Tarım ürünlerinde “destekleme alımları” kaldırılıyor! Tarım ve tarıma dayalı sanayi emperyalist tekellerin insafına terk edildi!

Türk ekonomisinin “kurtarıcıları”, “serbest pazar”, “liberal ekonomi”, “yabancı sermayeyi teşvik”, “özelleştirme” vb. benzeri edebiyatı arkasında, dönüp dolaşıp yeni “24 Ocak kararları”na gelirken, emperyalizme hizmette de sınır tanımaz bir noktaya geldiler.
12-13 yıl öncesinde başlayan yabancı sermaye övgüsü ve emperyalist sermayenin yararı üstüne yürütülen propaganda, KİT’lerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine ve nihayet tarım alanlarının da emperyalist sermayeye sunulmasına kadar geldi. Nihayet, son 15 yıldan bu yana, bir İMF dayatması olan tarım ürünlerine yönelik “sübvansiyonların kaldırılması” ve “devletin destekleme alımlarından vazgeçmesi” gündeme getirildi.
Bir yandan “tarım ürünlerine de devletin destekleme alımlarından vazgeçeceği” ilan edilip, kamuoyu oluşturulmasına, en azından ani tepkileri engellemek için “ısındırma” taktiği uygulanırken, “kaşla göz arasında” çıkarılan bir kararname ile tütün ve sigara tekelini kaldıran, yabancı sermayenin sigara üretmesine ve fiyatı kendi belirleyerek pazarlamasına izin veren kararname yürürlüğe kondu.
Bu kararnameye göre; herhangi bir yabancı sigara tekeli, Türkiye’de tütün yetiştirerek (daha önceden, Balıkesir, Salihli yöresinde Virginia tütünü deneme ekimleri zaten başlamıştı) ya da tütün ithal ederek, hiç bir kısıtlamaya tabi olmadan kuracağı ya da satın alacağı fabrikalarda sigara imal edip piyasaya sürebilecek.
Burada şu soru akla gelebilir: Çimento, petrokimya, otomotiv vb. alanlarına da yabancı sermaye giriyor; tekel ve sigaraya girerse ne olacak, ne farkı var? Belki ekonomik normlar açısından bir farkı yok. Ama başka bakımlardan bir farkı olduğu da bir gerçek. Birincisi; emperyalist sermayenin tarım alanına girmesi, ülkenin emperyalist sermayeye bağımlılığının ölçüsünün vardığı boyutları göstermesi açısından önemli. İkincisi; emperyalist sermaye ve sömürü olgusunun milyonlarca köylü için artık soyut bir “yabancılık”, bir “askeri üs” sorunu olmaktan çıkıp doğrudan sofralarına ortak olan, sofrada ne varsa silip süpüren somut olgu olması ve bunun doğuracağı sosyal ve siyasi sonuçlar bakımından önemlidir. Üçüncüsü ise, “emperyalizmin sömürücü niteliği yok oldu”, “artık sermaye herkese hizmet sunan bir karakter kazandı” diyenlerin, bir kez daha “ipliğini pazara çıkarması” bakımından Önemlidir.
Burada üçüncü gerekçeden başlayarak konuya girmek, sonraki söylenenleri daha anlaşılır kılacağından; yazımızın birinci bölümünde, klasik sömürgecilik ve emperyalizm dönemlerinde, tarım alanlarına yönelik sömürgecilik ve yeni sömürgecilik politikaları üstünde duracağız.

KAPİTALİST SÖMÜRGECİLİK VE EMPERYALİZM DÖNEMİNDE, KAPİTALİST DEVLETLERİN TÜRKİYE TARIMINA YÖNELİK POLİTİKALARI
İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği, kapitalist büyük devletler, 18. ve 19, yüzyıl boyunca, dünyanın en geniş toprakları ve en büyük nüfus alanlarını oluşturan geri ülkeleri sömürgeleştirmişler ya da yarı-sömürgeler durumuna getirmişlerdi. Ve bu dönem boyunca, bu ülkeler köle ticaretinden yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesine kadar her yolla talan edilmişlerdi.
Bir zamanların büyük devleti Osmanlı İmparatorluğu da, 16. yüzyılın sonlarından başlayarak bir çöküş sürecine girmiş, 19. yüzyılın başlarına geldiğinde de; artık büyük kapitalist ülkelerin, kendi aralarındaki çelişme çatışmalardan dolayı yaşamasına izin verdikleri için ayakta duran sözde büyük bir İmparatorluk durumundaydı.
Fransızlar, daha 1535’den itibaren Osmanlı topraklarında “serbestçe ticaret yapma hakkını” elde etmişlerdi. Daha sonra ise İsveçliler, Avusturyalılar, Hollandalılar, İngilizler de bu kervana katıldı. İngiltere, 1809’da Fransa gibi “en çok müsaadeye mazhar ülke” statüsünü elde ederek, en gelişmiş kapitalist ülke olarak, kısa bir sürede Osmanlı ihracat ve ithalatında en önemli ülke haline geldi.
1850-60’lı yıllarda İngiltere’nin Türkiye tarımına yönelik politikaları
Başlangıçta, Osmanlı liman kentlerinde meta alışverişiyle sınırlı bir ticaret yapan sömürgeci ülkeler, 1840’lardan itibaren, Osmanlı topraklarında tarım yapmak, kendi sanayileri için ihtiyaç olan tarım ürünlerini buralarda yetiştirmek için de girişimlere başladılar.
1850’lerin sonunda, ABD’nin Güney’i ve Kuzey’i arasındaki gerginlik, İngiliz pamuklu sanayinin hammadde kaynaklarını tehlikeye düşürünce, İngiliz tüccar ve fabrikatörleri, 1857 yılında Manchester Pamuk Alım Birliği’ni (Manchester Cotton Supply Association -MCSA) kurarak, İzmir ve Aydın yöresinde Pamuk üretmek için girişimlerine hız verdiler. Güney-Kuzey Savaşı, ABD’den pamuk ithalini olanaksız hale getirince, 1861’den itibaren Hindistan ve İzmir pamuğu İngiliz pamuklu sanayi için daha da önem kazandı. MCSA. İngiltere Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile Türkiye’deki 14 konsolosluğuna bir anket yaptırdı. İngiltere’nin İzmir Konsolosu, bir raporla, Amerikan tohumu ve teknik yardım yapılırsa büyük miktarda pamuk üretilebileceğini belirtti. Bunun üzerine MCSA Türk pamuğunu teşvik kararı aldı. Ancak, yerli pamuk kalitesiz olduğundan ABD pamuk tohumu getirilerek çiftçilere parasız olarak dağıtıldı. Ve üretilen pamuk miktarı 7,5 milyon libreye (1 libre= 438 gr. (İngiliz ağırlık ölçüsü)) yükseldi.
İngilizler amaçlarına ulaşmak için Padişah ve hükümete baskı yaparak, pamuk üretimini teşvik edecek bir ferman çıkartmayı başardılar.
Fermanla, pamuk üreteceklere şu kolaylıklar sağlanıyordu:
1) Pamuk üretmek isteyen kimseler ekili olmayan miri topraklara bedava sahip olabileceklerdi.
2) Bu topraklardan 5 yıl süreyle hiç vergi alınmayacaktı.
3) İhraç edilen pamuklar en düşük kalite pamuğun ödediği ihraç vergisinden yüksek vergi ödemeyecekti.
4) Pamuk üretimi ve temizlenmesinde kullanılan her türlü araç, gereç ve makina gümrük vergisi ödenmeden ithal edilebilecekti.
5) Hükümet bedava tohum dağıtmayı ve isteyenlere bilgi sağlamayı üstleniyordu.
Ne var ki; hükümet, tohum dağıtımı dışında hiçbir sözünü tutmayınca, MCSA, Osmanlı İmparatorluğundan verdiği sözleri tutmasını isteyen bir karar aldı. Ama hükümet, Birliğin taleplerini reddetti. Bunun üzerine MCSA, Batı Anadolu’da pamuk tarımını geliştirmeyi amaçlayan Küçük Asya Şirketi’ni kurdu. Ama bu şirket de fazla bir etkinlik gösteremeden 1882’de kapatıldı.
Bu çabaların sonucu olarak, İzmir-Aydın yöresinde pamuk üretimi hızla arttı. 1861’de 9.7 milyon libre pamuk üretilmişti. Aydın dolaylarında 1862’de 18 bin dönüm olan pamuk alanı bir yıl sonra 70 bin dönüme yükseldi. 1862-1864 arasında üretimin hemen tamamı ihraç edildi. Ama 1865’den başlayarak ihracat azalmaya başladı. Çünkü ABD pamuk üretimi yeniden başlamıştı ve İngiltere için bu daha karlıydı. 1870’ten itibaren İngilizler İzmir ve çevresinde pamuk üretimiyle ilgilerini kestiler.
Bu arada İzmir Aydın demiryolu tamamlanmış ve Aydın çevresine 17 çırçır atölyesi kurulmuş, çiftçiler az çok modern teknikle tarım yapmaya başlamışlardı, ama bütün bunlardan yararlananlar sadece İngiliz kapitalistleriydi.
Bu dönemde sadece pamuk üretimini teşvik ederek ticaretle sınırlı bir sömürü de gerçekleştirmedi İngilizler. Doğrudan toprak satın alarak üretime de giriştiler. 1868 yılında İzmir-Aydın demiryolu çevresinde, ekilebilir toprakların 1/3’ü İngiliz uyruğundaki tüccarların tapulu malı haline gelmişti. 1878’de ise verimli toprakların tümü olan 2 milyon 800 bin dönüm toprak 41 İngiliz tüccarının tapusuna geçmişti. Ayrıca, aynı yoğunlukta olmasa da Fransızlar da bölgeden toprak satın almış, çeşitli işletmeler kurmuşlardı.
1870’lerden itibaren pamuk önemini yitirince, tütün, üzüm, incir, buğday vb. ürünlerin yetiştirilmesine geçildi.
Burada sözünü ettiğimiz dar kesiti, genelleştirerek düşünür ve bu gelişmeye serbest ticareti savunan kuramcıların gözüyle bakarsak, İngilizlerle olan (ve tabi diğer sömürgeci devletlerle de) ilişkilerin Osmanlı toprağında kapitalizmi geliştirdiği, onun bir kapitalist devlet olmasına yardım ettiği, dolayısıyla bunun iyi bir şey olduğu sonucuna varabiliriz. Ne var ki bütün bu kapitalist sömürgecilik dönemi boyunca, Osmanlı İmparatorluğundan, Hindistan’a, Çin’den Arjantin’e sayısız ülke bu sömürgeciliğin hedefi olmuş, ama hiçbirisi de gelişmiş kapitalist ülkeler safına katılamamıştı. Çünkü sömürgeci ilişkiler, bu ülkelerin ekonomilerindeki istikran yok ettiği gibi, “en kısa zamanda en çok kar ilkesiyle”, bu ülkelerin doğal kaynaklarını tüketiyor, ekonomilerini çökertiyorlardı. Dahası bu ülkeleri birbirine karşı oynayarak, onların kendi gelişimlerini de çarpıtıyorlardı. Daha elverişli bir hammadde kaynağı bulduklarında eski alanı terk ediyor yenisine koşuyorlar, eski ilişki alanlarını sorunları büyümüş olarak kendi haline bırakıyorlardı.
Türk pamuğu, Amerikan pamuğu; Türk yünleri, Arjantin yünleri; Türk kökboyaları, alizarin yüzünden vb. terk ediliyordu. Bu durum ise, ülkede tarımın gelişmesini baltalarken, az çok birikmiş olan sanayi gelişimini de tahrip edici bir rol oynuyordu.
Soruna bir başka yönüyle de bakalım: 18. ve 19. yüzyıllar, serbest rekabetin kapitalist ekonomicilerin ve kapitalist devletlerin baş tacı olduğu yıllardır. Ama büyük kapitalist devletler bu “ilkelerini” sadece başkaları için savunmuşlar, söz konusu olan kendi çıkarları olunca “ilkelerini” çiğnemekte ikircik göstermemişlerdir.
Nitekim 18. yüzyıl sonlarında, sanayi devrimini ilk gerçekleştiren İngiltere; Fransa, Avusturya, Hollanda gibi ülkeler karşısında büyük bir üstünlüğe sahip olunca, Avrupa’nın büyük kapitalist ülkelerinin ilk yaptığı iş kendi sanayilerini İngiliz sanayi karşısında korumak için gümrük duvarlarını yükseltmek olmuştur. Hatta Rusya gibi, gümrük duvarının bile koruyacağı kadar sanayisi olmayan ülkelerin, çeşitli malların ithalatım tümden yasaklayarak sanayilerini korumaya çalıştıkları görülür. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler ise, serbest ticaretin kuram ve pratiğinin kurbanları olurlar ancak.
Hindistan’da, bu dönemdeki gelişmeleri izleyen bir Amerikalı gözlemci durumu şöyle değerlendirir.
“Demiryolları, Hindistan’ın doğal kaynaklarını dünya pazarına açtı ve İngiltere’nin Hindistan için mal üreten bir ülke olmasını sağladı, ama Hindistan’ın da kendisi için mal üreten bir ülke olmasını önledi.”
1885’den itibaren de, çöküş sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu, “Düyunu Umumiye” ile tümü ile artık tekelci kapitalizm sürecine girmiş olan büyük kapitalist devletlerin vesayeti altına girerek görünüşteki ekonomik bağımsızlığını bile bütünüyle kaybeder. Sadece; Almanya, Fransa, İngiltere arasındaki çelişmelerden yararlanarak manevralar yapabilen “hasta devlet” durumuna düşer. Bu yüzden de Cumhuriyet’e kadar olan dönemde, konumuzla ilgili ayrı bir ilginç gelişme söz konusu değildir. Çünkü emperyalist ülkeler, ”hasta adamı” ellerindeki her olanakla sömürüp yağmalamaya koyulmuşlardır. Gümrük ve tekel vergileri, belli başlı tarım ve sanayi gelirleri tümüyle, doğrudan emperyalist ülkelerin denetimindedir.
Yukarda ele aldığımız dönem bir bütün olarak ele alındığında, şu saptamaları yapabiliriz:
*) Sömürgeci kapitalist devletlerin sömürge ve yan-sömürgelerde tarımın gelişmesine yönelik girişimleri, ülke ekonomisinin gelişmesi amacına yönelik değil, sadece kendi hammadde ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. Ve sadece kendileri için karlı olduğu sürece bu girişimler sürer. En kısa zamanda en çok kar elde edildikten sonra, daha ucuz yeni kaynaklar ortaya çıktığında, tıpkı Osmanlı pamuğunda olduğu gibi, bu sınırlı gelişme bile yüzüstü bırakılır.
*) Emperyalistler, tarımın gelişmesine değil, sadece kendi ihtiyaçları olan ürünün gelişmesini teşvik ediyorlar. Tohum ve tarım teknikleri konusundaki bilgiyi sadece kendi ihtiyaçları olan ürüne yapıp, onun diğer ürünler aleyhine gelişmesini sağlayarak ülke ekonomisinin istikrarsızlık ve dengesizliğinin büyümesine yol açıyorlar. Geri ülke ekonomilerinin olağan gelişme süreçlerini baltalıyorlar. Böylece, kendi ekonomilerinin buhranını geri, sömürge ve yarı-sömürgelere ihraç ediyorlar.
*) Büyük kapitalist şirketler, kendi hükümetlerinin politikasında etkin olarak, yarı-sömürge hükümetlerine bu yolla baskı yaparak, onları bu şirketlerin çıkarları doğrultusunda politika izlemeye zorlayabiliyor. Dolayısıyla kapitalist şirketler ve hükümetler, yarı-sömürge ülkelerin ekonomi-politikalarının belirlenip uygulamasında belirleyici bir rol oynuyorlar. Bu hükümetlerin sıkışmışlığından sonuna kadar yararlanıyorlar.
1950’li yıllarda emperyalizmin Türkiye tarımına yönelik politikaları
Türk Kurtuluş Savaşı, önderlinin niteliğinden gelen bütün uzlaşmacı özelliklerine katsın aynı zamanda bir anti-emperyalist savaştır. Savaş sonrası kurulan Cumhuriyette de bu nitelik sınırlı da olsa korunur. Ve emperyalistlere ait ticari ve sanayi kuruluşlarının ulusallaştırması politikası benimsenir. Özellikle SB ile kurulan ekonomik ilişkiler Kemalistlerin ulusallaştırma politikalarına dayanak olur. Ama bu cereyan, 1930’ların sonuna kadar ancak sürer. 1940’lı yıllar Türkiye’nin emperyalistlerle yakın ilişki kurmak için yoğun çabalarına sahne olur. Savaş sonrası ise, artık emperyalizme tam bir teslimiyet dönemidir. 1945-52 arasında Türkiye hızla emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakoluna dönüşür. Aynı yıllar emperyalizmin Türkiye’deki ekonomik etkinliklerinin de arttığı yıllardır. DP iktidarı, Amerikancılığın simgesi olarak rol oynar. Ve emperyalistlerin politik ve ekonomik isteklerine büyük bir şevkle sarılır.
İki savaş arasındaki yıllarda en büyük emperyalist güç olarak sivrilen ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan en karlı çıkan, dünya jandarmalığında rakipsiz bir ülkedir. ABD bu konumundan yararlanarak, Truman Doktrini-Marshall Yardımı çerçevesinde emperyalist-kapitalist dünyayı yeni bir düzene kavuşturacak politikalar benimsemiştir. Güçlenen sosyalist dünya karşısında güçlü, birleşmiş bir kapitalist dünya planıdır bu. Bu planın esası, SB ve Doğu Avrupa karşısında, imar edilmiş Avrupa’nın Amerikan şemsiyesi altında birleştirilmesi, dünyanın geri kalan bölgelerindeki emperyalist sömürünün sürdürülmesi için anti-emperyalist kurtuluş hareketlerinin bastırılmasıdır. Planın ekonomik yanı, emperyalist metropollerin güçlendirilmesi, “yeni sömürgeciliğin” örgütlenmesidir.
Bu arada, Türkiye NATO’ya girmiş, “Avrupalı” bir ülke payesiyle “onurlandırılmış”tır. Ama onun asıl statüsü bir “yeni sömürge” olmasıdır. Bu yüzden de ABD’nin dünya siyasetinin ve ekonomik çıkarlarının tam bir “hık deyicisi” olmak zorundaydı. Öyle de oldu.
Bu dönemde Türkiye’nin ve Türkiye’ye yönelik emperyalist politikalar yeni sömürgeciliğin tipik bütün özelliklerini gösterir; ama biz bu yazının çerçevesinde bu politikaların sadece tarıma yönelik olanlarının üstünde duracağız.
ABD’nin başını çektiği emperyalist bloğun emperyalist dünyada yapmak istediği, emperyalist ülkelerin sanayilerini geliştirirken, geri ülkelerin birer tarım ve tarıma dayalı sanayi ülkeleri haline gelmesidir. Bu çerçevede Türkiye’ye açılan krediler, tarım alanına yöneliktir. Traktör, biçerdöver, pulluk, gübre, tohumluk vb. ithali için krediler açılır. Nitekim bu kolaylıklar sonunda, 1940’ta 1100 olan traktör sayısı 1950’de 16 bin 600, 1960’ta 42 bin 100 olur. Sulama ve gübrelemenin yanışım sanayi bitkilerinin yetiştirme alanları hızla genişler. Köylülerin gelirlerinde artışlar olur.
Bu, politikanın görünen sonuçlarının bir yanıdır.
Öte yandan savaş sırasında bütün savaşan emperyalist ülkeleri beslemek için tarım alanındaki üretimi devasa boyutlarda büyüten ABD, savaş sonrasında daralan pazarda fazla bir tarım ürünleri stokuyla karşı karşıya kalmıştır. Bir yandan bu stokların eritilmesi, öte yandan da genişleyen tarım üretimine pazar bulmak için politikalar geliştirmektedir. Ama bu durum, yeni sömürge ülkelerde tarımın geliştirilmesi programıyla çelişkilidir, bu yüzden de ABD tarım alanındaki politikalarını kendi tanınım koruyacak politikalarla destekler.
Türkiye ile olan ilişkileri de bu çerçevede biçimlenir. Bir yandan Türkiye’nin bir tarım ülkesi olarak kalmasını gerektiren politikalar izlerken, öte yandan da Türk tarımının Amerikan tarım ürünlerinin pazarını daraltmasını önleyecek önlemler almaktan geri kalmaz. İkili anlaşmalarla, Türk tarım ürünlerinin ihracatını açıkça kısıtlar. Sadece kısıtlamakla kalmaz Türkiye’nin tarım politikasını bir bütün olarak kendisi belirler.
ABD Senatosu, elinde kalmış fazla tarım ürünlerinin pazarlanması için PL 480 sayılı bir yasa çıkarır. Bu yasaya göre bu elde fazla olan ürünlerin satışı biçimi, koşulları ve elde edilecek paranın nasıl kullanılacağı belirtilmektedir. Türkiye’ye de bu koşullarla satış yapıldığı için, yasanın ilgili maddesini buraya aktarmak açıklayıcı olacaktır.
Yasanın 104 (e) fıkrası şöyle diyor: Uluslararasında dengeli bir ekonomik ve ticari gelişmeyi teşvik için anlaşmalara uygun olarak alınan paraların % 25’ini aşmamak kaydıyla bu maksat için ayrılacak ve Export-Import Bankasında istikraz için varılan karşılıklı anlaşmaya gäre, Amerikan iş firmalarına ve onların kollarına, şubelerine ve bu firmalara bağlı diğer firmalara, o ülkedeki işlerini geliştirmek ve ticareti genişletmek yahut yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin artırılması, dağıtılması ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurmak için verilir. Ancak Amerika’da üretilen ve ya imal edilen mallara rekabet maksadıyla ABD’ne ihraç edilme için yahut Amerikan tarım malları veya imalatına dış pazarlarda Amerika ile rekabet edecek herhangi bir üretim veya imal için bu istikraz yapılmayacaktır.
Biraz sonra sözünü edeceğimiz ABD ile Türkiye arasındaki tarım ürünleri ile ilgili anlaşmalar bu çerçevede yapılmış, görüleceği gibi, yer yer bu amaçları da aşan ABD lehine yaptırımlar getirilmiştir.
Bu çerçevede ilk anlaşma 12 Kasım 1956 tarihinde, “Zirai maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkında Muaddel Amerikan Kanunu’nun 1. Kısmı gereğince Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında Münakit Zirai Emtia Anlaşması” adıyla Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Yasaya göre, ABD’den alınacak tarım ürünlerinin, dünya fiyatları üstünden, Türk parası karşılığı olarak alınacağı ve miktarının ne olacağı belirtiliyor. Elbette ki, yukarda aktardığımız ABD kanununa göre bunların başka ülkelere satılamayacağı, ABD’nin ürünlerinin pazarlarını daraltan ürünler için hammadde olarak kullanılmayacağı vb. de hükme bağlanıyor.
Burada Türkiye’nin tek avantajı ürünleri Türk Lirası ile almak gibi görünüyorsa da, bu paranın kullanımı yine ABD tarafından belirlendiğinden ve önemli bir kısmı Türkiye’de dolar olarak yapması gereken harcamalara aktarıldığından bundan da Türkiye bir yarar sağlamıyor.
ABD,” 25 Ocak 1957 Tarihli ve 12 Kasım 1956 Tarihli Anlaşmaya Ek Anlaşma” ile politikasını daha da ileri götürüyor. Anlaşmanın maddeleri şöyle:
1. Türkiye’ye satılan Amerikan tarım ürünleri fazlası, Amerikanın aynı mallarının alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktır.
2. Bu anlaşma ile Türkiye’ye satılacak malların dünya mahsul piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir.
3. Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatı, Amerika tarafından kontrol edilecektir.
4. Amerikan tarım ürünleri fazlası Türk Lirası ile satın alınacaktır. T. C. Merkez Bankasına yatırılacak olan bu Türk Liraları şöyle kullanılacaktır.
21.900.000 dolar karşılığı Türk Lirası, ABD Hükümetinin Türkiye’deki masraflarıyla, ABD tarım ürünleri için yeni piyasa imkânları temini, uluslararası eğitim mübadelesi, kitap ve gazetelerin tercüme yayın ve dağıtımı çalışmalarının finansmanında kullanılmak üzere ABD hükümeti emrine;
1.250.000 dolar karşılığı Türk Lirası, Türkiye’de Amerikan vatandaşları tarafından kurulup işletilen okul, kütüphane ve cemaat merkezlerine yardım için ABD hükümeti emrine;
Geri kalan 23.150.000 dolar karşılığı Türk Lirası iktisadi kalkınması için Türkiye’ ye faizle aşağıdaki ön şartlarla borç verilecektir:
(a) Türkiye’ye faizle borç verilecek bu miktarın 6.000.000 dolar karşılığı Türk Lirası kısmı Türkiye’de özel teşebbüse borç verilmek üzere ayrılacaktır. Bu ikrazın şartları ve süresi, ayrıca ek bir anlaşma ile kararlaştırılacaktır.
(b) Türk ve Amerikan hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her iki hükümet bu anlaşmanın uygulanmasında özel teşebbüs sahiplerinin etkili bir biçimde rol oynaması için ticari şartlar sağlayacaklardır.
(c) ikraz için Türk hükümetine ayrılacak paraların kullanılma tarzı hakkında Türk ve Amerikan hükümetleri anlaşamazlarsa, bu anlaşma tarihinden itibaren üç yıl içinde Türkiye’ye borç verilmeyen ikrazları, ABD hükümeti bu anlaşma hükümlerine göre, istediği gibi kullanabilecektir.
Anlaşmanın koşulları yoruma meydan bırakmayacak kadar açık: Her şey ABD’nin çıkarlarına uygun olarak düzenlendiği gibi, “Türkiye’ye borç verilmeyen” ve Merkez Bankası’nda toplanan ikraz da, ABD’nin elinde her zaman kullanabileceği bir demokles kılıcı olarak duracak biçimde düzenlenmiştir. Öteki şeylerin yanı sıra, biriken yüz milyonlarca lirayı bir anda çekerek hükümeti zor durumda bırakma olanağını da ele geçiriyor ABD.
İthal listesinde şu mallar var: Buğday, arpa, mısır, Konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya yağı. Bu listede iki şey dikkati çekiyor. Türkiye’de tüketim alışkanlığı olmayan soya yağı ve süt tozu. Elbette ki burada yeni alışkanlıklar yaratma çabası var. Ama sorunun daha yakın bir amacı da var. Bu amaç, ABD’nin baskılarıyla çıkarılan “zeytinyağı kararnamesiyle” daha açık ortaya çıkıyor. Şöyle ki; bu anlaşmanın arkasından, hükümet bir kararnameyle, sabun üretiminde zeytinyağı kullanımını yasaklıyor. Ve zorunlu olarak, soya yağı ve yine ABD’den ithal edilen donyağı sabun üretiminin hammaddesi durumuna geliyor. Böylece yerli üretimi olan zeytinyağı yerine ithal soya ve don yağı kullanmak zorunda kalınıyor. Ve tabi bu durum ülkenin zeytin üretimi ve zeytin üreticilerini olumsuz yönde etkiliyor. Eh, ABD’nin çıkartan bunu gerektiriyorsa, varsın zeytin üreticileri de biraz üzülsün!
ABD’nin istekleri bitmez. Ve varılan “ikili anlaşma”nın bütün ayrıntılarından yararlanırlar. ABD’nin Ankara Büyük Elçisi Fletcher Warren, 20 Ocak tarihinde bir nota vererek isteklerini bildirir. Notanın esası şu iki maddeden ibarettir:
(a) 1957 mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar diğer herhangi yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı ve
(b) 1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert buğday ihracatını asgari bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki buğday mübayatı ile telafi eylemeyi taahhüt etmektedir.
Açıkça anlaşıldığı gibi ABD, Türkiye’nin buğday ihraç etmesini yasaklamaktadır. Eğer Türkiye buğday ihraç edecek olursa, ihraç ettiği kadar buğdayı, karşılığını kendi kaynaklarından sağlayacağı dövizle ödeme yaparak ABD’den ithal etmeyi kabul edecektir. Bekleneceği gibi bu nota, TC hükümeti tarafından itirazsız kabul edilir.
ABD ile Türkiye arasındaki tarımla ilgili anlaşmalar sadece DP dönemi ile sınırlı değildir. Tersine, 1960’lı yıllarda da sürer bu ilişkiler. “İkili Antlaşmalar”ın niteliğini belirtmesinin tipik bir örneği olan bir ABD Nota’sının iki maddesini daha aktararak bu döneme ilişkin söyleyeceklerimizi bitireceğiz.
“21 Şubat 1963 Tarihli Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi Hakkındaki 161 Milyon Dolarlık Anlaşma ile ilgili olarak ABD’nin Verdiği Nota”, 23 Eylül tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Burada Nota’nın ilk iki maddesini aktarıyoruz.
1. TC Hükümeti, 1 Kasım 1962-31 Ekim 1963 tarihleri arasındaki devrede zeytin yağı ihracatını 10 bin tonu aşmayacak biçimde tahdit edecektir, 31 Ekim 1963 tarihinde sona erecek 12 aylık devre içinde 10 bin tonun üstünde zeytinyağı ihracatı halinde Türkiye kendi kaynaklarından karşılamak Üzere Birleşik Amerika’dan ton esasına göre aynı miktarda nebati yağı mubayaa ve ithal edecektir. TC Hükümeti anlaşmanın mütebaki devresinde zeytinyağı ihracını arzu ettiği takdirde bu ihracatın seviyesi (şayet varsa) senelik tetkikat ve görüşmeler esnasında karara bağlanacaktır. Ayrıca TC Hükümeti Amerikan 1963-64-65 mali seneleri zarfında nebati yağlar ve yağlı tohumlar ihracatını 6400 ton yağ muadil miktarda tahdit edilecektir. Bu miktara ABD ile dost olmayan devletlere müteveccih 850 tondan fazla olmayacak ihracat da dâhil bulunmaktadır.
2. Aksi karşılıklı olarak kararlaştırılmadığı takdirde anlaşmada derpiş olunan buğdayın, kanunun 1, bölümü ve kullanılması zarfında TC Hükümetinin herhangi bir buğday nev’ini ihraç etmekten sakınması şartıyla ABD Hükümeti tarafından temin edileceği anlaşılmaktadır.
ABD açıkça şunu söylüyor: TC zeytinyağı ihracatını 10 bin tonla sınırlayacak, eğer bu sının aşarsa, ABD’den aştığı miktar kadar nebati yağı, kendi kaynaklarından sağladığı dövizle ithal etmek zorundadır. Bunun dışında nebati yağ ve yağlı tohum ihracatı da 6400 tonla sınırlanacak, aksi takdirde aynı “ceza” nebati (bitkisel) yağlarla ilgili olarak da uygulanacaktır. Ayrıca bu alanda “ABD’ne dost olmayan ülkelere” ihracat da 850 ton sınırını aşamayacaktır. 2. madde ise, daha önce buğdayla ilgili söylediğimiz sınırlamaların sürdüğünü yinelemektedir.
Kısacası az çok onurlu bir hükümetin kabul edemeyeceği küstahça dayatmalar yapmaktadır, ama buna TC hükümetleri büyük bir iştahla uymaktadırlar. Bu bir bakıma bir kez uşaklık yoluna girilirse burada sınır tanınmayacağını gösterirse de, bir yandan da, kapitalizmin sınırlan içinde kalındığında geri ülkeler için fazla bir seçeneğin olmamasının göstergesi olması bakımından da ilginçtir.
Yukarıda aktardığımız “İkili Anlaşma” metinleri ve Notalar, emperyalizmin yeni sömürgecilik politikalarını, bunların geri kalmış ülkeler için ne anlama geldiğini açıkça göstermektedir ama burada, dönemle ilgili, bir kaç saptama yapmak yine de açıklayıcı olacaktır.
*) ABD emperyalizminin Türkiye tarımını desteklemek için “yardım” ettiği propagandasının arkasında, tümüyle ABD’nin dünya pazarlarında kendi tarım ürünlerini rakipsiz kılma politikası yatmaktadır. Sistem içinde tarım ülkesi rolü biçilmiş olan Türkiye’nin tek ihraç olanağı olan tarım ürünlerinin dış pazarlara çıkmasını engelliyor. Ve sanayinin olduğu kadar tarımın da ABD’nin çıkarlarına zarar vermeyecek biçimde gelişmesi doğrultusunda yön veriyor. Türkiye’yi kendi tarım ürünleri için de bir pazar yaparken, dünya pazarında da Türkiye’nin payını kendisi alarak iki yönlü bir sömürü gerçekleştiriyor.
*) Herkese sınırsız ticaret özgürlüğü öğüdü veren ABD, kendi tarımı söz konusu olduğunda sadece ülke sınırları içinde değil, dünya pazarı içinde de koruyucu önlemler alıyor. 1. Dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin ticaret tekelini yıkmak için “ticaret özgürlüğü” savunucusuyken, şimdi tam tersini uyguluyor, kendi ticaret tekelinin bozulmaması için geri ülkeleri denetimine alıyor, işbirlikçi hükümetler aracılığı ile de zora başvurmasına gerek kalmadan isteklerini bir bir uygulatıyor.
1980 sonrasında emperyalistlerin Türkiye tarımına yönelik politikası ve “Tütün Kararnamesi”
1970’li yıllar, emperyalist politikacı ve propagandacıların “serbest ticaret” ve “serbest pazar ekonomisi”ni yüceltip göklere çıkardıkları yıllardı. ABD’nin patronluğunu yaptığı ama bütün uluslararası tekelci sermayenin finans merkezi olan IMF ve Dünya Bankası da aynı yıllarda etkinliklerini artırarak, uluslararası finans kapitalin gerçek merkezleri haline gelmişti. Bu yüzden de, emperyalizmin politikaları ve sömürüsü sonucu ekonomileri batağa giren yeni sömürge ülkeler, birer birer emperyalist devletlerden değil, bu finans merkezlerinden “yeşil ışık” almadıkça, kapitalist dünyada kredi bulması olanaksızdı. Bu yüzden de bu ülkeler, bir kez IMFin pençesine düştükten sonra, onun dayattığı ekonomik politikaları uygulamaktan başka çıkar yol bulamıyorlardı.
Türkiye’de 1979 sonlarından itibaren İMF’ye başvurarak, ekonomisi üstünde İMF’nin denetimini kabul edeceğini bildirdi. Ve “24Ocak Kararları” olarak bilinen ekonomik politikaları uygulamaya soktu. Bu kararların amaç ve niteliğini bütün emekçilerimiz son 12 yılda yaşayarak öğrendikleri için burada bu kararların ayrıntısına girmeden sadece konumuzla ilgili yanı üstünde kısaca duracağız.
Bu kararlar, bunalımı derinleşen Türk ekonomisinin “kurtuluşu” için İMF’nin 1975’den itibaren dayattığı, Türk büyük burjuvazisinin de gönülden desteklediği bir programdı, ama hükümetler, emekçi yığınların tepkisinden çekindikleri için bir türlü uygulamaya cesaret edememişler, bu yüzden de emperyalizm kredi kaynaklarını keserek Türk ekonomisini tümüyle denetime alacağı bir köşeye doğru itmişti.
“24 Ocak Karaları”nın bir yanı da, en azından propaganda olarak enflasyonun önlenmesiydi. Gerçek enflasyonunu nedeni olarak, bazen işçi ücretlerinin yüksekliği, bazen aşan tüketim eğilimi, bazen da KİT’lerin verimsizliği vb. gösteriliyorsa da bunlar eninde sonunda “kamu finansman açığına” bağlanıyordu. “Kamu finansman açığı” denilince de, hükümet ve egemen sınıf sözcülerinin aklına, ne her yıl katlanarak artan ve bütçenin yarısını götüren ordu ve polis için yapılan harcamalar, ne de aşırı şişmiş bürokrasi geliyordu. İlk akıllarına gelen, KİT’lere açılan krediler, tarım girdilerine yapılan sübvansiyon ve kimi tarım ürünlerine yönelik “destekleme alımları”ydı. Bütçeden bu alanlara aktarılan miktar abanılarak propaganda edildi.
Bu politikanın propagandacıları yerliydi ama mimarları uluslararası finans sermayenin merkezleriydi. Bu yüzdende ağırlıklı olarak bu alanda değişiklik yapılmadıkça, IMF ve emperyalist ülkeler tatmin olmuyordu. Nitekim 1980’den başlayarak, tarım girdilerine yapılan sübvansiyonlar kademeli olarak kaldırıldı. Bugün gübre dışında hiç bir girdide sübvansiyon kalmamıştır. KİT’ler ise; en karlılarından başlanarak “özelleştirme” adına emperyalist ülkelerin tekellerine peşkeş çekildi. Ve bugün de bu alandaki çalışmalar hızla sürüyor.
Ne var ki; Türk ekonomisi öyle IMF reçeteleri ve emperyalist ülkelerin kaşıkla verip kepçeyle alma diyebileceğimiz “kredileriyle” ayakta duracak gibi değildir. Bu yüzden de 12 yıllık baskı ve talan politikasına karşın bugün yeniden IMF’nin masasına yatacak duruma gelmiştir. Ve 24 Ocak Kararları”nın henüz bütünüyle uygulanamamış tek maddesi olan tarım ürünlerine uygulanan destekleme alımlarının kaldırılması sigara imal ve dağıtımı üstündeki tekelin kaldırılarak bu karlı alanın emperyalist sermayeye açılması alelacele gündeme getirilmiştir. Böylece, hükümet, yeniden IMF’nin karşısına “tüm görevlerini yapmış” olarak çıkmak istemektedir.
“Destekleme alımlarının kaldırılması”na karşı üretici çevrelerden sert tepki gelince, olası bir erken seçimi de düşünerek, hükümet, geri adım atarak, “bir iki yıl daha destekleme alımı sürecek” demek zorunda kaldıysa da, zaten son yıllarda, üretici alacaklarının faizsiz taksitlere bağlanıp ödeme güçlükleri çıkarılması, alım miktarının düşürülerek üreticinin tüccarın eline terk edilmesi, taban Fiyatların kasıtlı olarak düşük tutulması vb. yollarla göstermelik bir “desteklemeye” dönüşen bu alımların pratikte bir değeri olmayacak, tüccar ve emperyalist tekeller için tarım ürünlerinin ucuza kapatılıp pahalı satılan ürünler olacağı artık bir kehanet değildir.
“Tekel Kararnamesi”ne gelince; bu kararname bir anda, üstünde basında bile bir tartışmaya fırsat verilmeden çıkarılmıştır. Ama bunun anlamı, yukarıdakilerin aklına bir anda böyle bir kararname çıkarmak geldiği için böyle olmamıştır. Tersine 24 Ocak’tan bu yana izlenen politikaların son aşaması olarak ortaya çıkmıştır. Ve emperyalist tütün ve sigara tekelleri uzunca bir zamandan beri “devlet katlarında hatırlı” temsilcileri ve hükümetleri aracılığı ile bu kararnameyi tezgâhlıyorlardı. Bunun açık kanıtı ise, Philip Morris’in bir kaç yıl öncesinden beri Virginia tütünü deneme ekimlerine başlamış olmasıdır. Daha kararname çıkmadan, İzmir’deki tekel tesislerinin Philip Morris-Sabancı ortaklığı tarafından satın alınıp üretim için hazırlanmaya başlaması da kararnamenin çıkmasının anlık bir mesele olmadığının bir başka göstergesidir.
Gazete köşelerini paylaşmış sözde ilericilerin “tekelin kalitesi artar”, “teknoloji gelir”, “sigarada da yabancı sermaye olsun ne fark eder” gibi gerekçeler arkasında destek sundukları bu kararnameden sadece bu sözde ilericiler değil, büyük tütün ihracatçıları ve sigara te-kelleriyle işbirliğine hazır büyük kapitalistler de hoşnuttur. Ama kararnameyi salt bir yabancı sermeyenin sigara üretiminden öte yabancı tütün ithali ve Türk tütününde destekleme alımlarının ortadan kaldırılması, yerli tütün üreticilerinin uluslararası tekelci şirketlerin rekabeti karşısında yalnız bırakıldığı düşünülürse bunun sonuçlan hangi sigarayı kimin üreteceği tartışmasının çok ötesindedir. Sorunun bu yanına tekrar döneceğiz. Ama burada bir şeyi daha belirtelim ki; Tütün Kararnamesi, emperyalizmin Türkiye tarımına yönelik bir politikadır ve 1950-60’lann “İkili Anlaşmaları” yerini alan IMF dayatmalarının kaçınılmaz bir sonucudur.
Tarım alanlarının ve tarıma dayalı sanayi alanlarının emperyalist sermayeye ardına kadar açılmasında ilk açılışın tütün ve sigaradan başlaması bir rastlantı değildir. Tersine, emperyalizmin önce en karlı alana yönelmesinin bir sonucudur.
Bugün, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere pek çok ülkede sigara kullanma alışkanlığına karşı etkin kampanyalar yürütülmekte olup, bu durum tütün ve sigara tekellerini hayli zorlamaktadır. Türkiye ise; tam tersine yabancı sigara içiminin teşvik edildiği, sigara tekelleri için tatlı karlar vaat eden bir ülkedir. Üstelik sigara teknolojisi geri ve yabancı sigara tekellerinin teknolojisi ve reklâm kampanyalarıyla baş edecek bir pozisyonda değildir. Bu durum tütün ve sigara tekellerinin iştahını kabarttığı için, yıllardır her yolla Türkiye pazarını ele geçirmeye çalışıyorlardı. Ve son kararname onlara bu yolu, hem de onların istediğinden daha dikensiz ve engebesiz olarak açtı. İster tütünü Türkiye’de üretecekler, isterse biraz ithal fonu ödeyerek ithal edecekler. Fiyatları ise istedikleri gibi belirleyecekler. Hükümet “dampinge karşı önlem alınacak” diyorsa da tekeller her zaman bu tür önlemleri aşmasını bilmişlerdir. Hele Türkiye gibi rüşvetten emperyalist baskıya kadar pek çok yollarla hizaya getirilebilecek bir ülkede bu önlemlerin bir değerinin olamayacağı açık.
Sorun emperyalist tekeller olunca onları tek sınırlayan karın düşüklüğüdür. Bu yüzdendir ki; “tütün kararnamesi” bugün en karlı alan olduğu için onlar için önemlidir. Ve karlı buldukları ölçüde pamuk, fındık, şeker pancarı, vb. akla gelecek her alana emperyalist sermayenin akmaması için bir neden yoktur. Yakın gelecekte, yeni kararnamelerle bu alanların da uluslararası tekellere peşkeş çekilmesine tanık olunması sadece bir zaman ve kar hesabı sorunudur.
Yukarda özetlenmeye çalışılan süreç genel olarak göz önüne alındığında şunlar söylenebilir:
*) 1850-60’ların sömürge yarı-sömürge ilişkilerinin, 1950-60’daki yeni sömürgeciliğin “İkili Anlaşmalar”ına dayanan baskı ve sömürü yöntemlerinin yerini bugün IMFnin başını çektiği emperyalist finans merkezlerinin, geri ülke ekonomilerini tam denetime alma politikaları almıştır. IMF’nin dayatmalarına boyun eğmeyen geri bir kapitalist ülkenin sistem içinde ayakta durma şansı yoktur. Bu çerçevede emperyalist sermaye için tarım ya da sanayi diye bir ayrım yoktur. Karın olduğu her alana tam egemen olmak için ellerindeki her olanağı kullanmaktadırlar.
*) 1970-80’li yıllar boyunca, geri ülkelere tarım ürünlerine yönelik desteklemelerin kaldırılması için dayatmalarda bulunurken, ABD, Fransa başta olmak üzere diğer Batı Avrupa ülkeleri kendi tarımlarını korumak için ithalat sınırlamasından gümrük duvarlarının yükseltilmesine, çiftçilere düşük kredili faizler vermekten destekleme alımlarına her yolu denediler, bugün de deniyorlar. Ama aynı ülkeler, geri kapitalist ülkelere sanayi kredileri açmak için bile tarım ürünlerine yönelik desteklemeleri kaldırmalarını ön koşul olarak öne sürüyorlar. Bu da onların amaçlarının ne olduğunu daha iyi açıklıyor.

EMPERYALİZM, TEKEL KARARNAMESİ VE KÖYLÜLÜK
Türkiye’de, Kurtuluş Savaşı’ndan buyana, köylülük için emperyalizm, bazen liman kentlerine gelen Amerikan savaş gemilerinden çıkıp kent sokaklarında dolaşan şımarık askerler, bazen Amerikan üsleri, bazen “kötü olduğunu” duydukları yabancılar, bazen da ürünlerini satarken büyük tüccarların arkasında hissettikleri görünmez bir eldi. “24 Ocak Kararlarından bu yana da, bazı olumsuz yanlan olsa da köylülüğü kalkındırıp, yeni üretim yöntemleriyle onlara “köşeyi döndürecek” sihirli bir güç olduğu propaganda edildi. Ama son alınan kararlarla bütün bu tanımlamalar ve propagandalar onlar için yeni bir anlam kazanacak, daha şimdiden kazanıyor da.
Yukarıda da belirtildiği gibi, gerek fiyatların “serbest pazarda” “değerine” satılacağı iddiası arkasında destekleme alımlarının ortadan kaldırılması ve tütün gibi ürünlerde ekim alanlarının sınırlandırılması IMFnin dayatmalarının bir sonucu olduğu gibi, son Tütün Kararnamesi ile sigara üretim ve dağıtımında Türkiye pazarının uluslararası sigara ve tütün tekellerine açılması da IMF vr emperyalist ülkelerin dolaysız sömürü politikalarının sonucudur.
Bu kararlar, milyonlarca küçük üreticiyi yabancı ve onlarla işbirliği içindeki yerli sermayenin oyuncağı yapacak kararlar olup, daha şimdiden, tütün ekim alanlarının sınırlandırılmasıyla 560 bin tütün üreticisi aileden, 150 binini tütün üreticisi olmaktan çıkarmıştır. Geri kalanlar için de üretim “hepten bilinmeyen bir pazar için üretim”e dönüşmüş olup, tüccarlar ve uluslararası sermayenin eksperlerinin vicdanına kalmıştır. Dahası, yabancı sigara üretiminin artıp, yerli sigara ve tütünü kovması artık yıl sorunu olmuş olup, yakın gelecekte Türk tütüncülüğünün yok olmasının engelleri ortadan kaldırılmıştır. Bu 400 bin dolayındaki tütün üretimiyle geçimini sağlayan üreticilerin de yıkılması, ya daha az karlı ürünlere yönelmesi ya da topraklarını terk etmekle yüz yüze kalması demektir.
Bu ise, nereden bakılırsa bakılsın 2 milyon dolayındaki faal köylü nüfusu için emperyalizmin soyut bir kötülük imajı olmaktan çıkıp, somut elini sofralarına uzatan ve sofrada ne varsa silip süpüren yüzsüz yabancı olarak somutlanması demektir ki; bu durumun sosyal ve siyasi sonuçlan şimdiden ölçülemeyecek kadar derin sarsıntılara yol açabilecektir.
1960’ların sonunda haşhaş ekiminin sınırlandırılmasıyla ortaya çıkan köylü miting v gösterileri, geçtiğimiz yıllarda, tüccar ve Tekel’in entrikaları karşısında ayağa kalkan Akhisar tütün üreticilerinin eylemleri göz önüne alındığında, bugün milyonlarca köylüyü tüccarın oyuncağı yapacak, tütün üreticisini yıkıma sürükleyecek kararların geniş ve köklü bir karşı hareket yaratmaması beklenemez. Tersine bugün alınan kararlar ve çıkarılan kararnameler, milyonlarca küçük üreticinin günlük yaşamını doğrudan etkileyecek, bankalardan tefecilere, tüccarlardan emperyalist tekellere kadar bütün ilişkilerini derinden etkileyecektir. Bu durum onların öfkesini kabartarak, varolan ekonomik-sosyal sisteme baş kaldırmaları için sağlam bir zemin yaratacaktır. Üstelik onların ihtiyaç ve isteklerine, bugün “köylüm!”, “köylüm eziliyor!” edebiyatı yapan burjuva muhalefet partilerinin yanıt vermesinin bir olanağı yoktur. Çünkü bugün kurulmaya çalışılan “yeni dünya düzeni”‘nin gerektirdiği politikalardır bunlar. Ve bu sisteme başkaldırmadan bu politikaların dışına çıkılması olanaksızdır. Burjuva partilerinin görünüşte birbirinden farklılığı ne olursa olsun onlar tek yönlü bir yolda gitmek zorunda olan bir trene binmişlerdir, aynı yönde gitmek zorundadırlar. Birbirlerinden farkları sadece biraz hızlı ya da yavaş gitmek isteği olabilir. Bu yüzden de onlar yakın gelecekte milyonlarca küçük üreticinin kabaran öfkesine, taleplerine yanıt olmaktan çıkacaklardır.
Alman ve yakın gelecekte alınacak kararlar göz önüne alındığında, kırsal alanda sınıf ayrılıklarının derinleşeceğini, kırsal nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve “düzenin direği” sayılan orta köylülüğün hızla yoksullaşarak ellerindeki toprağı zengin köylülere, kapitalist tarım tekellerine terk etmek zorunda kalacağını, şimdiden söylemek bir abartma olmayacaktır. Bu durum, bu nüfusun önemli bir kısmını zaten işsizliğin kol gezdiği şehirlere iterken, bir kısmını da kır proletaryasına katacaktır. Bunun anlamı ise; şehirlerde ve kırlarda yeni devrimci dinamiklerin oluşması, kırsal alanda anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadele için yeni güç kaynaklarının oluşmasıdır. Bu yüzden de, soruna geleneksel olarak “ne olacak bu köylülerin hali!” biçimindeki yaklaşım anlamsızdır.
Kırsal alandaki emperyalist-kapitalist yıkım, geleceğin dünyasının kurulmasının dayanaklarını güçlendirecektir. Yeter ki, sorun bozulan statükonun yeniden kurulması perspektifiyle değil, emperyalizmin kurmaya çalıştığı “yeni dünya düzeni”nin teşhiriyle birleştirilmiş, baskı ve sömürünün olmadığı bir yeni dünyanın kurulması, bu dünyanın kuruluşunun kırsal dayanaklarının güçlendiği bilinci ve perspektifiyle ele alınabilsin.

KAYNAKÇA:
Azgelişmiş Sürecinde Türkiye (Stefanos Yarasimos)
Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi (Orhan Kurmuş)
İkili Anlaşmaların İçyüzü (Haydar Tunçkanat)
Türkiye’nin Düzeni (Doğan Avcıoğlu)

Haziran 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑