Haberler-Mektuplar

Mayıs ayı içinde elimize ulaşan birçok basın açıklaması var. Bunların çoğunluğu cezaevlerinden geliyor ve yine çoğu “Terörle Mücadele” Yasasının iptali için kamuoyunu duyarlılığa ve etkinliğe çağırıyor.
Açıklamalarında Bartın Özel Tip Cezaevinden Yaşar Yıldız ve Nazilli Özel Tip Cezaevinden Yener Metiner, Terör Yasası ile yapılan açık haksızlıklara değiniyorlar; Çanakkale E- Tipi Cezaevinden bu yasadan sonra tahliye olan Seza Mis “Anti-Terör Yasasının toplumsal-siyasal yaşam için nasıl bir kara-zulüm ve terör olduğu önümüzdeki süreçte çok daha derinden hissedilecektir… Topluma dayatılan bu terör yasasına toplumsal olarak karşı durmaktan ve ona yaşam hakkı tanımamaktan başka alternatifimiz yoktur” diyor.
Aydın E-Tipi Cezaevinden Fuat Kav ve on üç arkadaşının dava arkadaşları adına imzaladıkları açıklamada, “halklarımız üzerindeki baskı ve terörü meşrulaştıran Anti-Terör Yasasını reddediyoruz” deniyor.
Buca Bölge Kapalı Cezaevin den Devrimci Tutsaklar tarafından gönderilen duyuruda ziyaret yasağı, mektup yasağı vb. uygulamalarla birlikte, işkence görmüş tutukluların hastaneye götürülmesinin cezaevi idaresince engellendiği, işkence izlerini tespiti için şevklerinin yapılmadığı; yaklaşık 20 kişinin mide, akciğer, böbrek vb. organlarından hasta oldukları, tedavi görmedikleri takdirde rahatsızlıklarının tehlikeli boyutlara varacağı bildiriliyor. Birçok güçlük sonunda hastaneye şevki yapılan tutukluların ise dış güvenlik görevlilerince muayenelerinin yaptırılmayıp cezaevine getirildikleri, bu arada saldırıya uğradıkları belirtiliyor. Sorun kendisine iletilen cezaevi savcısının, “Benim elimde bir şey yok… Biz jandarmaya karışmayız. Sorun jandarmanın sorunu…” dediği aktarılıyor. “Bizler, haklarımıza, insanlık onurumuza siyasi kişilik ve kimliğimize yönelik politika ve uygulamalar karşısında sessiz kalmayacağız. İstenmeyen olayların yaşanmaması için kamuoyunun duyarlı olmasını bekliyoruz” deniyor.
“Bursa Cezaevinden Tutuklular” adına yapılan açıklamada ise, Terör Yasasıyla gerçekleşen haksızlıklara örnekler veriliyor. “Bugün aydın, demokrat ve ilerici olmanın, gerçek bir demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yapmanın, Terörle Mücadele Yasasına karşı çıkılarak ve onun gerçek yüzü kamuoyuna deşifre edilerek mümkün olacağına inanıyoruz” deniyor ve kamuoyu destek olmaya çağrılıyor.
“Bu yasa, biz içerdeki siyasi tutsaklara on yılı aşkın ve yitirdiğimiz onlarca can pahasına kazandığınız haklarımızı da bir çırpıda gasp etmeyi amaçlamakta; cezaevlerinde yaşanan vahşet dönemlerini yeniden oluşturmada bir dayanak yapılmak istenmektedir” diyen ve Ceyhan Özel Tip Cezaevindeki tüm siyasi tutsaklar adına gönderilen açıklama ise, şöyle bitiriliyor: “Bilinen toplumsal bir gerçektir ki, tüm saldırı ve baskı yasaları, emekçi yığınların meşru eylemliliği, birleşik halk direnişleriyle işlevsiz kılınabilir. SS kararnameleri nasıl Kürt emekçilerinin eylemleriyle pratikte işlevsiz hale getirilmişse, Anti-Terör Yasası da işlevsizleştirilmelidir. Fakat bu, demokratik kille örgütleri olduğu kadar tek tek her devrimciye, demokrata, aydına ve yurtsevere ertelenemez bir görev yüklediği ve bunun, genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğiyle birlikte kavran-malıdır. Bu, terörü yasal kılıflarla meşrulaştırmaya yönelik yasanın, pratikte işletilmemesi ve iptali için halktan yana olan herkesi göreve çağırıyoruz.”
“Sağmalcılar Kapalı ve Özel Tip Cezaevlerindeki Siyasi Tutuklular” imzasıyla gönderilen “Kamuoyuna” başlıklı duyuruda siyasi tutukluların 21 Mayıs’tan itibaren Terör Yasasını protesto etmek için 7 gün süreyle açlık grevine başladıkları bildiriliyor. “Çağrımız, insanım diyen, düşünen tüm insanlığa, çağrımız herkesedir.” denilen açıklama şöyle sürüyor: “… En başta bu yasanın geri çekilmesini, iptalini isterken, devlet terörü demek olan bu yasanın savunulacak yanı olmadım düşünüyoruz. Terörle Mücadele adı altında polisin işkence yapmasını, adam öldürmesini serbest bırakan, güvence veren; basına yasal sansür, savunma hakkının gasp edilmesi demek olan bu yasa, biz siyasi tutsaklar için ise ölüm hücrelerini reva görmekte, bizleri bitkisel yaşama mahkûm etmeye çalışmaktadır. Bu yasanın bizlere ilk yansıması açık görüşlerimizin gasp edilmesi, savunma hakkımızı engelleyecek uygulamalara gidilmesi, Eskişehir gibi cezaevlerini uygulamaya sokma hazırlıkları biçiminde oldu… Terör demek olan bu yasaya herkesi, bulabildiği her şeyi kullanarak karşı çıkmaya, bu keyfi uygulamalara dur demeye çağırıyoruz.”
Bu arada çeşidi kesimlerden Terör Yasasına karşı tepkiler sürerken, İHD-İstanbul Şube Başkanı, SP-SBP ve HEP il başkanları 24.5.1991 günü birlikte yaptıktan basın açıklamasıyla bu yasaya karşı kitlesel bir katılımı hedefleyen, bir imza kampanyası başlattılar.

TBKP ve Terör Yasası
4 Mayıs’ta yaptığı Genel Yönetim Kurulu toplantısında “Terör Yasası”nı görüşen TBKP, bu yasanın 8. maddesi ile DİSK’in malvarlığının gasp edilmesini öngören ek maddenin iptalini istedi. Şartla salıverme hükümlerinden tüm hükümlülerin eşit olarak yararlanması gerektiğini açıkladı.
Bütün demokratik kamuoyu Terör Yasası’nın tümüyle kaldırılmasını ister ve buna yönelik kampanyalar yürütürken, TBKP’nin bu yasaya usulen bir karşı çıkışla 8. maddenin iptaline vurgu yapması, bunu da “TCK 142/3. maddenin daha da ağırlaştırılarak yorumlanması tehlikesi yarattığı” gerekçesine dayandırması kara-mizahlık bir açıklama. Bu yasanın değil komünistler açısından, mevcut yasal durum açısından bile savunulabilecek hiçbir yönü olmadığı genel kabul gören bu gerçek. 8. veya başka birkaç maddenin iptalini istemek bilinen özdeyişi gibi ‘Deveye boynun eğri’ demek gibi! bir şey… Terör Yasası’nın dili olsa da söylese: “Nerem doğru ki?”

Grevler, işçi eylemleri
Mayıs ayı işçi eylemleriyle dalgalandı. Erdemir, Petkim, Tekel ve Tersane işçilerinin eylemleri süreklileşti. Yeni grevler var. Anlaşmalar da var. İşten atmalara karşı eylemler, uyuşmazlığı protesto eylemleri, ücret ve ikramiye alacaklarının ödenmemesini protesto eylemleri…
Kristal-İş sendikasına üye 13 bin işçi greve başladı. 14 Mayıs’ta sendika önünden Paşabahçe Cam Fabrikasına yürüyen işçiler, dönüşte polisin engellemek istemesi üzerine, slogan atarak polis barikatını geçip sendika önüne gelerek dağıldılar. Grev, Paşabahçe, Topkapı, Çayırova, Lüleburgaz işyerlerinde sürüyor.
İzmir, İstanbul, Ankara, Adana, Antalya ve Dalaman havaalanlarında faaliyet gösteren USAŞ’ta 14 Mayıs’ta grev kararı alındı.
Sabancı’ya ait TEMSA işyerlerinde bin işçi 21 Mayıs’ta, Konya TÜMOSAN’da 20 Mayıs’ta greve çıktı. Ankara ve Diyarbakır’da TÜMOSAN işyerlerinde 5 Haziran’da greve gidiliyor.
Yeni Çeltek Linyit İşletmeleri’nde çalışan 765 işçi 21 Mayıs’ta greve başladı.
Petkim işçileri aralıkla yaklaşık iki aydır süren eylemlerini yeni biçimlerde sürdürdüler. İşyeri işgali, toplu vizite, üretimi yavaşlatma ve protesto yürüyüşlerinden sonra 7 Mayıs’ta açlık grevine başladılar. 400’er kişilik gruplar halinde 48’er saat dönüşümlü olarak açlık grevi yapan işçilerin eylemi, Aliağa’da yürüyüşlerle desteklendi. Aliağa Petkim işçileri 21 Mayıs’ta da işe iki saat geç başladılar. Anımsanacağı üzere Petkim işyerleri iki aydır grev yasağı içinde bulunuyordu. Sonuçta, YHK sözleşmeyi bağıtladı. Sözleşmeyi protesto eden işçiler yeni eylemlere hazırlanıyor.
Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı işlerlerinde 38 bin işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. Uyuşmazlığı protesto eden İzmir’de 500 Askeri Tersane işçisi yemek boykotu eyleminden sonra Mayıs’ın ikinci haftasında da toplu viziteye çıkarak üretimi tamamen durdurdular. İşyerinden SSK Karşıyaka Hastanesine yürüdüler. Aynı tarihlerde Gölcük Askeri Tersanesinin 6000 işçisi de toplu viziteye çıktı ve üretimi bir hafta aksattı. Hafta boyu toplu vizite eylemini sürdüren Gölcük Tersane işçileri 15 Mayıs’ta da servislerinden erken inerek, üç koldan yaklaşık birer km yürüyerek “Hükümete istifa”, “İşçiler el ele genel greve” “Haklıyız kazanacağız, köle değil işçiyiz” sloganları attılar ve alkışlı protestoda bulundular. Bir gün sonra sendika genel merkezinde toplanan 2500 Harb-İş üyesi işçi, işverenin tutumunu protesto ederek, “Grev bizim hakkımız, söke söke alırız” sloganlarıyla gösteri yaptı ve Özal’ı yuhaladı.
6 Mayıs’ta İstanbul ve Marmara bölgesindeki 15 bin Tekel ve 450 Çay-Kur işçisi toplu yürüyüş yaparak, 1-2 saat geç işbaşı yaptılar. Toplu sözleşme görüşmelerinin çözüme kavuşmamasını protesto eden işçiler “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı”, “İşçiler el ele genel greve” sloganları attılar. 16 Mayıs’ta da Cevizli ve Cibali Sigara, Mecidiyeköy Likör, Bomonti Bira ve Gayrettepe Çay-Kur işçileri işyerlerinden vizite kâğıtlarını alarak topluca SSK hastanelerine yürüdüler ve yürüyüşle geri döndüler; geç işbaşı yaptılar. Adana Sigara Fabrikasında çalışana 1700 işçi de uyuşmazlığı protesto için sendika önünde toplanarak yaklaşık 1 km topluca yürüyerek geç işbaşı yaptılar.
Erdemir işçileri hemen her gün sokak gösterileriyle eylemlerini sürdürürken 13 Mayıs’ta fabrika ve yöneticilerin evleri etrafında devriye gezen güvenlik görevlilerine otomatik silah dağıtılmasını sloganlarla protesto ettiler. Bu arada üst düzey yöneticilerin kapı ve pençelerine çelik panjurlar takıldı. İşçilerin yürüyüşü esnasında fabrikanın 26. kuruluş yıldönümü nedeniyle yapılan ışıklandırma çalışmaları engellendi. Vardiyadan çıkan işçilerle birleşen kalabalık, ailelerin ve kent halkının da katılmasıyla 10 bin kişilik bir kortej oluşturdu. Daha sonra fabrikanın kuruluş kutlamaları iptal edildi. Erdemir işçileri 16 Mayıs’ta öğle yemeğini boykot ettiler; 20 Mayıs’ta da Genel Müdürlük binası önünde şiddetli yağmur altında 3,5 saat oturma eylemi yaptılar. Bu sırada fabrikada çalışan işçiler de üretimi durdurarak “fiili işgal” eylemi yaptı. İşçilerin eylemi halkın da desteklediği ve katıldığı gösterilerle sürüyor. (Geniş bilgi diğer sayfalarımızda)
Geçen ay grev ve eylemleri süren THY’de 38. günde anlaşmaya varıldı. Anlaşma, ücretlerde %154 artış, “Eşit işlem ilkesi”nin kabulü ve disiplin kurulunda işçi ve işveren kesiminden 3’er temsilcinin bulundurulmasında anlaşma ile bağıtlandı.
İki aydır işgalini sürdüren Maga Deri işçileri de ücretlerde % 50 artış ve ihbar ve kıdem tazminatlarında anlaşma sağlanması üzerine eylemlerini bitirdiler.
İETT’de 7.700 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmeleri ücretlerde % 174-215 oranındaki artışlarla sonuçlandı.
Günaydın ve Tan gazeteleri çalışanları maaş ve ikramiye alacaklarının ödenmemesi üzerine 7 Mayıs’ta gazete binalarının önünde toplanarak 6,5 saat süreyle işi durdurdular.
Hereke’de kurulu Sümerbank Halı Fabrikasından 25 işçinin işten atılması üzerine bunu protesto eden işçiler fabrika önüne çelenk koydular ve gösteri yaptılar. Eylemlerini sürdüreceklerini bildirdiler.
Kamu kesiminde 650 bin işçi için Türk-İş Koordinasyon Komitesiyle işveren sendikalarının görüşmelerinde hiç bir konuda anlaşmaya varılamadı. Yaz aylan işçi eylemleri ile ısınacak gibi görünüyor. Türk-İş 2 Haziran’da Bursa’da miting düzenliyor.

İletişim Pazarlama’da İşçi Kıyımı “Ayinesi İştir Kişinin”
Türkiye genelinde işçilerin hak arama mücadelesinin yükseldiği şu günlerde işçi-işveren çatışmasının bir örneği de iletişim Pazarlama AŞ’de yaşandı.
İletişim Yayınlan, kuruluşundan bu yana ücretlerin düşük tutulduğu ve sosyal hakların olmadığı bir işletmedir. Yine de işçilerin işverene karşı iyi niyetli yaklaşımları sonucu bu durum sorun yaratmıyordu. Fakat süreç içinde yönetimin işçilere karşı keyfi tasarruftan ve işçilerin taleplerine duyarsız kalmaları gelenekleşmeye başladı.
İletişim Yayınları’nda bu ana kadar yaşanan uygulama, altı aylık dönemlerde resmi enflasyon oranları bile dikkate alınmaksızın yüzde 20-30 arasında yapılan zam şeklindeydi. Bu da işyerindeki ortalama ücret düzeyinin 250-400 bin lira civarında seyrettiği göz önüne alındığında DİE’nin açıkladığı 650 bin liralık sefalet ücretinin yanında bile çok komik kalıyordu. Bunun yanı sıra her “zam” dönemi, yine gelenekleşen işten atılmaların açıklandığı ve kimin atılacağının eli kolu bağlı beklenildiği dönemler haline gelmişti.
İşte bu noktada biz iletişim çalışanları ücret artışlarının belirlenmesi arifesinde hem artış oranlarını etkileyebilmek hem de yönetimin çalışanların varlığına ve iradesine saygı göstermeksizin aldığı kararlardan duyduğumuz rahatsızlıktan dile getirmek için bir metin kaleme aldık ve yönetim kuruluna ilettik. Bu girişime yöneticilerin yanıtı çabuk geldi. Altı arkadaşımızın işine son verilmişti ve ücret zamları askıya alınacaktı. Gerekçe ise hazırdı: Körfez krizi.
Kriz; başladığından bu yana onlarca işletmelerde yüzlerce işçinin işten atılmasına neden teşkil etti. İLPA AŞ işvereni de ücretleri dondurma ve işten çıkartılmaları “meşru” gösterebilecek bu bahanenin üstüne atladı. İşyerinin “farklı”lığı ve yöneticilerinin “ulvi” düşünceleri, onları bu kârlı fırsatı kullanmaktan alıkoymaya yetmemişti.
Yöneticilerle kurmaya çalıştığımız son diyalog çabası ve bize daha sonra da sürekli söylenen sorunları çözmek için girişimimiz yöneticiler tarafından bu şekilde sona erdirildi.
Bu aşamada bir durum değerlendirmesi yapmak için bir araya geldiğimizde görüldü ki, artık yapılacak tek şey kalmıştı: Sendikalaşmak.
İşkolundaki Tez-Koop-İş Sendikası ile ilişkiye geçerek sendikal faaliyetlere başladık. Bu oluşuma karşı çıkacağı düşüncesiyle, tüm “farklı”lığına karşın İletişim işvereninin çalışmalardan haberdar olmamasına özen gösterilmesi kararlaştırıldı. Ancak 12 Eylül hapishanelerinde beş yılını geçirmesi bizim için referans olan ve bu nedenle kendisine konudan bahsettiğimiz bir kişi, 12 Eylül sonrasında sık rastlanan tavır-taraf değişikliklerinin bir örneğini sergileyerek faaliyetlerimizi Çalışma Bakanlığı’na başvuru aşamasında işverene duyurdu.
Olayı öğrenen İletişim yöneticileri arasında sosyalist çevrelerin yakından tanıdığı Murat Belge, Tuğrul Paşaoğlu, Fahri Aral gibi isimler de bulunuyordu. 12 Eylül yönetimi ve onun uzantısı ANAP iktidarının bile yok edemediği grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkını bu “sosyalist” baylar ağır bir suç olarak gördüler. (’82 Anayasası’nı gerici olarak niteleyen ve terminolojiyi iyi bilen bu kişilerin, durumlarına karşılık düşecek en iyi terimi bulacaklarından kuşku yoktur.)
Ve işverence tedbirleri almakta gecikmediler. İki gün içinde İstanbul merkez depodan bir arkadaşımız işten atıldı. Sosyalistliklerine söz ettirmeyenler, atma nedenini açıkça söyleme cesaretini kendilerinde bulamadılar. Gerekçe olarak bir yıl önce yöneticilerden Nihat Tuna ile arkadaşımız arasında olan bir sürtüşme gösterildi. Bu gerekçenin zorlama ve komik olduğu herkesçe açıktı. Kaldı ki, işveren de ikili görüşmelerde gerekçenin sendikalaşma olduğunu ifade etmekteydi. Bunun üzerine İstanbul merkez çalışanı 25 işçi, arkadaşımıza yapılan haksızlığın düzeltilmesini ve atılmanın durdurulması talebiyle toplu olarak çalışmayı durdurduk. Bayram öncesi cuma günü yapılan görüşmeler sonucu işverenin verdiği yanıt: “Bizler bugüne kadar işleri nasıl yürüttüysek aynen devam edeceğiz. Arkadaşınızı da işe almamız söz konusu değil. İsteyen bu koşullarda çalışır istemeyen istifa eder. Bu atılma ilk değil son da olmayacak” şeklinde oldu.
Bize iki seçenek sunulmuştu; ya aynı koşullarda çalışmayı sürdürüp atılmayı beklemek ya da toplu istifa. Bu durumu protesto ettiğimizi belirterek topluca istifa ettik. Ankara ve İzmir şubelerinde de atılma ve istifalar beklenmekte.
Şimdilik sendikal çalışma engellenmiş görünürken “bizler işveren değiliz!; burası tipik bir ticari işletme değil! Her sorunun çözümü için işletme içi kanallar mevcuttur!; biz farklıyız!; biz bir aileyiz!” tekerlemelerini sürdüredursunlar: “Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz”.
Murat Belge Sosyalizm Türkiye ve Gelecek adlı kitabında “işçilerin sınıf olarak kendi örgütlenmeleri içinde ayrıca da bireyler olarak her alanda katılımları, karar mekanizmalarında somut şekilde temsil edilmeleri en başta düşünülmesi gereken yöntemlerdir.” diyordu.
Yöneticilerden Tuğrul Paşaoğlu ücretlerin düşüklüğünü ve işten atmaları “200 yıllık kapitalizmi ben kurmadım. Onun günahı bana ait değil.” sözleriyle savunuyordu.
Yöneticilerden eski sendikacı Fahri Aral sendikal çalışmalarımızı duyduğunda, “Sınıf mücadeleleri devri bitti sanıyordum. Meğer bitmemiş” sözleriyle dalga geçti.
İşten Atılan ve İstifaya Zorlanan İletişim Yay. Paz. Şti. Çalışanları.

Mücadeleleri yolumuzu aydınlatıyor
İşkence hanelerde ölüm ve sakatlanmaların yoğunlaştığı, baskıların pervasız ve keyfice geliştiği son günlerde, Ankara, işkencede ölümlerin en yoğun olduğu il olarak başı çekiyor.
Zorbalık ve zulüm, 1991’le birlikte Ankara’ya da yoğun olarak yansıdı. Ocak ayında Birtan ALTUNBAŞ isimli yiğit bir devrimci ‘DAL’ işkence hanelerinde katledilmiştir. Şubat ayında ise devrimci komünistlere yönelik operasyonlar başlamış, onlarca insan gözaltına alınmış ve DGM’ce keyfi olarak tutuklanmıştır. (Şu an Merkez Kapalı Cezaevinde 22 kişiyiz) 1 Mart 1991 günü gözaltına alınan Imran AYDİN, gözaltına alındıktan itibaren Denizler’in, Erdal’ların direnişlerini ‘DAL’ işkence hanelerine taşımıştır. En vahşi ve canavarca işkenceler karşısında yılmayan İmran ‘DAL’ işkence hanelerini “Kahrolsun Faşist Diktatörlük”, “Faşizme Ölüm”, “Halka Hürriyet” sloganlarıyla inletmiş ve işkenceci katiller tarafından katledilmiştir. Bu olay basına “elimizden kaçarken başım taşa vurup öldü.” şeklinde yansıtılmıştır. Bu tamamıyla, işkenceci faşistlerin yalan ve demagojisidir.
Nisan ayı başlarında da Veli GELEŞ adlı 17 yaşındaki yoldaşımız, işkenceciler tarafından sokak ortasında kurşuna dizilerek katledilmiştir.
Son söz olarak şunu söylüyoruz ki, ne yaparlarsa yapsınlar, son neferimizin de kanı dökülüp toprağa düşmedikçe mücadelemizi tek bir adım bile geriletemeyeceklerdir.
İMRAN AYDIN VE Veli GELEŞ YOLUMUZU AYDINLATIYOR.
İŞKENCELER BİZİ YILDIRAMAZ.
Ankara Merkez Kapalı Cezaevinden
TDKP-GKB Davası Tutsakları 20.04.1991

Alman heyet Türkiye’de
Türkiye’yi ziyareti Almanya Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) tarafından organize edilen İnsan Hakları İzleme Komitesi heyeti, Nisan sonuyla Mayıs başında ülkemizde incelemelerde bulundu. Alman sosyolog, hukukçu ve sosyal danışmanlarından oluşan heyetin inceleme konuları arasında “Terör yasası”, insan haklan ve Türk ve Kürt ilticacıların durumu bulunuyordu.
Heyetten 4 kişi İstanbul’da çeşidi görüşmeler yaptı ve bir dizi 1 Mayıs gösterisini izledi. Sendika Şubeler Platformu, Memur Sendikaları Platformu, İHD, Dergiler Platformu, İst. Tabip Odası, Baro Başkanı, Çağdaş Avukatlar grubundan avukatlar, kendileriyle görüşülen kişi ve kurumlar arasındaydı.
Ankara’da benzer görüşmeler yapan heyetten bir avukatın içinde olduğu diğer dört kişi, K….’da incelemelerde bulundu. Diyarbakır HEP’teki görüşmeden sonra heyet, Cizre yakınlarındaki Kumçatı köyünde, bölgedeki en çok korucuya sahip ikinci aşiret olan Botan aşiretine bağlı korucularla konuştu. Diyarbakır’da 1 Mayıs gösterisini izlemeye çalıştı, ancak, bu isteğini gerçekleştiremedi. Valiyle yapılan görüşmeye rağmen Şırnak’tan öteye geçmesine izin verilmeyen heyet, Kürt sığınmacılar için Silopi’de kurulan kampta ne doktor ve hemşire ne de ilaç bulunduğunu saptadı. Zaho’ya gidip dönen İzleme Komitesi üyelerine, Gercüş’te, almış oldukları silahları teslim etmek isteyen ama bu istekleri kabul edilmediği için Kaymakamlığın önünde oturma grevi yapan, “silahlı olarak” enterne edilmiş 24 korucuyla görüşmek için Gercüş karakol komutanı Ali Çardakçı tarafından izin verilmedi, üstelik hakaret edildi, ikinci denemelerinde Şırnak’ı geçmeyi başararak Işıkveren’e ulaşan heyet, burada 20-25 bin kişilik bir gösteriye tanık oldu. Sığınmacı Kürtler Saddam’a karşı korunma garanti almadan Irak’a gönderilmeyi reddediyorlardı. Heyetin Işıkveren’de bizzat Kürt köylülerden edindikleri bilgiler şöyleydi: yardımlar aşiret reisleri eliyle dağıtılıyordu. Kampın girişinde kumlu bir çadır, market durumundaydı, Irak dinarıyla her şey satılıyordu. Kampa giden yol kenarları, çuvallarla binlerce ton çürümüş patates ve ezilmiş pet su şişeleriyle doluydu. Kürtler izinsiz sağlık çadırlarına inemiyorlardı. 2 Mayıs günü şuadan insanlara dağıtılan yiyecek miktarı; 10’ar kişiden toplam 40 kişi oluşturan 4 aileye, 4 kg peynir, 10 paket 250 gramlık süt ve ikiden az ekmekti. Yağmur ve soğuğun neden olduğu zatürree ve kanlı ishal temel ölüm nedeniydi. Günde, çoğu çocuk yaklaşık 100 kişi ölüyordu. Bir gün önceki sağanak yağmur 20 kişinin ölümüne yol açmıştı. Havadan atılan yardım paketleri 30 kişiyi öldürmüştü ve askerlerin açtığı ateşle ölenlerin sayısı yirmiye yakındı.
Amerikan emperyalistleri “yeni düzenleri”ni iyi planlamışlardı. Saddam yarı-yenilgiye uğratılmış, başkaldırmalarına yeşil ışık yakılan Kürtlerin Saddam tarafından kırılması üstülü örtülü teşvik edilerek geri kalanların sığındıkları Türk ve İran sınırlarında “bir dilim ekmek ve bir yudum suya muhtaç” ezik ve bezgin “barınmaları”na yol açılmıştı. Bu durumdaki insanların ABD’yi ve yardım ve hamiliğini “insan-sever” ve “kurtarıcı” olarak değerlendirecekleri hesaplanmıştı.
Ve bu hesap, şimdilik, Amerikan emperyalistlerinin gözüne bakan Talabani, Barzani ve önceleri Saddam’la işbirliği halindeki aşiret reislerinin “değerli” yardım ve katkılarıyla tutmuştu. Kamplarda Kürtler, “yaşasın Amerika” diye bağlıyorlardı. Tartışılan Kürtler, “ABD’nin de dost olmadığını biliyoruz, ama şimdi yapacak şeyimiz yok” diyorlardı. Bu hesabın bir de sonu olacaktı. Rövanş, kaçınılmazlıkla alınacaktı.


İstanbul sokaklarında “terör” kol geziyor.
“Operasyon değil, direk infaz.”
H. Yıldırım

Bir gece yarısı bir mahallede bir eve baskın yapılır. Evlerinden alındıktan sonra iki genç öldürülürler. Ve gazeteler “Çatışmada öldüler”, “Karakolda intihar etti”, “Pencereden adadı”, “Kalp krizi geçirdi” diye haberler yayınlarlar.
19 Mayıs 1991 gecesi Hasanpaşa’daki evlerinden alındıktan sonra öldürülen hemşire Hatice Dilek Arslan ve İsmail Oral için de aynı şeyler yazıldı. “Örgüt evine baskın”, “Çatışmada öldüler” dendi. Örgüt evi dedikleri evde Hatice Dilek Arslan 6 yıldır oturuyor. Göztepe’de Marmara Kliniği’nde çalışıyor. Olay gecesi aynı evde yaşayan Hatice’nin 8 yaşındaki oğlu Cihan olayın tek görgü tanığı. Cihan’ın henüz annesinin ölümünden haberi yok. Babası Mustafa Dilek Arslan’ın “Annesi oğluma 20 bin lira para vermiş. Beni araması için. Polisler kollarından tutmuşlar Hatice’nin. Sonra Cihan’ı bir arabaya bindirip şubeye götürmüşler. Çatışma falan yok. Bu direk infaz” diyor. İsmail Oral Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Yüksek Okulu’nda öğrenci. Ailesi İzmit’te oturuyor. O sık sık ailesinin ziyaretine gidiyor. Amcası Barbaros Oral “Polis O’nun nerelerde olduğunu çok iyi biliyor. 10 yıldır arandığına ilişkin sözler gerçek değil, istediği an bulabilirdi.” insan Hakları Derneği İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar, Emniyet Müdürü Mehmet Ağar’ın ölen polislerin kanlarının yerde kalmayacağını açıkladığını belirterek “Bu, öç alma mantığını açığa çıkaran açık bir sözdür. Bu olay da bu mantıkla koşullandırılmış doğrudan bir infazdır. Operasyon yapılan ev bir davadan yargılanıp çıkmış bir kişiye aittir ve sürekli polis denetiminde olan bir evdir. Polis isteseydi bu evdeki insanları sağ olarak rahatlıkla yakalayabilirdi. Evde bulunduğu söylenen silahların ise bu evde bulunduğuna ilişkin en küçük bir kanıt bile yoktur” diyor. Avukatları Mihriban Kırdök, Hatice ve İsmail’in evden çıkartıldıktan sonra arabada öldürülme olasılığının fazla olduğunu söylüyor.
Terörle mücadele yasasındaki maddelerle devlet terörü yasallaştırılabiliyor. Artık insanlar sokaklarda şüphe üzerine kimliğine bakmaya bile gerek duyulmadan alınıyor. Karakollara götürülüyor. Artık insanların suç işlemesi gerekmiyor. Keyfi gözaltılar, tutuklamalar, “ölü ele geçirme”ler terör yasasıyla birlikte yasallaştı.


“Hurdacı Öldürüldü. Şişli ‘huzur’ içinde”.

Alaattin Kürekçi, 29 yaşında Şişli-Osmanbey’de hurdacılık yapıyor. 3 çocuk babası. 16 Mayıs’ta Osmanbey’de şüphe üzerine gözaltına alınıyor. 17 Mayıs’ta Şişli Etfal Hastanesi’ne yoğun bakıma kaldırılıyor. 3 gün sonra ölüyor. Hastanede gören üç kişi “Alaattin’in iki kulağında ve vücudunun çeşitli yerlerinde darp izine rastladık. Bir de ağzının kenarlarında kurumuş kan izleri vardı.
Gözleri bantlıydı, bitkisel hayata girmişti” diyorlar.
Kürekçi’nin ailesi İnsan Hakları Dermeği’ne bu olayın soruşturulması için başvurmuş. Kürekçi artık “hurdacııı” diye bağırarak Şişli’nin sokaklarında “terör” estiremeyecek. Hurda toplayamayacak. Hatice’nin babası “polislerin pırpırları çoğalacak” diyor. Kocaman kocaman pırpırları olacak. “Aferin” alacaklar pırpırı daha fazla olan masa başındaki üniformalı cellâtlardan. Tuzla, Cihangir, Hasanpaşa, Şişli artık “huzur” içinde. Sizler sokaklarda dolaşacaksınız kan bürümüş gözlerinizle. Sonra duvarlarınız arasına akıtacaksınız kanları. “Duvarlarınızda asayiş dört dörtlük”. Ya duvarlarınıza sığamayanlar.

DUYURU
Bizler İÜ Hukuk Fakültesi öğrencileriyiz. Yıllardır gözlerinden rahatsız bir arkadaşımız var. Rahatsızlığını gidermek için harcadığı çabalar, hep sonuçsuz kaldı. Öğrendiğimize göre, gözlerinin tedavisi, Sovyetler Birliği’nde yapılabiliyormuş. Türkiye’de bulunan bir kuruluş aracılığıyla oraya gitmesi gerekiyor. Ama maddi olanaksızlıklar yüzünden gidemiyor. Bu tedavi için 15 milyon lira civarında bir paraya ihtiyacı var. Bunun için bir kampanya başlattık. Duyarlı kamuoyunun yardımlarını bekliyoruz.
Hesap No: 094272 – 2
Yapı Kredi Bankası Beyazıt Şubesi

Ateşi alanlara atalım
Sait EFE

Dağ başında bir köy. Kendi yazgısında. Ekin yerine yoksulluk boy vermiş tarlalarında. Güneşi, ayı, yıldızı zulüm hep. Korku dolu kapkaranlık dünyaları. Tam unutulmuş diyecektim ki, yıkık taş duvarları, çökük toprak damlan yalayan keskin mavi bir ışıkla, “vııın”‘ diye üstünden geçen o öldürücü ses unutulmadığını gösterdi.
Ne taş duvarlar kaldı. Ne toprak damlar. Yerle bir oldu her yer. Çiçekler boyun büktü. Ağaçlar kökten gitti, insanlar, hayvanlar… Bir ana doğruldu yaşamın bir kesitinden. Yaşamın simgesi bir ana. Hafif öne eğildi önce. Gözlerini insan ölüleri üzerinde gezdirerek, iki elini iki dizine vurdu sonra. İki kere. Zülüflerinden asıldı ardından. İki eliyle iki yanağından yana. Saçlarından sıyrılan tırnakları gül yanaklarına gömüldüler. Ardından süzülen kanla birlikte. “Havar. havar. havar” diye asıldı ağıdına. Köz inmiş gibi yandı yürekler. Düşmüş gibi eğildi öne başlar. Sel örneği boşaldı gözlerden yaşlar.
Halepçe’nin yıldönümünde aynı oyunu oynadılar. Nevroz’da da. Bundan sonraki tüm gecelerinde de oynayacaklar. Teni yanık, yüreği yanık, geçmişi yangılı bu halkın gençleri. Havarları daha da çoğaltarak. Ölülere oranla. Zulümler artıp, yıkımlar çoğaldıkça.
“Havar, havar, havar dağlarda çürüyen canlara havar! Havar, havar Halepçe’ye havar, Botan’a havar! Havar, havar, havar dağlara havar! Dağlarda dağlar dolusu insan var.
Taş gibi, ağaç gibi, toprak gibi, doğanın birer parçalarıydılar sanki. Açılmışlar kayalara. Serpilmişler yamaçlara. Taş dibi, ağaç altı, naylon çadırlara. Öldükleri, aç kaldıkları yetmemiş gibi, yurtlarından, yuvalarından da kovuldular, kovalanarak. Kuduz kurt önünde kaçan körpe kuzu gibi. Bir zalim kovalar, vura vura. Bir zalim tutmuş yollan sıra sıra. Bırakmazlar ki, kardeş kardeşe kavuşa. Komazlar ki, kan kanla kaynaşa. Kemik kemiğe üleşe. Ölümün iki yakası, zulmün karşılıklı uçlan gibi.
Öyle yalnızlar ki, dünya üzerinde.
Aynı olay, aynı ölüm, aynı kovalamaca dünyanın başka bir yerinde yaşanmış olsaydı eğer, yer yerinden oynardı. Ne ağıtlar yakılır, ne şiirler yazılırdı. Doğudan batıya, kuzeyden güneye, tüm dünyada.
Dayanışma adına, birlik için.
Ama söz konusu bu yetim insanlar olunca, görür gözler görmez, duyar kulaklar duymazlaşıyor.
Gecede üç yüz çocuk ölürken dağlarda, başka bir gün, başka bir gece, başka bir olay yaşanıyordu payitaht Bağdat’ta. Cellâdın doğum günü. Safı altın bir künye veriliyordu Saddam’a. Doğum günü armağanı olarak. Ülkeye yaptığı büyük hizmetlerden dolayı.
Resmiyet işte. Ne kötü değil mi? Yakıp yıkmayı, ölümü, kıyımı, sürgünleri bile hizmet saydırıyor insana. Bizde de öyle olmuştu ya. Adı barış olan bir ödül, kimlere, kimlere verilmemişti? Asker kim? Barış ne?.. Biri ışıksa, diğeri karanlık. Ama resmiyet işte. Korkuyla da birleşti mi?… Dağlar düz olur önünde. Birler yüz olur sonunda. Dura dura değil elbet Vura vura. En ince, en Zayıf dal insan boynu doğada. Hemen bükülüveriyor. Susuz kalmış çiçek, kökü vurulmuş ağaç gibi. Yılan üfürüğü soluğa bile. Zordan yana. Düşüyorlar önlerine. Şeylerine kadar gibi. Arkayı savunmasız bırakarak. Peşkeş çekilmiş mal örneği. Neye mi? Korkuya. Bükülmeyenler de var. Dünya sanki ölümün boynunda değil, bunların om uzunda duruyor bugün. Saddam, değil Irak’a hizmet, yedi kuşak gelecek de içinde tüm dünyaya zarar verdi. Değil Irak’ın, değil çağın, insanlığın en kara adamı. Halepçe’ler unutuldu mu? Çocuk ölüleriyle kokuştu dağlar. Ana çığlıklarıyla inledi dereler. Tüm bunlar ülkeye hizmet ha?
Yuh olsun teknolojisine de, çağına da. Ölümler, sürgünler üstün hizmet sayılacak, eli kanlı katiller başka başka ödüller alacaksa.
Köroğlu’nun sözlerini bile değiştirdiler. Resmiyete dayalı ideoloji ile. “Yoksula kılıç çekilmez” demişti Köroğlu. “Millete, devlete” dediler, yoksul yerine. Devlet kim?.. Yoksul kim?… Millet ne? … Dam başında saksağan, vur beline kazmayı. Bolu Beyi cin kavminden mi yoksa? Aynı milletten değil de. Millete kılıç çekilmeyecekse, bu haktan Bolu Beyi de yararlanır. Milletin içine herkes girer çünkü. Zengini de içindedir bunun. Yoksulu da. Zalimi de, mazlumu da. Yoksula gelince, çalışıp emeği çalınandır. Devlet ise, yoksulluğun kaynağı olmuştur hep. Zulmün kaynağı. Bolu Beyi zalimi, Osmanlıya dayamıştır zulmünü. Ama doğru, ama yanlış kadıdan almıştır fetvasını hep. Çağdaş Bolu Beylerine bakalım. Köyler, kentler onlarla dolu. Gözlere mil çektirip, kelle vurmuyorlar onun gibi ama bunu devlet daha açık yapıyor zamanımızda. İşkence tezgâhlarında. Ekmeğini çalıyorlar insanın. İşsiz bırakıyorlar/Bir kalemde, bir kararla. Devletin de yardımıyla, işkencelerin, onlarca yıla varan mahpusluğun yanında.
Bir ateş daha tütüyor. Bir kıvılcım daha kalkıyor. Birbirlerine sürtünen demir çubuklarından. Ama olmaz ki, benim Erdemir’li kardeşim. Tek tek ateş yanmaz ki. Yansa bile güçsüz olur alevi. Bir solukta söndürürler hemen. Ne közü kalır, ne de külü.
Neden tam destek olmadık Zonguldaklı kardeşlerimize. Onlar tek kalınca kolay söndü, zor tutuşturdukları ateş. Tez dağıldı dumanlan. Cizre’yi, Botan’ı duymadık hiç. Dileğim o ki, Zonguldaklı kardeşlerimiz kızmamıştır bize. Nusaybin’li, Derikliler de. Birkaç kürek kömür atarlar ateşimize. Bir ıslık katarlar sesimize. Tutuşturulacak ateş tümümüzün. Tüm çalışanların evini ısıtacak. Odasını ısıtacak. Bu ateş öyle bir ateş ki, söndüğünde üşütür insanı. Mevsim yaz olsa bile. Daha da kararır ortalık. Zaman gündüz de olsa.
Ozanın: “Ateş düşmüş döşeğine deyişi ne kadar geçerli değil mi? Günümüzde Ateşi alana atmazsak eğer, döşeğimiz yanar. Kilimi ve evi de tutuşturarak beraberinde.

Ortaköy Halk Oyuncuları Sahnesi ve Halkçılık
Aynur SARICA

Ortaköy Halk Sahnesi oyuncuları geçen yıl oynadıkları “Duvar” isimli oyunun ardından bu yıl ikinci ürünleri “Eylül Anaları” ile izleyici karşısındalar. Ortaköy Halk Sahnesi’nin hedeflediği politik yönelimli tiyatro anlayışını, devrimci sanat yapma kaygısını, kültür ve sanatı geniş yığınlara götürülmesi perspektifini son derece olumlu ve haklı buluyoruz. Medyanın yanı sıra, türlü “kültürel” faaliyetlerle kapitalist devletin ideolojik bombardımanına hedef olan geniş yığınlara devrimci ideolojinin sunulmasında tiyatro sanatının da bir ajitasyon aracı olmasının karşısında değiliz. Aksine yanındayız. Devrimcilerin, dünya görüşlerini, felsefi tartışmaları, sömürü çarkını, yalanmış mücadele deneyimlerini, devrimci kültürel birikimin yaratılması yahut kimi zaman bir gecece renk katmak, bir greve destek vermek amacıyla kültür ve sanat ilanında da çalışmalar yapmaları bir zorunluluk. Seçimini yapmış devrimci sanatçının toplumsal perspektifli yaratıcılığı mücadeleye mutlak güç ve canlılık katacaktır.
Brecht bunu şöyle formüle ediyor: “Bu büyük seçme çağında sanat da seçimini yapmalıdır. Sanat ya körü körüne inanışla kabrini bir azınlığa bağlar ve onun aracı olur. Ya da çoğunluğun tarafına geçerek kaderini ona bağır.” Ortaköy Halk Sahnesi oyuncuları kaderlerini çoğunluğun kaderiyle birleştirmek amacındalar. Sahneye bunu taşımak ve ezilenlerin safında yer almak düşüncesini yaşama geçiriyorlar.
Ancak Ortaköy Halk Sahnesi’nin sanatı algılayışı ve bunun sahneye yansıyış biçimi, taşıdığı olumluluklara karşın bir dizi olumsuzluğu da içeriyor. Eğer devrimci bir sanat biçimi yaratmak, karşı devrimci, bireyi öne çıkaran, milliyetçi, şoven kültür politikalarını püskürtmek, insanlara kültür ve sanatın da yaşamsal ve vazgeçilmez bir unsur olduğunu kavratmak gibi geniş bir amaçlar zincirine sahipseniz, bu yolda kullanacağınız silahları saptamanız ve o silahı kullanmak konusunda çok yetkin olmanız gerekir. Tiyatro grubu ve oyuncular, insanlığın sürüp giden sömürü mekanizmasından işçi sınıfının öncülüğünde, ancak ve ancak sosyalizmle kurtulacağını savunuyorlarsa ve sanatlarıyla buna hizmet etmek istiyorlarsa, bunun sahneye yansıyacak olan estetik biçiminin ne olacağının yanıtını da mutlak vermeliler.
Sosyalizmin sanatsal görünümleri üzerine yüzyılın başından beri birçok sanatçının çalışmaları var. Tiyatro alanında özellikle Sovyetler Birliği ve Almanya’da birçok yeni biçim denendi. Almanya’da Brecht diyalektik tiyatroyu geliştirirken, Erwin Piscator “Politik Tiyatro”yu gündeme getirmekteydi. Sovyetler Birliği’nde Meyerhold’un “Bio-mekanik” adını verdiği kuramı, yoğun tartışmalara hedef oldu. Makine başında çalışan işçilerin jestlerini sahneye taşıyan Meyerhold, insanı robotlaştırmakla suçlandı. Brecht ise sahnesine, insan ilişkilerine hâkim olan üretim ilişkilerinin birey üzerinde yansımalarını taşıdı. Diyalektiğin kurallarından hareketle hiç kimsenin olumlu ya da olumsuz olmadığını, bunu koşulların belirlediğini savundu ve sahnesinde olumlu-olumsuz oyun kişileri yaratmadı. Şöyle yaklaştı: “Evet o kötü birisiydi belki. Ama yaşayabilmek için kötü olmaktan başka çaresi yoktu.”
Türkiye’de de sosyalist tiyatro sanatçılarının özellikle 60-70 yılları arasında denediği amaçları, birincisi geri bırakılmış kırsal kesimlere, köylere tiyatro götürmek, ikincisi bu çabanın içinde ulusal kültürel kimlik yaratmak olan tiyatro toplulukları oluştu. Tarsus Meydan Oyuncuları köy köy dolaşıp bunun öncülüğünü yaptılar. Devrim İçin Hareket Tiyatrosu sokak tiyatrolarının yaygınlık kazanmasına çalıştı. İşçinin Tiyatrosu ise sınıfa daha yakın, kültürünü ve sorunlarını tanımaya ve tanıtmaya yönelik oyunlar oynadı. Dönemin tiyatro üzerine yazı yazan insanları “eylemci”, “politik”, “ajit-prop”, “epik” tiyatro üzerine yazılar yazıyor ve bunun “halk”a yararları tartışılıyordu.
Yani bugün dünyada ve Türkiye’de az önce sözünü ettiğimiz “silahı tanıma ve kullanma” noktasında pek çok deneyim yaşandı. Küba’da; Çin’de, Almanya’da, Sovyetler Birliği’nde kısacası devrimci süreçler yaşayan bütün ülkelerde, devrimci sanatçılar, sanatı da bu yolda kullanabilmenin yollarını araştırdılar. Dolayısıyla bugün, sanatın üst-yapısal bir kurum olduğunu ve egemen sınıfın İdeolojik telkinlerini yaptığı bir araç olduğunu savunan Marksist sanatçı ve aydınlar bu işe sıfırdan başlamak zorunda değiller. Bu konuda yaşanmış yüzyıllık bir süreç ve olumlu-olumsuz kimi denemeler var. Daha ileri adımlar atmak için kullanılabilecek tarihi bir miras var.
Bütün bu yaşanan deneyimi bilmeden saf bir iyi niyetle “ben halkıma tiyatro yapıyorum” düşüncesi ne derece başarı kazanabilir? Devrimci sanatçılar, politik alanda tutunulan illete; popülizm hastalığına bu kez sahnede yakalanıyorlar. 60’ların anti-emperyalist tavrıyla gündeme gelen “halk kültürü”, “halkın değerleri” kavramları hala ortalıkta dolaşıyor. Halk ne demek? İşçi sınıfı ideolojisini savunanların çokça kullandıkları bir terim. İşçi sınıfının yanı sıra onun müttefiki olabilecek yoksul köylülük, küçük burjuvazinin memur vb. az-gelirli kesimlerini kapsayan bir toplumsal yapının adı. Sömürüden payını almakla birlikte sömürülen ticaret ya da küçük esnaflıkla uğraşanların, yoksul köylülerin ve işçi sınıfının ortak adı oluyor halk ve anti-emperyalist mücadele verecek potansiyeli barındırıyor. Eğer mücadele hedefi anti-emperyalist hedef olarak saptanmışsa, bu her alana damgasını vurur; sanatta da “halkın değerleri”, “ahlak kültürü” lafları etmeye başlarsanız, halkın içinde gerici, feodal ve mutlak tasfiye edilmesi gereken eğilimleri göz ardı ederek… Peki, emperyalizmin yerli İşbirlikçilerinin ve tekelci sermayenin, kapitalizmin, her gün dayattığı “köşeyi döndük mü tamam”, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”, “benim alla-hım para” dedirten mantığına nasıl bir savaş açacağız? Mademki insanlığın önünü açıcı en devrimci ilerici sınıftır işçi sınıfı, devrimci aydınların sınıfın kültürel varlığını, düzeyini saptaması doğru hedef olacaktır. Eğer viziteye çıkan işçi hala bunu davul, zurnayla şenlendiriyorsa, devrimci ozan saza dokunup devrimci şarkı sözleri yazıyorsa, sosyalistler için bir problem halini almalıdır bu. Çünkü kapitalizmin dayattığı değerlere karşılık, devrimciler feodalizmin kucağına sığınmazlardır. Sosyalist kültürü bir alternatif haline getirmek için sosyalistlerin, aydınların çaba sarf etmeleri gerekiyor. “Halkımız” edebiyatı sınıf kültürünün gelişmesinin önünde bir engel. Biz “öz kültürümüz” deyip kültürü folklor oynamaya, anonim türküler söylemeye indirgedikçe ne sınıf kültürü gelişir, ne de buna bağlı olarak sosyalist kültür. Halk kültürünün de devrimci olduğu bir dönem yok muydu? Elbette, ulusal devrimler bu kültürle beslenip can buldular. Ama Türkiye’de bugün “halkımızın değerleri” diye tutturmak gericiliğe davet çıkarmak anlamını taşıyor.
Devrimci sanatçıların, sanat alanındaki tarihsel geçmişe vakıf olamamaları ve popülizm hastalığı yanında bir zaafları daha var: olguları ve kişileri idealize etmek, metafizik felsefenin kucağına düşmek. Marks, diyalektik maddeciliğin temel kanununu şöyle koyuyordu: Her şey karşıtını doğurur. Her şey, içinde hem olumluyu hem olumsuzu taşır. Bu dünya görüşünün sahneye yansıması şunu getirir; kişiler, mükemmel ya da muazzam kişiler değillerdir. Ya da aksine kötü ve despot da değillerdir. Bunlar bir toplumsal yapılanmanın zorunlu biçimi olarak ortaya çıkarlar. Ondan ötürü, sahne gerçeği yansıtacaksa, böyle bir iddiası varsa her şey ona uygun olarak saptanmalı. Devrimci oyunların devrimci kişileri yarı küstah, alaycı, gözü pek, romantik anlarında Nazım Hikmet okuyan kişiler olmak zorunda mıdır? Devrimci anlatım, bu kadar basit midir? Bir yanda iyiler, öte yanda kötüler. Bütün bunlar burjuvazinin beynimizin içine, bilinçaltımıza tıkıştırdığı “idealizm”den kaynaklanıyor. Ama ne yaparsak yapalım maddi gerçeklik bizim görmek istediğimiz biçimde değil kendi yasaları doğrultusunda ilerliyor.
Ortaköy Halk Sahnesi’nin Eylül Anaları isimli oyunu bütün bu saydığımız zaafları bünyesinde taşıyor. Ülkemiz 12 Eylül denen bir süreçten geçti. Karşı devrimin devrimcilere saldırısının başarılı örneklerinden biriydi bu. Ama yine de yaşamın diyalektiğine karşı koyamadı ve darbenin üzerinden geçen bir-iki yıl içerisinde dahi falsolar vermeye başladı. Kenan Evren çıktığı kimi yurt gezilerinde elinde bir bildiri, “memleketi bölmeye çalışan komünistlerden söz ediyordu. Her yok etme harekâtı yeni bir canlanmayı barındırıyordu içinde. Eylül Anaları da bu süreçte yaşanmış bir mücadele deneyimini aktarıyor bize. Anaların mücadelesi… Şili’de, Arjantin’de de ilk onlar kalkmamış mıydı ayağa “Çocuklarımızı istiyoruz” diye… Eylül Anaları Gorki’nin Ana’sının çağrışımlarıyla cezaevinde oğlunu ziyarete gidip gelirken, evinin dışına çıkan, dünyayla tanışan ve bu noktada seçimini yapan bir anayı anlatıyor bizlere. Devrimci bir gencin annesi, sistemle olan çelişkisinin (oğlunun tutuklanışı) belirdiği andan itibaren bunu çözmenin yollarını araştırır ve bu yolu devrimci bir örgütte yer alarak eyleme geçmekte bulur. Diyalektik bir gelişim süreci taşıyan temanın evrenselliği oyunun çekici yanı. Ancak bu temanın işlenişi ve olayların birbirini takip edişinde Ortaköy Halk Sahnesi oyuncuları çok belirgin tarihsel hatalar yapıyorlar her şeyden önce. Örnek mi? 12 Eylül sabahı devrimci genç radyodaki bildiriyi dinledikten sonra gayet soğukkanlı bir şeklide “bir düşünelim bakalım ne yapacağız?” diye düşünmekteyse (bu sol örgütlülüklere bir hakarettir ama neyse…) ve bu genç hakkında daha sonra idam kararı verilmişse, annesi ilk bir ay sonra oğlunu görebiliyor ve sohbet edebiliyorsa, sohbet sırasında devrimci genç annesine kendisini asamayacaklarını söylüyorsa (12 Eylül’den iki ay sonra 8 Kasım’da Necdet Adalı, 13 Aralık’ta Erdal Eren asıldılar.), cezaevi kapısındaki ana-babalar bir anda birlik oluyorlarsa (birliğin ne sancılı olduğu bilinmezmişçesine)…
Eğer tarihsel bir dönemi anlatıyorsak, her tür ayrıntıyı dikkate almak zorundayız. Cezaevi kapısında birlik olma süreci bırakın ‘81’i ancak 1984’e doğru yaşandı. Ancak bu yanlış anlatımlar asla bilgisizlikten kaynaklanmıyor. Kötü olan yanı da bu zaten. Nesnel gerçekliği göz ardı edip, onun yerine kendi görmek istediklerini koyan bir anlayışın hatası bu. Bir tarafta acı çektikleri için iyi, öbür tarafta acı çektirdikleri için kötü olan insanların yer aldığı idealist ve popülist düşünceye saplanıp kalmış yanlış, materyalizmden uzak bir anlayış bu. Ne gözü pek, yiğit devrimci, ne cahil ana, ne asi solcu damat, ne yolunu çizemeyen kız kardeş, ne olaylara seyirci baba toplumun genel profilini çizemiyorlar. Bu anlamda en olumlu çizilmiş tipin eski solcu demek olduğu söylenebilir.
Ne kız kardeşin, ne babanın bir kez olsun devrimci genci ziyarete gitmeyişlerine ne demeli? Onlar hiç merak etmiyorlar mı? Hadi kız kardeşi “eski solcu damadın etkisi altında” diye kurtardık. Peki baba? Sömürülenlerin ve sömürenlerin olduğu bir dünyada, her şey ak ve kara sonuç itibariyle. Ya ezilenlerin safındasın, ya ezenlerin. Ancak sanat ve sahnenin bunu anlatmak için farklı bir dil bulması gerekiyor. Devrimci oyun devrimcilerin rol kişisi olduğu, devrimci sözler söylenen, yumrukların sıkıldığı, sloganların atıldığı bir gösteri demek değildir. Hatta bu oyunların çoğunlukla devrimci olmadıkları bile iddia edilebilir. (Kişilerden bahsetmiyorum, oyun metninden ve seyredilen sahne eserinden söz ediyorum.)
Türkiye’de epik tiyatronun ilk örneklerini vermiş tiyatro adamlarından Vasıf Öngören, tiyatro sanatının devrimci özelliğine ve devrimin sahnedeki biçimine ilişkin olarak şunları söylüyor: “Devrimci bir yapıya sahip olmayan ‘Sahne’ ile en devrimci sınıfa seslenilse bile bunun kimi kuruluşların düzenledikleri defilelerden daha ayrı bir anlamı olacağını sanmıyorum. Giderek bu oyunlarda kimi devrimci konular ele alınsa bile. Sadece devrimci kararın verilmesi, devrimci bir tiyatro eyleminin doğmasına yetmez. Türkiye’de belli bir tarih döneminde toplum kanunları gereği, kısa yoldan Marksist dünya görüşüne ulaşan sahne kişileri, bu görüşün gereği (işçi sınıfı ideolojisinin) sahneyi kullanmak istedikleri eski sahneyi kullandıklarını fark etmeden, görüşlerini aktarabileceklerini sanmaktadırlar. Asıl işin, asıl gerekli olanın, ‘sahnenin’ gerektirdiği yapı değişikliğinin sağlanması olduğu, elbette bir süre sonra fark edilecektir. işte ancak bundan sonra tiyatronun burjuva karakterinin değiştirilmesi süreci başlayacaktır.”
Bizim Ortaköy Halk Sahnesi’ne getirmek istediğimiz eleştiriyi 1970 yılında Vasıf Öngören bir saptama olarak ortaya koyuyor. Politik tarihimizdeki kesintiler dolayısıyla bize ulaşmayan, gündelik acil sorunların belimizi büktüğü ve bizi birikimsiz bırakmaya ittiğinin bilincinde olarak kültürel tarihimizi bir kez daha gözden geçirmemiz gerekiyor. Pratik ancak teoriyle birlikte ileri gidebilir. Aksi takdirde her şeyi her an yeniden keşfederek, olduğumuz yerde saymak durumunda kalacağız.

Güney Afrika’da Türkiyeli işçilerin mücadelesi
Bizler Türkiye’den Güney Afrika’ya, ülkemizden on-binlerce kilometre uzaklıktaki bu ülkeye çalışmaya gelen işçileriz, işsizlik, ekonomik sıkıntılar vb nedeniyle hepimiz eşlerimizi, çocuklarımızı, tüm sevdiklerimizi bırakıp modern dünyanın yüzkarası faşist, ırkçı G. Afrika’ya çalışmaya geldik.
Burada da kapitalistler, kan emiciler Türkiye’deki sınıfdaşlarından farklı değillerdi. Bizleri en düşük fiyatlarla çalıştırdıkları yetmiyormuş gibi, hak ettiğimiz ücretleri bile vermiyorlardı. Daha önce yaptığımız sözleşmelerdeki kurallara dahi uymuyorlardı.
Her yerde ve her zaman olduğu gibi kan emicilerin en büyük yardımcıları işçi aristokratlarıydı. Daha en başta; bu ülkeye gitmeye çalışırken bu çanak yalayıcılar sahnedeydiler.
G. Afrika’ya işçi olarak gidebilmek için 1990 yılı Mart ayı başında önce bir sınava tabi tutulduk, İstanbul Küçükköy’deki sınava şantiyeci işçiler gruplar halinde geliyorlardı. Sınavı kazananlar ikinci bir engelle karşılaşıyorlardı, işçilerin umut kapısı kimilerinin kazanç kapısı olmuştu. Sınavı kazanan işçilerden 750 bin TL rüşvet isteniyordu. Bir hafta sonra G. Afrika’dan gelen sınav heyetiyle burada onları ağırlamaya çalışan, umut kapısını kendilerine kazanç kapısı yapan müşavir G. Gürgen, H. Kılınç ve A. Kırbıyık gözaltına alındı, dönen rüşvetlerden sonra serbest bırakıldılar. Ve sınav devam etti. Tabi sınavda da oyunlar oynandı. Sonuçta 300 işçi, çoğunluğu da 100 dolar rüşvet ödeyerek G. Afrika’ya gidebildi.”
Yasalara uygun olması için İş ve İşçi Bulma Kurumu ile ilişki sağlandı ve bir kontrat imzaladık. Ancak oraya gittiğimizde bu kontratın uygulanmadığını gördük. Hoşnutsuzluk gün geçtikçe arttı, direniş eğilimleri görülmeye başlandı. Ancak bu eğilim, bu istek işçi aristokratları tarafından bastırıldı. Bunlar altı ay boyunca başarılı oldular. Bu süre içerisinde 12 arkadaşımız işi bırakıp geri döndüler.
Kasım ayına gelindiğinde hoşnutsuzluk had safhaya ulaşmıştı. 23 Kasım’da direniş başladı. Talebimiz; gelirken imzaladığımız kontratın uygulanmasıydı, imzaladığımız kontrata göre hafta tatili ve bayramlarda çalışmadan normal ödemenin yapılması gerekirken ödeme yapılmıyor, yine fazla mesailer G. Afrika yasalarına göre ödenmesi gerekirken ödenmiyordu.
Kararlıydık. Biliyorduk ki; hak verilmez, alınır. Komitemiz işverenle masaya oturduğunda faşist TC’nin bize kazık attığını öğrendik. Bizim imzaladığınız kontrattan farklı bir kontratı işveren TC’nin Çalışma Bakanlığı ile imzalamıştı. Ve tam bir köle satış kontratıydı bu kontrat..
Bunu açığa çıkarmak için komitemizden iki arkadaşımız ve iki işveren temsilcisi Türkiye’ye Çalışma Bakanlığıyla görüşmeye geldiler. TC’nin Çalışma Bakanlığının görevlileri hiç utanmadan işçi temsilcilerinin önünde işveren temsilcilerine, “Bu işçiler cahildir. Gönderin bunları, size yüksek okul mezunu işçi gönderelim” dediler.
Ülkede işsizliğin, açlığın, yoksulluğun boyutları yüzlerce işçiyi hem de rüşvet vererek, yalvartarak G. Afrika yoluna çıkarmıştı. Doğruydu; işsiz, aç yüksek okul mezunları evlerinden binlerce kilometre uzaklıktaki bu ülkeye gitmeye hazırdı. Ancak işveren, direnen işçilerin kararlılığını unutmuyor ve “Ben sorun çözmeye geldim, adam istemeye değil” diyor.
Bu olaydan sonra, biz işçiler, pasaportunu taşıdığımız TC’nin bize, işçilere, emekçilere nasıl baktığını, bu devletin gözünde değerimizin ne olduğunu, bu devletin kimin hizmetinde ve kimin devleti olduğunu öğrenmiş olduk.
Kararlı direnişimiz sonunda diğer taleplerimizle birlikte saat ücretine % 12,5 zamla direnişimizi bitirdik.
Ocak ayma geldiğimizde sorunlarımız devam ediyordu. 5 Ocak 1991’de maaş bordrolarımızı aldığımızda aynı yanlışlıkların devam ettiğini gördük. Herkesin 30-40 saati eksik yazılmış. Bu defa hoşnutsuzluk daha fazlaydı. Herkes yeni bir direnişe hazır, herkes direnmekten bahsediyordu.
Ve 7 Ocak’ta yeni bir direniş başlıyor. Eylem kırıcılar tetikte. Ama bu defa direnişçiler ders vermeye de hazır. Herkes biliyor ki, “direnişi kıranın kafası kırılacak”. İşçiler oluşturdukları komite aracılığıyla taleplerini sıralıyorlar:
– Kasım ve Aralık maaşları farkları,
– Eksik saatlerin düzeltilmesi,
– Peşin olmak şartıyla transfer paralarının şirket tarafından karşılanması.
Kararlı tutum ve tüm tehditlerin boşa çıkarılması, eksiksiz katılım sonucu üç günlük direnişten sonra işveren talepleri kabul etmek zorunda kaldı, işçi komitesiyle işveren arasında yapılan görüşmelerden sonra taleplerin kabul edilmesi ve ödemenin fiilen başlaması sonucunda 10 Ocak’ta tekrar işbaşı yaptık.
Başından, ilk dalaverelerden sonuna kadar yaşadıklarımızı ve tek kurtuluşun dünyanın bütün kan emicilerine karşı biz ezilenlerin birleşik mücadelesi olduğunu öğrendiğimiz eylemlerimizi, hak söke söke alınır gerçeğini öğrendiğimiz eylemlerimizi anlattık.
Güney Afrika’dan Özgürlük Dünyası okuru bir işçi

PERDECİ – Mehmet Esatoğlu
Bir Oyun Taslağı

(91 Mayıs’ında şişko yönetmen gelecek sezona sergileyeceği bir oyun için ön-hazırlık çalışmasında. Oyuncuların bir kısmı provada yok. Perdeci ve birkaç oyuncu, oyun metni yerine yönetmenin birkaç sayfa karalamaları ile provadalar.)
“Stop” diye kesti provayı şişko yönetmen. “Çocuklar, farkındayım bunalıyorsunuz. Çalıştığımız alışılagelmiş bir biçim değil. Gelecek sezona -belki de- araya öyle olaylar girip çıkacak ki, itirafçılık üzerine sergilemeyi düşündüğüm bu oyunun ayrıntılarını yitireceğim. Bu yüzden hepimizin kafasında bir iz bırakabilmesi ve yaz aylarında üzerine düşünsel olarak yoğunlaşabilmemiz için bu ön çalışmayı bir süre yapmamızın yararı olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarımın dışında kafamda oluşum halindeki bazı sahneleri, bağlantıyı kurabilmeniz için size anlatacağım.”
“Az önce oynadığın bölümü iyice anlatabildim mi?” Siyasi mahkûm rolünü oynayan oyuncu sahne kenarına geldi. “Anladım, ama anlamak aktarmak için yeterli değil. Anlayabildiklerimi aktarırken, olaylar yeniden kafamda uçuşmaya başlıyor. Yeniden düşünüyorum ayrıntıları..” Şişko yönetmen, “evet, ayrıntılar… Bir ürünü üretme sürecinde gözden sıkça kaçırdığımız ayrıntılar. ‘Ayrıntılara dalmayalım’ denir, oysaki ayrıntılar özün parçalarını saklar bağrında. Ayrıntının, özün bütünü sanılması ise felaketin ta kendisidir. Biz -dikkat ettiyseniz- olayın başında önce olayın bütününü saptadık. Bütünden yola çıkarak ayrıntılara gidiyoruz. Ayrıntılardan yeniden bütüne döneceğiz. Dünya görüşünün üretirken uygulanışı başka nasıl olabilir? Neyse, nerede kalmıştık, koğuş ortasında yalnızlığın içindeki adam.”
Siyasi mahkûm – Neredeyim, parmaklığın hangi boyutunda. Parmaklık yalnızca önümde mi, ardımda mı? Yoksa her bir yanımda mı? Boğuluyorum. Bir soluk yok mu? Cama çarpıp dönen sinekten farkım ne?
Şişko yönetmen, “şimdi bu sahneden bir önce adamın nasıl algıladığına ilişkin bir bölüm olacak.” Perdeci, -notlarını karıştırarak-, “darbe ve ardından yaprak kımıldamıyor tespitlerini yaptığı yer mi?” Şişko yönetmen, “evet, darbe onun için her şeyin bittiği nokta. Aslında, birkaç sahne sonra devrimi kavrayışında da benzer bir görüşü olduğunu fark edeceğiz. Soluğunu bir ömre yayılan sınıf mücadelesine göre ayarlamak…” “Buradan adamın içine yayılan yalnızlık duygusuna geçeceğiz. Şöyle düşünüyorum, bir yanda o yalnızlık edebiyatı yaparken, öte yanda darbe sonrası karşı devrim, güçlerini yeniden örgütlüyor. Bu iki sahne paralel yürüyecek. Şimdi bir başka bölüme geçelim. İtirafçılık ya da ihanet”
Siyasi mahkûm – Çekilen sürgüler… Çarpan demir kapılar… Avluda uzayan taş duvar… Buraya nasıl geldim? Gençlik yıllarım nasıl gitti? Sürekli tabut taşıdım. Aşık olamadım. Bu ses ne? Beni çağıran kim?
Ses- İhanetin çağrısına gel. İhanet ya da itiraf. Bu kör bataklıkta sana bir seçenek: bilinememişleri, bulunamamışları ele ver. Şu delikten dışarı uç. Dışarıda cennet de var, cehennem de. Bu kez cenneti seç.
Siyasi mahkum- İhanet ve cennet. Gençtim, bir gün Büyükada’da geziniyordum. Orayı cennet sanıyordum. Faytonla giderken arabacıya, “Adalar cennet mi” diye sordum. Arabacı, yüzüme tuhaf bir bakışla “buralar bir beygir cehennemidir” dedi. İşte yol ayrımı. Bir adım öne çıkarsam, kolumu kaldırırsam. Peki ya bu etrafımdaki gözler. Şimdi bir hamlede kapıya varmalı. Açın… Kapıyı açın… Yüzbaşıya gitmek istiyorum.
Sesler- Kop… Kop… Kop…
Şişko yönetmen, “Hayır… Yanlış oynuyorsunuz. Kopmak, birleşmenin, birliğin coşkusunun tam reddi biçiminde oynanmalı. Bundan sonraki sahne, zıtlıklar üzerinde yürüyecek. Örneğin, arkadaşlarıyla birlikte her sabah erken uyanırken sabahlan bitmeyen bir uyku. Geçmişe bitmez bir öfke. Gittikçe koyulaşan bir yalnızlık duygusu.”
Dramaturg, “yalnız, oyunda kızdığı kişiler sütten çıkmış ak kaşık değil. Yapılmış ağır hatalar var.” Şişko yönetmen, “ağır hatalara karşı yalnızlığı seçmenin nasıl bir seçenek olduğunu tartışmak istiyor bu sahne. Bütün tanışmanın temelinde dünyanın nasıl değişeceği sorunu olduğunu unutmayalım. Şimdi kendinden önce yalnızlığı ve sözüm ona cenneti seçmiş biriyle hesaplaştığı sahneye geldim”
Siyasi mahkûm – İşte orada.- Cennete giden bencil çıkarın buzlu sularımla-. Hey, ellerindeki bu san lekeler de ne? Sen patron değil misin? Senin için demir, telefonda konuştuğun beş harften ibaret bir kavram değil mi? Yoksa kazık yememek için ille de elini bulaştırmak zorunda mısın? İyice ovuştur ellerini. Neden silahı aldın? Neden çıktın o dağlara? Neden çağırdın bunca insanı? Neden dağın en doruğunda ‘en güzel dünya için’ diye haykırdın? Bırak kontak anahtarını, kaçamazsın ölülerden.
Demir tüccarı – Kimseyi çağırmadım ben.
Siyasi mahkûm – Dur! O güneşli Mayıs günü, Üsküdar’da mezarlıkta ben de vardım. Eski arkadaşının mezarı başında ant içip haykırdığın gün. Hatırladın mı, kapıdan çıkarken kurşunlar yağdı üzerimize. Gitme, kardelenler yanıt bekliyor. Toprak o dağda tükürüğünü bile saklıyor. Toprağın yüzüne bakabilecek misin? Bu delikten çıkınca, aynı sorular bana da sorulacak mı? Çıkış deliğine doğru yürümek, bütün erdemleri ezerek çıkışa varmak. Deliğin tam i ucunda bütün bilgileri önlerine sunmak. Çıkmak. Bir bağırsaktan boşanırcasına çıkmak. Dışarı çıkmak ya da lağıma düşmek. Lağımın ıslaklığında dağılmak, bir bok gibi. Dağılmak ve yeni bir biçim almak.
Yüzüm… Yüzümü istemiyorum. Bu yüzü, kimliğimi istemiyorum. Her sabah aynaya baktığımda hesap soran gözlerim
İşte ihanetin -itirafın- belgeleri. Yeni bir yüz. Şurada iki çizgi, kaşlar şöyle, burun şöyle, dudak böyle. Peki bakışlarım. Soğuk bir gecekonduda sabahladığım arkadaşım tanıyabilir bakışlarımı.
İşte ihanetin belgeleri. Kendimi kenara onları onaya sürerek anlattım. O gece ‘hadi yapalım’ diyen bendim. Belgede ben yapmayalımcılardanım. Mahkemede titriyorum. Birlikle aynı gecekonduda uyuduğum arkadaşımı gösteriyor işaret parmağım.
Gözler korosu boğuyor beni.. Kan çanağı. Kinle bakan gözler ve ‘O’nun gözleri. Bir dönemin finalini işaretliyorum sanki parmağımla. Ben değil, O.
‘O’nu itiyorum karanlığa. Düşmüyor uçurumun dibine. Tutunuyor kenara. Tutunduğu parmaklarını çiğniyorum. Kanamıyor parmakları, ağlamıyor. Ben acımasızım, ayaklarım utanıyor. Suçluyorum, suçladıkça coşuyorum. Her suçlama beni biraz daha deliğin ağzına itiyor. Sövüyorum, gelmişinden çok geçmişine. Bir an duraksıyorum. Kendimi kardeşine ‘orospu çocuğu’ diyen adamın yerine koyuyorum.
Şişko yönetmen, “bir dakika”. Bu son bölüm, benim notlarımda yok. Onları doğaçtan söyledin. Not alalım.” Oyuncu, “oynarken bazen sözcükler yetmiyor. Ekler gerektiriyor. Oyun mu zorluyor yoksa kotaramadığım kimi oyunların yerini sözcüklerle mi dolduruyorum. Belki de gelişen oyun metni zorluyor. Sen ne diyorsun?” Şişko yönetmen, “bence aslolan oyundur. Bütün eklemeler ve çıkarmalar oyuna katkıda bulunuyorsa mubahtır. Anlatım aşkına bin sözcük de eklenebilir, bin sözcük de çıkarılabilir.” Perdeci, “evet, şanlı geçmişimizde Max Frisch’in oyununun ikinci perdesinin makaslanması gibi şanlı örnekler de var.” Şişko yönetmen, “evet, ben ‘metin bekâreti’ gibi kavramlara inanmıyorum. Yazarın emeğine bin saygı, ama tiyatro masa başında yazılıp biten bir olay değil. Ben oyunu oluştururken özgür bırakıyorum kendimi, oynarken de. (Anlamlı oyuncu gülüşmeleri) Evet, bu yaratıcılık güzel ama sonu yok. Denetlenmeli diyorsunuz. (Büyük kahkaha) Evet, şimdi delikten çıkış sahnesini alalım.”
Siyasi mahkûm- Offf… İşte hava. Havayı bütün gövdemle kucaklamak. Hava dalgalarla göğsüme çarpmalı… Yeniden… Yeniden… Rüzgar bana doğru neden esmiyor? Ay sırtını dönüyor. Yıldızlar göz kırpar.
Doğada mı küs bana?
Bir dakika bakar mısın… izah… ihanetin izahı olur mu? Sattım dostlarımı çıktım. Bir can pazarıydı. O hesap kapandı mı? Dönmeyin ağaçlar sırtınızı bana. Bir kez yaptım bunu. Bir daha yokum. Bırakın yakamı. Haydi yel, uçur beni. Kentin bir köşesinde sakla. Ufff, sırtımda gözler var. Sırtım yanıyor. Sırtından vurdum onları. Sırtım şimdi güvencesiz. (Yüzbaşı girer)
Yüzbaşı-Güven bize. Güvencen artık biziz. Güvenceyi veren tanrıdan sonra devlet. Tanrı yalan söylemez. Ya devlet. Bu tereddüdün ne? Kokuşmuş diye suçladığın bir güce tapınacaksın. Tükürülen yalanır mı?
Siyasi mahkûm- Evet, öğreniyorum kurallarını cennetinizin. Çıkarın varsa yalarsın gerekirse her bir şeyi. Yüzüm beni tedirgin ediyor. Bu yüz beni hep geçmişe götürüyor. Bıyığım vardı bir zamanlar, çoktan kazıdım. Var gibi duruyor. Eskiden konuşurken kahvenin camında görürdüm bıyıklarımı belli belirsiz. Yeni kimlik… Yeni adres… Yeni bir yüz.
Yüzbaşı – Güvence verildi, kaygılanma.
Şişko Yönetmen, “şimdi, bütün bu ön oyun, izleyiciyi itirafçının af haberini duyduğu akşama hazırlayacak. Not al. Sahnede basit bir ev dekoru. Odada bütün bu oyunundaki gerginlikten uzak rahat bir adam. Odaya giriyor. Elinde gazete. Televizyonu açıyor. Teypten efekt, not al, haberler, giriş müziği. Hala ayaktasın. Oturacakken duydun af haberini. Belki önce özetlerde. İnanamadın kulaklarına. Hah, öyle yarım otur. Dinledikçe yüzün bir işkencecinin yüzüne dönüşmeli.”
Perdeci, “düşünsene, onca ihanetten sonra bir af haberi. Daha üç yıl bile dolmadan.”
Siyasi mahkûm – Yarın sabah kapıma dayanırlarsa, işe bak. Her şey bitmiş ve yenilmişti. Namluların ve demirlerin ardından ebediyen çıkamayacaklardı. Bunun böyle olacağını tahmin etmiştim zaten.
Yeni çıkmıştım. Dolanıyordum, sokaklarda. Yalnızca yol ayrımına geldiğim insanlar değil, herkese her şeye nefretle bakıyordum. Bana göre herkes uyuyordu. Tersane yakınında arkamda ayak sesleri duydum. Binlerce insan geliyordu karşıdan. Üstüme doğru.
Beni linç mi etmeye geliyorlardı. ‘Ekmek’ diye bağırtılarını uzaktan ‘dönek’ diye algıladım. Kaçamamış, basiretim bağlanmış öylece dururken yanımdan geçip gittiler. Tersi yöne hızla yürürken, polis araçları geçti yanımdan. Kendimi bir pire kadar önemsiz hissettim. İşlediğim büyük bir suç mu? Sınıf mücadelesinde yeri ne? Benim gibi kendini kurtaran niceleri var. İhanetim kendime küçük görünse de korkum dağlar gibi. Yüzüm hala değişmedi. Şu karşı duvara sürtsem ne alın ne burun ne dudak. Yüzüm bir duvar gibi olmalı. Siyah bir gözlük gözlerimi gizleyebilir mi?
Şişko yönetmen, “evet, o yastıkların arasına başını sokuşun güzel. Şimdi kapı zili… Tekrar… Tekrar…” Siyasi mahkûm – Kim o?
Kadın- Benim.
Siyasi mahkum – Af çıkıyormuş.
Kadın – Çıkıyor. Ama onlar çıkamıyor… Aynı suçtan soldaki yatacak, sağdaki çıkacak
Siyasi mahkum – Yani?
Kadın – O da yatacak… Hala solda olduğuna göre.
Siyasi mahkum – Demek af derken antenler yalan söylüyor… Ses yalan söylüyor. Söz yalan söylüyor. Ve ben artık buna seviniyorum.
Kadın – Çok sevinme. Bundan on bir yıl önce boğuştuğun faşist artık serbest. Bir gün senin yapayalnız olduğunu öğrenebilir.


GÜLTEPELİLER “BAHARA MERHABA” DEDİ

Bu yıl ikincisi düzenlenen Amatör Tiyatrolar Çevresi Bahara Merhaba Şenliği 29 Nisanda Gültepe’de başladı. Şenliğin açılışında bir konuşma yapan ATÇ temsilcisi, “Şenliği kitlelerle Amatör tiyatrocuların bir buluşması” olarak niteledi. Bahara Merhaba Şenliği’nin ’80 sonrası ortalığı saran festival adı altındaki yoz gösterilere bir alternatif olması gerektiğini vurguladı. ATÇ temsilcisi, Amatör tiyatroların 1991’de Türkiye’de Edirne’den Viranşehir’e olan birlikteliğini uluslararası düzeye yaymak istediğini, bu nedenle ellerindeki tüm olanakları kullanarak Norveç’te yapılacak Dünya Amatörleri 20. Kongresi’ne katılmaya çalışacaklarını açıkladı.
Bu konuşmadan sonra Kâğıthane Belediye Tiyatrosu, Haşmet Zeybek’in “Düğün ya da Davul” adlı oyununu sergiledi. Kangal Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Demeği “Bizim Diyar”, Trakya Tıp Sahnesi “Socrates Savunuyor”, ESEK “Tükürür Kaçarım”, Cengizhan Lisesi “Don Canele’ye Zeytin Yok”, Ortaköy Halk Sahnesi “Eylül Anaları”, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi “Woyzck”, İstanbul Lisesi Oyuncuları “Batak”, Liseli Çağdaş Oyuncular “Haneler”, Veteriner Fakültesi “Sözünüzü”, Çağdaş Oyuncular “Şarkılarımız Ölmesin” ve “Faşizmin Korku ve Sefaleti”, Anadolu Basamak “Durmuşu Durduran Kim”, Sarıyer Halk Eğitim Merkezi “ölümsüzler”, Marmara Üniversitesi iktisadi Bilimler Fakültesi “Büyük Romülüs”, İstanbul Sahnesi “Ekmek Kime Pişecek”, Bursa Ekim Tiyatrosu “Memleketimden Potpori”yi sahnelediler. Şenlikte ayrıca 20. Kongre’ye doğru Amatör Tiyatroların durumu başlığı altında bir de panel gerçekleştirildi.
İstanbul Sahnesi, Çağdaş Oyuncular, Kangal Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Tiyatro Kolu, İstanbul Teknik üniversitesi Tiyatro Topluluğu, Ortaköy Halk Sahnesi ve Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Kolu’nun temsilcilerinin katıldığı panel Kâğıthane Belediyesi Gültepe Tiyatro Salonunda gerçekleştirildi. Panelde devletin geniş yığınlara kültürel bir canlanmayı yaratmadığı gibi, böyle bir hedefe yönelmediği öne sürüldü. İstanbul Sahnesi adına ilk sözü alan Mehmet Esatoğlu amatör tiyatronun anlamı ve işlevi üzerine şunları söyledi:
“Biz amatörlüğü bilinçli bir biçimde bir dünya görüşünün ışığında seçtik. Amatörlüğü, yaşadığımız sistemin kültürü bir meta haline getirişine bir tepki olarak, bunu ticari platformun dışında öncelikle topluluğun kendi dünya görüşünü açıkça ifade edebileceği, kendi estetik biçimini kurabileceği bir ortamı varolan koşulların sınırlanmasını aşmak üzere seçtik.”
Panele Çağdaş Oyuncuların temsilcisi olarak katılan Nesrin Ulu ise kendilerinin dünyayı sadece seyretmek ve yorumlamak amacıyla değil değiştirmek ve dönüştürmek perspektifiyle hareket ettiklerini söyledi. Türkiye’de her on yılda bir amatörlüğün geçmişinden koptuğunu öne süren Ulu, şöyle devam etti: “Bu nedenle de biz, amatörlerin geçmişte yaşadığı sorunları tekrar yaşıyoruz. Bizden önce amatör sanat, amatör tiyatro yapılmamış mıydı? Bunların izini bulmak bile güç. ATÇ kesintiler karşısında üretilenleri geleceğe aktarmanın sorumluluğunu da taşıyor şimdiden.” Sanatın özgünlüğe muhtaç olduğunu dile getiren Nesrin Ulu, ATÇ’nin katı ilkelerle yaklaşmaması ve gruplara kendilerini ifade hakkının mutlaka tanınması gerektiğini savundu.
Ortaköy Halk Sahnesi adına konuşan Ethem Elma ise Amatör Tiyatro Çevresinin bugünkü yapışım çok dar ve şekilsiz bulduklarını, onu aşmak, daha işlevsel hale getirmek için merkezi bir birlik konusunda adımlar atılması gerektiğini öne sürdü. Kangal Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Demeği temsilcisi Orhan Kazbek de geçmişte bu tarz toplantıların ağlama, yakınma toplantıları biçiminde seyrettiğini, bugünse amatörlerin çok daha ileri bir konumda olduklarım dile getirdi. Sarıyer Halk Eğitim Merkezi Tiyatro Kolu adına konuşan Benan Betik öncelikle somut alanda ortak işler yapmak gerektiğini, günler ve haftalar boyu ilke tartışmanın tek başına yararlı olmadığını öne sürdü. Betik şöyle devam etti: “Herkes ürünlerini ortaya koysun. Kendi aramızda iletişim ve organizasyonu sağlayalım. Daha sonra oturup bir üst aşamada değerlendirelim, Amatör tiyatroların birliğini nasıl sağlayacağız diye. ATÇ’nin bu şenliği amatör tiyatrolar için çok faydalı pratik bir eylem. Topluluklar bu sayede birbirlerini tanıyorlar. Bir diyalog olmalı ki önce birlikten söz edebilelim. Pratik alanda iş yapıldığı sürece bu birlik yürür.”
Daha sonra söz alan İTÜ Tiyatro Topluluğu üyesi Yusuf Şimşek ise yeni bir topluluk oldukları, ancak tiyatro yapmak için kurumsallaşmanın şart olduğunu ve bu noktada yoğunlaştıklarını söyledi.
Öte yandan İstanbul Üniversitesi Öğrenci Kültür Merkezinde, 24 Mayıs’ta “Üniversite tiyatrosu” üzerine bir söyleşi yapıldı. Söyleşiye katılan İstanbul Teknik Üniversitesi-Kabare-Teknik, Öğrenci Kültür Merkezi Tiyatro Kolu. İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Tiyatro Kulübü ve İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu temsilcileri üniversitede eğitimin, üniversite yapısının özgürleşmesi ve demokratikleşmesinin bir parçası olarak kültürel etkinliklerin mutlak gerekliliğine dikkat çektiler. Söyleşide “Üniversiteler bizimdir” anlayışının bir uzantısı olarak, bir yıl önce açılmış bulunan Öğrenci Kültür Merkezinin olanaklarından yararlanılması ve değerlendirilmesi, bunun biçimlerinin neler olacağı tartışıldı.

Haziran 1991

Ekonomi batakta

“Ekonomi açmazda”, “Enflasyon şaha kalktı”, “IMF, ‘gözaltına’ çağırıyor”, “Ekonomide yangın var”, “Faiz yarışı başladı”, “İsçi kıyımları hızla sürüyor”, “KİT satışları hızlandırılacak” “‘Ekonomik önlemler için erken seçim kaçınılmaz”, vb. vb. Yukarıdaki ibareler, Türk ekonomisini kötülemek isleyen “kötü niyetli” çevrelerin sözlerinden ya da yazılarından aktarılmış şeyler değil. Tersine, her sabah Türkiye’nin “kurtarıcılığına” soyunan Türk basınının muteber gazetelerinin ekonomi sayfalarının bir kaçından rast gele alınmış başlıklar. Son bir kaç aydır, günlük gazetelerin ekonomi sayfaları benzer yakınmalarla dolu.
Cumhurbaşkanı ve hükümet bir yandan ekonominin gelip dayandığı batağı görmezden gelerek, “21. yüzyılda süper devlet” olunacağı propagandası, “Türk ekonomisinin bütün dünyaya örnek” olan başarılar gösterdiği edebiyatı yaparken, 1990 kalkınma hızını % 9,5’dan (az bulmuş olacaklar ki) %10,5’a çıkararak çöken ekonominin patronlarına moral vermeye çalışıyorlar. Ama öte yandan IMF ve çeşitli dünya finans merkezlerinde bir kaç milyar dolar bulabilmek için kapı kapı dolaşmaktadırlar. Dahası yeni bir “kurtuluş” reçetesi hazırlayarak “şok ” önlemler, yeni “24 Ocak Kararları” için ortam oluştururken, bir yandan da KİT ürünlerine zam yağdırarak günü kurtarmaya çalışmaktadır.
IMF ve Dünya Bankası ise, kontrollerini sıklaştırıp, Türk ekonomisindeki gelişmelerin verilerini incelemeye almışlar, Türkiye ile yeni bir “Stand By Anlaşması” için hazırlık yapmaktadırlar.
Bugüne kadar, “serbest ekonomi”, “serbest ticaret” şampiyonluğu yaparak, 24 Ocak 1980den bu yana hükümetlerin bütün ekonomik kararlarının baş destekleyicisi olan büyük burjuvazinin sözcüleri, birden bire “yangın var!” diye bağırmaya başladılar.
İSO Yönetim Kurulu Başkanı Memduh Hacıoğlu, enflasyona yeni bir müsebbip bularak hükümeti eleştiriyor: “Enflasyonun birinci müsebbibi yüksek faizdir. Bu sorun ekonomik: ve siyasal hayatımızı ipotek altına almıştır”.
Eski İSO Başkanı Nurullah Gezgin de son aylardaki şikâyetlerine öfke de ekleyip, hiç olmazsa gerçeğin bir yanını itiraf ediyor: “Türkiye’de bir yutturmacadır gidiyor. Buradaki hadise, serbest piyasa ekonomisi değildir. Kör tuttuğunu beceriyor”. Gezgin sanayinin durumunu da şöyle çiziyor; “Saat 17.30’dan sonra Gebze’de artık ışıklar yanmıyor. Tekstil bölgesi Sefaköy’de TIR’lara rastlanmıyor. Sanayi müthiş bir durgunluk içinde. İşçi çıkartılıyor, sendikalardan ses yok. Toplu sözleşme dönemine giren boya sektöründe işçiler zorunlu izne çıkarılıyor. Sanayi kesimini zor günler bekliyor. Çamura batıyoruz, yeniden 1988 yılına dönüyoruz. ‘88’i yaşarsak kötü olur”.
TİSK Başkanı Halil Narin ise, her iki başkana da katıldığını söyledikten sonra sitem ediyor: “Yanlışlık sanayici olmakta. Dönem, fırsatçının dönemi. Yatırım heyecanı gerekli”.
Kuşkusuz ki; büyük patronların bağırması boşuna değil. Ekonomi, özellikle sanayi sektörü gerçekten batağa sürüklenmiş durumda. Bu yüzden de bağırırken (çoğu zaman yaptıkları gibi) rol icabı bağırmıyorlar. Ama onların itirazı uygulanan ekonomik politikaların esasına değil. Sadece faiz ve kur politikasının kendi lehlerine çevrilmesini istiyorlar; hepsi o kadar. Yoksa ne her gün yenilerine yeni artışlar eklenen zam yağmuruna, ne ardı arkası gelmeyen işçi kıyımlarına, ne KİT’Ierin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine ne de hazırlanan yeni “24 Ocak Katanlarına” bir itirazları yoktur. Sadece bunların, seçim kaygısıyla, geciktirilmesine itirazları vardır.
Bir yandan “serbest piyasa”dan, “serbest pazar”dan söz ederler ve bundan “hükümetin ekonomiye müdahale etmemesini” anladıklarını söylerler, ama bugün de “hükümet neden başını alıp giden faizlere müdahale etmiyor”, “döviz kurlarının yükselişini engellemiyor” diye yaygara yapıyorlar.
Burada bir çelişki var gibi görünüyorsa da, sistem ve büyük burjuvazinin çıkarları göz önüne alındığında hiç bir çelişki yoktur. Çünkü sistem, büyük burjuvazinin ve efendileri emperyalistlerin çıkarlarını korumak için kurulmuştur. Söz konusu olan büyük burjuvazinin çıkan olduğunda, devletin müdahaleci olması ya da olmamasının hiç bir önemi yoktur. Çıkarları gerektirdiğinde devletin piyasaya müdahalesi de “serbest ticaret”in, hep şanından olmuştur. Eğer işler iyi gidiyorsa, hükümetin müdahalesi de “serbest pazar ekonomisi”ne ters düşer. Dahası tekellerin egemen olduğu bir dünyada, 18. ve 19. yüzyıldaki kadar bile bir serbest pazar ekonomisi”nin olamayacağını biraz ekonomi bilgisi olan herkes bilir. Ama “her şeyi bilen” büyük patronlarımız ve onların çığırtkanlığını yapanlar bunu bilmezden geliyorlar. Ama yaşam, bütün acımasızlığı ile onları “devlet gidişata neden müdahale etmiyor” diye bağırmaya zorluyor. Çünkü tekellerin dünyasında devlet, tekellerin devletidir ve ekonomiye müdahale etmeden bu işlevini yerine getiremez. Bu yüzdendir ki; büyük burjuvalarımızın (bazen bankacı sanayicilerin bankasız sanayiciler aleyhine, bazen bankasız sanayicilerin bankacı sanayiciler aleyhine) devleti müdahaleye çağırmalarında bir çelişki yoktur. Çelişki var gibi görünmesinin nedeni, “serbest pazar”dan söz ederken “müdahalesizlikten söz ettiklerini kastettikleridir ki, günümüzde asıl çelişki bundadır. Tekeller ve serbestliğin bir arada olamayacağını saklamaya çalışmalarındadır. Bunu kendileri de biliyorlar, ama “serbest” sözcüğündeki gizemden yararlanmak için bu propagandayı da sürdürüyorlar.
Son 12 yılın serüveninde bu açıkça görülür:
24 Ocak Kararları’nı ve bu kararların uygulanmasının siyasi ve sosyal ortamını oluşturan 12 Eylül darbesi ve onun getirdiği düzeni bütün büyük burjuvalarımızın yürekten desteklediklerini, daha doğrusu bu düzeni bizzat kendilerinin tezgahladığını artık bilmeyen yoktur. Ve bu düzen içinde devlet, işçi ücretlerinin ne kadar olacağına, sadece genelde de değil, birer birer sözleşmelerde bile müdahale ederek işçilerin pazarlık yapmasını olanaksız hale getirirken, KİT zamlarından özel sektör zamlarına kadar her şey bizzat devletin üst kademelerinde belirlenmiş, ithalat, ihracat gibi ekonomik faaliyetler, bir gecede alınan kararlarla şu yana ya da bu yana çevrilebilmiştir. Devlet, kurlarla, Türk parasının değeriyle her gün oynamış, hangi sektöre kredi verip, hangisini desteklemeyeceğini, hatta batıracağı işletmeleri bile önceden saptayıp buna uygun kararlarla amacını gerçekleştirmiştir. Ve bütün bu kararlar da, kararlardan o anda zarar gören kesimlerce eleştirilse bile genel politikalara büyük burjuvazinin hiç bir kesiminin bir itirazı olmamıştır. Bugün de olan bundan başka bir şey değildir. Sıkışmış olanlar bağırmakta, uygulanan değil uygulanamayan politikalardan yakınmaktadırlar.
Bu süreçte bilinen bir şey daha var: 12 Eylül Cuntasının yarattığı “dikensiz gül bahçesi” içinde uygulamaya sokulan 24 Ocak Kararları, bütün uygun koşullara karşın 1988’de bir çıkmaza sürüklenmiş, yeni önlemlerin alınması kaçınılmaz olmuştu. 1988 Nisan’ında girilen süreç de, 1991 Mayıs’ında tam bir çıkmaza girmiş durumda.
Hükümet, açmazdan kurtulmak, hiç olmazsa büyük patronların güvenini yenilemek için “bildiği” yöntemi uygulayarak bir yandan zam yağmurunu hızlandırırken, bir yandan da para basarak, emperyalist finans merkezlerinde dilenciliğe çıkarak kamu açıklarım kapatmaya çalışmaktadır. Ama büyük patronlar bu yöntemlerin, bırakalım uzun vadede kısa vadede bile bir çözüm olmayacağının farkında olduğu için, dahası izlenecek bir seçim ekonomisinin bütün ekonomik göstergeleri baş aşağı çevireceğini bildiklerinden, en kısa zamanda bir erken seçim istiyorlar. “Güven tazelemiş”, önünde kısa dönemde “seçim kaygısı” olmayan bir hükümetin uygulayacağı “acı reçete”den başka hiç bir şeyin dertlerine deva olmayacağının bilincinde olduklarından “radikal çözümler” istiyorlar.
Son 12 yıllık dönem, şunu açıkça gösteriyor: Egemen sınıflar, hangi önlemleri alırlarsa alsınlar, kapitalizmin karakteri ve emperyalist sistem içindeki pozisyonları Türk egemen sınıfların iktidarını her 3-5 yılda bir sonu belirsiz bir batağa saplanmaya mahkum etmiştir. Bunun en açık kanıtı, daha “köşeyi döndük, dönüyoruz” şenliğinin sevinç çığlıklarının, “battık batıyoruz” feryatlarına karışmasıdır.
Bütün bu dönemlerde, belki buhranın nedenleri değişiyor ama karakteri ve sonuçları değişmiyor. 1980’deki bunalım, kendisini döviz yokluğu, buna bağlı olarak ithalat ihraç dengesinin bozulması ve aşırı enflasyonla açığa vururken, günümüzde iç ve dış pazarın daralması, bir aşın üretim bunalımı ve kronik enflasyon olarak biçimleniyor. Körfez savaşının Türkiye’ye getirdiği yükler, kısa vadeli borçların sıkışması ve devlet bütçesinin aşın açık vermesi yanı sıra iç borçların da devasa büyümesi; önümüzdeki aylarda, bugün işliyor gibi gözüken sektörleri de girdabın içine çekecek gibi görünmektedir. Bu durum, emekçi sınıflar içinde büyüyen hoşnutsuzlukla da birleşince, ekonomik krizin siyasi ve sosyal bir krizle bütünleşip, egemen sınıflar için büyük kıyametin çanları çalmaya başlayacağı bir ortamı mükemmelleştirmesi kaçınılmazdır. Aslında egemen sınıfların en öndeki temsilcilerinin “yangın var” diye bağırmalarının, baş üstünde taşıdıklarını eleştirmeye başlamalarının telaşı da bundandır. Kıyametin göbeğine doğru giderken, hiç olmazsa, “halktan yeni destek almış” bir hükümet ve parlamentonun kendileri için bir dayanak olacağını düşünüyor olmalılar. Bu, egemen sınıfların istek ve ihtiyaçları. Ama bunun tam karşısında da işçi sınıfı ve tüm emekçi sınıfların istek ve ihtiyaçları var. Asıl çatışma da bu istek ve ihtiyaçlara bağlı olarak, bu iki karşıt güç arasında olacaktır. Ve krizin hangi doğrultuda çözüleceğini belirleyecek de bu güçlerin çatışmasının hangi koşullarda olacağıdır. Buna şimdiden hazırlananlar, yığınları bu doğrultuda seferber edenler, sınıf mücadelesine önderlik etme hak ve şansını elde edecektir. Çünkü büyük sıçramalar ancak büyük altüst oluşlar içinde gerçekleşebilir.

Haziran 1991

İşçi kıyımlarına karşı mücadelede yeni bir adını ERDEMİR işçileri yiğitçe mücadele ediyor

Zonguldaklı madencilerin başlattığı, Zonguldak’ın Türkiye işçi sınıfının başkenti olması imajım Ereğlili demir-çelik işçileri sürdürüyor.
8 Mayıs’ta, ERDEMİR yönetimi tarafından girişilen, 620 işçinin işine son verilmesi kararı, işçileri ayağa kaldırdı. Ve Türk Metal’in bütün yatıştırma çabalarına karşın, kurulan işçi komitesi etrafında birleşen Erdemir işçisi, sokak gösterilerinden, yemek boykotuna kadar bir dizi eylemle işçi kıyımını protesto etti ve işten atılan arkadaşlarının işe alınması için direneceğini haykırdı. Dergimiz dizgiye girdiğinde, işçiler kararlılıklarını haykırmaya devam ediyordu. Bu yüzden de, olayların hangi doğrultuda gelişeceğini söylemek için henüz erken olmasına karşın, şu şimdiden söylenebilir ki; işçi sınıfımız işten atmalar karşısında boynu bükük, olup biteni kabul etmeyecektir. Ereğli işçilerinin militan çıkışının başka işyerlerinde de izleneceğini söylememek için bir neden yoktur. Bu nedenle ERDEMİR işçisinin başlattığı mücadele, başka işçiler için de yürünecek bir yol açmış olması bakımından da önemlidir.

Türk Metal ve işverenin taktikleri
Kuşkusuz ki; ERDEMİR’de yaşananların başka yerlerde yaşananlardan pek farkı yok: Sendika ağaları ve patron işbirliğinde bir tasfiye sahneye konuyor ve bu, adım adım uygulanıyor. Ancak bundan sonra, işçilerin mücadelesi ve kararlılığı karşısında, sorunun kamuoyunun gündemine girmesiyle birlikte, yönetim ve sendika ağaları “taktik ustalıklarını” sergiliyorlar.
Şöyle ki; işveren, daha 1987’den beri bir işçi kıyımı için fırsat kolluyordu, ama uygun an bulamıyor, ya da “işçi kıyımı” sopasını sallayarak işçileri sürekli “diken üstünde” tutmayı amaçlıyordu.
Gelişmelerden açıkça anlaşıldığı gibi, sendika ağaları ve işveren senaryoyu daha sözleşme görüşmeleri sürecinde hazırlayıp, karşılıklı bir anlaşmaya varmışlardı. Sözleşme görüşmeleri Nisan’da sonuçlanıp ta, Türk Metal Genel Başkanı M. Özbek, işçilere, bu “müjdeyi” verirken, laf arasında MESS’le yapılan grup sözleşmesine de değinerek, 85 bin işçi adına “iyi bir sözleşme yaptık, ama 5000 işçinin de çıkışı veriliyor” diye, daha önce Halit Narin ve yakınlarda Özal tarafından açıklanan “işçi atımına sendikaların yeşil ışık yaktığı” biçimindeki uzlaşmayı kendi üslubuyla ifade ediyordu. Ne var ki, Ereğlili işçiler, ücretlerinin bir anda 650 binden 1 milyon 500 bine çıkmasının verdiği rehavetle, bu laf arasındaki itirafı kendi üstlerine alınmıyorlardı. Marksist işçilerin uyarıları da bu ortamda pek etkili olmuyordu.
İşveren ise, bundan yararlanarak yeni önlemlere hemen başlıyor, işyerinde yeni baskılar gündeme getiriyordu. Bu önlemler açıkça hak ihlalleri biçiminde olduğu halde sendikacılar hiç aldırmadığı gibi, bunlara itiraz eden işçileri de yatıştırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Sözleşmeden hemen sonra patron şu önlemleri almıştı:
*) Servisler, iş bitiminden en geç 10 dakika içinde fabrikayı terk etmek zorundayken bu süre 30 dakikaya çıkarılarak işçiler tedirgin ediliyordu.
*) 1970’lerde TİS hakkı olarak elde edilen, iş bitiminden 30-45 dakika önce iş bırakılıp temizlik yapılması gerektiği halde, sözleşme sonrasında bu kaldırılarak, son dakikaya kadar çalışma zorunluluğu getirildi. Böylece işçinin temizlik ve banyo yapma olanağı fiilen ortadan kaldırılıyordu. (12 Eylülcüler bile TİS’le elde edilen bu hakka dokunamamıştı)
*) Günde iki kez uygulanan “çay molası” tümden kaldırılıyor ve işyerinde çay içmek yasaklanıyor.
*) Molalarda gazete okumak serbestken, sözleşmeden hemen sonra yayımlanan bir genelgeyle, işyerine gazete getirilmesi bile yasaklanıyor, gazete okuyanlara 3 yevmiyeyi kesmeye kadar varan cezalar uygulamaya girişiliyordu.
Bunlara, işveren temsilcilerinin işçilere karşı kaba davranışlarının, tehditlerinin artması da eklenince, işçilerin öfkesi artıyordu; ama sendikanın bu uygulamalar karşısında işverenle işbirliğinin sezilmesi ise yılgınlık, tedirginlik yaratıcı bir etken olarak kendini gösteriyordu.
Hak gaspları karşısındaki sessizlik, işverene daha ileri adımlar için cesaret veren bir dayanak oluyordu.
Bu arada işveren, “ERDEMİR’in sırtında kambur olan, çalışmayan, yılın büyük bir kısmında izin yaparak üretimi aksatan” işçilerden dem vuruyordu. Ve bunları “ayıklayacakları” propagandasına hız veriyordu. Böylece, çok az sayıdaki ve zaten çoğunluğu da “A personeli” olan bu unsurları hedeflemiş gibi gözükerek, işçilerin tepkisini engellemeyi amaçlıyordu.
Nitekim işten çıkarmalar gündeme gelip de, 620 kişi sokağa atıldığında, işveren bunun bir işten çıkarma olmadığı, zaten yılın büyük bir kısmını izinli geçiren, kendi işlerinde çalışanlar ve emekliliği gelen işçilerden ibaret bir çıkarma olduğu doğrultusunda propagandaya hız verdi. Oysa gerçek tam tersiydi. 300 kadar emekli edilen (onlar da kendi istekleriyle değil zorla emekli edildiler) işçiye bir kaç tane de sözünü ettiği türden daha çok “kendi işiyle uğraşan” işçiyi katmıştı, ama geri kalanlar işyerinde bugüne kadar mücadelede sivrilen, hakkını arayacak bilinç ve cesarete sahip işçilerdi. Yani, diğer işyerlerinde olduğu gibi, ERDEMİR işvereni de kılıcı doğrudan ileri işçilere, işçi sınıfı mücadelesi karşısında duyarlı işçilere sallamıştı. Öyle ki bunlardan bir çoğu da, 15-20 yılını ERDEMİR’e vermiş, işgüçlerini orada kaybetmiş işçilerdi. Emekliliğine 2 ay kalmış olanlar bile vardı aralarında. Kısacası atılanların büyük çoğunluğu, işgüçlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan gerçek işçilerdir. Zaten, sık sık izin yapan, toprağı olanlar da işçi değil, “A personeli” içindeydi. Ama her zaman olduğu gibi patron sadece işin kendi işine gelen yanını propaganda ederek, sınıfı ve kamuoyunu yanıltmayı amaçlıyordu. Kısacası Türk Metal’in ağaları ve işveren ortak amaçlan için birleşip, ERDEMİR işçilerinin %10’unu bir anda sokağa attılar. Ancak onlar, ERDEMİR işçilerinin mücadeleci geleneğini unutuyorlardı ve çalışan işçilerin atılan arkadaşlarına sahip çıkmayacağını umuyorlardı. Ama gelişmeler öyle olmadı. ERDEMİR işçisi, sınıfın şanına yakışır bir tutum alarak atılan arkadaşlarına sahip çıkmakta kararsızlık göstermedi. Tersine işyerinden sokaklara taşarak tepkisini ortaya koydu.

Gün gün ERDEMİR işçilerinin mücadelesi
ERDEMİR işvereni, 8 Mayıs günü 620 işçinin (85’i A personeli) işine son verdiğini açıkladı.
Aynı gün atılan işçiler sendikaya başvurarak sorunlarına sahip çıkılmasını isterken, sendikanın soruna nasıl yaklaşacağının da bilincinde olarak, hemen bir işçi komitesi oluşturdular, işçi komitesi 25 işçiden oluşuyordu ve içlerinden 6’sını da icra (yürütme) komitesi olarak belirlediler. Sendikacılar ise, her zamanki gibi her şeyden habersiz gözükerek, gerekeni yapacakları üstüne sözler verdiler. İlk iki gün böyle geçtikten sonra eylemler başladı.
10 Mayıs: Komite, işten çıkarılan işçiler ve Türk Metal’in Ereğli Şubesi yöneticileri, sendikadan ERDEMİR’e kadar olan 2-3 kilometrelik yolu yürüyerek fabrika kapışma siyah çelenk bıraktılar. Ve işverenin tutumunu protesto ettiler.
11 Mayıs: İşten çıkarılan işçiler, sendikada toplanarak bir yürüyüşle fabrika kapısına kadar giderek işvereni protestolarını sürdürdüler.
12 Mayıs: İşten çıkarılan işçiler, bu sefer eşleri ve çocuklarıyla birlikte, SHP İlçe Kongresine ve DSP’nin düzenlediği mitinge katıldılar. Ama tamamen kendi taleplerini haykırarak. Kendi taleplerini içeren pankartlar taşıdılar. Sonraki gösteriler boyunca da haykırılacak olan bu sloganların bazıları şunlardı:
“Türkiye’de İşçi Kıyımına Son!”
“Şalter İnecek Bu İş Bitecek!”
“İşçinin Onuru Sermayeyi yenecek!”
“İşçiyiz Güçlüyüz Kazanacağız!”
“Turan Onur (İşletme Genel Müd.)  Dışarı İşçiler İçeri!”
“İşçi-Esnaf-Halk El ele Genel Greve!”
“İşçiler El ele Genel Greve!”
“ERDEMİR-Madenci omuz Omuza!”
“İş Ekmek özgürlük!”

13 Mayıs: İşten çıkarılan işçiler, aileleriyle birlikte Ana kapı önünde oturarak, gündüz vardiyasından çıkan işçilerle birleştiler ve 6000 kişilik bir kalabalıkla, fabrikadan sendikaya kadar olan 3 kilometrelik yolu slogan atarak yürüdüler. Bu ilk büyük yürüyüşte yol trafiğe kapatıldığı gibi, esnaf ve kent halkı da alkışlarla işçilere destek verdi.
14 Mayıs: İşten atılan işçiler ve aileleri kalabalık bir grup olarak sendikanın önünde toplanıp, sendikacıları da yanlarına alarak fabrikanın ana kapısına yürüdüler. Yine burada oturarak, gündüz vardiyasından çıkacak işçileri beklediler. Bu sefer işçiler de dağınık gruplar halinde gelmedi. Ünitelerin önünde toplanıp altılı kortejler yapan işçiler, fabrika sahasını sloganlar atarak aşıp ana kapıya geldiler ve oradaki arkadaşlarıyla birleşerek Genel Müdürlük binası etrafında turlar atarak 17.00 ve 17.30’da çıkan işçileri beklediler. Onlarla da birleşerek, 8000 kişilik bir kalabalıkla, yine trafiği kapatarak, sloganlar haykırarak, sendikaya kadar yürüdüler. Bu sefer esnaf, memur, işçi, öğrenci Ereğli halkı daha büyük bir coşkuyla işçi kitlesini alkışladı, kaldırımlarda onlara eşlik etti.
15 Mayıs: İşten çıkarılan işçilerden Savaş Piroğlu’nun 15 yaşındaki kızının intihar etmesi üzerine o gün bir cenaze töreni düzenlendi. Cenazeye, sendikanın bütün engelleme çabalarına karşın 2500’den fazla işçi katıldı.
Fabrika önünde toplanan işçiler, cenaze için hastaneye kadar yürüdüler ve oradan da 3 kilometre uzaklıktaki mezarlığa kadar elden ele taşınan cenaze bir protesto töreniyle defnedildi.
16 Mayıs: Sendikacılar Ankara’ya gitti. Ancak işçiler yine sendikada topladılar ve yeni bir gösteri için hazırlık yaparken, Ankara’dan telefonla arayan sendikacılar, “görüşmeler sürüyor, bugün, rica ediyoruz gösteri yapmayın” demeleri, sendikacılar ve Komite arasında sert tartışmalara yol açtı. Sonuçta, her gün yürüyüş ve gösteri yapılması konusunda karar alınarak, o gün yeni bir şey yapılmadan dağılındı.
17 Mayıs: İşten çıkarılan işçiler ve Komitenin zorlamasıyla, sendikacıların da katıldığı bir kalabalık, sendikadan fabrika’ya kadar yürüyerek, vardiyadan çıkacak işçileri beklemeye başladılar. Burada Komite Başkanı Bayram Döner, ses donanımlı bir arabadan bir konuşma yaparak, işten çıkarmalar ve bunların nedenleri, mücadelenin gerekliliği üstüne bir konuşma yaptı. Ve tüm ERDEMİR işçilerine seslenerek, hep birlikte mücadele etmeye çağırdı. Sloganlar haykırarak fabrika sahasını geçerek gelen işçiler dışarıdakilerle birleştiler ve karayolunu trafiğe kapatarak saat 18.00’e kadar oturma eylemi yaptılar. 18.00’de işten çıkan tevziat işçileriyle de birleşerek yine 3 kilometrelik yol boyunca sloganlar haykırarak yürüdüler. İzleyen Ereğli halkının alkışları arasında sendikaya geldiler. GMİS merkez ve şube yöneticileri de 100 kişilik bir kalabalıkla bu yürüyüşe katılarak destek verdiler.
Sendika önüne gelindiğinde, Türk Metal Şube Başkanı, “Ankara’daki temasları hakkında bilgi vereceğini” söyleyerek, Keçeciler ve G. Taner’le olan görüşmelerini anlattı: Keçeciler, “isçiler haklı” derken, G. Taner, “atılanlar kamburdu” diyerek “Genel Müdürü desteklediğini” söylemiş, vs. vs.
Daha sonra Söz alan Ş. Denizer ise, Ereğlili işçileri destekleyen bir konuşma yaptı.
Daha sonra söz alan Komite Başkanı Bayram Döner ise; Türk Metal’in Genel merkez yöneticilerinin işçilerin karşısında yer aldığını vurgulayarak, “Şube yöneticileri görüşmemizde bizim yanımızda olacaklarını söylediler, bu sözlerini tuttukları sürece biz de onlarla birlikte olacağız” dedikten sonra, işçilere hitaben, “işten atılanların geri alınması, muhtemel çıkışların önlenmesi için şalterin indirilmesi için hazır” olup olmadıklarını sordu. Ve işçiler hep bir ağızdan “hazırız, hazırız!” yanıtını vererek, “Şalter İnecek Bu İş bitecek” sloganlarıyla sık sık kesilen bu konuşmadan sonra dağılındı.
18-19 Mayıs: Sendikacılar, “şalter indirmek için temsilci ve delegelerle toplantılar yapılıp, işyerinde gerekli örgütlemeleri yapmak gerektiği” bahanesiyle gösterilere ara verilmesini istediler. Bu konuda yapılan tartışma sonunda bir değerlendirme yapmak ve hazırlanmak için toplanıp tartışılması kararına varıldı. Ne var ki; sendikacılar her konuda ayak sürüyorlardı ve bir engelleme taktiği izliyorlardı. Sonuçta, Pazartesi şalter indirmeye hazırlık olması için, gündüz ve 24.00-8.00 vardiyalarının 16.00-00.30 arasında fabrikada oturma eylemi yapması kararı alındı. Ve uygulamaya sokuldu. Eylem başladıktan 4 saat sonra işyerine giden Türk Metal Genel Merkez Genel Sekreteri Salih Kılıç ve şube yöneticileri, “eylemin amacı birliğin sağlanmasıdır, bu amaca ulaşılmıştır, siz de yorgunsunuz dağılıp evinize gidin” diyerek eylemi kırıyorlar. Ancak işçiler, sendikacılara rağmen altışarlık düzenli kortej yaparak, fabrikadan sendikaya kadar yürüyerek’, 00.30’da bitmesi gereken eyleme saat 20.00’de son verdiler.
20 Mayıs: İşten atılan işçiler, eşleri ve çocukları 11.00-15.30 arasında, yağmur altında fabrika önünde oturma eylemi yaptıktan sonra bir kortej oluşturarak G. Müdürlük etrafında protesto gösterisi yaptılar. Daha sonra Devrim Bulvarı yoluyla sendikaya kadar yürüdüler.
Aynı gün sendikacılar, işçi komitesinin bilgisi dışında Kaymakamlığa başvurarak, ertesi gün yapılacak gösteri için güzergâh tespiti isteyerek, gösterileri yasalar çerçevesine çekme girişiminde bulundular. Böyle bir izin için en az 48 saat önceden başvurunun gerekliliği yasanın açık hükmüyken, kaymakamlık, gösterileri yasal platforma çekmek için yasaları çiğnemeyi göze alarak hemen bir güzergâh tespiti yapıp sendikacılara verdi. Böylece, günlerdir yasalar akla bile gelmeden süren gösteriler yasal çerçeveye çekilmeye çalışılıyordu. Güzergâh ise, fabrikanın Bağlık kapısından başlayan şehirle ilgisiz bir güzergâhtı.
21 Mayıs: Bir yasal güzergah çizilerek gösteriler kontrol altına alınmaya çalışılırken, Komite, devrimciler, işten atılan işçiler ve işçi aileleri bir başka faaliyet yürütmüş, esnaf kuruluştan, kitle örgütleri ve esnaflarla doğrudan ilişki içine girerek, 16.00-20.00 arasında “kepenk kapatma” çağrısı yapmışlardı. Bu çağrı çok etkili oldu.
İşten atılan işçiler, eşleri, çocuk-lan ve kalabalık bir halk topluluğu düzenli bir kortej oluşturarak (sendikacılar ve polisin engelleme çabalarına karşın) sendikadan fabrikaya doğru yürüyerek, Bağlık kapısına vardılar.
En son işten çıkanları da aldıktan sonra yürüyüş başladı. Esnaf, istisnasız kepenk kapatarak yollara döküldü. Yürüyüş kolunda 10 bin kişi varken yollarda, işçileri coşkuyla destekleyen, alkışlayan, onlarla birlikte yürüyen 40 bin kişi vardı. Bu Ereğli’nin tarihinde gördüğü en büyük gösteriydi. Yürüyüşün asıl sloganı, “Şalter İnecek Bu İş Bitecek”ti. Yürüyüşü destekleyen halk da aynı sloganı haykırıyordu.
Verilen yasal güzergâh Ereğli Terminalinde sona eriyordu. Ama yürüyüşçüler ve halk burada durup dağılmadı. Sendikacıların itirazlarına karşın, Komite’nin çağrısına uyan kalabalık sendikaya kadar yürüdü. Kitlenin coşkusu karşısında geri adım atmak zorunda kalan Türk Metal Şube başkanı, gösteriye katılanlara “teşekkür” etmek zorunda kaldı. Ve sözü, Genel Merkez Genel Sekreteri S. Kılıç’a verdi.
Salih Kılıç “rol icabı” Özal’a çatıp, sendikanın işçi kıyımına yeşil ışık yakmadığı vb. konusunda konuştu. Ama yığınlann aklında bir şey vardı ve onu dinlemek yerine kendi isteklerini haykırıyorlardı: “Şalter İnecek Bu İş Bitecek! ” “Şalter İnecek Bu İş Bitecek!”…
Bu konuşmadan sonra bütün işçiler, “Bayram konuşsun, Bayram Konuşsun!..” diye slogan atmaya başladılar. Bu arada sendikacılar mikrofonu alarak oradan kaçtılar.
Mikrofonsuz olarak kalabalığa hitap eden Komite Başkanı Bayram Döner’in konuşması sık sık “Şalter İnecek Bu İş Bitecek!” sloganıyla kesildi. Konuşmasının sonunda kalabalığa “Şalteri indirmeye hazır mısınız?” diye soran B. Döner’e kalabalık hep bir ağızdan “Hazırız, hazırız!” yanıtını verdi.
Gösteri ve miting “Şalter İnecek Bu İş Bitecek!” sloganlarıyla dağıldı.
22 Mayıs: SHP İlçe örgütü, “Demir Çeliğin Satılmasına, İşçilerin Atılmasına Hayır” Mitingi düzenledi ve bu Miting’e E. İnönü de katıldı.
İşten çıkarılan işçiler ve aileleri de bu Miting’e katıldılar. Ancak SHP kalabalığına katılmak yerine, ayrı bir grup halinde yer alarak kendi sloganlarını haykırıp, istemlerini dile getirdiler.
Miting’den sonra işçiler, kendilerine katılan halkla birlikte sendikaya yöneldiler. Ama, sendikacılar ve delegelerinin, kadınların sendikaya girmesine engel olmaya çalışması işçilerle sendikacılar arasında tartışmaya yol açtı. Komitenin olaya müdahalesiyle sendika delegelerinin bazılar tartaklanıp dışarı çıkarıldı ve kadınlar sendikaya girdiler. Daha sonra kadınlar aralarında durumu tartışarak, sendikacıların bu tavrını protesto etmek için ertesi gün sendikaya gidip oturma kararı aldılar. Ve ertesi gün 20 kadar kadın saat 9.30’dan 15.00’e kadar sendika lokalinde oturdular.

ERDEMİR’de işçi fazlası var mı?
ERDEMİR işvereni, Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkilileri, işçi kıyımının gerekçesi olarak işletmenin verimli çalışması için işçi çıkarılmasının zorunluluğundan söz ediyorlar ve kamuoyunda, diğer kuruluşlarda olduğu gibi ERDEMİR’de de işçi fazlası olduğu propagandasını yapıyorlar. Ama durum gerçekten böyle mi? Burada kısaca gerçeklere bir göz atalım.
ERDEMlR, Amerikan COO-PERS firması tarafından inşa edilerek 1965’te işletmeye açıldı. Bu firmanın raporlarına göre işletmenin rantabl çalışabilmesi için 1000 A personeli (idari ve teknik personel), 3500 B personeli (fiili çalışacak işçi) gerekiyor. Ve işletme bu rapora göre organize ediliyor ve ABD’li teknik personelin o yıllarda basında da çıkan engellemelerine karşın oldukça iyi bir işletme olarak üretimi sürdürüyor.
İşletmenin asıl üniteleri şunlar: 2000 ton/gün’lük bir yüksek fırın, bir çelikhane, bir sıcak bir soğuk haddehane, bir oksijen fabrikası, bir kok ve Sinter fabrikası ve bir kuvvet santrali var. Ne var ki, 1974’ten itibaren fabrika genişletilmeye başlanıyor ve tevziat müdürlüğü muvakkat işçi alarak, bir Japon firmasıyla birlikte yeni tesisler yapıyor.
Ek tesisler şunlar: 3500 ton/günlük ikinci bir yüksek fırın, eskisinden daha büyük bir çelikhane, bir soğuk bir sıcak haddehane, bir oksijen fabrikası, bir kok ve Sinter fabrikası, bir kuvvet santrali, taşıma ve depolama üniteleri. Yani fabrikaya eskisinden daha büyük bir fabrika ekleniyor. Ama işçi sayısı sadece 2000 artırılarak 5500’e çıkarılıyor. Aslında, teknik ölçüler çerçevesinde 7-8 bin işçi çalıştırılması gerekirken, aşırı çalıştırma ve fazla mesai yoluyla bu açık kapatılarak işçi sayısı teknik gerekliliğin altında tutulduğu halde, işçi kıyımına “fazla işçi” olduğu propagandasıyla gerekçe bulunmaya çalışılıyor.
Dahası ERDEMİR’de uzun yıllardır işçiler fazla mesaiye zorlanıyordu ki, bu bile bir işçi fazlalığı olmadığının en açık kanılıdır.
ERDEMİR’de bir fazlalık vardır, ama bu işçi fazlası değildir. İdari ve teknik personel şişirilerek işletmeye kambur haline getirilmiştir. Diğer kuruluşlar gibi ERDEMİR’de, burjuva gerici siyasi partilerin ya-kınlan bu siyasi çevrelerce doldurulmuş, bir iş yapmadan mevki ve yetki sahibi kılınmışlardır. Dinci, faşist, gerici partilerin yandaşları için idari kadrolar arpalık olarak kullanılmış, başlangıçta 1000 olarak belirlenen idari ve teknik personel sayısı bugün 3000’i aşmış olup, bunun en az yansı “hatır” için işe girmiş kişilerdir. Ne var ki işveren bu kamburu da işçinin üstüne yıkarak, işçi kıyımı ve kalan işçilerin daha çok çalışmasıyla telafi etme yolunu seçmiştir.
Bu konuda bir diğer iddia ise, ANAP’ın 1992 seçimleri için kendi yandaşlarına kadro açmak için işçi kıyımına yöneldiğidir ki, ANAP’ın politikaları göz önüne alındığında bunun da yabana atılır bir iddia olmadığı ortadadır.
İşletme açısından ise, “yüksek ücretli” işçiyi çıkarıp yerine asgari ya da düşük ücretten işçi almanın çok karlı bir uygulama olduğu düşünülürse, ANAP’ın siyasi çıkarlarıyla ERDEMİR ortaklarının ekonomik çıkarlarının tam bir uyuşma içinde olduğu daha iyi görülür. İşten çıkarılanların çok büyük çoğunluğunun 10-20 yıllık işçiler olduğu göz önüne alındığında işverenin bir zorunluluktan çok, daha çok kar ve genç iş gücünü gözettiği de anlaşılır.
Demek ki, ERDEMİR’de İşçi kıyımının nedeni ne “fazla işçi” Sorunudur ne de “tembel işçiler”dir. Asıl amaç, devrimci, demokrat, Marksist, ileri işçileri tasfiye etmek, bununla birlikte de ekonomik ve siyasi çıkarlar sağlamaktır.
Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki; ERDEMİR, Türkiye’nin en karlı sanayi işletmelerinden biri olup, hükümet tarafından yabancılara pazarlanmaya çalışmaktadır. Nitekim geçen yıl Japonlar, bu yıl ise Amerikalılar ERDEMİR’i almak için girişimlerde bulunmuşlar, bulunuyorlar. Japonların almaktan vazgeçtiklerinin nedeni olarak işverenin öne sürdüğü, “bir elinde tespih, bir eli cebinde personelli işyeri almayız” gerekçesi eğer doğruysa, bu sözlerin muhatabı işçiler olamaz. Çünkü bu tanımlamaya uygun tipler, sadece burjuva siyasi partilerin yandaşlarının doldurulduğu yönetim ve idari personel içindedir. Bu yüzden bu da işçi kıyımının bir geçerli bir gerekçesi olamaz. Kaldı ki, bir işletmeyi yabancılara satmak için oradaki işçileri açlığa, sefalete terk eden politikanın kendisi de işçi emekçi düşmanı bir politikadır, bu da kimse için inandırıcı olamaz.

Sendika’nın entrikaları ve Komitenin Mücadelesi
Türk Metal Sendikası’nın Genel Merkezi, TİS görüşmeleri sırasında, “yüksek ücret verilsin, işçi atılsın” biçimindeki anlaşmasına bağlı kalarak, işçi kıyımı karşısında açıkça ilgisiz tutum takınarak, işçi düşmanı yüzünü bir kez daha sergilemiştir. Gerçi işçilerle konuşurken, bol keseden mücadele lafı etmişlerdir, ama asıl mücadeleyi işçi direnişini kırmak için vermişlerdir.
Türk Metal’in hain politikasının işçilere dönük yüzünün uygulayıcısı ise; Türk Metal’in ERDEMİR Şubesi olmuştur. İşçilerin öfkesi karşısında “şalter indireceğiz” propagandası yapan, yürüyüşlerde kortejin önünde yer almayı ihmal etmeyen Türk Metal yöneticileri, işyerlerindeki delegeleri ve temsilcilerinin çoğu ile işçileri yıldırmak için işverenle aynı ağzı kullanmış, “şalter indirilirse direnişe katılanların da işten atılacağı” tehdidini yaymışlardır. “O arkadaşlar tazminatlarını aldı çıktı, ama biz direniş yaparsak, 17. maddeden, tazminatsız atılırız” propagandası ile işyerinde direniş eğilimini köreltmeye çalışmışlardır.
Bu propagandanın yanı sıra, işçi mücadelesini yasal çerçeveye çekmek, mücadele heyecanını yatıştırmak için “görüşmeler” taktiğini asıl biçim haline getirmeye çalışmışlardır.
Sendikayı yıllardır bir gazino, kahve gibi kullanarak, sendika lokalini okey oynanan bir salon haline getiren bu güruh, mücadelenin yükselmesi karşısında sendikayı işçilere açmak zorunda kalmışsa da ilk fırsatta eski işlevine dönüştürmüştür. 10 Mayıs’tan itibaren, gerçek bir işçi sendikası gibi, mücadelenin sorunlarının konuşulduğu bir yer haline getirilen sendika lokalini, 25 Mayıs’ta, işten çıkarılan işçilerin Zonguldak’a (GMİS’in düzenlediği bir konferansa katılmak için) gitmesinden yararlanan yöneticiler, işyerindeki temsilci ve delegelerine ücretli izin aldırarak, yeniden okey salonu haline getirmişlerdir. Ve işçilerin oraya gelmesini önlemek istercesine lokal ve sendikada yoz havayı egemen hale getirmişlerdir. Zonguldak’tan dönen işçilerin bu duruma tepkisini de “biz ne yapalım işçi arkadaşlar oynamak istiyor” gibi ancak bu türden adamlara yakışacak bir yüzsüzlükle karşılamaya çalışmışlardır.
Öyle görünmektedir ki, Türk Metal yöneticileri görünüş olarak bile işçi haklarını savunmaktan vazgeçmişlerdir ve açıkça işçi mücadelesi karşısında yer alacak bir pozisyona geçmişlerdir.
Komite ise; bugüne kadar ERDEMİR mücadelesi içinde yer alan işten çıkarılan, devrimci, demokrat,
Marksist işçilerden meydana gelmektedir, özellikle de Marksist işçilerin belirleyici bir konumda bulunması Komite’nin asıl güçlü yanıdır. Ama mücadelenin sadece işverene karşı değil de, daha çok da Türk Metal’in merkez ve şube yöneticilerine karşı olma zorunluluğu, “Şalter indirmek” gibi son hamleyi yapmakta güçlükler çıkarmaktadır. Ama öyle görünmektedir ki; asıl güçlük, sınıf içinde işçi kıyımına karşı sistemli bir ajitasyon yürütülmemesi, olası bir işçi kıyımına karışı önceden, gerekli örgütlenmeleri yapmamaktan kaynaklanmaktadır. Pek çok işyerinde işçi kıyımı yapılırken, ERDEMİR’in bunun dışında kalacağı, düşünülmese bile, bunun gereğinin zamanında yapılmamış olması önemli bir açmaz olarak görünmektedir. Lenin’in ünlü deyişiyle, “hırsızı suçüstü yakalamak kadar hiç bir şey insanları heyecanlandıramaz”. Bu yüzden de “şalteri indirmek” için en uygun gün 620 işçinin işine son verildiğinin bir bomba gibi patladığı gündü.
Bu yapılamadı, ama sonraki gelişmeler de, Ereğli işçisinin, işten atılan sınıf kardeşleri karşısında kayıtsız kalmadığını, tersine onlarla birlikte mücadele edeceğini göstermiştir.
Bugün bu mücadele biraz geriye itilmiş gibi görünse bile, henüz mücadele sona ermediği gibi yeni bir patlama ve fırsatların olanağını da taşımaktadır. Bu yüzden de, sürecin bu aşamasında daha ayrıntılı değerlendirmeler yapmak için henüz erkendir. Ama şu açıktır ki, ERDEMİR işçisi, işçi sınıfının mücadeleci geleneğini sürdürme kararlılığını göstermiştir. Yanlışlar ve zaaflar aşıldığı ölçüde o bu niteliğini daha açık bir biçimde gösterme yeteneğini ortaya koyacaktır. Bütün belirtiler bunu gösteriyor.

ERDEMİR’de mücadelenin kısa tarihi

ERDEMİR, 1965’te işletmeye açıldı. İnşaatı bir Amerikan firması olan COOPERS tarafından gerçekleştirildi.
Fabrikanın hisselerinin % 51’i TDÇ, Sümerbank gibi KİT’lerin,% 40’ıİş Bankası, ASO, Samsun Sanayi Odası’nın; % 9 ise, ERDEMİR ölüm Vakfınındır. Kuruluşundan itibaren işyerinde Türk Metal yetkili iken, 1960 sonlarından İtibaren Maden-İş’e geçiş eğilimi giderek güçlenir. Emniyet güçleri ve işletmenin tüm baskılarına karşın üretim durdurularak, referandum istenir. Ve referandum sonucu olarak Türk Metal’in yetkisi düşer, Maden-İş Sendikası yetkili sendika durumunagelir.
1971’de. “Ayşe” adlı yüksek fırın aşırı yükleme sonucu patlayınca, 12 Mart ortamında, işçilerden intikam almak isteyen idare ve polis, patlamayı işçilerin sabotajına bağlayarak ileri, mücadeleci işçileri tutuklar. Mahkeme beraatla sonuçlanırsa da ileri işçiler işten atılırlar. Bu baskı koşulları altında çok geri düzeyde imzalanan sözleşme işçiler tarafından tepkiyle karşılanır ve Ş. Özbayrak yönetiminde şube yönetimi ilk kongrede tasfiye edilir. TİS görüşmeleri çıkmaza girince 1973 başlarında 77 gün sürecek ilk grev patlak verir ve hükümet. 77. gününde grevi erteler. Maden-İş CHP’nin iktidara gelmesinden sonra sözleşmeyi imzalar. Ama sözleşmeye göre grev süresinde geçen süre çalışılmamış gün sayıldığı gibi, sendika da grev ödeneklerini sözleşme farklarından kesmeye kalkışınca; bu bardağı taşıran son damla olur. Ve işçiler toptan Maden-İş’ten istifa ederler. Çelik-İş ve Çağdaş Metal-İş Sendikası’na üye olurlar. Ortaya yetkisizlik durumu çıkınca, yeni bir referandum yapılır. İstifa zaten bir protesto eylemidir ve geçen süre içinde Maden-İş’in uzlaşma girişimleri de başarılı olunca, Maden-İş yeniden yetkili sendika durumuna geçer.
1975-77 Sözleşmesini, CHP ile dirsek temasında olan Maden-İş’in Şube başkanı Ş. Özbayrak, Genel merkezi dinlemeden imzalar. Maden-İş Genel Merkezi ise, Ş. Özbayrak ve yönetimini görevden alır. Ama Özbayrak CHP yönetimi ve hükümetle sıkı ilişki içindedir. Hükümet ve CHP’nin işçiler üstündeki etkinliğinden yararlanarak Dev Maden-İş adında yeni bir sendika kurar ve sahte üye fişleriyle yetki talebinde bulunarak, Maden-İş ‘in yetkisine itiraz eder. Böylece ERDİMİR’de 1977den 1980’in yedinci ayına kadar sürecek bir “yetkisizlik” dönemi başlar. 1980 Temmuz’unda Maden-İş nihayet yeniden yetkili olursa da, 12 Eylül darbesiyle ERDEMİR bir kez daha yetkisiz kalır.
1983’te sendikal faaliyet yeniden serbest bırakıldığında. ERDEMİR’de üç sendika yetki çekişmesine girer Dev Maden-İş’in devamı olan Çağdaş Maden-İş, Çelik-İş ve Otomobil-İş. % 10 Barajı nedeniyle Çağdaş Maden-İş, elindeki sahte üye fişleriyle Çelik-İş’e katılırsa da, işçinin çoğunluğu Otomobil-iş’i istediğinden “mükerrer üyelik” nedeniyle yetkisizlik durumu yeniden ortaya çıkar. Mahkemeler, yetki tartışmaları sürüp gider.
Otomobil-İş’in gönülsüz ve beceriksiz girişimleri karşısında işçiler tepki gösterir ve sendika Ereğli Şubesini Olağanüstü Kongreye zorlarlar. Genel Merkez, ileri işçileri tasfiyeyi amaçlarsa da işçilerin büyük çoğunluğunun desteği ile devrimci, demokrat ve Marksist işçilerin listesi kazanır. Otomobil-İs bundan sonra, rakip sendika ve işverenle uğraşacak yerde kendi şube yönetimiyle uğraşır ve kasıtlı denebilecek yanlışlarla yetki almayı başaramaz.
Bu durumdan yararlanan Çalışma Bakanlığı, işkolunun en büyük sendikası olan Türk Metal’in MKE sözleşmesini ERDEMİRe de teşmil ederek, hemen hiç üyesi olmayan Türk-Metal’i fiilen yetkili sendika durumuna getirir. Ancak, ileri işçilerin çoğunluğu, Marksist işçilerin çabalarına karşın, “faşist Türk Metal’de çalışılmaz” düşüncesiyle sendikaya sırt çevirince, Türk Metal. 1987-90 arasında rahat bir sendikacılık yapar. Ancak. ‘90’dan itibaren: işçilerin sendikal faaliyete katılmasıyla Türk Metal yöneticileri de diken üstünde oturmaya başlarlar. Nitekim. ‘90’ın 7. ayında yapılan delege seçimlerinin ilerici, devrimci işçilerin kazanacağını anlayan sendika yöneticileri, idare ile işbirliği içinde sandıkları kaçırarak “gizli sayım” yaparak, seçimi kendi adaylarının kazandığını ilan ederler. Buna kimse inanmasa da, Türk Metal bir seçim daha kazanmış olur. Sonraki gelişmelerin ne olduğunu ise yukarıda özetledik.

Haziran 1991

1 Mayıs 1991

1991 1 Mayıs’ı, sermayenin, gericiliğin ve faşizmin günler öncesinden estirdikleri azgın faşist teröre, tehdit ve gözdağlarına, burjuva muhalefet partileri ve sendika ağa ve bürokrasisinin engelleyici ve sınıfı pasifize edici çabalarına karşın; başta İstanbul, İzmir ve Ankara olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde işçi sınıfının “birlik, dayanışma ve mücadele günü” olarak kutlandı.
Türkiye işçi sınıfı 1991 1 Mayıs’ını, İstanbul, Ankara, İzmir, Tunceli, Diyarbakır, Kocaeli, Mersin, Bursa, Zonguldak, Batman, Adana, Kayseri ve Tarsus’ta; işyerlerinde bildiriler okumaktan halaylar çekmeye, çeşitli sürelerle üretim ve işi durdurmaktan yürüyüş ve gösterilere, mitinglere değin çeşitli biçimlerde kutladı.
Kutlamaların en yoğun olduğu il yine İstanbul oldu, ’91 1 Mayıs’ında da. Belediye işçilerinin başı çektiği bu 1 Mayıs’ta, gösteriler İstanbul’da geçen yıla oranla cılız kalırken Tunceli’de gün boyu geniş kitle katılımıyla sürdü.

İstanbul’da 1 Mayıs kutlamaları

İlk gösteriler sabahın erken saatlerinde Kartal ve Pendik’te gerçekleşti. Kartal ve Pendik Belediye işçileri 1 Mayıs’tan önce yaptıkları toplantılarda, “yasal mitinge izin verilmesi halinde buraya katılma; izin verilmemesi halinde ise üretimi durdurarak sokağa çıkma” kararını almışlardı. 1 Mayıs sabahı Kartal Belediyesi işçileri işi bırakarak Fen İşleri’nde toplandılar. Yaklaşık 500 kişi, “Yaşasın 1 Mayıs”, “İşçiler el ele genel greve”, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”, “İş- ekmek- özgürlük” sloganlarıyla iki yüz metre yürüdükten sonra işyerinin bahçesine dönerek burada marşlar, türküler ve halaylarla kutlamaya devam ettiler. Pendik’te de 200 kadar işçi 1 Mayıs sabahı erken saatlerden itibaren toplanarak, 1 Mayıs şehitleri için saygı duruşunun ardından “Yaşasın 1 Mayıs” pankartı altında “1 Mayıs hakkımız söke söke alırız” ye “İş, ekmek, özgürlük” sloganlarıyla yürüdüler. Anadolu yakasında belediye işçilerinin diğer kutlamaları Bağlarbaşı ve Ümraniye’de gerçekleşti. Bağlarbaşı’nda bin 200 Fen işçisi, yarım gün süreyle işi bıraktılar. Kadıköy’de İSKİ işçileri 1.5 saat süreyle gösteri yaparlarken, SUSER işçilerinin iskeledeki gösterisinde 10 kişi polis tarafından gözaltına alındı.
Aksaray’da: sabah 9.30’dan itibaren Belediye-İş Genel Merkezi’nin karşısında toplanan belediye işçileri, SUSER’liler ve öğretmenlerden oluşan 400 kişilik bir grup, “Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Sosyalizm-TDKP” pankartı altında “Yaşasın 1 Mayıs”, “1 Mayıs engellenemez”, “1 Mayıs hakkımız söke söke alırız” sloganlarıyla beş yüz metre kadar yürüdüler. Büyükşehir Belediyesi önünde saat 12.00’de yapılan ikinci gösteriye ise 200 dolayında belediye işçisi ve memuru ile öğretmenler katıldılar. “Yaşasın 1 Mayıs”, “1 Mayıs engellenemez”, “İşçi memur el ele, genel greve”, “Memur sendikaları üzerindeki baskılara son”, “Mühürleri sökeceğiz”, “Yaşasın Partimiz TDKP” sloganlarıyla yürüdüler. Polisin saldırısı üzerine belediye binasına giren kitle, kutlamaya burada devam etti. Saat 12.00’de de Büyükşehir Belediyesi yemekhanesinde 500-600 kişinin katılımıyla bildiri okunarak 1 Mayıs marşı söylendi.
Geçen yıl 1 Mayıs gösterilerinin en önemlilerinden birinin yaşandığı Kazlıçeşme’de, deri işçileri bu yıl gösteri yapamadıysalar da tam gün üretimi durdurdular. Kazlıçeşme işçilerinin kararlı ve örgütlü mücadelesi karşısında uzun süre zor durumda kalan deri patronları, işçilerin birlik ve mücadelesini kırmak için geçici olarak üretimi durdurma ya da Tuzla’ya taşınma bahanesiyle işyerini kapatma gibi oyunlarla iki bine yakın işçiyi işten çıkardılar. Bölgede sendikasızlaştırma taktiği izleyen işverenler, sendikalı işçileri işten çıkarıp yerlerine sendikaya üye olmayan veya Bulgaristan’dan gelen işçileri işe alma yoluna gitmişlerdi. Ne var ki, deri patronları 1 Mayıs’ta deri işçilerinin mücadelesinin önüne geçemediler, bu işçilerin çalıştığı birkaç atölyenin dışında tam gün süreyle üretimin durdurulmasını engelleyemediler.
Topkapı’da: Tümtis’e bağlı Ambarlar işyerinde ise 1000 kadar işçi iki saat süreyle işi bırakırken; Otomobil-İş’e bağlı Pancar Motor’da işçiler sabah 8.00’de işbaşı yapmayıp, sendikanın engellemelerine rağmen 7 saat süreyle üretimi durdurdular. Petrol-İş Sendikası’na bağlı Wyeth, Birleşik Alman, Elida Kozmetik, Plastik Kap ve Sarter Kablo fabrikalarında da iki saat süreyle üretim durduruldu. Wyeth’de fabrika bahçesinde sloganlı yürüyüş yapıldı; Birleşik Alman İlaç Fabrikası’nda da işçiler 1 Mayıs’ı yemekhanede yaptıkları konuşmalarla kutladılar.
Üç vardiya sistemiyle çalışılan Vatan Plastik’te, iki vardiyanın işçileri sendikacıya rağmen, üç saat süreyle üretimi durdururken; Kartal’da Teletrans adlı sendikasız bir işyerinde işçiler, 1 Mayıs kutlamalarıyla başlayan üç günlük bir direniş yaptılar. 1 Mayıs günü işçilerin üretimi durdurması üzerine işveren eylemi kırmak için dört işçiyi işten atıyor. İşçiler ikinci gün de direnişe devam edince işveren beş kişiyi daha işten atıyor. Direniş işçilerin birlik ve kararlığıyla üçüncü güne uzanıyor. Bu kez polis devreye giriyor. Sonunda işveren işçilerin kararlı tutumu karşısında pes ediyor ve attığı işçilerin hepsini de tekrar işe almak zorunda kalıyor. Kararlı tutum ve eylemleriyle güçlerinin farkına varan Teletrans işçileri, ücretlerine % 50 artış ile fazla mesai yapma zorunluluğunu da kaldırmayı işverene kabul ettiriyorlar böylelikle.
İstanbul’da, üretim ve işin yanı sıra eğitimin de durdurulması perspektifiyle İstanbul Üniversitesi ve Yıldız Üniversitesinde öğrenciler 1 Mayıs’ta okullarda forum ve yürüyüşler yaptılar. Yıldız Üniversitesi öğrencileri forum sonrasında 200 kişiyle yola çıkıp ateş yaktılar ve burada polisle çatıştılar.
Çeşitli dergi taraftarları siyasi gruplar, Saraçhane’de bir gösteri düzenledi. Bin dolayında kişinin katıldığı bu gösteride çeşidi pankartlar taşınırken, polis göstericilere saldırdı. Göstericiler, Eminönü yönünde dağılırken küçük gruplar halinde gösterilerini sürdürdüler. Polisin saldırısı sırasında, taşla ve copla yaralananlar oldu, çok sayıda kişi de gözaltına alınarak, Gayrettepe’ye götürüldü. Bu arada bazı polisler de yaralandı.
Bir başka gösteri de, Sultanhamam’da gerçekleşti. 200-300 kişilik bir grup, caddede yürüyerek sloganlar attı. Gösteri polisin müdahalesi üzerine kısa bir çatışmadan sonra dağıldı.

Diğer illerde 1 Mayıs
İzmit’te: 75 gün boyunca direnişte olan Maga işçileri, fabrikayı 1 Mayıs alanı ilan ederek 1 Mayıs’ı kutladılar. 1 Mayıs’tan bir hafta önce Kocaeli’ndeki tüm sendika şubelerine 1 Mayıs’ı Maga’da kutlama çağrısı yapan Maga işçileri, sendikaların ilgisizliğine ve hatta karşı propagandalarına rağmen, kendilerini ziyarete gelen 200 kadar emekçi kardeşleriyle birleşerek; işveren Ali Şen’in valilikten fabrikanın boşaltılmasını istemesi çabalarına ve diktatörlüğün 300 komandosuyla fabrikayı dışarıdan işgal etmesine rağmen 1 Mayıs’ı kutladılar.  
Tunceli’de: ’91 1 Mayıs’ı, diktatörlüğün sıkıyönetim ve azgın saldırılarına karşı bütün Tunceli emekçilerinin ve halkının dişe diş mücadelesiyle saatlerce süren 1980 1 Mayıs’ının ardından, uzun yılların sessizliğini yırtıp attığı ilk kitlesel gösterilerin gerçekleştiği gün oldu. Tunceli’de ’91 1 Mayıs’ına damgasını vuran Kürt işçilerinin bir parçası olan Dersim işçileriydi.
1 Mayıs sabahı ilk gösteri belediye işçilerinden geldi. “Yaşasın 1 Mayıs”, “Biji Yek Gulan” sloganlarıyla belediye işçilerinin yürüyüşüne, esnaf ve mahallelerin halkı çarşı merkezine doğru akmaya çalışarak cevap verdi.
İkinci gösteri lise öğrencilerin sloganlar atarak çarşıya doğru yürüyüşe geçmeleriyle oldu. Yürüyüş sırasında öğrencilerle polis çatıştı; gözaltına alınanlar oldu. Gösteriler bu kez Köy Hizmetleri işçilerinin yürüyüşüyle sürdü. Sağlık emekçileri de hastane bahçesinde 1 Mayıs’ı kutladılar. Tunceli’de 1 Mayıs kutlamaları, yalnızca sessizliğin hükmünü yıkmakla kalmadı; “Tunceli’de bir şey yapılamaz” düşüncesini yıktı ve kitlesel mücadelelerin de önünü açtı.
Diyarbakır’da: 1 Mayıs öncesi yoğun gözaltı ve operasyonlara, tüm tehdit ve saldırılara rağmen işyerlerinde iş yavaşlatıldı; Dicle Üniversitesi öğrencileri okulu boykot ettiler, polisin tüm tedbirlerine rağmen Dağkapı, Bağlar, Melik Ahmet ve Balıkçılar semtlerinde gösteriler gerçekleşti.
İzmir’de: 1980 sonrasının ilk yasal 1 Mayıs kutlaması Belediye-İş Sendikası’nın girişimiyle İzmir’de yapıldı. Geniş katılımı engellemek amacıyla Konak Balık hali için verilen miting izni son anda açıklanmasına rağmen, 15 bin işçi, emekçi ve öğrenci 1 Mayıs’ı kutladı.
Belediye işçileri, deri işçileri, Kutlutaş’ın, Aliağa-Alpet’in, Petkim’in işçileri, Tümtis ve Selüloz-İş sendikalarına bağlı işçiler, Eğit-Sen’li öğretmenler, Tüm-Sağlık Sen’li sağlık emekçileri ve öğrenciler sabahın erken saatlerinden itibaren üretim ve işi durdurarak yürüyüş kollan halinde Konak Meydanı’na geldiler. Balık Hali’nde kapalı bir toplantı şeklinde planlanan kutlama, İzmir’in işçi ve emekçilerince daha baştan bu görünümden çıkarılarak bir mitinge ve gösteriye dönüştürüldü.
Grev yasağı kapsamında bulunan ve toplu sözleşmeleri YHK’da bulunan  Aliağa-Alpet işçileri sabah 8.00’de üretimi durdurarak miting öncesinde işyerinde 1 Mayıs’ı kutladılar. Kutlutaş ve İNAKO Ambarlar işçileri de önce üretimi durdurup 1 Mayıs’ı konuşmalarla kutlayarak sonra Konak’a doğru yürüyüşe geçtiler.
İzmir’in fabrikalarından ve çeşidi semtlerinden Konak ‘a gelen işçiler Önce Balık Hali’ne girdiyseler de “işçiler alanlara” sloganıyla dışarı taştılar. “1 Mayıs hakkımız söke söke alırız”, “1 Mayıs’ta alanlardayız”, “İş, ekmek, özgürlük; kahrolsun faşist diktatörlük”, “işçi-memur el ele, genel greve”, “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı”, “Biji Yek Gulan”, “Faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganlarıyla, marşlar ve halaylarla binlerce işçi ve emekçi coşkusunu ve mücadele isteğini haykırdı. Miting 1 Mayıs Marşı’nın söylenmesinin ardından Konak vapur iskelesine doğru yapılan yürüyüşle sona erdi.
Ankara’da: Belediye-İş Sendikası, işçilerin 1 Mayıs’a sahiplenmesi karşısında, yüzü iyice açığa çıkmış Türk Metal ve Yol-İş gibi sendikalardan “farkını” göstermek için 1 Mayıs’ı kutlamak amacıyla toplantılar düzenledi. 1 Mayıs günü EGO Garajında yapılan toplantıya 3 bin dolayında işçi katıldı. Belediye-İş Sendikası’nın, işçilerin eylemlerini sabote etmek için İnönü ve SHP’sinden yardım almasına karşın, işçiler toplantıya kendi damgalarım vurdular. İnönü’nün ve belediye başkanlarının konuşmalarını keserek ve protesto ederek coşkulu slogan atan işçiler, İnönü’nün kendilerinin iktidara gelmesi halinde 1 Mayıs’ı yasallaştıracaklarını söylemesi üzerine “1 Mayıs hakkımız söke söke alırız”, “Kahrolsun faşist diktatörlük” ve “İş, ekmek, özgürlük” sloganlarıyla cevap verdiler. Geçtiğimiz yıl Ankara’da 1 Mayıs Türk-İş’in üç dakikalık bildirisinin okunmasıyla geçiştirilirken; bu yıl işçiler “kutlama”yı gelecek militan eylemlere yol açacak bir gösteriye dönüştürüyorlardı.
Mersin’de 600 liman işçisi sendika bürokratlarına rağmen işi durdururken, Bursa’da işçi ve öğrencilerden oluşan bir grup Ankara Yolu’nu trafiğe kapatarak gösteri yaptılar. Adana’da da, çimento işçileri iki saat süreyle üretimi durdurdular; sağlık emekçileri hastane içerisinde yürüyüş yaptılar.

Dünyada 1 Mayıs
“Sosyalizm öldü”, “elveda proletarya” diyenlere; “yeni dünya düzeni”yle proletarya ve halklara yeni saldırı dalgalarını başlatan emperyalizme, dünya işçi sınıfı 1991 1 Mayıs’ında yaşadığını ve mücadele ettiğini gösterdi. 1 Mayıs’ta, Sovyetler Birliği’nden Polonya’ya, Japonya’dan İtalya’ya, Filipinlerden Fas’a kadar dünyanın birçok yerinde işçi sınıfı emperyalizme ve sömürüye karşı sesini yükseltti.
Hemen hemen Avrupa’nın tüm başkentlerinde 1 Mayıs gösterileri yapıldı. Batı Avrupa’da düzenlenen gösterilerin en kitleseli Atina ve Madrid’de gerçekleşti. 250 bin işçi ve emekçi Madrid’de işsizliğe karşı taleplerle yürüdü; Atina’da ise on binlerce emekçi muhafazakâr hükümetin politikasını protesto etti. Japonya’da bir milyon dolayında emekçi 1 Mayıs’ı kutlarken, İtalya’nın Milano kentinde göstericiler ile polis çatıştı. Fransa’da dört ayrı gösteri ile 1 Mayıs kutlanırken, ırkçı-faşist lider Jean-Marie Le Pen taraftarlarıyla 1 Mayıs’ı protesto gösterisi düzenledi.
Doğu Almanya’yı yutan Batı Alman emperyalizminin, işçiler ve emekçiler için ne getirdiğini, kapitalizmin işsizlik, sömürü ve hayat pahalılığı olduğunu kavramaya başlayan doğu Alman işçileri ‘91 1 Mayıs’ında Batı Alman kardeşleriyle birlikte 1 Mayıs’ı kutladılar. Almanya’da yapılan binden fazla yürüyüş ve gösteriye yabancı işçiler ağırlıklı olmak üzere toplam 600 bin işçi ve emekçi katıldı.
Filipinlerin başkenti Manila’da 30 bin kişinin katıldığı 1 Mayıs gösterisi ülkedeki ABD üslerinin kapatılması isteğinin ileri sürüldüğü anti-emperyalist ve anti-Amerikan bir niteliğe büründü.
Emperyalizme entegre olma yolunda birbirleriyle yanşan Doğu Avrupa’nın revizyonist-kapitalist ülkeleri, işçi hareketlerine sahne oluyor. Polonya ve Bulgaristan’da on binlerce işçi kapitalizme ve onun müzmin hastalıklarından olan kitlesel işsizliğe karşı talepler haykırdılar. Sovyetler Birliği’nde ise, revizyonizm tarafından haklan birer birer gasp edilen işçi sınıfı, Stalin’in şahsında sosyalizme ve Marksizm-Leninizm’e yönelik saldırılara ’91 1 Mayıs’ında Kızıl Meydan’da Lenin ve Stalin’in posterlerini taşıyarak ye; özelleştirmelere, işsizlik ve hayat pahalılığına karşı protestolarını yükselterek, Gorbaçov’u ve kapitalist ekonominin çıkarları uğruna onunla birlikte madencilerin grevini kıran liberalizmin bayraktarı Yeltsin’i protesto ederek cevap veriyorlardı. “Sosyalizm öldü” diyen emperyalizmin uşağı ideologlara, “bütün kötülüklerin sorumlusu Stalin’dir” diyen hain ve döneklere karşı, sosyalizmin ilk anayurdunun işçileri, sosyalizmin değerlerine ve sosyalizmin önderlerine sahip çıkıyorlar.

Diktatörlük, burjuva muhalefet, sendika bürokrasisi ve 1 Mayıs

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, diktatörlük işçi sınıfına ve emekçi halka günlerce öncesinden tehdit ve gözdağı vermeye çalıştı; saldırılarda bulundu. 1 Mayıs öncesi İstanbul başta olmak üzere çeşidi kentlerde yoğun bir gözaltı furyasına girişti. Böylelikle 1 Mayıs günü eylem yapabilecek, eyleme katılabilecek insanları, işçi ve gençliğin öne çıkmış unsurlarını toplayarak 1 Mayıs kutlamalarını engelleyebileceğini uman diktatörlük bir yandan da topluma büyük gözdağı vermeye çalıştı. Büyük fabrika ve okul çevrelerinde güvenlik önlemleri artırıldı. Basın ve radyo-TV aracılığıyla 1 Mayıs’ın yasadışı olduğu; kutlanmaya kalkışılması halinde yasalar neyi gerektiriyorsa yapılacağı sık sık vurgulandı. İstanbul’dakiler yetmezmiş gibi çevre illerden takviye polis getirildi. 1 Mayıs günü Taksim, Kazlıçeşme, Merter ve daha birçok yer panzerlerle, kurt köpekleriyle, polis ve askeriyle kuşatıldı. Yine gün boyu yoğun terör estirildi. Gösteri yapan işçi ve emekçilerin üzerine silahla, copla gidildi. 1 Mayıs öncesi ve 1 Mayıs günü binden fazla insan gözaltına alındı. Kültür Bakanı N. K. Zeybek, Newroz’u olduğu gibi, 1 Mayıs’ı da yozlaştırmak ve içini boşaltmak, etkisizleştirmek için Hıdrellezle birleştirerek kutlanması “çalışmalarını” başlatacaklarını açıkladı.
Halkın öfke ve tepkesini nötrleştirmek için “Özal Hanedanı”na çatan ve diktatörlüğe toz kondurmayan; “terörle mücadelede hükümetle işbirliğine her zaman varız” diyerek işçi ve emekçilere karşı saldırılara desteklerini açıktan sunmaktan çekinmeyen burjuva muhalefet partileri, ‘91 1 Mayıs’ının diktatörlüğe zarar vermemesi için işçi ve emekçileri yatıştırmaya çalıştılar.
Demokrasi havarisi kesilen Demirel ve DYP’si geçen yıldan farklı olarak, bu yıl 1 Mayıs yasakçılığı konusunda hükümeti eleştirme yoluna bile gitmediler, konuyu mümkün olduğunca sessiz geçiştirmeye çalıştılar. Reformist SHP ve lideri İnönü ise, 1 Mayıs’ın bütün dünyada işçi bayramı olarak kutlandığını; “ara dönemde 1 Mayıs’ın ülkemizde bayram olarak kutlanmasının kaldırıldığını ve bunu bugün yalnız ANAP’ın savunduğunu” belirterek,”kendileri iktidara geldiklerinde 1 Mayıs’ı yasallaştıracakları”nı söyleyerek, işçi sınıfı ve emekçilere har zaman olduğu gibi beklemelerini ve yasaların dışına çıkmamalarını teskin ediyor, hareketsiz kılmaya çalışıyordu.
Burjuvazinin has temsilcilerinden TİSK Genel Başkanı Refik Baydur da, “işçilerin 1 Mayıs’ı bayram olarak kutlamalarını üretimi aksatmamaları koşuluyla sakıncalı görmediklerini belirterek; içerik ve ideallerinden yalıtılmış ve törenlere sığdırılan bir 1 Mayıs’ın burjuvaziye korku vermediğini, tersine onlar için kabul edilebilir bir şey olduğunu ifade ediyordu.
Burjuvazinin has uşakları sendika ağaları da bu direktif doğrultusunda ellerinden geleni artlarına koymaktan geri kalmadılar. 1 Mayıs’ı yine salonlarda kutlama ve bildiriler okumayla geçiştiren ve sınıfı eylemsizliğe hapseden sendika ağaları, 1 Mayıs’ın kutlanmasının toplu sözleşmelere zarar vereceği demagojisiyle ve sınıfı eylemsizliğe hapsettiler. İnisiyatifleri dışında gelişen-gelişebilecek olan eylemleri önlemek için de işçi önderlerini polise ihbar etmeye kadar ihanet batağına saplandılar. 1 Mayıs’ı “komünist bayramı değildir” diyerek ideolojik içeriğinden koparmaya ve etkisiz bir “işçi bayramına çevirmeye çalışan Hak-İş de, Türk-İş gibi, bir panelle işi geçiştirmeye çalıştı. 1 Mayıs’tan ve işçilerin mücadelesinden çekinen gerici Hak-İş patronları, paneli 1 Mayıs günü yapmaktan bile korktuktan için, bir gün önce yaptılar.
141,142’nin kalkmasıyla yeniden açılması tartışılan DİSK’in iki trilyonluk malvarlığının peşinde koşan revizyonistler, Türk-İş’i 1 Mayıs’ı geçiştirmekle eleştirerek radikal görünmeye çalıştılar. DİSK’in başına çöreklenen ağalar, 12 Eylül ‘de sendikanın kapısına kilit vurarak cuntanın önünde diz çökenler kendileri değilmiş gibi, şimdi Türk-İş’i sözde eleştirerek, işçi kitlelerinin üzerinde yanılsamaya yol açmaya ve böylelikle kendilerini işçi hakları savunucusu göstermeye çalışıyorlar; bütün düşündükleri DİSK’in malvarlığı değilmiş gibi.

1991 1 Mayıs’ının Ortaya Çıkardığı Bazı Gerçekler
1991 1 Mayıs’ı ülke genelinde, üretim ve işin durdurulması, gösteri, miting vb. eylemlerle işçi sınıfının bir “birlik, dayanışma ve mücadele günü” olarak kutlanmakla birlikte, sömürücü sınıfların ve diktatörlüğün saldırılarının dizginlenip püskürtülmesinde ve daha ileri mevzilerin elde edilmesinde bir dönemeç olma özelliğini kazanamadı. 1991 1 Mayıs’ı, ‘90 1 Mayıs’ına oranla karşılaştırıldığında; ülke genelinde yaygın gösterilerin gerçekleşmesine karşın üretim ve işin durdurulması bakımından ‘90 1 Mayıs’ının gerisinde kaldı.
‘90 1 Mayıs’ında 1 milyonu aşkın işçi işi ve üretimi durdururken, bu yıl katılım bu oranda gerçekleşmedi ve üretim ve işin durdurulması daha kısa sürelerle oldu. Buna karşın 90 1 Mayıs’ında gösteriler esas olarak İstanbul’la sınırlı kalırken; bu yıl, İstanbul’un dışında uzun yıllardan sonra ilk kez Tunceli’de ve İzmir ve Diyarbakır’da ve diğer illerde de gerçekleşti. ‘91 1 Mayıs’ında gerek üretim ve işin durdurulmasında ve gerekse gösterilerin odağında hizmet sektöründe çalışanlar başı çektiler; belediye işçileri eylemlerin merkezindeydiler. Geçtiğimiz yıl 1 Mayıs kutlamalarının odağında yer alan İstanbul, üretim ve işin durdurulması ile gösteriler açısından geçen yılın bir hayli gerisinde kaldı.
Tüm bunlara rağmen ‘91 1 Mayıs’ı; burjuvazinin ve faşizmin azgınlaşan ekonomik ve siyasal saldırılarına karşı sınıfın güçlerini yeniden toparlayarak örgütleme ve, yeni ve daha ileri mevziler elde etmek için mücadeleye seferber etmede dönemeç olma işlevini beklendiği gibi sağlayan bir gün olarak yaşanmadıysa da; sermayenin, gericiliğin ve faşizmin tüm yasaklama ve tehditlerine, sendika ağalarının ihanetçi ve engelleyici tutumuna rağmen bir başarısızlık olarak yaşanmadı; sınıf tarafından çeşitli biçimlerde kutlandı. Ve sınıf mücadelesinin seyri bakımından bazı derslerin, görev ve sorumlulukların ortaya çıkmasını sağladı.
1991 1 Mayıs’ının, tüm koşulları mevcutken mücadelede yeni bir dönemeç olma özelliğini kazanamadığının nedenleri üzerinde bazı yönleriyle durmak gerekiyor.

İşçi hareketinin dönemsel zaafları ve 1 Mayıs
1 Mayıs ‘91’in önemli bir “dönemeç” olamamasında, işçi hareketinin geçmişinden gelen bünyesel zaafları ile dönemsel zaafları etkili oldu. Biz esas olarak dönemsel zaaf ve nedenler üzerinde duracağız.
İşçi sınıfının sermaye ve faşizme karşı birleşik gücünün harekete geçirilmesini engelleyen ve mücadelesini zayıflatan bünyesel zaaflarının başında, sendikal hareket üzerindeki gerici, faşist, reformist ve revizyonist burjuva siyasal akımların ve sendika ağaları ve bürokratlarının egemenliğinin kırılamamış olması geliyor. Fazla gerilere gitmeksizin, sendika ağaları ve bürokrasisinin 1 Mayıs öncesi ve 1 Mayıs’ta yaptıklarına bir bakmak, bu gerçeği anlamaya yetecektir.
İşçi hareketinin Özellikle 1990 yılının son aylarında sağladığı gelişmelerin ardından; 3 Ocak genel eyleminin etkisizleştirilmesinde, toplu sözleşmelerin birbiri ardınca satılmasında, grevlerin ve Zonguldak direnişinin bitirilmesinde sendika ağaları etkin rol oynadılar. Peşi sıra, Körfez Krizi’nin yarattığı koşullardan yararlanan sermayenin ve faşizmin sınıfa yönelik ekonomik ve siyasal saldırılarına karşı sendika ağaları, sınıfın direnişini örgütlemek bir yana, 300 bin işçinin işten atılmasına ve kitlesel kıyımlara göz yumdular. Salon toplantıları ve bildiri okunmasıyla sınıf eylemsizliğe iten Türk-İş yönetimine karşı, “sol” muhalefet yürüten sendikalar da 1 Mayıs’ın sınıf tarafından yaygın ve militan bir tarzda kutlanması için gerekli çabayı göstermediler. Yasal miting için başvuruda bulunan “sol” muhalefet sendikacılar, izin verilmeme olasılığı yüzde yüze yakın olduğu halde, 1 Mayıs’ın yasaklamalara rağmen sınıf tarafından güçlü bir şekilde kutlanması için tek bir adım bile atmadılar. Üstelik yasal mitinge izin verilmesi halinde, miting ve gösteriler için hiç bir hazırlığa dahi girişmediler.
Sendika ağaları ve bürokrasisinin işçi hareketi üzerindeki egemenliğinin bir sonucu ve aynı zamanda bu egemenliğin sürmesinde önemli bir etken olan ikinci bünyesel zaaf, işçi sınıfı hareketinin hala ekonomik mücadelenin sendikalist parlamentarist sınırlan aşamamasıdır. İşçi sınıfının her grevinde, her eyleminde ve her ileri atılışında sendika ağalan siyaset yasakçılığını işletiyorlar; “siyaset yapmadıkları”, “siyasal amaçlarının olmadığı, yalnızca ekmek mücadelesi verdikleri” demagojisine başvuruyorlar ve ekmek mücadelesi ile özgürlük mücadelesinin birbirine taban tabana karşıt göstererek, sınıfı, geniş işçi yığınlarını siyasetin, siyasal mücadelenin dışında tutmaya çalışıyorlar. ‘91 1 Mayıs’ında da aynı şeyleri yaptılar. Özellikle kamu kesiminde 600 bin işçinin toplu sözleşmelerinin olduğu bu dönemde, işçileri hareketsiz kılmak için bir yandan eylemleri Mayıs sonrasına, Haziran ayına ertelerken, öte yandan da 1 Mayıs’ta eylem yapmanın sözleşmelere “zarar” vereceği propagandasını yaptılar. Ve böylelikle 1 Mayıs öncesi direnişte bulunan sözgelimi donanma ve tersane işçileri “aniden” hareketsiz kılınıyordu.
Zonguldak direnişinin, toplu grevlerinin bitirilmesi, toplu sözleşmelerin satılması, 3 Ocak genel eyleminin sendika ağalarınca pasifize edilmesi. Körfez Krizi ile gelen ağır ekonomik ve siyasal saldırılar ve 300 bin işçinin işten atılması ve bunun yarattığı moral ve psikolojik etkenler işçi hareketinin geçici ve nispi bir cephe yenilgisi almasına ve bunun devam etmesine yol açtı. Sendika ağaları da bu durumdan olabildiğince yararlanma yoluna gittiler; nefes alma olanağı buldular ve yeni manevralar için elverişli zemin buldular. Nitekim geçici cephe yenilgisi ve bunun saflarda yarattığı moral bozukluğu mutlak bir şey değildi. Yenilgi sürekli ve içinden çıkılmaz değildi sınıf için ve sınıf teslim olmuş veya kabuğuna çekilmiş değildi. Sınıf, daha sözleşmelerin bitirilmesi ve işten atmaların hemen ertesinde yeni unsurlarıyla grevlerden fabrika işgallerine değin uzanan yeni bir direniş başlatıyor ve mücadelenin yükselmesinin yolunu açacak yeni bir hareketlenme içine giriyordu. 1 Mayıs öncesi ve 1 Mayıs sonrası donanma ve tersane işçilerinin, Tekel ve Çay-Kur, Erdemir ve Yarımca işçilerinin, 1 Mayıs’ta mitinge katılan binlerce işçinin eylemleri, sınıfın mücadele istek ve potansiyelini gösteriyor.
Böyle olmakla birlikte, ‘91 1 Mayıs’ının ‘90 1 Mayıs’ına göre geride kalması sendika ağalarının sınıfı eylemsizliğe itici ve engelleyici çabalarının dışında başka faktörlerin etkili olduğunu gösteriyor. Bu faktörlerden, ‘90 1 Mayıs’ından farklı olarak ‘91 1 Mayıs’ının sınıfın yükselen hareketi üzerinde gelişmemesi geliyor. 89 Baharının yaratıcısı 600 bin kamu sektörü işçisi, toplu sözleşmeleri için eyleme Mayıs öncesinde değil, Mayıs sonrasında başladı. 1 Mayıs kutlamaları, toplu sözleşme taleplerinin kabulü için baskı oluşturabilecekken, kamu kesiminde çalışan işçiler sendika ağalarının etkisiyle eylemsizliğe girdi.
Körfez Krizi’nin ardından 300 bin işçinin işten atılması sınıfta moral bozucu ve güçleri bölücü bir etki yarattı. Atılma korkusu belli bir sinmeye yol açtığı gibi; atılanlar içinde öncü ve ileri bilinçli işçilerin ağırlıklı olması, sınıfın ileri kesimleriyle geniş yığınları arasındaki bağların zayıflamasına ve sınıfın sendika ağalarının etkisinde daha çok kalmasına ve inisiyatif geliştirememesine de sebep oldu.
‘91 1 Mayıs’ında hareketi zayıflatan bir başka etken, sanayi proletaryasının 1 Mayıs eylemlerinde öncü olamamasıydı. Bu yıl gerek işin ve üretimin durdurulmasında ve gerekse gösterilerde hizmet sektöründe çalışanlar, özellikle de belediye işçileri motor güç durumundaydılar. Belediye işçilerinin aktif mücadele içerisine girmesi kuşkusuz iyi bir şeydir. Fakat onlar 1 Mayıs’ta sınıfın diğer kesimlerini peşlerinden sürükleyememişlerdir. Zaten bu, belediye işçilerinin sahip oldukları nesnel konumdan ileri gelen bir durumdur. Üretim sektöründe asıl bir yer tutan ve direnişleriyle bütün işçi sınıfı etkileyen ve genel grevin temelini atan madenciler sözgelimi ’91 1 Mayıs’ında ileri atılabilseydiler veya metal, petrol ve petro-kimya işkollarında çalışan işçiler hareketlenmiş olsaydı, bunlar sınıfın ana gövdesini de peşlerinden sürükleme olanağını hayata geçirebileceklerdi; bu şansa sahiptiler.

1 Mayıs’ta İki taktik
Marksist-Leninistler ‘90 1 Mayıs’ında olduğu gibi, bu yıl da, diktatörlüğün saldırılarının püskürtülmesi ve yeni mevzilerin kazanılması için; sendika ağalarının “bildiri okunması ve salon toplantıları yapılması” şeklindeki yasak savıcı, engelleyici ve sınıfı pasifize edici taktiklerine karşın; sınıfın ve bütün emekçilerin, gençliğin tüm güçlerinin birleştirilmesini sağlamak amacıyla 1 Mayıs’ta üretimini, işin ve eğitimin durdurulması ve her fabrikanın, her işyerinin, her okulun ve her sokağın 1 Mayıs alanı haline getirilmesi taktiğini savundular ve bunun hayata geçirmek için çalıştılar. Sınıfın üretimdeki yerinden kaynaklanan devrimci rolünü dikkate alan bu taktik, işçi sınıfının gücünü ancak birleşerek gösterebileceği ve burjuvazinin saldırılarına karşı ancak birleşerek karşı koyabileceği toplumsal gerçeğinden hareket ediyordu.
1991 1 Mayıs’ı, işçi sınıfının üretim içindeki yerinden kaynaklanan devrimci rolünü ve sınıfın ancak birleşerek gücünü gösterebileceği ve burjuvaziye karşı savaşabileceği basit ve temel bir toplumsal gerçeği kavramayan “Taksim”ci anlayışın; sınıf hareketini ve işçi sınıfının güç ve devrimci niteliğini göz ardı ederek hareketi daraltıcı ve zayıflatıcı yönünü ortaya çıkardı. Sınıf hareketi karşısında sağa savrulmanın ifadesi olan “Taksim”ci taktik ve anlayışın iflasını kanıtladı. ‘90 1 Mayıs’ında 1 milyonu aşkın işçinin üretim ve işi durdurarak, yer yer sokak gösterileriyle eylemlerini taçlandırarak, 1 Mayıs’ı mücadelesini yükselttiği bir güne çevirme başarısını göstermişti. Buna karşın, Taksim’de kayda değer bir gösteri yaşanmamış ve yüzlerce insan hiç bir şey yapmaksızın sokaklardan, yollardan toplanmıştı. Taksimciler ile sınıf arasındaki kopukluk bütün çıplaklığıyla açığa çıkmıştı. Geçen yıl yaşananlardan ders almayanlar, bu yıl da ısrarla “Taksim”cilikte diretiyorlardı. Her ne kadar, “İstanbul dışında üretim durdurulsun; alanlara çıkılsın” diyorlarsa da “İstanbul’da Taksim” diyerek sınıftan kopuk küçük burjuva çizgiyi izliyorlardı. Bütün ülkede 1 Mayıs’ın başarısını Taksim’e çıkıp çıkmamaya bağlıyorlardı. Ama geçen yıl yaşananları da göz önünde tuttuklarında, Taksim’e giremeyeceklerini anladıklarından yeni Taksim’ler peşinde koştular. Zevahiri kurtarmak için de, “Taksim Meydanı, 1 Mayıs mücadelesinin en önemli alanı haline gelmiştir. Ama artık 1 Mayıs Taksim’le sınırlı değildir. O gün ülkenin her yanı değişik direniş, gösteri ve eylemlere sahne oluyor”; ya da “Fabrikalardan alanlara, alanlardan Taksim’e, İstanbul’da Taksim’e” dediler. Ancak bu zevahiri kurtarmaya yetmedi. Çünkü sınıf mücadelesinin içeriğini, 1 Mayıs’ın politik anlamını fizik-mekânlara hapsedenler (her ne kadar Taksim’in tarihsel ve simgesel anlamı üzerine gerekçelendirmeler yapılsa da), diğer illerde olduğu gibi İstanbul’da da, bu kez farklı fizik-mekânlarda “Taksim”ci taktiği uyguladılar. 1 Mayıs’ın yığınsal bir mücadele ve direniş günü olması için üretimin, işin ve eğitimin durması için hiç bir çaba sarf etmediler; bu yöndeki eylemleri baltalamaktan başka. Aynı mantık ve anlayışla Taksim yerine Sultahamam ve Saraçhane’de yapılan eylemlerin dışında kitlesel bir hareket gerçekleştirmediler.
Marksist-Leninistler, ülkemizde tarihsel bir anlamı olan ve ‘77 1 Mayıs’ıyla simgeleşen, M. Akif Dalcı’nın şehit düştüğü, G. Beceren’in yaralandığı Taksim Meydanı’nın kazanılmasına karşı değiller. Ama Taksim’in kazanılması, sınıfın ve bütün emekçilerin üretimdeki devrimci konum ve güçleri harekete geçirilip birleşik bir mücadelenin sağlanmasıyla olanaklı olacaktır. Bugün, sınıftan kopuk ve ona dayanmayan; 1 Mayıs’ı işçi sınıfının burjuvaziye karşı birleşik mücadelesinin bir aracı, proletarya ile burjuvazinin karşılıklı olarak güçlerini sınadıkları ve yeni çatışmalara, mücadelelere hazırlandıkları, devrim ile karşı-devrimin karşı karşıya geldiği cephesel savaş günleri olarak değil; yalnızca devletin militarist gücü ile devrimciler arasında bir çatışma günü olarak gören anlayış, Taksim’de özgür 1 Mayıs’ların kullanmasının yolunda olmaktan çok uzaktır. Bugün “Taksim-ci”lik, sınıfa karşı inançsızlığın ve sorumsuzluğun; keskin ve sekter eylem ve tavırlar arkasında sınıf hareketi karşısında TKP’nin, sınıfa yukardan bakan üst-tabaka devrimciliği kötü mirasının etkisinden kurtulunamamışlığın ve reformist-sendikalizmin sağcılığında kalmasının bir ifadesidir. Ve yine; “Taksim”ci anlayış ve eylem çizgisi savunucuları, böyle olmakla, sınıf mücadelesinin kesintisiz sürekliliğinden uzak, tüm güç ve çalışmanın esas olarak bir gün ile sınırlı tutulması anlayışına da karşılık geliyor. 1 Mayıs 1991’de, yalnızca Marksist-Leninistler üretimin, işin ve eğitimin durdurulması ve her fabrikanın, her okulun, her sokağın 1 Mayıs alanı haline getirilmesini savundular, bunun için çalıştılar. 90 1 Mayıs’ına göre, hareketin daha geri bir düzeyde kalması, Marksistlerin taktiğinin doğruluğunu ortadan kaldırmıyor; tam tersine yeni görevlerin sorumluluğunu dayatıyor. ‘91 1 Mayıs’ında da Marksistler yapılan eylem ve gösterilerin önemli bir bölümüne ya doğrudan damgalarını vurmuş veya etkili olmuş; faaliyetleriyle dolaylı rol oynamışlardır.

Bir Kez Daha…
‘91 1 Mayıs’ı; işçi hareketinin, ‘89 Bahar Eylemleri ve özellikle ‘90 Aralık grevleri ile 3 Ocak genel grevinin ve Zonguldak direnişinin de yadsınamaz bir şekilde ortaya koyduğu ve sınıf hareketinin geleceği açısından yaşamsal öneme sahip bir olgusal gerçekliği bir kez daha kanıtlamıştır. Bu gerçek, -içinde bulunduğumuz bu dönemde, sınıf ile sendika ağaları ve bürokrasisinin arasındaki çelişki ve ayrılıkların en fazla açığa çıktığı ve işçi kitlelerinin sendika ağaları ve bürokrasisinin etkisinden en fazla uzaklaştığı bu dönemde bile- sendikaların işçi hareketi üzerindeki başlıca örgütsel otorite oldukları gerçeğidir. Ve yine; sınıfın ekonomik talepler uğruna mücadelenin, ekonomizmin sendikalist-parlamentarist yolunun dışına çıkamadığı gerçeğidir. Ve bu durum, Marksistler açısından sınıf mücadelesinin geleceği bakımından belirleyici olacak bir görev ve sorumluluğu, sendikalarda çalışmanın önemini ve sınıfın mücadelesinin siyasal alana çekilmesi zorunluluğunu gösteriyor. Sınıfın, yeni TİS mücadelesi, atılmalara karşı direnişleriyle yeniden gündeme giren genel grev ve genel direnişlere doğru yol almada bu görevler daha da yakıcı önem taşımaktadır.

Haziran 1991

Tarım ürünlerinde “destekleme alımları” kaldırılıyor! Tarım ve tarıma dayalı sanayi emperyalist tekellerin insafına terk edildi!

Türk ekonomisinin “kurtarıcıları”, “serbest pazar”, “liberal ekonomi”, “yabancı sermayeyi teşvik”, “özelleştirme” vb. benzeri edebiyatı arkasında, dönüp dolaşıp yeni “24 Ocak kararları”na gelirken, emperyalizme hizmette de sınır tanımaz bir noktaya geldiler.
12-13 yıl öncesinde başlayan yabancı sermaye övgüsü ve emperyalist sermayenin yararı üstüne yürütülen propaganda, KİT’lerin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesine ve nihayet tarım alanlarının da emperyalist sermayeye sunulmasına kadar geldi. Nihayet, son 15 yıldan bu yana, bir İMF dayatması olan tarım ürünlerine yönelik “sübvansiyonların kaldırılması” ve “devletin destekleme alımlarından vazgeçmesi” gündeme getirildi.
Bir yandan “tarım ürünlerine de devletin destekleme alımlarından vazgeçeceği” ilan edilip, kamuoyu oluşturulmasına, en azından ani tepkileri engellemek için “ısındırma” taktiği uygulanırken, “kaşla göz arasında” çıkarılan bir kararname ile tütün ve sigara tekelini kaldıran, yabancı sermayenin sigara üretmesine ve fiyatı kendi belirleyerek pazarlamasına izin veren kararname yürürlüğe kondu.
Bu kararnameye göre; herhangi bir yabancı sigara tekeli, Türkiye’de tütün yetiştirerek (daha önceden, Balıkesir, Salihli yöresinde Virginia tütünü deneme ekimleri zaten başlamıştı) ya da tütün ithal ederek, hiç bir kısıtlamaya tabi olmadan kuracağı ya da satın alacağı fabrikalarda sigara imal edip piyasaya sürebilecek.
Burada şu soru akla gelebilir: Çimento, petrokimya, otomotiv vb. alanlarına da yabancı sermaye giriyor; tekel ve sigaraya girerse ne olacak, ne farkı var? Belki ekonomik normlar açısından bir farkı yok. Ama başka bakımlardan bir farkı olduğu da bir gerçek. Birincisi; emperyalist sermayenin tarım alanına girmesi, ülkenin emperyalist sermayeye bağımlılığının ölçüsünün vardığı boyutları göstermesi açısından önemli. İkincisi; emperyalist sermaye ve sömürü olgusunun milyonlarca köylü için artık soyut bir “yabancılık”, bir “askeri üs” sorunu olmaktan çıkıp doğrudan sofralarına ortak olan, sofrada ne varsa silip süpüren somut olgu olması ve bunun doğuracağı sosyal ve siyasi sonuçlar bakımından önemlidir. Üçüncüsü ise, “emperyalizmin sömürücü niteliği yok oldu”, “artık sermaye herkese hizmet sunan bir karakter kazandı” diyenlerin, bir kez daha “ipliğini pazara çıkarması” bakımından Önemlidir.
Burada üçüncü gerekçeden başlayarak konuya girmek, sonraki söylenenleri daha anlaşılır kılacağından; yazımızın birinci bölümünde, klasik sömürgecilik ve emperyalizm dönemlerinde, tarım alanlarına yönelik sömürgecilik ve yeni sömürgecilik politikaları üstünde duracağız.

KAPİTALİST SÖMÜRGECİLİK VE EMPERYALİZM DÖNEMİNDE, KAPİTALİST DEVLETLERİN TÜRKİYE TARIMINA YÖNELİK POLİTİKALARI
İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği, kapitalist büyük devletler, 18. ve 19, yüzyıl boyunca, dünyanın en geniş toprakları ve en büyük nüfus alanlarını oluşturan geri ülkeleri sömürgeleştirmişler ya da yarı-sömürgeler durumuna getirmişlerdi. Ve bu dönem boyunca, bu ülkeler köle ticaretinden yeraltı ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesine kadar her yolla talan edilmişlerdi.
Bir zamanların büyük devleti Osmanlı İmparatorluğu da, 16. yüzyılın sonlarından başlayarak bir çöküş sürecine girmiş, 19. yüzyılın başlarına geldiğinde de; artık büyük kapitalist ülkelerin, kendi aralarındaki çelişme çatışmalardan dolayı yaşamasına izin verdikleri için ayakta duran sözde büyük bir İmparatorluk durumundaydı.
Fransızlar, daha 1535’den itibaren Osmanlı topraklarında “serbestçe ticaret yapma hakkını” elde etmişlerdi. Daha sonra ise İsveçliler, Avusturyalılar, Hollandalılar, İngilizler de bu kervana katıldı. İngiltere, 1809’da Fransa gibi “en çok müsaadeye mazhar ülke” statüsünü elde ederek, en gelişmiş kapitalist ülke olarak, kısa bir sürede Osmanlı ihracat ve ithalatında en önemli ülke haline geldi.
1850-60’lı yıllarda İngiltere’nin Türkiye tarımına yönelik politikaları
Başlangıçta, Osmanlı liman kentlerinde meta alışverişiyle sınırlı bir ticaret yapan sömürgeci ülkeler, 1840’lardan itibaren, Osmanlı topraklarında tarım yapmak, kendi sanayileri için ihtiyaç olan tarım ürünlerini buralarda yetiştirmek için de girişimlere başladılar.
1850’lerin sonunda, ABD’nin Güney’i ve Kuzey’i arasındaki gerginlik, İngiliz pamuklu sanayinin hammadde kaynaklarını tehlikeye düşürünce, İngiliz tüccar ve fabrikatörleri, 1857 yılında Manchester Pamuk Alım Birliği’ni (Manchester Cotton Supply Association -MCSA) kurarak, İzmir ve Aydın yöresinde Pamuk üretmek için girişimlerine hız verdiler. Güney-Kuzey Savaşı, ABD’den pamuk ithalini olanaksız hale getirince, 1861’den itibaren Hindistan ve İzmir pamuğu İngiliz pamuklu sanayi için daha da önem kazandı. MCSA. İngiltere Dışişleri Bakanlığı aracılığı ile Türkiye’deki 14 konsolosluğuna bir anket yaptırdı. İngiltere’nin İzmir Konsolosu, bir raporla, Amerikan tohumu ve teknik yardım yapılırsa büyük miktarda pamuk üretilebileceğini belirtti. Bunun üzerine MCSA Türk pamuğunu teşvik kararı aldı. Ancak, yerli pamuk kalitesiz olduğundan ABD pamuk tohumu getirilerek çiftçilere parasız olarak dağıtıldı. Ve üretilen pamuk miktarı 7,5 milyon libreye (1 libre= 438 gr. (İngiliz ağırlık ölçüsü)) yükseldi.
İngilizler amaçlarına ulaşmak için Padişah ve hükümete baskı yaparak, pamuk üretimini teşvik edecek bir ferman çıkartmayı başardılar.
Fermanla, pamuk üreteceklere şu kolaylıklar sağlanıyordu:
1) Pamuk üretmek isteyen kimseler ekili olmayan miri topraklara bedava sahip olabileceklerdi.
2) Bu topraklardan 5 yıl süreyle hiç vergi alınmayacaktı.
3) İhraç edilen pamuklar en düşük kalite pamuğun ödediği ihraç vergisinden yüksek vergi ödemeyecekti.
4) Pamuk üretimi ve temizlenmesinde kullanılan her türlü araç, gereç ve makina gümrük vergisi ödenmeden ithal edilebilecekti.
5) Hükümet bedava tohum dağıtmayı ve isteyenlere bilgi sağlamayı üstleniyordu.
Ne var ki; hükümet, tohum dağıtımı dışında hiçbir sözünü tutmayınca, MCSA, Osmanlı İmparatorluğundan verdiği sözleri tutmasını isteyen bir karar aldı. Ama hükümet, Birliğin taleplerini reddetti. Bunun üzerine MCSA, Batı Anadolu’da pamuk tarımını geliştirmeyi amaçlayan Küçük Asya Şirketi’ni kurdu. Ama bu şirket de fazla bir etkinlik gösteremeden 1882’de kapatıldı.
Bu çabaların sonucu olarak, İzmir-Aydın yöresinde pamuk üretimi hızla arttı. 1861’de 9.7 milyon libre pamuk üretilmişti. Aydın dolaylarında 1862’de 18 bin dönüm olan pamuk alanı bir yıl sonra 70 bin dönüme yükseldi. 1862-1864 arasında üretimin hemen tamamı ihraç edildi. Ama 1865’den başlayarak ihracat azalmaya başladı. Çünkü ABD pamuk üretimi yeniden başlamıştı ve İngiltere için bu daha karlıydı. 1870’ten itibaren İngilizler İzmir ve çevresinde pamuk üretimiyle ilgilerini kestiler.
Bu arada İzmir Aydın demiryolu tamamlanmış ve Aydın çevresine 17 çırçır atölyesi kurulmuş, çiftçiler az çok modern teknikle tarım yapmaya başlamışlardı, ama bütün bunlardan yararlananlar sadece İngiliz kapitalistleriydi.
Bu dönemde sadece pamuk üretimini teşvik ederek ticaretle sınırlı bir sömürü de gerçekleştirmedi İngilizler. Doğrudan toprak satın alarak üretime de giriştiler. 1868 yılında İzmir-Aydın demiryolu çevresinde, ekilebilir toprakların 1/3’ü İngiliz uyruğundaki tüccarların tapulu malı haline gelmişti. 1878’de ise verimli toprakların tümü olan 2 milyon 800 bin dönüm toprak 41 İngiliz tüccarının tapusuna geçmişti. Ayrıca, aynı yoğunlukta olmasa da Fransızlar da bölgeden toprak satın almış, çeşitli işletmeler kurmuşlardı.
1870’lerden itibaren pamuk önemini yitirince, tütün, üzüm, incir, buğday vb. ürünlerin yetiştirilmesine geçildi.
Burada sözünü ettiğimiz dar kesiti, genelleştirerek düşünür ve bu gelişmeye serbest ticareti savunan kuramcıların gözüyle bakarsak, İngilizlerle olan (ve tabi diğer sömürgeci devletlerle de) ilişkilerin Osmanlı toprağında kapitalizmi geliştirdiği, onun bir kapitalist devlet olmasına yardım ettiği, dolayısıyla bunun iyi bir şey olduğu sonucuna varabiliriz. Ne var ki bütün bu kapitalist sömürgecilik dönemi boyunca, Osmanlı İmparatorluğundan, Hindistan’a, Çin’den Arjantin’e sayısız ülke bu sömürgeciliğin hedefi olmuş, ama hiçbirisi de gelişmiş kapitalist ülkeler safına katılamamıştı. Çünkü sömürgeci ilişkiler, bu ülkelerin ekonomilerindeki istikran yok ettiği gibi, “en kısa zamanda en çok kar ilkesiyle”, bu ülkelerin doğal kaynaklarını tüketiyor, ekonomilerini çökertiyorlardı. Dahası bu ülkeleri birbirine karşı oynayarak, onların kendi gelişimlerini de çarpıtıyorlardı. Daha elverişli bir hammadde kaynağı bulduklarında eski alanı terk ediyor yenisine koşuyorlar, eski ilişki alanlarını sorunları büyümüş olarak kendi haline bırakıyorlardı.
Türk pamuğu, Amerikan pamuğu; Türk yünleri, Arjantin yünleri; Türk kökboyaları, alizarin yüzünden vb. terk ediliyordu. Bu durum ise, ülkede tarımın gelişmesini baltalarken, az çok birikmiş olan sanayi gelişimini de tahrip edici bir rol oynuyordu.
Soruna bir başka yönüyle de bakalım: 18. ve 19. yüzyıllar, serbest rekabetin kapitalist ekonomicilerin ve kapitalist devletlerin baş tacı olduğu yıllardır. Ama büyük kapitalist devletler bu “ilkelerini” sadece başkaları için savunmuşlar, söz konusu olan kendi çıkarları olunca “ilkelerini” çiğnemekte ikircik göstermemişlerdir.
Nitekim 18. yüzyıl sonlarında, sanayi devrimini ilk gerçekleştiren İngiltere; Fransa, Avusturya, Hollanda gibi ülkeler karşısında büyük bir üstünlüğe sahip olunca, Avrupa’nın büyük kapitalist ülkelerinin ilk yaptığı iş kendi sanayilerini İngiliz sanayi karşısında korumak için gümrük duvarlarını yükseltmek olmuştur. Hatta Rusya gibi, gümrük duvarının bile koruyacağı kadar sanayisi olmayan ülkelerin, çeşitli malların ithalatım tümden yasaklayarak sanayilerini korumaya çalıştıkları görülür. Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler ise, serbest ticaretin kuram ve pratiğinin kurbanları olurlar ancak.
Hindistan’da, bu dönemdeki gelişmeleri izleyen bir Amerikalı gözlemci durumu şöyle değerlendirir.
“Demiryolları, Hindistan’ın doğal kaynaklarını dünya pazarına açtı ve İngiltere’nin Hindistan için mal üreten bir ülke olmasını sağladı, ama Hindistan’ın da kendisi için mal üreten bir ülke olmasını önledi.”
1885’den itibaren de, çöküş sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu, “Düyunu Umumiye” ile tümü ile artık tekelci kapitalizm sürecine girmiş olan büyük kapitalist devletlerin vesayeti altına girerek görünüşteki ekonomik bağımsızlığını bile bütünüyle kaybeder. Sadece; Almanya, Fransa, İngiltere arasındaki çelişmelerden yararlanarak manevralar yapabilen “hasta devlet” durumuna düşer. Bu yüzden de Cumhuriyet’e kadar olan dönemde, konumuzla ilgili ayrı bir ilginç gelişme söz konusu değildir. Çünkü emperyalist ülkeler, ”hasta adamı” ellerindeki her olanakla sömürüp yağmalamaya koyulmuşlardır. Gümrük ve tekel vergileri, belli başlı tarım ve sanayi gelirleri tümüyle, doğrudan emperyalist ülkelerin denetimindedir.
Yukarda ele aldığımız dönem bir bütün olarak ele alındığında, şu saptamaları yapabiliriz:
*) Sömürgeci kapitalist devletlerin sömürge ve yan-sömürgelerde tarımın gelişmesine yönelik girişimleri, ülke ekonomisinin gelişmesi amacına yönelik değil, sadece kendi hammadde ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. Ve sadece kendileri için karlı olduğu sürece bu girişimler sürer. En kısa zamanda en çok kar elde edildikten sonra, daha ucuz yeni kaynaklar ortaya çıktığında, tıpkı Osmanlı pamuğunda olduğu gibi, bu sınırlı gelişme bile yüzüstü bırakılır.
*) Emperyalistler, tarımın gelişmesine değil, sadece kendi ihtiyaçları olan ürünün gelişmesini teşvik ediyorlar. Tohum ve tarım teknikleri konusundaki bilgiyi sadece kendi ihtiyaçları olan ürüne yapıp, onun diğer ürünler aleyhine gelişmesini sağlayarak ülke ekonomisinin istikrarsızlık ve dengesizliğinin büyümesine yol açıyorlar. Geri ülke ekonomilerinin olağan gelişme süreçlerini baltalıyorlar. Böylece, kendi ekonomilerinin buhranını geri, sömürge ve yarı-sömürgelere ihraç ediyorlar.
*) Büyük kapitalist şirketler, kendi hükümetlerinin politikasında etkin olarak, yarı-sömürge hükümetlerine bu yolla baskı yaparak, onları bu şirketlerin çıkarları doğrultusunda politika izlemeye zorlayabiliyor. Dolayısıyla kapitalist şirketler ve hükümetler, yarı-sömürge ülkelerin ekonomi-politikalarının belirlenip uygulamasında belirleyici bir rol oynuyorlar. Bu hükümetlerin sıkışmışlığından sonuna kadar yararlanıyorlar.
1950’li yıllarda emperyalizmin Türkiye tarımına yönelik politikaları
Türk Kurtuluş Savaşı, önderlinin niteliğinden gelen bütün uzlaşmacı özelliklerine katsın aynı zamanda bir anti-emperyalist savaştır. Savaş sonrası kurulan Cumhuriyette de bu nitelik sınırlı da olsa korunur. Ve emperyalistlere ait ticari ve sanayi kuruluşlarının ulusallaştırması politikası benimsenir. Özellikle SB ile kurulan ekonomik ilişkiler Kemalistlerin ulusallaştırma politikalarına dayanak olur. Ama bu cereyan, 1930’ların sonuna kadar ancak sürer. 1940’lı yıllar Türkiye’nin emperyalistlerle yakın ilişki kurmak için yoğun çabalarına sahne olur. Savaş sonrası ise, artık emperyalizme tam bir teslimiyet dönemidir. 1945-52 arasında Türkiye hızla emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakoluna dönüşür. Aynı yıllar emperyalizmin Türkiye’deki ekonomik etkinliklerinin de arttığı yıllardır. DP iktidarı, Amerikancılığın simgesi olarak rol oynar. Ve emperyalistlerin politik ve ekonomik isteklerine büyük bir şevkle sarılır.
İki savaş arasındaki yıllarda en büyük emperyalist güç olarak sivrilen ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan en karlı çıkan, dünya jandarmalığında rakipsiz bir ülkedir. ABD bu konumundan yararlanarak, Truman Doktrini-Marshall Yardımı çerçevesinde emperyalist-kapitalist dünyayı yeni bir düzene kavuşturacak politikalar benimsemiştir. Güçlenen sosyalist dünya karşısında güçlü, birleşmiş bir kapitalist dünya planıdır bu. Bu planın esası, SB ve Doğu Avrupa karşısında, imar edilmiş Avrupa’nın Amerikan şemsiyesi altında birleştirilmesi, dünyanın geri kalan bölgelerindeki emperyalist sömürünün sürdürülmesi için anti-emperyalist kurtuluş hareketlerinin bastırılmasıdır. Planın ekonomik yanı, emperyalist metropollerin güçlendirilmesi, “yeni sömürgeciliğin” örgütlenmesidir.
Bu arada, Türkiye NATO’ya girmiş, “Avrupalı” bir ülke payesiyle “onurlandırılmış”tır. Ama onun asıl statüsü bir “yeni sömürge” olmasıdır. Bu yüzden de ABD’nin dünya siyasetinin ve ekonomik çıkarlarının tam bir “hık deyicisi” olmak zorundaydı. Öyle de oldu.
Bu dönemde Türkiye’nin ve Türkiye’ye yönelik emperyalist politikalar yeni sömürgeciliğin tipik bütün özelliklerini gösterir; ama biz bu yazının çerçevesinde bu politikaların sadece tarıma yönelik olanlarının üstünde duracağız.
ABD’nin başını çektiği emperyalist bloğun emperyalist dünyada yapmak istediği, emperyalist ülkelerin sanayilerini geliştirirken, geri ülkelerin birer tarım ve tarıma dayalı sanayi ülkeleri haline gelmesidir. Bu çerçevede Türkiye’ye açılan krediler, tarım alanına yöneliktir. Traktör, biçerdöver, pulluk, gübre, tohumluk vb. ithali için krediler açılır. Nitekim bu kolaylıklar sonunda, 1940’ta 1100 olan traktör sayısı 1950’de 16 bin 600, 1960’ta 42 bin 100 olur. Sulama ve gübrelemenin yanışım sanayi bitkilerinin yetiştirme alanları hızla genişler. Köylülerin gelirlerinde artışlar olur.
Bu, politikanın görünen sonuçlarının bir yanıdır.
Öte yandan savaş sırasında bütün savaşan emperyalist ülkeleri beslemek için tarım alanındaki üretimi devasa boyutlarda büyüten ABD, savaş sonrasında daralan pazarda fazla bir tarım ürünleri stokuyla karşı karşıya kalmıştır. Bir yandan bu stokların eritilmesi, öte yandan da genişleyen tarım üretimine pazar bulmak için politikalar geliştirmektedir. Ama bu durum, yeni sömürge ülkelerde tarımın geliştirilmesi programıyla çelişkilidir, bu yüzden de ABD tarım alanındaki politikalarını kendi tanınım koruyacak politikalarla destekler.
Türkiye ile olan ilişkileri de bu çerçevede biçimlenir. Bir yandan Türkiye’nin bir tarım ülkesi olarak kalmasını gerektiren politikalar izlerken, öte yandan da Türk tarımının Amerikan tarım ürünlerinin pazarını daraltmasını önleyecek önlemler almaktan geri kalmaz. İkili anlaşmalarla, Türk tarım ürünlerinin ihracatını açıkça kısıtlar. Sadece kısıtlamakla kalmaz Türkiye’nin tarım politikasını bir bütün olarak kendisi belirler.
ABD Senatosu, elinde kalmış fazla tarım ürünlerinin pazarlanması için PL 480 sayılı bir yasa çıkarır. Bu yasaya göre bu elde fazla olan ürünlerin satışı biçimi, koşulları ve elde edilecek paranın nasıl kullanılacağı belirtilmektedir. Türkiye’ye de bu koşullarla satış yapıldığı için, yasanın ilgili maddesini buraya aktarmak açıklayıcı olacaktır.
Yasanın 104 (e) fıkrası şöyle diyor: Uluslararasında dengeli bir ekonomik ve ticari gelişmeyi teşvik için anlaşmalara uygun olarak alınan paraların % 25’ini aşmamak kaydıyla bu maksat için ayrılacak ve Export-Import Bankasında istikraz için varılan karşılıklı anlaşmaya gäre, Amerikan iş firmalarına ve onların kollarına, şubelerine ve bu firmalara bağlı diğer firmalara, o ülkedeki işlerini geliştirmek ve ticareti genişletmek yahut yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin artırılması, dağıtılması ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurmak için verilir. Ancak Amerika’da üretilen ve ya imal edilen mallara rekabet maksadıyla ABD’ne ihraç edilme için yahut Amerikan tarım malları veya imalatına dış pazarlarda Amerika ile rekabet edecek herhangi bir üretim veya imal için bu istikraz yapılmayacaktır.
Biraz sonra sözünü edeceğimiz ABD ile Türkiye arasındaki tarım ürünleri ile ilgili anlaşmalar bu çerçevede yapılmış, görüleceği gibi, yer yer bu amaçları da aşan ABD lehine yaptırımlar getirilmiştir.
Bu çerçevede ilk anlaşma 12 Kasım 1956 tarihinde, “Zirai maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkında Muaddel Amerikan Kanunu’nun 1. Kısmı gereğince Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında Münakit Zirai Emtia Anlaşması” adıyla Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Yasaya göre, ABD’den alınacak tarım ürünlerinin, dünya fiyatları üstünden, Türk parası karşılığı olarak alınacağı ve miktarının ne olacağı belirtiliyor. Elbette ki, yukarda aktardığımız ABD kanununa göre bunların başka ülkelere satılamayacağı, ABD’nin ürünlerinin pazarlarını daraltan ürünler için hammadde olarak kullanılmayacağı vb. de hükme bağlanıyor.
Burada Türkiye’nin tek avantajı ürünleri Türk Lirası ile almak gibi görünüyorsa da, bu paranın kullanımı yine ABD tarafından belirlendiğinden ve önemli bir kısmı Türkiye’de dolar olarak yapması gereken harcamalara aktarıldığından bundan da Türkiye bir yarar sağlamıyor.
ABD,” 25 Ocak 1957 Tarihli ve 12 Kasım 1956 Tarihli Anlaşmaya Ek Anlaşma” ile politikasını daha da ileri götürüyor. Anlaşmanın maddeleri şöyle:
1. Türkiye’ye satılan Amerikan tarım ürünleri fazlası, Amerikanın aynı mallarının alıcısı bilinen pazarlara ve Amerika’nın düşman tanıdığı ülkelere satılmayacak ve yalnız Türkiye’nin iç tüketimi için kullanılacaktır.
2. Bu anlaşma ile Türkiye’ye satılacak malların dünya mahsul piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir.
3. Türkiye’nin yetiştirdiği ve anlaşmada adı geçen veya benzeri mahsullerin Türkiye’den yapılacak ihracatı, Amerika tarafından kontrol edilecektir.
4. Amerikan tarım ürünleri fazlası Türk Lirası ile satın alınacaktır. T. C. Merkez Bankasına yatırılacak olan bu Türk Liraları şöyle kullanılacaktır.
21.900.000 dolar karşılığı Türk Lirası, ABD Hükümetinin Türkiye’deki masraflarıyla, ABD tarım ürünleri için yeni piyasa imkânları temini, uluslararası eğitim mübadelesi, kitap ve gazetelerin tercüme yayın ve dağıtımı çalışmalarının finansmanında kullanılmak üzere ABD hükümeti emrine;
1.250.000 dolar karşılığı Türk Lirası, Türkiye’de Amerikan vatandaşları tarafından kurulup işletilen okul, kütüphane ve cemaat merkezlerine yardım için ABD hükümeti emrine;
Geri kalan 23.150.000 dolar karşılığı Türk Lirası iktisadi kalkınması için Türkiye’ ye faizle aşağıdaki ön şartlarla borç verilecektir:
(a) Türkiye’ye faizle borç verilecek bu miktarın 6.000.000 dolar karşılığı Türk Lirası kısmı Türkiye’de özel teşebbüse borç verilmek üzere ayrılacaktır. Bu ikrazın şartları ve süresi, ayrıca ek bir anlaşma ile kararlaştırılacaktır.
(b) Türk ve Amerikan hükümetleri, Amerikan tarım ürünlerine ait Türkiye’deki piyasa taleplerini arttırmak ve geliştirmek için devamlı gayret sarf edeceklerdir. Her iki hükümet bu anlaşmanın uygulanmasında özel teşebbüs sahiplerinin etkili bir biçimde rol oynaması için ticari şartlar sağlayacaklardır.
(c) ikraz için Türk hükümetine ayrılacak paraların kullanılma tarzı hakkında Türk ve Amerikan hükümetleri anlaşamazlarsa, bu anlaşma tarihinden itibaren üç yıl içinde Türkiye’ye borç verilmeyen ikrazları, ABD hükümeti bu anlaşma hükümlerine göre, istediği gibi kullanabilecektir.
Anlaşmanın koşulları yoruma meydan bırakmayacak kadar açık: Her şey ABD’nin çıkarlarına uygun olarak düzenlendiği gibi, “Türkiye’ye borç verilmeyen” ve Merkez Bankası’nda toplanan ikraz da, ABD’nin elinde her zaman kullanabileceği bir demokles kılıcı olarak duracak biçimde düzenlenmiştir. Öteki şeylerin yanı sıra, biriken yüz milyonlarca lirayı bir anda çekerek hükümeti zor durumda bırakma olanağını da ele geçiriyor ABD.
İthal listesinde şu mallar var: Buğday, arpa, mısır, Konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu, soya yağı. Bu listede iki şey dikkati çekiyor. Türkiye’de tüketim alışkanlığı olmayan soya yağı ve süt tozu. Elbette ki burada yeni alışkanlıklar yaratma çabası var. Ama sorunun daha yakın bir amacı da var. Bu amaç, ABD’nin baskılarıyla çıkarılan “zeytinyağı kararnamesiyle” daha açık ortaya çıkıyor. Şöyle ki; bu anlaşmanın arkasından, hükümet bir kararnameyle, sabun üretiminde zeytinyağı kullanımını yasaklıyor. Ve zorunlu olarak, soya yağı ve yine ABD’den ithal edilen donyağı sabun üretiminin hammaddesi durumuna geliyor. Böylece yerli üretimi olan zeytinyağı yerine ithal soya ve don yağı kullanmak zorunda kalınıyor. Ve tabi bu durum ülkenin zeytin üretimi ve zeytin üreticilerini olumsuz yönde etkiliyor. Eh, ABD’nin çıkartan bunu gerektiriyorsa, varsın zeytin üreticileri de biraz üzülsün!
ABD’nin istekleri bitmez. Ve varılan “ikili anlaşma”nın bütün ayrıntılarından yararlanırlar. ABD’nin Ankara Büyük Elçisi Fletcher Warren, 20 Ocak tarihinde bir nota vererek isteklerini bildirir. Notanın esası şu iki maddeden ibarettir:
(a) 1957 mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar diğer herhangi yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı ve
(b) 1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert buğday ihracatını asgari bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki buğday mübayatı ile telafi eylemeyi taahhüt etmektedir.
Açıkça anlaşıldığı gibi ABD, Türkiye’nin buğday ihraç etmesini yasaklamaktadır. Eğer Türkiye buğday ihraç edecek olursa, ihraç ettiği kadar buğdayı, karşılığını kendi kaynaklarından sağlayacağı dövizle ödeme yaparak ABD’den ithal etmeyi kabul edecektir. Bekleneceği gibi bu nota, TC hükümeti tarafından itirazsız kabul edilir.
ABD ile Türkiye arasındaki tarımla ilgili anlaşmalar sadece DP dönemi ile sınırlı değildir. Tersine, 1960’lı yıllarda da sürer bu ilişkiler. “İkili Antlaşmalar”ın niteliğini belirtmesinin tipik bir örneği olan bir ABD Nota’sının iki maddesini daha aktararak bu döneme ilişkin söyleyeceklerimizi bitireceğiz.
“21 Şubat 1963 Tarihli Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi Hakkındaki 161 Milyon Dolarlık Anlaşma ile ilgili olarak ABD’nin Verdiği Nota”, 23 Eylül tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Burada Nota’nın ilk iki maddesini aktarıyoruz.
1. TC Hükümeti, 1 Kasım 1962-31 Ekim 1963 tarihleri arasındaki devrede zeytin yağı ihracatını 10 bin tonu aşmayacak biçimde tahdit edecektir, 31 Ekim 1963 tarihinde sona erecek 12 aylık devre içinde 10 bin tonun üstünde zeytinyağı ihracatı halinde Türkiye kendi kaynaklarından karşılamak Üzere Birleşik Amerika’dan ton esasına göre aynı miktarda nebati yağı mubayaa ve ithal edecektir. TC Hükümeti anlaşmanın mütebaki devresinde zeytinyağı ihracını arzu ettiği takdirde bu ihracatın seviyesi (şayet varsa) senelik tetkikat ve görüşmeler esnasında karara bağlanacaktır. Ayrıca TC Hükümeti Amerikan 1963-64-65 mali seneleri zarfında nebati yağlar ve yağlı tohumlar ihracatını 6400 ton yağ muadil miktarda tahdit edilecektir. Bu miktara ABD ile dost olmayan devletlere müteveccih 850 tondan fazla olmayacak ihracat da dâhil bulunmaktadır.
2. Aksi karşılıklı olarak kararlaştırılmadığı takdirde anlaşmada derpiş olunan buğdayın, kanunun 1, bölümü ve kullanılması zarfında TC Hükümetinin herhangi bir buğday nev’ini ihraç etmekten sakınması şartıyla ABD Hükümeti tarafından temin edileceği anlaşılmaktadır.
ABD açıkça şunu söylüyor: TC zeytinyağı ihracatını 10 bin tonla sınırlayacak, eğer bu sının aşarsa, ABD’den aştığı miktar kadar nebati yağı, kendi kaynaklarından sağladığı dövizle ithal etmek zorundadır. Bunun dışında nebati yağ ve yağlı tohum ihracatı da 6400 tonla sınırlanacak, aksi takdirde aynı “ceza” nebati (bitkisel) yağlarla ilgili olarak da uygulanacaktır. Ayrıca bu alanda “ABD’ne dost olmayan ülkelere” ihracat da 850 ton sınırını aşamayacaktır. 2. madde ise, daha önce buğdayla ilgili söylediğimiz sınırlamaların sürdüğünü yinelemektedir.
Kısacası az çok onurlu bir hükümetin kabul edemeyeceği küstahça dayatmalar yapmaktadır, ama buna TC hükümetleri büyük bir iştahla uymaktadırlar. Bu bir bakıma bir kez uşaklık yoluna girilirse burada sınır tanınmayacağını gösterirse de, bir yandan da, kapitalizmin sınırlan içinde kalındığında geri ülkeler için fazla bir seçeneğin olmamasının göstergesi olması bakımından da ilginçtir.
Yukarıda aktardığımız “İkili Anlaşma” metinleri ve Notalar, emperyalizmin yeni sömürgecilik politikalarını, bunların geri kalmış ülkeler için ne anlama geldiğini açıkça göstermektedir ama burada, dönemle ilgili, bir kaç saptama yapmak yine de açıklayıcı olacaktır.
*) ABD emperyalizminin Türkiye tarımını desteklemek için “yardım” ettiği propagandasının arkasında, tümüyle ABD’nin dünya pazarlarında kendi tarım ürünlerini rakipsiz kılma politikası yatmaktadır. Sistem içinde tarım ülkesi rolü biçilmiş olan Türkiye’nin tek ihraç olanağı olan tarım ürünlerinin dış pazarlara çıkmasını engelliyor. Ve sanayinin olduğu kadar tarımın da ABD’nin çıkarlarına zarar vermeyecek biçimde gelişmesi doğrultusunda yön veriyor. Türkiye’yi kendi tarım ürünleri için de bir pazar yaparken, dünya pazarında da Türkiye’nin payını kendisi alarak iki yönlü bir sömürü gerçekleştiriyor.
*) Herkese sınırsız ticaret özgürlüğü öğüdü veren ABD, kendi tarımı söz konusu olduğunda sadece ülke sınırları içinde değil, dünya pazarı içinde de koruyucu önlemler alıyor. 1. Dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin ticaret tekelini yıkmak için “ticaret özgürlüğü” savunucusuyken, şimdi tam tersini uyguluyor, kendi ticaret tekelinin bozulmaması için geri ülkeleri denetimine alıyor, işbirlikçi hükümetler aracılığı ile de zora başvurmasına gerek kalmadan isteklerini bir bir uygulatıyor.
1980 sonrasında emperyalistlerin Türkiye tarımına yönelik politikası ve “Tütün Kararnamesi”
1970’li yıllar, emperyalist politikacı ve propagandacıların “serbest ticaret” ve “serbest pazar ekonomisi”ni yüceltip göklere çıkardıkları yıllardı. ABD’nin patronluğunu yaptığı ama bütün uluslararası tekelci sermayenin finans merkezi olan IMF ve Dünya Bankası da aynı yıllarda etkinliklerini artırarak, uluslararası finans kapitalin gerçek merkezleri haline gelmişti. Bu yüzden de, emperyalizmin politikaları ve sömürüsü sonucu ekonomileri batağa giren yeni sömürge ülkeler, birer birer emperyalist devletlerden değil, bu finans merkezlerinden “yeşil ışık” almadıkça, kapitalist dünyada kredi bulması olanaksızdı. Bu yüzden de bu ülkeler, bir kez IMFin pençesine düştükten sonra, onun dayattığı ekonomik politikaları uygulamaktan başka çıkar yol bulamıyorlardı.
Türkiye’de 1979 sonlarından itibaren İMF’ye başvurarak, ekonomisi üstünde İMF’nin denetimini kabul edeceğini bildirdi. Ve “24Ocak Kararları” olarak bilinen ekonomik politikaları uygulamaya soktu. Bu kararların amaç ve niteliğini bütün emekçilerimiz son 12 yılda yaşayarak öğrendikleri için burada bu kararların ayrıntısına girmeden sadece konumuzla ilgili yanı üstünde kısaca duracağız.
Bu kararlar, bunalımı derinleşen Türk ekonomisinin “kurtuluşu” için İMF’nin 1975’den itibaren dayattığı, Türk büyük burjuvazisinin de gönülden desteklediği bir programdı, ama hükümetler, emekçi yığınların tepkisinden çekindikleri için bir türlü uygulamaya cesaret edememişler, bu yüzden de emperyalizm kredi kaynaklarını keserek Türk ekonomisini tümüyle denetime alacağı bir köşeye doğru itmişti.
“24 Ocak Karaları”nın bir yanı da, en azından propaganda olarak enflasyonun önlenmesiydi. Gerçek enflasyonunu nedeni olarak, bazen işçi ücretlerinin yüksekliği, bazen aşan tüketim eğilimi, bazen da KİT’lerin verimsizliği vb. gösteriliyorsa da bunlar eninde sonunda “kamu finansman açığına” bağlanıyordu. “Kamu finansman açığı” denilince de, hükümet ve egemen sınıf sözcülerinin aklına, ne her yıl katlanarak artan ve bütçenin yarısını götüren ordu ve polis için yapılan harcamalar, ne de aşırı şişmiş bürokrasi geliyordu. İlk akıllarına gelen, KİT’lere açılan krediler, tarım girdilerine yapılan sübvansiyon ve kimi tarım ürünlerine yönelik “destekleme alımları”ydı. Bütçeden bu alanlara aktarılan miktar abanılarak propaganda edildi.
Bu politikanın propagandacıları yerliydi ama mimarları uluslararası finans sermayenin merkezleriydi. Bu yüzdende ağırlıklı olarak bu alanda değişiklik yapılmadıkça, IMF ve emperyalist ülkeler tatmin olmuyordu. Nitekim 1980’den başlayarak, tarım girdilerine yapılan sübvansiyonlar kademeli olarak kaldırıldı. Bugün gübre dışında hiç bir girdide sübvansiyon kalmamıştır. KİT’ler ise; en karlılarından başlanarak “özelleştirme” adına emperyalist ülkelerin tekellerine peşkeş çekildi. Ve bugün de bu alandaki çalışmalar hızla sürüyor.
Ne var ki; Türk ekonomisi öyle IMF reçeteleri ve emperyalist ülkelerin kaşıkla verip kepçeyle alma diyebileceğimiz “kredileriyle” ayakta duracak gibi değildir. Bu yüzden de 12 yıllık baskı ve talan politikasına karşın bugün yeniden IMF’nin masasına yatacak duruma gelmiştir. Ve 24 Ocak Kararları”nın henüz bütünüyle uygulanamamış tek maddesi olan tarım ürünlerine uygulanan destekleme alımlarının kaldırılması sigara imal ve dağıtımı üstündeki tekelin kaldırılarak bu karlı alanın emperyalist sermayeye açılması alelacele gündeme getirilmiştir. Böylece, hükümet, yeniden IMF’nin karşısına “tüm görevlerini yapmış” olarak çıkmak istemektedir.
“Destekleme alımlarının kaldırılması”na karşı üretici çevrelerden sert tepki gelince, olası bir erken seçimi de düşünerek, hükümet, geri adım atarak, “bir iki yıl daha destekleme alımı sürecek” demek zorunda kaldıysa da, zaten son yıllarda, üretici alacaklarının faizsiz taksitlere bağlanıp ödeme güçlükleri çıkarılması, alım miktarının düşürülerek üreticinin tüccarın eline terk edilmesi, taban Fiyatların kasıtlı olarak düşük tutulması vb. yollarla göstermelik bir “desteklemeye” dönüşen bu alımların pratikte bir değeri olmayacak, tüccar ve emperyalist tekeller için tarım ürünlerinin ucuza kapatılıp pahalı satılan ürünler olacağı artık bir kehanet değildir.
“Tekel Kararnamesi”ne gelince; bu kararname bir anda, üstünde basında bile bir tartışmaya fırsat verilmeden çıkarılmıştır. Ama bunun anlamı, yukarıdakilerin aklına bir anda böyle bir kararname çıkarmak geldiği için böyle olmamıştır. Tersine 24 Ocak’tan bu yana izlenen politikaların son aşaması olarak ortaya çıkmıştır. Ve emperyalist tütün ve sigara tekelleri uzunca bir zamandan beri “devlet katlarında hatırlı” temsilcileri ve hükümetleri aracılığı ile bu kararnameyi tezgâhlıyorlardı. Bunun açık kanıtı ise, Philip Morris’in bir kaç yıl öncesinden beri Virginia tütünü deneme ekimlerine başlamış olmasıdır. Daha kararname çıkmadan, İzmir’deki tekel tesislerinin Philip Morris-Sabancı ortaklığı tarafından satın alınıp üretim için hazırlanmaya başlaması da kararnamenin çıkmasının anlık bir mesele olmadığının bir başka göstergesidir.
Gazete köşelerini paylaşmış sözde ilericilerin “tekelin kalitesi artar”, “teknoloji gelir”, “sigarada da yabancı sermaye olsun ne fark eder” gibi gerekçeler arkasında destek sundukları bu kararnameden sadece bu sözde ilericiler değil, büyük tütün ihracatçıları ve sigara te-kelleriyle işbirliğine hazır büyük kapitalistler de hoşnuttur. Ama kararnameyi salt bir yabancı sermeyenin sigara üretiminden öte yabancı tütün ithali ve Türk tütününde destekleme alımlarının ortadan kaldırılması, yerli tütün üreticilerinin uluslararası tekelci şirketlerin rekabeti karşısında yalnız bırakıldığı düşünülürse bunun sonuçlan hangi sigarayı kimin üreteceği tartışmasının çok ötesindedir. Sorunun bu yanına tekrar döneceğiz. Ama burada bir şeyi daha belirtelim ki; Tütün Kararnamesi, emperyalizmin Türkiye tarımına yönelik bir politikadır ve 1950-60’lann “İkili Anlaşmaları” yerini alan IMF dayatmalarının kaçınılmaz bir sonucudur.
Tarım alanlarının ve tarıma dayalı sanayi alanlarının emperyalist sermayeye ardına kadar açılmasında ilk açılışın tütün ve sigaradan başlaması bir rastlantı değildir. Tersine, emperyalizmin önce en karlı alana yönelmesinin bir sonucudur.
Bugün, gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere pek çok ülkede sigara kullanma alışkanlığına karşı etkin kampanyalar yürütülmekte olup, bu durum tütün ve sigara tekellerini hayli zorlamaktadır. Türkiye ise; tam tersine yabancı sigara içiminin teşvik edildiği, sigara tekelleri için tatlı karlar vaat eden bir ülkedir. Üstelik sigara teknolojisi geri ve yabancı sigara tekellerinin teknolojisi ve reklâm kampanyalarıyla baş edecek bir pozisyonda değildir. Bu durum tütün ve sigara tekellerinin iştahını kabarttığı için, yıllardır her yolla Türkiye pazarını ele geçirmeye çalışıyorlardı. Ve son kararname onlara bu yolu, hem de onların istediğinden daha dikensiz ve engebesiz olarak açtı. İster tütünü Türkiye’de üretecekler, isterse biraz ithal fonu ödeyerek ithal edecekler. Fiyatları ise istedikleri gibi belirleyecekler. Hükümet “dampinge karşı önlem alınacak” diyorsa da tekeller her zaman bu tür önlemleri aşmasını bilmişlerdir. Hele Türkiye gibi rüşvetten emperyalist baskıya kadar pek çok yollarla hizaya getirilebilecek bir ülkede bu önlemlerin bir değerinin olamayacağı açık.
Sorun emperyalist tekeller olunca onları tek sınırlayan karın düşüklüğüdür. Bu yüzdendir ki; “tütün kararnamesi” bugün en karlı alan olduğu için onlar için önemlidir. Ve karlı buldukları ölçüde pamuk, fındık, şeker pancarı, vb. akla gelecek her alana emperyalist sermayenin akmaması için bir neden yoktur. Yakın gelecekte, yeni kararnamelerle bu alanların da uluslararası tekellere peşkeş çekilmesine tanık olunması sadece bir zaman ve kar hesabı sorunudur.
Yukarda özetlenmeye çalışılan süreç genel olarak göz önüne alındığında şunlar söylenebilir:
*) 1850-60’ların sömürge yarı-sömürge ilişkilerinin, 1950-60’daki yeni sömürgeciliğin “İkili Anlaşmalar”ına dayanan baskı ve sömürü yöntemlerinin yerini bugün IMFnin başını çektiği emperyalist finans merkezlerinin, geri ülke ekonomilerini tam denetime alma politikaları almıştır. IMF’nin dayatmalarına boyun eğmeyen geri bir kapitalist ülkenin sistem içinde ayakta durma şansı yoktur. Bu çerçevede emperyalist sermaye için tarım ya da sanayi diye bir ayrım yoktur. Karın olduğu her alana tam egemen olmak için ellerindeki her olanağı kullanmaktadırlar.
*) 1970-80’li yıllar boyunca, geri ülkelere tarım ürünlerine yönelik desteklemelerin kaldırılması için dayatmalarda bulunurken, ABD, Fransa başta olmak üzere diğer Batı Avrupa ülkeleri kendi tarımlarını korumak için ithalat sınırlamasından gümrük duvarlarının yükseltilmesine, çiftçilere düşük kredili faizler vermekten destekleme alımlarına her yolu denediler, bugün de deniyorlar. Ama aynı ülkeler, geri kapitalist ülkelere sanayi kredileri açmak için bile tarım ürünlerine yönelik desteklemeleri kaldırmalarını ön koşul olarak öne sürüyorlar. Bu da onların amaçlarının ne olduğunu daha iyi açıklıyor.

EMPERYALİZM, TEKEL KARARNAMESİ VE KÖYLÜLÜK
Türkiye’de, Kurtuluş Savaşı’ndan buyana, köylülük için emperyalizm, bazen liman kentlerine gelen Amerikan savaş gemilerinden çıkıp kent sokaklarında dolaşan şımarık askerler, bazen Amerikan üsleri, bazen “kötü olduğunu” duydukları yabancılar, bazen da ürünlerini satarken büyük tüccarların arkasında hissettikleri görünmez bir eldi. “24 Ocak Kararlarından bu yana da, bazı olumsuz yanlan olsa da köylülüğü kalkındırıp, yeni üretim yöntemleriyle onlara “köşeyi döndürecek” sihirli bir güç olduğu propaganda edildi. Ama son alınan kararlarla bütün bu tanımlamalar ve propagandalar onlar için yeni bir anlam kazanacak, daha şimdiden kazanıyor da.
Yukarıda da belirtildiği gibi, gerek fiyatların “serbest pazarda” “değerine” satılacağı iddiası arkasında destekleme alımlarının ortadan kaldırılması ve tütün gibi ürünlerde ekim alanlarının sınırlandırılması IMFnin dayatmalarının bir sonucu olduğu gibi, son Tütün Kararnamesi ile sigara üretim ve dağıtımında Türkiye pazarının uluslararası sigara ve tütün tekellerine açılması da IMF vr emperyalist ülkelerin dolaysız sömürü politikalarının sonucudur.
Bu kararlar, milyonlarca küçük üreticiyi yabancı ve onlarla işbirliği içindeki yerli sermayenin oyuncağı yapacak kararlar olup, daha şimdiden, tütün ekim alanlarının sınırlandırılmasıyla 560 bin tütün üreticisi aileden, 150 binini tütün üreticisi olmaktan çıkarmıştır. Geri kalanlar için de üretim “hepten bilinmeyen bir pazar için üretim”e dönüşmüş olup, tüccarlar ve uluslararası sermayenin eksperlerinin vicdanına kalmıştır. Dahası, yabancı sigara üretiminin artıp, yerli sigara ve tütünü kovması artık yıl sorunu olmuş olup, yakın gelecekte Türk tütüncülüğünün yok olmasının engelleri ortadan kaldırılmıştır. Bu 400 bin dolayındaki tütün üretimiyle geçimini sağlayan üreticilerin de yıkılması, ya daha az karlı ürünlere yönelmesi ya da topraklarını terk etmekle yüz yüze kalması demektir.
Bu ise, nereden bakılırsa bakılsın 2 milyon dolayındaki faal köylü nüfusu için emperyalizmin soyut bir kötülük imajı olmaktan çıkıp, somut elini sofralarına uzatan ve sofrada ne varsa silip süpüren yüzsüz yabancı olarak somutlanması demektir ki; bu durumun sosyal ve siyasi sonuçlan şimdiden ölçülemeyecek kadar derin sarsıntılara yol açabilecektir.
1960’ların sonunda haşhaş ekiminin sınırlandırılmasıyla ortaya çıkan köylü miting v gösterileri, geçtiğimiz yıllarda, tüccar ve Tekel’in entrikaları karşısında ayağa kalkan Akhisar tütün üreticilerinin eylemleri göz önüne alındığında, bugün milyonlarca köylüyü tüccarın oyuncağı yapacak, tütün üreticisini yıkıma sürükleyecek kararların geniş ve köklü bir karşı hareket yaratmaması beklenemez. Tersine bugün alınan kararlar ve çıkarılan kararnameler, milyonlarca küçük üreticinin günlük yaşamını doğrudan etkileyecek, bankalardan tefecilere, tüccarlardan emperyalist tekellere kadar bütün ilişkilerini derinden etkileyecektir. Bu durum onların öfkesini kabartarak, varolan ekonomik-sosyal sisteme baş kaldırmaları için sağlam bir zemin yaratacaktır. Üstelik onların ihtiyaç ve isteklerine, bugün “köylüm!”, “köylüm eziliyor!” edebiyatı yapan burjuva muhalefet partilerinin yanıt vermesinin bir olanağı yoktur. Çünkü bugün kurulmaya çalışılan “yeni dünya düzeni”‘nin gerektirdiği politikalardır bunlar. Ve bu sisteme başkaldırmadan bu politikaların dışına çıkılması olanaksızdır. Burjuva partilerinin görünüşte birbirinden farklılığı ne olursa olsun onlar tek yönlü bir yolda gitmek zorunda olan bir trene binmişlerdir, aynı yönde gitmek zorundadırlar. Birbirlerinden farkları sadece biraz hızlı ya da yavaş gitmek isteği olabilir. Bu yüzden de onlar yakın gelecekte milyonlarca küçük üreticinin kabaran öfkesine, taleplerine yanıt olmaktan çıkacaklardır.
Alman ve yakın gelecekte alınacak kararlar göz önüne alındığında, kırsal alanda sınıf ayrılıklarının derinleşeceğini, kırsal nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve “düzenin direği” sayılan orta köylülüğün hızla yoksullaşarak ellerindeki toprağı zengin köylülere, kapitalist tarım tekellerine terk etmek zorunda kalacağını, şimdiden söylemek bir abartma olmayacaktır. Bu durum, bu nüfusun önemli bir kısmını zaten işsizliğin kol gezdiği şehirlere iterken, bir kısmını da kır proletaryasına katacaktır. Bunun anlamı ise; şehirlerde ve kırlarda yeni devrimci dinamiklerin oluşması, kırsal alanda anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadele için yeni güç kaynaklarının oluşmasıdır. Bu yüzden de, soruna geleneksel olarak “ne olacak bu köylülerin hali!” biçimindeki yaklaşım anlamsızdır.
Kırsal alandaki emperyalist-kapitalist yıkım, geleceğin dünyasının kurulmasının dayanaklarını güçlendirecektir. Yeter ki, sorun bozulan statükonun yeniden kurulması perspektifiyle değil, emperyalizmin kurmaya çalıştığı “yeni dünya düzeni”nin teşhiriyle birleştirilmiş, baskı ve sömürünün olmadığı bir yeni dünyanın kurulması, bu dünyanın kuruluşunun kırsal dayanaklarının güçlendiği bilinci ve perspektifiyle ele alınabilsin.

KAYNAKÇA:
Azgelişmiş Sürecinde Türkiye (Stefanos Yarasimos)
Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi (Orhan Kurmuş)
İkili Anlaşmaların İçyüzü (Haydar Tunçkanat)
Türkiye’nin Düzeni (Doğan Avcıoğlu)

Haziran 1991

Hukukçu gözüyle “Terörle Mücadele Yasası”

Terörle Mücadele Yasası’nın hukuki boyutları ile temel hak ve özgürlükler açısından yarattığı sakıncalar konusunda görüşüne başvurduğumuz İstanbul Barosu Avukatlarından Kamil Tekin Sürek’in görüşlerini sunuyoruz.
Terörle Mücadele Kanunu emekçilerin propaganda ve örgütlenme özgürlüğünü eskisine göre daha da kısıtlayan anti-demokratik bir düzenlemedir, özünü belirleyen düşüncenin kolayca, halfan en temel siyasi özgürlüklerine bile tahammülü olmayan faşist düşünce olduğunu söyleyebiliriz.
Bu yazıda Terörle Mücadele Kanunu’nun siyasi açıdan değerlendirmesini yapmayıp, TMK’nın uluslararası burjuva hukuk kurallarına bile ne kadar aykırı bir düzenleme olduğunu açıklamaya çalışacağım.
İlk cümlemizde bu metne özellikle yasa demeyip “düzenleme” dedik. Düzenleme dememizin nedeni, bu metnin uluslararası hukuk normlarına göre bir yasa özelliğine sahip olmamasıdır. Bir normun yasa sayılabilmesi için yeterince açık olma koşulu aranmaktadır. Kişinin hangi eyleminin suç sayılacağı ve bu eyleminin ne şekilde cezalandırılacağı açıkça, anlaşılır ve kesin bir biçimde yasada belirtilmesi gerekir. Bilmece gibi yasa olmaz. En iyi yasa yargıca veya idareye takdir yetkisini kısıtlayan ve yoruma ihtiyaç duyulmayan yasadır. Terörle Mücadele Kanunu bu bağlamda bir yasa bile değildir. Terör tanımı, terör suçu tanımı, metindeki suç sayılan fiillerin belirsizliği yasanın değişik zamanlarda ve değişik kişiler tarafından farklı yorumlanmasını getirecek bu da farklı uygulamaya yol açacaktır. Ayrıca bu yasada suç sayılan fiillere uygulanacak cezalar da belirsizdir.
Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesinde terör tanımı son derece belirsiz bir şekilde yapılmıştır. Bu tanıma göre her türlü siyasi eylem terör eylemi sayılabilir. Terörü tarif ederken sadece cebir ve şiddet kullanılması ile yetinilmemiş “korkutma”, “yıldırma”, “sindirme”, “tehdit” gibi kavramlar da terör tanımı içine sokulmuştur. Bu yasa ile mevcut hükümete veya siyasi iktidara yönelik her muhalif eylem cezalandırılabilir. Örneğin, komünist, devrimci, ulusal kurtuluşçu ya da sadece mevcut düzen karşıtı parti, örgüt veya kişiler genel grev çağrısı yaptıklarında, genel grevi örgütlemeye çalıştıklarında “korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle. Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, SİYASI – HUKUKİ – SOSYAL – LAİK, EKONOMİK niteliklerini değiştirmek” eylemini gerçekleştirdiği gerekçesi ile terör örgütü sayılabilir ve terör suçu işledikleri için cezalandırılabilirler. Bu örgütü kuran ve yönetenler 5 yıldan 10 yıla kadar ağır hapis ve 200.000.000 TL. den 500.000.000TL.ya (yanlış okumadınız beş yüz milyon lira) kadar ağır para cezası ile cezalandırılabilirler. Üstelik metinde para cezası veya hapis cezası demiyor hem hapis cezası ve hem de para cezası ile cezalandırılıyor. Tabii bu kadar büyük para cezasını her terörist ödeyemeyeceğinden bu para cezası da hapis cezasına çevrilecektir. Para cezasının miktarı ne kadar yüksek olursa olsun hapis cezasına çevrildiğinde 3 sene hapis cezasını geçemeyeceği için de bu para cezaları uygulamada ek üçer sene daha hapis cezası şeklinde olacaktır. Uygulamada yöneticiler için ceza 8 seneden 13 seneye kadar olacaktır. Ama bu yasa ile demokratlık demagojisi yapacak olan siyasi iktidar 3’er senelerden söz etmeyerek ne kadar hafif cezalar getirdiklerini anlatacaklardır.
Terör örgütüne üye olanlar da 3 yıldan 5 yıla kadar ağır hapis ve 100.000.000 TL’dan 300.000.000 TL’ye kadar ağır para cezası ile cezalandırılabilir. Yine uygulamada bu ceza 6 yıldan 8 yıla kadar hapis cezası olacaktır. Ve genel greve katılan herkes örgüt üyesi ya da yardım eden olarak bu ceza ile cezalandırılabilir.
Örneklere devam edersek, 1 Mayıs günü Taksim Meydanında 500.000 kişi toplanıp sosyalizm lehine ya da iktidar aleyhine sloganlar haykırıp gösteri yaparsanız ya da 1 Mayıs günü bir parti veya sendikanın çağrısı ile yüz binlerce işçi işi bırakıp sokaklara dökülürse böyle bir eylemle burjuvaziyi korkutacağınız için terör eylemine katılmış olursunuz, terör suçlusu olarak yargılanırsınız. Yukarıdaki hapis cezaları ile cezalandırılırsınız. Bu yasa ile burjuvaziyi korkutmak bile yasaklanmıştır.
Yine TMK 1. maddede terör eylemi olarak “devlet otoritesini zaafa uğratmak” amacıyla girişilecek eylemden söz ediliyor. Hukuk teorisine göre her suç (siyasi veya adi) devletin yasalarına karşı her fiil, devletin otoritesine karşı bir fiildir. Trafik kurallarına uymamak bile devlet otoritesini zaafa uğratan bir fiildir. Diğerlerini bir tarafa bırakırsak ne gibi muhalif eylemlerin bu yasanın “devlet otoritesini zaafa uğratma” kısmına girebileceğine bir bakalım.
Zonguldak işçilerinin grevi, 3 Ocak Genel Grevi, Ereğli işçisinin işten atılmaları protesto yürüyüşleri, Öğrenci boykot ve okul işgalleri, yasadışı gösteriler vb. devlet otoritesini zaafa uğratmak olarak değerlendirilip, olay terör eylemi, failleri terörist ve failler birlikte terör örgütü olarak cezalandırılabilir.
Eskiden Türk Ceza Kanunu 141. maddede “sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye” yönelik faaliyetler sürdüren örgütler suçlu sayılırdı. Şimdi devlet otoritesini zaafa uğratan, “kamu düzenini bozanı, hatta “genel sağlığı bozmak amacıyla” faaliyet yürüten örgütler terör örgütü sayılıyor. Bu tür faaliyetler için örgüt oluşturulur mu dememek lazım çünkü bu tür faaliyetleri yapan iki kişi ise bunlar bu yasaya göre örgüttür.
Terörle Mücadele Kanunu’ndan önce TCK 141-142. maddelerden yargılanan insanlar düşünce suçlusu sayılır ve toplumda belli bir saygınlığa sahip olurdu. Şimdi bunlar terörist sayılıyor. Eskiden yetkililer kamuoyuna “bizde fikir suçlusu yok onlar terör suçlusu” derlerdi. Şimdi düşünceler terör kanunu ile cezalandırıldıkları için bu yalanlar yasa ile doğrulanacak.
Bu yasa tam bir göz boyama yasasıdır. Yasa ile cebir ve şiddet yoluyla düzen değiştirme çabaları cezalandırılmıyor, esas olarak tüm muhalif hareketler cezalandırılmak isteniyor. Çünkü Türk Ceza Kanununda 146. madde anayasayı zor yoluyla değiştirme girişimini, 168. madde bu amaca oluşmak için silahlı çete ve 171. madde ise bu amaca yönelik ittifak kurmayı cezalandırıyor. Bu yasa maddeleri hala yürürlüktedir.
Terörle Mücadele Kanunu ile Türk Ceza Kanunu’nun 141-142. maddeleri kaldırılmış fakat bu maddelerdeki fiiller TMK’da yeniden düzenlenmiştir. Böylece daha önce suç sayılan fiiller aslında kaldırılmadığı gibi TMK ile yeni birçok fiil de suç sayılmıştır. Üstelik suç sayılan fiiller de belirsizleştirilerek siyasi iktidarın istediği kişiyi cezalandırabilme olanakları genişletilmiştir. Burjuvazi ve onun siyasi iktidarı olanaklarını genişletmiştir ama burada imzaladığı bütün uluslararası anlaşmalara, mevcut Anayasaya ve diğer yürürlükteki yasalara da aykırı bir yasa ortaya çıkmıştır. Olsun o kadar kusur kadı kızında da olur. Örneğin TMK 1, 2 ve 7. maddeleri suçta kanunilik prensibi ile uyuşmadığı için Anayasanın 38/1 maddesine ve insan Haklan Evrensel Beyannamesinin 11. maddesine aykırıdır.
TMK 1 ve 2 maddeleri ile örgüt kavramı genişletilmiş, eskiden örgüt üyesi olmak için aranan delillerin artık aranmasından vazgeçilmiştir. Herhalde zaten cezalandırmak için genellikle aramadıkları delillerin aranması zahmetinden kurtulmak ve kendilerince bal gibi suçlu olan teröristlerin delil yetersizliğinden serbest bırakılmasını önlemek için artık “Terör örgütüne mensup olmasalar dahi örgüt mensupları gibi cezalandırılırlar” denmiştir. Yasaya göre terör örgütü diye adlandırılan örgütün bildirisini dağıtan ya da düzenlediği gösteride yakalanan kişi örgüt üyesi olmasa bile örgüt üyesi gibi cezalandırılacaktır.
“Madde 3 Türk Ceza Kanunundaki 125, 131, 146, 148, 149, 156, 168, 171 ve 172 maddelerdeki yazılı suçlar, terör suçlandır.” diyerek Ceza Yasasındaki birçok suçu da terör suçu kapsamına almıştır.
TMK 5. maddesi daha önce de suç sayılan ve TCK da yer alan suçların bir kısmına yarı oranında ceza artırımı getiriyor. Terör suçu kapsamına aldığı TCK’nın yukarıdaki maddeleri ve diğer bazı maddeleri özel olarak belirterek bu maddelerdeki suçlar terör amacı ile işlenmişse cezalar arttırılıyor. Örneğin; TCK 168. maddedeki çeteyi yönetenler 15 seneden az olmamak ye üyeler 10 seneden 15 seneye kadar hapis cezasına çarptırılırken şimdi yöneticiler 22 seneden az olmamak ve üyeler 15 sene ile 22 sene arası cezaya mahkûm ediliyorlar. Bu TCK 168. madde de özellikle devrimcilerin cezalandırıldığı bir maddedir.
TMK 6. maddede işkenceciler, halk düşmanları korunmaya çalışılıyor. Gazete ve dergilerde bunların teşhir edilmesi cezalandırılıyor. Teşhirin yanı sıra bu kişilerin cezalandırılmasını yazmak bile terör örgütlerine hedef göstermek adı altında yasaklanıyor. Yine bu madde ile terör örgütü denilen örgütlerin bir konuda açıklamalarını, mektuplarını, bildirilerini kısmen yayınlamak bile suç sayılıyor. İşkenceciler ve halk düşmanları ile birlikte muhbirler de unutulmamış, muhbirlerin kimliklerini açıklamak veya teşhir suç kapsamında.
TMK 7. maddede terör örgütü üyelerine 3 yıldan 5 yıla hapis cezası (ayrıca verilen yüz milyonlarca para cezasını ödeyemeyecekleri için ek olarak 3 yıl daha hapis cezası) örgüt yöneticilerine ise 5 yıldan 10 yıla kadar (üçer sene eklersek 8 ile 13 yıl) hapis cezası getiriliyor. Bu cezalar kaldırılan TCK 141’deki cezalardan daha az değildir. Ayrıca bu maddede yeni olarak yardım edenler (yine bu tanım çok muğlâk, herkes yardım eden sayılabilir) de cezalandırılıyor. Bu yardım dernek, vakıf, parti, sendika ve okullarda yapılırsa ceza iki katı arttırılıyor. Yani bir dernek ya da sendikada açlık grevi yapılırsa, bu eylemi yasadışı örgüt (yine yasadışı Örgüt dedik terör örgütüne alışamadık) örgütlerse ya da terör örgütü üyeleri de bu eyleme katılırsa tüm katılanlara örgüt üyesi olmak ya da yardım etmek suçundan iki misli ceza verilebilir ve dernek kapatılır bir de üstelik demeğin mallarına el konur. Bu yasaya göre Aydın Cezaevindeki baskıları protesto için açlık grevi yapanlar (ÎHD vb. yerlerde) SS Kararnameleri adı verilen kararnameleri protesto için dernek ya da partilerde açlık grevi yapanlar yukarıdaki gibi cezalandırılabilir. Yine bu maddede yardım etmek derken yardımın niteliği ve nasıl yapıldığı konusunda bir ayrım yapılmıyor. Örneğin bu maddeye göre yaralı veya ölmek üzere olan bir “teröristi” hastaneye götürmek, yaralı bir teröristin yarasını sarmak hatta bir “teröristi” borç para vermek bile yardım olarak değerlendirilebilir.
Örgüt üyelerine dernekte yardım edildi diye ya da dernek faaliyetleri ile örgüte yardımcı oldu diye derneğin kapatılması ve mallarına el konması yukarıda belirttiğimiz hukuk kurallarına göre cezaların şahsiliği prensibine aykırıdır. Bir kişinin işlediği suçtan ötürü bir diğeri cezalandırılmaz. Ayrıca yine derneğin mallarına el konması hem cezaların şahsiliğine hem de “kutsal mülkiyet hakkına” aykırıdır.
8. madde TCK’nun 142/3. maddesinin yeniden yazılmağıdır. “Bölücülük”, “Kürtçülük” diye adlandırılan suçu cezalandırmaktadır. Madde eskisine göre daha muğlâk yazılarak cezalandırılacak fiil genişletilmiştir. TMK’da TCK 142 maddesindeki komünizm propagandası ve bölücülük aynen korunmuştur. Artık “Yaşasın Komünizm”, “İnsanlık Komünizmle kurtulacaktır” demek suç değildir. Fakat yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi “korkutma”, “yıldırma”, vb. muğlâk ifadelerle suç olmaktan çıkmamıştır. Esas olarak kaldırıldığı iddia edilen     TCK 142 kaldırılmamış, TCK 141/2 (faşist diktatörlüklerin, tek kişi ya da zümre iktidarının propagandasını yapmak suçu) kaldırılmıştır.
6, 7 ve 8. maddelerdeki suçlan basın yoluyla işlemek bu maddelerin son fıkralarında cezalandırılıyor. Bu maddeler özellikle basını cezalandırmak ve basın yoluyla propagandayı engellemek için düzenlenmiş. Gazete ve dergisinde işkencecileri teşhir eden, bunları hedef olarak gösteren, terör örgütlerinin açıklamalarını basan, terör örgütleri hakkında övücü yazılar yazan, bu Örgütleri iyi gösterebilecek ya da bu örgütlerin lehine değerlendirilebilecek haberleri basan, çeşidi şekillerde yardım eden ve bölücülük propagandasına alet olan yayınevi sahipleri ve yazı işleri müdürleri (asıl faillerin -yazıyı yazanların- cezalandırılmasının yanı sıra) çok yüksek para cezası ile cezalandırılıyor. Bu para cezalarının ödenmesinin mümkün olmaması nedeniyle de her para cezası için uygulamada 3 sene hapis cezasına çarptırılmış oluyorlar. Artık Apo ile röportaj yapacak ya da bir devrimci örgütün bir konuda bildirisinden alıntılar yapacak derginin sahibi ve yazı işleri müdürü 3 yıl hapis cezasını ya da milyonlarca para cezasını göze almak durumundadır.
Bu yasa ile basında müthiş bir oto sansür ortaya çıkacaktır. Nitekim Cumhuriyet Gazetesi yasa çıkar çıkmaz haberleri veriş tarzında değişiklikler yapmıştır. Yasadan sonra zaten çok kısıdı olan gazetecinin haber verme, halkın ise haber alma özgürlüğü, propaganda özgürlüğü tümden yok edilmek istenmektedir. Yasa ayrıca cezaların şahsiliği prensibini çiğnemekte, yazıyı yazanın sorumlu olması gerekirken onun işlediği farz edilen suçtan ötürü yazı işleri müdürü ve yayın sahibi de cezalandırılmaktadır. Bu eski çağlardaki suçlunun tüm ailesini ya da tüm cemaatini cezalandırma anlayışı gibidir.
Düzenleme cezalarda eşitlik prensibine de aykırıdır. Çünkü ceza olarak derginin ortalama satışı ya da en yüksek tirajlı günlük yayının bir önceki ortalama satış tutarının yüzde doksanı gibi cezalar getirerek aynı suçu işleyen birine başka, diğerine başka miktarda ceza verilmesine olanak tanımıştır. Tirajı veya fiyatı ile yüksek geliri olan dergiler diğerlerine göre aynı suçtan ötürü daha şiddetli cezalandırılacaklardır. Burada cezalıların kanuniliği prensibi de çiğnenmektedir. Çünkü kişinin hangi suçu işlerse hangi ceza ile cezalandırılacağını bilmeye hakkı vardır. Derginin çıkmasından önceki en yüksek tirajlı günlük mevkutenin bir önceki ay ortalama satış tutarının yüzde doksanı kadar ağır para cezasına çarptırılacak. Bilmece gibi ceza…
TMK’nın 6, 7 ve 8. maddelerinin son fıkraları eşitlik açısından Anayasanın 10. maddesine, ceza sorumluluğunun şahsiliği prensibi açısından ve cezaların kanuniliği açısından Anayasanın 38. maddesine ve haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayınlanmasının engellenmesi açısından Anayasanın 29/3. maddesine aykırıdır. Tabii Uluslararası burjuva hak ve özgürlüklerle ilgili (İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi başta olmak üzere) hemen hemen tüm sözleşmelere de.
Yasanın 10. ve 14. maddeleri savunma hakkını kısıtlıyor. 10. madde bir sanığı en çok 3 avukat savunabilir sınırlaması getirirken, sanık ve avukatının cezaevlerinde ancak görevlilerin gözetiminde görüşebileceğini hükme bağlıyor. Oysa uluslararası hukuk kurallarına göre iddia ve savunma eşittir. Türk Ceza Yargılamasında kovuşturmanın hazırlanması ve sürdürülmesinde gizlilik esastır. Bu nedenle avukatla sanık arasında savunmanın hazırlanmasında da aynı gizlilik esas olmak zorundadır. Avukat ile sanık arasında bilgi alışverişinde gizildik ihlal edilemez, savunmaya yönelik her türlü belge, yazı vb. alışverişi engellenemez. Avukattan belgeleri ya da bilgileri açıklaması istenemez. Avukatı ile sanığın cezaevinde aralarında hiçbir engel olmadan ve konuştukları kimse tarafından dinlenemeyecek şekilde görüşebilmelerinin sağlanması savunma hakkının en temel kuralıdır.
14. maddede ihbarcıların kimlikleri gizlenerek ihbar edilenin kendini savunma hakkı kısıtlanıyor. İhbarcının kimliği gizlendiğinde suçlanan kimse ihbarcının düşmanı mı, hasmı mı, bir yalancı mı olduğunu bilemeyecek ve dolayısıyla kendini savunamayacaktır. Bu maddelerde Anayasanın 36. maddesine aylandır.
Madde 11’de gözetim süresi olarak 48 saat ve toplu işlenen suçlarda 15 gün süre tanınıyor. Tabii ki terör suçları terör örgütünün suçlan olduğundan ve örgütler de suçu toplu işledikleri için pratik olarak bu yasa ile ilgili suçlarda gözetim süresi 15 gün oluyor. Demek ki işkence için bu süre yeterli görülmüş. 12 Eylül’deki gibi işler yoğunlaşırsa süre hemen 120 güne çıkarılabilir.
Madde 12 ile işkenceciler bir kere daha korunuyor. İşkenceciler mahkemede tanık olarak dinlenmek durumunda kalınırsa, onları kimse tanımasın diye gizli duruşma yapılıyor.
13. maddede ise terör suçlularının cezasının paraya çevrilemeyeceği ve tecil edilemeyeceği hükmü getiriliyor.
15. maddede bir kez daha işkenceciler korunuyor. İşkenceciler tutuksuz yargılanır hükmü getiriliyor ve devlet işkencecilere avukat tutar, avukata da istediği kadar para verilir deniyor. (İşkencecilerin savunmasını yapacak avukat zor bulunduğu için avukatlara çok para vererek işkencecileri savunacak avukat bulabileceklerini sanıyorlar.) Bu maddede ayrıca işkenceci işkence sırasında kurbanını öldürmemişse yargılanması mülki amirin iznine bağlıdır hükmü getiriliyor. Memurların yargılanması ile ilgili kanuna göre yargılama yapılması demek işkencenin memurun görevleri arasında sayılması demektir. Çünkü bir kimsenin Memurların Yargılanması ile ilgili Kanun’a göre yargılanması için işlenen suçun memurun görevini yaparken ya da görevi ile ilgili olarak işlediği suç olması gerekiyor.
Bu kadar işkenceciler için kolaylık getirdiklerine göre, işkencecilerin korkuları bir nebze azalmıştır herhalde.
Bu maddede yine hukukun eşitlik prensibi çiğneniyor. (Bu yasa ile neler çiğnenmedi ki). Çünkü ceza yasalarında şu maddelerinden yargılananlar tutuksuz yargılanır diye bir kural getirilebilir. Suçun niteliğine göre tutuksuz yargılama mümkündür (Örneğin taksirli suçlar, basın suçlan vb.). Fakat asla şu kişiler tutuksuz yargılanır diye bir kural getirilemez. Eğer böyle bir kural getirilirse bazı kişi veya zümrelere ayrıcalık tanınmış olur.
TMK 15. maddesi Anayasanın 2,15 ve 19. maddelerine aykırıdır.
Yasanın cezaların infazı ile ilgili 16, 17, 18. maddeleri de yine eşitlik ilkesine aykırı olarak “teröristler” için bazı ayrımlar getiriyor.
-“Teröristler” özel cezaevlerinde (hücre tipi) cezalarını çekerler.
-Bu cezaevlerinde açık görüş yapılmaz.
-Bu şartlar tutuklular için aynen uygulanır (tutukluluğun bir tedbir olması, tutuklunun suçsuz olabileceği ve bu yüzden mağduriyetinin en az düzeye indirilmesi için mahkumlardan ayrı bir statüye sahip olması gerektiği gibi hukuki kurallar yine göz ardı ediliyor.)
-Normal mahkumlar 30 günlük mahkumiyetin 12 gününü çektiklerinde şartı tahliye hakkını kazanırken bu yasaya göre mahkum edilenler (Teröristler) 30 günlük cezanın 22.5 gününü yattıklarında şartlı salıverilme hakkına sahip oluyorlar.
-Teröristlerin şartlı salıverilme hakkının yakılması diğer mahkumlara göre daha kolay oluyor.
19, 20 ve 21. maddelerde ihbarcıların ve terörle mücadelede yararlı olmuş devlet görevlilerinin maddi ve manevi ödüllendirilmesi düzenleniyor.
Geçici 4. madde en az bu yasa kadar ünlü olan madde. Genel af yerine bir kereye özgü şartlı tahliye uygulamasını getirirken faşistlerin kollandığı, devrimcilerin daha fazla cezaevinde kalmasını sağlayan madde. Bu madde müebbet ağır hapis cezası almışlarsa 7 yıl daha fazla ve 36 yıl hapis cezası almışlarsa 5 yıl daha fazla yattıklarında yasadan faydalanabiliyor. Uygulamada 7-8 kişi öldürmüş faşist katiller hemen tahliye edilirken sadece banka soymuş ve 36 yıl ceza almış devrimciler cezaevlerinden çıkamadılar.
Geçici 9. madde de herkesçe bilinen DİSK’in mallarına el koyma maddesi. Artık burjuvazi işçilerin alın terlerine, artı-değerlerine el koymakla yetinmiyor mallarına da el koyuyor. Bu madde için ne “kutsal mülkiyet hakkı”ndan ne de “cezaların şahsiliği” prensibinden bahsetmeyeceğiz, sadece yakında gasp ettiklerinizin tümünü asıl sahipleri geri alacak, hesap vermeye şimdiden hazırlanın demekle yetineceğiz.
Terörle Mücadele Kanunu’nu açıklamaya çalışırken belki de en çok burjuva hukukunun eşitlik prensibine, siyasi eşitlik-kanun önünde eşitlik prensibine aykırılıktan söz ettik. Burjuvazi, 1789 Burjuva Devriminden bu yana sürekli siyasi eşitliği toplumda sağladığıyla övünmesine rağmen uygulamada hiçbir zaman, hiçbir ülkede burjuvazinin savunduğu kadarıyla bile, burjuvazi ile işçi sınıfı ve emekçiler arasında siyasi eşitlik sağlanamamıştır. Hatta bazı ülkelerde (ABD, Güney Afrika Cumhuriyeti vb.) sınıfsal eşitsizliğin yanı sıra ırk ayrımı bile uygulana-gelmiştir. Ülkemizde ise sınıflar arasında her türlü eşitsizlikle birlikte siyasi eşitsizlik her zaman aşırı boyutlarda olmasına rağmen giderek özellikle 12 Eylül’den sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki ırk ayrımı boyutlarına yaklaşmıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde siyahlar ile beyazlar her konuda eşit olmadığı gibi kanun önünde de eşit değildir. Siyahlara başka, beyazlara başka yasalar uygulanır. Artık bizim de zencilerimiz var. Bizim zencilerimiz; komünistler, devrimciler ve Kürtlerdir. 12 Eylül’den bu yana komünistlere, devrimcilere ve Kürtlere farklı kanunlar uygulamaya başlandı.
Sadece onlar için özel yasalar çıkarıldı. (Terörle Mücadele Kanunu, SS Kararnameleri vb.).
Onlar, ayrı mahkemelerde yargılanıyor (Sıkıyönetim. DGM’ler vb.).
Onlar, ayrı cezaevlerinde tutuluyor (Özel Tip Cezaevleri, Eskişehir Hücre Tipi Cezaevi vb.).
Onlar için ayrı güvenlik örgütleri kuruldu (özel Tim, Korucular, Çevik Kuvvet vb.).
Onlara özel idari yapılar kuruldu (Olağanüstü Hal Bölgesi, Olağanüstü Hal Kanunu, Olağanüstü Hal Valisi vb).
Onlara resmi kurumlarda hatta fabrikalarda bile çalışmayı yasaklayan uygulamalar getirdiler (Sakıncalı personel uygulaması gibi).
Burjuvazi bugüne kadarki yasalarıyla nasıl emekçi sınıfların mücadelesini engelleyemediyse. Terörle Mücadele Kanunu da işçi sınıfı ve emekçilerin özgürlük ve sosyalizm mücadelesini engelleyemez.
Toparlamak gerekirse;
1 – Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, yasada “korkutma”, “yıldırma”, “sindirme”, “tehdit” “yöntemlerinden biri ile” “Cumhuriyetin niteliklerini değiştirmek” denilerek ve yine ne şekilde olursa olsun (gösteri, bildiri dağıtarak bile) ülkenin bütünlüğüne karşı fiiller 8. maddede suç sayılarak, TCK 142. maddedeki fiiller bu yasa içine dağıtılarak suç sayılmaya devam edilmiştir.
2 – Bu yasaya göre, bir faşist ile devrimci arasında, idam cezası almışlarsa 10 sene, müebbet hapis cezası almışlarsa 7 sene, 36 yıl ağır hapis cezası almışlarsa 5 sene faşist lehine erken tahliye olanağı getiriliyor.
3 – Siyasi iktidarın şimdilerde “terörist” adını verdiği, eskiden “kökü dışarıda akımlar”, “anarşistler” vb. şekilde karalamaya çalıştığı ilerici, demokrat ve devrimcileri cezalandırmak için yasalar mevcuttu. Bu yasalar da, anti-demokratik, çağ dışı ve uluslararası burjuva hukuk kurallarına aykırı yasalardı. Fakat iktidar bu yasalarla da yetinmeyerek Hitler Almanya’sındaki, Mussolini İtalya’sındaki, ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’ndekileri aratmayacak yasaları yürürlüğe koymak ihtiyacını duyuyor.
Bir taraftan “komünizm öldü”, “sosyalizm iflas etti” propagandası alabildiğine sürdürülürken diğer taraftan “hiçbir tehlike arz etmeyen komünistler ve devrimciler” için böylesine yasaların çıkarılması, halktan ve demokrasiden ne denli korkulduğunun ifadesi olduğu gibi, ikiyüzlülüğün ve “demokratikleşme”, “liberalizm” demagojisinin de ortaya serilmesidir.
Her gecenin sabahı vardır. “Terörle Mücadele Kanunu”nun ve son yıllarda çıkarılan diğer anti-demokratik yasaların TCK’nın 141-142. maddeleri kadar bile dayanabileceğini sanmıyorum.
Soru – Bir “Af” çıkartıldığı söylenebilir mi?
Yanıt – Çıkan yasada af yoktur. Af yerine şartlı salıverme getirilmiş, bu şartlı salıverme de kademeli olmuş ve belirli bir süre cezaevinde kalmış olma şartını getirmiştir. Faşistlerle devrimci hükümlüler arasında bir ayrım yapılarak faşistler salınmış, devrimcilerime beş ile on yıl sonra salınmaları sağlanmıştır.
Soru – Yasa Kürtlere ne getiriyor?
Yanıt – Kürtçe yayın, eğitim ve kültür sanat etkinlikleri yasak olmaya devam etmiştir. Kürtçenin serbest bırakılması ise, hiç bir anlam arz etmiyor. Çünkü Kürtler zaten Kürtçe konuşuyorlardı. Çoğu anadilinden başka dil bilmeyen insanların anadilini konuşmasını yasaklamak zaten mümkün değildi.
Soru – 141-142’nin kaldırılmasını neye bağlıyorsunuz?
Yanıt – Yıllardır dillere pelesenk olan bu maddeler kaldırılarak demokratik hak ve özgürlükler uğruna yürütülen mücadelenin kısa süreli de olsa tatil edilmesi hesaplandı, bu konuda zaman kazanıldı. 141-142. maddeler, toplumsal muhalefetin geliştiği, giderek nitelik ve nicelik olarak güçlendiği son 20-30 yıldır bir simge haline gelmişti. Böyle bir muhalefet sonucu bu maddeler bazı dönemler pratik olarak kullanılamamış ve son zamanlarda hiç kimse tarafından savunulamaz hale gelmişti. Üstelik 141-142 kaldırılarak ama yerine benzeri yasal düzenlemeler getirilerek, uluslararası demokratik-kamuoyu da bir süre yatıştırılabilir di. Bunlar ne de olsa “düşünce suçu”nu karşılıyordu. Fakat terör suçunu ve teröristleri hiç kimse savunamazdı. 141-142’yi Terörle Mücadele Kanunu içinde yeniden düzenlerseniz, artık düşünce suçu ortadan kalkar, terör suçu ortaya çıkardı. Üstelik hem Kürtler hem demokrat reformcu muhalefet, bu yasa sayesinde “demokrasi geldi-geliyor” diyerek iktidarın yanına yönelecekti, bu düşünce yanlış çıkmadı. “Demokratikleşme çabaları” pek çok aydını kazanıp “teröristleri” ve “terörü” tecride vesile oldu. Ama şimdi daha demokrat ve adaletli bir Türkiye’de yaşadığımız söylenemez.

Haziran 1991

Emperyalist diplomasinin karakteri değişmedi Üç dönem, üç politika-1

Emperyalistler ve gericiler, dünya kamuoyunu kendi politikaları doğrultusunda oluşturmak için, halkların çarpık bir tarih bilinciyle donatılmasına ve yakın geçmişte olup bitenlerin unutturulmasın» dayanıyorlar. Bu amaçlarına varmak için, artık hemen hemen nüfusun tamamını kapsayan eğitim kurumlarında resmi tarih görüşünü dikte etmekte ve devasa boyutlara ulaşan iletişim aygıtları tekelinden yararlanmaktadırlar.
Birbirinden farklılıkları ne olursa olsun, bütün burjuva tarih kuramları, uluslararası ve ulusal planda varolan emperyalist-kapitalist sistemi olabilecek sistemlerin en kusursuzu olarak göstermeyi amaçlayan bir tarih oluşturmada birleşirler. Yakın geçmiş, olanaklı olduğu ölçüde unutturulmaya çalışılırken, unutulmayacak kadar derin izler bırakan olay ve olgular ise, sisteme rağmen çıkmış, rastlantısal olay ve olgular biçiminde yorumlanırlar. Bunu başaramadıklarında ise, eskiden belki öyleydi, ama artık bugünkü koşullarda bunlar geçerli değildir diyerek, dünü mahkûm ederek bugünü kurtarmayı da ihmal etmezler. Örneğin, İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkelerin, uygarlık adına sömürgelerde uyguladıkları talan, baskı ve işkenceler hiç olmamış gibi üstünde durulmazken, 1. emperyalist paylaşım Savaşı, Almanya’nın aç gözlülüğüne, 2. Emperyalist paylaşım Savaşı, Hitler’in çılgınlığına bağlanıp, Marks’ın görüşlerinin doğruluğu 19. yüzyıl koşullarında geçerli olduğu “gerçekçilik” adına kabul edilirken, bunların 20. yüzyılda geçersizliği, yine “gerçekçilik” adına propaganda edilir. Ya da, Ekim devrimi, köhnemiş çarlığı yıktığı için “haklı” bulunurken, sosyalizmi kurmaya yöneldiği için “hayalcilik’le suçlanır.
Bugün, birleşik emperyalist-revizyonist gericilik tarafından kurulmaya çalışılan ve propagandası yürütülen “yeni dünya düzeni” de halkların tarih bilincindeki çarpıklığın derinleştirilmesi ve emperyalizmin sömürücü ve baskıcı bir sistem olduğu, çıkarları gerektirdiğinde dünyayı ateşe vermekten çekinmeyeceği çelişmeleri bağrında taşıdığı gerçeğinin unutturulmasına dayandırılmaya çalışılıyor. Emperyalist propaganda merkezlerinin bu doğrultuda yürüttüğü propaganda, reformcu ve revizyonist eğilimler tarafından da açıkça destekleniyor. Dahası, iyi niyetli demokrat ve aydın çevreler de bu propagandanın etkisiyle emperyalizmin barış içinde bir dünya kuracağı hayalinin yayılmasına destek oluyorlar.
Hiç kuşkusuz ki emperyalist-gerici kampanyanın boşa çıkarılması için; emperyalist sistemin bugünkü özellikleri ve onun bağrında taşıdığı çelişmelerin uzlaşmaz niteliği, emperyalistlerin nasıl bir barış ve demokrasi yanlısı olduğu, izlenen politikaların amaçları, “yeni dünya düzeni”nin ekonomik cephesi vb. gibi pek çok konu incelenmek zorundadır ve Özgürlük Dünyası, sorunun böylesi geniş kapsamlı bir biçimde açılması gerektiğinin, burada kendisine düşen görevin, bilincindedir. Ama şu bir gerçektir ki; bu faaliyet, ne bir, ne de bir kaç dergi yazısının boyutlarına sığmayacak kadar geniş kapsamlıdır. Bu yüzden de bu sayımızda sorunun sadece bir yanına, 20. yüzyıl boyunca emperyalistlerin politika değişikliklerine ve değişmeyen amaçlarına değinmekle yetineceğiz.
20. yüzyıl boyunca bir bütün olarak bakıldığında, emperyalist devletlerin çıkarlarından başka hiç bir ilke, ahlak değeri, hukuk ve hak tanımadığı, bu nedenle de dünyayı kana bulamaktan ulusal kurtuluş savaşlarına “destek”e kadar değişik politikalar izlediği görülür. Bu durum, yüz yıl boyunca izlenen değişik politikaları sergilemeyi olanaksız kılarsa da, belirli dönemlere yön veren politikalar esas alındığında hem teferruatın gerçeğin üstünü örtmesi önlenir, hem de olaylar ve olgular yerli yerine oturur. Biz de burada bu yöntemi izleyeceğiz ve birbirinin devamı olan üç dönem içinde emperyalist sistemin kendisini ayakta tutmak için izlediği ana politikaları ve amaçlarını sergileyeceğiz.
Bu dönemleri şöyle sıralayacağız:
1. dönem: 1918’den başlayarak 2. Emperyalist paylaşım savaşına kadar olan dönem.
2. dönem: 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra başlayıp, 1980’lere kadar olan dönem.
3. dönem: 1980’lerde gündeme getirilen “yeni dünya düzeni” dönemi.

1. DÖNEM: EMPERYALİST DÜNYA VE WİLSON’UN “14 İLKE”Sİ
Kartel ve tröstler biçimindeki sanayi ve ticaret tekellerinin oluşması 1870’lerde görülürse de, tekellerin istikrarlı ekonomik merkezler olarak dünya ölçüsünde faaliyet göstermeleri, 19. yüzyılın sonlarında başlar. Aynı yıllar, dünyanın belli başlı topraklarının büyük kapitalist ülkeler tarafından paylaşımının tamamlandığı yıllardır.
19. yüzyıl boyunca büyük sömürgeci kapitalist devletler, Afrika, Asya, Avustralya ve Güney Amerika’yı sömürge alanlarına bölmüşler, kendi güçlerine göre paylaştıkları bir dünya düzeni kurmuşlardı. Emperyalist devletler içinde, kapitalist gelişme sürecine ilk önce giren İngiltere, dünyanın en geniş bölümünü kendi topraklarına katarak, “güneş batmayan imparatorluğu”nu kurmuştu. Fransa ise, İngiltere’den sonra ikinci büyük sömürgeci olarak oldukça geniş topraklar üstünde egemenlik sürdürüyordu. 19. yüzyılın ikinci yansından sonra kendi “birliğini” sağlayan ABD ise iç sorunlarını Güney-Kuzey savaşıyla çözdükten sonra sömürgeler edinmeye yönelmiş, Pasifik ve Atlantik’te, İspanyollar, Portekizliler ve Japonlarla savaşlar ve çatışmalar yoluyla yeni topraklar elde etmişti. Orta ve Güney Amerika’da ise, ekonomik ve siyasi baskı yoluyla, bu ülkeleri yarı-sömürge durumuna getirmişti. Uzak Doğu’da da, Çin’in paylaşımından pay alma çabası içindeydi.
Kapitalistleşme sürecine geç giren Almanya, Japonya ve İtalya ise, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği hızla güçlenmişler, ama dünyada paylaşacak yeterince toprak kalmadığı için, varolan paylaşımı “adaletsiz” buluyorlardı. Kendilerinden çok küçük ekonomik ve askeri güce sahip olan Hollanda, Belçika gibi “küçük” emperyalist ülkelerin bile, kendilerinden çok sömürgeye sahip olmasını, kabul etmiyorlar, özellikle de İngiliz İmparatorluğu’ndan pay istiyorlardı. Varolan “adaletsiz” paylaşım düzeni, kaçınılmaz olarak, silahların çekilmesine vardı ve bütün “uygar” dünyayı kana bulayan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşına yol açtı.
Bu dönemde emperyalistler, dünyanın çok büyük bir bölümünü sömürgeleştirerek ilhak etmişler, geri kalan bölümünü ise; (Osmanlı İmparatorluğu, Çin, İran vb.) yarı-sömürgeleri durumuna getirmişlerdi. Henüz ciddi bir anti-emperyalist mücadele ile de karşı karşıya değillerdi. Asıl mücadele kendi aralarında sürüyordu. Bu yüzden de, aralarındaki mücadelenin yanı sıra, aynı zamanda halklara karşı, ya da 1917 Ekim Devrimi’nden sonra olduğu gibi, sosyalist sisteme karşı birleşip ortak mücadele edecekleri bir durum söz konusu değildi. Yarı-sömürge durumundaki ülkelerdeki hükümetlerle çıkan “problemleri” ise, “dretnot politikası”‘yoluyla çözebiliyorlardı. (Dretnot politikası: Emperyalistlerin çıkarlarına karsı tutum alan hükümetleri, kralları, sultanları hizaya getirmek için, bu ülkelerin limanlarına gelen emperyalist hükümetlerin savaş gemilerinin toplarını saraya çevirip, bu hükümetlere baş eğdirme, yöntemi.)
Anlaşılacağı gibi, bu dönemde emperyalistlerin, kendi sistemlerinden bir kaygısı yoktu ve ilhak ve zor asıl araç olarak işlev görüyordu. Bu yüzden de emperyalist sistemin bu ilk döneminde uygulanan politikaları konumuz gereği bu yazının kapsamı dışında tutarak, 1918 sonrası gelişmeler üstünde duracağız.
1918 sonrası gelişmeler ve Wilson’un “14 İlke”si
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, sadece yenilen ülkelerde değil, savaşın galibi olan, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde de büyük yıkımlara yol açmıştı. Savaş, bir yandan yetişmiş insan gücünü yok ederken, bir yandan da üretim araçlarını tahrip etmişti.
Galip ülkeler içinde sadece ABD, ekonomik gücünü büyüterek, Japonya da fazla bir yıkıma uğramadan çıkmıştı.
Diğer emperyalist ülkelerin durumu göz önüne alındığında sadece bu durum bile, ABD’ye büyük bir avantaj sağlıyordu. Ama ABD’nin başka avantajları da vardı: Her şeyden önce ABD, sınırsız yeraltı kaynakları, öteki emperyalist ülkelere göre bir kaç kat fazla nüfusu, savaşın kendi toprakları dışında sürmüş olması, askeri ve ekonomik kaynaklarının devasa boyutuyla da avantajlıydı. Dahası, dünya kamuoyu gözünde, İngiltere ve Fransa gibi, sömürgecilikle damgalanmamış olmanın avantajını da taşıyordu. .
Öte yandan, uzunca bir zaman Avrupa ve dünyanın öteki bölgelerindeki çatışmadan uzak kalmış ve İç Savaş sonrasında istikrarlı bir büyüme çizgisi izleyen ABD ekonomisi, 1. Emperyalist Savaş’la birlikte ekonomisini askerileştirerek, dünya ölçüsünde bir paylaşımda yer almak için sadece ekonomik bakımdan değil, askeri bakımdan da dünyanın en büyük emperyalist gücü haline gelmişti. Gerçi İngiliz İmparatorluğu, hala en büyük sömürgeciydi; ama artık çöken, “astarı yüzünden pahalı” bir sömürgecilik dönemine girmişti. Fransa için de durum pek farklı değildi. Savaş öncesinin hızla gelişen genç emperyalisti Almanya ise, eski sömürgelerini yitirmek bir yana “anavatan” üstünde bile egemenliklerini yitirmişti. Japonya, nispeten az kayıpla çıkmış, hatta “karlı” bile görünüyordu, ama yine de savaşta önemli ölçüde yıpranmıştı. Bu durum ABD’nin emperyalist dünya düzeni içinde başrole soyunması için bütün koşulları hazır hale getirmişti.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, sadece savaşan ülkelerde yıkıma yol açmak ve eski sömürge sisteminde sarsıntıya yol açmakla sınırlı bir savaş olarak kalmadı; dünyada çok önemli sonuçlara yol açan bir gelişmenin de yolunu açtı: 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin de vesile nedeni oldu. Bu, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcıydı. Proleter devrimler çağı… Artık, yer yuvarlağı üstünde tek bir kapitalist dünya yoktu. Tersine, birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içinde iki dünya vardı: Bir yanda baskının, sömürünün zulmün kol gezdiği kapitalistlerin eski dünyası, öte yanda eşitlik ve özgürlüklerin müjdecisi, sömürüsüz bir yeni dünya, proletaryanın dünyası. Yeni dünya, daha başlangıcından itibaren, bütün dünya proletaryası ve ezilen halklar için, baskısız ve sömürüşüz bir dünyanın müjdecisi olduğu kadar, onlara bir mücadele çağrısı da oldu. Ve kapitalist emperyalist dünya, ilk kez, bu, kendi sistemine alternatif olabilecek bir dünya ile, bir varlık-yokluk sorunuyla yüz yüze geldi. Emperyalistler için “köpeksiz köyde değneksiz dolaşma” dönemi sona ermişti. Yeni dünyanın ilk örneği olan SSCB’yi ve onun uyandırdığı proletarya ve ezilen halkları hesaba katmayan plan ve politikaların, artık yaşama şansı yoktu.
Bütün emperyalistler, daha Ekim Devriminin ilk günlerinde bu gerçeği fark ettiler ve devrimin zaferini önlemek için, karşı devrimcileri desteklemekten doğrudan silahlı müdahaleye kadar her yolu denediler. Ama gelişmeleri en “gerçekçi” değerlendiren ABD oldu. Emperyalist sistemin, savaşın getirdiği yıkıntılardan kurtulup varlığını koruması ve sosyalist sistem karşısında ayakta kalması için “yeni dönemde” izlenmesi gereken politikalar, ABD Başkanı Wilson’un “14 İlke” olarak bilinen, bütün emperyalist ülkelere yaptığı “barış” çağrısında açığa vuruldu. Bu yüzdendir ki; 1. Emperyalist Savaş içinde, ancak savaşın sonlarına doğru aktif bir rol oynamaya başlayan ABD’nin (ABD Başkanı’nın şahsında) “programı”nı, sonraki gelişmeleri etkileyen bir program olduğu için, burada üstünde ayrıca durmayı gerektiren bir belge olarak görüyoruz.
“Barış” ve “adalet” kavramları arkasında saklanan emperyalist amaçlar
W. Wilson’un “14 İlke “sini aşağıya olduğu gibi aktardık. İlk bakışta, “barış” ve “adalet” savunusu imajı veren bu “ilke”ler, yayınlandığı zaman da 2. Enternasyonal lider ve çevreleri tarafından alkışlarla karşılanmış, dünya yüzünde “ebedi barış” ve “adalet”i sağlayacak “ciddi” ve “samimi” bir girişim olarak lanse edilmişti. Ama 2. Enternasyonalcilerin yaygarası, gerçeği değil, sadece onların emperyalizmle uzlaşmaya ne kadar yatkın olduğunu gösteren bir kanıt olmaktan öteye geçmiyordu.
Şöyle ki; W. Wilson’un “ilkeleri”nde dikkati çeken ve önceki dönem emperyalistler-arası ilişkilerde görülmeyen birinci öğe, görüşmelerde gizliliğin kaldırılması ve gizli anlaşmaların yapılmaması isteğidir. Diğer bir nokta ise, 5. maddede ifadesini bulan “sömürgeler sorunu”nun bir çözüme bağlanmasında “halkların isteği”nin dikkate alınması ve “adil” sınırlar çizilmesidir. Bunlara, deniz ticareti ve uluslararası ticaretteki sınırlamaların kaldırılması ile “silahların sınırlandırılması” eklenince ortaya, 2. Enternasyonalcilerin aklını başından alan bir “barış” programı çıkmaktadır.
Ama gerçekler hiç de öyle değildir. Tersine Wilson “ilkeleri”, başta ABD olmak üzere bütün emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunan, “barış” ve “adalet” ise sadece halkların kafasını karıştırmak için, propaganda amacıyla öne süren bir programdır. Açıklamaya çalışalım:
1. Emperyalist paylaşım Savaşı, önceki savaşlardan farklı olarak, sadece savaşan ülkelerin halklarını değil, bütün sömürge ve yarı-sömürge halkları da savaşın içine çekerek, tüm dünyayı büyük acılara ve yıkımlara sürükleyen bir savaştı. Dört yıl boyunca, sadece cephede değil cephe gerisinde de savaş, kendisini bütün ağırlığı ile duyurmuştu. Bu durum halklarda ve emperyalist ülkelerin emekçileri arasında büyük hoşnutsuzluklara yol açmış, Rusya başta olmak üzere bütün savaşan ülke halkları “acil ve ilhaksız bir barış” isteğini çeşitli biçimlerde dile getiriyordu. Dahası; cephedeki askerler arasında da “barış” isteği, askerden kaçmaya, hatta karşı tarafa geçmeye varan eylemlere yol açmaya başlamıştı. Bu koşullarda “barış” ve “adalet”ten söz etmeyen bir programın dünya kamuoyunda yankı uyandırması beklenemezdi.
Üstelik Wilson “ilkeleri”nin yayımlandığı tarih 8 Ocak 1918’dir. Yani, Bolşeviklerin, emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki gizli anlaşma ve görüşmeleri yayımlamaya başladığı tarihten 2 ay sonrasıdır. Bolşeviklerin açıkladıkları gizli belgeler, dünya kamuoyunda emperyalistler aleyhinde büyük bir dalgalanma yaratmış, savaşan ülkelerin emekçilerini önemli ölçüde etkilemişti. Bu yüzden de Wilson, “ilkeleri”nin 1. maddesine “açıklık”ı koyarak, bu tepkilerin Ekim devrimine destek olmasını önlemeyi amaçlamıştır. Yani, Wilson’un “barış görüşmeleri”nin dünya kamuoyuna açık yapılması ve gizli anlaşmalardan kaçınılması isteği, Bolşeviklerin gizli anlaşmaları yayımlaması karşısında zorunlu olarak öne sürdüğü bir “ilke”dir. Kaldı ki, bu “ilke” ile Wilson, “bir taşla iki kuş vurmayı” da amaçlamakta, Fransa ve İngiltere arasında, ABD’nin katılımı olmaksızın yapılan ikili anlaşmaların da maskesini indirerek, ABD için olumsuz bir kozu etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Elbette bu ilkenin propaganda ötesinde bir değeri olmamış, gizli diplomasi, bu sefer ABD’nin de katılımıyla, emperyalistlerin temel aracı olmaya devam etmiştir.
Bütün “barış” ve “adalet” propagandasına karşın Wilson programı, ne gerçekten “barış” ne de “adalet’ getirici bir program değildir. Tıpkı “açıklık” ilkesinde olduğu gibi, Dünya kamuoyunda büyük yankı uyandıran Bolşeviklerin “ilhaksız tazminatsız barış” programına karşı, Wilson da, Bolşevik etkisini kırmak için “barış” ve “adalet”ten söz eder; ama onun “barışı” ve “adalet”‘i, Bolşeviklerin barış ve adalet işlemleriyle taban tabana zıttır. Örneğin, Almanya’nın işgal ettiği topraklardan derhal çekilmesini ister, ama İtilaf Devletleri’nin işgal ettiği Alman ve Osmanlı topraklarından çekilmesinin sözünü bile etmez.
Wilson “ilkeleri”nin 6.sı, Almanya’nın bütün Rus topraklarını boşaltmasını ve Rusya’daki halkların kendi kaderlerini tayin hakkından söz etmesine ve rejimi ne olursa olsun “Rusya’ya iyilik gözetilmesi”nden söz etmesine karşın, ABD ne Almanya’nın Rus topraklarını boşaltmasında ısrarlı olmuş, ne de doğrudan ABD askerleri göndererek Bolşevik iktidarını yıkma eyleminden geri kalmıştır. Tersine, Wilson ve ABD hükümeti, Rusya’daki Bolşevik iktidarı dünya hegemonyasında kendisine engel görmüş, ellerindeki her araçla Bolşevikleri devirmek için çaba harcamıştır. Tek başına bu eylem bile, Wilson ve ABD’nin “barış” ve “adalet”ten ne anladığım göstermeye yeter.
Wilson “ilkeleri”nin, 2. ve 3. maddelerinde yer alan deniz ticareti ve uluslararası ticaretteki engellerin kaldırılmasına ilişkin istemi ise, açıkça İngiltere ve Fransa’ya yönelik istemlerdir. Deniz ve uluslararası ticarette üstünlüğe sahip olan İngiltere ve Fransa karşısına ABD’nin yeni bir güç olarak çıkmak istediğinin ifadesidir. Çünkü deniz ticaretine ve uluslararası ticarete konan engeller bizzat en büyük sömürgeci güçler olan Fransa ve İngiltere tarafından konmuş, savaş öncesi Almanya’nın da başlıca isteklerinden birisiydi. Şimdi ABD aynı istekle müttefiklerinin karşısına çıkıyordu. Yani, ABD’nin isteği, her ne kadar bütün uluslar adına, adaletli bir istem gibi görünüyorsa da, aslında bu istemden yararlanacak herkesten çok ABD emperyalizmiydi. Zaten ticaret filosunun tonajı da, savaş döneminde, ünlü İngiliz ticaret filosunun tonajını aşmış durumdaydı. Nitekim bu durum, ateşkes anlaşması gündeme geldiğinde, ABD ile İngiltere ve Fransa arasında başlıca anlaşmazlık sorunu olarak ortaya çıktı. İngiltere, Fransa ile işbirliği içinde “deniz ticareti özgürlüğü” konusunda ABD’nin isteğini reddettiler. ABD ise, isteğinde çok ciddiydi ve bu kabul edilmediği takdirde, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hükümetleriyle ayrı barış anlaşması yapacağını açıkça söyledi.
“Uluslararası İlişkiler Tarihi”nde bu tartışmanın son bölümü şöyle aktarılıyor:
“Clemenceau sordu:
-Bir ayrı barış mı yani?
Amerikalılar cevap verdiler:
-Evet.
Bunun üzerine Lloyd George, Fransız Başbakanı Clemenceau’nun da kesin onayı ile şu açıklamayı yaptı:
-Çok üzgünüz, ama bu durumda biz savaşa devam etme kararındayız. ” (C.3, s.41)
Ancak, İngiltere ve Fransa, ABD’nin blöf yapmadığını gördüklerinde fazla direnemezler ve nihayet 5 Kasım günü İngiltere ve Fransa, Wilson’un “14 İlke”si çerçevesinde “ateşkes görüşmelerine hazır” olduklarını bildirirler.
“14 İlke” de açıkça görüldüğü gibi, “Wilson ilkeleri” genel olarak emperyalist çıkarları gizlemek istediği her noktada muğlâk ve çelişiktir. Bu da bilerek yapılmıştır. Muğlâklık ve çelişiklik emperyalist çıkarları maskelemeye yöneliktir ve sonraki gelişmeler içinde de bu açıkça ortaya çıkacaktır. Zaten Wilsonda bu niyetini dünya kamuoyundan saklarsa da, özel sekreterinden saklamaz. Ve şöyle ifade eder “ilkeler”deki amacını:
“Bolşevizm denilen zehir, bugün dünyayı yönetmekte olan sisteme karşı kesin bir protesto olduğu içindir ki bunca yaygınlık kazanabilmiştir. Sıra bizde şimdi: Barış konferansında biz, yeni düzeni, her şeyden önce iyilik yoluyla ama gerekirse kötülük yoluyla egemen kılmaya çalışacağız, “
Yukarıda aktarılanlardan şu saptamaları hemen yapabiliriz:
*) Birinci olarak; ABD savaşın başlarında “tarafsız” kalmasına ve savaş süresinde sürekli “barış” çağrıları yapmasına karşın, savaşa diri bir yeni güç olarak girdikten sonra, savaşın kaderini belirleyen bir rol oynadığı kadar, “barış görüşmelerinde” de belirleyici bir rol oynamıştır. Barış görüşmelerinin çerçevesi ve doğrultusu Wilson’un “14 İlke”si temel alınarak çizilip geIiştirilmiştir.
*) İkinci olarak; Wilson “ilkeleri”nde “barışçı ve “demokratik” görünüm, ABD’nin gerçekten barış içinde, ulusların birbirinin kaderinin tayin hakkına saygılı bir dünya özleminden değil, “Bolşevizm denilen zehirin”, “bunca yaygınlık kazanmasına” karşı bir önlemdir.
*)Üçüncü olarak da şu önemli saptama yapılabilir ABD emperyalizmi, savaş sonrasında bir “yeni düzen’ kurmak kararındadır. Bu düzeni, “öncelikle iyilik yoluyla” kurmak istemektedir, ama “gerekirse kötülük yoluyla ” da kurmaya kararlıdır. Bunun için elindeki her kozu kullanmaktan çekinmeyecektir.
“14 İlke”nin öteki yüzü: emperyalistler-arası egemenlik mücadelesi
Wilson’un “14 ilke”si, bir yandan “barış” ve “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı savunur görünmekle, barışa susamış halkları aldatıp, emperyalist amaçların destek gücü durumunu getirmeyi amaçlarken öte yandan da, barış propagandası arkasında, ABD emperyalizminin öteki emperyalistler karşısında üstünlük elde etmesine dayanaklar yaratan; dahası yeni bir paylaşım savaşının tohumlarını içinde taşıyan bir “yeni düzen” programıdır.
Her şeyden önce “14 İlke”; W. Wilson’un bir anda düşünüp ortaya attığı, ya da insanlık adına, salt barış adına öne sürülmüş bir program değildir. Tersine, savaşın başından itibaren ABD emperyalizmi tarafından izlenen politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
19. yüzyılın sonundan itibaren, Orta ve Güney Amerika’da ticaret, diplomasi ve ülkelerin içişlerine doğrudan müdahalelerle bu ülkeler üstünde hegemonyasını güçlendiren, Pasifik ve Karayipler’de küçük ama stratejik bakımdan önemli sömürgeler edinen ABD, Avrupa ve dünyanın öteki bölgelerinde rol oynamaya hazır ama henüz bu bölgelerde olup bitenlerin uzağındaydı. 1914’te patlak veren 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, ABD’ye dünya politikasına katılma ve etkin olma olanağını sağladı. Savaşın başlarında izlenen “tarafsızlık” politikası, burjuva tarihçileri ve propagandacılarının iddia ettiği gibi, ABD’nin “içine kapalı”, “dünyada olup bitenlere kayıtsız, tipik Amerikan ben-merkezciliği”nden değil, bilinçli olarak, ABD emperyalizminin çıkarları gereği izlenen bir politikaydı. Nitekim henüz savaş başlamadan önce ABD hükümeti, olası bir savaşa göre ekonomisini yeniden düzenlemeye başlamış; savaş araç ve gereçleri üretimine hız verirken, askeri ihtiyaçlar için sivil stoklarını da artırmıştı. Savaşın başından itibaren de, bir yandan “tarafsızlık” görümünü korurken, öte yandan da itilaf Devletleriyle dirsek temasını yitirmemiş, İngiltere ve Fransa’nın her zora düştüğü koşulda, savaş araç-gereçleri ve gıda maddeleri bakımından yardımını esirgememiştir. Ama bu yardımlar, sadece onların savaşa devam etmelerine yardım edecek sınırlan da aşmamıştır. Bir yandan savaşın devamı için İngiltere’ye ve Fransa’ya yardım verilirken, öte yandan, dünya kamuoyunu kendi yanına çekmek için sık sık “barış” çağrıları yapmaktan da geri durmamıştır. Ama değişmeyen politika, savaşan iki emperyalist bloğun yeterince güçten düşmesini, askeri ve ekonomik kaynaklarının tahrip olmasını beklemek olmuştur. İngiliz ve Fransızlar, üstün Alman kuvvetleri karşısında zor durumda kaldıklarında, ABD’nin savaşa doğrudan katılması için defalarca çağrılar yapmalarına karşın, ABD, her seferinde değişik bir gerekçeyle savaşa doğrudan katılmaktan geri durmaya özen göstermiştir.
1917 yılı başlarında, İngiliz-Fransız-Rus ittifakının insan gücü, neredeyse tükenmiş durumundaydı. Özellikle Rus cephesi sadece insan gücü bakımından değil cephane, silah, teçhizat ve yiyecek bakımından da çok kötü bir durumdaydı. Askerler savaşma isteğini kaybetmiş, müttefik cephe gerisi savaşın bir an önce bitmesini istiyordu. Almanya ise, son bir denizaltı kampanyasıyla, bir yandan müttefik ablukasını kırmak, öte yandan müttefiklerin deniz yoluyla aldığı desteği yok etmek için saldırılarını artırmıştı. Kısacası müttefikler için yenilgi yakın gözüküyordu. Bu, ABD’nin artık savaşa katılması için bütün koşulları uygun hale getirmişti. Buna bahane de bulundu. 18 Mart 1917’de Alman denizaltıları üç Amerikan ticaret gemisini batırınca, ABD, 6 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. İki milyonu aşkın ABD askeri kısa zamanda Avrupa’ya taşındı ve Avrupa’nın “kurtarıcısı” olarak karşılandı. ABD’nin istediği tam da buydu: Savaşan iki kamptaki emperyalistler; ekonomik ve askeri olarak iyice yıpranmış, yetişmiş insan gücü bakımından büyük kayba uğramışlardı. Dahası, dünya kamuoyu gözünde iki kamptaki emperyalistler de, saldırgan, aç gözlü; emperyalist savaşın, dökülen kanın sorumluları olarak görülürken, ABD, barışçı, savaşa “zorunlu olarak katılmış”, halkların kendi kaderini tayin etme hakkına saygılı bir ülke gibi görülüyordu. Bu durum ABD’yi “barış masasında” güçlü bir pozisyona getirdi. Ne var ki, “barış” içinde birlikte davranmak, savaştaki kadar kolay değildi. “Barış masası”na oturulunca, her emperyalist, paylaşımdan daha çok pay almak için şantajdan gizli diplomasiye her yolu kullanmaya başladı. Emperyalist çıkarlar üstüne kurulmak istenen ve Wilson “ilke”lerinde ifadesini bulan “yeni düzen” daha Versay barış görüşmeleri sürerken, bu “düzen”‘in kurucularının çıkar çatışmaları arasında büyük ölçüde tahrip olmuştu. Çünkü Fransa, Avrupa karasında tek egemen güç olmak için, Almanya’nın tümden silahsızlandırılmasını, ekonomik bakımdan tümüyle çökertilmesini isterken, İngiltere ve ABD, Fransa’nın güçlenmesini önlemek ve kıta Avrupa’sında kendi etkinliklerinin sürmesi için Almanya’nın sınırlı da olsa silahlı kuvvetlerini ve ekonomik gücünü korumasını istiyorlardı. Öte yandan ABD, İngiltere’nin denizlerdeki ve diğer kıtalardaki etkinliğini kırmak için denizlerde ve dünyanın her köşesinde “ticaret özgürlüğü” istiyor, dahası sömürgelerin statüsünü tartışma masasına getirerek İngiliz İmparatorluğunun çivilerini çıkarmaya çalışıyordu. İngiltere ise, böyle girişimlere karşı çıkıyordu.
Sonuçta, Versay ve Washington anlaşmalarıyla; görünüşte herkesi tatmin eden, bir “dünya düzeni”nde uzlaşmaya varıldı. Ama her zaman olduğu gibi, verilen sözler, atılan imzalar hep kâğıt üzerinde kaldı ve her emperyalist kendi çıkarları doğrultusunda, ötekine en çok zarar verme ilkesiyle hareket etti: Anlaşmaya göre; Almanya, Fransa’ya ödemeyi taahhüt ettiği ağır savaş tazminatını hep savsakladı ve bu tutumu, İngiltere ve ABD tarafından, Almanya’nın Sovyetlere karşı kullanılacak bir güç olduğu gerekçesiyle, hoşgörüyle karşılandı. Anlaşmaya göre, Almanya’nın silahlı kuvvetlerini sınırlaması gerekirken; bu maddeye de hiç uymadığı gibi, askeri gücünü daha da artıracak önlemler almaya başladı ve bu durum yine ABD ve İngiltere tarafından desteklendi. Doğu Avrupa ve eski Osmanlı topraklan üstünde egemenlik mücadelesi, her üç emperyalist arasına İtalya’nın da katılmasıyla sürdü gitti.
Versay Barış Anlaşması’yla Almanya’nın, onuru, kolu-kanadı kırılmıştı ama gelişme dinamikleri yok edilememişti. Nitekim 1920’lerin ortasından itibaren kendisini yeniden toparlayan Almanya’da diğer emperyalistlerle egemenlik mücadelesine yeniden katıldı. Sürekli bir dünya barışı için öne sürüldüğü iddia edilen “Wilson ilkeleri” doğrultusunda kurulan “yeni düzen” yeni bir paylaşım savaşını kaçınılmaz kılan çelişme ve çatışmaların hızla olgunlaştığı bir istikrarsızlık ve belirsizliğe yol açmıştı.
Almanya-İtalya-Japonya arasında kurulan savaş kışkırtıcısı kampın oluşmasıyla savaş etkenleri hızla yükseldi. ABD-İngiltere-Fransa kampı bu savaş kışkırtıcısı kampı SB’ye karşı bir saldırı için kışkırtan politikalar izlediler ve bilindiği gibi, bütün dünyada büyük yıkımlara yol açacak olan 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na giden yolun taşlarını döşediler.
Emperyalistler arası çelişmeler ve bunun bir sonucu olarak aralarındaki egemenlik mücadelesi, “Wilson İlkeleri”nde ön görülen “yeni düzen”in başarısızlığa uğramasının bir yönüdür. Bir başka yönü ise, Ekim Devrimi’yle, dünyanın altıda biri üstünde gerçek bir yeni düzenin kurulmaya başlamasıdır. Ve gelişmenin bu yönü görülmeden de, bundan sonraki gelişmelerin anlaşılması, yerli yerine oturtulması olanaksızdır.
Emperyalist “yeni düzen” karşısında proletaryanın yeni düzeni
2. Enternasyonal, daha 1912 Basel Kongresinde, emperyalistlerin dünyayı bir savaşa sürüklediğini ilan ederek, halkları ve proletaryayı uyarmış, savaşa karşı mücadeleye çağırmıştı. Ne var ki, Enternasyonal’in “büyük” partileri, savaş patlak verdiğinde kendi burjuvazilerinin safında yer alarak, “vatan savunması” adına sosyal emperyalist bir politikaya yönelmişlerdi. Sadece RSDİP- (Bolşevik Partisi) ve bazı küçük gruplar “savaşa karşı savaş” politikasını benimseyerek, Enternasyonal’in Basel kararlarına sadık kaldılar. Bolşevikler, bütün savaşan ülkelerin proletaryasını, “silahlarını kendi burjuvazilerine çevirmesi” doğrultusunda bir mücadeleye çağırdı. Ancak bu politika, savaş histerisinin sürdüğü savaşın ilk yıllarında etkili olmadıysa da, cephe ve cephe gerisinde yaşanan büyük acılar ve yıkım, proletarya ve emekçileri Bolşevik politikasına doğru çekti. Gerçi devrim sadece Rusya’da başarıya ulaştı, ama bütün Avrupa proletaryası ve emekçilerini de derinden etkiledi; Bolşevik politikaya karşı geniş bir sempati uyandırdı.
Ekim Devrimi’yle Rusya’da iktidarı ele geçiren proletarya ve onun Bolşevik Partisi, savaşan bütün ülkelerin hükümetlerine, “ilhaksız, tazminatsız barış” çağrısı yaptı. Çağrı çok basit ve tüm emekçiler için anlaşılır bir şeydi ve savaşan ülkelerin proletarya ve emekçileri, askerleri içinde de büyük yankı uyandırdı. Emperyalist hükümetleriyse, köşeye sıkıştırdı. Emperyalistler, demagojik gerekçelerle Bolşevik etkiyi kırmak için manevralar yapmak zorunda kaldılar. Yukarıdaki alıntıdan da açıkça anlaşılacağı gibi, “Wilson’un 14 İlkesi” de Bolşevik etkiyi zayıflatmaya yönelik bir girişim olarak ortaya atılmıştı.
Emperyalistler, Ekim Devrimi’nin kısa sürede başarısızlığa uğrayacağını ve Rus karşı devrimci güçleri tarafından çökertileceğini düşünüyorlardı; ama aylar geçtiği halde ayakta durduğunu, giderek güçlendiğini görünce, önce karşı devrimci beyaz güçleri destekleyerek, sonra da doğrudan kendi ordularıyla, Rus topraklarına saldırdılar. Ama Bolşevikler ve henüz oluş halindeki Kızıl Ordu, onların anlayamadığı bir güçle 14 değişik ülkenin emperyalist-gerici ordularına karşı, Viladivostok’tan Leningrad’a kadar 22 milyon kilometrekarelik yeni dünyayı “inanılmaz” bir kahramanlıkla savundu. Ancak yıkma girişiminin başarısız kalmasından sonradır ki, emperyalistler; önce gizliden, sonra da açıkça yeni SSCB ile ticari ve diplomatik ilişkiler kurmaya başladılar. Ama bu, SSCB’ne karşı düşmanlıkların bittiği anlamına gelmedi. Tersine, her fırsattan yararlanarak (bazen ticari ambargolar, bazen karşı devrim kalıntılarını kışkırtarak, bazen de troçkist-buharinci klikle işbirlikleri kurarak), her yolla, kendi düzenlerinin bu ilk ve gerçek alternatiflerini, emekçilerin yeni dünyasını yıkmaya çalıştılar. Aralarındaki bütün çelişki ve egemenlik çatışmasına karşın, SSCB’ye karşı işbirliği içinde oldular. Alman-İtalyan-Japon faşist, savaş kışkırtıcı mihrakı SSCB’ye yönelterek tatmin etmeyi amaçladılar. Ama emperyalist saldın ve kışkırtmalar, önce Lenin, sonra da Stalin önderliğindeki Bolşevik partisi ve SSCB halkları tarafından boşa çıkarıldı. SSCB’ye saldırtılmak için sırtı sıvazlanan, savaş hazırlıklarına göz yumulan faşist blok izlenen doğru politikalar sonucu olarak, önce karşı emperyalist bloğa saldırarak savaşı başlattı.
Kısacası Ekim Devrimi, emperyalistlerin de görmezden gelemeyecekleri ve kendi aralarındaki ilişkilere çekidüzen vermek zorunda kaldıkları yeni bir çağı başlattı; Proleter devrimler çağını. Sosyalizm bir teori, geleceğe ait bir sistem olmaktan çıkıp somut bir olgu olarak, bütün dünyanın proleterleri ve ezilen halkları için bir dayanak olarak ortaya çıktı. Artık yer yuvarlağı üstünde, iki ayrı dünya vardı ve bunda böyle asıl mücadele de bu iki ayrı dünya arasında sürecekti.
İki savaş arasında iki olgu ve üç evre
İncelediğimiz dönem iki büyük olayla başlıyordu: Ekim Devrimi’nin zaferi ve 1. Emperyalist Paylaşım savaşının sona ermesi… Yeni dönemin karakterini, iki temel öğe belirliyordu.
Birincisi; birbirlerine kesinlikle karşı iki sistemin, kapitalist sistemle sosyalist sistemin birlikte varoluşu ve birbirleriyle mücadelesi. Sömürüşüz, baskısız yeni dünya, emekçilerin ve ezilen halkların gözünde somut bir olgu durumuna girerken, proletaryanın uluslararası mücadelesi ve emperyalizme karşı halkların mücadelesinin SSCB’nin şahsında güçlü bir dost ve müttefike sahip olması.
İkincisi ise; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası kurulan “yeni” emperyalist düzenin bağrında gizlendiği uzlaşmaz çelişmelerin kısa süre içinde açığa çıkarak, yeni bir paylaşım savaşının koşullarının hızla olgunlaşmasıdır.
İki savaş arası, 1918-1939 yılları arasındaki yirmi yıllık dönem göz önüne alındığında dönemin belirgin olarak üç evreden geçtiği görülür:
1) 1919-1923 arasındaki ilk evre, emperyalist ülkeler arasında yoğun bir diplomasi trafiği ile karakterize olur. Wersay-Washington anlaşmalarıyla kurulan emperyalist sistemin pekiştirilip yaygınlaştırılması, dönemin başlıca çabalarından birisi olurken, aynı amaçla SB’ni çökertip yok etmek için bütün olanakları kullanmak bu dönem boyunca emperyalist politikanın başlıca eylemi olur. Savaş henüz bitmiş olduğundan, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler henüz yeterince keskin değildir, ama pek çok konuda da ayrılıklar baş göstermiş durumdadır.
2) 1923-1929 arasındaki ikinci evre ise; “Wilson İlkeleri” doğrultusunda kurulan “yeni düzen”in, Versay-Washington anlaşmalarının bütün bağlayıcı kararlarına karşın, bir yandan sistemin kurucu ülkeleri, öte yandan bu sistemi istemeyen Almanya-Japonya-İtalya’nın çabalarıyla çökme sürecine girmesiyle karakterize olur. Emperyalistler, SB’yi silahla ezemeyeceklerini ya da ekonomik ve siyasi ambargoyla çökertemeyeceklerini anlamışlar, kerhen de olsa SB ile diplomatik ve ticari ilişkiler geliştirmek zorunda kalmışlardır.
3) 1929 büyük ekonomik buhranıyla başlayan ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasına kadar süren üçüncü evre, Versay-Washington anlaşmalarıyla kurulan emperyalist “yeni düzen”in, Alman-İtalyan-Japon mihrakının darbeleriyle çöküşü tarafından karakterize olur. 1. Paylaşım Savaşı’nın galip devletleri, faşist mihrakı SB’ne saldırmak için kışkırtırken, onların savaş kışkırtıcı faaliyetlerine de göz yumarlar. SB’nin saldırgan faşist bloğu engellemek için öne sürdüğü somut teklifler, galip ülkeler tarafından reddedilir. Öte yandan ABD-İngiltere, İngiltere-Fransa arasındaki çıkar çatışmaları da hızlanır. Washington anlaşmasıyla İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğüne sarsıcı bir darbe vuran ABD, iki büyük okyanusta, Uzak Doğu’da İngiltere’nin en büyük rakibidir ve İngiltere’den boşalan her alanı vakit geçirmeden doldurmaya koyulmuştur. Her biri ayrı ayrı, kendi kısa vadeli çıkarları için saldırgan mihraka bağlı ülkelerle anlaşmalar imzalayarak, onları yeni emperyalist savaş için yüreklendirirler. Japonya, savaştan zaten fazla kayba uğramadan çıkmıştı ve giderek Uzak Doğu’daki egemenlik alanlarını daha da genişletti. ABD ve İngiltere ile Pasifik ve Uzak Doğu’da çetin bir rekabete girişti. Mussolini İtalya’sı Afrika’da yeni topraklar kazandı. Almanya Orta Avrupa’da sınırlarını ve etki alanlarını genişletirken, İtalya ile birlikte İspanya’daki iç savaşa açıkça müdahale ederek yeni paylaşım için moral kazanır.
Emperyalist sitemin “yeni dünyası”, ekonomik kriz, bölgesel savaşlar ve yerel çatışmalar arasında tarihe karışırken, sosyalist SB tarihin görmediği bir çalışma kahramanlığını yaratmaktadır. Daha on yıl öncesinin, bu, Avrupa’nın en geri ülkesi; 1930’lu yıllarda, dünyanın en büyük barajlarını, en büyük sanayi komplekslerini kurma çabası içindedir. Kırsal alanda kolektifleştirme tamamlanmış, birleşmiş, sosyalist bir ülke ortaya çıkmıştır. İki dünya arasındaki fark açıkça belirmiştir. Bir yanda krizlerin, savaşların, çatışmaların, baskıcı, sömürücü dünyası, öte yanda eşil halkların kardeşçe bir çalışma ve kalkınma içinde olduğu, bunalmışız, sınırsız gelişme olanaklarının olduğu bir dünya. İşte, iki savaş arasındaki üçüncü evreyi karakterize eden en önemli gelişme de bu olacaktır. Çünkü sonraki yıllarda, dünyayı faşizmin pençesinden kurtaracak güçler bu dünyada biçimlenip gelişmektedir.
Bu bölümü, geçmişten günümüze ilginç anımsatmalar yapacak iki olayı aktararak bitireceğiz. Birincisi Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) kuruluş amacı, ikincisi ise, 1. Paylaşım Savaşı’na son veren ateşkes anlaşmasının öyküsü.
Emperyalist “yeni düzen”e gardiyan: Milletler Cemiyeti
Milletler Cemiyeti düşüncesi ilk kez İngiliz hükümet çevreleri tarafından, 1. Emperyalist Paylaşım savaşı içinde ortaya atılmış, burjuva basını tarafından hararetle propaganda edilerek, barışa susamış emekçi kesimler içinde de bir “umut” olarak görülmüştü.
Elbette ki bu düşünce kamuoyuna, uluslararası barışın koruyucusu, uluslararası adaleti gerçekleştirecek uluslar-üstü bir kurum olarak lanse edilmişti. Ama projenin numaralarının gerçek düşüncesi hiç de öyle değildi. Örneğin bu önerinin hararetli destekleyicilerinden Lord Cecil, Milletler Cemiyetini, Kutsal İttifak’a benzeterek, tüm gerici nitelikleriyle Kutsal İttifakı, Milletler Cemiyeti için bir örnek olarak görüyordu. (Kutsal ittifak: 1815’de, Napolyon’un yenilgisinden sonra Avrupa devletlerinin temsilcilerinin, Viyana’da, Avusturya-Macaristan imparatorluğu Başbakanı Prens Methernig önderliğinde toplanarak, 1789 Fransız ihtilalinin kazanımlarını ortadan kaldırmak, Fransız devrimi ve Napolyon savaşları öncesi Avrupa düzenini yeniden kurmak için Avrupa’daki feodal hanedanlıkların kurduğu ittifak. Bu ittifak, 1815’den başlayarak, Fransız Devrimi, Napolyon savaşları ve ayaklanmalar içinde tahtlarını ve ayrıcalıklarım kaybeden hanedanlara ve Soylulara tahtlarını ve ayrıcalıklarım iade ederek feodal düzeni yeniden ihya etmeye koyulduğu için bu döneme tarihçiler restorasyon dönemi adım vermişlerdir. 15 yıl süreyle Avrupa neredeyse yeniden feodal çağlara döndürülmüş, krallıklar ve kilise son kez de olsa şaşalı bir “ölüm iyiliği” yaşamışlardır. Ancak, 1848 devrimleri Kutsal ittifakın düzenini silebildi.) Lord Cecil, sonradan Versay barış görüşmelerinde de önemli rol oynayacak Albay House’a bu konuda şöyle yazıyordu.
“Bugün bütün dünya bir gerçeği unutmuş gibidir: Kutsal İttifak’ın temel kuruluş nedeni, barışı koruyup sürdürmekti. Ne yazık ki sonradan bu ittifak, bir ‘zorbalar birliği’ haline gelmiştir.., Böyle bir tehlike, belki bugün eskiden olduğu kadar büyük değildir…”
Lord Cecil’in açıkça adlandırdığı ve diğer emperyalist ülkelerin temsilcilerinin kuruluş sürecinde dolaylı bir biçimde ifade ettiği gibi, emperyalistler Milletler Cemiyeti’ni, savaş sonrasında kurulacak düzenin gardiyanı olarak görüyorlardı. Nerede, kurulmuş olan “yeni düzene” bir başkaldırı olursa oraya, sadece birer birer eperyalist ülkeler değil, Milletler Cemiyeti müdahale edecektir. Nitekim henüz savaşa katılmadan önce İngiltere bu önerisini ABD’ne de iletmiş, savaşın sonlarına doğru, savaşın müttefikler tarafından kazanılacağı anlaşılınca bu sefer Wilson, Milletler Cemiyeti’nin bayraktarlığını almış, kendi ilkeleri doğrultusunda kurulacak “yeni düzen”i Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında korumaya almak için barış görüşmeleri boyunca çaba harcamıştır.
Kurulacak Milletler Cemiyeti’nin emperyalist düzenin gardiyanlığını amaçladığını kuruluş süreci içinde emperyalist ülkelerin tutumları daha açık vurgular, örneğin. İngiltere, Milletler Cemiyeti’nin sömürgelerin statüsünün belirlenip, işgal bölgelerinin ilhak edilmesi ve “manda”ların paylaşılmasından sonra kurulmasını ister. Üstelik birer İngiliz Genel Vali tarafından yönetilen 16 dominyonunun da üye olarak Milletler Cemiyeti’ne üye kabul edilmesini zorunlu görmektedir. Böylece, Milletler Cemiyeti varolan statüyü baştan kabul etmiş olacağı gibi, İngiltere her konuda, peşinen 17 oya sahip olacaktır. ABD, sömürgelerin statüsü, ilhak ve dominyonların paylaşılmasının kesinlikle Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında yapılmasını isteyerek, kendini avantajlı çıkaracak bir durumda ısrar eder ve bu teklifini kabul ettirmek için barış görüşmelerinden çekilmeyi bile şantaj olarak kullanır. Fransa ise, her şeyden önce Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne alınmasına karşıdır, ayrıca, olası durumlara müdahale için sürekli bir Milletler Cemiyeti ordusu kurulmasını istemektedir.
Kısacası her emperyalist, Milletler Cemiyeti’nin kendi çıkarlarım savunabilecek bir dayanak olarak biçimlenmesini istiyordu. Sonuçta, ABD’nin baskılarıyla Milletler Cemiyeti tasarısı 14 Şubat 1919’da kabul edildi.
Bütün emperyalistlerin ortak olduğu tek ilke emperyalizmin genel çıkarlarının bekçiliğinin yapılmasıydı. Ama Milletler Cemiyeti’nin geleceği de, emperyalist “yeni düzen”in kaderine bağlıydı. Öyle de oldu. 1931’de Mançurya’yı işgal ederek “yeni düzen”e ilk can alıcı darbeyi vuran Japonya, Milletler Cemiyeti’nden ayrıldı. Onu, 1933’de Hitler Almanya’sı izleyince, emperyalist dünya yeniden, açıkça ikiye bölündü.
Günümüz Birleşmiş Milletleri’nin ilk “modeli” olan, Milletler Cemiyeti’nin yukarda genel hatlarıyla aktardığımız öyküsü şunları açıkça gösterir:
*) Milletler Cemiyeti, günümüz BM gibi, emperyalistlerin eylemlerine paravanlık etmek, gereğinde onların eylemlerine, dünya kamuoyu gözünde “meşruiyet” kazandırmak için kurulmuş bir kurumdu.
*) Emperyalist uzlaşmalara dayanan bu tür kurumların işlerliği, sadece emperyalistler arasındaki paylaşımın “barışçıl koşullarda” sürdüğü dönemler için geçerli olup, çelişmelerin keskinleşmesiyle etkinliklerini yitirirler.
*) Milletler Cemiyeti’nin amaçlan ve işlevi bakımından günümüz BM’nin amaç ve işlevi arasında kaçınılmaz bir paralellik vardır. Ve asıl amaç, emperyalist statükonun korunması, emperyalistler-arası çatışmaların uluslararası diplomasi yoluyla çözümlenmesi, bu çözümlenmenin “bütün dünyanın kabul ettiği bir çözüm” olduğu görünümünün verilmesidir. Günümüz BM’nin Kore ve Irak’a müdahalelerinde olduğu gibi.
Dünden bugüne bir “ateş-kes” öyküsü ve ilginç bir benzerlik!
ABD’nin savaşa katılmasıyla Almanya’nın durumu günden güne kötüleşti. Alman askerleri savaşma isteğini kaybettiği gibi, artık savaş Alman topraklarında sürmekteydi. Almanya için “ateşkes”ten başka çare görünmemektedir. Nihayet 5 Ekim 1918’de Almanya, İsviçre hükümeti aracılığı ile, Wilson’a bir telgrafla, 28 Eylül’de “Wilson’un açıkladığı barış koşullarının tümünü kabul ettiği”ni ve hemen “ateşkes”e hazır olduklarını bildiren bir nota verir. “Barış” için sürekli propaganda yapan ABD, Alman notasına yanıt vermekte aceleci davranmadığı gibi, bu isteğin, sadece hükümetini mi, yoksa savaşan askerlerin isteğini mi yansıttığı konusunda muğlâklık olduğu gerekçesiyle notayı reddeder. Alman hükümeti buna, “isteğin bütün Alman halkının isteği olduğunu” bildirerek “ateşkes”te ısrar eder. Bu ara müttefikler başarı üstüne başarı kazanmaktadırlar ve “barışçı Wilson”, “ateşkes” için yeni koşullar öne sürer. ABD Dışişleri Bakanı Lansing, 8 Ekim günü Alman notasını yanıtlar. Bu sefer de, Wilson’un “14 ilke”sìnin kabul edildiğinin ayrıntılı bir biçimde açıklanmasını ister. Ayrıca, Almanların işgal ettiği bütün topraklan boşaltmadan “ateşkes” olmayacağını bildirir. 12 Ekimde Almanya ABD notasındaki bütün istekleri kabul ettiğini açıklar. Ama ABD’nin isteklerine yenileri eklenir: Denizaltı savaşına hemen son verilmeli, geri çekilen Alman kuvvetleri yakıp yıkma eylemlerini durdurmalı, cephede müttefiklerin kesin üstünlüğü kabul edilmeli ve Alman İmparatoru Il.Wilhelm tahttan çekilmelidir.
Almanya 20 Ekim’de ABD notasındaki istekleri kabul ettiğini, ayrıca bir anayasa reformu hazırladıklarını ABD’ne iletir. Wilson, teklifi müttefiklere götüreceğini bildirir. Ve görüşlerini de ekler, müttefiklere Alman “ateşkes” teklifini götürürken. Ancak, Almanya’nın yeniden savaşa başlayamayacağı türden bir “ateşkes” anlaşmasından yana olduğunu bildirir.
Aslında ABD her geçen gün kendi lehine geliştiği için savaşın devamından yanadır. Ama bunun müttefikleri de farkındaydı. Savaş ne kadar uzarsa, bang görüşmelerinde ABD’nin etkisi o kadar çok olacaktı. Bu yüzden de, İngiltere, Fransa ve İtalya ateşkes yanlısıydı. Almanya’nın tümüyle güçsüzleştirilmesini isteyen Fransa bile, bunu barış anlaşmasında yapabileceğini düşünerek, ABD’nin etkisi daha fazla artmadan savaşı bitirmek yanlısıydı. Üstelik Almanya’da bir devrim hepsinin korkulu rüyasıydı. Nihayet 5 Kasım 1919’da Müttefikler “ateşkes” görüşmelerine hazır olduklarını Almanya’ya duyurdular.
Yukarıda, ayrıntılarına girmeden aktardığımız ateşkes öyküsünün ilginçliğini okuyucu fark etmiştir. öyküde, Almanya’nın yerine Irak’ı koyarsak, (elbette ki Almanya’nın güçlü bir emperyalist, Irak’ın ise geri kalmış bir Ortadoğu ülkesi gerçeğini unutmadan) Körfez savaşındaki Irak’la ABD ve müttefikleri arasındaki “ateşkes” oyununa pek benzediği, biryandan “barış”, “insanlık” edebiyatı yapılırken, öte yandan kanlı savaşı sürdürüp, emperyalist amaçlara varmak için manevralara girişildiği, karşı taraf geriledikçe isteklerin artırılıp bir daha kafa tutamayacak biçimde ezilmek istendiği açıkça görülür. Emperyalistler için amaç”6arif ” değil, kendi çıkarlarının gerektirdiği hedeflerdir. Bu, dün böyleydi, bugün de böyledir.
(Sürecek)

Woodrow WILSON:
1912 yılında, Demokrat Parti’den başkan seçilen Wilson, 1890’lardan itibaren sömürgeler edinme politikasını benimsemiş ABD politikalarını eleştirerek başkan seçilmişti. Bu yüzden de konuşmalarında emperyalizme, sömürgeciliğe çatmış, sık sık UKKT hakkından söz etmiştir. Onun bu konuşmaları bugün bile süren onun için “değişik bir ABD başkanı” yargısını yaygınlaştırma olmasına karşın, gerçekte Wilson da, diğer ABD başkanlarından farklı bir yol izlememiştir. Bir yandan Karayibler’de ve Latin Amerika’da önceden eleştirdiği “Monroe doktrini” doğrultusunda davranarak ABD hegemonyasının yaygınlaşmasına katkıda bulunurken, Pasifik’te Japonlarla mücadele ederek ABD’nin etkinlik alanını genişletmiştir. Ekim Devrimi’ne karşı düşmanca bir tutum takınarak “demokrasi/”, “özgürlük”, “adalet” gibi kavramların emperyalist politikacıların ticaret metaından başka bir şey olmadığını kanıtlamıştır. Bütün başkanlık döneminde söyledikleri ve yaptıklarıyla, emperyalist-gerici politikacıların, “söylediklerine değil yaptıklarına bak” öz deyişini doğrulamıştır.

W. WİLSON’UN “14  İLKE”Sİ (8 Ocak 1918)
1) Barış müzakereleri dünya kamuoyunun önünde tam bir açıklık içinde yürütülecek ve müzakerelerin sonunda, hangi türden olursa olsun, hiç bir gizli anlaşma ya da uzlaşma yapılmayacaktır. Diplomasi, herkesin gözü önünde açık iş görecektir.
2) Deniz ticaretine barış zamanında olduğu kadar savaş zamanında da kesin ve mutlak özgürlük tanınacaktır.
3) Uluslararası ticaretin önüne dikilmiş her türlü engel ve set kesinlikle ortadan kaldırılacaktır.
4) Taraflar arasında karşılıklı olarak ulusal silahla tın devlet güvenliği bakımından zorunlu kesin minimuma indirilmesini sağlayan garantiler verilecektir.
5) Tüm sömürge sorunları özgürce, tam dürüstlük ölçüleri içinde ve mutlak şekilde tarafsız çözüme bağlanacaktır. Söz konusu çözüm için, şu ilkenin kesinlikle gözetilmesi gereklidir: Egemenliğe ilişkin tüm sorunların çözümünde yerli halkların çıkarları, hükümetlerin isterleriyle -bu isterler dayanaklı bile olsa- eşit önemde göz önüne alınacak ve hükümetlerin isterleri, ayrıntılarıyla saptanacak.
6) Almanya, bütün Rus topraklarını boşaltacaktır. “Rus sorunu” Rusya’ya öbür ulusların istedikleri takdirde ve ölçüde özgürce yardımda bulunmasını garanti edecek ve kendi siyasal gelişimiyle ulusal politikasına ilişkin tüm kararları bağımsızca alabilme özgürlüğünü sağlayacak bir şekilde çözüme bağlanacaktır. Bu çözüm şekli, ayrıca, hür halklar topluluğunun, seçtiği rejim ne olursa olsun Rusya’ya karşı iyilik gözetir bir davranış içinde olmasını ve kalmasını da garanti etmelidir.
7) Almanya, Belçika topraklarını hemen boşaltacak ve Belçika yeniden bağımsız devlet kimliğine kavuşacaktır.
8) Alsas ve Loren, Fransa’ya geri verilecektir. Ayrıca Almanya işgal altında tuttuğu Fransız topraklarını hemen boşaltacak ve bu yerlerde açtığı zararı Fransa’ya ödemeyi yükümlenecektir.
9) İtalya sınırlarının, açıkça belirlenmiş ulusal sınırlar ilkesinin ışığı altında yeni baştan çizilip düzeltilmesine hemen girişilecektir.
10) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu çerçevesi içinde yer alan halklara özerktik tanınacaktır.
11) Almanya, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’daki askerlerini hemen geri çekecektir Ayrıca Sırbistan’a, denize bağımsız ve istikrarlı çıkış garantisi verilecektir.
12) Osmanlı İmparatorluğu çerçevesi içinde yer alan halklara özerklik tanınacaktır. Ayrıca boğazlar, tüm ülkelerin gemilerine açık tutulacaktır.
13) Denize çıkışı olan bağımsız bir Polonya devleti kurulacak ve Polonyalılar tarafından oturulan bütün topraklar bu devlete bağlanacaktır
14) Büyük ve küçük ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını ve ulusal bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına almak amacıyla, özel statüleri olan bir uluslar birliğinin en kısa zamanda kurulması için gerekli çalışmalara hemen başlanacaktır.

Haziran 1991

Etiyopya’da Devrim

Etiyopya Devrimci İşçi Partisi öncülüğündeki EPRDF (Etiyopya Devrimci Demokratik Halk Cephesi) kuvvetlerinin devrimci vuruşları altında, faşist Derg yönetimi çatırdayarak çöktü. Faşist Derg Cuntası’nın başı Mengistu haile Mariam ülkeden kaçtı; EPRDF güçleri, başkent Addis Ababa’ya 20km’ye kadar yaklaştılar. Derg cuntasının ateşkes çağrısı, EPDRF tarafından reddedildi… Bütün dünyayı saran ve Gorbaçovlukla kaim emperyalist zincirin zayıf halkası Etiyopya’da kırılıyor. 70’li yılların sonu, dünyanın iki yakasında İran ve Nikaragua devrimlerine sahne olduktan sonra, 1980 ile ‘90 arası, dünyada devrimsiz geçin bir on yıl olmuştu. Şimdi Afrika’nın kara ülkesi Etiyopya’daki ulusal ve sosyal devrim, emperyalist ‘yeni dünya düzeni’nde açılan ilk gedik olmaya aday görünüyor.
Özgürlük Dünyası, daha önceki çeşitli sayılarında Etiyopya’da yükseltilen mücadeleye yer vermişti. Etiyopya’da emekçiler ve ezilen halklar, yıllardır faşist Derg yönetimine karşı silahlı mücadele veriyor. Tigre’de Marksist önderlik altında ulusal kurtuluş hareketi olarak başlayan silahlı mücadele, 1988 yılında faşist Derg yönetimine karşı mücadele veren tüm devrimci güçlerin EPRDF çatısı altında demokratik tarzda birleşmesi ile yeni bir aşamaya yükseldi. Daha önce ayrı ayrı örgütlenen çeşitli uluslardan devrimci güçler (egemen ulusa mensup Etiyopyalılar, ezilen halklar Oromo ve Tigre ile azınlık halklar) ortak mücadele ve örgütlenme üzerinde EPRDF içinde yer aldılar. EPRDF’ye önderlik eden Marksist-Leninistler, 1991 Ocak ayındaki kongre ile Etiyopya Devrimci İşçi Partisi’nin kuruluşunu ilan ettiler. Böylece parti öncülüğünde anti-emperyalist devrimci bir programa sahip olan EPRDF, kurtarılmış bölgelerde açlık, yoksulluk ve salgın hastalıklarla, savaşarak iktisadi ve sosyal kuruluşu gerçekleştirirken, cephede de faşist rejime üst üste darbeler vurarak zafere ilerliyor.
EPRDEF’nin güçlü baskısı karşısında tutunamayan Derg kuvvetleri tüm önemli kentleri kaybedip başkentte ablukaya alınınca cuntanın başı Mengistu, ülkeden kaçtı. Daha önce EPRDF’yi tanımayan Derg yönetimi, ateşkes çağrısı yaptı. Mengistu’nun kaçmasıyla birlikte mücadeleye son vermeleri sadece bir diktatöre karşı değil bir düzene karşı verildiğini ve silah bırakmalarının söz konusu olmayacağını ifade etmiştir.
Etiyopya halkının zaferi, bu ülkedeki faşist yönetimi yıllarca ve tüm askeri ve teknik imkânlarla destekleyen Sovyet sosyal-emperyalizmine karşı da zafer anlamına geliyor.
Etiyopya’nın ulusal ve devrimci güçleri, yıllarca süren mücadelelerini sessizlikle geçiştiren emperyalist haber ajanslarının ve basının sessizlik zırhını da “ateş ve barutla” deldiler. Yıllarca sessiz kalan ajanslar, Etiyopya’yı manşetten vermeye başladılar. Fakat bu kez de, devrimin dünya halklarına yapacağı olumlu etkiyi azaltmak için EPRDFnin Marksist önderliğinin adını anmaksızın onları (asi), (isyancı), (ayrılıkçı) kuvvetler olarak nitelerlerken, Faşist Mengistu’yu (Marksist) olarak tanıttılar. “Marksist diktatör kaçtı!”, manşetleri buydu.

10’larca Yıllık Savaşla Gelen Zafer.

Etiyopya (eski adı Habeşistan), Afrika’nın doğusunda, Kızıl Denizde kıyısı bulunan bir Afrika ülkesi. Yüzölçümü, 1 milyon 200 bin km2; nüfusu, 50 milyon civarındadır. 1935 yılında İtalya tarafından işgal edilen Etiyopya, savaş sonrasında ‘bağımsızlığına’ kavuştu. İmparator Haile Selasiye, uzun yıllar süren iktidarından sonra, 1974’te bir darbeyle devrildi, Faşist Derg cuntasının başına 1977de Mengistu Haili Mariam geldi.
Etiyopya’da egemen Etiyopyalılar dışında, Oromolar ve Tigre ezilen ulusları ve çok sayıda azınlık milliyet var. 1962 yılında Etiyopya’ya bağlanan Eritre’de o tarihten bu yana bağımsızlık mücadelesi veriliyor. Etiyopya’da devrim, öncelikle Tigre Halk Kurtuluş Cephesi tarafından ulusal ve sosyal bir hareket olarak 1975 yılında başlatıldı. Bu mücadele, 1990’a geldiğinde Tigre’yi bağımsızlığına kavuşturmuştu. Fakat ML önderlik altındaki Tigre halkı, Etiyopya’nın diğer halkları ile birlikte Faşist Derg Cuntasına karşı mücadeleye devam ettiler. Etiyopya’daki Etiyopya, Oroma ve Tigre halklarını birleştiren Etiyopya Devrimci Demokratik Halk Cephesi, 1988 yılında kuruldu. Etiyopya’nın bütün Marksistleri, Ocak 1991’de gerçekleştirdikleri kongre ile Etiyopya Devrimci İşçi Partisi içinde birleştiler. Sovyet emperyalistlerinin desteği ile ayakta duran Mengistu yönetimindeki Derg rejimi, Marksist-Leninist parti yönetimindeki EPRDF güçlerinin darbeleri altında sürekli geriliyor, güç kaybediyordu.
Bugün faşist diktatör Mengistu kaçmış, EPRDF kuvvetleri başkent Addis Ababa’ya ’20 km yaklaşmışlardır. Kuzeyde ise, Eritre bağımsızlığına kavuşmak üzeredir. EPRDF’nin programı (EDİP’in asgari programı) emperyalistlerin ve yerli egemen sınıfların iktidarına son verilip devrimci-demokratik bir işçi-köylü iktidarının kurulması, bütün ezilen halklara özgürce kendi geleceklerini belirleme hakkı verilmesi ve gerçek bir ulusal eşitliğin sağlanmasını içeriyor. Bugünden kurtarılmış bölgelerde sosyal ve ekonomik hayatın devrimci örgütlenmesine girişilmiştir. Fakat savaşın, açlığın ve hastalığın kendini zorlu olarak hissettirdiği bu ülkede,
ML’leri ve Etiyopya halkını büyük sorunlar bekliyor. Devriminin daha ileri mevziler kazanması, devrimci bir politikayla zorlukların üstesinden gelmeye, emperyalist abluka ve komplolara karşı direnme gücüne bağlıdır.

Tempo’dan Kurtuluş’a Çok Sesli Koro:
Devrime saldırıyor

Özgürlük Dünyası, Aralık 1989’dan bu yana yayınladığı çeşitli yazılarla okuyucuya Tigre ve Etiyopya’da Marksist-Leninistler önderliğinde yürütülen ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesi hakkında bilgi verdi. Afrika’nın açlık, yoksulluk ve hastalıkla boğuşan bu halklarının, bu olguların kaynağına karşı, emperyalizme ve gerici sınıflar diktatörlüğüne karşı verdiği özgürlük mücadelesini okuyucularına aktaran Özgürlük Dünyası, enternasyonalist bir görev yerine getirdiği inancındadır. Bu Ekmek-Özgürlük ve Ulusal Özgürlük mücadelesinin gerçek M-L’ler önderliğinde yürütülüyor olması, bizim için ayrıca coşku kaynağı olmuştur.
Etiyopya halkları, kurak topraklarını kanlarıyla sulayarak Derg yönetimini devirmek için son muharebeye hazırlanadur-sun, Türkiye’de Gorbaçov rüzgarlarından virüs kapan bir kısım ‘Demokrat’larımız ve ‘sosyalist’lerimiz, Batı taklitçisi Asyalı kafalarıyla, bu ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesiyle alay ediyorlar; buna yer veren Özgürlük Dünyası hakkında yalanla karılmış bir spekülasyon bina ediyorlar. Bu ‘sosyalistler’ için daha da acısı, tekelci burjuvazinin yayın organlarını taklit etmeleridir.
Tempo dergisinin konuya ilişkin yazısı, bu sosyalistlerimiz için ‘başla!’ komutu olmuştur. Hürriyet Holding bünyesindeki sansasyonel haber ve metalaştırılmış cinsellikle okuyucu tutmaya çalışan haftalık Tempo Dergisi Mart ayı içinde, ‘Arnavutluk Öldü, Yaşasın Tigre!’ başlıklı bir yazı yayınladı. Yazıda, uzun yıllar Arnavutluk’u tek sosyalist ülke Olarak gören Özgürlük Dün-yası’nın son gelişmelerden sonra bu görüşünden vazgeçtiği; sosyalist bir merkez bulamadan da yapamayacağı için, kendisine örnek ülke olarak Afrika’nın kabile hayatı sürdüren bu küçük ülkesini keşfettiği, ‘haber’ ediliyordu. Tümüyle yalana dayalı bu ana-fikir, herkesin malumu olan burjuva basının ‘Cağaloğlu tekniği’ ile sansasyonel bir biçime sokuluyor, çıplak göğüslü Afrika yerlisi bir kadın resmi de eksik edilmiyordu (Bu resmin Tigre’li bir kadına ait olduğuna inanmak için, asparagas üzerine kurulu burjuva gazetelerinden hiç okumamış olmak gerekir). Dünya çapında yürütülen sosyalizm karşıtı kampanyaya, bir tekelci burjuva organın karınca-kararınca katılmasında şaşılacak hiç bir şey yok. Verdikleri söze karşın yolladığımız tekzibin yayınlanmaması da bizi şaşırtmadı. Tekelci burjuvaziye pazarladığı kalemi karşılığında ‘ekmeğini kazanan’ bu dergi yönetimindeki sicilli Troçkistlerin ‘yedikleri ekmeğin hakkı için’ içine düştükleri zavallılık, bizler için mide bulandırıcı olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor.
Fakat Demokrat! ve Kurtuluş dergileri, büyük bir heyecanla bu ‘malzeme’nin üzerine atladılar. ‘Zor olan’ ‘demokratlık’ını icra eden Demokrat! dergisi, Tempo’nun sözünü ettiğimiz yazısından bir süre sonra ‘yorumsuz’ kısa bir yazıyla Arnavutluk’taki seçim sonuçlarını aktarıyor ve yazıyı şu cümleyle bitiriyordu: “Enver Hoca mı? Şimdi gözler Tigre’de”.
Çiçeği burnunda Kurtuluş dergisi ise, 2. sayısında, “daha fazla dostluk” çağrısı yaparken nasıl bir ‘dost’ olduğunu sergiliyor. Büyük bir telaşla konudan uzaklaşıp döne döne Arnavutluk-Tigre ekseninde bir tartışma yürütüyor. Gorbaçov rüzgârları karşısında yan yatıp yamyassı olmuş haliyle kendini ele veren çok şeyler söylüyor. Biz, burada, sadece Tigre üzerine söylenenlerle kendimizi sınırlandıracağız. Kurtuluş’a göre:
“(ÖD)… bir türlü Çin’den Arnavutluğa Arnavutluk’tan Tigre’ye sosyalizm keşfetme zorunluluğundan kendini kurtaramıyor…” “Şimdi Tigre üzerine sosyalizm vaazı dinliyoruz.” “Çin’den Arnavutluğa, Arnavutluk’tan Tigre’ye düştüğünüzü unutmayın. Tigre’nin sosyalizmdeki öncülüğü de ancak Arnavutluğunki kadar benimsenir.”
Ne garip dünyada yaşıyoruz! Enternasyonalizm, “bir yerlere bağlanmak” gibi algılanıyor. Ulusal ve sosyal kurtuluşa giden bir halkı coşkuyla desteklemek alay konusu yapılabiliyor. Ve ‘sosyalistlik’ adına!
Kurtuluş ve Demokrat’ın tavrında sırıtan bir kötü niyet var. Özgürlük Dünyası’nın Tigre ve Etiyopya için söyledikleri açıktır. Etiyopya Devrimi, diğer ulusal ve sosyal kurtuluş hareketleri gibi (Angola, Mozambik ve birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi) bir devrimdir. Diğer birçoğu ile farkı, önderliğin Marksist Leninist olmasıdır. Elbette diğer devrimlerin karşılaştığı tehlikeler, Etiyopya için de geçerlidir: boğulabilir, baskıyla uzlaştırılabilir, yarı yolda kalabilir… Fakat bir devrimci buradan, desteklememek gibi bir sonuç çıkarmak şöyle dursun tehlikelere karşı ona daha büyük bir destek verir. Nikaragua Devrimi’nin birkaç yıl sonra baskıyla uzlaştırılması, devrimcilerin yüreklerinde devrim yıllarında Sandinist sıcaklığını duymalarını engellemedi; hem de küçük-burjuva önderliğe rağmen. Kurtuluş’un ve Demokrat’ın tavrı, ulusal kurtuluş hareketleri karşısında alaycılıktır. Artık ‘bu sayfanın kapandığını’ söyleyen Gorbaçov ‘barışçılığı’nın derin etkisi altında şekillenen bu tavır devrim karşısındaki gerici tutumun ifadesidir. Başka türlü nasıl olabilir? Özgürlük Dünyası, hiç bir yerde, Etiyopya ya da Tigre’ye ‘sosyalist’, ‘örnek sosyalist’ ya da ‘öncü’ demedi. ML’lerin önderlik ettiği ulusal ve toplumsal kurtuluşu destekledi. Destek için tek bir şey yazmayıp yalan üzerine kurulu spekülasyon yapmak gerici bir tutumdur ancak. Belki de ‘anti-Sovyetik’ bir hareket olduğu için, Kurtuluş’un desteğine mazhar olamamıştır! Doğru ya, bunlar sosyal-emperyalistlere ‘biraz hatalı sosyalistler” derlerdi. Sorun Etiyopya ise söyleyin o zaman: destekliyor musunuz? Ama maksat Tigre değil, vesile bulup devrim ve devrimcilikle aklı sıra dalga geçmek.
Muhataplarımız samimi devrimciler olsa, onlarla tartışmamız başka türlü olurdu. Hareketin devrimci niteliği ve ülkenin geriliği alay konusu olmaz, önderliğin Marksist olup olmadığı tartışılırdı. Fakat karşımızda başka türlü ‘sosyalistler’ var. Bunlar, geri halkların yükselttiği ulusal hareketleri büyük coşkuyla selamlayan Lenin ve III. Enternasyonal üzerinden atlayıp II. Enternasyonalin geri halkların bağımsızlık hareketleri hakkındaki tutumuyla birleşiyorlar. Kaustkyciler de, geri halkların ulusal hareketlerini ‘es geçiyorlardı’. Niçin II. Enternasyonal tutumu? Çünkü onlar gerçek Marksistlerle dayanışmaya ‘kafa kiralamak’ derken, kafalarını troçkizme ve reformizme kiralamış durumdadırlar.
“Tigre’ye kadar düşmek…” Tigre’nin mücadelesinin desteklenmesinin, Kurtuluşçuların kafasında yarattığı imaj budur. Sürüklene sürüklene, her türlü Marksizm-dışı akımla flörtün ardından Kuruçeşme’de konaklayanların, enternasyonalizmi ‘kuyrukçuluk’, “bağımlılık’ vb. gibi anlamaları, durdukları yer açısından zorunluluktur. Özgürlük Dünyası, devrimin uluslararası sorunlarına ortak bakışa sahip, Marks-Engels-Lenin-Stalin çizgisini savunan parti, örgüt ve kişilerle enternasyonalist dayanışma perspektifine sahiptir. Enver Hoca’nın önderliği altında Arnavutluk, dünya proletaryasının sosyalist anavatanıydı. Onu savunmak her sosyalist için zorunlu bir görevdi. Sonradan kapitalizm yoluna girmiş olması sonucundan kalkıp, sosyalizmi savunma tutumunu mahkûm eden mantık, Kruşçev’in SSCB’yi vardırdığı sonuçtan yola çıkarak, Lenin ve Stalin önderliğindeki SSCB ile enternasyonalist dayanışmayı mahkûm etmek zorundadır.
Kısaca; Özgürlük Dünyası’nın ‘sosyalist Kabeler” yaratmaya ihtiyacı yoktur. Kapitalist sisteme karşı nefretimiz, proletaryanın zaferi ve komünizme inancımız, ideolojik-siyasal şekillenişimizin temelidir. Ama bizlerle aynı idealleri paylaşan komünistlerin mücadele ve başarıları, proletarya ve halkların özgürlük mücadelesi bizim için her zaman çok önemli olmuştur ve olacaktır. Gerici karalamalara aldırmaksızın proletarya ve halkların haklı mücadelesini ve komünist yoldaşlarımızı desteklemeye devam edeceğiz.
Kurtuluş ve Demokrat!’a son bir söz: kılavuzu Tempo olanın inandırıcılığı da Tempo kadar olur. Unutmayın!

Haziran 1991

Kapitalizmin hizmetinde bir akım: Reformizm – Birinci Bölüm –

İşçi sınıfının bilimsel ideolojisi olarak Marksizm, Marksizm dışı akımlara karşı mücadele içinde doğmuş, bu mücadele içinde ideolojik ve siyasi olarak gelişip güçlenmiştir. Marksizm’in 150 yıllık tarihi içinde mücadele ettiği akımların başında reformizm gelir. 19. yüzyılın son çeyreğinde Marksizm ile işçi hareketinin birliği, anarşizmle birlikte reformizme karşı mücadele içinde gerçekleşti. Leninizm, doğumunu reformizmin özel bir türü olan legal Marksizm’e ve ekonomizme karşı mücadele içinde ilan etti; bayrağını Kautsky’nin taşıdığı 2. Enternasyonal reformizmine karşı mücadelede yetkinleşti ve uluslararası işçi hareketine tartışılmaz şekilde damgasını vurdu. Reformizm, başarıya ulaşabilmek için proletaryanın, mutlaka yenilgiye uğratması gereken düşmanlarının başında gelir. Lenin, bu akıma karşı mücadelenin yaşamsal önemini şu sözlerle vurgular: “1917-1920’de başarıya ulaşabildiysek, bunu, Kautskyciliğin alçaklığını, iğrençliğini ve ihanetini en sert bir dille suçlamamıza borçluyuz.”
Proletarya hareketinin reformizme karşı mücadelesinin genel içinde tuttuğu yer, koşullara göre değişmekle birlikte sürekli bir çizgi izlemiştir. İçinde bulunduğumuz dönem, reformizmin çeşitli biçimlerine karşı mücadeleye özel bir önem kazandırmaktadır. Kruşçevcilikle başlayan ve Gorbaçovlukla doruğa varan modern revizyonizm, reformizmin resmi merkezi sosyal demokrasiyle ve emperyalist kapitalizmle tam bir birleşme sağladı. Dünya çapında güçlenen bu revizyonist-reformist rüzgar, ülkemizde 12 Eylül’ün devrim saflarındaki etkisiyle şekillenen reformculuğu da arkasına alıp güçlendi. Bütün bun)ar, reformizme karşı mücadeleye teorik, siyasal ve pratik bakımdan büyük bir önem kazandırdı. Bu yazının boyutları içinde reformizmin ideolojik temeline, sınıfsal yapısına, tarihsel şekillenişine ve onun devrimci-demokrasi saflarındaki yansımalarına genel hatlarıyla değineceğiz.

Kavram Olarak Reformizm
Reformizm, ML literatürde, kapitalizmin temel yapısını ve kurumlarını esas olarak koruyarak yapılacak çeşitli düzeltme ve iyileştirmelerle toplumun refaha ve sosyal adalete kavuşturulabileceğini savunan burjuva ideolojisi ve politikası olarak tanımlanır. Marksizm’e göre, proletaryanın sömürüden ve siyasi kölelikten kurtuluşu bütün kapitalist sistemin siyasal üst yapısıyla birlikte devrimle ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Proletarya partisinin strateji ve taktiği de bu görüş ışığında şekillenir. Buna karşılık reformizm, kapitalist sistemi koruyarak yapılacak reformlarla işçilerin sömürüden kurtulabileceğini ve böylece bütün sınıfların uzlaşması ve kardeşliği üzerine şekillenen bir sistemin kurulabileceğini savunur; ideolojisi ve politikası sınıfları uzlaştırmaya, proletaryanın eylemini frenlemeye ve burjuva dünyaya hapsetmeye ve ücretli kölelik düzenini ilelebet yaşar kılmaya dayanır. Bu görüş ışığında şekillenen reformizm strateji ve taktik, işçi sınıfı ve emekçilere sürekli ‘itidal’ telkin eder. Burjuvaziye karşı ‘barışçı’dır. Bütün devrimci mücadele biçimlerinden veba görmüş gibi kaçar. Proletaryanın iradesini ortaya koyması, devrimci atılımı karşısında kendiliğindencidir. Üretici güçlerin, kendiliğinden gelişerek sosyalizme varacağı hayalini yayar.
Elbette ki reformizmin tek bir biçimi yoktur; çeşitli farklılıklar gösterir. Bu kapsam içindeki kimi akımlar sadece ‘sosyal adaletçi’dirler. Diğer bazdan ‘ulusal bir sosyalizm’den yanadırlar. Aralarında kendilerini Marksist sayanlar da yok değildir. Fakat bütün bu çeşitliliklere rağmen, şu temel noktalarda ortak bir kapsama girerler: Mevcut kapitalist sistemin, ücretli köleliğin ve burjuva devletin kutsanması ve reformlarla güzelleştirilmiş sosyal adalete dayalı bir kapitalizmin propagandası… Bu politikasıyla reformizm, kokuşmuş kapitalist düzenin çıplaklığını vaatler ve sahte güzelliklerle örtmeye çalışır.
Reformist parti ve akımlar, tekelci burjuvazinin doğrudan temsilcileri değillerdir. Ama bu durum, tekelci burjuvazinin, kitleleri aldatmak ve bunalım koşullarında düzenini korumak için, reformizmi tercih edeceği gerçeği ile çelişmez. Tekelci burjuvazinin kitleleri bastırmadaki araçlarından bir sopaysa, diğeri de havuçtur. Havuç politikasını çıkarları için gerekli gören burjuvazi için, sosyal-demokrat ya da ‘sosyalist’ adını taşıyan reformcu bir partinin hükümete getirilmesi kaçınmayacağı bir şeydir. Çeşitli zamanlarda sosyal-demokrat reformcu partilerin hükümet olmasının da gösterdiği gibi reformizmin, burjuvazinin işçi sınıfım ezmede kullandığı tercihli silahıdır. Reformizm, devrimci yangını söndürmek için burjuvazinin hizmetindedir. Bunun içindir ki, Marksizm’in büyük önderleri, reformizmin resmi temsilcileri sosyal-demokrat partileri “burjuvazinin işçi sınıfı içindeki ajanları”, “kapitalist sınıfın işçi kâhyaları” vb. sıfatlarla nitelendirilmişlerdir.
Reformizm kavramı, revizyonizm ve oportünizm kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Çünkü, revizyonist ve oportünist akımlar da şu ya da bu şekilde devrimci Marksist teoriyi reformizm yönünde bozmuşlar, Marksizm’i reformcu yönde revizyona ve tahrife uğratmışlardır. Bu bakımdan bir çok revizyonist partinin aynı zamanda reformist olarak nitelendirilmesi teorik olarak yanlış değildir.
İdeolojik ve siyasal olarak katıksız bir burjuva özellik taşıyan reformizmin felsefi temeli, metafizik idealizmdir. Marksist dünya görüşünün dayandığı felsefi temel olan diyalektik materyalizme göre niceliksel değişiklikleri ifade eden evrim ile niteliksel değişiklikleri ifade eden devrim kavramları doğal, toplumsal ve düşünsel gelişmenin biri olmadan diğeri olmayan iki yanını temsil ederler. Ne, bir evrime dayanmadan oluşan bir devrim mümkündür, ne de niteliksel bir değişmeye/devrime yol açmaksızın evrimin sürgit devam etmesi mümkündür.
Buna karşılık metafizik idealizm, hareketin, gelişmenin iki yanını birbirinden ayrı, birbirine karşıt kavramlar olarak görür. Evrimin olduğu yerde devrimin olmayacağını, tersi durumda da evrimden söz edilemeyeceğini iddia eder, devrimin evrimin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olduğu gerçeğini görmek istemez. İşte reformizm, evrimi mutlaklaştıran bu felsefi görüşe dayanır; evrimci ve gericidir.
Reformizmin kurucusu ‘şanını’ taşıyan Bernstein’den bugüne reformizm temel özelliğini, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki yangın söndürücüleri özelliğini koruya-gelmiştir.

Reformizmin Sınıf Temeli
Reformizmin temel siyasi işlevi, sorunların mevcut düzen içinde çözülebileceği hayaliyle işçi ve emekçi kitleleri aldatmak, uyuşturmak ve kapitalist sisteme bağlamaktır. İzlediği politikasıyla reformizm, kapitalizmin bir çeşit payandasıdır; yığınların tepkilerini uysallaştıran bir paratoner işlevi görür. ‘Kutsal’ amacı tekelci burjuvaziye hizmet olan reformizm, sınıfsal karşılığını küçük burjuvazide bulur.
Reformizm, 2. Enternasyonal içindeki oportünist eğilimin sistemleşmesiyle ve revizyonist akıma dönüşmesiyle ortaya çıktı. Her siyasal olgunun bir sosyal temeli olduğuna göre, işçi hareketi içinde ortaya çıkan reformizmin sosyal temeli neydi?
Kapitalist üretim süreci, her gün mülkten tecrit ettiği sayısızca zanaatçıyı, küçük burjuvayı işçi sınıfı ordusuna katar. Maddi olarak işçileşen bu unsurlar, kafalarında içinden kopup geldikleri küçük burjuvazinin düşüncelerini, alışkanlık ve özlemlerini taşırlar; eski konumuna yükselmek bu unsurlarda tutku düzeyinde bir istek olarak belirir. İşçi hareketi içinde uç veren oportünizmin ve reformizmin kaynağını bulduğu tabakalardan biri bu unsurlardır. Fakat daha çok ve esas olarak, reformizm, sosyal temelini, kapitalist sömürünün bir bölümünden pay alarak yaşamını küçük burjuvazi seviyesine çıkaran zenginleşmiş bir işçi tabakasında/işçi aristokrasisinde ve sendika bürokrasisinde bulur. Bu tabaka işçi sınıfının küçük ve ayrıcalıklı bir parçasıdır; yaşam standardı işçilerden çok küçük burjuvaziye benzer. Buradan yola çıkan reformizm, giderek tüm küçük burjuvazinin temsilcisi konumuna yükselir.
Sosyalist devrim sürecindeki ileri kapitalist ülkelerde küçük burjuvazi tarafsızlaştırılıp tecrit edilmesi gereken ara bir sınıftır. Kapitalizmin çözüp dağıttığı, geniş bir kesimini proletarya saflarına, ücret köleliğine yollarken küçük bir azınlığını da burjuvalaştırdığı küçük burjuvazi, temel bir sınıf olma özelliği taşımaz. Kendi başına bağımsız bir ideolojisi ve politikası yoktur. Tekelci burjuvazi ve proletarya arasındaki çatışmada ancak taraflardan birine dayanarak politika yapabilir. Çoğu reformist olan küçük burjuva partiler, mülk sahibi özellikleriyle, siyaset sahnesinde tekelci burjuvaziye dayanırlar. Bu politikada, siyasi ve iktisadi kudretin tekelci burjuvazide olmasının rolü büyüktür. Ya da, reformist partiler, küçük burjuvazinin tekelci burjuvaziye yaslanarak politika yapan partileridir de diyebiliriz.
Reformcu sosyal-demokrat partiler, küçük burjuvaziden kaynaklanmakla birlikte küçük burjuvazinin öz çıkarlarını savunmazlar. Çünkü küçük burjuvazi, bir yönüyle emekçidir ve çıkarları kapitalizmle çatışma halindedir. 2. Enternasyonalin irili ufaklı bütün partileri küçük burjuva partilerdi ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin hizmetindeydiler. Rusya’nın Menşevik ve Sosyalist-Devrimcileri, sınıflarına ihanet ederek burjuvaziyle birlikte proletaryaya karşı savaştılar.
Peki, bu durumda, tekelci burjuvazinin kendi öz partilerinin yanı sıra sosyal-demokrat, ‘sosyalist’ adı altındaki küçük burjuva partilere ihtiyaç duymaları ve hükümet etmelerinin nedeni nedir?
Tekelci burjuvazinin devlet biçimlerinden biri olan burjuva parlamenter demokrasisi, yığınlarda oluşan hoşnutsuzluk eğilimlerini 3-5 yılda bir yapılan seçimlerle parlamenter kanallarda eritmek üzerine kuruludur. Burjuvazi, düzen çerçevesindeki huylu-huysuz bütün muhalefet hareketlerini son tahlilde ehlileştirebileceği çocukları olarak görür. Tekelci burjuvazinin has partilerinin yıprandığı, yığınlardan tepki aldığı dönemlerde “değişik” programlara sahip, yığınlardan yana görünen sosyal-demokrasiyi hükümet ederek, yığınları reformizm aracılığı ile sisteme bağlamaya çalışır. Ve her zaman, reformizmi alternatiflerden biri olarak kabul eder. Böylece, sosyal-demokrasinin, sendikalar ve diğer yığın örgütlerindeki etkilerini de kendine bağlamış olur. Sosyal-demokrat partiler, kapitalizmin iyileştirilmesine yönelik reçeteler sunduğundan, kapitalizmi güçlendirirler ve tekelci burjuvazi de canına minnet bunu seve seve kabul eder. Ayrıca sosyal-demokrasinin varlığı, hükümet olması, geri yığınların zihninde ‘demokrasi’ bilincinin kökleşmesine neden olur.
Reformcu sosyal-demokrat partiler, burjuva düzeni korumak için yangın söndürmeye koşan itfaiye görevlileridir.
Gerçek anlamda burjuva demokrasisinin pek nadir görüldüğü emperyalizme bağımlı geri ülkelerde de sosyal-demokrasi, egemen sınıfların alternatiflerinden biridir. Fakat bu ülkelerde daha da önemli alternatif, cuntalardır. Bu ülkelerde, genellikle, sosyal-demokrasi, işçi sınıfı hareketi içinden ve sendika bürokrasisinden çıkmamış, daha çok egemen sınıfların da yardımı ile orta burjuvazinin politik sahneye çıkmasının sonucu olmuşlardır.
Devrimin anti-emperyalist demokratik aşamada olduğu ülkelerde, reformizm, ara sınıf konumundaki orta burjuvazinin hareketidir. İşlevi, emperyalist ülkelerdeki sosyal-demokrasi ile aynıdır.
Bu ülkelerdeki parlamento daha kaba ve askeri cunta ihtimaline hep açık bir yapıdadır. Oldukça uyduruk bu ‘demokrasi güldürüsünde’ sosyal-demokrasiye de (baş aktör değilse bile) bir rol vardır. Sosyal-demokrasi, bütün gayretiyle görüntüye demokrasi çeşnileri katmaya, oyunu sahici göstermeye çabalar. Ama her zaman cunta, genellikle, sosyal-demokrasiyi politik arenadan tecrit eder. Yeni bir demokrasi oyununa kadar dinlenme molası veren sosyal-demokrasi, bir umut ışığı gördüğünde tekrar kolları sıvar. Bu ülkelerde, öyle zamanlar olur ki, devrim ve karşı-devrim arasındaki çatışma, kesin çizgilerle belirlenir. Karşı-devrim safında olup ‘halkçı’ görünen sosyal-demokrasinin işi çok zorlaşır.
Reformizm, ara sınıflardan kaynaklanan bir akımdır. Temeli, ülkenin içinde bulunduğu devrim aşamasına göre küçük-burjuvazi ve orta-burjuvazi olarak farklılaşır.

Reformizmin Tarihsel Şekillenişi ve Evrimi
Marksist-Leninist literatürde kullanılan anlamıyla reformizmin kurucusu Bernstein’dir. Bernstein’le başlayan ve Gobaçov’a kadar uzanan bu tür reformizm, işçi hareketi içinde ortaya çıkan, işçi aristokrasisi ve küçük burjuvaziye dayanan, proletaryanın eylemini kapitalizm sınırlarına hapsetmeye çalışan bir akımdır. Fakat daha geniş bir çerçevede ele alındığında reformizmin çok daha başka türleri olduğu gibi tarihi de çok daha gerilere uzanır. Bu nedenle, Bernstein’le başlayan reformizmi ele almadan önce Marksizm öncesi dönemde ortaya çıkan çeşitli reformist çizgilere kısaca değinelim.

Marksizm öncesi dönemde reformizm
Reform kavramı, var olan koşullarda niteliksel olmayan iyileştirme ve düzeltmeleri ifade eder. Bu geniş anlamıyla reform fikrinin tarihi, sınıflar kadar eskidir. Sınıflara bölünmüş toplumlarda, sınıflardan biri egemen konumda iken, diğer sınıflar ezilen sınıflar kategorisindedir. Ezilen sınıf mensupları, çoğu zaman, kendilerini ezen sınıfın bir bütün olarak egemenliğine karşı çıkmadan kendi toplumsal sistemlerini alternatif çıkarmadan önce, kendilerini ezen sistemi tümüyle yargılamadan o sistemin bazı somut kötülüklerine saldırmışlardır. Ve giderek sistemi tümüyle karşılarına aldıklarında ise sınıfın bir kısım mensupları, eski sistemi değiştirmede yeterince cesur davranmamışlar, yeni ve eski sistemleri uzlaştırmaya çalışmışlardır. İşte reformizm, sistemin sonuç niteliğindeki kötülüklerine karşı çıkışı, eski kurumlan yıkmaktan çok tedricen dönüştürmeyi ifade eder.
1525’te, o Avrupa’yı temelinden sarsan Köylü Savaşının kahramanları, ’12 Maddelerinde’ sertlik kurumunun kaldırılmasını değil, üstlerindeki angaryanın ve sömürünün azaltılmasını talep ediyorlardı. Burjuvazi ekonomik hayata tümüyle egemen olduğu bir şuada, yine de aristokrasinin arpalıklardan yemlenmesine, feodal ayrıcalıklara ve kralın monarşisine bir dönem sessiz kalabiliyordu. İngiltere, kapitalizmle eski soyluluğun garip bir kaynaşması olan kraliçe tacını hala tepesinde taşır. Kısaca 16 ve 19. yüzyıllara yayılan Avrupa burjuvazisinin feodalizmle savaşında, burjuvazinin kendisi içinde de bir savaş yaşanıyordu. Bu savaş feodal kurum ve ayrıcalıklara karşı alınan tutumla ayrışan burjuvazinin reformcu ve devrimci kanatları arasında idi. Burjuvazinin feodalizmle girdiği en büyük savaş olan 1789 Fransız Devrimi, aynı zamanda burjuvazinin kendi içindeki en büyük savaşıydı. Gönç burjuvazinin temsilcileri, bütün feodal kurumların (dinin, monarşinin) tümüyle şiddetle ortadan kaldırılmasında yanaydılar. Robespierre’in önderlik ettiği bu kanat, sonradan da “uzlaşmaz devrimci” anlamında kullanılacak olan Jakobenler adıyla anılıyorlardı. Aristokrasiyle uzlaşan kendi iktisadi egemenliği ile monarşi arasında bir bağlaşma sağlayan kanat ise JirondenIerdi.
Kapitalizmin gelişmesiyle oluşan proletarya, Marks ve Engels’in şahsında bütünlüklü bir bilimsel dünya görüşüne kavuşmadan önce, kapitalizmin kötülüklerini eleştiren ama sorunun merkezine proletaryayı koymayan çeşitli teorilere sahipti. Sosyalizm düşüncesi, başında bir reformlar toplamı olarak ortaya çıktı. More’un Ütopyasından Rousseau’nun ‘Toplum Sözleşmesi’ne kadar uzanan ‘adalet duygusu’, gözlerini Ütopyadan çevirip ayağını maddi dünyaya bastığında, ifadesini “burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliği”nde bulmaya mahkûmdu zaten. Fakat kapitalizmin eleştirisinden kapitalizmin ortadan kaldırılmasını savunmaya gidecek kadar devrimci ve cesur olan Owen, Saint-Simon ve Fourier gibi ütopik sosyalistlerin kendileri de son tahlilde “üç toplumsal reformcu” (Marks-Engels) idiler. Proletaryayı kurtarmak istiyorlardı ama bu işi proletarya dışında yapmak istiyorlardı. Çağırılarını bütün topluma yöneltiyorlar ve herkesi sosyalizme ‘ikna’ya çalışıyorlardı.
Fakat bu, o koşullar altında kaçınılamaz bir şeydi. “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılandı.”(Ütop. Sos. ve Bil. Sos., s. 70) Bu devrimci projeler, ayrıntılandırıldıkları her durumda daha da kurgusallaştılar. Fakat yine de bu sosyalistler, o koşullar altında devrimci bir sezgiyle ortaya çıkardıklarıyla Marks’ın önceli olmaya hak kazandılar.
“Proletaryanın henüz hiç gelişmemiş olduğu ve kendi durumuyla ilgili olarak ancak hayali bir anlayışa sahip bulunduğu bir zamanda çizilen, geleceğin toplumuna ilişkin bu ütopik resimler, bu sınıfın iç güdüsüyle ulaştığı genel bir yeniden kuruluş özlemini yansıtmaktadır.” (Komünist Manifesto, s. 63)
Sonuçta Marks öncesi sosyalizm projeleri kapitalizmi ortadan kaldırmayı arzuluyor, ama bunun yöntemi ve dinamiği konusunda tıkanıyor ve böylelikle reformcu sosyalizm tasarıları olarak kalıyordu.
Marksizm, bu ütopik sosyalizmin aşılması üzerinde şekillenerek bilimsel ve maddi temeline kavuştu. Marks ve Engels, kendilerinden önceki sosyalizm taşanlarının bu devrimci yanlarını aldılar ve bütün kurgusal, reformcu yanlarını bilimsel bir projektör altında eleştiriye tabi tuttular. Bunu yaparlarken bir yandan da çağdaşlarının, Avrupa’nın verimli toprağında biten ve kimileri modem sosyalizme hayli yaklaşan teorileriyle uğraştılar. Rahatça denebilir ki, bilimsel sosyalizmin inşası, bir yönüyle, eksik koşulların çıkardığı sezgisel bir sosyalizm tasarısı olan ama olgunlaşmış kapitalizm koşullarında gerici bir mevzide konumlanan reformist (ve onun ters yüz ifadesi anarşist) teorilere karşı mücadele olarak şekillendi.
Marks ve Engels’in 1848 Devriminin öngününde Komünist Manifesto ile ilan ettikleri bilimsel sosyalizm öğretisi, 1889’da artık 2. Enternasyonal partilerinin hemen hepsi tarafından kabul edilir duruma gelmişti. Bu tarihe kadar Marks ve Engels çeşitli reformcu oportünist akımlarla Lasallecılıkla, Proudhon’un ve Bakunin’in anarşizmi ile, Dühring’le hesaplaşmışlar, Marksizm’i parlak bir şekilde inşa etmişlerdi. Artık Marksizm, uluslararası işçi hareketinde esas otorite idi. Bu, aynı zamanda ütopyacı fikirler sayfasının kapanması anlamındaydı. Ütopiklerin kendi koşullan içinde geliştirdikleri fikirleri onları devrimci yaparken, Marksizm’e karşı eski fikirleri diriltmeye çalışanlar artık gerici bir konumdadırlar.

Reformizmin Resmi Bayrağı: Sosyal-Demokrasi
İşçi sınıfı hareketi içinde Marksizm’den bir sapma olarak ortaya çakan reformizmin tarihi Bernstein ile başlar. Bernstein’in reformizmi, kapitalizmin görece bir istikrara kavuştuğu, işçi sınıfının küçük bir kesiminin zenginleşerek aristokratlaştığı ve uzunca bir dönem parlamenter ve diğer yasal mücadele biçimlerinin esas mücadele biçimi olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Bernstein, Prusya Krallığının reformlarla tüm halkın devleti olacağını savunan, ‘eşit hak’ ve ‘tunç yasası’ ile reformcu bir sosyalizmi savunan Lasallecılığın devamıydı. Kendisi de 2. Enternasyonal içinde bir ‘Marksist’ olan Bernstein, reformcu fikirlerini ‘Marksizm’in yeniden gözden geçirilmesi’ adı altında sistemleştirmeye koyuldu. Bu durum, anlaşılır bir şeydi; çünkü Marksizm işçi hareketi içinde büyük bir saygınlığa sahipti ve “Marksizm’in bilimsel zaferi, onun düşmanlarını bile Marksist görünmek zorun’da bırakmaktaydı” (Lenin)
Böylece Bernstein, Marksizm’i bir kabuk olarak sırtında taşımakla birlikte, onun özünü boşaltıyor, diyalektiği Marksizm üzerinde bir ‘leke’ olarak görüyor, sınıf mücadelesini reddediyor ya da onu reformlar için mücadele derekesine düşürüyordu. Sosyalizm gibi uzak ve bilinmez bir gelecek üzerine teori kurmak yerine işçilerin yaşamını iyileştirecek reformlar için mücadele edilmelidir diyen Bernstein’e göre, “Sosyalizm hedefi hiç bir şey, hareket ise her şey”di. Devletin şiddete dayanan devrimle devrilmesi fikri yerine parlamentoda bir sandalye, burjuva kabinede bir bakanlık fikri-tabii işçiler lehine reformlar yapabilmek için! Bernstein, ‘Marksizm’i gözden geçirirken’ (revizyonizm kavramı da gözden geçirmek anlamına gelen ‘revizyon’ kelimesinden türetilmiştir), onun tüm temel tezlerini değiştiriyor ve reddediyor; Marksizm’i burjuvazi için zararsız bir ceset durumuna getirmeye çalışıyordu. Bu çabalan ile işçi sınıfının devrim partisini bir reformlar partisi yapmayı hedefliyordu.
II. Enternasyonal partileri, Bernstein’e tavır aldılar ama bu, son derece korkak, uzlaşma yollarını da içeren bir tavırdı. Bir çok temel noktada zaten Bernstein’le hemfikirdiler. Revizyonizm ve reformizmin Alman merkezi olan Bernstein’in ulusal sınırlara hapsolduğu söylenemez. İngiltere’de karı-koca Webb’lerin yönetimindeki Fabianlar sistemli reformcu bir perspektife sahiptiler. Fransız ‘sosyalisti’ Millerand burjuva kabineye kapağı atmıştı.
Gerçekte, Bernstein, II. Enternasyonalin çatlak duvarından düşen ilk taştı. O an Bernstein’e karşı duran ve oportünist kanatlarla uzlaşma çabaları (bölünmemek için!) yüzünden ‘merkezci’ olarak nitelendirilen Kautsky ve II. Enternasyonal partilerinin ezici bir çoğunluğu, Bernstein’in yolunda aynı reformizm çamuruna saplandılar. Görünüşte ‘revizyonizme karşı’ duran II. Enternasyonal’in resmi partileri, gerçekte Bernstein gibi tüm temel konularda Marksizm’i yadsıyor, tahrif ediyor, Marksizm’in en önemli tezlerini çekmecelere kilitliyor, kullanılmaz eşyalar gibi ardiyeye kaldırıyorlardı. Bunların elinde Marksizm burjuvazi için kabul edilebilir boş bir dogma haline gelmişti. Lenin’in de açıkladığı gibi:
” ( Egemen sınıflar – Ö.D.) ölümlerinden sonra, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatmak için adlarını bir hale ile süslemeye çalışırlar. Böylelikle devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi oportünistleri, bugün işte Marksizm’i ‘evcilleştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar, öğretinin devrimci yanı ve devrimci ruhu unutuluyor, siliniyor ve değiştiriliyor. Burjuvazi için kabul edilebilir ya da öyle görünen şeyler, ön plana çıkarılıyor ve övülüyor. Bugün bütün sosyal-şovenler, -gülmeyin!- ‘Marksist’tirler.” (Devlet ve İhtilal, s. 17-18)
Uzun barışçıl yıllar boyunca biriken oportünizm, sosyal-şovenizm olarak kendini dışarıya vurdu; Kautsky ve bütün ünlü sosyal-demokratlar, burjuvazileriyle birlikte yağma savaşına koştular. Farklı ülkelerin oportünistleri, her biri kendi burjuvazilerinin hizmetinde savaş çığlıkları atarak birbirlerine de düşman oldular. Enternasyonal’in işlevini barış dönemiyle sınırlı gören Kautsky’ye karşı Rosa Luxemburg, Kaustky’nin ağzından işçilere şu çağrıyı yapıyordu: Barışta birleşin, savaşta birbirinizi boğazlayın! I. Emperyalist savaş, II. Enternasyonal’in de sonu oldu; emperyalizmin suçuna ortak olan II. Enternasyonal, emperyalist savaşın batağında boğuldu.
II. Enternasyonal’in çöküşü, Marksizm ile oportünizm-reformizm arasında kesin bir saflaşmanın da başlangıcı oldu. Rusya’da Lenin önderliğinde Bolşevikler, Almanya’da Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki Sol Kanat ve diğer bir kaç küçük parti, çeşitli partilerden kanatlar sosyal-şovenizmi reddettiler, devrimci bayrağı yüksekte tuttular. Marks ve Engels zamanında ‘sosyal-demokrat’ adı altında örgütlenen komünist partiler, önderleri tarafından oportünizmin içine çekilmiş ve böylece o güne kadar Marksist partilerin onurla taşıdıkları sosyal-demokrat adı oportünizm tarafından lekelenmişti.Oportünizmce kirletilen ‘sosyal-demokrat’ adı terk edildi ve gerçek Marksist partiler nihai amaçlarına uygun olarak ‘Komünist’ adını aldılar.
Savaş daha devam ederken Lenin yeni bir enternasyonal kurmak gerektiği fikrindeydi. Zimmerwald Solu bu yönde atılan ilk adımdı. Fakat ilerleyen süreçte bir kaç küçük parti olarak savaşa giren Marksistler, savaş sona erdiğinde artık uluslararası komünist bir hareket durumundaydılar ve üstelik dünya işçileri, ilk defa sınıf kardeşlerinin iktidarda olduğu bir ülkeye kavuşmuşlardı. Lenin önderliğinde verilen mücadele ile II. Enternasyonal artıkları işçi hareketi içinde bir azınlık durumuna düştüler ve Leninizm’in II. Enternasyonal karşısındaki zaferi üzerinde 1919’da Komünist III. Enternasyonal doğdu.
II. Enternasyonale gelince; savaş içinde birbirini boğazlayan sosyal-şovenler, savaştan sonra bir araya gelip enternasyonallerini tekrardan diriltmeye çalıştılar. Uzun çabalar ve önemli kopmalardan sonra 1920 yılından bir araya gelen sosyal-demokrat partiler (Cenevre’de) II. Enternasyonalin devamı niteliğindeki Sosyalist İşçi Enternasyonali’ni kurdular. O tarihten başlayarak, Sosyalist Enternasyonal, sosyal-demokrat reformculuğun esas merkezlerinden biridir. Aralarından bir bölümü kendilerini ‘Marksist’ gören bu sosyal- demokratlar, tekelci burjuvaziye hizmet yarışındadırlar. Tekelci burjuvazinin ve devletinin yardımıyla kasalarını dolduran bu resmi sosyal-demokrat partiler, kitleleri reformizmin uyuşturucu etkisi altında tutmak için ‘sosyalizm’, ‘sosyal devlet’, ‘sınıfların kardeşliği’ temasıyla kitlelerin karşısına çıkıyorlar. Sosyal-demokrat çeşidi sendikalar, kitleleri sosyal-demokrasiye angaje etmenin araçlarıdır.
Bu partiler, 1950’lere kadar işçi sınıfının küçük bir bölümünü peşlerinde sürüklerlerken, modem revizyonizm olgusu ile birlikte, Sovyet revizyonizminin etkisi altındaki partilerin de reformcu bir platforma kaymaları bu partilerin yeniden güç kazanmasına yol açtı. Tekelci burjuvazi, ‘muhafazakâr’, ‘liberal’ alternatifleri etkisiz kaldığında sosyal-demokrasi silahı ile kitleleri kendine bağlamaya çalışıyor, onları hükümete ortak ediyor ya da doğrudan hükümet ediyor. Fakat sosyal-demokrat hükümetler de tekelci burjuvazinin dertlerine çare olamıyor, yaşadıkları gerçeklerle kitleler, sosyal-demokrat hükümetlerin politikalarına karşı da seslerini yükseltiyorlar.
Bugün ‘İskandinav sosyalizmi’ ya da başka adlar alanda sunulan sosyal-demokrasi, tekelci burjuvaziye kan sağlayan, kitleleri düzene bağlamaya çalışan ve Bernstein ve Kautsky mirası üzerinde yükselen uzlaştırıcı reformcu partilerdir. Reformlar aracılığıyla evrim ve proletarya devriminin kesin inkârı bu sosyal-demokrat ve ‘sosyalist’ partilerin çizgisinin özüdür. İlginç olan diğer bir nokta da bu partilerin hükümet olduktan dönemlerde reformlar bile yapmamalarıdır.
Özetle Bernstein ve Kautsky üzerinden günümüze uzanan ve esas ağırlığını Avrupa’da hissettiren II. Enternasyonal’in devamı niteliğindeki sosyal-demokrat ve ‘sosyalist’ partiler, reformizmin resmi ve esas merkezleridirler. Tümüyle tekelci burjuvazinin krizine çare olmaya çalışan bu partiler, tekelci burjuvazinin yardımla-n, devletin imkânlarıyla beslenmekte, kökleşmiş sendika bürokrasisi ile emekçileri kendi uyuşturucu, yatıştırıcı programlarına bağlamaya çalışmaktadırlar.

Reformizmin yeni merkezlerinin doğuşu: Kruşçev’den Gorbaçov’a
Lenin önderliğindeki Bolşevik parti’nin II. Enternasyonale karşı verdiği uzun soluklu ve güçlü mücadeleler sonucunda, II. Enternasyonal’in reformcu partileri, sosyalist hareketten tecrit oldular ve gelişen İÜ. Enternasyonal Marksist Avrupa partilerinin yanı sıra diğer kıtalardaki partileri de bağrında topladı, güçlü bir komünist merkez oldu. Lenin ve Stalin önderliğindeki III. Enternasyonal (Komintern), Leninizm’in hakimiyeti altında •dünya sosyalizminin yegane merkeziydi. Komintern, uluslararası sosyal-demokrasiyle olduğu gibi, Komintern’de ortaya çıkan çeşitli akımlara, Buharinciliğe, Troçkizme karşı mücadele etti ve onları sosyalist hareketin dışına attı.
Fakat II. Emperyalist savaştan sonra sosyalist hareket içinde beliren çeşitli oportünist akımlar, giderek sistemli reformist merkezler örgütlediler ve 1960’larda o güne kadarki sosyalist hareket içinde esas olarak egemenlik kazandılar.
Yugoslav ‘özyönetim’inin mimarı Tito, kendisinden sonraki reformist ve revizyonist akımların esin kaynağı oldu. Titoculuk Stalin’in şahsında sosyalizme karşı çıkıyor, kendi kapitalist ‘özyönetim’ sistemini sosyalizm olarak lanse ediyordu. Arkasından gelen diğer revizyonist akımlar, Tito önünde secdeye eğilerek feyiz aldılar.
50’li yıllar boyunca Avrupa’nın iki yakası özünde bir olan iki revizyonist akımın doğuşuna sahne oldu.
Batı Avrupa’da güçlü kitle partilerinin sistemleştirdi-ği ve sonradan kendilerine ‘Avrupa Komünizmi’ adını yakıştıran revizyonist akımın şekillenişinin ilk belirtileri, II. Emperyalist savaşın hemen sonrasında ortaya çıktı. Anti-faşist savaşta büyük prestij kazanan İtalya ve Fransa komünist partileri, sahip oldukları büyük prestiji, burjuva penilerle kurulan koalisyon hükümetleri kanalına akıttılar. Stalin’in ölümünden sonra hortlayan Kruşçev revizyonizmine yakın dururlarken, bir yandan da ‘çok merkezlilik’ adı altında ayrılıklarını ilan ettiler. Sonuçta ana gövdesini Togliatti-Berlinguer çizgisindeki İtalya, Thorez’in açtığı yolda Marchaise yönetimindeki Fransa ve lbarruri-Carillo yönetimindeki İspanya ‘komünist’ partilerinin oluşturduğu Avrupa komünizmi reformizmin sendikalarla bağlantılı merkezi haline geldi. Bulun burjuva partilerle ‘tarihsel uzlaşma’, ‘yapısal reformlarla ulaşılacak ‘yeni toplum’, ‘toplumsal barış’ ve ‘parlamenter yol’ bu partilerin reformcu temel iskeletiydi. Bugün adları diğer burjuva partileriyle birlikte anılan ‘Avrupa Komünisti’ bu partiler, Leninizm’e ve sınıf mücadelesi, devrim,ve proletarya diktatörlüğü teorilerine düşman, politikalarını sınıfların uzlaştırılması ve ‘çevre sorunları’ üzerine kuran, sosyal-demokrasiyle aralarında fark kalmamış reformcu partilerdir.
Kruşçevle başlayan ve evrimini Gorbaçov’la tamamlayan modern revizyonizm tarihte sosyalizme yöneltilen en büyük saldırıdır.
Sosyalizmin otuz yıllık dev başarılan üzerinde biçimsel bazı farklarla kapitalizmi ve revizyonizmi örgütleyen Kruşçev kliği, işe Stalin’e saldırmakla başladı. Stalin’in şahsında Leninizm’in temel ilke ve normlarını reddeden Kruşçev bunun yerine soyut bir barış, “barış içinde yarış’, ‘barışçıl-parlamenter geçiş’, ‘tüm halkın partisi/devleti’, ‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’ gibi Bernstein ve Kautsky’den alınma revizyonist- reformist bir çizgi geliştirdi. Uluslararası planda giriştiği entrikalarla çeşitli komünist partileri kendisine bağlı revizyonist peykler haline getirdi. Enver Hoca ve AEP’in ML tavır alışına rağmen uluslararası komünist hareketin ezici bir bölümünü etkiledi.
Kruşçev’le başlayan bu saldırı, Brejnev, Andrdopov vb. revizyonistler üzerinden Gorbaçov’a kadar geldi. Gerçekte Gorbaçovculuk, Kruşçev revizyonizminin evriminin doğal ve kaçınılmaz sonucuydu. Kruşçev döneminde revizyonizm, kapitalist-emperyalizmle biçimsel farklarını koruyordu; sözde sosyalizmi savunuyordu. Fakat bu politikayı, süper bir emperyalist devlet olarak, ABD ile rekabet için kullanıyor, egemenlik alanlarını genişletmeye çalışıyordu. Gorbaçov döneminde, rekabet yerini emperyalist sistemle uzlaşmaya bıraktı. ABD’nin egemenliğini taktiksel kabul üzerine kurulu politika, kendini ‘perestroyka’ ve ‘glasnost’ şeklinde dışa vurdu. Böylece üzerindeki uygunsuz ‘sosyalist’ elbiseyi atan Gorbaçovculuk ekonomi, siyasal ve ideolojik yönlerden emperyalizmle tam bir birleşme sağladı. O güne kadar sosyalizmin yaptığı her şey ‘hata’ olarak görüldü; Kapitalizmin değerleri erdem olarak yüceltildi. Sonuçlan üzerinde hala duman tüten Gorbaçov reformları, Sovyetleri batı kapitalizmine benzetirken, dünya halklarına da kapitalizm çerçevesinde yapılacak reformlardan başka bir yol olmadığına inandırmak üzerine kuruludur.
Kapitalist-revizyonist dünyanın mimarlarınca oluşturulan renkli dünya tablosu, bir ayağını da Maocu “üç dünyacılık” üzerine basar. Emperyalizme ve feodalizme karşı mücadele içinde şekillenen Maoculuk, proletaryanın yerine köylülüğün önderliğini geçiren ve ulusal burjuvaziyi baş tacı eden bir çizginin sistemleşmiş sonucuna “üç dünyacılık”ta vardı. Burjuvazi, temel değiştirici dinamik kabul edildi, proletaryaya kendi burjuvazisinin yedeği olmak önerildi ve sayısını üçe çıkardıkları dünya gerçekte aynı tek dünyaydı: kapitalist dünya.
Yaklaşık olarak aynı dönemlerde sahneye çıkan Avrupa komünizmi, Kruşçevcilik, ‘barışcılık’, Maoculuk-Üç dünyacılık gibi akımlar, farklı koşullar altında ama aynı biçimlendirici etkenler altında şekillendiler. Bütün bu revizyonist akımların evrimi esas olarak Kruşçevciliğin belirlediği platformda gerçekleşti. Bütün bu akımların ortak hedef tahtasında Stalin vardı. Buna rağmen uzunca bir süre Marksist-Leninist yaftasını üzerlerinde taşımak zorunda kaldılar. Ortak ruhları, toplumsal devrim yerine reformlar, devrim partisi yerine reform partisi, bütün devrimci mücadele biçimlerinden kaçış proletarya diktatörlüğünün kategorik inkârı üzerinde yükseldi, muhalefette olanlar kapitalizmi reformlar yoluyla ‘sosyalleştirme’ uğraşı verirken, iktidar olan partiler, yine reformlarla ‘sosyalizmi liberalleştirme’ uğraşı verdiler. Revizyonist iktidarların reformları, sosyalizmi nicel ve nitel yönden geliştiren değil, revizyonizmi batı standardına uydurmaya yönelik reformlardı. Evrimin bugün gelinen noktasında, kendilerini yükümlülük altına sokan, rahatsız edici “Leninizm’, ‘komünizm’ elbisesinden tümüyle kurtuldular. Tümüyle ve tüm ahlaksızlığıyla batı kapitalizminin ‘şefkatli’ kollarına atıldılar. Kendi kapitalist pratiklerine ‘sosyalizm’ deyip sonra da emperyalist şarlatanlarla koro halinde sosyalizme lanetler yağdırdılar.

Günümüz dünyasında reformizmin durumu
Genel bir gözlemle, hemen bütün ülkelerde işçi sınıfının ve geniş küçük burjuva kesimlerin emperyalist ideolojinin, değişik görünüşlü reformist-revizyonist ideolojinin etkisi altında olduğu söylenebilir. Bu durumun temel nedenleri arasında, emperyalizmin sahip olduğu dev iletişim tekeliyle yaptığı anti-komünist propaganda ve çizdiği ‘hür dünya’ tablosu; ‘sosyalizm’ adı altında revizyonist diktatörlüklerin işçi ve emekçi yığınlar üzerindeki baskı ve sömürüsü ile birilikte sosyalizm karşıtı propagandaları; bununla ilişkili olarak bütün sosyalist ülkelerin kapitalizm yoluna girmeleri ve Batı kapitalizmi ile birleşmeleri; Marksist-Leninist zayıflığı ve bünyesinde taşıdığı zaaflar vb sayılabilir.
Günümüzde ‘sosyal-demokrat’, ‘sosyalist’ vb. adlar taşıyan reformizm, uluslararası gericiliğin açıkça görülebilen bir eklentisi haline gelmiştir. Uluslararası karşıdevrimin özel göreve haiz bu ajanları için, her şeye karşın parlak bir gelecek görünmüyor.
Bugün de reformizmin resmi san bayrağını elinde taşıyan reformizm, uluslararası gericiğin açıkça görülebilen bir eklentisi haline gelmiştir. Uluslararası karşı-devrimin özel göreve haiz bu ajanları için, her şeye karşı parlak bir gelecek görünmüyor.
Bugün de reformizmin resmi san bayrağını elinde taşıyan sosyal-demokrasi, reformizmin ana merkezi olmakla birlikte, her geçen gün güç kaybediyor ve yeni açmazlarla karşılaşıyor. Avrupa sosyal-demokrasisinin en güçlü kalesi Alman SPD, uzun yıllar elinde bulundurduğu hükümeti kaptırdı; İspanya ve Fransa’da da hükümette iken güneş görmüş kar gibi eridiler; öve öve bitirilemeyen İskandinav sosyalizmi de aynı açmazla karşı karşıya. Çizdikleri pembe tabloya rağmen, hükümete geldiklerinde kaçınılmaz ve gönüllü olarak tekelci burjuvazinin programını uyguladıklarından, emekçi yığınların muhalefetiyle karşılaştılar.
Geçmişteki politikaları, Sovyet emperyalizminin politikalarının propagandasıyla sınırlı olan revizyonist partiler, Sovyetlerin sosyalizm konusunda bütün iddialarından vazgeçmesiyle işlevlerini tümüyle yitirdiler ve politik yelpazede dolduracaktan ve üzerinde politika yapacaktan bir zemin kalmayınca hızla bir çözülme ve tasfiye sürecine girdiler. Euro-komünist partiler ise başlarına bela olan komünist adından kurtulmak ve daha ‘güler-yüzlü’ bir kimlikle sahnede bir yer kapmak telaşı içindeler. Hepsi de soyut düzeyde kalan ‘evrensel bir barış’, ‘toplumsal uzlaşma’, ‘çevre sorunları’ üzerine oturtmaya çalıştıkları politikalar, eskinin kötü anısı yüzünden itibar toplayamıyor.
Avrupa’da bir dönem gelişen bir akımdan söz edilebilir: Yeşiller Hareketi. Bu akım varlık nedenini nükleer savaş tehlikesi ve çevrenin korunması üzerine kurmuştur. Kapitalizmi hedeflemeden onun sisteminin sonucu olan ve gerçekten de önemli olan sorunlar temelinde geliştirilen bu politikalar, anti-kapitalist perspektif yerine hedef olarak çevre kirlenmesinin ve nükleer tehlikenin sebebi olarak görülen bilime ve teknolojiye saldırıyor. Kapitalizm karşıtı bir perspektiften yoksunluk, Yeşilleri giderek çok kanatlı ve örgütsüz kendiliğinden yığın hareketine dönüştürüyor. Savundukları görüşler, kapitalizm çerçevesinde kalan düzeltmecilikten ileri gitmediğinden, aynı şeyleri diğer burjuva partileri de savununca işlevleri azaldı ve giderek güçsüzleştiler.
Gorbaçov’un ‘yeni açılım’ olarak onore edilen re-formları, ancak sorunlarına yeni sorunlar yumaklan açıyor. Doğu Avrupa’daki revizyonist diktatörlükler, büyük çatırdamalarla birer birer devrilirken, SB’de işçiler, milliyetçi hareketler (ağrıttığından başka) Gorbaçov’ un başını çokça ağrıtacağa benziyor. Yugoslavya ve Çin’in akıbeti de bunlardan farklı değil
Emperyalist sistemin kriz ve açmazına paralel bir seyirle reformist cephede de devam ediyor. Parlak sözler, insanların mutluluğu üzerine çekilen tiratlar, işçi sınıfının karnını doyuramıyor ve doyuramaz. Emperyalistler, sahip oldukları avantajlara rağmen, emekçilerin yaşamlarını iyileştiremedikçe açmazdan kurtulamaz, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların yaşam düzeyindeki gerilemeler ve insanlık değerlerine yabancılaşma anti-kapitalist mayalanmanın ve yükselişin objektif temeli olmaya devam ediyor.
Emperyalizme bağımlı nispeten geri ülkelerde, yerli gerici sınıfların açmazı daha büyüktür. Emperyalist ülkelerde işçilerin yaşamındaki görece iyiliğe bu ülkelerde rastlamak mümkün değil. Bu ülkelerde de egemen sınıflar, reformizme bir kriz zamanı alternatifi olarak bakmalarına rağmen, havuçtan daha sık ‘sopa’ politikası kullanıyorlar. Bu ülkelerde reformizm ilk kategoridekilerine kıyasla daha zayıftır.

Bazı sonuçlar ve reformizme karşı mücadelenin uluslararası görevleri

Yukarıda anlatılanları toparlarsak aşağıdaki bazı saptamaları yapabiliriz:
* Reformizm bütün tarihi boyunca, hangi ad altında ortaya çıkarsa çıksın, kapitalist-emperyalist sisteme payanda görevi görmüştür; kapitalizmin ‘demokrasi’ ya da açık şekillerdeki zulmüne suç ortaklığı yapmıştır. 1900’lü yıllarda ortaya çıkan Bernstein ve Kaustsky’nin başını çektiği reformizm, emperyalist yağma savaşında burjuvaziye hizmet sunmuş, sosyal-şovenizm politikasıyla etkisindeki yığınlara emperyalist çıkarlar için sınıf kardeşleriyle boğazlaşma çağrısı yapmıştır. 1920’lerden II. Emperyalist Savaşa uzanan dönemde, faşizmin yükselişine ve iktidar oluşuna yardım etmiş ve faşizme karşı güçlü bir direnişin örgütlenmesini engellemeye çalışmıştır. Ve bugün emperyalistlerin kurmaya çalıştıkları ‘yeni dünya düzeni’ senaryosunun gönüllü bir öğesi durumundadır.
* Günümüz koşullarında, reformizm, hükümet olduğu ülkelerde bile ‘liberal’, ‘muhafazakâr’ partilerin programından farklı bir program uygulama şansını kaybetmiştir. ‘Serbest piyasa ekonomisi’, bütün burjuva partilerinin ortak sloganı olmuştur. IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı ekonomik model, sosyal-demokrasinin de modelidir. Farklı bir alternatif olma özelliğini yitiren sosyal-demokrasi, işlevini kaybetmekte ve tekelci burjuvazi için sosyal-demokrat kimliği ile yeni bir alternatif olamamaktadır. Gorbaçov reformlarından beri sosyalizmi açıkça karşısına alan ve sosyal-demokrasi ile aynılaşan modern revizyonist ve ‘Avrupa Komünisti’ partiler için de durum aynıdır.
* 1950’lerin ortalarında başlayan ve ’90’lara gelindiğinde tüm sosyalist ülkeleri kapsayarak sonuçlanan ve ‘sosyalizm’ maskesinin de fırlatılıp atılmasına neden olan kapitalist restorasyon süreci, emperyalizme çeşitli olanaklar sunmuştur. Emperyalist ideologlar, onlarla birleşen eski revizyonistler için sosyalizm ‘eskinin kötü bir anısıdır’ ve’ tarihsel bir hatadır’! Böylece emperyalist ideoloji, kapitalizmin insanlık için en müreffeh ve özgürlükçü sistem olduğunu ve insanların özlemlerinin ancak tüketim toplumuyla gerçek olabileceğini yüksek perdeden tekrarlamaktadır. Revizyonistlerin kendi kapitalist pratiklerine ‘sosyalizm’ demeleri ve sosyalizm deyince geniş emekçi yığınlarının aklına revizyonizmin pratiğinin gelmesi, bu görüşlerin yayılmasının maddi zemini olmuş, bütün aydınlar kapitalizmin tarafına geçmiştir. Sonuç olarak, revizyonizm ve reformizm giderek önemsizleşirken emperyalist ideoloji güç kazanmıştır.
* Bütün bu olanaklara karşın emperyalist sistem, yapısından kaynaklanan sorun ve açmazları çözme şansına sahip değildir. Sosyalizmin geçici yenilgisi ve temelsiz propaganda, on milyonlarca işçinin, emekçinin ve ezilen halkların sorunlarına çare olamıyor, onları şurada ekonomik bir grev karşıtı gösteri, başka bir yerde ulusal hareket biçiminde gelişen eylemlere katılmaktan alıkoyamıyor. Geçmiş sayılarda verilerle ortaya konduğu gibi emperyalist sistem içinde yeni kriz öğeleri birikiyor. Büyüme hızı düşüyor, işsizlik çığ gibi büyüyor… Doğu Avrupa’nın işçileri, kapitalist dünyanın reklâmlardakine hiç benzemediğini şaşarak görüyorlar ve öfkeyle kapitalizmin uygulamalarına tavır alıyorlar. Dünyanın diğer birçok bölgesinde emperyalizme karşı ulusal hareketler ve yerli gerici diktatörlüklere karşı mücadeleler gelişiyor.
Dünya tablosundaki etkenler ve karşı-etkenler göz önüne alındığında proletaryanın bilinçli-örgütlü güçlerinin temel görevinin, Marksizm-Leninizm silahını kullanarak, proletarya içinde güçlü etkiye sahip emperyalist ideolojiye, reformizme ve revizyonizme karşı mücadele ve sınıfın öncü kesimlerini sosyalizme kazanma olduğu söylenebilir.
Reformizmin ve revizyonizmin emperyalist ideolojiye teslim olması, reformizm ve revizyonizm etkisizleşirken emperyalist ideolojinin etkilerinin artması, komünistlerin yürüttüğü ideolojik mücadelenin merkezine emperyalist ideolojiyi koymalarını zorunlu kılmaktadır. Reformizme karşı mücadele, emperyalist ideolojiye karşı mücadeleye bağlıdır. Güçlü uluslararası komünist hareketin ortaya çıkışı da bu mücadele ile mümkündür.
Reformizmin resmi merkezlerinin önemsizleşmesi, reformizme karşı mücadelenin önemini azaltmaz. Fakat dünya çapında esen emperyalist ve reformist rüzgârın devrimci saflarda yarattığı reformizm eğilimine karşı mücadeleyi özellikle önemli kılar. ‘Koşullardaki değişiklik’ üzerine kurulu reformist-revizyonist düşünceye karşı, her zaman yeniliğini koruyan Marksizm-Leninizm ideolojisini, Leninizm’in emperyalizm, devrim, proletarya diktatörlüğü öğretisini savunmak, yaşamın sunduğu verilerle temellendirmek ve yığınlara kavratmak Komünist hareketin önüne koyduğu temel bir görevdir. Yazının bu birinci bölümünü büyük Marksist-Leninist Enver Hoca’nın sözleriyle bitirelim:
“Eğer Marksist-Leninistler, emperyalizme ve her türden modern revizyonizme karşı acımasız mücadelede proleter enternasyonalist birliklerini sürekli güçlendirirlerse, Marksist-Leninist teoriyi, mevcut uluslararası koşullarla ve her ülkenin ulusal koşullarıyla uyum içinde sarsılmaz ve doğru bir biçimde uygularlarsa, yollarında karşılarına dikilecek tüm engelleri, hatta en zorlarım bile mutlaka aşacaklardır. Marksizm-Leninizm ve onun ölümsüz ilkelerinin doğru uygulanması, kaçınılmaz olarak dünya kapitalizminin yıkılmasına ve işçi sınıfının sosyalizmi inşa edeceği ve komünizme gideceği araç olan proletarya diktatörlüğünün zaferine yol açacaktır.” (Emperyalizm ve Devrim, sf.48)

(Devam edecek)

Haziran 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑