil ile ifade ediyoruz ki, grevci maden işçileri yalnız değildirler. Onlara eylemsel destek veriyoruz. İşte bugün burada yaptığımız bu toplantı ve bu bildirinin okunması ile etkinleşerek sürecektir. Grev başarı ile bitinceye değin her tür dayanışma içinde olacağız. Maddi olarak tüm gücümüz ile Zonguldak’taki grevcilerin yanındayız.” denildi.
Genel Başkan M. Ceylan’ın katıldığı Bursa’daki eylemde Zonguldak grevinden başka, savaşa ve genel greve, ayrıca memurların sendikalaşma haklarına, iş yerlerindeki toplu sözleşme görüşmelerindeki gelişmeler üzerine konuşma ve tartışmalar gerçekleşirken; İstanbul Topkapı’daki Birleşik Alman ve Wyeth ilaçta işçiler şiirler okudular konuşmalar yaptılar, Elida kozmetikte ise “işçiler el ele genel greve” sloganı atılarak bahçe içerisinde yüründü. Yapılan eylemler, tek tek işyerleri ve iş kollarındaki sorunlarla Zonguldak grevi arasındaki bağın somutlanması anlamına da geliyordu.
Madencilerle dayanışma bununla da bitmiyor. Petrol-İş, Deri-İş, Tümtis, Belediye-İş, Tek Gıda-İş, Çimse-İş, Yol-İş, Tes-İş, Hava-İş ve Demokratik Tekstil İşçileri Sendikalarına üye İstanbul, Kocaeli ve İzmir bölgelerinden 6 bin dolayında işçi 16 aralık pazar günü Zonguldak’a gelerek madenci kardeşleriyle birlikte Zonguldak’ın havasını daha bir coşkulandırdı ve renklendirdiler. Sabahın erken saatlerinden başlayarak konvoylar halinde Zonguldak’a gelen destekçiler, şehir içine “Zonguldak halkı yalnız değilsin” sloganıyla girdiler. Önce şehir merkezindeki madenci anıtına kadar “Yaşasın Zonguldak direnişimiz”, “Yaşasın işçilerin birliği”, “Çeltek’te öldük, Zonguldak’ta dirildik”, “İşçiler el ele, genel greve”, “İş, ekmek özgürlük; kahrolsun faşist diktatörlük”, “Kürdistan faşizme mezar olacak”, “Faşizme ölüm, Halka hürriyet” sloganlarıyla yüründü. Madenci anıtı önünde, işte ve mücadelede yaşamını yitiren işçi ve devrimciler adına bir dakikalık saygı duruşunda bulunulduktan sonra sendika merkezi önüne gelinerek destek açıklamasında ve selamlamada bulunuldu. Madenciler, sabah 10.30’da ocaklarda toplanarak şehre doğru yürüyüşe geçtiler. Saat 12 sularında madencilerle destekçi işçiler birleştiler. Şehir içinde tur atıldıktan sonra, yaklaşık üç saat boyunca sendika önünde miting yapıldı. Böylelikle birbirleriyle kaynaşan madenciler ile dışardan gelen işçiler dayanışmanın ve birliğin yükseltilmesini sağladılar.
Dayanışma Türkiye sınırdan içinde kalmayarak, sınırlar ötesine geçti. Proletarya enternasyonalizmi bir kez daha gerçekleşti. Hükümetin grevi kırmak için geçtiğimiz yıl SEKA grevindekine benzer bir uygulamayla kömür ithaline gitmesi karşısında, ırkçı-faşist yönetim altındaki Güney Afrika’dan, Avustralya ve Avrupa’ya kadar birçok ülkedeki işçiler ve Uluslararası Enerji, Kimya ve Genel işler Sendikası ile Uluslararası Maden İşçileri Sendikaları Konfederasyonu kömür işçilerinin grevini destekleme yoluna gidiyorlar. Hükümetin kömür ithal ederek grev kırma girişimlerine karşı etkili eylemler yapılacağı ve kömürlerin limanlarda yüklenmesine engel olunacağı bildiriliyor.
Zonguldak grevinin ortaya çıkardığı bir başka olgu ise, Türkiye’de grev geleneğindeki yasa tabusunun yıkılması ve yasadışı işçi gösterilerinin, eylemlerinin önünün açıldığı gerçeğidir.
Son yıllardaki işçi grevlerine bakıldığında, grevlerin yasaların belirlediği sınırların dışına pek taşmadığı görülür. Bu dönemdeki grevlerde, açılış günleri hariç gözcülerin dışındaki işçilerin evlerinde oturdukları dikkate alındığında; madencilerin başlattıkları gelenek daha iyi anlaşılır. Her gün kadınların, çocukların, esnafın ve köylülerin de işçilerle birlikle katıldığı on binlerin ocaklardan başlayan yürüyüşü, şehir merkezindeki doğal mitingleri Zonguldak grevinin en çarpıcı özelliklerinden biridir. Maden işçileri grevi sokaklara, meydanlara taşımıştır. Maden işçileri köylüyle, esnafla, gençlikle, halkla birleşti. Ve maden işçileri, yasaları delip geçtiler; yasaları-yasakları aştılar.
Bugüne değin, 80 Eylül’ü koşullarında her türlü eylem, işçi gösterileri -özellikle bahar eylemleri dışında- baskıyla engellenirken, madenciler grevleriyle baskı ve tehditleri geçersiz bırakmışlardır. Yine 89-90 1 Mayısları ve “bahar eylemleri” dışında, sınıfın yasaların dışına çıkma, yasadışı gösteri ve yürüyüşler yapma eğilimi cılız iken, Zonguldak greviyle bu eğilim güçlendirilmiş, belirginleştirilmiştir. Madenciler hiç bir yer ve kurumdan izin almaksızın; hiç bir yasaya, tüzüğe, maddeye dayanmaksızın büyük kitlesel eylemler yapıyorlar. Böylelikle “Bahar Eylemleri”nin açlığı çığırı genişletiyorlar.
Zonguldak’ta maden işçileri mevcut yasaları aşıyorlar; sokakta ‘yasa’ yapıyorlar. Meşruiyet, yasalara uygun olmakla değil, sokaklara çıkmakla gerçekleştiriliyor; fiili durumla yasaların sınırları genişletiliyor. Zonguldak madencisi, bir parçası olduğu işçi sınıfının kendi gücünün farkına varmasını sağlıyor. Yine Zonguldak madencisi, meşruluğun haklılığında bulunduğunu; yasaların sokaklarda yapılıp sokaklarda değiştirilmesinin mümkün olduğunu; yasakların, bir bir yasakları çiğneyerek kaldırılabileceğini gösteriyor. Sınıfın hak arama bilincini ve yasa(k) dışına çıkma eğilimini perçinliyor.
Bir, iki yıl öncesine kadar yemek boykotunun bile suç sayıldığı, işten almanın gerekçesi olduğu ülkemizde, işçiler yasaları birbiri ardına delmeyi, haklarını yasadışına çıkarak aramayı öğreniyorlar. Zonguldaklı kardeşlerinden. Grev yasağı kapsamında bulunan, termik santralleri besleyen linyit üretiminin yapıldığı Türkiye Kömür İşletmelerine bağlı 28 bin 500 işçi 18 gündür direnişte. İş yavaşlatma eyleminin sürdürüldüğü TKİ’de, Yatağan, Afşin Elbistan, Çayırhan, Seyitömer, Erzurum ve Çorlu’da 7 Aralık günü protesto yürüyüşleri düzenlendi. Üretimin en asgari düzeyde tutulduğu Yatağan’da hafta sonu ve fazla mesai çalışmaları gerçekleştirilmedi. Geçtiğimiz hafta sonu da işçi eş ve çocukları boş tencere eylemi yaptılar. 10 bin işçinin çalıştığı Kütahya Tunçbilek ve Seyitömer’de işçiler üretimi % 30’a düşürdüler. Grev hazırlığına başlayan linyit işçileri için Maden-İş Sendikası Yatağan Şube Başkanı Ali Akait, Türk-İş’in tavrını (genel grev kararı kastediliyor, Ö.D.) beklediklerini, ancak Türk-İş’in kararının olumsuz olması halinde bile bu kararın kendilerini bağlamayacağını belirtiyor. Yasadışına çıkarak hal; arama bilincinin gelişmesine bir başka örnek ise, İzmit Koruma Tarım İlaçları işçilerinin 8 günlük direnişleriyle gösterilebilir. Ayrıca 14 Aralık’taki dayanışma eylemi de yasakların delinmesinde Zonguldak’ın sınıf üzerindeki etkisini göstermektedir.
Zonguldak grevinin en önemli etkisi, kuşkusuz ki genel grevin temelini atmış olmasıdır. 30 Kasım’dan bu yana her gün on binlerin, yüz binlerin genel grev talebini ileri sürmesi, işçi sınıfının kendiliğinden bu bilince erişmesinde büyük etken oldu. İşçiler arasındaki dayanışmayı yaratarak gündemdeki genel grevin temelini atlı Zonguldak madencisi.
Burjuva muhalefet partileri, sınıfın yükselen hareketinin devlete yönelmemesi için, onu düzen sınırları içine akıtmaya, parlamenter zemine çekmeye uğraşıyorlar. İşçilerin içinde bulundukları ağır ekonomik koşulların, kötü çalışma ve yaşam koşullarının, yoksulluğun, vs. vs. Özal ve ANAP Hükümetinin eseri olduğu; Özal ve ANAP giderse dertlerin bileceği, işçilerin kurtulacakları, vs. vs. vurgulanıyor sürekli olarak.
Komünist ve devrimci harekede henüz yeterince bağlara sahip olmayan işçi sınıfı, sendikaların etkisinde kalmaya devam ederken; sendikalar muhalefet partileriyle ortak tavır takınıp sınıfın hareketini Özal ve ANAP’ın istifasını, bir erken seçimin gerçekleşmesini sağlamaya yönlendirmenin uğraşı içindeler. Genel grevin hedefi olarak Özal ve ANAP Hükümeti gösteriliyor. Hala burjuvazinin ve sendikaların etkisinde olan işçi sınıfı ve Zonguldak madencileri arasında bu inanç, bu anlayış çok kuvvetli görünüyor.
Zonguldak grevinin ve madencilerin temelini attığı genel grevin bugün için eksikliği ve tehlikesi de esas olarak budur. Kuşkusuz, bir genel grev Özal ve ANAP’ın düşmesini sağlayabilir de. 12 Eylül rejiminin doğrudan uygulayıcısı ve en sadık savunucusu olan Özal ve ANAP Hükümeti’nin gitmesi işçi sınıfı ve emekçi halk açısından bir kazanım olacaktır. Ancak, harekelin yönünün salt bununla sınırlı kalması esas tehlikeyi oluşturmakladır. Bu durum, bir burjuva kliğe karşı başka bir kliğin desteklenmesine yol açacağından; sonuç işçi sınıfı ve emekçi halk açısından bir kazanım olmayacaktır. Bu nedenle gündemdeki genel grevle işçi sınıfının, Kocaeli mitinginde de işçilerce dile getirilen “kendi sınıf çıkarları”nı hedeflemesi onun yararına olacaktır.
Bugün işçi sınıfı daha çok 80 öncesi kazanımları bilincine çıkarmış durumda. İşçiler arasında 82 Anayasasının gasp ettiği hak ve kazanımların elde edilmesi, genel grevin bu talepleri kapsaması düşüncesi de var. 13, 17 ve 24. maddelerin kaldırılması, asgari ücretin vergi kapsamı dışında tutulması, taşeron işçisi çalıştırılmasının ve lokavtın yasaklanması, sınırsız grev hakkı, herkese örgütlenme ve grev hakkı vs. gibi talepler, 82 Anayasasını, tüm anti-demokratik uygulamaları hedefleyen talepler genel grevin içeriğini oluşturabilir görünüyor. Şüphesiz ki, genel grevin içeriği bunlarla da sınırlı kalmamalı; gelişkin siyasal talepleri de içermelidir. İşçi sınıfı arasında genci grevle savaşa karşı mücadele etme düşüncesi de var.
Zonguldak grevi, Avrupa işçi sınıfı kadar zengin bir geçmişe sahip olmayan Türkiye işçi sınıfının mücadelesinin 15-16 Haziranlardan daha gelişkin biçim ve içeriğe bürünmesinin yolunu açtı. Örneğin bir dayanışma eylemini yarattı, genel grevin temelini attı. Her şey bir yana, genel grevin en yararlı işlevi Zonguldak madencisinin kendi grevinde yaşadığı gibi, sınıfın kendi gücünü, eylemini görmesini sağlayacaktır. Sınıf, teoriden değil, pratikten, kendi öz-deneyiminden öğrenecektir. Sınıf dayanışması gerçekleşecektir. Yine genel grev, işçi sınıfının ülke çapında sermayeye ve onun kurumlarına karşı ayağa kalkmasını sağlayacak; yeni genel grevlerin yolunu açacak ve demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde öğretici, eğitici bir işlev görecektir.

Madenleri şimdilik siz işletin Bay Başkan?
Aralık ayı içinde, Genel Maden-İş Sendikası’nın Genel Başkanı Şemsi Denizer ile Devlet Bakanı İbrahim Özdemir TV’nin “Hodri Meydan” programına çıktılar.
ANAP’ı ve hükümeti aklama programlan olarak düzenlenen, sunucuyla hükümet temsilcilerinin paslaşması biçimde geçen “Hodri Meydan” bu kez Şemsi Denizer’i “sıkıştırmak” için düzenlenmişti. Eski “solcu”, kamuoyunda adı iyi programcıya çıkmış Uğur Dündar, her zamanki gibi sorularıyla İ. Özdemir’e pozisyon hazırlarken, Denizer’in sık sık sözünü keserek, izleyiciler nezdinde sözlerini anlaşılmaz ve çelişkili hale getirmeye çalıştı. Böylece de Denizer’in şahsında, kamuoyundan büyük destek gören madencilerin isteklerinin “aşırılığı” eylemlerinin “haksızlığı” kanıtlanmaya çalışıldı. Ama konumuzu asıl ilgilendiren sorunun bu yanı değil. Burada bizi ilgilendiren yan, Ş. Denizer’in en çok “sıkıştığı” konu: “Ocakların işçilere devredilmesiyle” ilgili yan.
TİS görüşmeleri sürerken, hükümetin “ocakların zarar ettiği”, “işçi taleplerinin aşırılığı” konusundaki demagojilerine karşı, onların platformunda kalarak yanıt verilmek zorundaymış gibi Denizer, “ocaklar bize (yani işçilere) devredilsin!” önerisiyle onaya çıkmıştı. Bu öneriyi fırsat bilen hükümet, ocakların verimsizliği konusundaki propagandaya hız verirken, işi “ocakları kapatırız daha iyi” demeye kadar götürmüştü.
İ. Özdemir, bilinen gerçekleri yineledikten sonra, Ş. Denizer’e “ocakları size, üstelik borçsuz devredelim, ama bir yıl sonra bize gelip geri alın demeyin” dedi. Doğrusu, önerinin “ilk” sahibi olmasından dolayı Denizer’in söyleyeceği bir şey yoktu. Herhalde bu devir işine onun da aklı pek yatmıyor olmalı ki, “peki devredin öyleyse” diyemedi.
Eğer bu öneri Ş. Denizer’in düşünmeden öne sürdüğü bir öneri olsaydı, burada (Denizer de artık önerisini savunmadığına göre) üstünde durmaya değmezdi. Ama öyle değil. Ülkemizde, 1960’lı yıllardan bu yana Ecevit sosyal demokrasisinden eski DY çevrelerine, bugün de İşçilerin Sesi-Demokrat çevrelerine kadar değişik eğilimler “işletmelerin işçilere devrini” bir talep olarak öne sürmüşler, “işçi denetimini” kapitalizm koşullarında sosyalizmin bir uygulaması olarak görerek yüceltmişlerdir. Nitekim bugün aynı anlama gelmek üzere “üreten biziz yöneten de biz olacağız” biçiminde bu görüşlerini ifade ederken, gelecekle işletmeleri, devleti yöneleceklerin bugünden “işletme yönelerek” yetişeceğini iddia etmektedirler.
İlk bakışta çok “makul”, ileri görüşlülüğün bir ürünü gibi görünse de, kapitalizm koşullarında, işletmelerin işçilerin mülkiyetine devri ya da işletmelerde işçi denetimi tümüyle burjuva bir platforma çekilme, sınıf mücadelesini törpüleme anlamına gelen reformcu, popülist bir tutum olarak onaya çıkmaktadır.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde, işçilerin yönetim ve denetiminde kurulmuş işletme denemeleri var: Örneğin, R. Owen’in denemesinin kısa bir sürede iflas ettiği, kapitalizmin koşullarında, o koşullara uymayan işletmelerinin yaşama şansı olmadığını arlık biraz tarih bilenlerin bilmesi gerekiyor. Dahası Avrupa sosyal demokrasisi, tekelci kapitalizmin sunduğu olanaklardan da yararlanarak, işletmelere işçilerin ortak edilmesi ve işyerinde çalışan işçilerin de işletme yönelimlerinde söz sahibi olma düşüncesini uzun yıllar savundu, sadece savunmakla da kalmadı uygulamaya da soktu. İşçiler, üretim, işletmelerin gelir giderleri konusunda bilgi sahibi oldular, yöneticilere önerilerle “yol gösterdiler”, ücret talep ederken de işletmenin karına göre istediler. Çok kar edildiğinde çok, az kar edildiğinde de az. Sonuçta işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi bir adım ilerlemedi, ama reformcu sendikacılık eğilimi güçlendi. İşçilerin kapitalizme karşı öfkeleri onu “anlamaya” dönüştürüldü. “Patronun şu kadar karı var, şu kadarı patrona gerekli, şu kadarı yeni yatırımlar için geri kalan da ücretlere yansısın” biçimindeki “akılcı” sendikacılık işçi sınıfı tabanında popülerleşti.
Bizim ülkemizde ise, geçmiş yıllarda bir Dodurga-Alpagut kömür ocaklarında, işçilerin madeni işgal ederek bir süre işletmeleri var ki: bu kısa bir süreyi kapsaması ve sadece kömürü çıkarıp satmak ve elde edilen paradan ücret almak gibi yönetim ve denetim sayılmayacak bir durama karşılık gelir. İşletmelerin yönetimine katılma ise, bizim ilkel kapitalistlerimiz için (onlar da bu konuda “sosyalistlerimiz” kadar ilkel) sosyalizm olarak görüldüğünden pek uygulama alanı bulunamamışsa da, kapitalizmin niteliğini kapitalistlerden iyi bilen ve ona hizmette kusur etmemek için elinden geleni yapmayı meslek edinen sendikacılarımız işçilerin işyerlerinde yönetime katılmasının sosyalizm olmadığını iddia ederek, Avrupa’da bunun uygulandığı ve. başarılı sonuçlar alındığı, iş barışına bunun büyük katkısı olacağını hep savundular, bugün de savunuyorlar.
İşçilerin yönetime ortak edilmesinin bir başka biçimi ise: bugün en gelişmiş, ama işçi haklarının en geri olduğu ülkeden (Japonya’dan) başlayarak bütün dünyaya yayılıyor. Ve ülkemizde de büyük özel sektör fabrikalarında bu yöntemin uygulanmaya başlandığı biliniyor. Buna işverenler ve sendikacılar (“kalite çemberi”) adını veriyorlar. Sistemin esası; işyerinde işçilerin yaptıkları işe göre sınıf ve gruplara ayrılarak, aşağıdan (düz işçiden) yukarıya (en kalifiye işçiye) doğru bir hiyerarşi kurulmasına dayanıyor. Bu hiyerarşinin en yukarısında yer alan, üretimde “belirleyici rol” oynayan kalifiye işçilerin işletmenin sorunlarına ortak edilmesi, teknik mali vb. her konuda yöneticilerle ortak bir faaliyet içinde olunması amaçlanıyor. Böylece işçi, en azından kalifiye işçiler işletme sorunlarına ortak edilerek işletmenin dışında olmadığı duygusu aşılanarak “yabancılaşmasının” önüne geçilecek, her zaman işletmenin sorunlarıyla uğraşacağı için “yabancı” düşünceler, sosyalizm gibi mülkiyet düşmanı ideolojilere alet olması önlenecek vb. vb. iddia edilmektedir. Sadece iddia da değil, Japonlar uyguladıklarına ve bütün dünyaya ihraç ettiklerine göre bazı faydalarını da görüyor olmalılar. Bu da bir tür işçinin yönetime ortak edilmesi biçimi, ama kimin işine yarıyor?
Demek ki; kapitalizm koşullarında işçilerin kapitalist işletmelerin yönelimlerine ya da mülkiyetlerine ortak olması işçi sınıfının mücadelesi bakımından hiçbir olumlu özelliğe sahip olamaz. Tersine, kapitalizme karşı mücadele isteğini körelten, sınıfın birliğini bozucu bir işlev yerine getirir.
Bu ara açıklamadan sonra, tekrar “maden ocaklarının işçilere devri” önerisine dönecek olursak; bugünkü koşullarda, daha doğrusu kapitalizm koşullarında, değil “zarar eden bir işletmenin”, kar eden bir işletmenin bile işçilere devredilmesinin işçiler için ne ekonomik olarak yakın vadede, ne de uzak vadede bir yaran olamaz. Çünkü bir işletme, kapitalizm koşullarında bütünüyle kapitalist pazar bağlıdır. Ve bu durumda sahibi ve yöneticisi, ister devlet, ister bir kapitalist, isterse işçilerin ortak mülkiyetinde ve yönetiminde olsun, işletme kapitalist bir işletmedir. Bu durumda işçilerin kapitaliste, “sen bu işletmeyi iyi işletemiyorsun ver ben daha iyi işletirim demesi” anlamsızdır: Anlamsızdır, çünkü her şeyden önce kapitalist bilgi birikimi, işletmecilik deneyimi, mali ve teknik bilgi vb. konularda kapitalist toplumun işçisinden çok daha fazla bilgi ve olanağa sahiptir. Daha da önemlisi işçi sınıfının tarihsel görevi, kötü işleyen kapitalist işletmeleri alıp iyi işletmek değil, “iyi” ya da kötü işletmesine bakmadan kapitalizmi; bugün dünyadaki bütün kötülüklerin, savaşların, acıların kaynağı kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Herkim ki; işçi sınıfının dikkatini bu görevden uzaklaştırıyor, ona kapitalizm koşullarında da sömürüden kurtulacağı hayalini aşılamaya çalışıyor, ona cn büyük düşmanlığı ediyor demektir.
Soruna bir başka açıdan, salt işçilerin kısa vadede ki ekonomik çıkarlar, açısından bakalım: Diyelim ki; hükümet kömür ocaklarını işçilere borçsuz ve bir karşılık istemeden devretti. Ne olacaktır? İşçiler milyarlar tutan işletme sermayesini nereden bulacaklar? Diyelim ki, bunu bir kapitalist-gibi bankalardan sağladılar, modernizasyon ve üretim artışı için gerekli sermayeyi nereden sağlayacaklar. Bütün bu tür sorunlarla başa çıksalar bile hükümet, örneğin ucuz kömür ithal eder de piyasaya sürerse, ya da kasıtlı olarak kömür fiyatlarını düşürürse işçiler için yapılacak nedir? Bu seferde “kendi” kömür ocaklarında mı greve gideceklerdir?
Kısaca söylenecek olursa, soruna ister işçi sınıfının nihai hedefi olan kapitalizmi kaldırmak için sınıf mücadeleci bir yol izlemek, isterse işçilerin kısa vadeli ekonomik çıkartan bakımından bakalım, “ocakların işçilere devredilmesi” önerisi olumsuz, işçi sınıfının aleyhine bir öneridir.
İşçi sınıfının mücadele tarihi çok açık bir biçimde gösteriyor ki; işçiler kapitalistlerden ücret ve sosyal haklar talep ederken, kapitalistin bunu ödemesine işletmenin bilânçosunun uygun olup olmadığına değil, o günkü koşullarda kendi yaşam standartlarını yükseltmek için gerekli olanı talep ederler. İşletmenin verimli olup olmaması, yöneticilerinin ve kapitalistin kendisinin ya da hükümetlerin sorunudur, işçi burada sadece kendi ihtiyaçlarını düşünmek durumundadır. Diğer türlü, kapitalistin ne ödeyebileceğini düşünerek işe başlayan sendikacılık anlayışı işçi sınıfına yabancı bir sendikacılık anlayışıdır ki; bugün ülkemizde Türk-İş bu türden sendikacılık anlayışının en tipik temsilcisidir. Bu anlayışta TİS mücadelesi, işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası değil, ya kendi başına bir mücadeledir, ya da işçi sınıfı mücadelesinin bütünüdür ki; her iki durumda da işçi sınıfı mücadelesi patrondan 3-5 kuruş fazla ya da az almaya indirgenmiş demektir. Gerçekte ücret ve sosyal haklar da artış sağlamak için yürütülen mücadele işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırma mücadelesiyle birleşiyor, onun için bir dayanak oluyorsa anlamlıdır. Zaten bugünkü gelişim çizgisiyle bile maden işçileri, salt “şu ücreti istiyoruz” demenin, hatta bunun gereği olan grevi gerçekleştirmenin de yetmediğini, daha ileri giderek, genel bir grevle hükümet ve işverenleri dize getirmek gerektiğini fark etmiş durumdadır. Gerçi bugün henüz, sınıf harekelinin Özal ve hükümeti hedef almasının amaçlarına ulaşmak için yeteceğini düşünüyorlar, ama mücadele ilerledikçe, bugün mitinglerine koştukları Demirci, İnönü ve Ecevitlerin de kendilerinden tarafta olmadığını göreceklerdir. Ancak o zaman daha ileri taleplere yönelebilecekler, bütün olarak bu sömürü ve baskı sistemine karşı çıkmadıkça, onu yok etmeyi amaçlamadıkça % 400-500 ücret artışlarının da hiç bir sorunu çözemediğini anlayacaklar ve çıkarlarının gerçek savunucusu kendi partilerinin yoluna yönelmek ihtiyacını daha derinden duyacaklardır.
Demek ki, “ocakların işçilere devri” sorunu işçilerin çıkarına bir sorun olmayıp, onların bilincini çarpıtmak için öne sürülen spekülatif bir öneri olup, gerçekte maden işçilerini ilgilendiren bir şey değildir. Ocakları modernize etme sorunu, işçilerin can güvenliğini ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini ilgilendirdiği kadarıyla işçileri ilgilendirir. Ve verim sorununun işçi ücretleriyle bağ kurulması da tümüyle işvereni ilgilendiren bir şeydir. İşçiler şu ya da bu ocağın, ya da bütün kömür ocaklarından edilen karı gözetmeksizin bugünkü koşullarda kendi ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir ücret talep ediyorlar. Sorunu buradan kaydırarak, “devir”, “verimlilik” vb. konularını öne çıkarmak, sınıf içinde ve kamuoyunu spekülatif tartışmaya çekme amacına yöneliktir. İşçiler bu oyuna gelmemelidir.
Bugün, ücret istemleri ve yükselen grev dalgası karşısında burjuvazi ve onun hükümeti, “kötü yönetim” ve “verimsizlik”ten işçileri sorumlu göstermeye çalışarak kendi tutumuna kamuoyu desteği sağlamaya çalışıyor. Ama yönetim de, verimlilikte burjuvazinin kendi sorunu olup, hiçbir zaman kurtulamadığı bir hastalıktır. Sadece revizyonistlerin daha da berbat olan kapitalizm uygulamaları karşısında kendisini verimlikten ve iyi yönelimden yana gösterebilir. Bugünkü demagojinin az çok ‘yandaş bulmasının nedeni de budur.
Son olarak, yeri gelmişken belindim ki; kapitalist toplumda işçilerin işletmelerin yönetimine ortak olarak “yöneticilik yeteneklerini geliştirecekleri” iddiası ve bunu İşçilerin Sesi gibi Lenin’e dayandırarak (İşletmelerde işçi denetimi, 1917 Şubat Devrimi sonrasında Rusya’da, ya da 1930’larda Halk Cephesi hükümetlerinin kurulduğu ülkelerde işçiler tarafından bir talep olarak sunulup ya da nispeten yaşama geçirilmiş bir uygulama olmakla birlikte, bu tümüyle o günkü özgün koşullarda bağıntılıydı. Burjuvazinin iktidara tümüyle sahip olmadığı “geçiş dönemi” talebi olarak ortaya çıkmıştır.) yapmaya çalışmak burjuvazinin değirmenine su taşımak, işçileri kapitalist işletmelerin bitmez tükenmez sorunları içine iterek, onlun politikadan uzaklaştırmak anlamına gelir. Aynı nedenlerle de “üreten biziz yöneten de biz olacağız” sloganını bu anlamda kullanmak, (işçilerin işletme yönetimlerine ortak olması anlamında ki; bu sloganı kullananlar ne yazık ki bu anlamda kullanıyorlar) cihetteki reformcu sendikacılar ve küçük burjuva popülistleriyle aynı çizgiye düşmek anlamına gelir. Zaten TİS’lerdeki “yönetim”e ilişkin sorunlar sadece iş güvenliği, işçi sağlığı ve iş güvencesine ilişkin olarak anlamlıdır. Bunun dışında, kapitaliste “iyi” yönetim için akıl vermek ya da “verimliliği” yükseltecek çabalara destek olmak işçilerin sorunu olamaz, olmamalıdır da.

Grevci Maden İşçileri, Kardeşler!
Günlerdir sürdürdüğünüz greviniz yalnızca sizin biraz daha yüksek bir ücret alma mücadeleniz olarak kalmamış, “ZONGULDAK CİZRE ELELE” diyen Cizre halkının şiarındaki gibi, bütün Türkiye ve Kürdistan halkının devrim ve demokrasi mücadelesine katkıda bulunmuştur.
Greviniz maden işçilerinin yalnızca toprak altında kömüre değil, toplumun bütün cevherine hayat verecek büyük bir güç olduğunu göstermiştir. Eyleminiz, emperyalist savaş çılgınlığına, K…stan’daki terör ve
Türkiye’deki suskunluğa kayıtsızlığa, “muhalefetsizliğe” dur diyecek asıl gücün işçiler olduğunu göstererek, sınıfın bütün kesimlerine ve emekçi halka mücadele ve örgütlenme ilham vermiş, bütün çalışanların genel grevi için ışık yakmıştır.
Greviniz, işçi sınıfının bugün ve yarın için, yeni bir hayat ve yeni bir dünya kurma yeteneğindeki tek sınıf olduğunu unutanlara, inkar edenlere, ya da bütün buna inanmayanlara sağlam bir cevap olmuştur.
Bütün ezilen ve direnenlere olduğu gibi biz devrimci tutsaklara da umut ve güven verdiniz. Sürdürdüğümüz hak ve onur mücadelemiz sizin mücadelenizle birlikte daha da güçlenecek ve ilerleyecektir.
Grevinizi bütün varlığımızla destekliyoruz.
Gaziantep Özel Tip Cezaevinden Tüm Devrimci Tutsaklar

Zonguldak Grevi ve “Hükümet istifa” sloganı
Zonguldak grevi, bir yandan başla işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçi sınıflar için coşku ve cesaret kaynağı olurken, öte yandan da ekseninde ” ANAP’ın ömrü” konusunda bir tanışmanın yapıldığı odak oldu.
DYP, SHP, DSP gibi burjuva muhalefet partileri, işçilerin yükselttiği “genel grev” şiarına kulaklarını tıkarken ve hatta bastırırken, işçilerin öfkesini sandıkta yatıştırma planlarıyla, bütün kötülüklerin tek kayrağı olarak ANAP’ı göstermeye çalışırlar ve ‘çare’ olarak kendilerini lanse ettiler. Doğmuş olan bu durumdan faydalanarak ANAP’ı yıpratmak, işçilerin mücadelesinin düzen sınırlan dışına taşmasını engellemek, işçi sınıfının mücadele ateşini sandıkta söndürmek; burjuva partilerinin planlarının özü buydu. Burjuva muhalefet partilerinin etkisi alımda, sendikanın da katılımıyla oluşturulan ortamda hükümet ve Özal ailesi (papatyalar, davulcu) ile sınırlı sloganlar büyük bir yaygınlık kazandı.
Peki, hükümet ve Özal istifa ne anlama geliyor?
Başta şunu vurgulamak gerekiyor: İşçilerin Özal’ı ve hükümeti karşılarına almaları, olumlu bir gelişme olarak görülmelidir. Esas olarak ekonomik taleplerin yolacağı Zonguldak grevinde, işçiler, salt daha iyi bir ücret talebinin sınırlarını aşan talepler ileri sürmüşler, patronların ve hükümcün karşısına sınıfın birleşik eylemiyle çıkmak gerektiğini bilince çıkararak sınıf kardeşlerine çağrılar yapmışlardır. Elbette ki bu tavır alışla işyerinin devlete bağlı olmasının, hükümetin aldığı karşı tavrın önemli bir rolü olmuştur. Fakat yine de işçilerdeki bu tavır alış bilinçlerindeki bir gelişmenin göstergesidir.
Bu durum aynı zamanda işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin ve bilincinin içinde hareket ettiği çerçeveyi ve varacağı üst sınırı ifade etmesi bakımından da öğreticidir. İşçilerin “siyasi istemler” ileriye sürmeleri olumlu bir gelişmedir ve kendiliğinden bilinçleriyle hükümetin, devleti yönetenlerin niteliği hakkında bazı bilgilere sahip olmuşlardır. Bu noktadan sonra olması gereken, hükümet ile devlet arasındaki ilişkinin muhalefet partilerinin işlevinin, ücretli kölelik sisteminin nasıl ortadan kalkacağının bu sıcak ve son derece elverişli ortamda propaganda edilmesidir. Zonguldak grevi politik bir grev halini almıştır, sosyalist politikanın giremediği yerde burjuva politikasının egemenliği kaçınılmazdır. Zonguldak’a üşüşen burjuva partiler, ellerindeki bütün araçları kullanarak düzenden kopma eğilimleri gösteren işçileri kendi partileri aracılığıyla tekrar düzene bağlamak, ANAP giderse her şeyin hallolacağı hayalini yayarak düzeni aklamak için var güçleriyle çalışıyorlar.
Sonuçla ortaya çarpıtılmış, bulanık bir manzara çıkarılıyor: Bütün dert ve sıkıntıların kaynağı ANAP’tır, çözüm de seçim sandığındadır. Seçime giden yolun açılması için de “Hükümet İstifa!”
Kendini ‘sof olarak ifade eden bazı akımlar da gerekçeleri farklı olmakla birlikte aynı sloganı gündeme getiriyorlar.
Yükselen emekçi halk muhalefeti, işçi sınıfının genci grevi, ANAP’ın düşmesi gibi bir sonuç doğurabilir. Fakat işçi sınıfı açısından önemli olan, bir burjuva hükümetin gidip ötekinin gelmesi değil, İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK ve SOSYALİZM mücadelesinin hedefinin yaklaşıp yaklaşmadığıdır.
İşçi sınıfının bilincini kendisi için sınıf olma bilincine yükseltme amacı taşıyan Marksist-Leninistler, mücadeleyi şu ya da bu klik ayrımı yapmadan bir bütün olarak tekelci burjuvazinin egemenlik sistemini ve onların devletini ortadan kaldırmak hedefine yöneltmeye çalışırlar. Hedeflerini hiç bir şekilde hükümetlerle sınırlamazlar. Fakat sınıf mücadelesi sonucunda reform niteliği taşıyan, işçi sınıfına ve emekçi halka daha yaşanır yaşam koşulları sağlayan, örgütlenme olanakları açan kazananlara da sırtlarını dönmezler. Akıldan çıkarılmaması gereken, elde edilen kazanımların uzun erimli devrimci mücadelenin yan ürünü olduğu ve devrimci bir perspektife sahip olmadan reform niteliğindeki taleplerin de kazanılamayacağı ve korunamayacağı gerçeğidir. Yani reform sayılacak talepleri elde etmenin de yolu devrimci mücadeleden geçiyor.
Bugün, sosyalizm mücadelesinin ilk adımı İş-Ekmek-Özgürlük talepleriyle ifadelendirilen demokratik devrim görevidir. Bu görevi kendi içinde unsurlara ayırmak, burjuva klikleri arasında tercihler yapmak, proletaryanın politikası olamaz.
Yükselen emekçi halk muhalefeti, merkezinde işçi sınıfının genel grevi bulunan tüm emekçilerin genel direnişi, ANAP’ın düşmesini sağlayabilir. Ve ardından gelen hükümcün işçilere ve emekçi halka bazı haklar verdiği gibi bir görünüm ortaya çıkabilir. Eğer ANAP’ın yıkılmasıyla emekçi halk bazı kazanımlar elde ederse; bu, hükümet olan partinin programının iyiliği ve ilericiliği ile ilgili bir şey değildir. Emekçi halkın, mücadelesi ile elde ettiği kazanımların bir sonucudur. Çünkü egemen sınıflar, kitle hareketini düzen sınırları içinde tutabilmek için, reformcu hükümetler aracılığı ile bazı tavizler vermek zorunda kalırlar. Zaten egemen sınıflar, reformcu partileri iş başına getirerek emekçilerin bilincinde bir yanılsama ve çarpıtma yaratmaya çalışırlar.
Ekonomik ve siyasi hakların derecesini, durumunu belirleyen şey iktidara gelen hükümetlerin programlarını ‘iyilik’ kötülüğü değil, emekçi halk ile egemen sınıflar arasındaki, siyasi olarak ifade edersek, devrim ve karşı-devrim cephesi arasındaki çatışmanın biçimi ve boyutlarıdır. Emekçi halkın mücadele ederek, fiilen kazandığı ve kullandığı hakların yasalaştırılması, yasayı çıkaran burjuva parlamentosu da olsa emekçilerin kazanımıdır. Bugün Zonguldak grevcileri kanunlarda ne yazıp yazmadığına bakmaksızın, yer ve zaman kısıtlaması tanımadan toplanma ve gösteri yapma haklarını sınırsız bir şekilde kullanıyorlar. Bu hiç bir şekilde, ANAP Hükümetinin lütufu, âlicenaplığı ile açıklanamaz. Yasa olarak kâğıda geçirilen birçok hak yasalaşmadan önce fiilen kullanılmıştır. Örneğin fiilen grev yapılmış ardından grev bir hak olarak yasalara girmiştir. Elbette ki, egemen sınıf klikleri arasında yönelme (yönetememe) yolları konusundaki sert çatışmaların da emekçi sınıflara sağladığı olanaklar vardır. Ancak bu elverişli bir durum olarak görülebilir, daha fazla bir şey değil. 1974’te, halkın 12 Mart faşizmine duyduğu tepkinin üstüne oturan, reform vaatleriyle işbaşına gelen Ecevit’i çok kısmi reformlara zorlayan şey, halkın tepkisinin düzen sınırlarına ve parlamentoya hapsedilmesi kaygısıydı. Egemen sınıflar böyle bir politikaya ihtiyaç duyuyorlardı, bunun aracı da Ecevit oldu. Aynı Ecevit, 78’de faşist devletin saldırılarının sertleşmesinin de aracı oldu. Bu bakımdan sorunu, hükümetler, parti programları platformunda ele almak, sorunu burjuva partiler lehine bulandırmaktadır.
50 yılık cılız varlığı ile TKP, burjuvazi içerisindeki çatlak ve çelişkiler ekseninde politika yaptı. Her zaman iktidara egemen klik karşısında muhalif klikleri destekledi, ittifakın yolları arandı. Çünkü proletaryanın iktidarı henüz uzak bir hedefti! Bugün bırakalım bu geçmişi onaylayanları reddettiklerini söyleyen birçoklarının kafaları bile TKP’nin fikirleriyle hayli karışıktır.
Bu bakımdan, “Hükümet istifa!” sloganı, kafaları karıştırmaya, devrimci muhalefet ile burjuva muhalefet arasındaki sınırlan silikleştirmeye hizmet eden bir slogandır.
Elbette ki; devrimci komünistler, iktidar klikler arasındaki çelişkileri, olası değişiklikleri, ANAP’ın gidişini de dikkatle gözlemler, bu gelişmelerle ilgilenirler. Fakat bu ‘ilgi’ hiç bir şekilde proletaryanın bağımsız politikasından ödün anlamında değildir, egemen sınıfların hesaplarının açığa çıkarılması, değişen duruma uygun gelen ajitasyonun tespiti içindir. Eğer ANAP’ın devrilmesi olası ise; işçi sınıfına karşı sosyalist görev, kapitalist egemenlik sistemi içerisinde kalındığı sürece iktidara gelen hiç bir hükümetin halkçı olamayacağını, parlamentonun faşist diktatörlüğü gizleyen bir maske olduğunu, geçmiş deneyimlerin ne DYP (AP) gibi partilerin, ne de SHP ve DSP gibi partilerin çözüm olmadığını ve mevcut egemenlik sistemi içinde başka hiçbir parlamenter partinin de çare olamayacağını yeniden ve yeniden anlatmaktır. “… çünkü sınıfların en temel, ‘belirleyici nitelikle’ çıkarları, genel olarak ancak köklü siyasal değişiklikler sonucu tatmin edilebilir; ve özel olarak da, proletaryanın temel iktisadi çıkarları ancak burjuvazinin diktatörlüğünün yerine proletarya diktatörlüğünü koyacak siyasal bir devrimle tatmin edilebilir.” (Lenin)
Proletaryanın henüz iktidar alternatif olmadığı gibi gerekçeler proletaryayı burjuva partilerinin kuyruğuna takmanın ya da en iyi niyetli yorumla burjuva partileri karşısında hayırhah bir tavra sürüklemenin gerekçesi olamaz.
Bütün muhalefet partileri, Türk-İş yönetimi ve reformcu siyasal akımlar, ‘azınlığın’ iktidar tekeline karşı bir kampanya açmış durumdalar. ANAP’ı düşürmek için çözüm olarak ‘sine-i millet’ dedikleri, emekçilerin burjuva partiler arasında ehveni şer (kötünün iyisi) bir tercih yapmalarını sağlayacak bir seçim öneriyorlar. Böylelikle, mecliste koltukların partilere dağılımı da ‘demokratikleşecek’ (!) Burjuva muhalefet partilerinin görevi bu, onlar görevlerini yapıyorlar. Bunu yaparken, işçi sınıfının ve emekçi halkın on yıldır düzene karşı biriken öfkesini parlamentarizmin kanallarında çıkarmak isliyorlar.
Buna karşılık devrimci politika, kitlelerde biriken ve kendini bir genel grev ve genel direnişle ortaya koymaya doğru giden devrimci kabarışa uygun bir yatak oluşturmak, proletaryanın iktidarını yakınlaştıran bir çizgiye çekmektir. Yoksa ” Hükümet istifa” sloganının farklı bir ifadesi olan “Meclis istifa” ya da benzer bir anlamı gelmek üzere “Oval İstifa”, “Hanedan İstifa” işlemi burjuvazinin çözüm alternatiflerindendir.
SP tarafından gündeme getirilen “meclis istifa” sloganı ne anlama geliyor? Bu slogan, ‘sine-i millet’ çağrısının başka bir söyleyişle ifadesidir. İkisinin ortak anlamı, oy oranı % 20’nin altına düşen ANAP’ın bir seçimle işbaşından gitmesidir. Elbette ki proletaryanın ANAP’ın iktidarda kalması gibi bir tercihi yoktur. Fakat onun asıl üzerinde durması gereken nokta, oluşan kitle muhalefetinin burjuva kanallarında tüketilmesi değil, parlamentoyu da hedefleyen ve parlamentonun varlığını tehdit eden bir biçim ve boyut kazanmasıdır.
Yayılma eğilimi taşıyan grev ve direnişler, burjuva partilerin etkilerinden kurtarıldıkları ölçüde etkili, adına yaraşır eylemler olacaklardır.

Ocak 1991

“Üç dünyacılık”ta yeni “atılım”! Perinçek’in Saddamcılığı ve devrim

Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine ilk tutum açıklayanlardan biri D. Perinçek oldu. Ve anında tulum açıklayan başkalarının çoğu bu tutumlarını şöyle ya da böyle geliştirir ya da değiştirirken Perinçek, ilk açıklamalarına kararlılıkla sadık kaldı. İnönü, Ecevit gibileri örneğin, çeşitli yalpalamalar içine girerken -hakkı yenmemeli- Perinçek tutumunu sebatla sürdürdü, sürdürüyor.
Bu öncelikli tutum açıklama ve kararlılık ve sebat-karlık, yıllardır siyasetin içinde olan Perinçek’in tecrübe birikimimin sonucu değil kuşkusuz yalnızca. Gerçi Perinçek, nerede, hangi koşul ve zamanca ne söylemesi ve yapması gerektiğini iyi bilecek kadar deney biriktirdi. Ama bu, tek ve esas neden değil. Perinçek’in elinde denenmiş bir silah vardı: “Üç dünya teorisi”. O, Şefik Hüsnü’den miras çeşitli burjuva gerici grup, tabaka ya da kesimlere dayanıp onları destekleyerek düşmanlardan dostlar yaratma mantığının, bu sınıf işbirlikçisi, uzlaşmacı reformcu mantığın deneyli takipçisiydi. O, emperyalist, burjuva gerici, toprak ağası olup olmadığına bakmadan, nesnel olarak öyle olan ya da kafasında yarattığı bir “baş düşman”a karşı, dost-düşman, herkesle birleşilmesi gerektiği düşüncesinin yılmaz savunucusuydu. Rusya’ya. Sovyet sosyal, emperyalistlerine karşı Avrupalı ve hatta Amerikan emperyalistleriyle, faşist feodal burjuva gericileriyle birlik ve bu gerici güçlerin “dünya devrimi”nin yedek ve temci güçlerini oluşturduğu iddiası “üç dünya teorisi”nin temel teziydi. Emperyalizm ve feodalizme karşı mücadele gerekçesiyle Kemalizm destekçiliği, Demirel’e karşı 12 Martçı cuntacılarla birlik, MHP’ye karşı Eylülcü generallerle birleşme ve onlara övgüler düzme, şimdi de Özal ve Eylül’ün devam ettiriciliğine karşı çıkma gerekçesiyle -TBKP’den farklı olmayarak- SHP ve DP’yi kucaklayarak birlik ve erken seçimin çare olarak ileri sürülmesi, tümü, düşmanlardan dost yaratma ve onlara dayanma mantığının tezahürleridir.
Kendisini ruhuna kadar şekillendirmiş bu mantığıyla Perinçek, Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine hemen tutumunu açıkladı; Irak’ı, Saddam’ı destekliyordu. Hem de Saddam’dan daha çok Saddamcılık yaparak! O’na olmadık misyonlar yükleyerek ve Ondan yapmadığı ve yapamayacağı şeyleri de yapmasını isteyerek! Hemen şunları yazdı:
“Kuveyt, Araplar-arası kalın bölünmede Irak’ın parçasıdır… Keşke Irak Kuveyt’i. Arap Emirliklerini ve inatla Suudi Arabistan’ı alabilse. Bu tür eylemler sonunda sömüren ve sömürülen milletler doğmaz, daha güçlü milli birlikler doğar.” (Yüzyıl, s.3)
Yazısının başlığı ise “Arapların Prusya’sı Nerede?” idi. Prusya sorununa döneceğiz. Önce genel olarak Saddamcılık üzerinde duralım.
Irak işgali neden “haklı”?
Kuveyt, “Araplar arası kalın bölünmede” neden “Irak’ın bir parçasıdır”? Diyelim ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Kuveyt Basra eyaletinin limanıydı, ondan. Ve hem Irak hem de Kuveytliler Araplar, aralarında tarihsel benzerlikler vardır. Peki ya Arap Emirlikleri ve Arabistan? O, “Irak keşke alabilse” denilen ülkeler? Perinçek’in Saddamcı iştahı Saddam’ın kendisinden daha kabarık. Niçin Saddam bu denli destekleniyor, hatta O’na yol gösteriliyor? Ve başka Arap ülkeleri de var. Cezayir’e, Moritanya’ya kadar, Irak “keşke bunları da alabilse” mi? O zaman neden Suriye Lübnan’ı ilhak etmesin? Neden Libya, Sudan ve Çad’ı yırtmasın? Mısır ya da Suriye niçin Ürdün’ü kendilerine katmasınlar? Ve ortak köklerden gelerek uluslaşmakta olan ya da kimi daha az kimi daha çok uluslaşan ülkeler, örneğin Türklerle Azeriler neden “ulusal birlik” için birbirlerine saldırmasınlar? Ya da Türkiye neden Kerkük ile Musul’u işgali tasarlamasın? Kürt sorunu ha Irak’ın olmuş ha Türkiye’nin? Kerkük ile Musul Irak’a -emperyalistler tarafından- bırakılırken orada Arap çoğunluğu mu vardı? Ve zaten Perinçek emperyalistler tarafından taksimatı kabul etmiyor değil mi?
Kuveyt ulusu diye bir ulus olmadığını yazarken, “Kuveyt ulusu diye bir ulus yok. İleride de olmayacak. Öte yandan emperyalizmin kurduğu petrol monarşileri de ulusal devletler değillerdir… “(Teori, s. 11-12, sf. 53) diyor. Geleceği de ipotek altına alan iddialılığı dışında yanlış değil. Ama bu Saddam’ın Kuveyt işgalini haklı çıkarır mı?
Irak’ın kendisi de, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde yapılan emperyalist taksimatın ürünü değil mi? Sadece Kuveyt ve Arap Emirlikleri değil Irak da emperyalizmin böl-yönet politikasının sonucu kurulan devletlerdir. Irak uzun süre manda altında yaşamadı mı? Kuşkusuz, Osmanlılara karşı milliyetçi bir Arap hareketi vardı, ancak çeşitli Emirlerin önderliğinde gelişen bu hareketler İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle birleşerek devletler olarak örgütlendiler. Önce manda ya da himaye altında sonra hemen tümü görünüşte bağımsız devletler olarak.
Evet, Arapları emperyalistler kolaylıkla yönetip ulusal zenginliklerini yağmalayabilmek için böldüler. Ama zaten henüz bir ulusal birlik olmadığı gibi, uluslaşma da hemen hemen daha başlamamıştı. Emir ve şerifler aristokrasisi, kapitalizmin hemen hemen hiç gelişmediği koşullarda hüküm sürüyordu bu topraklarda. Dolayısıyla Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğu iddiası da havadadır. Kuveyt neden Suudi Arabistan’ın değil de Irak’ın “parçası” oluyor? Bu soru yanıtsızdır. Ve daha da ileri gidilebilir. Neden Kuveyt Irak’ın parçası oluyor da Irak Kuveyt’in parçası olmuyor? Kuveyt küçük Irak büyük bir alan üzerinde kurulu olduğu için mi?
Ve esas soru, kim kimin parçası olursa olsun, kim karar verecek? İran ile Irak Fao yarımadasının kimin olduğu konusunda karar birliğine varamadıkları için 8 yıl savaşmışlardı. Bunlar, farklı ulusal şekillenmelerin ülkeleri; ya öyle olmasaydı? Örneğin Suriye ile Irak savaşsalardı! Bu, pekâlâ olanaklıdır.”Milli birlik” ya da başka bir gerekçeyle biri diğerini ya da her ikisi de birbirlerini işgali hedefleseydi? Kim haklı olacaktı, uğruna savaşılan toprağın kimin parçası olduğuna kim karar verecekti, kim desteklenecekti? Varsayım üzerine konuşmayalım, Suriye Lübnan’ın bir parçasını işgal etti. Kim haklı, kimi desteklemeli?
Emperyalizmin darbeleme sorunu; devrimin dolaysız ve dolaylı yedekleri.
Halkla, ulusla egemen gerici burjuvazi arasında ayrım yapılmazsa, sorun, burjuvalar arası bir sorun olarak görülür ve burjuva platformda ele alınırsa, çözüm yoktur. Çeşitli gerekçeler icat edip burjuva gericiliğinin bir kolunun haklı bulunup desteklenmesinden başka yol kalmayacaktır. D. Perinçek’in yaptığı tam da budur.
Halkla egemen gericilik arasında ayrım yapmayan, Irak somutunda, ona tarihsel olarak ilerici Prusya misyonunu yükleyerek gericiliği gericilik olmaktan çıkaran Perinçek, devrimi tümüyle tanışma dışı tutarak, bu noktada “emperyalizme darbe vurma” sorununu gündeme getiriyor.
“Bir denek taşımız var:Bir kuvvet, bir gelişme, emperyalizmi zayıflatıyor mı, yoksa güçlendiriyor mu? olaylara ve çeşitli süreçlere bu açıdan bakıyoruz.” (Teori, sf. 41)
Bu, önemli bir konu. Emperyalizm, dünya proletaryasını kölelik zincirleri içinde tutan kapitalizmin tekelciliği olarak ve dünya halklarının zenginliklerin talancısı ve baskıcısı olarak, dünya devriminin ortak hedefi durumunda. Hem sosyalist ve hem de demokratik ve ulusal devrimlerin hedefi, ortak düşmanı. Onu zayıflatan her gelişmenin, devrimin gelişmesi ya da gelişmesi için koşulların uygunlaşması anlamına geldiği ve geleceği açık Perinçek, bu açık gerçeği kullanıyor; ama çarpıtarak.
Emperyalizm, başlıca iki tür eylem, başlıca iki tür gücün etkinlikleri dolayısıyla zayıflar. Birinci tür, devrim güçleri ve onların eylemleridir. Bunların arasına, proletaryanın, ezilen halkların (ulusların), ulusal ve sosyal kurtuluş güçlerinin eylemleri girer. Ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizmi hedefleyen ve onu darbeleyen güçlerdendir ve proletaryanın, sosyalizmin yedek gücüdür. Ancak emperyalizm, emperyalistlerin ve burjuva feodal gericiliğin kendi aralarındaki çelişme ve çatışmalar dolayısıyla da zayıflar. Bu gerici güçlerin birbirlerine yönelik eylemleri, emperyalist sistemi içinde çürütüp zayıflatan ve devrimin gelişme koşullarını uygunlaştırıp kolaylaştıran bir rol oynar. Bu nedenle Marksist literatürde emperyalistler ve gericiliğin kendi aralarındaki çelişme ve çatışmalar devrimin dolaylı yedeği olarak tanımlanır.
Bu ayrım önemlidir, çünkü emperyalizmi doğrudan ve dolaylı olarak zayıflatan güçler ve çelişmeler arasında bir nitelik farkı vardır ve emperyalizmin zayıflamasına neden olan her eylem desteklenemez. Emperyalizmi yalnız, anti-emperyalist güçler değil, birbirleriyle çatışmaları dolayısıyla emperyalist ve gerici güçler de zayıflatırlar. Ve doğal ki, anti-emperyalist güçlerin eylemleri desteklenmek gerekirken, birbirleriyle dalaşma halindeki gerici güçlerden birini desteklemek, birine karşı diğerinin tarafını tutmak ihanetle eş anlamlıdır.
Anti-Emperyalizm ve halkların gericilik içinde eritilmesi
Perinçek, Irak ve Saddam’ın anti-emperyalist olduğu ve emperyalizmi doğrudan, cepheden zayıflattığı iddiasındadır. Bu doğru mudur?
O’na kalırsa, Kuveyt’in işgali önemli değil, Irak’ın “milli birliği” gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği de önemli değil ve hatla Irak yönetiminin, yani Saddam’ın geleceği de önemli değil. Diyor ki, “olaya Irak yönetiminin geleceği açısından değil, Ortadoğu’da anti-emperyalizmin geleceği açısından bakıyoruz… Irak yönetimi kendi açısından zarar görse bile, yeni bir anti-emperyalist dalganın ilk kurşununu sıktı.” (Teori, sf. 37)
Burada çok belirgin bir tespit var. Perinçek, Irak yöneliminin anti-emperyalist olduğu iddiasındadır. Irak yönetimi, Saddam niçin anti-emperyalist? Nedeni basit: Irak emperyalist bir ülke değil ezilen bir ülke olduğu için. Perinçek’in bu iddiasını önceden biliyorduk, ancak Saçakla “özeleştiri” adına bir muhasebe. “TİKP Muhasebesi” yayınlanmıştı. “Üç dünya teorisi” burada reddedilmemişti, ancak bu teoriye sağından solundan göstermelik eleştiriler yöneltilmişti, Özgürlük Dünyası’nda bunun gerçek ve ciddi bir “muhasebe” olmadığını, devrimci görünmek ve meşrulaşmak kaygısıyla yapıldığım yazmıştık, ama doğrusu Perinçek “Üç dünya teorisi”nin açıktan savunulmasını tahminlerin ötesinde bir hızla gündemine aldı. Körfez krizi nedeniyle fırsatını yakaladığını düşünerek, yanlış bir hesapla durumunun uygun ve güçlü olduğunu varsayarak “üç dünyacılığı”na yeni bir atılım verdi.
“Üç dünya teorisi” ve Perinçek’e göre, ezilen ülkeler dünya devriminin temel gücüdür. Temel gücün proletarya olduğunun reddi bir yana, burada, bu ülkelerin ezici çoğunluğunun yönetimini elinde tutan gerici faşist güçlerle halklar, ezilen sınıf güçleri arasında hiçbir ayrım yapılmamaktadır. Bu ayrım yapılmadığı gibi, özel olarak ayrım bulanıklaştırılıyor da. Perinçek Körfez’deki kamplaşmayı, cepheleşmeyi şöyle tanımlıyor örneğin: “Bir yanda ABD’nin başını çektiği emperyalist bir kamp var, karşısında da Irak ve Ortadoğu halkları var.” (Sf. 29)
Bir kez emperyalist kamp, bütünüyle ABD’nin ardında safa girmiş değildir. Emperyalizm çelişmesiz bir bütün oluşturmuyor. (Gerçi Saddam’ın büyük ölçüde satışa geldiği, yakın zamana kadar sırtını dayadığı emperyalist güçlerce önada bırakıldığı doğru. Bunun çeşitli nedenleri var. Sovyetler açısından nedenleri var. Irak’la yakın bağlara sahip Japon’lar açısından nedenleri var. Emperyalistler, büyük güçler, global çıkarları dolayısıyla yakın adamlarını bile kolaylıkla yüzünü bırakabiliyorlar. Hatta Kuveyt işgali için ABD’den bile “yeşil ışık” aldığı söylenen Saddam’ın gerici-yayılmacı emelleri için uygun bir zamanlama yapamadığı ve sırtını dayayabileceği güçler tarafından gözden çıkarıldığı ortada.)
Ama “emperyalist kampın” ötesinde önemli olan ne? “Emperyalist kamp”ın karşısında Irak ve Ortadoğu halkları mı var? Evci, Ortadoğu’daki cepheleşmenin böyle bir yönü var. Ama bir de Saddam ve Irak egemenleri var. Önceden yazdık: Körfezdeki durum, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından beri izlenen politikaların bir sonucu. Bölge emperyalist ve gerici güçlerin çatışma alanı; bölünmüşlükler zemininde bu çatışma sürüyor. Saddam bu çatışmanın bir devamı olarak Kuveyt işgalini gerçekleştirdi ve çatışma daha da alevlendi. İşin bir yönü bu. Diğer yönü ise, halklar ve onların özlemleri oluşturuyor. Bugünkü durumda Körfezde çıkar çatışmaları şöyle oluşuyor ABD emperyalizmi Ortadoğu’da tam bir hegemonya kurma peşinde.
Saddam ve Irak burjuva gericiliği bölgede ağırlığını artırmak ve yayılmak peşinde. Yayılmacılık için yalnızca emperyalist olmak gerekmiyor. Burjuva feodal gericilik de yayılmacıdır. Türkiye’nin Kıbrıs’ta yaptığı, Irak’ın İran’a karşı yapmaya çalıştığı gibi.
Ve üçüncü faktör, bölge halkları ve onların çıkarlarıdır. Bu çıkarların ne Amerikan emperyalizminin ne de Irak gericiliğinin çıkarlarıyla bir yakınlığı vardır.
Bugün Körfezde, birbirinden kesin hatlarla ayrılmayan iki ayrı cephe var. Amerikan emperyalistleri ve destekçileriyle Irak gericiliğinin karşı karşıya geldiği cepheyle emperyalistlere karşı halkların cephesi.
Bu cepheler en çok Kürt faktörü dolayısıyla birbirlerinden ayrılıyor. Kürtler, örneğin ERNK hem Saddam’a karşı cepheye girmiş durumda hem de emperyalistlere karşı. Ama Saddam, gerek Irak halkı gerekse genel olarak Arap halklarıyla -Kuveytlileri saymazsak, çünkü Kuveyt’te Saddam’a belli bir karşı koyuş var- karşı karşıya gelmekten kaçınmak için türlü girişimlerde bulunuyor. Halklarda oldukça etkili ve yaygın olan anti-emperyalist, özellikle anti Amerikan duygu ve eğilimleri yedekleyip kendi gerici kanalına akıtmaya çalışıyor. Özellikle anti Amerikancılığı kullanıyor. Irak’ta ve örneğin Filistinlilerde, özellikle Sovyetlerle “dostluk” döneminde körüklenmiş olan bu eğilim oldukça canlı. Bu amaçla Saddam, örneğin, kendi yayılmacı emelleriyle Filistinlilerin haklı davalarını tek bir Arap davasıymış gibi sunmaya çalışıyor, Kuveyt ve Filistin sorununun birlikte çözümünü öneriyor. Bu, kendisine hareket alanı yarattığı gibi, anti-emperyalist duygularına seslendiği halkları peşine takarak güç toplamasının aracı oluyor. O, bu yollarla, D. Perinçek’in de işini kolaylaştırmak üzere, “halkçı” ve “ulusçu” görüntüler vererek birbirinden farklı iki cepheyi tek cepheye indirmenin hesaplarını yapıyor, buna çalışıyor.
Bu konuda Perinçek Saddam’la birliktir. İkisi de gericilikle halkı birbirine karıştırıp aynılaştırmaya yönelmiş durumdadır. Peki, halkın çıkan nedir? Bunun ne Perinçek ve ne de Saddam için bir önemi var.
Irak ve Arap halklarıyla aynılaştırılan, onların çıkarlarının savunucusu ve gerçek temsilcisi konumuna yüceltilen Saddam ve Irak gericiliği, dünya devriminin bir gücü yapılıyor, ona anti emperyalizm atfediliyor.
Perinçek Ortadoğu’daki cepheleşmeyi belirledikten sonra şöyle devam ediyor.
“Şimdi bu cepheleşmede emperyalizm ve emperyalizm karşıtlığının olup olmadığını saptamak için Irak’ın tabiatını saptamamız gerekiyor. Amerikan savaş makinasının yok etmek istediği ülke bir Japonya, bir Almanya veya bir Sovyetler Birliği olsaydı, iki emperyalist devlet veya emperyalist bloklar arasında bir mücadele olarak değerlendirirdik ve o zaman anti-emperyalizmden tabii ki süz etmezdik. (Ama biz seni biliriz o zaman yine birinden birini desteklemek için bir gerekçe bulurdun, eskiden Avrupalı emperyalistleri ve hatta ABD’yi Sovyetler Birliği’ne karşı desteklemiyor muydun?-ÖD.) Ama Irak sosyo-ekonomik yapısıyla emperyalist bir ülke değil; emperyalizm aşamasına, kapitalizm aşamasına gelme şansını kaybetmiş bir ülke! (…)
Bugün Irak ile karşısındaki devletler arasında bugün somut olarak görebildiğimiz cepheleşme, emperyalistler arası bir cepheleşme olarak nitelenemez. Emperyalistler ile ezilen dünya içinde kalmış bir ülke burjuvazisi ve halkı arasındaki bir çelişme ile karşı karşıyayız. Bu cepheleşmede halkın menfaatleri de söz konusu.” (Teori, sf. 29)
“Milli” ve de “anti-emperyalist” komprador tekelci burjuvazi!
Görülüyor, “ezilen dünya” ya da “üçüncü dünya” ülkesi olmak yetiyor. Irak’ın “tabiatını saptıyor” Perinçek, emperyalist olmayınca, bu, o ülke burjuvazisini (ve -haksızlık etmeyelim! – “halkını”) desteklemek için yeterli oluyor. Bu tür ülkelerin burjuvazisi emperyalist burjuvazi olmayınca, doğallıkla tersi varsayılıyor, anti-emperyalist sayılıyor. Bu Perinçek’in mantığı: emperyalist değilse anti-emperyalisttir! Doğru mu? Hem emperyalist hem de anti-emperyalist olmamak mümkün değil mi? Bu, yalnızca mümkün olmakla kalmayan ama geri ülke egemen burjuvazileri açısından, neredeyse istisnalar dışında genelleme yapılabilecek bir kategori oluşturmuyor mu? Kapitalizmin belirli ölçülerde geliştiği emperyalist bağımlılık ilişkileri içindeki ülkeler tekelci burjuvazisi, evet, emperyalist değildir, ama anti-emperyalist de hiç değildir. Bu ülkelerin tekelci burjuvazisi, emperyalizmle sadece bağlarla sahip olmakla ve bu nedenle onunla uzlaşmalar içinde bulunmakla kalmayan, ama emperyalizmle birleşen bir sınıftır.
Perinçek, “milli burjuvazi”, “işbirlikçi burjuvazi”, “komprador burjuvazi” gibi kategoriler olduğunu da söylüyor, lafı karıştırarak sorunu bulanıklaştırmak için. Ama bunu yaparken bile bu ülkelerin burjuvazilerini genel olarak “milli burjuvazi” terimiyle tanımlıyor.
“Tabii ki emperyalizmden tamamen bağımsız, ayakla durabilen bir milli burjuvazi olamaz. Çıkarları da onu gerektirmiyor. Ama ezilen ülke burjuvazilerini sınıflandırıyoruz değil mi? Milli burjuvazi, işbirlikçi burjuvazi, komprador burjuvazi diyerek. Belli kategoriler var. Ayrıca milli burjuvazi ile işbirlikçi burjuvaziyi, işbirlikçi burjuvazi ile komprador burjuvaziyi ayıran kalın duvarlar da yok.” (Teori, sf. 45-46) Peki ne var? Muğlâklıkta fayda var! Perinçek ortalığı ne kadar karıştırabilirse o kadar iyi olacağını bildiği için karıştırdıkça karıştırıyor. Nedir “milli”, “işbirlikçi” ve “komprador” burjuvaziler, aralarında ne fark vardır? Söylenmiyor. Tekrar dönmek üzere biraz daha aktaralım.
“Millet dendiğine göre, milli burjuvazisi, proletaryası ve köylülüğüyle ezilen bir topluluk!” (sf. 45) Yani, ezilen ülkelerin burjuvazisi kategorileniyorsa bile, “komprador” vb. tüm kategoriler, hepsi, “milli burjuvazi” içine dâhildirler. Daha başlan, bu ülkeler ezilen ülkeler olup emperyalist olmadıkları için, burjuvazileri “milli”dir. Az “milli” olanları, ya da emperyalizmle daha çok bağa sahip bulunanları “işbirlikçi” filandır! Perinçek’in mantığı bu. Son aktarma yeterince açık, ama değil mi denecek. İşte daha açığı:
“Kuveyt hâkim sınıfıyla Irak hâkim sınıfını karşılaştırırsak, hangisinin daha fazla anti emperyalist potansiyele sahip olduğunu da görürüz.” (sf. 35)
“…bunlarda (Kuveyt, Katar; Umman gibi devletlerde -ÖD.) bile, diyelim kendi petrollerine, kendi zenginliklerine daha fazla sahip olma eğilimi vardır. Emperyalizmin uşağı olsalar bile, zayıf da olsa bu eğilimleri vardır. Bu bir çıkar çalışmasıdır.” (sf. 43)
Ve işte, ekonomik temeli görmezden gelerek devlet olarak örgütlenmiş oluşu abartıp, yeni sömürgecilik ve kukla devletler olgusuna gözlerini kapayarak tüm bir emperyalist olmayan devletler açısından, “üçüncü dünya ülkeleri” açısından yapılan Perinçek değerlendirmesi:
“Bunlar devletse, emperyalist hâkimiyet alanı içinde bulunsalar bile, emperyalizme belli bağımlılıkları olsa bile, aynı zamanda emperyalizmle rekabet eden bir burjuvaziye sahipler demektir… Ezilen ülke burjuvazileri emperyalizme bağımlıdırlar, emperyalizmle dolaylı dolaysız çeşitli bağlan vardır… Kendi ülkelerindeki hâkimiyetlerini sürdürmek için emperyalizme yaslandıkları da doğrudur. Bu işin bir yönüdür, ikinci yönü ise, bu burjuvazilerin aynı zamanda rekabet ilişkisi vardır. Devletin kuruluşu zaten rekabet ilişkisinin gündeme gelmesinden başka bir şey değildir.” (sf. 42) Ve boyundan büyük laf ederek devam ediyor “Daha somut konuşalım. Örneğin İran’daki işçiyi kim sömürecek, İran burjuvazisi bu sömürüden ne kadar pay alacak, emperyalist burjuvazi ne kadar pay alacak? Soru budur. İran burjuvazisi emperyalizme ne kadar bağımlı olursa olsun, bu payını arttırma çabası içindedir. Bu burjuvalığın bir koşuludur. Bu nedenle; hem İran burjuvazisinden, Türk burjuvazisinden söz edip, sonra bunların emperyalizmin doğrudan uzantısı olduğunu ve emperyalizmle aralarında hiçbir çelişme bulunmadığını söylemek, kapitalizmin ekonomi politiğini de, emperyalist ekonomik ilişkileri de bilmemek anlamına gelir.” (sf. 43)
Perinçek ekonomi politiği ve emperyalist ekonomik ilişkileri pek iyi biliyor!..
Bu pasajları neden uzun uzun aktardık? Birincisi, Perinçek’in ezilen ülke burjuvazilerini milli burjuvaziler olarak anlayıp tanımladığını, o, varlığından söz ettiği “işbirlikçi” vb. kategorileri “milli burjuvazi”nin bölümleri olarak varsaydığını ve tümüne birden, genel olarak ezilen ülke burjuvazilerine unu emperyalist yaftası aşağını göstermek açısından. Ve ikincisi, bunların “anti-emperyalizmlerimin kaynağına ilişkin Perinçekçi anlayışın ne olduğunu ortaya koymak açısından. Görülüyor ki, Perinçek bu “anti-emperyalizm “in kaynağını ezilen ülke burjuvazisinin, devlet olarak örgütlenmesinden yansıyan, emperyalizmle çelişmelere sahip olmasında ve rekabetin varlığında bulmakta ya da doğrusu, böyle göstermektedir.
“Kendi ülkesindeki emekçinin sömürüsünden daha büyük payı almak, burjuvazinin vazgeçemeyeceği bir eğilimdir (…) Kendi pazarını korumak, kendi karını büyütmek için, emperyalist burjuvaziye karşı da bir rekabet içinde olması, burjuvazinin ayrılmaz özelliklerindendir; tekelleşmeye rağmen (…) İler şeye rağmen, bütün tekelleşme eğilimine ve eşitsizliklere rağmen (…) emperyalist burjuvaziler ile ezilen dünya burjuvazileri arasında da çelişmeler sürüyor.” (sf. 41^12) diyor Perinçek.
Tek tek her burjuva birey arasında, burjuva gruplaşmalar ve devletlerarasında rekabet ve çelişme olduğunu bilip söylemekle madalya kazanılmıyor. Ultra emperyalizme ulaşılmadıkça -ki ulaşılmayacak-, rekabetin ve çelişme ve çatışmaların son bulamayacağını anlatarak böbürlenmek gerekmiyor.
Rekabet ve çelişme kuşkusuz vardır. Emperyalistlerle ezilen ülke burjuvazileri arasında da vardır. Ezilen ülkeler burjuvazilerinin genel olarak kendi işçi ve emekçilerinin sömürüsünden aldıkları payı artırmak istedikleri de doğrudur. Ancak önemli olan bu rekabet vc çelişmelerin hangi zeminde gerçekleştiği ve nelere yol açtığıdır?
Genel olarak konuşulursa, bu rekabet ve çelişmeler anti-emperyalist bir tutumun nedeni olabilir de olmayabilir de. Lafı yuvarlamıyoruz. Bu rekabet ve çelişmeler birbirinden farklı iki türde olur, farklı iki zeminde gerçekleşir, biri antiemperyalist bir tutuma kaynaklık ederken diğeri etmez. Önemli tanışma “kendi pazarı” ya da “kendi ekonomisi” olgu ve kavramları üzerindedir.
Perinçek’in ekonomik tahlile girmekten ısrarla kaçındığı ve “rekabet” genelleşmesiyle yuvarladığı sorun açılmalıdır. Perinçek’in o, kategorilere bölündüğünden söz ettiği ezilen ülkeler burjuvazisi ne tür bir burjuvazisidir, ne tür kategoriler halinde bölünmüştür? Sorun bu noktadadır. Rekabet ve çelişme vardır ama bunlar ezilen ülke burjuvazisinin farklı kategorileri açısından farklı içeriktedir.
D.Perinçek’e kalırsa, ezilen ülkelerin burjuvazisi, kategorilere ayrılsa da, tek bir “milli” çerçeveye sığmaktadır, tümü birden “milli burjuvazi”, “milli devlerin “milli burjuvazisi” olarak mütalaa edilmek gerekmekledir!
Devrimin emperyalizmin zayıflatılması dolayısıyla güçlendirilmesi sorununu tartışan, Irak ve Saddam destekçiliğini bu çerçevede savunan Perinçek, “… ezilen dünyada proletarya dışında devrimci potansiyeli olan başka bazı güçler de var. Bunlar köylülüktür, küçük burjuvazidir, milli burjuvazidir” (sf. 45) diyor. Irak’ın Kuveyt’i işgali aracılığıyla Arapları “birleştirme”ye başlamasına da bağlıyor bu değerlendirmesini:
“(..) proletarya önderliğinde milli demokratik devrimler Arapları birleştirir. Bu birinci yoldur, proleter yoldur. Ya da Araplar burjuvaziler önderliğindeki anti-emperyalist mücadelelerle birleşebilir. Bu da ikinci yol, yani burjuva yoldur. Burjuva yolu diye bir şey yoksa anti-emperyalizm proletarya ile sınırlı kalacaktır. Proletarya dışında emperyalizmle çıkar çelişmesi içinde olan sınıflar varsa, onların da birleşme modeli olacaktır. Sosyalist mücadeleden ve sosyalist devrimden ayrı bir anti-emperyalizm kavramı varsa, bu milli burjuvazi, küçük burjuvazi ve köylülüğü kapsadığı içindir.” (sf. 41)
Başarır ya da başarmaz, bu önemli değil diyor Perinçek, Saddam Arapları burjuva yoldan birleştirmeye yönelmiştir. Bu birlik emperyalizmin çıkarlarıyla çelişmektedir. Saddam anti-emperyalist bir yol tutturmuştur, çünkü Irak burjuvazisi emperyalist burjuvazi ile rekabet ve çelişme içindedir. Muğlak bırakılıyor, sonuna götürülmüyor, ancak Saddam’ın en azından milli burjuvazinin temsilcisi olduğu anlaşılıyor. Anti-emperyalistliği kesin!
İşte burjuvazinin kategorilerinden başlayarak, ‘”işbirlikçi”, “komprador”lardan küçük burjuvaziye köylülüğe kadar geliyor Perinçek. Tümü aynı “milli” kavramı tarafından kucaklanıyor. Neden? Çünkü emperyalist olmayan ezilen bir ülkenin “üçüncü dünya’nın, “güney”in sınıf ve tabakaları bunlar, “milli” devletlerin unsurları. Ezenle ezilen, dostla düşman birbirine ancak bu denli karıştırılabilir!
Milli kapitalizm-tekelci kapitalizm Ve anti-emperyalizmin bu ilginç sosyal dayanakları anlayışından sonra ekonomik temeline, zeminine geliyoruz:
“Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerindeki anti-emperyalizm esas olarak köylü yığınlarına dayanır (esas olarak sözcüğünün esnekliği göz önüne alınarak -çünkü bazı ülkelerde, örneğin Uruguay’da şehir küçük burjuvazisine dayanır-, doğru söze ne denir demeli-ÖD). Köylü ise kapitalist taleplerle dünya sahnesine, siyaset sahnesine çıkar. Nedir köylünün talebi? Küçük mülkiyettir, topraktır, piyasa tarafından çok fazla sömürülmemektir. Bu talepler köylü kapitalizminin programıdır, küçük burjuva kapitalizminin programıdır, milli burjuvazinin programıdır. Bu anti-emperyalist sınıflar, kapitalizm programında birleşirler.” (Sf. 34)
Burada söylenenler, kendi başına alındığında ve “milli burjuvazi” gerçek milli burjuvazi olarak anlaşıldığında yanlış değildir. Ama burada söylenenler, emperyalizmle rekabet içinde olan ezilen ülkeler burjuvazisi ve onların tüm kategorilerinin “milli burjuvazi” içinde mütalaa edilmesiyle, anti-emperyalist olmak için emperyalizmle rekabet halinde olmak ve bunun için de herhangi bir devlet olarak örgütlenmenin yeter olmasına ilişkin söylenenlere birlikte ele alınıp anlaşılmaya çalışıldığında vahim bir durum ortaya çıkmaktadır. Komprador tekelci burjuvaziden köylülüğe kadar uzanan bir anti-emperyalist potansiyel sahibi sınıf ve tümünün emperyalizmle zıtlık halinde olan kapitalist ekonomik temeli: milli sınıflar ve milli kapitalizm!
Doğrudur, ayrıştığı ölçüde köylülük, küçük vc ona burjuvazi milli kapitalizmin unsurlarıdır. Bu kapitalizm tekel dışı, rekabetçi kapitalizmdir. Bu kapitalizmin unsurlun milli burjuvazi içinde değerlendirilebilir. Küçük ve orta burjuvazi arasında fark vardır, toprak isteyen köylülük farklıdır, bunlar başlıca radikal-devrimci ve uzlaşmacı-reformcu tulumlara sosyal temel oluştururlar; ama genel olarak milli kapitalizm çerçevesi cinde kalırlar.
Bu ekonomik temelden, anti-emperyalist bir tutum kaynaklanır, en azından kaynaklanabilir; bu temel potansiyel olarak anti-emperyalist bir birikim oluşturur; çünkü bu kapitalizm emperyalizmle çelişme halindedir. Nasıl bir çelişme? Onun baskısı altındadır.
Rekabetçi özelliğin ötesinde tekelci özellikler kazanamamış olan bu kapitalizm ticari ve sınaî sermaye hareketlerine dayanır, ortaya çıkardığı sınıflar ticaret ve sanayi burjuvalarıdır.
Perinçek’in bütün bir ezilen ülke burjuvazisini kucaklamak üzere yaptığı tahliller, başlıca, emperyalizmle bağlara sahip olma, emperyalist hâkimiyet alanı içinde olma, dolayısıyla bağımlılık ilişkileri içinde bulunma, ama öte yandan emperyalizmin baskısı altında olduğu ve sermaye birikimi ve gelişmesi emperyalizm tarafından önemli ölçüde engellendiği için de onula çelişme ve çatışma, bu milli kapitalizmin unsurları, milli burjuvazi için geçerlidir. Burada geçerli olan ilişki, mali sermaye, tekelci sermaye ile tekel dışı ticari ve sanayi sermayesi arasındaki ilişkilerdir. Bunlar genci olarak sermaye bağları içinde birbirleriyle bağlıdırlar, ancak iki ayrı karakterde sermaye olarak birbirleriyle çelişme va çatışma halindedirler de.
Komün dergisine demokratik ve sosyalist devrimler arasındaki fark ve anti-emperyalizmi idealize etmemek gereği üzerine ders verip emperyalizmle bağlara sahip olmayan milli burjuvazi arayan Yeni Demokrasiye “emperyalizmden bağımsız milli burjuvazi olmaz” diye yüklenen Perinçek, zehrini şekere buluyor, kompradorların, tekelcilerin “anti-emperyalistliği”ni bu doğrular arasına gizliyor.
Gizlediği şu noktadır: ezilen ülkelerde, evet birbirinden kesin hatlarla ayrılmayan, bir dizi geçiş biçimleri bulunan iki tür kapitalizm ve başlıca iki tür kapitalist sınıf vardır. Rekabetçi kapitalizm ve küçük ve orta burjuvaziden, tekel dışı burjuvaziden, sınaî ve ticari sermayedarlardan oluşan milli burjuvazi bir türdür, ikinci türü, tekelci kapitalizm ve mali sermayeye dayanan, sermayesi tekelci sermaye olan tekelci (komprador) burjuvazi oluşturur.
Ezilen ülkelerin tekelci burjuvazisi, emperyalist tekelci burjuvaziyle aynı ekonomik temele sahiptir: tekelci kapitalizm, aynı mali sermayeye dayanır, “kendi pazarı”, “kendi ekonomisi” milli olma anlamında yoktur. Ekonomisi “kendi pazarı” etrafında merkezileşememiştir. Emperyalist ve komprador tekelci sermaye tek bir mali sermaye işlemleri zincirinin halkaları durumundadırlar, her ikisi de, uluslararası kapitalist pazarın ve ekonominin unsurları durumundadır. Ezilen ülkelerin tekelci kapitalizmi ve tekelci burjuvazisiyle milli kapitalizm ve milli burjuvazisi arasındaki fark, birinciler, uluslararası mali sermayenin, uluslararası kapitalizmin unsurları ve parçalarıyken, ikincilerin, uluslararası mali sermaye ve uluslararası kapitalizme bağlanmak zorunda olmakla birlikte, onların unsurlarından olmamalarında ve ticari ve sınaî sermayeye dayanmalarındadır.
Bu, temel bir farktır, sonuçları köklüdür, yuvarlanıp geçilemeyecek kadar önemlidir.
Tekelci sermaye ile mali sermaye ile tekel dışı sermaye, ticari sermaye ve sanayi sermayesi arasında bir çelişme vardır, birincisi ikincisinin, birikimini ve gelişmesini engeller. Bu çelişme, anti-emperyalist bir tutumun kaynağı olabilir. Ancak uluslararası mali sermayenin unsurları arasındaki çelişme, bu çelişmeden faklıdır. Emperyalist tekelci sermaye ile komprador tekelci sermaye arasında da çelişme vardır, çelişmesiz bütün olmaz. Ama bu çelişmeden anti-emperyalist tutum çıkmaz. Bu çelişme, başlıca şu ya da bu metropol veya şu ya da bu çevre ülke ekonomisi ve pazarına dayanan, ama sadece başlıca dayanan, tüm “ulusal” eğilimleri bu noktada kalan, ve, asıl olarak uluslararasılaşan, ekonomisi ve pazarı uluslararası tekelci kapitalist ekonomi ve pazar olan unsurlar arasındaki, emperyalist ve komprador tekelci sermaye arasındaki çelişmedir. Burada, “kendi ekonomisi” ve “kendi pazarı”nın, köken ve ağırlıklı hareket alanı olmak ötesinde “ulusal” bir anlamı yoktur. Ulusal çıkarlar bu tür burjuvalar tarafından çoktan dolarla trampa edilmiştir. İki ayrı emperyalist burjuvazi arasındaki, çelişmeden nasıl anti-emperyalist bir tutum çıkmazsa, emperyalist burjuvaziyle ezilen ülkelerin tekelci burjuvazileri arasındaki çelişmeden de böyle bir tulum çıkmaz. Zemin aynıdır, ortaktır çünkü. Emperyalist burjuvazilerle ezilen ülke tekelci burjuvazisi arasındaki fark, birinciler “kendi” “ulusal” ekonomi ve pazarları odağında merkezilenmişken, ikincilerin bunu başaramamaları, yani, ülkelerinin birer metropol oluşturamamasıdır.
Bu durumda elbette emperyalist ve komprador burjuvaziler arasında da rekabet ve çelişme olmaktadır.
“kendi” pazarları dâhil uluslararası pazardan daha fazla pay alma rekabeti -çelişme buradan doğmaktadır. Doğal ki, ezilen ülke tekelci burjuvazileri en gelişkin rekabetlerini “kendi” pazarlarından alınacak paylar alanında gerçekleştirebilirler. Çünkü en çok burada kendilerini gerçekleştirmektedirler, himayeci vs. önlemleri buralarda alabilirler. Ama rekabet, ENKA, STFA vb.nin Irak, Rus vb. pazarlarındaki yatırım ve etkinlikleri göz önünde bulundurulduğunda dış pazarlarda da gerçekleşebiliyor. Bunun zor olması doğaldır ama olabilir ve oluyor. Ve Perinçek gibi revizyonistler, örneğin ENKA-ve STFA’dan anti-emperyalist tutum beklerler. Tümüyle uluslararası mali sermaye işlemlerinin parçalan durumuna girmiş tekelcilerden tekellere karşı, emperyalizme karşı tutum umarlar, bunun üzerine teoriler kurarlar. Bu tekelci burjuvaları ve onların egemenliğindeki ülkeleri -“mili devlet” sayarak?- “üç dünya teorisi” uyarınca dünya devriminin temel gücü olarak lanse ederler.
Milli burjuvaziyle emperyalist burjuvazi arasındaki çelişme, tekelci sermayenin milli sanayi ve ticaret sermayesini kendisini bağlama, birikim ve gelişmesini engellemesinden kaynaklanan bir çelişmedir ve milli burjuvazi açısından sorun bağımsız varoluş sorunudur (çünkü ancak böyle gelişebilir), kendi milli pazarını sahiplenme sorundur. Emperyalist burjuvaziyle komprador burjuvazi arasındaki çelişme ise birlikle varoluşun ayrıntıya ilişkin çelişmeleridir. Komprador sermaye “kendi” pazarında, kendi sömürüsünü emperyalizmle birlikte, onunla birleşme halinde en iyi gerçekleştirir, çelişme bu sömürüden elde edilenlerin paylaşılmasında ortaya çıkabilir. Özal’ın “kendi pazarı”na emperyalistlere rağmen sahip çıktığı söylenebilir mi? O kendi sömürüsünü en uç noktada uluslararasılaştırılmış koşullarda gerçekleştirmeye yönelmiyor mu? Nerede çelişiyor örneğin ABD burjuvazisiyle? Amerikan tekstil kotalarının artırılmasında. Biraz daha fazla kemik yani…
Ezilen ülkelerin tekelci burjuvazilerinden anti-emperyalist tutum beklemek beyhudedir, bu, gericiliğin, tekelci gericiliğin yüceltilmesidir. Düşmanın dostlaştırılmasıdır.
Evet, emperyalizmle ezilen milletler arasında bir çelişme vardır, bu bugün dünyayı dönüştüren başlıca çelişmelerden biridir. Ancak bu çelişmenin ne temci (bu anlamda başlıca) çelişme olduğu doğrudur ne de bundan, “ülkeler” kılıfı allında, çelişmenin emperyalistlerle ezilen ülkelerin gerici burjuvazileri arasında olduğu sonucu çıkarılabilir.
Ezilen ülkelerin ve ulusal hareketlerin ayrıştırılması gereklidir.
Perinçek, “Bugün emperyalizmle ezilen ülkeler, milletler, halklar arasında Lenin’in yüzyılın başında saptadığı ayrım, bizim için temel ölçütün zeminini oluşturuyor. Bugün dünya tarihini ilerleten başlıca saflaşmadır bu.” (sf. 41) diyor. Temel ayrımın sosyalizmle kapitalizm arasında olduğunu, başlıca saflaşmanın sosyalizmin ve kapitalizmin güçleri arasında olduğunu, ezilen milletlerin sosyalizmin yalnızca yedek gücü olabileceğini reddedip ülkeleri, milletler ve hele halklarla aynılaştırarak!
Perinçek, Lenin’in “en az sekiz-on yerde” dünyayı, ezen ve ezilen ülkeler olarak böldüğünü söylüyor. Evet, peki ne olacak? Yanlış değil. Dünya ezen ve ezilen ülkeler olarak bölünmüştür, bu bölünme emperyalist ülkelerle sömürge, yarı-sömürge, bağımlı ülkeler ayrımı olarak, Doğu-Batı, ya da Kuzey-Güney vb. diye adlandırılabilir de. Önemli olan yüklenen anlam ve bundan çıkarılan sonuçtur. Lenin bu bölünmede emperyalizme karşı bir mücadele potansiyeli görüyor ve ezilen ülkelerde oluşan ulusal hareketleri, o da, ulusal hareketler arasında da ayrım yapıp uzlaşmacı ulusal hareketlerin emperyalizmi zayıflatmadığını söyleyerek desteklemezken, destekliyordu. Lenin bu bölünmüşlükten hiçbir zaman Perinçek’in ve “üç dünyacılar”ın çıkardığı sonucu, bu ülkelerin, bu ülkelerin her tür burjuvalarının her tür eylemini desteklemek sonucunu çıkarmadı. Bir kez bu ülkelerin emperyalizmle birleşmiş egemen burjuvazisini karşı safta gördü, onlara ve onların eylemlerine desteği zinhar söz konusu etmedi. Milli burjuvaziye gelince, onların da her tür eylemini desteklemedi. Milli burjuvazinin emperyalizmle birleşmeye yatkın üst kesimleri uzlaşmacı ulusal hareketler örgütlüyor, ülkeyi emperyalistlerle uzlaşarak ya da birlikte yönelmek üzere sözde bağımsız olarak örgütlenmeye yöneliyorlardı. Onlara destek yoktu. Çünkü bu durumda emperyalizm zayıflamıyordu. Gerçekten ulusal bağımsızlığa yönelen radikal ulusal burjuvaziyi, onların ulusal hareketini ise destekledi Lenin. Destek için devrimci ulusal hareketi şart koştu. Perinçek ise, ezilen ülkelerde oluşan her eylemi destekliyor, emperyalizmle ezilen ülke burjuvazisinin ilişkisinde hiçbir ayrım yapmadan ezilen ülke burjuvazisinin yanında yer alıyor. Kompradormuş, uzlaşmacı milli hareketmiş, devrimci ulusal hareketmiş hiç bakmadan! Üstelik sadece desteklemiyor, bu hareketleri dünyanın başlıca hareket ettiricisi ve yürütücülerini dünya devriminin temci gücü olarak taltif ediyor. Bir de utanmadan Lenin’in adını anıyor!
Perinçek “Komün”ü azarlıyor, “her cümlenin başına ‘sınıf’ gibi ‘sosyalizm’ gibi terimleri sokuşturmaya ihtiyaçları yoktur” Marksistlerin diyor. Kuşkusuz yoktur. Ama Marksistler sınıf analizi yapar, “ülke” ve “halk” gibi kendi başına sınıfsal bir anlam ifade etmeyen kavramları nasıl ve hangi içerikle kullandıklarını açıklarlar, sadece bu değil, analizlerinde bu kavramları esas almaz “halkçılık” ya da “ülkecilik”, “ulusçuluk” yapmazlar. Onlar için önemli olan her somut durumda hangi sınıf sorusu ve yanındır. Bunu ortaya koyarlar. “Ülke” dediğinde, Bay Perinçek, komprador tekelci burjuvazinin egemenliğindeki ülkeleri kastediyor musun etmiyor musun, bu burjuvaziyi emperyalizmle ilişkilerinde destekli yormuşun desteklemiyor musun, bunu açıkla. Bırak sağa sola bilgiççe dersler vermeyi! Milli burjuvaziyi her eyleminde destekliyor musun desteklemiyor musun? Önemli olan budur. Kimse her ağzını açtığında sınıf da demiyor, tahlillerin sınıfsal olursa yeter. Aksi durumda yine sınıfsal oluyor olmasına bu kez gerici sınıflan, onların eylemlerini esas ve dayanak almış oluyorsun. Ve mantığın her zaman bu.
“Üç dünya teorisi’ne ilişkin olarak bunu açıkça söylüyorsun:
“Üç dünya teorisi 1970’lerin dünya gerçeğini ifade ediyordu… Üç dünya teorisini iki ana saplaması vardı. Birincisi, dünyadaki bas çelişmenin emperyalizm ile ezilen milletler arasında olduğudur. İkinci ana saptaması, emperyalist ülkelerin iki kategoriye ayrılmasıdır. (..) Üç dünya teorisi iki süper devlete karşı diğer kapitalist ülkelerle belli noktalarda ittifak yapılabileceğini söylüyordu. Arkada kalan dönemde böyle bir olanağın olduğu ortaya çıktı. (… ; Üç dünya teorisinin temelindeki mantık, Lenin den beri geçerli olan mantıktır. Bu mantık, emperyalizm çağı gerçeğinden çıkar. Bu çağı belirleyen başlıca çelişmeler çözülene kadar, en azından ezen-ezilen milletler arasındaki baş çelişme değişene kadar sürecektir bu mantık.” (sf. 58)
Her yönüyle eleştirmeyeceğiz bu pespayeliği. Eleştirildi çünkü. Perinçek yeniden sofraya getiriyor.” Üç dünya teorisi”nin Lenin’le, Onun mantığıyla bir ilgisi yoktur. Lenin emperyalistlerle olan ilişkilerinde gericiler arasındaki çelişmelerden yararlanmanın ötesine geçmedi. Güçsüz diye bir emperyalist ülkeyi dünya devriminin yedek gücü görmedi. Yine Lenin, belirttik, ezilen ülkeleri ne devrimin temci gücü gördü ne de bu ülkelerde ortaya çıkan her hareketi destekledi. Perinçek hilekârlık yapıyor. İki süper devlet dışındaki diğer emperyalist ülkelerle “belli noktalarda” ittifak öngörmemişti. O. bu ülkeleri genel olarak dünya devriminin yedek gücü olarak saptamışa. Bununla da kalmamıştı. Gelişmesi içinde bu teori Sovyetler Birliği’ni tek baş düşman yapmıştı ve “belli noktalarda” Amerikan emperyalizmiyle ittifak aramıştı, NATO’yu savunmuştu örneğin. Şimdi de “çok kutuplu dünya”da yine aynı mantık geçerli diyor. Hayırlı olsun!
“Baş çelişme” konusuna girerek yazıyı dağıtmaktan kaçınmak istiyoruz. Ancak, belirli bir çelişme çözülmeden temci de olsa diğer çelişmelerin çözülemeyeceği ve dolayısıyla diğer tüm çelişmelerin bu belirli çelişmeye ve çözümüne tabi kılınması olarak “baş çelişme” kavrayışı, gericilerle birliğe götüren önemli bir kalkış noktasıdır. Örneğin, Saddam’ın ABD ile çelişmesini görüp Kürtlerle, Irak halkıyla çelişmesini görmeyen anlayış savunulamaz.
Saddam Bismarck değil
Prusya meselesiyle devam edelim.
“Arapların Prusya’sı Nerede?” yazısında meseleyi ilke olarak tartıştım (…) ‘Saddam Hüseyin veya Irak Arapların Prusya’sıdır’ demedim. Ona herhangi bir rol yüklemedim ve olumlu bir not da düşmedim.. Ona bir Bismarck rolü vermiş değilim. ” (sf. 30) diyor Perinçek. Böyle miydi gerçekten. Geriye, o makaleye dönmeyeceğiz. Teorideki aynı yazısında az ileride şunları da yazıyor Perinçek:
“ABD’nin düşünüp taşınarak planlı olarak ortaya koyduğu tepkilerden, Irak’ta bir Prusya potansiyeli gördüğü anlaşılıyor. Prusya potansiyeli górmese tepesine çullanmaz.” (sf. 31) ve
“Arapların birleşmesiyle Almanya’nın birleşmesi farklı tabii. (…) Marks, Almanya’nın birliğinden gelişmiş kapitalist bir ülke doğduğu halde bunu haklı olarak tarihi bir ilerleme olarak değerlendirdi. (…) Almanya için bu konu belki daha fazla tartışılabilir, fakat Araplar için hiç tartışılmaz. Çünkü Araplar için emperyalist olma yolu kapanmış. Araplar emperyalizme karşı birleşiyor. Almanlar emperyalizmin eşiğinde birleşiyor.” (sf. 50)
Burjuva Perinçek’in tek derdi, sözde anti-emperyalizm! Tarihi ilericilik sanki emperyalizme karşı olmakla ölçülüyor. Tarih her dönemde ilericiliğin farklı ölçütlerini kullanıyor. Ve Prusya benzetmesi en başta bunun için yanlıştır.
Prusya’da olan neydi? Bismarck ve Alman birliği neden ilericiydi? Almanya’nın kapitalistleşmesinde olanca sancılılığıyla işlemiş olan Prusya yolu sorunu bir yana, gerek Bismarck gerekse Alman birliğinin hareket ettiricisi. Alman sanayi sermayesiydi. Kapitalistleşme reform ve başkalaşım yoluyla oldu falan, ancak önemli olan, gelişmenin dinamiği sanayi sermayesiydi. Bismarck’ın olanca siyasal gericiliğine rağmen süreci tarihsel açıdan ilerici kılan nesnel faktör buydu. Çünkü şöyle ya da böyle feodalizm tasfiye edilmekteydi. Sanayi sermayesi bunu yapacak güç ve potansiyele sahipti.
Saddam’ı Bismarck’a ya da Arap birliğini Alman birliğine benzetebilmek için Saddam’ın sanayi sermayesine dayanması, Arap birliğinin feodalizmin tasfiyesi sürecinde (ve feodalizmle birleşme halindeki emperyalizmi tasfiye sürecinde) gerçekleşmesi şarttır. Oysa tarihsel durum değişiktir. Emperyalizm çağında Bismarck’ın işlevini Çin’de Mao’nun yerine getirdiği söylenebilir. Ama Mao’ya haksızlık edilmemelidir. O, Bismarck’tan çok, aşağıdan gelen, halka, köylülüğe dayanan bir kapitalistleşme yolunun yürüyücüsü olarak Fransız devrimcilerine, Jakobenlere benzemektedir. Ve Çin’de olanlar olağanüstü şartlarda gerçekleşmiş bir istisnadır. Irak’ta Saddam sanayi sermayesinin mi temsilcisidir, böyle bir sermayeye mi dayanmaktadır? Feodalizme karşı mücadele içindemidir? Bu soruların yanıtı olumsuzdur. Değişen çağ Bismarck’ın rolünün tekrarlanması koşullarını hemen hemen olanaksızlaştırmıştır. Feodalizme karşı mücadele emperyalizme karşı mücadeleye bağlanmıştır. Ve emperyalizme karşı mücadele edebilmek için yerli gerici burjuvaziyle de mücadele gereklidir. Yerli burjuvaziyle mücadele etmeden emperyalizmle de mücadele edilemez ve hele bu yolla milli birlik ve bağımsızlık gerçekleştirilemez. Lenin boşuna, milli meselenin, emperyalizme karşı mücadele meselesi haline geldiğini ve egemen burjuvaziyi hedeflemeden çözümünün olanaksız olduğunu söylemedi. Perinçek ise, “konu Araplar açısından hiç tartışılamaz diyor”. Neden? Almanya emperyalist olacakmış, ama Arapların, Irak’ın emperyalist olmayan gericiliğinin desteklenmesi, emperyalizme karşı mücadelenin şartı ölüyor. Lenin’in söylediğinin tam tersine…
Tekelci Irak sermayesinin patronu Saddam’ın desteklenmesi hiç gerekmiyor. Ve mali sermayeye dayanan Saddam’la sanayi sermayesine dayanan Bismarck hiçbir şekilde birbirine benzetilemez.
Arapların kuşkusuz birleşmeye haklan vardır. Ancak bunun için Saddam destekçiliği hiç gerekli değildir. Halklar bu birleşmede şiddet de kullansalar -ki halklar genellikle bir yolla birleşir- birlik haklarıdır, desteklenir; ama Saddam’ın halka karşı şiddetini kimse birlik gerekçesiyle savunmaya kalkışmamalıdır.
Neden Amerikan emperyalizminin Körfeze yönelik saldırısına karşı çıkılmalıdır? Kuşkusuz Saddam’ın gerici emellerinin yanında yer almanın bununla bir ilgisi yoktur. Amerikan emperyalistleri Saddam’ın emellerini Körfez’e ve genel olarak Ortadoğu’ya saldırmanın gerekçesi yapıyorlar. Emperyalizmin namlusunun ucunda Arap halkları vardır. Ve ikinci önemli etken Arap halklarının anti-emperyalist uyanış ve etkinliği Körfezdeki kapışmanın bir faktörü durumundadır, etkisi giderek gelişmektedir. Amerikan emperyalizmi bugün dünya halklarının baş düşmanıdır ve bulunduğu her yerden püskürtülmesi, yalnız Arap halklarının değil dünya halklarının da yararınadır. Emperyalist savaş kışkırtıcılığına bunu için hayır denmeli. Amerikan emperyalistleri ve ortaklarının açacağı bir emperyalist savaşa bunun için karşı çıkılmalıdır. Saddam’ın ABD ile çelişmesinden gericiler arasındaki çelişmeden yararlanmak çerçevesinde yararlanmak yoluna gitmek başkadır, O’nda anti-emperyalist potansiyel bulup Saddam destekçiliği yapmak başka bir şey.
Özgürlük Dünyası başından beri, Saddam’ın diktatörlüğü, faşistliği vb. tezlerini işleyerek, Amerikan emperyalistlerinin ve Türkiye’nin Irak’a yönelik emellerini haklı çıkarmak isteyenlere karşı durdu. Saddam’a şöyle bir değinse de teşhir faaliyetini Amerikan emperyalistleri, ortak ve uşaklarının emel ve girişimlerine karşı yöneltti. Bu tutum doğrudur. Saddamcı olmadığı gibi dünya halklarının baş belasına yöneltmiştir silahını. Perinçek kalkıp Amerikan emperyalizmini görmüyorsunuz diyemez. Ve bunun için Saddamcı olmak da gerekmezdi. Biz Arap halklarını, Irak halkını ve bu arada Irak Kürtlerini destekliyoruz.
Perinçek’e bir soru sorarak bitirelim. ABD emperyalizmi (destekçisi, Türkiye dâhil) -Irak çalışmasında, savaşa karşı çıkıyor ve Irak’ı destekliyorsunuz. Amerika (ve bu arada Türkiye’nin ) olası savaş karşısında “savaşa hayır” diyorsunuz. Savaş çıkınca ne yapacaksınız? Tavrın şimdiden belirlenmesi ve açıklanması gerek. Haksız savaşı haklı savaşa, emperyalist savaşı iç savaşa döndürme tutumunuz olacak mı? Olacaksa niçin açıklamıyorsunuz?
“Emperyalist savaşa hayır” değil, “savaşa hayır” demekle şimdiden sosyal pasifist bir tutum sergiliyorsunuz. Saddam destekçiliğiniz de, bütün diğer konulardaki tulumlarınız gibi laftan öteye gitmiyor. Bugünkü sloganınızdan anlaşılıyor ki, siz genel olarak savaş karşıtısınız. “Savaşa karşı savaş”, “haksız savaşa karşı haklı savaş”, “emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme” olanca laf kalabalığınızın arasında hiç geçmiyor. Ne diyorsunuz?

Ocak 1991

Burjuvazi yönlendiriyor İletişim tekeli ve “kamuoyu”

Günümüzde artık iletişimin önemini bilmeyen yok. Özellikle egemen sınıfın ideolog ve politikacıları iletişim aygıtlarını kullanmakta Gobbels’e rahmet okutacak bir ustalığa ulaşmış durumdalar. Ama onlar; bunu kamu yararına olarak kullandıklarını, sınıfsal ve kişisel bir çıkar gözetmediklerini iddia ediyorlar. Geniş aydın çevrelerinden de bu konuda destek görüyorlar. Bilinçli olarak yönlendirilen kamuoyu, yine iletişim araçları tekelinden yararlanılarak kendiliğinden oluşmuş gibi ya da oluşturulan gündem “kamuoyunun gündemi” olarak sunuluyor. Örneğin Özal’ı her vesile ile (onu eleştirmek için bile olsa) manşete çıkaran gazete yayın yönetmeni, ayın sonunda yapılan “geçen ay ne konuşuldu?” sorusuna, anketlerden.”Özal” yanıtı çıkınca, bu sefer bir “aydın” olarak; “bu millet adam olmaz, Özal’ı konuştukça daha çok çekeriz!” diye emekçileri eleştirebilmektedir. Özellikle de gazetelerin “ilerici” yazarlarında bu eleştiriye sık sık rastlamaktayız.
Yeni bir yıla girerken, biz de geçen yıl neler konuşulduğunu, daha doğrusu neler konuşturulduğunu merak ettik ve basınımızın, toplumu neleri konuşmaya teşvik ettiğine baktık. Özellikle de gazeteler ve gazetecilerimizin tutumunu şöyle bir değerlendirmeyi amaçladık.
Yapılması belli bir bilgiyi gerektiren ya da özel beceri isteyen işlerle uğraşanlarda; bu işle uzun süre uğraştıklarında, mesleki miyopluk ya da meslek yozlaşması diyebileceğimiz bir “hastalık” baş gösterir: “Meslek erbabı”, kendi mesleği olmasa dünyanın ve toplumun dengesinin bozulup, her şeyin altüst olacağını, ya da kendi inancına göre en kötü durumların meydana geleceğini sanır. Örneğin bir hukukçu eğer hukuk okumasaydı, toplumun anarşiye sürükleneceğini, insan toplumunun topluluk olarak var olmaya devam edemeyeceğini iddia eder, bir mühendis, eğer mühendislik bilimi olmasaydı, toplumun varolamayacağına, insanın hayvanla aynı düzeyde kalacağına inanırken, bir komisyoncu bile kendisini üretici ve tüketici arasında “vazgeçilmez” birisi olarak görmektedir. Belirli biranda ve belli tarihsel koşullar altında az-çok geçerliği olan bu savlar, bu mesleklerle uğraşanlar tarafından gerçeklikten koparılarak birer dogma haline getirilerek, mühendislik, hukukçuluk, komisyonculuk vb.nin insan toplumun başlangıcından bu yana varolan ve ebediyen de var olması gereken değişmez meslek kategorileri olacağına kadar düşünce saltıklaştırılmaktadır. Bu ezelsizlik ve ebetsizlik içinde meslekler kutsanmakta, her mesleğin belli bir tarihsel-toplumsal gelişmişlik düzeyine karşılık geldiği gözden kaçırılmaktadır. Çeşitli meslekten otoritelerin, kendi mesleklerinin sorunları ve toplumsal rolüne ilişkin yazdığı “ciddi” makalelerde ya da mesleki yayın organlarında sık sık rastladığımız bu tutum sadece o mesleğin toplumsal statüsünü yüksek göstermek gibi pragmatik bir kaygıdan değil, aynı zamanda mesleki miyopluktan, kendi mesleğini bütün mesleklerden üstün tutmanın gereğine (toplum çıkarı için) ciddi olarak inanmaktan da gelmekledir.
Kapitalist toplum ve teknolojik gelişme, bir yandan mesleklerin sayısını artırırken, öte yandan meslekler arasında rekabeti de hızlandırarak mesleki miyoplaşmayı kışkırtmıştır ve neredeyse çeşitli meslekler arasında düşmanlığa varan bir rekabet ortamı yaratmıştır. Ama bütün bu meslekler içinde birisi, mesleki miyopluk bakımından bütün öteki mesleklerle ölçü kabul etmez biçimde ileridir. Öyle ki; çoğu zaman bu miyopluk müdahale ile düzeltilemeyecek biçimde ilerlemektedir. Bu meslek, günümüzde TV vb. iletişim araçları; muhabir, programcılık vb.ni de içine alarak genişleyen gazeteciliktir.
Kapitalist toplumda gazeteci kendi mesleğini yasama, yürütme, yargı gibi üç “kuvvet”in yanı sıra “dördüncü kuvvet” olarak görmektedir. Böylece, burjuva toplumu tarafından “onore edilen” gazeteci, kendisini devletin bir unsuru, onun koruyucusu olarak bu “onurlandırmaya” yanıt verir. Bu sadece bizim ülkemiz gibi, demokrasi geleneği olmayan, gazetecilik geleneği Takvimi Vaka-i gibi resmi gazeteciliğe dayanan ülkelerde değil, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelerde de böyledir. Gazeteciler hükümetler ve siyasi partiler; devlet çıkarlarını, ulusal çıkarları kendi kişi ve partilerinin çıkarlarına feda ettikleri için eleştirmektedirler. Zaman zaman onaya çıkarılan “gerçekler” ya da “skandallar” hem mesleğin “şerefini” kurtarmakla, hem de “batı demokrasilerinin “erdemi” hanesine yazılarak burjuva düzeni vc toplumun devamının ciddi bir dayanağı olmaktadır.
Öte yandan bu mesleğin mensupları, doğrudan “kamuoyunu oluşturarak ve onu “yansıtarak” “güçlerini” dolaysız bir biçimde duyup gördüklerinden ve burjuva toplumunda “korkuyla karışık bir saygı”nın muhatabı olduklarından da kendi mesleklerinde toplumun devamı için gizemli güçler var sanabilmektedirler.
Devlet ve egemen sınıfın desteğini arkasında duyan gazeteci, giderek yaygınlaşan etkinliğinin burjuvazinin etkinliği değil kendisinin kişisel gücünden olduğuna herkesten daha çok inanarak, kendisine sınıflar-üstü bir rol ve statü biçebilmektedir. Hele “toplum yararına” olmayım hükümet ya da ünlü kişilerin eylemlerini açığa çıkarıp, onları geri adım atmaya zorladıklarında, nasıl yararlı işler yaptıkları konusunda güçlerin büyüklüğü konusunda inançları sınırsız artar. Öyle ya, bir gazete muhabirinin yazısı koskoca hükümete geri adım attırıyorsa, ya da falanca ünlü kişiyi istifaya zorluyorsa, “toplumun bekası” için gazetecilik mesleğinden daha büyük bir meslek olabilir mi?
Hele bu muhabir çeşitli basın kuruluşları ve diğer “bağımsız” kurumlarca ödüllendirilir, hakkında olumlu yazılar yayınlanırsa, dünyada kendi mesleğinden önemli, hatta kendisinden güçlü birini görmese yeridir!
Hiç kuşkusuz gazetecinin kendisini nasıl hissettiği, ne olarak gördüğü bu yazının konusunu doğrudan ilgilendirmiyor. Burada bizi ilgilendiren “kamuoyu”nun oluşturulması ve yönlendirilmesinde basın ve yayın organlarının yeridir. Gazetecilerin anlayışları vc kendilerini ne sandıkları bunun içinde bir öneme sahip olur.
Kamuoyu ve iletişim
Burjuva demokrasisinin savunucuları, onun en önemli özelliğini iki kavramla açıklarlar: “kamuoyu” ve “iletişim (haberleşme) özgürlüğü”. Bunda da haksız sayılmazlar. Çünkü gerçekte de burjuva toplumunu ayakta tutan, onu yığınlar için “kabul edilebilir” biçime getiren “kamuoyu”nun bizzat burjuvazi tarafından oluşturulması ve “iletişim (haberleşme) özgürlüğü” tekelinin burjuvazinin elinde olmasıdır. Ancak burjuvazi, emekçi kitlelerin burjuvazinin fikirleriyle yönlendirilip denelim allına alınması, anlamına gelen eyleminde “kamuoyu” ve “iletişim özgürlüğü” sözcüklerinde saklanan “gizemden” yararlanır. Çünkü söz konusu kavramlar, sınıfsal içerikleri gözden kaçırıldığında kimsenin itiraz edemeyeceği, tutum ve değerleri çağrıştırırlar.
Çünkü
Kamuoyu; yığınların herhangi bir konuda fikirbirli-ği içinde, en azından çoğunluğunun fikir birliği içinde olduğunu ifade eden bir kavramdır. Burjuvazinin, ideologlarının vc propagandacılarının iddiası, kamuoyunun “serbestçe”, yani herkesin, her toplumsal siyasi eğilimin düşüncelerinin serbestçe söylenip, bu düşüncelerin yığınlar tarafından seçilerek çoğunluğun bir düşünce üstüne birleşmesiyle oluştuğudur.
İletişim (haberleşme) kavramı, haber iletimi, toplumsal haber ve bilgi alışverişini ifade eder. Dr. Özen Ozankaya şöyle tanımlıyor sözcüğü: “Düşünce ve duyguların bireyler, toplumsal kümeler, topluluklar arasında söz, el-kol hareketi, yazı, görüntü vb. aracılığıyla değiş tokuş edilmesini sağlayan toplumsal etkileşim süreci”. Görüldüğü gibi “pek tarafsız” bir biçimde ifade edilmiş bu tanım, yukarda yine “pek tarafsız” bir biçimde ifade edilen “kamuoyu” tanımıyla birleşince “dördüncü kuvvet”in “tarafsız”, her zaman “Allahın doğrusu”nu söyleyen işlevi onaya çıkıyor. Ama tabi bu “tarafsızlık”, “doğruluk” gibi şeyler de tümüyle göreceli ve kavramsal düzeyde kalan şeyler. Çünkü gerçek yaşamda her feri bir sınıfa mensuptur ve mensubu olduğu sınıfın düşüncesini savunur. Aynı sınıfın mensupları ve savunucuları arasında görülen çelişme ve çatışmalar da uzlaşmaz bir karakter taşımadığı gibi o sınıfın çıkarlarını “ben daha iyi savunurum” iddiası ve kaygısının bir yansımasıdır. Tersine, ayrı sınıfların aynı düşünce ve politikalarda birleşmesi ise, taraflardan birinin kendi sınıf çıkarlarını telef etmesi anlamına gelir.
Soruna biraz daha yakından bakılırsa, kamuoyu denilen şey; ne kendi kendine ne de tarafsız bir takım sınıflardan sınıflar üstü güçlerce oluşturulmayıp, bizzat kendi çıkarları etrafında birleşmiş egemen sınıfın sözcülerinin yürüttüğü kitle iletişim araçları (gazete, dergi TV, sinema vb.) tarafından, taraflı bir biçimde oluşturulduğu ve sonra da; “kamuoyu böyle diyor” diye, sanki bağımsız bir “kamuoyu” varmış imajı verilmeye çalışıldığı bir durumdur. Örneğin, seçimler öncesinde burjuva basın ve yayın araçları yoğun bir kampanya yürütüp yığınları çeşitli burjuva partileri doğrultusunda koşullandırmaya çalışırlar vc arada bir de “kamuoyu” yoklamaları yaparlar. Ve her bir partinin oy oranlarının ne olacağını, olasılık hesaplarından yararlanarak ortaya koyarlar. Sonuçlar da dâhil bütünüyle bu “kamuoyu”, oluşturulmuş bir şeydir. Yani önce yığınlar çeşitli burjuva partileri doğrultusunda oluşturulur, sonra da böyle bir çaba yokmuş gibi “oluşmuş” kamuoyu sayılara dökülür. Ama bu sonuç bile kamuoyunun oluşumunu etkilemek için bir vesile olur. 1983 seçimlerinde ANAP’ın seçimleri kazanmasında, 1982 anayasa oylamasında, 1973 de Ecevit’in başarısında bu “bağımsız kamuoyu oluşturucularının rolü çok açık bir biçimde kendini gösterir.
Kısaca söylenecek olursa, sınıflı bir toplumda ne kamuoyu kendiliğinden oluşur, ne de kamuoyunun oluşturucuları tarafsız sınıflar-üstü kişi ve kuruluşlardır. Kapitalist toplum gibi iletişim etkinliklerinin çok yoğunlaştığı, bu alana akan büyük sermayenin iletişim tekelini de eline aldığı toplumlarda “kamuoyu” bütünüyle büyük tekellerin çıkarları doğrultusunda biçimlenmiş haberlerle şekillenir. Örneğin, bir ulusal bağımsızlık mücadelesinde gerillalarla emperyalizmin paralı askerleri, ya da kukla gerici hükümetin askerleri arasındaki çatışma, “çapulcu haydutlarla” “demokrasinin, uygarlığın savunucusu” ordu birlikleri arasındaki çatışma olarak yansır. Halta ölü sayısı gibi çok nesnel olunabilecek bir konu bile tümüyle politik çıkarlara bağlıdır. Eğer karşı tarafa karşı öfke birikimi isteniyor ve bir katliama hazırlanılıyorsa “masum” askerlerin kaybı abartılır, “pusuya düşürülen askerlerin” ölümü üstüne acıklı öyküler eşliğinde yoğun bir propaganda yürütülür. Yok ama, özgürlük mücadelesi verenlerin güçsüz, küçük bir grup olduğu imajı verilmek isteniyorsa, bu sefer tam karşıtı bir yol izlenerek, hükümet kuvvetlerinin kayıpları saklanır, öldürülen “terörist” ve “eşkıya”nın kayıpları bire beş kalarak propaganda edilir. Olayın geçtiği bölge de dâhil, bütün dünyanın konuya ilişkin yanlış bilgilenmesi sağlanır.
Bugün artık, iletişim sorununun amatör çabaların çok ötesinde maddi bir gücü ve uluslararası planda örgütlenmeyi gerektirdiği, bu mali güç ve örgütlenme olanaklarının büyük sermayenin elinde olduğu düşünülürse oluşturulan “kamuoyu’nun kimin istekleri doğrultusunda olduğu daha iyi anlaşılır.
İletişim tekeli: Uluslararası haber ajansları
Kapitalizmin emperyalizm aşaması, ekonomide tekellerin egemenliğine, siyasette tekelci kapitalizmin siyasal egemenliğine karşılık geldiği gibi iletişimde büyük emperyalist devletlerin, uluslararası tekelci sermayenin egemenliğine karşılık düşer. İletişim araçlarının hızla gelişmesi, bu alanda yapılacak yatırımların sermaye hacminin de hızla büyümesini getirmiş ve bu durum dünya iletişim lekelinin, AP, UPİ, REUTERS, AFP, TASS gibi az sayıda büyük iletişim tekelinin eline geçmesine yol açmıştır. Bugün dünyadaki belli başlı haber kaynağı bu beş büyük iletişim tekelinin elinde olup, Güney Afrikalı bir zenci işçi, ülkesinin herhangi bölgesindeki bir haberi öğrenmek için o habere ilişkin REUTERS’in açıklamasını dinlemek zorundadır. Örneğin Johannesburg’un zenci mahallelerinde bir polis saldırısının haberi, önce Londra’daki Reuters’in merkezine geçilir. Orada haber, öncelikle uluslararası kapitalizmin, sonra İngiliz emperyalizminin (ya da tersine, önce İngiliz emperyalizmini, sonra uluslararası kapitalizmin) çıkarına uygun hale getirilerek “dünya” ya duyurulur. Bundan sonra ise, ulusal ajansların bu haber üstünde oynaması gelir. Örneğin Güney Afrika haber ajansı, ya hiç böyle bir haber yokmuş gibi davranır, ya da “Reuters’in bildirdiğine göre” deyip, özetlemeyi kendi bildiği gibi yapar. Aynı haberi BBC, Reuters’den aldığı gibi verdiği için, (burada G. Afrika’da İngiliz emperyalizminin özel ilişkilerini yok sayıyoruz) BBC’nin nesnel gerçeği olduğu gibi verdiği sanılır. Böylece, hem burjuvazinin iletişimde “nesnel” bir tutum takındığı, ama bunun baskıcı hükümetlerce ihlal edildiği yayılır, hem de BBC gibi yayın araçlarına güvenilirlik niteliği yüklenir.
Bizim gibi, kamuoyunun oluşumunda Batı hayranı aydınların önemli rol oynadığı ülkelerde ise, bu büyük iletişim tekelleri neredeyse “mutlak gerçeğin” merkezi olarak görülür. Bir haber örneğin BBC’den çıkmışsa, yalan olduğu bilinse bile bir “hikmet” aranır. Ve bu ajansların habercilik anlayışları bizim “devlet haberciliğine” alternatif örnek olarak sunulur. Onların “nesnelliği” hükümetlere karşı “bağımsızlığı” övüle övüle bitirilemez.
Ama aynı merkezlerin.”bağımsızlığının” devlete, kapitalizme karşı değil sadece hükümetlere karşı olduğu unutulur, gözden saklanmaya çalışılır.
Elbette bu tekeller, hükümetlere karşı “bağımsız”, çeşitli burjuva partileri karşısında “yansız” olmayı varlık nedeni olarak görmekledirler. Ama iş, tekelci sermayenin çıkarı, ya da kendi devletlerinin çıkarı olduğunda hiç de öyle “bağımsız”, “yansız” değillerdir. Örneğin Kore savaşında bütün emperyalist iletişim tekelleri, dünya kamuoyunu Kore’nin kurtuluş savaşçıları ve komünizm aleyhine oluşturmaya çalışmışlardır. Yine soğuk savaş yıllarında bu tekeller için gerçek, sadece kapitalizmin, emperyalizmin çıkarı olmuş, Rosenbergler gibi en açık konularda bile gerçeği elbirliği ile çarpıtmayı asıl iş edinmişlerdir. Vietnam savaşı sırasında ise, Vietnam kurtuluş savaşçıları eşkıya, haydut olarak tanımlarken, önce Fransa sonra da ABD’nin Vietnam’a “özgürlük ve demokrasi” götürdüğü bütün Vietnam haberlerinin esas motifi olmuştur. TASS ise, Sovyet çıkarları gerektirdiği için “gerçeğe” daha yakın haberler vermiştir.
Şu son körfez krizinde bu ajansların “nesnel haberciliği” daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bütün haberler, canavar, haydut, soyguncu, megaloman vb. bir Saddam imajının verilmesi için biçimlenirken, ABD ve emperyalist gericiliğin yığınak ve bölgedeki eylemleri “dünya barışını kurtarmaya” yönelik girişimler olarak kamuoyuna aktarılmıştır. Örneğin, Saddam’ın rehin Batılıları stratejik bölgelere götürmesi “vahşet”, “canavarlık”, “katillik” olarak nitelenirken, o insanların yaşamının durup dururken değil, ABD, İngiliz ve Fransız uçak ve gemilerinden atılan bombalarla yok olacağı gerçeği, böylesi çıplak bir gerçek gözlerden saklanmaya çalışılmış, bu büyük ölçüde de başarılmıştır.
Yine büyük iletişim tekellerinin son Körfez Krizin-deki tutumları açıkça gösteriyor ki; sadece gerçekleşen olay ve olguları “oldukları” gibi aktarmak da nesnellik için yeterli olmuyor. Örneğin olgu ve olay olarak ele alındığında, iletişim tekelleri pek çok şeyi de “doğru” olarak aktardılar. Örneğin, ABD’nin kaç tank, kaç asker kaç savaş gemisiyle körfezde bulunduğunu, Fransız ve İngiliz güçlerinin durumlarını, Suudi Arabistan’ın Batı için önemi, Kuveyt’in Irak tarafından işgal edildiğini vb. Ama bütün bunlar zaten saklanamazdı ve saklanmaya gerek de yoktu. Tam tersine bir “cani”nin hesabını görüp Ortadoğu halklarını bu baş belasından “kurtarmak” için ABD ve öteki emperyalistler ve gericiler ne fedakârlıklara katlanıyorlardı. İşte bütün diğer “doğrular bu mesajın içine yerleştirilince sonuç gerçeğin lam tersi olarak karşımıza çıkmakladır.
Demek ki; Johannesburg’un bir banliyösündeki polis baskının, önce Reuters’in Johannesburg’daki merkezine, oradan Reuters’in haberleşme uydusuna, oradan da Londra’daki merkeze gelip, sonra da tersi bir yol izleyerek, G. Afrika radyosu ya da BBC yayınından diğer zencilere ulaşan bir yol izlemesi burjuvazi için boşa masraf değildir. Çünkü haber ancak böyle bir yol izlediğinde “ihtiyaca uygun” bir biçim kazanabilmektedir. Dahası yukarda sözünü ettiğimiz ya da her gün karşılaştığımız daha küçük ölçekli olayda görüldüğü gibi olayın kendisinin “olduğu gibi” aktarılmasının da nesnellik olmadığı görülüyor. Aynı zamanda bu olayın hangi mizansenin bir parçası olduğu olayın kendisinden çok daha önemlidir.
“Ulusal” ajansların habercilik politikalarında ise yanlılık kendini daha çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. Türkiye gibi habercilik tekelinin doğrudan devlete bağlı (AA gibi) ajanslarda olduğu ülkelerde bu ajanslar bırakalım devleti, hükümetlerin politikalarının bir aleti olarak işlev görmektedirler. Bunlar, bir yandan ülke içindeki haberleri hükümet politikalarına göre biçimlendirmektedirler. Örneğin Kürt sorununa ilişkin gelişmeler AA’da tümüyle Türk şovenizminin ihtiyaçlarına uygun olarak biçimlendirilip, “gerçek” gibi dünyaya yansıtılmaktadır.
İletişim tekeli ve basın
Burjuva demokrasisi içinde basın hem tarihsel bakımdan hem de görünüşün kurtarılması bakımından önemli bir role sahiptir. Görünüşü kurtarma bakımından diyoruz, çünkü burjuva demokrasisinin vazgeçilmez öğesi olarak lanse edilen “düşünce özgürlüğü”nün somutlaştığı, alan olarak görülür basın. Radyo, TV gibi iletişim araçları devlet vc hükümetlerin (az ya da çok) denetimindeyken, basın “özgür” bir konuma sahiptir. Basın, daha doğrusu muhalif basın hükümet ve rakip siyasi partiler aleyhine propaganda yapmakta özgür olduğu için, izlenen politikalardan hoşnut olmayan kesimlerin sesi gibi görünür. Bazen yolsuzlukları teşhir ederek, bazen hükümetin yasadışı uygulamaların açığa çıkararak basın yığınlarını gözünde de “bağımsız” ya da “yansız” görünüme sahip olur.
Ama gerçek böyle midir? Adlarının altında “bağımsız günlük siyasi gazete”, “halktan ve doğrudan yana bağımsız gazete” vb. yakıştırmalar bulunsa da, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile basın ne bağımsızdır ne de yansızdır. (Burada, elbette, devrimci-demokrat ya da komünist vb. siyasi eğilimli basın organlarını ve yerel, büyük basın tekellerinin denetimine girmemiş ya da henüz girmemiş basın organlarını bu genellemenin dışında tutuyoruz.) Özellikle kapitalizmin tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte, burjuvazinin egemenlik eğiliminin artmasına paralel olarak basında da tekeller ortaya çıkmış, böylece basın organları ya büyük basın tekellerinin eline geçmiş ya da büyük sanayi ve ticaret tekelleri basın organlarını ele geçirerek basını doğrudan denetimleri altına almışlardır.
Bugün hemen bütün kapitalist ülkelerde basın olarak sözü edilen her şeyin basın tekellerinin elinde olduğunu, hatta dünya ölçüsünde büyüyen büyük basın imparatorluklarının ulus ve ülke sınırı gözetmeksizin basını ele geçirmeye çalıştıkları artık kimse için bir sır değil. Örneğin basın için en çorak ülkelerden biri sayılan Türkiye’de bile Mordoch, Maxwell gibi basın tekellerinin çalıştığı göz önüne alınırsa savaşın boyutları ve basın tekellerinin egemenlik alanları daha iyi anlaşılır.
Ülkemiz gibi, basının demokrasi mücadelesinden çok “devletin bekası” ile ilgilendiği bir ülkede ulusal çapta yayınlanan basın organlarının büyük bir çoğunluğunun basın tekellerinin denetimi altında olması kaçınılmazdır. Nitekim ülkemizde yayımlanan basın organları (ulusal çapta yayımlanan gazete ve haber dergilerinin çoğunluğu kastediliyor) her dönemde kendilerini devletin gerçek sahibi olarak görmüşler, “devletin yüce çıkarlarını” her türden kaygının üstünde tutmuşlardır. Gazeteler kendilerini devlet koruyucusu gibi gösterirken, ünlü köşe yazarları da bazen deneyimli bir diplomat pozunda dünya politikasına “yön verirken” bazen bir savaş çığırtkanı olarak kahve politikası yapabilmektedirler. Haberler ise tümüyle günlük politikanın gerekleri içinde ve patronun tuttuğu tarafın çıkarlarına uygun olarak biçimlenmektedir.
Kısacası gazete patronunun tuttuğu tarafın çıkarlarını gözetmek koşuluyla gazeteciler “serbestçe” fikirlerini yazabilirler. Ve bu koşullar “kamuoyu” dedikleri o gizemli “birliği” oluşturur.
Bugün ülkemizde, kamuoyunun oluşturulmasında basın hala önemli bir işlev yerine getirmektedir. Politika üstünde TV’nin etkisi gün geçtikçe anmasına karşın basın hala önemli bir yere sahiptir. TV’nin açıkça hükümet yanlısı tulumu ve TV haberciliğinin inandırıcılığını iyice yitirmesi nedeniyle de basın nispeten prestijini korumaktadır. Bu nedenle de burada basının “tarafsızlığı” ve yansızlığı üstünde durmakta yarar olacaktır. Özellikle de kapitalist toplumda kamuoyunun kimler tarafından, nasıl ve ne amaçla oluşturulup yönlendirildiği daha anlaşılır olacaktır.
Basın kamuoyunu nasıl oluşturuyor
Günlük bir gazeteyi açıp baktığınızda hemen hepsinde her gün devlet ve hükümetin yukarı kademelerinde olanlara, işverenlere vb.ne gazetelerin kamuoyu oluşturma konusundaki etkinliklerinden söz edildiği görülür. Bu bezen bir seçim, bazen bir direniş ve grev ya da herhangi bir başka vesile nedeniyle olabilir. Ama “her zaman basın haklidir. Eğer basının uyarılarına kulak tıkanmasaydı, o seçim kaybedilmez, o direniş ve greve neden kalmaz, ya da o olay öyle olumsuz bir biçimde gelişmezdi! Çünkü basıncılara göre basın her şeyin doğrusunu bilir, dahası “dördüncü kuvvet” olarak ulusun ve ülke çıkarlarının gözeticisidir. Nitekim bununla aynı anlama gelmek üzere basınımızın öğündüğü en büyük “erdem”lerinden birisi de onun “bağımsız” olmasıdır. Hemen bütün büyük gazeteler, en partizan olanları bile “bağımsız” bir basın organı olmakla öğünürler. Bu çok açık bir ikiyüzlülüktür, ama etkilerinin de buna bağlı olduğunun bilincindedirler. Halk yığınları nezdinde inandırıcılığını yitiren burjuva siyasi partileri “bağımsız” basın organları aracılığı ile toplumu yönlendirmeye çalışırlar.
Kısaca söylenecek olursa, ülkemizde basın “dördüncü kuvvet” olarak, devletin çıkarlarını gözetip korumayı amaçlarken kendi yandaşı olduğu siyası parti ve kümelenmeler ile yakın ilişki içinde olduğu kapitalist tekellerin çıkarlarını gözeten bir yayın politikası izler. Muhalefetleri ve gerçek hayranlıkları bu sının aşmaz. Birbirlerinden farkları da, yandaşı oldukları siyasi eğilimlerin farkından ibarettir.
Bunu son yıl içindeki belli başlı gazetelerin sorunlara nasıl yaklaştıklarım izleyerek daha iyi anlayabiliriz.
Anımsanacağı gibi 1990’ı Gorbaçovcuların Romanya darbesiyle karşılamıştık.
Darbeyle ilgili o günlerde çıkan bazı gazete başlıkları bu basın organlarının tutumlarını da sergiler.
“Çavuşesku kışı Romanya’yı donduruyor”
“Stalinizmin son kalesi Romanya’da yine zor ve sert bir kış hüküm sürüyor” (Güneş, 15 Aralık, 8.sayfa)
N. Çavuşesku, Tameşvar’a müdahale ettiğini kabul etti. Binlerce ölü!
Avusturya radyosunun, bir görgü tanığına dayanarak verdiği habere göre, Tameşvar kenti cesetlerle dolu! (Güneş, 21 Aralık)
Çavuşesku rejimi sallanıyor. Gösterilerde: TAAS 2, AP 13 TANJUK 20 ölü! (Güneş, 22 Aralık)
Çavuşesku devrildi! (6 sütuna manşet)
Bükreş’te şiddetli çatışmalar… Yüzlerce ölü! 29 yıllık diktatörün akıbeti meçhul! (Güneş, 23Aralık)
“Romanya’da köylüye toprak!”, “Akbulut’tan Demirel’e: Türkiye Romanya değil, vatandaşa Romanya’yı gösterip toplantı ve yürüyüş yapamazsınız” (Cumhuriyet 2, Ocak)
“Çavuşesku’yu kaçıran pilot: Beni silahla tehdit ettiler” (Cumhuriyet, 3 Ocak, 4 sütuna manşet)
“Çavuşesku hanedanının son 10 günü! (Sabah, 1 Ocak 1990) (Çavuşesku’ların yaptıkları anlatılıyor)
“Romen halkının kaderini MİG uçakları belirledi! Halk sarayı alıyor!” (Sabah, 2 Ocak, 3/4 sayfa resimli)
“Doğu bloğunda yatırım yapacak işadamına öğütler!” (Sabah, 5 Ocak, köşe yazan E. Ardıç’ın yazısıyla tam 1 sayfa)
“Romanya’da yeni açıklama: ‘devrimde’ ölenlerin sayısı 10 bin. “Romanya’daki yeni hükümet, Aralık ayındaki olaylarda ölenlerin sayısını 10 bin olarak açıkladı. Daha önce sözü edilen 60 bin ölünün Çavuşesku dönemi (29 yıllık) boyunca ölenler olduğu açıklandı.” (Güneş 11. Ocak)
Yukarıdaki aktarmalar, “bağımsız”, “yansız”, “doğru” haber vermekle öğünmekte birbiriyle yanşan üç günlük gazeteden alındı. Hemen hemen hepsi de aynı manşetleri kullanmış. Ve ilk bakışta bu olayın aynen öyle olduğu imajını güçlendiriyorsa da gerçekle bu yanıltıcıdır.
Şöyle ki; Çavuşesku bir diktatördür ve iktidardan düşürülüp kurşuna dizilerek idam edilmiştir. Bütün anlatılanlar içinde tek gerçek budur. Ama gazetelerimize bakılırsa, Romanya halkı özgürlük için ayaklanmış, ayaklanmalarda 60 bin kişi Çavuşesku’ya bağlı birliklerce öldürülmüş! Ama olaylardan hemen sonra Romanya’nın yeni hükümcü ölü sayısını 10 bin olarak açıklaması ilginç. Ve utanmazca: “daha önceki açıklanan 60 bin ölü şimdi değil, Çavuşesku’ların 29 yıllık iktidarı boyunca ölenler!” Ama ölü sayısı 10 bini de bulmuyor. Kısa bir süre sonra batılı kaynaklar ölenlerin sayısını önce 80 olarak azaltıp, sonra da 28’e düşürüyorlar. Ne var ki, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Amaca ulaşılmış, dünya kamuoyu Romanya’daki darbenin haklılığına inandırılmıştır. Zaten olaylar yatışıp, iktidar sağlama alınınca, bizzat darbenin arkasındaki ABD ve Gorbaçovcular, olayın bir halk ayaklanması değil, aylar önce hazırlanan bir darbe olduğunu açıkladılar. Darbenin vurucu gücü Romen ordusu. Sokaktakiler ise kilise yanlısı gericiler ve faşist ırkçı milislerdir. Ama bunları kim anımsar. Asıl sorun yaratılan toz duman arasında kaybolmuş, kamuoyu onu tezgâhlayanların ona biçtiği rol doğrultusunda biçimlendirilmiştir.
Romanya’nın, dünya kamuoyu gündeminin ön sırasına çıkarıldığı günlerde gazetelerin konuya ilişkin haberleri kadar yorumları da; adeta tek merkezden yönlendiriliyor intibaını verecek biçimde tek tiptir. Hemen hepsi de “Çavuşesku’nun sonu”nun böyle dramatik bir biçimde sona ermesini Romanya’da Batı tipi demokrasisinin yokluğu, Stalinci proletarya diktatörlüğünün iflası, “daha da önemlisi” “basın özgürlüğü”nün yokluğuna bağlamaktadırlar. Ve bütün iddialar koyu bir anti-komünist propagandaya bulanmış olarak sunulmaktadır. Tabii bol bol, özellikle de politik çevreler kaynaklı “serbest piyasa ekonomisi” edebiyatı yapılmaktadır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Haber ve yorumlardaki “tek tip”liliğin nedeni nedir? Burada iki nedenden söz edilebilir. Birincisi; bu tür olaylarda Türkiye’deki basının uluslararası iletişim tekellerinin verdiği bilgiyle yetinmek zorunda olması ki yukarda da belirtildiği gibi bu tekeller olayları emperyalizmin genel çıkarlarına uygun hale getirerek yansıtmayı varlık nedenleri saymakladır. Ama bundan daha önemlisi bizim ülkemizde de, hemen bütün belli başlı basın organlarının, tekelci sermayenin denetiminde olması nedeniyle, uluslararası iletişim tekellerinin biçimlendirdiği haberlerden rahatsız olmaması, rahatsız olmak bir yana onlardan daha pervasızca haber çarpıtmaya eğilimli, olması tek tip haber ve yorumların birinci nedenidir. İkinci neden ise; gazetecilerimizin haber ve haber yorum anlayışının başlıca burjuva dünya görüşü ve ondan kaynaklanan bir gazetecilik anlayışıyla biçimlenmiş olmasıdır. “Bir köpeğin insanı ısırması haber değildir, ama bir insanın köpeği ısırması haberdir” anlayışı belki çok ilkel, ama temel habercilik anlayışıdır. Bu yüzden de onlar habere bir takım başka nedenlerin bir sonucu olarak değil, o anki biçimiyle okuyucunun “ilgisini” çekip çekmeyeceği, gazetenin tirajını hangi yönde etkileyeceği açısından bakmaktadır. Bu ise, kişinin kendi amacı doğrudan patrona, burjuva sınıfına hizmet olmasa bile sonuçta onların çıkarlarına uygun bir habercilik-gazetecilik yapmasına yol açmaktadır. Buna, patronların ya da vekillerinin haber ve yorumlan yakın denetimde tuttukları eklenince; “düşünce özgürlüğü” şampiyonlarının bütün havaları yok olup gitmekte, burjuva siyasi partileri ve burjuva klikleri arasında çalışma olmayan konularda (Romanya olayı gibi) tek tip habercilik ve yorumculuk kaçınılmaz olmakladır. Yeri gelmişken bir kez daha belirtelim ki; eğer değişik gazetelerde bazen değişik tutumlar görüyorsak bu sadece değişik burjuva partilerinin birbiriyle çatıştığı alanlarla sınırlıdır. Yoksa kapitalist düzeni ve zorbalığı, devlet bütünlüğünü savunmada, “ulusal sorunlarda” aralarında bir fark görmek olanaksız. Örneğin Kürt sorununda, PKK’ya karşı tavır”da, sosyalizm düşmanlığında, emekçi sınıfların örgütlenme özgürlüğü konusunda görünüşte, “muhalefetin gerektirdiği”nin ötesinde bir farklılık siyasi partiler arasında olmadığı gibi burjuva basınında da yoktur.
Demek ki, burjuva basını kamuoyunu oluştururken sadece olayların arkasındaki gerçekleri değil, olan olayın kendisini de çarpıtmakta, en şaşırılamayacak konularda, sayılarda bile oynayarak, 28’i 60 bin ya da 80 bin olarak sunmakta bir sakınca görmemektedir. Yeler ki, kamuoyu burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillensin, emekçiler yanıltılabilsin!
Kamuoyu oluşturmada bir başka yöntem: Asparagas habercilik
Asparagas habercilikle ilgili şöyle bir hikaye anlatılır. Gazete baskıya hazır hale gelir, ama bir köşede küçük bir boşluk kalır. Bir türlü oraya konacak bir haber bulunamaz. Nihayet muhabirlerden biri çareyi bulur. Oturur bir haber yazar: “Haber verildiğine göre, Karaip adaları açıklarında saatte 150 km. hızla esen tayfun 3 yolcu gemisinin, 5 şilebin batmasına, iki yolcu uçağının da içindeki 120 yolcu ile düşmesine neden olmuştur. Can kaybının anmasından korkuluyor.” Sonra haberin altında küçük bir not düşmüş: “Bu haber sonradan haber kaynakları tarafından doğrulanmamıştır.”
Bu, elbette tipik bir asparagas habercilik örneği. Ama en zararsız olanlarından. Nihayet okuyucunun biraz heyecanlanmasına neden olur, o kadar. Günümüzde çok satan kaldırım gazeteleri de, kendi okuyucu kitlesinin ilgisini çekecek, “A.Ş. gece yarısı kocasını döverek sokağa attı” gibi uydurma adlar ve resimlerle okuyucuların ilgisini çekmeye çalışıyor. Bu da bir tür asparagas gazetecilik. Ama bu da bizim konumuzun dışında. Burada bizim sözünü ettiğimiz asparagas habercilik, kamuoyunun yanıltılması yoluyla politik ve ideolojik çıkarlar sağlamayı gözeten haberlerle ilgili ki; geçtiğimiz yıl içinde bunun da tipik örnekleri yaşandı. Ama en tipik olanı Arnavutluk’la ilgili geçen Ocak ayı içinde koparılan yaygaraydı.
11 Ocak 1990 tarihli Sabah gazetesi Manşetten veriyor “Arnavutluk da patladı! ” Komünizmin Avrupa’daki son kalesi Arnavutluk’ta öğrenciler ayaklandı… Çok sayıda gösterici öğrenci, meydanlarda asıldı… Alia umutları boşa çıkardı… Tanklar sokakları işgal etmiş durumda” vs…
12 Ocak 1990 Sabah, yine manşetten: “İşkodra’da kanlı çatışma… Askerler göstericilere ateş açtı. Çok sayıda ölü olduğu bildiriliyor… Ramiz Alia ve diğer komünist önderler ortadan kayboldu… ABD Dışişleri Bakanlığı, BBC ve diğer Batılı ajanslar Tiran’da parti ve hükümet binalarının askerler tarafından korumaya alındığını doğruluyor… Ayaklanmacılar “ya istiklal ya ölüm” sloganı ile halkı ayaklanmaya katılmaya çağırıyor. Rejim karşıtlarının tanklarla ezildiği bildiriliyor…
11 Ocak 1990 Cumhuriyet: “Gözler Arnavutluk’a çevriliyor…Arnavutluk’ta Yunan azınlığa baskı yapılıyor… Arnavutluk haberleri yalanlıyor…
12 Ocak 1990 Cumhuriyet: 1. sayfa, 5 sütuna maşet “Yaygın söylenti: Tiran’da geniş önlemler alındığı, İşkodra’da olağanüstü durum ilan edildiği öne sürülüyor. (İhtiyatlı asparagasçılık Ö.D.)
Aynı günkü Cumhuriyet 14. sayfa: “Kapalı kutudan söylenti taşıyor. Arnavutlukta karışıklıklar olduğu yolunda haberler hız kazanıyor.”
15 Ocak, 1. sayfa manşet, Sabah: Arnavutluk’ta çıt çıkmıyor!
16 Ocak, Sabah: “Ramiz Alia’nın evi önünde sadece iki nöbetçi var.”
Sonraki günlerde Sabah, Aydın Bilgin’in Arnavutluk gezisiyle ilgili bir seri yazı yayınlıyor. Çizilen tablo önceki haberleri tümüyle yalanlar mahiyette. Ama ne haberlerin aslı olmadığı yollu açıklamalar, ne de röportaj, önceki haberlerin etkisini kaldırıcı mahiyette değil.
Ağırbaşlı, “ciddi”, Cumhuriyet ise, ihtiyatlı asparagasçılığına yine bir ihtiyat kaydı ekliyor: “Arnavutluk olay lan doğrulamıyor?” (13 Ocak, Cumhuriyet)
Diğer bir asparagas habercilik türü ise; doğrudan resmi makamların, açıklamalarının yalan ve yanıltma amaçlı olduğu bilindiği halde hiç bir kayıt konmadan yaygınlaşmasıdır. Bunu 12 Eylül boyunca çokça gördük. Sıkıyönetim ve Cunta’nın açıklamalarının çoğunluğu kamuoyunu yanlış biçimlendirmeyi amaçladığı bilindiği halde gazetelerimiz tarafından, “devlet ve millet bütünlüğü” uğruna büyük bir şevkle yayınlandı. Ama basınımızın bu alana yönelik asparagas haberciliği sadece “olağanüstü” durumlarla ilgili değil. Kürt sorununa ilişkin haberlerde de yine “devlet ve millet bütünlüğü” uğruna gerçekte olduğu gibi değil, resmi makamların istediği ya da işine geleceği gibi yansıtmaktadır. Bu konuda gazete yöneticilerinin oturup Bölge Valisi ile anlaştıkları biliniyor. Nitekim pek çok köy baskını ve katliamların bizzat devlet güçleri tarafından yapıldığı bilindiği halde basınımız bunları PKK’ya mal etmekten çekinmedi.
Bu konuda ilginç örneklerden biri de Hürriyet gazetesinde yaşandı: Resmi devlet politikasının en gözü kara destekçilerinden biri olan Hürriyet; aynı zamanda sansasyon “haberden” de çok hoşlanan bir gazetedir. Başına gelen de işte bu iki özelliğinin bir araya gelmesinden olmuştur.
18 Şubat 1990 tarihli Hürriyet, polis yetkililerinden aldığı habere göre, “Dev-Sol”un iki lideri D. Karataş ve B. Yağan’ın tünelde öldüğünü açıklıyor.
2 gün sonra, 20 Şubat tarihli Hürriyet, bir yeni tünel haberinde 8 gün önce “öldürdüğü” kişileri yeni tünelin ve firar girişiminin planlayıcısı dışardan yardımcısı olarak ilan ediyordu.
Burjuva basın ve yayın organlarında asparagas haberciliğin bir başka türü de olan bir şeyi olduğundan farklı göstererek, gerçekte hiç bir haber değeri olmayan bir konuyla kamuoyu gündeminin işgal edilmesidir. Bu yan, amacı bakımından bundan sonraki bölümü ilgilendiriyorsa da, oluş bakımından da asparagas haberciliğe dayanır. Bunun en tipik örneğini geçtiğimiz yıl içinde TV’nin en çok seyredilen (özellikle çocuk seyircileri etkilemek için) “7’den 77″e programında tanık olduk. Ünlü müzisyen ve sunucu Barış Manço “Allahın bir mucizesini ekrana getirdi. Afrika’dan getirilen bir ağaç, hızarda biçilirken ağacın içinden “bismillahirrahmanirrahim” yazısı çıkmış. Eğer bu yazının doğal yolla olduğu ispatlanırsa, bunun inanmayanları uyarmak için “allahın bir mucizesi olduğu”ndan başka ne anlamı olabilir? Manço ve onu buna kışkırtanlar hemen bir bilim değil, ama “ilim” adamı oldular. Doç. Dr Hasan Vurdu, bu sayın ‘ilim’ adamı yazının “doğal yolla ” oluştuğunu ve “Allahın bir mucizesi olduğu” yollu raporuyla birlikle ağaç TV’de gösterildi. Bütün gericilik ve basınımızın önemli bir bolümü bu haberi yaydılar ve konu günlerce tanışıldı. Sadece tanrının varlığı değil, Allah’ın varlığının da kanıtı olarak sunuldu ağaç. Kısa bir süre sonra iki bilim adamı yazının “doğal yolla oluşmadığı” doğrultusunda rapor verdilerse de, önceki tartışma çeşitli çevrelerde sürdü gitti.
Açıkça anlaşılacağı gibi, asparagas habercilikte amaç, yığınların dikkatini dağıtmak, doğru bilgi edinmelerini önlemektir. Burjuvazi için basının işlevi göz önüne alınırsa asparagas habercilik burjuva basının ayrılmaz bir unsuru gibi görülür. Bizim gibi ülkelerde ise, bu, bizzat devlet ve burjuva siyasi partiler ve yüksek bürokrasi tarafından da desteklenen bir kurum olarak oluşup yaşamaktadır.
Kamuoyunu yönlendirmenin bir yolu: Gündemin değiştirilmesi
Toplumsal ilerleme, ya-da tarihin oluşmasında emekçi yığınların rolü resmi burjuva ideologları tarafından reddedilse bile; çoktan beridir, burjuvazi tarafından da biliniyor. Bu yüzden de olup bitenler onu yakından ilgilendiriyor. Çünkü yığınların denetim altında tutulması ile onların olup bitenler hakkında ne düşündüğü arasında yakın bir ilişki var. Ve biliniyor ki, eğer olup bitenler hakkında yığınlar burjuvazi gibi, ya da burjuvazinin istediği gibi düşünüyorsa henüz bir sorun yoktur. Yok, eğer tersi, yığınlar olup bilenlerle ilgili burjuvazi gibi ya da burjuvazinin islediği gibi düşünmüyorsa kıyamet yakındır.
Yığınları burjuvazi, gibi, ya da burjuvazinin onların düşünmesini islediği gibi düşündürmenin değişik yollan var. Bunların ilk ikisini bundan önceki bölümlerde gördük. Olayın çarpıtılarak gerçekle olduğundan farklı gösterilmesi ya da doğrudan asparagas habercilikti bunlar. Bir üçüncü yol ise; gündemin gündem olmayan olay ve olgularla işgal edilmesidir ki; çoktan beridir burjuva politikacılar ve burjuva toplumbilimcileri, psikologları vb. gibi bir uzmanlar ordusu bunun en iyi nasıl başarılacağını araştırıyor, basın radyo TV gibi iletişim araçlarının gelişmesinin de desteğinden bu konuda ileri adımlar atıyorlar.
Bizim ülkemizde 12 Eylül’cüler gündemi zorla kendileri belirleyerek bunu yaptı; zor, basın ve TV’nin desteği ile Anayasalarına % 91 oy sağladılar. 1983’ten bu yana da Özal ve çevresi basın ve TV aracılığı ile kamuoyu gündemini belirlemektedir. Üstelik bunu basınla alay ederek ve “göstere göstere” yaptığı halde her seferinde de başarmaktadır. Hiç kuşkusuz başarısında büyük burjuvazinin, dolayısıyla basın tekellerinin bilinçli desteği vardır, ama ona muhalif olduğunu iddia eden çevreler bile onun belirlediği gündemin dışına çıkamamaktadır. Bu nedenle de “muhalefet” ciddi bir varlık olmayı, Özal ve ANAP’tan ayrılığını olduğu kadarıyla bile onaya koymayı başaramamaktadır.
Hiç kuşkusuz bunda muhalefetin ne menem bir muhalefet olduğunun da rolü vardır, ama konumuz açısından bakıldığında, bugünkü duruma damgayı basan Özal ve ANAP’ın gündemi belirleme başarısını sürdürüyor olmalarıdır.
Nitekim bu yıl içinde yapılan (gazeteler ve sözde bağımsız kamuoyu araştırma kurumlarının yaptığı araştırmalara göre) değişik “kamuoyu yoklamalarında en çok konuşulan Özal’dır. Ana muhalefet başkanı bile S. Özal, bazen da Ahmet ve Efe Özal’dan sonra gelmektedir. Bu araştırmaların ciddiliği ve aynı zamanda araştırmanın kendisinin de saptırılmış olduğu bir yana, oyları % 20’lerin altına düşmüş bir iktidar partisinin hala iktidarda olmasında, gündemi belirlemeyi elinde tutmanın rolü inkâr edilemez olsa gerektir.
Nedir gündem? Gerçekte sınıflı bir toplumda birden çok gündem vardır, ama bunlardan birisi öne çıkıp diğerlerini baskısı altına alır ve bu yüzden de bütün bir toplumu ilgilendiren binek gündem varmış gibi görünür. Gerçekte ise, her sınıfın gündemi ayrıdır. Bugün, bizim ülkemiz koşullarında bakıldığında; birbirine karşıt iki gündemden söz edebiliriz. Birincisi emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesinin konularından oluşan gündem, diğeri ise egemen sınıfların emekçi sınıfların mücadelesini baltalamak için kendi konularını öne çıkardıkları gündem ki, basında son bir yılda öne çıkan konulara baktığımızda; egemen sınıfların öne çıkmasını istedikleri sorunların, daha doğrusu sorunun kendisi emekçileri ilgilendirse bile egemen sınıfların istedikleri biçim ve kapsamda gündeme geldiği görülüyor. Soruna daha yakından bakıldığında ise, egemen sınıfların partileri içinde de gündemin Özal ve hükümet-ANAP üçgeni tarafından belirlenip yönlendirildiği görülüyor. Öyle ki, Özal’a muhalefet ettiğini iddia eden Sabah ve Cumhuriyet gibi gazeteler bile bu üçgenin çizdiği sınırları aşamıyor.
1990’ın başından itibaren belli başlı gazetelerin hangi konuları öne çıkarıp kamuoyu gündeminin konusu haline getirdiğine bakarsak, uluslararası planda ve uluslararası basın tekellerinin biçimlendirdikleri tarzda işlenen Bush-Gorbaçov zirveleri, AGİK, NATO, Gladio ve benzeri sorunların yanı sıra bizim basınımız tarafından üç-dört konunun yılın asıl gündemini oluşturduğu görülüyor. Bunlar, din, laiklik, Özal’ın yetki/yetkisizliği ve anayasa değişikliği, “erken seçim” ve cinsellik olarak öne çakıyor. Bunların dışında savaş, Kürt sorunu ve yılın son çeyreğinde grevler egemen sınıfların isteği dışında gelip gündeme girmişler ama onlar da basın tarafından egemen sınıfların çıkarlarına uygun, en azından onlar tarafından kabul edilebilir biçimler altında kamuoyuna sunulmuşlar.
Daha yılın ilk günlerinde, Romanya olaylarının dumanı üstündeyken, şu meşum “Ayasofya’nın cami yapılması” sorunu bizzat bakanların önderliğinde dinci çevreler tarafından öne çıkarılmış. Bu çıkış, orduda irtica soruşturması ile “dengelenirken”, türban kargaşası da yeni yılın ilk günlerinde yeniden alevlenmiş.
Tabii ki Ayasofya’nın ibadete açılmasına Cumhuriyet ve yazarları karşı çıkarken, örneğin Boğaziçi üniversitesi ve İlahiyat Fakültesinden bazı öğretim üyeleri de karşı çıkmışlar.
Daha birkaç yıl önce “dinin toplumu bütünleştiren bir unsur” olduğu gerekçesiyle dinciliği kışkırtıp okullarda din öğretimini zorunlu yapan kendileri değilmiş gibi, Hava Kuvvetleri “İrtica soruşturması” açmış ve gazetelerimiz, Generaller “ne yaparsa doğru yapar” anlayışıyla sorunu kamuoyuna sunuyorlar…
Dinciler 1990’da da bilinen taktiklerini sergiliyorlar. Konu “türban”. Kimi üniversite türbanı “yasaklarken” kimisi serbest bırakmış. Konuya ilişkin görüşler ve demeçler hemen yılbaşından itibaren yoğunlaşmış.
Din tanışması; 8 Ocakta “Diyanet Kuran’ında büyük yanlış: ‘tövbe etmeyeni öldürün” haberiyle biraz daha alevlenmiş.
22 Ocakta Adnan Hoca ve müritlerine baskın”la şenlenirken, Özal’ın New York’ta Azerilerin Şiiliği ve “bize uzak olduğu” konusundaki demeci muhalefeti de Türkçüleri de tartışmanın içine çekerek din tartışmasını koyulaştırmış. Yine Ocak sonunda Alevi-Sünni tartışması da “laiklik” sorununu da tartışmaya “Alevilik” renginde yeniden sokmuş. Ve 25 Ocakta Diyanet Özal’a manşetten yanıt vermiş. Ve aynı günlerde, Alevilik Nokta dergisine kapak olurken, adeta bir merkezden yönetilircesine ve alışılmış tepkinin çok ötesinde bir “duyarlılıkla” belli başlı gazetelerin manşetine çıkmış. Dahası, hızını almayan Cumhuriyet, Güneş, Sabah 15-20 gün sürecek “Alevilik” dizileri başlatıyor ve 1300 yılık yeni keşfedilmiş gibi “dedelik”ten cem törenlerine okuyucuya açılıyor. Bu ara öteki kazançları bir yana bırakılsa bile gazeteler büyük tiraj alıyor ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez 200 binin üstüne çıkıyor. Tabi bu arada dedeliğin yeniden ihyası için “ilericiler” görüşler öne sürüp, Aleviliği irticaın panzehiri olarak ele aldıkları doğrultusunda, yorumlar öne sürülüyor. Alevilikle ”sosyalizm” ve “hümanizm” keşfediliyor. Kendilerinden önce o yollardan geçenlerin nereye vardığı görmezden geliniyor. Dine karşı dini çıkararak irticaın alt edileceği hayalleri yayılıyor, taktikler geliştiriliyor. İrticai generaller yoluyla yok edemeyeceğini nihayet “anlayan” uyanık aydınlar, Atatürk’ün verdiği bu görevi bu sefer de alevi emekçilerle yapmaya çalışıyor.
Bizde gündemin başköşesine çıkarılınca olacak, İngiliz ve Amerikan gazeteleri de Türkiye’de İslam’ın tehlikeli bir atak” içinde olduğunu yazmışlar ve laiklik savunucusu basınımız da bunları hemen aktarmış.
Laiklik-din tartışmasını gündeme getirmenin bir vesilesi de M. Aksoy, Ç. Emeç, T. Dursun ve B. Üçok’un öldürülmesi olmuş. Ve gazetelerimiz, irtica ile bu aydınların öldürülmesi arasında bağ gördüğünden irticayı lanetlemiş, ama geçen sayımızda da değindiğimiz gibi dinciliği eleştirirken ona laiklikten ödün de vermiştir.
Türban sorunu, bazen hükümet tarafından kışkırtılarak, bazen YÖK’ün tezgâhlamasıyla yıl boyunca gerici çevrelerin en kar getirici sermayesi olmuş. Basınımız da konuyu öne çıkararak gericiliğin propagandası için ortamı uygun hale gelirmiş.
Din olur da, peygambersiz olur mu? Ama günümüzde “gerçeği” pek bulunmadığından yalancısı gündeme girmiş. Ve basınımız habercilik adına ABD’de çıkan “yalancı peygamber”i (sanki doğrucu peygamber varmış gibi) tefrika etmiş. Örneğin Nokta Dergisi 4 Şubat 1990 tarihli sayısını bu yeni “UFO dini”ne ayırmış:
“Hollywood’daki peygamber Sir George King:Tanrı dünyalılarla doğrudan değil Merihliler aracılığı ile görüşüyor.’ dedi. Türkiye, İngiltere ve ABD’de yeni dinin temsilcileri… Kozmik iletişimle yazdırılan kutsal kitaplar…Nokta, tapınaklarına girdi… ayinlerine katıldı, ‘peygamber’le konuştu. …’ ‘İsa bir tüp bebekli… Kuran 1999’e kadar tüm haberleri içinde toplamıştır… vs. vs.”
Görüldüğü gibi tam gündemi saptıracak konu. Bir yandan “iletişim”, “UFO”, “kozmik ışın” gibi “çağdaş” ama spekülasyona açık “zararsız” konular. Öte yandan 1999’a kadar da olsa Kuran’a bir “doğrulama”. Hollywood-peygamber sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle boş (gerçekte boş değil, lam bir kafa karıştırma çabası) tanışma için sınırsız bir malzeme.
Günlük basınımızda gündemi çarpıtmaya yönelik diğer malzeme ise; Özal, ailesi, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri ve erken seçim olmuş.
Gazeteler gözden geçirildiğinde şu pek çarpıcı olarak görünüyor. Yılın ilk günlerinde “Özal’ın Çankaya’daki yetkileri” tartışılmaya başlanmış hemen her gün gazetelerde bu konu, bazen “aile”nin bulaştığı rezalet ve yolsuzluklarla süslenerek, bazen de erken seçim ve ANAP içi tartışmalarla iç içe sürmüş, nihayet son haftalardaki “sine-i millet” tartışmalarıyla yeni boyut kazanmıştır.
Bu tartışmalar içinde Özal’a övgüden sövgüye her şey söyleniyor. Muhalefet için de, “beceriksizlikken “kurtarıcı”lığa her yakıştırma yapılıyor ama “ilericisinden” gericisine basın şundan özellikle kaçınıyor: Özal değil de, İnönü ya da Demire! Cumhurbaşkanı olsa diktatörlük daha mı demokratik olurdu, ya da erken seçim neyi değiştirecektir, emekçiler daha çok mu özgürlüğe sahip olacak, daha iyi mi yaşama ve çalışma koşullarına kavuşacak sorusunun sorulup tartışılmasından… Sadece herkes kendi tuttuğu taraf gelirse her şeyin daha iyi olacağı konusunda demagojik bir kampanya yürütüyor.
Ve “kamuoyu yoklamaları” da kaçınılmaz olarak yığınların işte bu konuları konuşarak yatıp kalktıklarını gösteriyor.
Son bir yıllık gazetelere göz atıldığında basınımızın “kamuoyuna” sunduğu konulardan birisinin de Cezaevleri, idamlar, ceza uygulamaları vb. olduğu görülüyor. Bir yandan cezaevlerindeki kütü yaşama koşulları ve yıllardır cezaevinde yatan devrimci tutsaklara baskı ve politika dışına itme çabalarına karşı tepkileri, öte yandan bakanlığın ikide bir “iyileştirme” adı altında cezaevlerinde baskıyı artırma girişimleri ve tabii bu girişimlere karşı gösterilen ve genellikle “açlık grevi” biçimindeki tepki basınımızı, aralıklarla da olsa, yıl boyunca meşgul etmiş.
Soruna iletişim ve iletişimin kamuoyu oluşturmadaki rolü açısından bakıldığında konuyu gündeme getirmek ve gündemde tutmak isteyenler, toplumumuzun en duyarlı kesimi olan ilerici demokratik çevreleri böyle hassas oldukları bir konuyla sürekli oyalamayı, onların özgürlük ve demokrasi mücadelesinin diğer sorunlarından uzak tutmayı amaçladıkları görülüyor. Özellikle son yıllarda kazanılan haklara saldırının arkasında bu niyetin yattığı açıkça görülüyor. Adalet Bakanlığı ya da hükümet, sık sık “idamlar” ve “cezaevleri” sorununu bu nedenle gündeme getirmeye önem veriyorlar. Ama tabii bir taşla da iki kuş vuruyorlar çoğu zaman. Bir yandan içerideki ve dışarıdaki devrimci demokratları cezaevleri sorunuyla ilgilenmeye zorlarken, öte yandan da cezaevlerinde yaşama koşullarını kötüye götürme girişimlerini yoğunlaştırarak, kimi kazanılmış hakları da yok etmeyi başarıyorlar.
Kamuoyu gündemine özellikle sokulan konulardan birisi de cinsiyetle, özellikle de kadın cinsiyle ilgili sorunlar.
Bugün bütün kapitalist ülkelerde, kadının ve cinsiyetinin bir meta olarak kullanıldığı, basının da “tiraj artırmak ve bilinç çarpıtmak” vb. amaçlarla bu imajı kullandığı biliniyor. Bizim ülkemizde ve diğer kapitalist ülkelerde sadece kadın ve cinselliğini konu edinen pek çok dergi ve gazete var. Sadece bizim ülkemizde, şu anda çıkan, bu konuya ilişkin dergi ve gazetelerin adı bile bu sayfayı doldurur. Ve elbette bir yanıyla bu yayınlar, en azından, kamuoyunun sağlıksız oluşmasının bir unsuru oluyorlar. Ama bu yan bizi bu yazı çerçevesinde doğrudan ilgilendirmiyor. Burada bizi ilgilendiren “ciddi” yayın organlarının konunun ciddi yanı üstündeki yayınları.
Son 1 yıl içinde çıkan belli başlı gazetelere bakıldığında, kadın sorunu türbana, İslam dininin kadını ele alışına ya da feminist çevrelerin etkinliklerine bağlı olarak gündem konusu olmuş. Ama bunların yanı sıra, Sabah, Güneş, Hürriyet, Günaydın gibi gazetelerle Nokta dergisi kadının erotik yanını öne çıkaran, bunu bazen “bilimsel gerekçelere” dayanarak, bazen de “kadın hakları” uğruna yaptıkları iddiasıyla yapmışlar ve bu yayını kesintisiz sürdürmüşler.
Dinciler “sürekli olarak dinde kadının “yüce bir varlık” olduğunu iddia ederken, aynı zamanda din kurallarını savunurken de kadını aşağılamışlar (M. Keçeciler, C. Çiçek gibi bakanlar konunun gündemde tutulması için özel bir çaba harcamışlar), laik ilerici kadın çevreleri ise, bu saçma sapan tezler üstüne paneller, gösteriler düzenlemek, gazete köşelerinde makaleler yayınlamak gibi pek çok etkinlik gerçekleşmiştir. Örneğin C. Çiçek “flörtle fahişelik aynı şeydir”, arkasından Korkut Özal, “kadının elini sıkan erkeğin abdesti bozulur”, ya da bir başka ticani “eğer kadının sesi erkek tarafından duyulacak kadar yüksekse bu ses zinası olur, onun için kadınlar ağızlarına birer küçük çakıl tanesi alarak konuşmalıdır” gibi şeyler zırvalıyorlar. Bir de bakıyorsunuz herkes bu zırvaları tartışmaya başlıyor. Kimisi bunların “İslam’ın inanç sistemi” olduğunu iddia ederek savunuyor, kimisi “bunlar sonradan uydurulmuş, Müslümanlık gibi kutsal bir dinde böyle şeyler yoktur”, kimisi de “bu laikliğe aykırıdır” diye fetvalar vererek sonu gelmez tartışmalar başlatıyorlar. Ve sonra bir sonuca ulaşamadan bu tartışmalar yatışır gibi olunca bilmem hangi din adamı, kadınlar için “yeni” bir dini yasağı anımsayıveriyor, haydi yeni bir tartışma başlıyor. Bu arada, birisi yeni bir zırva dini yasak öne sürünceye kadar eskisi üstünde tepişiliyor.
Söylenenlerden de anlaşılıyor olmalı, ama bir kez daha belirtelim ki; burada amacımız ne irtica sorununu küçümsemek, ne Özal-ANAP hanedanının yaptıklarının gözden uzak tutulmasını istemek, ne de şeriatın kadına karşı düşman tutumunu önemsemezliktir. Ama yanlış olan gündemin bunlarla doldurulmasıdır. Asıl orman dururken bir bir ağaçların gündeme getirilerek kamuoyunun burjuvazinin islediği doğrultuda oluşmasının sağlanmasıdır. Nitekim yakardaki konuların nasıl gündeme getirildiğine bakıldığında şu açıkça görülüyor. Bütün bu konular alevlendirilerek hükümet ve devletin çeşidi kurumları ya da bu kurumların başındaki kişilerce gündeme getirilmiş, basın da bu konuyu bilerek ya da yukarda sözü edilen zaaflarından dolayı alıp tartışma ortamına sokmuştur. Eğer yakından bakılırsa. Laiklik ve din tartışmasının çeşidi bahanelerle hep dinci çevreler tarafından ısıtılıp gündeme sokulduğu, cezaevleri ve idam sorununun yine hükümet ve Adalet Bakanlığı tarafından sık sık gündeme getirildiği, kadın sorununun da yine dinci çevreler ve hükümet tarafından gündeme sokulmaya çalışıldığı görülecektir. Hatta Özal ve ANAP yönelik sözde kötüleme ‘kampanyalarının bile bizzat ANAP ve Özal’a çevresinden yönlendirildiği şüphe götürmez bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Çünkü kötülüyor gibi görünen propaganda öylesi bir mizansenin parçası ki, kötüleme bile Özal-ANAP hanesine yazılıyor. Bu yüzdendir ki, kamuoyumuz yıllardır hükümetlere karşıymış gibi, gericiliğe karşıymış gibi konuları tartıştığı halde ne hükümetler bundan ciddi biçimde etkilenip tavır değiştiriyor ya da kendileri değişiyor ne de gericilik zayıflayıp inine çekiliyor.
Kürt sorununun silah zoruyla da olsa kendini gündeme getirip yerleştirdiğini daha önce belirtmiştik Ağustos başından itibaren de savaş kendini gündeme soktu. Yılın son çeyreğinde ise, bir genci grev ihtimalinin artmasıyla birlikle işçi sınıfının sorunları gündeme girdi. Bunlar elbette gündemin gerçek maddeleri ama burjuvazi ve basını bu gerçek maddeleri çarpıtarak, kendi işine gelecek biçimde biçimlendirerek gündemleştirmeye çalıştı, çalışıyor. Kürt sorunu “bölücü”, “terörist” demagojisi içinde, savaş sorunu en ciddi basında bile “Türkiye’nin çıkarları” etrafında, işçi sınıfının sorunları ise, ücret ve “hükümetin sorun çıkardığı” merkezinde tanışmaya sunulmaya çalışılıyor. Yine burada da burjuvazinin elindeki en etkili kamuoyu çarpıtma aracı basın, özellikle de belli başlı gazeteler.
Kısaca söylenecek olursa, elbette Laiklik ve dincilik de, Özal-ANAP iktidarının bütün pislikleri de, seçim ve parlamento da, cezaevleri ve idamlar sorunu da, kadınlar üstündeki cins baskısı da toplumun bir sorunu olarak tartışılacak bu konulara ilişkin talepler için de eylemler gündeme gelir, gelecektir. Ama burada yanlış olan, bizim bunların zorla ve suni olarak gündeme sokularak gündemin çarpıtılması dediğimiz: bunları kapitalizmin, dini afyon olarak kullanması ve toplumsal işlevinden bağımsız olarak dinin, bizzat diktatörlüğün yapısından bağımsız olarak hükümet ve Özal’ın, demokrasi mücadelesinin ana sorunlarından bağımsız olarak idam ve cezaevleri sorununun, ya da emekçilerin kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmayan bir cinsiyet sorununun gündemi çarpıtması, kamuoyunun yanlış biçimlenmesine yol açmasıdır.
Kamuoyunu oluşturmada en etkili ve en sinsi araç TV
İletişim ve kamuoyu oluşturulması konusunda inceleme yapan uzmanların ortak kanısı, Alman kamuoyunun oluşturulup NAZİ partisinin amaçları doğrultusunda yönlendirilmesinde radyo belirleyici bir rol oynamıştır. NAZİ’ler radyoyu başarılı bir biçimde kullandıkları için öyle uzun bir süre iktidarda kalabilmişlerdir.
Gerçekten de 1920-1930’lu yılların harikası radyodur. Belirli sayıda basılan ve ancak her gün belirli bir para ödenerek alınabilen ve ayrıca da “okuma güçlüğü” gibi bir sorun da taşıyan gazeteye göre radyo, milyonlarca insana aynı anda hitap edebilmesi, dinleyiciye seçme şansı bırakmaması, devlet ve hükümet yetkililerince kolayca denetlenebilir olması vb. bakımdan yepyeni ve yazılı basına göre ölçü kabul etmez üstünlüklere sahipti. Ve gerçekten de NAZİ propaganda Bakanı Göbbels’in liderliğindeki NAZİ propagandası radyoyu kendi insanlık dışı amaçları için başarıyla kullandı.
Ama bugün radyonun pabucu dama atılmış durumda. Şimdi radyoya üstünlüğü ölçü kabul etmez bir başka iletişim aracı var. TELEVİZYON!
Radyo, sadece sesle kulağa hitap ederken TV hem kulağa hem göze hitap ettiği gibi “inandırıcılık” olarak da tanışılmaz bir üstünlüğe sahiptir. Bu yüzden de TV hem kamuoyunun burjuvazi tarafından oluşturulup yönlendirilmesi bakımından hem de burjuva siyasi partilerinin kendi aralarındaki yarışla neredeyse belirleyici öneme sahip olmuştur. Örneğin Uzmanlar 1961’deki Nixon-Kennedy yarışını Kennedy’nin kazanmasını TV’yi Nixon’dan iyi kullanmasına bağlıyorlar. Ya da 1983 seçimlerinde ANAP’ın başarısını yine TV’nin Özal tarafından iyi kullanılmasına bağlanıyor. Kuşkusuz bu kesin savlarda yine bir “uzmanlık” hastalığı görmek olasıysa da kamuoyunun yönelişinin etkilenmesinde TV’nin önemli bir payı olduğu da inkâr edilemez.
Burada, insan düşüncesine etki edilmesinde görme ve işitme duyusuna aynı anda hitap etmenin önemi tartışılamayacak kadar açık. Dahası zaten okuma alışkanlığının asgari düzeyde olduğu kapitalist toplum insanı birçok bakımdan kendine hiç bir zahmet vermeden, üstelik de bütün alışkanlıklarını ve zayıflıklarını istismar ederek kendisini “eğlendiren” bir araca esir olmaya hazırken, TV’nin etkisi daha da tartışılmaz oluyor. Örneğin herhangi bir konuda normal tanışma kuralları içinde kabul edemeyeceğiniz şeyleri TV öyle bir mizansen içinde sunuyor ki; farkında olmadan bilinç olarak karşı olduğunuz bir şeye yandaş olabiliyorsunuz. Bir Amerikan askerinin Kore ya da Vietnam da başına gelenler öyle sunuluyor ki, ona acıyor, ya da hayran olabiliyorsunuz. Ya da bir İngiliz misyonerinin hasta zenci çocuklara gösterdiği “ilgi” öyle başınızı döndürüyor ki, yerlilerin ona gösterdiği tepkiyi “ilkelin vahşiliği” olarak suçlanabiliyorsunuz. Çoğu zaman da önceleri size çok itici gelen sözcükler giderek sizin kullandıklarınız arasına giriveriyor… Böylesi etkili bir araç TV… Hele haberler ve haber programlar belirli bir dünya görüşüne sahip kliklerin elindeyse, dünyada hem Olup bitenlerin resmini ekranda seyredip hem de olan bitenin gerçekte olandan tamamen farklı şeyler olduğu konusunda “bilgilenebilirsiniz”. Çoğu zaman da öyle oluyor. Ekranda olay izleniyor, ama fondaki ses olayın nedenlerini bildiği gibi aktarıyor, sonra da yapılmış pek çok röportajdan sadece işine gelenleri ekrana getirip olayı kanıtlarla açıklığa kavuşturmuş oluyor. Hele bizim gibi haberciliği ve programcılığı da azgelişmiş olan ülkelerin TV’si için o gün dünyada olup biten, önce Cumhurbaşkanının, sonra Başbakanın, sonra bakanların söyledikleri, daha sonra da Bush ve Gorbaçov’un o gün ne yaptıklarından ibarettir. Bunların dışında bütün olup bitenler ise, onların olmasını istedikleri gibi sunulur. Örneğin dünyada hiç Kürt yoktur. Kürtlük adına savaşanlar da, “vatan haini”,”Türklük düşmanı bölücüler”dir. Ya da, Örneğin Zonguldak’ta bir grev yoktur, varsa bile her gün on binlerce emekçi sokaklarda hükümeti protesto etmiyordur. Ama Yunanistan grev ve genel grevlerle çalkalanıyordur. vs. vs.
Evet; burjuvazi, kamuoyunu oluşturmak ve yönlendirmek için bütün olanaklara sahip görünüyor. Ama gerçeğin sadece bir yanı bu. Birde bütün değiştirme çabalarına karşın direnen nesnel gerçeklik ve gerçeği bütün çıplaklığı ile sergilemek için savaşan yeni bir toplum kurma uğruna savaşan güçler var. Dolayısıyla da aralarında araçlar bakımından güç farkı olsa da kamuoyunu kamunun çıkarı doğrultusunda oluşturmak için çaba gösterenler var. Gerçeği çarpıtmak isteyenler olduğu sürece de olacak. Yani, burjuvazinin propagandası karşısında başka bir dünya görüşünün propagandası var. Burjuvazinin iletişim tekeline karşı proletaryanın, emekçilerin kendi iletişim araçları kendi iletişim kaynak yolları var. Bu da bir dahaki yazımızın konusu olacak.

Ocak 1991

Gramsci’nin Defterleri

12 Eylül öncesi devrimci çevrelerde esamisi okunmayan Gramsci ’80 sonrası de-politizasyon sürecinde gerek cezaevlerinde, gerekse dışarıda adeta keşfedildi, ilgi odağı haline geldi. Ahmet Altan, Latife Tekin, Milan Kundera’lı dönemin kitaplarıyla birlikle Gramsci’ninkiler de vitrinlerde boy gösterdi. Halen ilgi göstermeyenlerce bile, Mussolini İtalya’sının zindanlarında on yıl kadar yatmışken, hastalıktan öldüğü ve ardında Hapishane Defterleri olarak ünlenmiş külliyat bırakmasıyla tanınıyor. Ülkemizde devrimin ‘zor’ yıllarında Gramsci çok tartışıldı, yorumlandı, inkârcı-tasfiyeci bloklara esin kaynağı oldu. Marksist hareket kendi sorunlarını aşamamanın sonucu olarak ideolojik mücadelede de durgunluğu yaşadığı yıllarda Gramsci’yc eğitemedi. Bundan dolayı bu yazı sorunu ele alma açısından ilk olma özelliği de taşıyor.
Lncelendiğinde:Gramsci’de günümüzün devrim bekleyen sorunlarına ışık tutucu bir şeyler bulmak bir yana onda Marksizm’in “arıtılmış” bir revizyonu görülüyor. O’nu baş tacı edenlerin de “eleştirel” yaklaştığını, “ama doğru ve haklı olduğu yanlar var” diyenlerinde ” Defterlerin cazibesinden kurtulamadığım görülüyor.
Günümüzde yasal “sosyalist basın”da, dergilerde savunulan sınıflar-üstü devlet, iktidar, muhalefet tahlillerinde yeni sentezler yaratmak için yapılan “Kuruçeşmeci Birlik” panellerinde Gramsci’den adı anılsın anılmasın, yoğun izler var. Euro-komünist akımlara, modern revizyonizme referans oluşturması gerilerde kalmış gibiyken Gorbaçov’un “Glasnost”uyla kapitalist devir ve kurumların modern revizyonizme tam olarak monte edilmesi sürecinde Gramsci yine güncellik kazandı. “Tahakkümcü Tarih Yazım”ına karşı çıkanlar, kapitalist sistemin kazandığı geçici “başarıları” burjuva tahakkümün hanesine yazmaya başladılar. Buharini, Troçki’yi aklama kampanyaları yürüttüler. Stalin eleştirisi adı altında Stalin’in ve sosyalizmin tüm başarısı “başarısızlık” olarak tersyüz edildi.- Marks’ın, Lenin’in düşüncelerinin kurduğu sistemin iflas ettiği ileri sürüldü, sürülüyor. “Nasıl bir sosyalizm” arayışları, “Marksist ve devrimci olmadan demokrat olma”, “Plüraüst sosyalist demokrasi”, “çöken sosyalizme alternatif yaratmak”, “gelecek sosyalist toplumun ilişkilerini bugünden hayatın her alanında kurma, yeni insan tipi yaratma” saçmalıklarıyla ikame ediliyor. Ekim Devrimi, kapitalizmin yeterince olgunlaşmadığı, sosyalist ilişkilerin gelişmemişliği üzerinde gerçekleştiği için Troçkistler “sivil toplum”cular tarafından suçlanıyor. Marksizm e saldıran tüm oportünist ve revizyonistler Gramsci”de bir şeyler bulabiliyor. Bu tesadüf müdür? Elbette değil. Gramsci’de de benzeri anti-ML saldırılar ya da bu saldırılara dayanak olacak “sentezler” oldukça fazladır.
Ülkemizde Marksizm’e yönelik saldırıların uluslar arası kökeni hep olmuştur. Saldırı sahipleri bunları kendi öz yaratıları olarak sunsa da çoğu kez basil bir taklitten öteye geçememişlerdir. Bir zamanlar eksiğiyle doğrusuyla Marksist teori ve pratiğin sürdürücüsü olduğunu iddia eden birçok grup ve çevre bugün 12 Eylül “yenilgisinden ders çıkarma adı altında; “teorimiz yanlıştı, yanlış pratik yaptık sonuçta hepimiz yenildik, o halde teoriyi yeniden kurmak gerekir” diyerek “yenilgi” sürecinin ruh haliyle sırça köşklerinde teorik yeni sentezler oluşturuyorlar. Daha sonra da bu teoriyle sosyal pratiğe yön vereceklermiş. Şu tarihsel materyalist bir gerçektir ki, devrimci kabarışın yenilgi yıllarında, gerek içeride, gerekse dışarıda karşı devrimci zordan en çok etkilenenler bu gün teorik sağcılık yaymaktan öteye bir şey yapamıyorlar.
Gramsci’yle ülkemizde savunulan sağcı tez sahiplerinin “örtüşmesi” hiç de şaşırtıcı değil. Sınıflar mücadelesinin zor dönemeçlerinde, sınıflar ve onların teorik düşünceleri de (öncü partilerinin de) sınavdan geçer. Yenilgi sadece proletaryanın ve öncü müfrezesinin örgütsel gücünde aşınma ve düşüş değil sınıfın ideolojik mücadele cephesinde de erozyona yol açar, boşluklar yaratır. İşte bu boşlukla, “davaya inançsızlık”, “anti-otoriter olma”, “kuşkuculuk” kendine canlanacak kanallar bulur. Bizdeki sağcı tezler, sınıflar-üstü bakış açısı, bireycilik, anti-otoritercilik, örgüt düşmanlığı ve işçi sınıfının gücüne inançsızlığın Eylül koşullarında canlanması ve etkisinin giderek yok olmaya, yerini “devrimci eylem ve direniş sloganlarına terk etmeye başlamış olması da tarihsel sürecin diyalektik ve maddeci yolunu, Marksist dünya görüşünün bilimsel yasalarına uygundur. Yine ülkemizde “yenilgi” yıllarının “zor”unun katalizörlüğüyle savrulan aydınlarının düşünceleriyle Gramsci’nin Faşist Mussolini İtalya’sının zindanlarında ürettiği felsefe ve ideolojiyi olumlayıp baş tacı etmeleri anlaşılır bir şeydir. Tarihte benzer nesnel koşullarda, benzer ideolojik olgular canlanabilir, kavramsal farklılıklar (orijinallik diye uydurulanlar) hariç.
Gramsci’den de esinlenen Marksizm’e yönelik saldırlar uluslararası planda olduğu gibi, ulusal planda da şu noktalarda yoğunlaşıyor
1 – ) “Marksizm’in bilim olmadığı, onun kendisinin de herhangi bir olgu gibi tarafsız incelenmesi gerektiği” tezi.
2-) “Marks’tan günümüze uzanan süreçte ardılları tarafından (özellikle de Stalin kastedilir) Marksist teorinin ekonomisi ve dogmatik yorumlandığı, bozulduğu, Marksizm’in “yeni sentezlere ihtiyaç duyduğu” tezi.
3 – ) “Tek tek ülkelerdeki reel sosyalizm pratiklerini flaşının nedeni Marksizm’in ekonomist ve dogmatik yorumudur, yine devrimci kalkışmaların yenilgi nedeni ile Marksist teorinin dogmatik pratiğidir. Marksizm’e yeni ütopyalar kazandırmak gereklidir, öncelikle sosyalizm projemizi yeniden oluşturmak gereklidir” tezi.
4 – ) “Üst yapı ekonomik alt yapıdan özerktir. Üst yapıda farklı iktidar düzeyleri (sivil toplum-politik toplum) vardır. Devletin bir sınıfın baskı aracı olarak ele alınması basitliktir, sivil toplumda hegemonya sağlayıp yönetici olunabilir. Bunun için burjuvazinin feodalizme yaptığı gibi Marksizm yönünden de bir Rönesans gereklidir, gelecek toplumun ilişkilerini toplumda ve örgütte bugünden kurmak, geleceğin yeni insan tipini yaratmak zorunluluğu” tezi. (Dördüncü şık diğer tezlerle beraber “Yeni Öncü” çevresi “Kuruçeşmeciler”ce ’80 sonrasında yoğun olarak ‘tekrar’ edildi, ediliyor. Bu kervana Taner Akçamdan sonra eski Dev-Yoi geleneğinin sürdürücüsü olarak ortaya çıkan Melih Pekdemir de katılmışa benziyor. Ünlendi Demokrat Marksizm’e kin kasan 12 Eylül arlığı aydınlara sayfalarını açmada cömert davranmış. En azından Melih Pekdemir’in “devrimci, komünist olmadan önce demokrat olmak” tezi ve Demokrat’ın ikinci sayısındaki “Üst yapıda farklı iktidar düzeyleri ve toplumda farklı muhalefet odakları arayan sınıflar-üstü devlet (devlet içinde ‘özel çekirdek’) ve toplum tahlilleri bizce bu arkadaşların eski “oligarşik diktatörlük” tahlillerinin sağ-reformist yanlarının derinleştirilip sistem haline getirilmesinin göstergesidir.
Gramsci felsefesi, Hegel felsefesinin basit bir devamıdır
Gramsci Hegel’i yüceltir; “Hegel’in sistemi incelenirken gerçekliğin ne olduğu, aynı sistemde ve tek bir filozofun yapıtında bu çelişkilerin bilincine erilmiş olduğunu anlamaktayız” der. Marksizm’e gelene dek gerçekliğin bilincine insanlığın binlerce yıllık tarihi sürecinde filozoflarca varılamadığını biliyoruz. Bilince varmak için gerekli koşullar; Marks’ın, Engels’in yaşadığı, kapitalizmin çelişkilerinin arttığı, proletaryanın sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı nesnel koşullardı. Hegel diyalektik olarak, ama gerçekliği, “başı üzerinde” kavradı. Binlerce yıllık insanlık tarihinin yanılsama içinde yüzüşünün zirvesiydi Hegel.
Gramsci’de Hegel’i bu yüceltişe, Marksizm’i küçümseyiş eşlik ediyor. “Bir anlamda praxis felsefesi (Marksizm’e Gramsci’nin yakıştırdığı kavram. YN) Hegel felsefesinde meydana getirilen bir reform ve bir gelişmedir” Doğal olarak Gramsci kendi felsefi sistemini, Marksizm’in yenilenmesi, devamı ve gelişmesi olarak da görmektedir. Onda ideolojik felsefi gelişim dahi entelektüel gereçlerin basit bir yığışması, sıçramasız, çelişkisiz, yadsınmasız bir “sentezi” olduğundan Marks’ı Hegel’in devamı, dolayısıyla bizce kendini de Hegel idealizminin canlanış biçimi olarak sunuyor.
Bu yazıda Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nden göstereceğimiz bölümlerde ve yer darlığı nedeniyle değinemeyeceğimiz yerlerde bu Hegelci idealizmi görmek olanaklıdır. Gramsci’nin sisteminde bilimlerin doğuşu, gelişimi; felsefe, ideoloji, kültür vb. tüm üst yapısal olgular özerktir, bağımsız bir tarihleri vardır. Birbirleriyle açıklanırlar. Onun tarihi adeta “fikirler mücadelesi”dir. O sınıfların ezilmesini birbirlerine boyun eğişini, egemenliklerini, iktidarını fikri üstünlüğe bağlar, “…bir toplumsal grup, başka bir toplumsal gruptan fikir bakımından una boyun eğdiği (abç) uydusu haline geldiği için, kendisinin olmayan bir dünya görüşü alır” der. İktisadi egemenliğin ideolojik-siyasal egemenliği de doğurduğu Marksist tezin açık inkârı değil midir bu? Ya bilimlerin gelişmesine yönelik şu anti-diyalektik sözlerde mi Marksizm’e “katkı”:
“Genellikle denebilir ki, bilimlerin ilerleyişi maddi belgelerle ispatlanamaz, bilimlerin tarihi ancak bellekte canlandırılabilir (…) bilimsel ilerlemenin başlıca ‘araçları’ düşünsel (ve aynı zamanda siyasal) metodolojik niteliktedir (…) Hiç bir maddi alete (hesap aygıtının gelişmesinin ileri sürülebileceğim sanmıyorum) gereksinme duymayan matematik bilimleri düşünmek yeter, bu matematik bilimlerinin kendisi de bütün doğa bilimlerini aracıdır”. Bilimlerin inşası, gelişimi elbette düşünme aracıyla gerçekleşir ama bu düşünce nereden gelir?” Düşünce de insan beyninin bir ürünüdür. Ayrıca bu düşüncenin ya da aracılık yaptığı bilimlerin sınıflanmasının kuruluşu ve gelişiminin ” düşünceden daha uzak ve bağımsız” başka bir kökeni vardır. Düşünce ve onun bilimler olarak sınıflanışı maddi dünyanın hareketinin ve onun sınıflanışının bir ifadesidir. Düşünceyi insan eyleminin merkezine koymak ve düşünceyi, düşüncelerin sistematik ifadelenişlerini yine düşünceye dayanarak açıklamak; her olguyu “arı düşünce”den çıkaran idealist filozofların eski bir alışkanlığıdır. Marksizm’in kurucuları, bilimsel dünya görüşünü düşünceden uzak, bağımsız başka kaynaklar üzerinde temellendirdiler. Proletaryanın burjuvaziyle olan antagonist çatışması üzerinde inşa edildi Marksizm. Toplumsal olmayan bilimler açısından da, matematik bilimi açısından da teorik düşüncelerin kaynakları “maddi yaşam koşulları” içindedir:
Marksizm, matematik biliminin doğuşu ve gelişimini onun bunun “belleğinde” aramaz. Engels Dühring’le hesaplaşırken Gramsci’nin ileri sürdüğü türden idealist bilim yaratma çabalarının da işini görmüştü: “.Ama arı matematikte, anlak yalnızca kendi öz yaralıları ve düşünceler ile uğraştığı hiç de doğru değildir, sayı ve biçim kavramları gerçek dünyadan başka hiçbir yerden gelmemiştir. İnsanların saymayı yani aritmetik işlemi yapmayı öğrendiği on parmak her şey olabilir, yalnızca anlağın özgür bir yaralısı olamaz (…) Bütün öbür bilimler gibi matematikte, insanların gereksinmelerinden, yer ölçümü ve kapların hacmini ölçmekten, zamanın hesaplanmasından ve mekanikten çıkmıştır. Ama bütün düşünce alanlarında olduğu gibi belli bir gelişme derecesinde, gerçek dünyadan soyutlama aracıyla çıkarılmış bulunan yasalar, gerçek dünyadan ayrılır, özerk bir şey gibi, dışarıdan gelen dünyanın kendine uydurması gereken yasalar gibi, gerçek dünyanın karşısına çıkarlar. Toplumda ve devlette de işler böyle olmuştur. Arı matematik dünyadan çıkarılmış ve onu birleştiren biçimlerin bir parçasından başka bir şey olmamasına karşın, acuna işte böyle ‘uygulanmıştır -onun uygulanabilir olmasının tek nedeni de işte budur.”
Gramsci’nin bilimleri kendi belleğinin ya da başkasının belleğinin zihinsel basil gelişmesinden nasıl doğurduğunu matematik bilimi özgülünde gördük. Şimdi de onun “avlanmayı” pek sevdiği sosyal bilimler alanına değinelim. Örneğin Gramsci’ye göre Marksist felsefe klasik Alman felsefesinden” düşünceyi tarihin içine oturtarak ele aldığı için farklılık taşır. Gramsci tarihi, maddi yaşam koşullarından özerk olarak ele alır. Sınıflar mücadelesi arenası olarak tarihi kavramaz, “düşünce”yi tarihin içine oturtmaktan kast ettiği de basit bir düşün tarihi, filozofların tarihidir. Gramsci müthiş bir Hegel hayranıdır. Ona göre “düşünceye gerçek bir ileri adımı attıran” Klasik Alman felsefesidir. Ve Klasik Alman Felsefesi onda: Marksizm’in kendini dayadığı temel’dir. Özcesi Hegel felsefesi kendisinden önceki tüm idealist felsefelerin (ruhçuluktan, tektanrıcılığa) zirvesi en gelişmiş biçimi olarak görülmemekte, Gramsci’nin övgüsüne mazhar olmaktadır.” Gramsci bu kadarla da yetinmeyip, sanki Hegel felsefesi, Marksizm tarafından tarihin çöplüğüne yollanmamış gibi “Hegel’in en canlı bölümlerinin yeni düşüncelere katılmasını, Hegel sisteminin halen hareket halindeki bir tarih süreci olduğunu” ileri sürüyor.
Gramsci’de “Gerçeklik”, Hegelci idealist forma alandaki bir gerçekliktir. O, insan bilincinden ve iradesinden bağımsız bir gerçekliği kesinlikle kabul etmez, insan düşüncesinden bağımsız bir gerçekliği tarih-dışı olarak görür. İnsan düşüncesi Gramsci’de “yaratıcı”dır. Gerçekliği yaratır. Hegel’de “ide”nin “dünyalaşması” yeryüzüne iniş yapması gibidir anlayacağınız.
“Yaratıcı sözünü, en çok sayıda kişinin duygusunu ve bu çok sayıda insanlar olmaksızın düşünülmeyen gerçekliği (realiteyi) değiştiren bir düşüncenin izafi anlamı olarak kabul etmek gerekir. Praxis felsefesi şu anlamda da yaratıcıdır: kendiliğinden, kendi tarafından, kendisi için bir ‘Gerçeklik’ yoktur, fakat kendisini değiştiren insanlarla tarihsel ilişki halinde bulunan bir gerçeklik vardır. “Görüldüğü gibi insanların kendini değiştirmesi, ayrı bir olgu olarak alınarak, Gerçeklik ve onun gelişim ve değişimi insanlara paralel bir “tarihsel ilişki” olarak tanımlanıyor. Sorunun bu ele almışı düşünceyle varlığı özdeşlemektedir. Sonuçta gerçeklik biz düşündükçe var olmaktadır. İnsan düşüncesinin, gerçekliğin yaklaşık bir yansısı olarak var olduğu kabul edilmiyor. Gerçekliği, düşünceyi merkez olarak tanımlamak (tarihsel ilişki değil, tarihsel çelişki dense bile) “düşünüyorum o halde varım” demenin bir başka adıdır. Gramsci zaten kendini açıkça ele veriyor: “… Mekanist görüşlerden kurtulmanın tek yolu, insan düşüncesine ‘yaratıcılık’ atfetmektir” demekle.
Lenin 1905 devrimci kabarışının ertesinde kol gezen idealistleri (bilinemezciler, Mahçılar) eleştirirken konuya ilişkin olarak Materyalizm ve Amprio-kritisizm adlı yapıtında şunların altını çiziyor: “Genellikle materyalizm, nesnel olarak gerçek varlığın (maddeyi) duyumdan ve insanlığın deneyinden bağımsız olarak var kabul eder. Tarihsel materyalizm, toplumsal varlığın, insanlığın toplumsal bilincinden bağımsız olduğunu kabul eder. Bilinç, her iki durumda da ancak varlığın bir yansısıdır, olsa olsa yaklaşık olarak doğru (yeterince tam olarak kesin) bir imgedir. Nesnel gerçeklen uzaklaşmadan, gerici burjuva yalanlarına gülümsemeden, çelikten yekpare dökülmüş bu Marksizm felsefesinin temel öncüllerinden hiç bir esas bölümünü koparma olanağı yoktur.” Evet, gerçekliği insan düşüncesinden bağımsız olarak kabul etmeyen her tez idealisttir, Gramsci’de gördüğümüz gibi. “Bilinç mi, yoksa varlık mı?” önce gelir?” sorusu felsefelerin mihenk taşı olmaya devam ediyor…
Gramsci, fazla sentezciliğinden olacak Geç Hegelci olmasına rağmen kendisini, Hegel felsefesini tarihe gömerek bilimsel bir dünya görüşü kuran ‘Marks’ın sürdürücüsü ve ona katkı yapan filozof olarak görüyor “Hegelcilikte meydana gelen parçalanma, Praxis felsefesinde de oldu, yani diyalektik birlikten bir yandan felsefi materyalizme gelmişken, öte yandan da çağdaş, yüksek, idealist kültür yeni bir can suyu bulabilmek için kendisine pek gerekli olan Praxis felsefesi öğelerini benimsemeye kalktı.”
Gramsci Marksist felsefesinin neden “yeni bir diyalektik birlik” gereksindiğini belirtirken, o; yeni birliğinin
ipuçlarını da bize veriyor. Bir yanda “felsefi materyalizm” varmış (!) diğer yanda da materyalizme bulanmış “çağdaş idealist kültür” (!). Gramsci’nin felsefede yeni diyalektik birliği işte bu ikisinin kendince sentezidir. Bizim anlatmaya çalıştığımız da onun bu öyküsüdür, ‘ayaklan üzerinde yürüyen adam” sözüm ona parçalanmıştır. Oysa Gramsci’nin sentezi; hem ayakları hem de kafası üzerinde aynı anda yürüyen akrobat bile olmaktan uzaktır. O’nun adamı gerçeklikten uzak Hegel’in “kafası üzerinde yürüyen” adamının soyundan gelmiş biridir.
Hegel kafasındaki fikirleri maddi dünyanın, maddi süreçlerin az çok soyut ürünleri olarak göreceğini, tersine, nesnel dünya ve süreçleri; bilinmeyen bir yerde var olmuş “fikir’in gerçekleşmiş kopyaları, “fikir’in kendinde hareketinin “dışlaşması” (dünyalaşması) olarak görüyor ve “fikir” bu yolculuğundan sonra kendine dönerek kendinde egemenliğini sürdürüyordu. Bu sistemle her şey baş aşağı konduğundan, dünyanın gerçek bağlantısı tersine çevrelediğinde Hegel sistemi başının üzerinde yürüyordu. Gramsci’de ise gerek Marks’ın yaptığını iddia ettiği gerekse kendinin yapılmasını istediği (ya da yaptığı), “sentez” sanki kaba-materyalizmle ruhçuluğun bir sentezidir. Ayakları üzerinde yürümek demek: her türlü felsefenin diyalektik materyalist (yadsınması) içmektir. Diyalektik materyalist dünya görüşü her türlü felsefeyi gereksiz hale getirmiştir. “Aynı suda iki kez yıkanılmaz” ama Hegel’den bu yana onun suyunda yıkananlar bu suyun çok kirlendiğini göremiyorlar, aksine, ‘canlı”, “arı” bireyler buluyorlarsa bu sadece olsa olsa Hegelci suyun gökyüzünden süzülüp, insan beyninde konaklayarak arınma (katarsis-Gramsci’nin jargonunda arınma karşılığıdır. Yn.) geçirip yeryüzüne düştüğünü tanıtlar.
Gramsci’nin Marksist felsefeye “katkı” yönetimi: Marksizm kurucularının (Marks, Engels) görüşleri arasında çelişki olduğunu, uyum olmadığım iddia etmek, kuşku ve güvensizlik yayarak “demokratik filozoflara (onların revize çabalarına) meşruluk sağlamakla belirginleşiyor. Marksizm’e şimdiye kadar yapılan saldırılarda ortak tema, Marksizm’i inceleme yöntemi Gramsci’de de değişmez: “Bilim adamı tarafsızlığını, bilim adamı kuşkuculuğuna sahip olmak, önyargılı olmamak”.
Marksizm’i incelemede “bilimselliğin yöntemsel sorunları” kurucu olarak Marks ve Engels’in bütünsellik arz etmediği, aralarında farklılık olduğu saçmalığı olmaktadır Gramsci’de. Gramsci bizlere kurucu olarak sadece Marks’ın yapıtlarını incelemeyi öğütler. Tıpkı oportünist, revizyonist, Gorbaçovcu, Troçkist cenahın yaptığı gibi: Stalin’i Lenin’den, Lenin’i Marks ve Engels’ten kopartma, birine sahip çıkar görünüp diğerine veryansın etme taktiği gibi. Bernstein, Kautsky ve benzerleri gibi bu yöntemin ilk öncüleri arasına Gramsci’nin de dahil olduğunu, O’nun “defterler”inden öğrendik. Gramsci’yi halen Marksizm savunucusu ve ona katkı yapan biri olarak görenlere sunuyoruz: (Alıntıların sıkıcı olduğunu biliyoruz ama gerekli)…
“Özgün ve yenilik yaratan bir düşünce incelendiği zaman, bu düşüncenin belgelendirilmesinde başka kişilerin katkısı ikinci planda gelir. Praxis Felsefesinin kurucuları (Marks ve Engels) arasındaki uygunluk oranları sorunu (abç) yöntem olarak böyle ortaya konulmalıdır. İkisinin arasında uyuşma bulunduğu yolundaki sözleri belirli bir konu için geçerlidir. Öyle ki biri ötekinin kitabının bazı bölümlerini yazmış olsa bile bu tüm kitabın tam bir anlaşma sonucu oluştuğunu düşünmek için su götürmez bir neden olmaz. İkincinin (Engels) katkısını küçümsememek gerekir. Fakat ikinciyi birinci (Marks) ile özdeşleştirmemek gerektiği gibi, ikincinin birincinin malı olarak ileri sürdüğü fikirlerin tamamıyla böyle olduğunu kabul etmemek ve kendi düşüncelerinin de bunlar arasına sızmış olacağını unutmamak gerekir. Engels için “yalancı” ve “sahtekârlık” suçlamasının en inceltilmiş, arıtılmış bu tarzının bir özgünlük taşımadığını da yıllardır ülkemizdeki akademik kariyerli aydınların Marksizm’e yönelttikleri suçlamalardan tanıyoruz.
“Defterler”inin her satırında tarihsel idealizm sergileyen Gramsci üstelik “Tarihsel materyalizmin En-gels’ten öğrenilemeyeceğini” de iddia ediyor. Bu doğru (!) çünkü Engels’te olan “diyalektik ve tarihsel materyalist” dünya görüşüdür. Gramsci kavramları sevmesine rağmen “materyalizmi” kavramanın ezeli düşmanıdır. “Diyalektik” ve “materyalizmin “diyalektik materyalizm” olarak tek bir kategori içerisinde ifadelendirilmesine, onun içeriğine hiç dayanamaz. Bunun yerine “rasyonel”, “Praxis” gibi kavramlar uydurur; “Bundan başka Praxis felsefesi akımının önderi (Karl Marks) düşünüşüne hiç bir zaman ‘materyalist’ dememiş, Fransız materyalizminden söz ederken, buna eleştirinin daha genişliğine ve derinliğine yapılması gerektiğini ileri sürmüştü. Böylece ‘materyalist diyalektik’ formülünü hiç bir zaman kullanmamış “mistik” terimine karşıt olarak ‘rasyonel’ terimine daha açık seçik bir anlam kazandırmış oluyordu. “Diyalektik’ materyalizm yerine “rasyonel” demek yetmiyor mu! Sanki burjuva Aydınlanma Felsefesi’ni, Rönesans’ı yaşadığımız çağdayız. Her şeyi tanrısal doğmalarla açıklayan ortaçağın karanlık kilise düşününün karşısında “rasyonel” olmanın tarihsel bir ilericiliği vardır ama proletaryanın tarihin devindiricisi olarak sahneye çıktığı yerde ve çağda sadece “altla dayanma”, bildiğimiz burjuva rasyonelliği; gericiliktir. Marks’ın ve Engels’in yapıtları adı geçen burjuva rasyonelliğinin eleştirisiyle ve diyalektik tarihsel materyalist dünya görüşü karşısında (alayda edilerek) yenilgiye uğratılmasının örnekleriyle doludur, (bkz. Alman İdeolojisi, Kutsal Aile, Anti-Dühring vb.)
Bazı Gramsci hayranları, Gramsci’nin Marksist literatürdeki kavramları: Mussolini İtalya’sının cezaevi sansürünü aşmak için değiştirdiğini ve bu yüzden “Hapishane Defterlerinin “Zor ve anlaşılmaz bir yapıt” haline geldiğini iddia ediyorlar. Biz bu kanıda değiliz. Görüldüğü gibi Gramsci kavramlarını; altını çizerek Marksist olanlarını bir kenara atarak bilinçli olarak seçiyor, kullanıyor. Gramsci’nin dili cezaevi sansürünü aşmak için geliştirdiği “özel bir dil” kesinlikle değildir. Hegelci rasyonelliğe düşkünlüğü ölçüsünde ise gerçekten “özel” bir jargon kullanmıştır.
Gramsci “düşünceyi tarih içine oturtma”yı sevdiğinden olacak “tarihsel materyalizm” kavramını revize ederken birazcık temkinli (!) “çok yaygın olan ifadedeki (tarihsel materyalizm terimindeki ‘tarihsel’ ve ‘materyalizm’ kelimeleri) birinci terim üzerindeki, metafizik kökenli olan, ikincisinden daha kuvvetle durulması gerektiğini unutuluyor. “Evet, Gramsci’nin dediği açıktır. O, tarihin, toplumun maddeci bir açıklamasını değil (hareket halindeki maddenin tarihini değil) insan bilinciyle başlayan bilinci tarihini öneriyor. Hegel’deki gibi bilinmeyen bir yerden startını almış fikrin tarihi değil de Hegel’de “fikir”in (=ide) ikinci konak yeri olan filozofun kellesinden starı almış fikrin tarihini veriyor. Bu idealist tarihselciliktir. Tarihin Marksist kavranışıyla, materyalist tarih yorumuyla hiçbir alakası yoktur. Eski vakanüvislerle şimdiki akademisyen tarihçilerin biricik ve sürekli uğraşları da tarihin bu yazım tarzıdır. Gramsci’nin önerdiğinde bu anlamda herhangi bir yenilik bulunmamaktadır.
Gramsci’de tarihsellik bundan sonra da göreceğimiz gibi, maddi dünyanın ve onun bir parçası olan toplumların iç ilişkilerine dayanmaz. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışma ve buradan kaynaklanan diğer çelişki ve çatışmaları içermez. Tarihsel süreç insan bilinci ve iradesinden bağımsız tarihsel olay ise rastlantı olarak kendini açığa vuran zorunluluk olarak kavranmaz Gramsci’de. Tarihsellik anlayışı idealist olan Gramsci, Marksizm’in doğuşunu da “tamamen tesadüf eseri” olarak ele alıyor.
“Praxis felsefesi aforizmalar ve pratik göstergeler halinde tamamıyla bir tesadüf eseri olarak doğdu. Çünkü kuruluşu bütün düşünme gücünü başka sorunlara, özellikle ekonomi sorunlarına (sistematik bir şekilde) vermişti. Fakat bu pratik göstergelerde ve bu aforizmalarda üstü kapalı olarak bütün bir dünya görüşü, bir felsefe vardı.” Yine bir başka sayfada: “Bir anlamda praxis felsefesi Ricardo’nun keşiflerine evrensel bir nitelik verip bunları konusuna uygun biçimde bütün tarihe uyguladı ve böylece de özgün bir dünya görüşünün doğmasına yol açtı” demekte. İddia ediyoruz ki, Gramsci’nin felsefesi iki özgün burjuvadan bir özgün proleter “yaratma” felsefesidir. Ama Marksizm’in evrensel, bilimsel bir dünya görüşü olması “özgün Marksizm’lere kapıları kapattığı gibi onun diğer burjuva felsefelerle en ufak bir ortaklığı yoktur. Bu yüzden felsefeler arasında Marksizm’in “özgün” bir konumda durduğu tezi saçmalıktan ibarettir.
Engels Anti-Dühring’de tarihin materyalist açıklamasını keşfinin, tesadüf olmadığını şöyle diye getirir; “Eğer Marks tarihin tarihsel anlayışını bulduysa Thierry, Mignet, Guizot 1850’ye değin bütün İngiliz tarihçileri bunu çalışıldığını tanıtlarlar ve aynı anlayışın Morgan tarafından bulunması da zamanın bu anlayışı için olgunlaşmış olduğunun ve zorlu olarak bulunması gerektiğinin kanıtıdır. Tarihteki bütün öbür rastlantı ve öbür rastlantı görünüşleri içinde bu böyledir.” Marksizm, tarih tarafından oluşturulmuş proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf savaşının zorunlu bir ürünü olarak doğmuştur. İşte bu nedenle sosyalizmi ve Marksizm’i Marks ve Engels’in tesadüfi bir keşfi olarak görmek, idealist tarih yazımıdır. Engels Anti-Dühring’de, “… Modern sosyalizm, bu gerçek çatışmanın düşüncedeki yansısından herşeyden önce bu çatışmadan acı çeken sınıfın, işçi sınıfının beyinlerinde fikirler biçimi altında yansımasından başka bir şey değildir.” derken bunları “alçakgönüllülük olsun” diye değil tarihin materyalist kavranışını örnekler olarak sunuyorlar. Gramsci “tarihsel materyalizm”de “tarihsel”e vurgu yaparken Engels İngiliz bilinemezcileri ve Utangaç Materyalistleri eleştirisinde “tarihsel materyalizm” deyiminin bir bütün olarak önemine dikkat çekiyor. “Ne olursa olsun, bir şey anlaşılır görünüyor: bir Bilinemezci olsaydım bile, besbelli bu küçük kitapta kabataslak sunulan tarih kavramım ‘tarihsel bilinemezcilik’ diye niteleyemezdim. Dindar kimseler bana gülerdi, bilinemezciler ise kendileriyle alay mı etliğimi öfkeyle sorarlardı. Onun için, önemli bütün tarihsel olayların sonal nedenini ve büyük itici gücünü, toplumun ekonomik gelişiminde; üretim ve değişim tarzlarındaki dönüşümlerde ve bunların ardından toplumun farklı sınıflara bölünmesinde ve bu sınıfların birbirlerine karşı savaşımlarında arayan görüşü adlandırmak için başka birçok dilde olduğu gibi, İngilizcede de ‘tarihsel materyalizm’ terimini kullanırsam, bundan İngiliz saygınlığının bile pek sarsılmayacağını umuyorum.” (Felsefe İncelemeleri)
Marksizm; tarihin, dinin, felsefenin ve tüm teorilerin devindirici gücünü eleştiride değil devrimde bulur. Bilimsel dünya görüşünde pratiği fikirlere göre açıklamak değil, fikirlerin oluşumunun maddi pratiğe göre açıklaması vardır. Gramsci’nin Marksizm’in doğuşunu “tesadüf,” ve “Ricardo+Hegel” sentezi olarak gören hafifliği en bayağı bir idealizmdir. Gramsci’nin rasyonaliteyi indirgediği ve tesadüf eseri olarak iyice budamaya uğraştığı bilimsel dünya görüşünün zorunlu olarak doğması gerektiğini son olarak Engels’in şu özlü açıklamasında da görelim: “Ve yıllardan beri bizim en iyi çalışma aracımız ve en etkili silahımız olan bu materyalist diyalektik ne dikkate değer bir şeydir ki, yalnızca bizim tarafımızdan değil ayrıca bizden bağımsız, hatta Hegel’den bile bağıntısız olarak Joseph Dietzgen adlı bir Alman işçisi tarafından yeniden bulundu. “Ayrıca Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözünde Marks’ın belirttiği gibi “insan zihninin genel evriminin araştırılması”ndan Marksizm’in bulduğu, ortaya çıkardığı hiçbir şey yoktur. Gramsci’de tarih kavramların tarihi ve hareket ilk ivmesini kavrama keyfince verdiği bir harekettir. Diyalektikten anladığı “kavramlar diyalektiği”.
Gramsci’nin monizmi kendi bireysel varlığı ile kendi imalatı kavramların (beyni içindeki) bir birliğidir. O, insan bilincinden bağımsız nesnelliği reddederek, Marksizm’i bu yolda revizyona uğrattığı diyalektik materyalizmi bozduğu için bizi ilgilendirdi, yoksa onu “kurgul dünyasında” rahatsız etmezdik. “Ütopya” ve “bilimsellik” kavramlarının iyice deformasyona uğratıldığım biliyoruz. Kimilerinin “Marksizm’e de bir gelecek düşüncesinin olmadığını, ona yeni bir ütopya kazandırmak gerektiğini” ileri sürdüğünü, kimilerinin de “sınıfsız toplum hedefinin ütopya olmaktan çıktığını, sınıfsız toplumun kapitalizmin üretici güçlerini geliştirmesiyle şimdiden kurulduğunu, emek sermaye çatışmışının, sınıf mücadelesinin, devrimlerin bittiğini, Marksizm’in iflas ettiği” üzerine fetvalar çıkardığı günümüzde Gramsci’nin sorunu ele alışına değinmeden geçmek olmuyor. Şimdi de Marksizm’de “tanrıcılığın”, “mistikliğin” izlerini araştıran Gramsci’yle karşı karşıyayız:
‘Tarih dışı ve insan dışı bir nesnellik var gibi mi görünmekledir peki ama kim karar verecek bu nesnellik
hakkında? (…) Burada bir tanrı kavramınım ve daha çok mistik bir bilinmeyen tanrı (demek ki Gramsci’nin bildiği tanrılar da varmış! Yn.) kavramının kalıntısı olduğu ileri sürülebilir. (…) Nesnellik daima insan bakımından nesnelliği anlatır bu da tarihsel olarak öznel, başka bir deyimle ‘nesnel’ ‘evrensel öznel’ anlamına gelir, insan tek bir kültür sistemi içinde tarihsel olarak birleşmiş olan insan türü için gerçek olduğu ölçüde dünya hakkında bilgi edinir. Fakat bu tarihsel birleşme ancak insan toplumunu bölen iç çelişkiler sona erdiği zaman gerçekleşecektir. (…) Metafizik materyalizmdeki nesnel kavramıyla insanın dışındaki bir nesnelliğin varlığın anlatılmak istenir gibidir, fakat insan olmasa da bir gerçekliğin varolacağını ileri sürmekle ya bir mecaz yapılmakta, ya da bir çeşit mistikliğe düşülmektedir. Biz gerçekliği insana oranla bilmekleyiz: insan oluş halinde, bilinç ve gerçeklik de oluş halinde olduğuna güre nesnelliğin kendisi de bir oluştur, (abç.)”
Gramsci nesnelliği; insana göre tanımlayarak nesnelliğin bilgisi temeline “göreceliği” oturtuyor. İnsan bilincinden bağımsız nesnelliği kabul etmiyor. “Öznesiz nesne olamayacağını ileri sürmek” işte bu idealizmdir ve “tanrıcılık”, “mistiklik” tam da Gramsci’nin bu anlayışına özgüdür. Bilinç oluş halinde olduğu için, nesnellikle bir oluşmuş! Bu mutlak şüphecilik, bilinemezcilik değil midir? Lenin, Materyalizm ve Amprio-kritisizm adlı yapıtında Mahçılara yönelik olarak; “…Materyalizm bütün bilgilerimizin göreliliğini nesnel gerçeğin yadsınması anlamında değil, ama bilgilerimizin bu gerçeği yaklaşmasının sınırlarının tarihsel göreliliği anlamında kabul eder” demişti. Gramsci’nin gerçekliği ise insan ve onun bilinci geliştikçe ortaya çıkıyor. Kaldı ki kendisini “yaratıca” filozof olarak gören Gramsci doğanın, maddi varlığın bir parçası, onun ürünü değil mi? İnsandan önce bu nesnellik yok muydu, insandan sonra olmayacak mı? Nesnellik Gramsci’nin bilincinden bağımsız olarak yoksa ve olamayacaksa Gramsci’nin bedenden ayrılmış ruhu, hali hazırda dünyanın maddiliği ve nesnelliği sağlıyor olmasın sakın?! Lenin, 1905 Devriminin “yenilgisi” ertesinde Marksizm’den kuşkuya düşen, dönekleşen Bogdanov ve Bazarov gibilerinin savunduğu bu görüşü Materyalizm ve Amprio-kritisizm’de çok yoğun eleştiriye tabi tutar, işte onlardan biri: “Doğa bilimleri yeryüzünün insanlıktan önceki varlığının bir gerçek (verile) olduğu yolundaki olumlamasında kuşkuya yer vermez. Bu materyalist bilgi teorisi açısından tamamıyla kabul edilebilir bir şeydir: yansıtılan yansıtandan bağımsız olarak varoluşu (dış dünyanın bilinçten bağımsız olarak varoluşu) materyalizmin temel ilkesidir. “Bilinmezciliğin” Gramsci türü fazla derin! Gerçeklik toplumda iç çelişkiler (istisna olarak Gramsci’de gördüğümüz bir laf ‘iç çelişkiden anladığının farklı felsefeler düşünceler arasındaki sıradan bir ayrılıktan öte anlam taşıdığını sanmıyoruz. Sınıfsal bir çelişkiyi anlatıyor olamaz.) toplumda iç çelişkiler bitince; “tarihsel birleşme” gerçekleşince olanaklıymış. Diyelim ki bu tarihsel birleşme sınıfsız toplumdur. İnsanlığın bu dönemde bile bilgilerinin gerçeğe yaklaşmasını sınırlarının tarihsel göreliliği değişmez. Her şeyin bilineceğini o dönem için bile olsa iddia etmek anti-diyalektiktir. Yaşamı, hareketi, maddeyi, evreni dondurmak anlamına geldiği gibi entelektüel gelişmeyi öldürmek anlamına da gelir bu. Engels Anti-Dühring’de: “Eğer insan evriminin herhangi bir döneminde; zihinsel ve tarihsel olduğu denli fizik evren ilişkilerinin de böyle inandırıcı ve kesin bir sistemin gerçekleşmiş olsaydı, bu insan bilgi alanının sınırlarına varmış ve toplumun bu sistemle uyum içinde örgütlendiği andan başlayarak, gelecekteki tarihsel gelişmenin askıya alınmış olduğu anlamına gelirdi ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Demek ki insanlar şu çelişkiyle karşı karşıya bulunuyor: bir yandan tüm ilişkileri içinde evren sistemi üzerine eksiksiz bilgi edinmek ve öle yandan hem kendi öz nitelikleri ve hem de evren sisteminin niteliği nedeniyle, bu sorunu tamamen çözmeye hiç bir zaman yetenekli olmamak.”
Gramsci “tarihsel birleşme” ile çelişkileri yok ediyor. Tarihi materyalist olarak salt tarihsel olarak birleşimi insan türünün bilincinin oluşmasına paralel olarak inşa eden Gramsci Marksist monizmden bihaberdir. Toplumda çelişki kalmadığında elbette ki Gramsci’nin felsefesinde “tarihsel güçlerin diyalektiğini” bulmak şaşırtıcı olurdu. Nitekim onda geriye kalan “kavramlar diyalektiği”dir. Ama Gramsci tam da bu noktada “”din”i tekrar diriltmekte. Eh! Sadece insanların cahilliye dönemlerinin ürünü olacak değil ya (!) Her şeyin bilinir olduğu bir aşamada da yeni dinler doğabilirmiş (!) 1920’lerde cezaevi hücresinde (inzivadayken) Gramsci bu dinin sırrına ve sınırına erişmiş görünüyor: “Eleştirinin (Marksizm’i kastediyor. Yn.) kendisinin de en son doruğu işaretleyen spekülatif evresi vardır. Sorun şudur: Varılan bu en yüksek nokta, yeni tipten tarihsel evrenin hareket noktası olabilir mi? Bu safhada zorunluluk-özgürlük organik olarak kaynaştığı için arlık toplumsal çelişkiler kalmayacak ve tek diyalektik, tarihsel güçlerin değil ideal diyalektik olarak kavramların diyalektiği olacaktır.”
“İdeal diyalektik”ten bir an için olsun “idealist diyalektik”i anlamasak onu “en güzel, en iyi” anlamında yorumlasak bile, Gramsci gönlünde yatan aslanı söyleyiverdi: Kavram Diyalektiği…
Gramsci’ye Hegelce dediğimiz için kimse celallenmesin! Kendisinin akademik olarak da hocası Croce’den devraldığı Hegelci bayrağı nasıl salladığını, Hegel’i överek nasıl yücelttiğini, Marksizm’e yönelik saldırılarını “defterler”inden gösterdiğimizi sanıyoruz göstereceğiz.
Toparlarsak Gramsci’nin söylediği şu: Maddede çelişik yok, kavramlar var, onlarda diyalektik var, bu diyalektikten “sentezler” yapılabilinir. Maddeden, tarihten, hareketin bağımsız olarak “kavramların diyalektiği” olur. Gramsci’nin yaptığı ve gelecekte de tüm insanlığın yazgısı olarak öngördüğü idealist bir kuruntudur, kurgudur. Çünkü o, maddesinden ayrılmış bir düşünce içerisine (kavramlar içine) “maddesiz hareketi el altından sokuşturmayı” düşünen kurgucudur sadece.
Gramsci Marksist diyalektikteki nicelik-nitelik kavramlarıyla da, oynamaktadır. O’nda çelişki, antagonizma niteliğin sıçramalı oluşumu, yadsınmanın yadsınması yoktur. Diyalektik materyalizmin belli başlı ilke ve kavramlarıyla oynamak; “Engels üç yasa koydu Stalin dörde çıkardı, Mao teke (çelişki yasasına) düşürdü vb. “hafifliklerde bulunmak günümüzde tekrar moda. Bu konuda en az Gramsci kadar netleştikten sonra (!) Gramsci’ci olmak gerekir ama ülkemizin utangaç Gramsci’cileri de var. Diyalektik ve tarihsel materyalizm yasalarıyla bir bütündür, bunları birbirinden ayrı ele almak, yasalarından bir kaçını atmak veyahut “katkı” adına yenilerini uydurmaya gereksinimi yoktur bilimsel dünya görüşünün. O doğa ve toplumdaki yeni gelişmelerle zenginleştirilebilinir hepsi o kadar. Yasalarla oynamak ise onu özünden bozmak anlamına gelir. Gramsci’nin ilkesi pratiğinde gereksindiği şeydir, keyfidir. Bu onun Makyavel’in “Prens”ini iyi okuduğunu da gösteriyor. Şimdi, onun nicelik ve nitelik sorununa nasıl yaklaştığını görelim: “Niteliksiz nicelik, niceliksiz nitelik olamayacağına göre (kültür olmadan ekonomi, zekâ olmadan pratik faaliyet ve de bunun tersi) iki terimi biri-birine karşıt göstermek akılsal bakımdan bir anlamsızlıktır, (…) ‘niteliği’ ‘niceliğe’ karşı çıkarmanın biricik anlamı şudur: insanların çoğunun sadece nicelik bir bölümünde nitelik olduğu belirli toplumsal yaşam koşullarının değiştirmeden olduğu gibi tutmak. Eğer nicelik nitelik birliği parçalanamıyorsa (abç.) irade gücü en iyi neye uygulanır sorunu ortaya çıkar: Niceliği mi geliştirmeli, niteliği mi? Bu iki cepheden hangisi kontrol edilebilir? Bunlardan hangisi daha kolay ölçülür? Hangisine dayanılarak tahminlerde bulunulabilir? (abç.)Çalışma planlan kurulabilir. Bunun cevabı hazırdır nicelik cephesine “
Gramsci olgularda bir çelişki görmüyor. Olgularda sıradan bir karşıtlığı özdeş kılıyor. Sıçramalı gelişme, yadsımanın yadsınması yeni niteliğin ortaya çıkmasında onda yoktur. Olan karşıtların basitçe yer değiştirmesi aynı olguda egemen ya da tali olması tekrar tali hale gelmesi kısır döngüsü olun diyalektiğidir. Onda niceliksel artış aynı zamanda niteliğe denk düşer. Nicelik ile nitelik çelişkisi; her sürecin ve olgunun özsel doğasına göre eski nitelikle kendine yeni biçim arayan yeni niteliğin çelişkisi olarak görünmez. Oysa yeni nitelik nicel birikimlerle eskiyi yadsıyarak ortaya çıkar. Bu ortaya çıkış devrimcidir, sıçramayla gerçekleşir ve hareketin önceki (evrimci) biçiminden farklıdır. Yani nitelikte yeni çelişkilerin ortaya çıkışı ve yeni yadsımalarla değişme ve dönüşme olarak maddenin hareketi mutlaktır, süreklidir. Nitelik ve niceliğin; hareketin varoluş biçimleri olarak birbirlerinden, maddeden bağımsız olarak ele alınamayacağı bir gerçektir. Ama maddenin hareketini görünüş biçimlerini birbiriyle özdeş kılmak niteliği, yani nitel dönüşümü nicelikle yani evrimci gelişmeyle özdeşlemek; maddeden hareketi sürüp çıkarmak olguyu dondurmak anlamına gelir. “Nitelik-nicelik birliği parçalanamaz” diye bir şey olamaz. Şeyler özündeki çelişki gereği sürekli hareket halindedir. Nitel dönüşüm yeni sıçrama anı, eski niteliğin yadsındığı, yeni niteliğin kendi biçimine kavuştuğu an (denge) dir ve bu görelidir. Hareket ve çelişki, eskiyle yeninin çelişkisi ise mutlaktır. “Kültür olmadan ekonomiden, zekâ olmadan pratik faaliyet”ten diyalektik materyalist olarak bahsedebiliriz ama ekonomik faaliyet olmaksızın bir kültürden, pratik faaliyet olmaksızın zekâdan bahsetmek idealist felsefeye özgüdür. Görüldüğü gibi Gramsci’de Feuerbach kadarcık materyalizm bile yoktur. (Engels Feuerbach materyalizminin mistik ve metafizik örtüden kurtulamamasını tarihsel materyalist bir açıklamasını şu şekilde yapar: “Ama kır ortasında tek başına bir filozof, bilginlerin kendilerinin bile o dönemde hala karşı çıktıkları ya da doyurucu biçimlerde kullanmasını bilmedikleri buluşların değerini takdir edecek kadar bilimdeki ilerlemeleri yeterli bir biçimde nasıl izleyebilirdi? Dunun suçu, kendilerini, karış karış aşan Feuerbach, küçük bir köyde köylüleşmek ve tozlanıp örümceklenmek zorunda kalırken, kurnaz ve seçmeci, kılı kırk yarmakla vaka geçirenlerin felsefe kürsülerine el koymalarına yol açan Almanya’nın içler acısı koşullarındadır yalnızca. “Gramsci’nin işlediği suçta da hapishane ve koşullarının payı vardır ama 120 öncesi Marksist saflardaki yeri ve konumundan ötürü bize “özrü kabahatinden büyük” bir suç olarak görünüyor.)
Şeylerin kendisinde hareket, çelişki, yadsıma görmeyen Gramsci İnsan bilincini topluluk halindeki insanların toplumsal yaşam koşullarına sadece katmakla nicelik cephesine yatırım yapmakla “nitelik” yaratıyor. Şeylerin değişimi onda hep çevresel yani dıştan ve iradidir. Çelişki özsel değildir. O, insan bilincini dışlaştırdığı için hareketi beyninin ürününden başlattığı için çelişkiyi kendisi yani (birey) ile çevre arasına oturtuyor. Bizzat çevrenin toplumsal maddi yaşam koşullarının yansımasının insan bilincini doğurduğunu, insan bilinçli, amaçlı eylemlerinde toplumsal maddi koşullara bağlı olduğunu, itici gücün ve son tahlilde belirleyici olan bu maddi koşullar olduğunu inkar ediyor. Gramsci’nin şeylerdeki çelişkiyi ve dönüşümü nasıl kavradığı “suyun kaynaması” klasik örneğinde de açıktır: “… suyun ısısının değişmesiyle halinin (gaz, sıvı, buz) değişeceği gibilerden kelime oyunlarına başvurmakladır. Oysa bu olayı meydana getiren bir dış etkendir (ateş, güneş ya da karboniğin buharlaşması)” Değişmenin “dış”tan geldiğini ne de güzel kanıtlayıvermiş Gramsci (!) Herhalde kendisini de insanlık için dışsal (güneş gibi!) görüyordur. Dış koşulların dış etkenlerin, olguların içsel çelişki, bağlantıları üzerinde hareketin gelişimi üzerindeki etkileri bilinir bir şeydir. Ama değişme için temel olan “şeylerin özündeki çelişki”dir. Sadece beli koşullarda suyun nicel ısı değişimi onun niteliğini değiştirir. Ve ısı niceliğinin de kaynama için yüz derece birikmesi zorunludur. Hava basıncının değiştiği ya da ısının 80 derece niceliğinde su kaynamıyorsa bu onun içsel bağlamı ve çelişkilerinden dolayıdır. Nitel sıçrama anını inkâr için güneşin ısısına sığınıyor ama Gramsci buzulların niçin erimediğini, yanardağların neden püskürdüğünü de eminiz bu yöntemiyle açıklayamaz. Aynı dış koşullarda her yumurtadan değil de, neden döllenmiş yumurtadan civciv çıkağını da açıklayamaz. (Ama horoz etkenini dışsal bulmakta özgürdür.) Engels, niceliğin niteliğe dönüşümünü Anti-Dühring’de anlatırken Napolyon’un tanıklığımda başvurur (çünkü diyalektik yaşamın içindedir, Napolyon savaşlarının da içinde de bulunur.) “…Bitirmek için nicelliğin niteliğe dönüşümü yararına bir tanığa daha başvuracağız; Napolyon’a. O atları kötü, ama disiplinli Fransız süvarisinin, tek tek savaş bakımından o çağın söz götürmez bir biçimde en iyisi, ama disiplinsiz Memlük’lere karşı savaşını şöyle anlatır: ‘İki Memlük üç Fransız’dan kesinkes üstündü, yüz Memlûk ile Yüz Fransız birbirine denkti, 300 Fransız 300 Memlük’ten çoğu kez üstündü; 1000 Fransız 1500 Memlük u her zaman yeniyordu; Tıpkı Marks’ta sermaye durumuna dönüşmesinin olanaklı olması için, değişim-değeri tutarının, değişken de olsa, belirli bir büyüklüğünü zorunlu olması gibi, Napolyon’da da kapalı düzen ve yöntemli kullanıma dayanan disiplin gücünün kendini gösterebilmesi ve hatta dahi iyi atlara sahip, binicilik ve savaşta daha usta ve en azından kendisi denli yürekli, daha büyük ve düzensiz süvariler yığınını yenecek denli büyüyebilmesi için, belirli büyüklükteki bir süvari birliği zorunluydu.” diyor. Herhangi bir nicelik artışı ya da azalışı değil olgunun her biriminin içsel bağlantı ve düzenlenişini de etkileyen ama belirli bir büyüklükteki belli niteliği yaratan bir artış. Her sürecin her olgunun özsel çelişkileri (zıt kutupları eski yapıyla yeni yapı arasındaki çelişki, zıtlar mücadelesinin gelişimi, evrimci ve devrimci hareketi) farklıdır ve yeninin üstün geldiği sürecin iç düzenlenişinin değiştiği anı nitel sıçrama-yadsınma anı) vardır. Gelişme ancak böyle olanaklı olur. Gramsci su örneğinde, suyun ısı derecesindeki artış ya da azalışın onun durumunda değişmeye yol açan bir faktör olduğunu biliyor. Ama bu arış ya da azalışı “değişmeyi yaratan dış etkendir” diye çarpıtıyor. Engels Doğanın Diyalektiğinde konuyla ilgili olarak şunları söyler: “…Suyun ısı derecesi önceleri onun sıvı durumuna etkili değildir ama sıvı durumdaki suyun ısısı azalır ya da çoğalırsa, moleküller arasındaki çekim bir an sonra değişecek ve durum değiştirerek buza ya da buhara dönecektir (abç.) “Yani ısı daha henüz sıvı durumdayken de su da varmış ve içselmiş. (Zaten evrende ısısı olmayan ya da ısıya dönüşmeyen bir madde henüz keşfedilmedi) Isı maddenin kendisinde vardır, içseldir. Su örneğinde de anlatılmak istenen ısının dıştan mı geldiği, ya da bir kısmının dıştan mı, (güneş vb.) geldiği değil, ısının moleküller arasındaki çekimi bozmasıdır. Moleküller arasında iç çelişki ve ilişki olmasa (Hidrojen ve oksijen) dışsal ısının ne hükmü olacaktır? Gramsci’nin bu örneği ele alışından da anlaşıldığı gibi, O olgularda, şeylerde “kendinde bir çelişki” görmemekte, harekete dışardan şırınga etmektedir. İnsanlardaki dış etkenin insanın yarattığı koşullar olduğunu ileri süren Gramsci, hiçbir insan ve tanrı eli değmeden oluşmuş doğanın insanı yarattığını; belidir ki kabul etmemektedir. Gramsci’de “insanın yarattığı koşulların, insanı değiştirmesi” görüşü bir an için materyalistmiş gibi görünebiliyor. Onun koşullarından ve anladığı ise bellidir İnsanın bilinçli yarattığı koşullardır. İnsanların eylemini ve onların bilincini koşullayan Gramsci’de “maddi üretim koşulları” değildir, insanların nasıl yaşadığı, ne ile ne biçimde ürettiği, nasıl bölüştüğü değildir. Gramsci tarihsel materyalizmi inkar etmek için Vülger materyalistleri hedef tahtası yapar, yel değirmenlerine saldırır. Feuerbach’ın “insan ne yerse odur” tezine saldırır, “bu olduğu gibi alınırsa başka türlü yorumlanabilir. Bu aşağılık ve ahmakça bir yorumdur. Buna göre insan her zaman maddi olarak ne yerse odur, yani yiyeceklerin düşünüş üzerinde doğrudan doğruya belirleyici bir etkisi vardır (abç.) “İnsanların ateşi bulması, eti depolama olanağının ortaya çıkışı, proteinin sürekli alınır hale gelmesinin insanları düşünsel yetilerini geliştirmesi gerçeğini bir yana bırakılım. Gramsci’nin zaten eleştirdiği böylesi bir düşünüş üzerinde etki değildir. O’nun ne anladığını “defterler”inden aktarıyoruz: “Göçebelerin toprağa yerleşmesine yol açan buğday ekiminin düzenli yapılması değil, tersine göçebeliğe aykırı düşen koşuların meydana gelişidir ki, insanları düzenli buğday ekimine zorlamıştır”. Gramsci’nin sorunu burada yerleşik-göçebelik olgularının nasıl doğduğunu açıklamak, ama nasıl açıklıyor? Neye karşı çıkıyor? İnsanların göç olayı ona göre insanların “maddi üretim” ve “yeniden üretim”lerini gerçekleştirmek gereksiniminden doğmaz. Sormak lazım “göçebeliğe aykırı koşullar” nereden geliyor, eğer insanlar göçebeliğe temiz hava almak için başvurmuyorlarsa, avlanma, hayvan yetiştirme vb. üretim gereksinimleri onlara göçebeliği dayatmamışsa niçin göçebe olmuşlar? Ya da buğday ekmeyebiliyorlardı ama bunun düzenli yapılacağını (ekim, hasat ve yeniden üretimden dolayı) toprağa yerleşilerek yapılacağını mı bilmiyorlardı? Gramsci’yi anlamak zor değil; O sadece idealist bir tarih yazıyor fakat bunda hiç bir yenilik gerçeklen yok. Marksistleri eleştirmek için, Marksizm’i bozmak için tarihte böylesi “ahmaklıklar” çokça yapılmıştır. Rusya’nın anarşistleri de Feuerbach’ın yukarıda andığımız tezini, tarihsel materyalizme “mide teorisi” diyebilmek, saldırmak için kendilerine kalkan yaptılar. Stalin “anarşizm mi, Sosyalizm mi?” makale dizisinde onlara hak etlikleri cevabı vermişti: “(…) Marks’ın insanların ekonomik durumunun onların bilincini, ideolojisini belirlediğini söylediği kuşkusuz; ama yemekle ekonomik durumun aynı şey olduğunu size kim söyledi? Örneğin yemek gibi fizyolojik bir görüngünün örneğin insanların ekonomik durumu gibi sosyolojik ör görüngüden temelden ayrıldığını bilmiyor musunuz yoksa? Bu iki farklı görüntüyü birbirine karıştırmak haydi diyelim ki, yetişkin bir iyi ev kızı için bağışlanabilir, fäkal nasıl olur da ‘sosyal demokrasi yıkıcısı’ ‘bilimin yenileyicisi’ olan sizler iyi ev kızının halasını böyle düşüncesizce tekrar edersiniz. “İyi ev kızının hatasını bir kez de Gramsci “Yiyeceklerin düşünce üzerinde belirleyici etkisi vardır” diye tekrarlamış, biz sadece göstermeye çalıştık.
Gramsci Marksizm’i ütopik olmakla suçluyor “Praxis filozofu (…) gerçekte de bugünkü çelişkiler alanının dışına kaçamaz, doğrudan doğruya bir ütopya yaratmadan çelişkilerin ortadan kalkacağı bir dünyadan söz edemez”. Gramsci Marksist teoride söylenenin “sınıfların ortadan kalkması-sınıfsız toplum” olduğunu bilmez mi? Bilir. Genel olarak çelişkinin ortadan kalkmasından bahsetmek saçma bir şey olur. Oysa Gramsci bunu söylüyor, çelişkilerden geriye sadece “kavramların diyalektiğini” bırakıyor. Marksizm’e ütopyaları eleştirdiği, ütopik sosyalizmlerin yerine bilimsel olarak sınıfsız topluma geçişin yasalarını açıkladığı için Gramsci’nin rahatsızlık duyduğu belli. Evet, kimileri Marks’ı ütopya yarattığı “sınıfsız toplumun” bir düş olduğunu söyleyerek onun bilimsel olmadığını belirtmiş oluyorlar. Kimileri de “ütopya” yaratmalıydı diyebiliyor. Günümüz Türkiye’sinde “Marksizm’in yeni bir ütopyaya, gelecek düşüncesine gereksinimi vardır” diyenler sınıflar mücadelesi ve emek sermaye çelişkisi ütopyasının iflas ettiğini ekleyerek “yeni” sınıf dışı, sınıflar üstü, marjinal muhalefet odaklarının marjinal sesi olmaya çalışıyorlar. Ütopya konusunda bazılarını çok kızdıran bir kılavuza, Stalin’in “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” yapıtına başvuruyoruz: “Dördüncüsü, İnsanların irade ve çabalarını hayal ve ütopya olarak ne zaman göstermiştir Marks? Marks’ın insanların irade ve çabalarını, ekonomik gelişme ile açıkladığı kuşkusuz ve odalarından dışarı çıkmayan bazı kimselerin çabaları ekonomik duruma uygun düşmeyince bunları ‘ütopya’ olarak adlandırmıştır. Marks’ın görüşüne göre insanlığın çabalarının genellikle ‘ütopya olduğu’ anlamına mı geliyor yoksa bu? Bunun açıklanmasına gerek var mı acaba? Yoksa Marks’ın şu sözlerini okumadınız mı? ‘Bu nedenle insanlık hep yalnızca çözebileceği sorunları ödev edinmiştir.’ Yani genel konuşmak gerekirse insanlık ütopik hedefler izlemez.”
Gramsci Marksist dünya görüşünü “ekonomist-determinist olduğu, yorumlandığı vb.den hareketle” bir çok saldırı yöneltirken felsefeyi genci bir kategori gibi ele almakta ve Marksizm’i bu genel felsefenin bir alt başlığı haline sokmakta tereddüt etmez. Felsefeyi tarihe, ideolojiye ve sonuçta bizce tüm bunları sınıflar üstü bir Halkçılığa (Popülizm’e) indirger. “Halkın bir ideolojiyi benimsemesi ya da, benimsememesi düşünüş biçimlerinin akla uygunluğuna ve tarihseli iğine yöneltilen bir çeşit eleştirinin açığa vuruluşudur.” der Gramsci. Ona göre felsefeler, ideolojiler egemen sınıfın ekonomik egemenliğinin ifadesi ve bu egemenliği sağlamlaştıran araçlar değildir. Gerçek ilişkilerin ve çelişkilerin tersyüz edilmesinin araçları olarak görülmezler. Meslekten politikacı ve filozofların ürünleri; egemen sınıfa maaş karşılığı sunulan demagojiler, aldatma elemanları değildir Gramsci’de. O ideoloji ve felsefelerin halk tarafından benimsenmesini onların akla uygunluğunun (yabancılaşmanın değil) ölçütü yapar, rasyonelliğe fetva çıkarır. O, halkın benimsediği ya da uyum sağladığı (zorla benimsetilmiş ya da uydurulmuş değil) ideolojiyi “keyfi” bulmamakla kendi keyfi modeline aklınca yol açıyor. Çünkü o kendi felsefesini de Halkçılaştırmayı savunur. Bunun için de: “Kendi öz kanıtlarını yorulmadan, bıkmadan (anlatış şeklini değiştirerek) tekrarlamak; bu, halkın düşünüşünü etkileyebilmek için en etkin bir öğretim aracıdır.” “Sivil Toplum” bahsinde değineceğimiz gibi bu öğretim aracı onun aynı zamanda “sivil toplum”da hegemonya kurabilmesinin ve orada yönetici duruma geçebilmenin de tek yöntemidir. Proletaryanın ve ezilen emekçi yığınların ideolojik, politik, ekonomik mücadele cephelerinin birleştiği merkezin bağımsız siyasal Marksist partileri olduğu gerçeği ve proletaryanın partileri önderliğinde yürüttükleri mücadele sürecinde kazandığı deneylerden çıkardığı dersler sarmalında gerçeği kavrayacakları ve sınıf bilincine ulaşacakları doğru anlayışının Gramsci’de eseri yoktur. Toplumsal tüm varlığı bilincin bir yaratımı olarak gören Gramsci’nin kendi felsefesini, ideolojisini dünyalaştırırken elbette onları sık sık ama değişik biçimde papağan misali tekrarlama yönetimini seçmesi çok şaşırtıcı değildir. “Defterler”inde de bunu yapmıştır. Onu birazcık sistemli kılan da “bilince” verdiği önemi idealist tarzda temcit pilavı gibi tekrarlamasıdır. Gramsci’den sonra da Marksist dünya görüşünü bozma çabaları; basitleştirme, ülke koşullarına uyarlama, halkın benimseyeceği biçime sokmak adına da yapıla-gelmiştir. Mao’nun Çin Devrim’inde yaptığım belirttiği de bu olduğunu biliyoruz. Sonuç politikada Popülizm felsefesi Konfüçyus’un doğmalarıyla Marksizm’in harmanlanışı olmuştu. Bu tür çabaların kürsü kariyerli Marksolog’larca evvelden beri hoş görüldüğünü biliyorduk ama mücadeleci bir pratikten gelmiş “Marksist” iddiasını bırakmayan kişilerin de Popülist uğraşları onaylaması kabul edilemez. Bu tür orijinallikler acaba “bir katkı da benden” diyebilmenin yolunu yapma çabası mıdır? Biz Gramsci özgülünde “Marksizm’i bir bilim gibi, ön yargısız, tarafsız inceleme yönetimini” izlememekte kararlı “dogmatik ” tavrımızı sürdüreceğiz.
Devam edecek.

Ocak 1991

KİTAP VE OKUMA

Genç yazar heveslisi, yazdığı ilk “romanı” usla bir yazara göndermiş ve romanı hakkındaki eleştirilerini sormuş. Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra, üstattan yanıt gelmiş. Yanıt çok kısaymış. “Oku” diyormuş. Genç “yazar”, ünlü yazara tekrar bir mektup yazmış: “Ne okuyayım?” . Biraz gecikmeli olarak da olsa yanıt gelmiş. Bu sefer bir cümleymiş yanıt: “Oku da ne okursan oku!”
Bir yanıyla, egemen sınıf çevrelerinin kitap düşmanlığı, yasaklar, kitaplar ve yazarlar hakkında on yıllara varan cezalar, TV’de kitabın da suç aleti olarak teşhir edilmesi, daha da kötüsü ne kadar az kitap okuyan bir toplum olduğumuz açısından bakılırsa, ünlü yazarın “Oku da ne okursan oku” öğüdü bizim toplumumuz için de geçeri! gibi görünürse de bu bir yanılsamadır. Çünkü: bugün, daha doğrusu çoktan beridir, gericiler de “kitapsız cehalet”in kendi işlerine yaradığı zamanların geçtiğini fark etmişlerdir. Diyanet işlerinden milli eğitime sayısız kurum ve kuruluş, bankalar, dinci-gerici mihraklar tarafından çıkarılan dini-şoven İçerikli sayısız kitaplar, hatta onlarca kitaplık kitap setleriyle, “kitapsız cehaleti”, “kitaplı cehalet”e dönüştürme çabasındadırlar. Neredeyse, var güçleriyle, “bu kadar cehalet ancak eğitimle olanaklıdır” deyimini haklı çıkaracak bir politika izlemektedirler. Milli Eğitim Bakanlığı’nın en tepesi, bugüne kadar yetişmiş en gerici dinci grupların eline geçmiş olup, bırakalım gerçekçiliği, materyalizmi, din karşısında ilgisizlik bile o kitabın, o kitabın yazarının bütün kitaplarının kütüphanelerden, M. Eğitim ve Kültür Bakanlığı’na bağlı (tabii diğer devlet kuruluşları da dâhil) kurumların listelerinden çıkarılmasına yol açmaktadır. Resmi ve yarı-resmi kurumların kütüphaneleri ağzına kadar doludur, ama bu kitapların hemen tümü Türk-İslam ahlak ve törelerine uygun, İslamiyet’i, Türkçülüğü övücü içeriktedir.
Resmi kurum ve kuruluşlar, Özal kişi ve çeşitli dinci-gerici çevrelerle işbirliği içinde “Türk-İslam Eserleri Külliyatı”, “Bin bir Temel Eser” gibi sayıları yüzlere varan setler üretirken, gerici çevrelerin yayın evleri de banka ve devlet kuruluşları tarafından beslenmektedir.
Şöyle ki; yayın evlerinin kitap kataloglarına bakıldığında şu açıkça görülür. Örneğin ilerici içerikli bir klasik yapıt bir yıl içinde bir ya da iki baskı yaparken, dinci-gerici içerikli, adı-sanı duyulmamış yazarların kitapları bir yılda 40-50 bin basmış gözükmektedir, ilk bakışta insanın aklına, kitap okuma ve aydınlık düşmanı çevrelerin birden bire kitap okumaya başladığı gelirse de, gerçek pek öyle değildir. Elbette bu çevreler ülke çapında örgütlü olup tarikat ağı içinde kitaplarını da yayınlamaktadırlar. Ama asıl sürüm, çeşitli devlet kuruluşlarına, bankalara, hatta kendi denetimlerindeki sendikalara 3-5 binerlik partiler olarak yapılmaktadır. Böylece bir yandan gerici yayınevleri beslenirken öte yandan bu kitaplar her elini uzatana; (paralı-parasız) sunulacak biçimde hazır bekletilmektedir. Örneğin bugün, “İlerici çevrelerin” bile beğenisini kazanan eski MHP milletvekilinin başında bulunduğu Kültür Bakanlığı bir kampanya yürütüyor. Bir kitap okuyup özetini (kendi el yazısıyla) Bakanlığa gönderen herkese Bakanlık bedava bir kitap hediye ediyor. Ama bu “alış-veriş”in gerçekleşmesi için “küçük bir koşul” var. Okunan kitap, Kültür Bakanlığı’nın, Türk-İslam sentezi doğrultusunda tavsiye ettiği kitaplardan olacak. Tabii “bedava” verilen kitap da öyle.
Demek ki; çoğu aydınımızın sandığı gibi “oku da ne okursan oku” ya da “biz okumayan toplumuz” vb. yakınmalarının bir anlamı yoktur. Her şey gibi okumanın da bir amacı vardır ve okumanın kendisinden çok ne okunduğu, niçin okunduğu, nasıl okunduğu önemlidir.
Bu konuda dergimize de sık sık mektuplar gelmekte “ne okumalıyız, hangi kitaptan başlamalıyız” gibi sorular yöneltilmektedir. Hiç kuşkusuz t herkes için geçerli bir okuma kılavuzu, ya da programı olamayacağı için, bu mektuplara birer birer ya da hepsine birden somut ve uygulanabilir “programlar” önermek olanaksızdır. Hele geçmişte, dernek vb. kitle örgütlerinde “İlkel Komünal Toplum”dan başlayıp “Sosyalizmin ekonomi politiğine” kadar kronolojik bir sıra izleyen skolastik (okul tarzında) eğitim ya da “okuma programı” önerilerini, ya da günümüzde sendikalarda uygulanan, “artı-değer, sendikal haklar ve sendika örgütlenmesinin faziletleri çerçevesinde dönen “eğitim” programlarını düşününce, herkes için genel geçer bir “program” sunmak bizim için daha da istenmez, daha doğrusu olanaksız bir şey oluyor.
Çünkü okumak için okumak, bilmek için bilmek diye bir şey yoktur. Ancak bir amaç için okunuyorsa okumak anlamlıdır. Bizim amacımız ise; en genel anlamıyla, düşünce tarihinin o, en eski sorusuna bir kez de kendimizin bilgi birikimi açısından yanıt aramaktır. “Bu dünya nereden geldi, nereye gidiyor, bir tek şeyden bunca çok şey nasıl meydana geldi?” sorularının daha somutu olan “insanlık nereden geldi, nereye gidiyor ve bu gidişat içinde insanın rolü nedir?” Hatta bir adım daha atarak, “insan olarak bana düşen nedir ve ben bu rolü daha iyi nasıl yerine getiririm?” sorusuna yanıt aramaktır.
Sorun böyle ortaya konunca, insanın sınıflar mücadelesini ve bu mücadele içindeki kendi yerini ve görevini kavraması için genellikle tıpkı okulda olduğu gibi, “baştan” başlamak; yani yukarıdaki sorunun, ilk ortaya atıldığı Antikçağ’dan bu yana, “bu dünya nereden gelip nereye gidiyor” sorusu etrafındaki tartışmaları (yani felsefe tarihini) ya da Pythagoras’dan bu yana bilimler tarihini vb.ni ayrıntılı olarak öğrenmek, ilkel materyalizmden idealizme, idealizmden diyalektik materyalizme gelen insan düşüncesini kendi seyri içinde iyice izlemek gerektiği; ancak ondan sonra, günümüz sınıf mücadelesine ilişkin bilgileri edinebileceği gibi bir düşünce akla gelirse de, gerçek hiç de böyle değildir. Bu okulcu yöntemin tam tersine bir yol izlemek çok daha gerçekçidir. Çünkü insan bilgisinin kaynaklarından birisi de, kendinden önceki kuşakların pratik bilgisini (o artık bugünkü insan için teorik bir bilgidir) edinmek ise de, bilginin kaynaklarından birisi de bizzat yaşanan toplumsal pratiktir. Bu canlı mücadeledir ki; önceki kuşakların bize aktardığı bilgiyi de pratikte deneyerek onu yeniden üretir zenginleştirir, anlamlandırır. Ve insan, gündelik sinsi mücadelesi içinde; o mücadelenin ihtiyaçları, sorunları doğrultusunda dünyayı, toplumu ve toplum içindeki kendi yeri ve rolünü anlamak ister. Dolayısıyla da onu ilgilendiren, bu konularda eskide ne denildiğinden çok, hâlihazırdaki sorunları çözmek, mücadele içinde yolunu aydınlatmak için bilgi edinmektir.
Demek ki; sınıf mücadelesi içinde şöyle ya da böyle yer alan birisi için okumaktan amaç önünü aydınlatmaktır, mücadelenin sorunlarının ne olduğu ve nasıl aşılması gerektiği konusunda kafa yormaktır.
İnsanlar kendi başlarına, yalnızca kendi deneylerine dayanarak ilerlemek isterlerse çok da ileri gidemezler. İşte burada bizden önce benzer yollardan geçmiş, bu konuda deneyim birikimi ve ustalığını kanıtlamış kişilerin bilgilerine başvururuz ki: bu günümüzde çoğu zaman kitap olur: Ancak okuma, böyle bir ihtiyacın dürtüsüyle yönlenirse anlamlı olabilir. Örneğin, grev ve direnişlerin yaygınlaştığı, ama öte yandan da bütün bu direnişlerin bir elde toplanıp tek bir amaca yöneltilme sorunlarının en yakıcı biçimde kendini dayattığı koşullarda “ne okuyayım” diyen işçiye 15. Yüzyıl’da “çifte doğru öğretisinin yol açtığı devrimci sonuçlar üstüne çeşitlemelere ilişkin kitaplar önerilirse, belki işçinin entelektüel birikimine bir katkıda bulunulur, ama onun bilinçlenmesine katkıda bulunmak bir yana bilinci çarpıtılmış olur. Dahası onun okuma isteği de köreltilir. Ya da bugünkü gibi Marksist teoriye karşı burjuvazi tarafından haçlı seferi açıldığı koşullarda, “ne okuyalım, ne yapalım” diyen Marksizm yandaşlarına “Marksizm’i her cephede savun, bunun için de Marksizm’in temel klasiklerini oku” demek yerine “liberalizme karşı Keynes’i okuyarak silahlanmalıyız, kapitalizme göre İsveç sosyalizmi, sosyalizmin üstünlüğünü kanıtlamıştır, o zaman İsveç sosyalizmini incelemem gerekir” vb. önerilerin ne gerçekçiliği vardır ne de insanları ikna edip, kafalarındaki sorunları çözerek onları okumaya teşvik eder.
Bu açıdan bakıldığında Marksizm’i öğrenmek, sınıf mücadelesini kavramak için “İlkel komünal toplumdan kapitalizme, sosyalizme” kadar toplumlar tarihinden başlamak da yetersizdir. Aksine, sınıflar mücadelesinin getirip dayattığı sorunlardan başlayarak öğrenmek gerekir. Örneğin günümüzde savaş kapıya dayanmış bir sorunken, Lenin’in “Sosyalizm ve Savaş” adlı yapıtını okumak için “baştan” başlamak, toplumların, gelişmesini diyalektik ve tarihsel materyalizmi vb. okuduktan sonra “Sosyalizm ve Savaş”ı okumaya hiç gerek yoktur. Savaşa karşı tutum ve çeşitli burjuva partilerinin savaş kışkırtıcılığının nedenlerini, reformcuların vb.nin pasifist “anti-savaşçılığını anlamak için doğrudan “Sosyalizm ve Savaş”, ek olarak “Doğuda Ulusal Kurtuluş Savaşları”, Stalin ve Komintern’in “2. Emperyalist Paylaşım Savaşı” üstüne yazdıkları makaleleri ilk önce ve doğrudan okumak en doğrusu olsa gerekir. Elbette bu durumda, Marksizm konusunda yeterli bilgi birikimi olmayan, daha çok bilgi birikimi olana göre okuduklarından daha az şey anlayacaktır, ama yine de az-çok bilgi birikimi sağlayacağı için en azından bazı sorunlar sorun olmaktan çıkacaktır karasında. Dahası kitap okuma, kitapta yazılanlarla yaşananlar arasındaki bağı kavradığı için, onun için giderek bir zevk haline de geleceğinden okumaya karşı olan geleneksel olumsuz direncini de kırma yoluna girecektir.
Kısaca söylenecek olursa kitap okumada “önce şu kitaptan başlanır ve şöyle sıra izlenir” diye genel geçer bir reçete sunulamaz. Ama şu söylenebilir ki; sınıf mücadelesinin dayattığı sorunları konu alan kitaplardan başlayarak okumak, daha doğrusu çatışma programını mücadelenin sorunlarına göre düzenlemek en doğrusu olacaktır.
Elbette ki, bu söylediklerimizden;-daha özel durumlarda bu genel yöneliş içinde, daha özel programlar uygulanamaz anlamı çıkarılamaz. Örneğin bir işletmede oluşturulan kütüphaneden yararlanan 5-10 işçi kendi aralarında, ya da bir tek kişi tek başına Komünist Manifesto, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, Ne yapmalı vb. gibi bir sıra yaparak kendi aralarında okuyup tartışarak bilgilerini artıracak bir yol seçerlerse, buna da diyecek bir şey yoktur. Hele bu okuma tartışmalı ve güncel sorunları da içeren bir kapsamda yürüyorsa, görünüşteki “okulcu” biçime karşın, son derece verimli de olabilir. Zaten kitap okuma dendiğinde, bir kitabın alınıp baştan sona okunup kapatıldıktan sonra da ilginin kesilmesi olarak anlarsak zaten pek okumuş sayılmayız, ister siyasi, ister felsefi, ister edebi vb. hangi türden olursa olsun bireysel okuma toplumsal okumayla birleşip ona katılamazsa pek yararlı da olamaz. Yani okuma bir yanıyla bireysel, bir kitabı alıp okuma eylemidir, ama bir yanıyla da, kitap üstüne yazılmış başka yazıları (eleştiriyorum vb. gibi) da kapsayan bir incelemeye dönüşüp en azından etrafındaki insanlarla bir tartışma, okumaya onların da bir yanıyla katılmasıyla yararlı ve gerçek anlamda okuma olabilir.
Özgürlük Dünyası bir dergi olarak, birincisi kendisine doğrudan sınıf mücadelesinin en yakıcı sorunlarını konu alıp bu konularda çeşitli inceleme yazıları, yorumlar yayınlayarak ayrıca, Marksizm’i her türden sapmaya karşı felsefi alanda savunurken, aynı zamanda Marksizm’in temel klasiklerini de okuyucunun ilgi alanına sürerek, zaman zaman da değişik kitaplar üzerine “değerlendirme” yazıları yayınlayarak kendiliğinden, okuyuculara bir kitap okuma yönü gösteriyordu. Ama bundan böyle bir adım daha atarak, bazen yayımlanan çeşitli yazılarla bağlantılı olarak temel Marksist klasikleri ve yazıyla ilgili bir kitabı tanıtma, bazen de yazılarla doğrudan bağlantılı olmasa da dönem içinde okunmasında yarar gördüğü kitapları tanıtarak okuyucularının kitap okuma faaliyetine de bir yanıyla katılmaya çalışacaktır. Bu tanıtmalara okuyucularımızın katkısı (okudukları ve herkesin okumasında yarar gördükleri kitapları tanıtan yazılarıyla) kitap tanıtım faaliyetimizi hem destekleyecek hem de zenginleştirecektir.
Birlikte okuyup, okuduklarımızı paylaşabilmek dileği ile…

Ocak 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑