Türkiye gericiliği, hiçbir dönem elden bırakmadığı şoven ve ırkçı propagandayı, revizyonist ve gerici Bulgar yönetiminin, Türk kökenli azınlığa yönelik uygulamaları nedeniyle yoğunlaştırmış bulunuyor.
Türkiye egemen sınıfları, devlet ve hükümet çevreleri, devletin tüm olanaklarını harekete geçirerek ve tüm propaganda aygıtlarını devreye sokarak,’ içte; proletarya ve emekçi halk yığınlarının dikkatini öz sorunlarından uzaklaştırma, sınıfsal çıkar ve mücadelenin üzerini örtme ve “milli birlik ve bütünlük” demagojisiyle burjuva çıkarların savunulmasında birliği sağlamaya ve uluslararası mali sermaye çevreleriyle birlikte, kapitalizmin restore edildiği revizyonist bir ya da birkaç ülkeyi “sosyalist” göstererek, kapitalist emperyalizme hizmette kusur etmeyen modern revizyonistlerin, anti-Marksist ve halk düşmanı uygulamalarını Marksizm-Leninizm’e nal ederek, cepheden saldırıyı yürütmekte, sosyalizm teori ve pratiğinin proletarya ve emekçi halk-ar üzerindeki prestij ve etkisini sarsmaya çalışmaktadırlar.
Bulgaristan Türkleri üzerindeki baskılar ve revizyonist Jivkov yönetiminin ‘Bulgarlaştırma’ ve toplu göçe zorlama politikaları lanetlenmelidir. Ancak, gerici-faşist cephe ve emperyalist propaganda merkezleri tarafından gösterilmek istendiği gibi bu uygulamaların M-L ve sosyalizmle yakın-uzak bir ilişkisi yoktur. Bulgaristan’da ilanlar, Türk azınlığa yönelik uygulamalar, burjuva-revizyonist istemin ürünü ve uygulamalarıdır ve bu sistem kapitalist sistemden ayrı değildir.
Emperyalizm ve Türkiye gericiliği, eski sosyalist ve halk demokrasili ülkelerde, Markzim-Leninizm’e, devrim ve sosyalizm davasına ihanet eden revizyonistlerin parti ve devleti ele geçirerek, uluslararası sermayenin doğrudan ve dolaylı desteğiyle kapitalizme geri dönmesi sonucu, işçi sınıfı, emekçi halk ve ulusal azınlıklara karşı başlattıkları baskı politikasını sosyalizme mal etmeye çalışıyor. İnsan hak ve özgürlüklerinin en azılı düşmanları, insan haklarını “savunma” görünümü yaratarak, proletarya ve emekçi halkların devrimci cephesini zayıflatma ve geri bilince hitap ederek, sermaye ve faşizme karşı mücadelenin yükselmesini engellemeyi hedefliyor.
Oysa ulusal ezme ve asimile etme, ulusal baskı altında tutma ve ulusal düşmanlık, şovenizm ve ırkçılık, kapitalizmin, sermaye ve faşizmin, burjuvazi ve gericiliğin adıyla birlikte anılan, kaynağını onlardan alan ve kapitalist emperyalizmi, faşizmi ve gericiliği karakterize eden olgulardır. Bulgaristan’da, SSCB’de ve diğer revizyonist ülkelerde yaşananlar ve bu arada ulusal azınlıklara yönelik baskılar, bu ülkelerde kapitalist gelişmenin ve burjuva gericiliğinin kat ettiği mesafeyi göstermektedir. Diğer yandan uluslararası burjuvazi, bu ülkelerin revizyonist burjuva yönetimlerinin lafızda kimi Marksist düşünceleri savunuyor görünmelerini gerekçe bilerek, ve gerçekte revizyonist ihaneti büyük bir sevgiyle kucaklayarak, sosyalizme ve işçi ve emekçilerin sosyalizme bağladıkları umutlarına saldırıya geçerken, en büyük desteği, sosyalizmin ve M-L’nin tüm yaşamsal önerme ve ilkelerini reddeden revizyonistlerden almaktadır.
Eninde sonunda sınıfsal baskıdan kaynaklanan ulusal baskı, kapitalizmin, kapitalist emperyalizmin niteliksel yapısıyla yakından ve doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizm artı-değer sömürüsü üzerinde yükselir. Makinaların, iş aletlerinin, fabrika Ve toprakların -kısaca üretim araçları- ve bu araçların kullanımı ile elde edilen ürünlerin özel mülkiyetine dayanan kapitalizmde; kâr ve azami kâr hedefi aşırı üretimi ve bu da yeni pazar ihtiyacını doğurur. Yeni pazar arayışı, iç pazarın tekelci egemenliğe alınmasının ardından diğer ulusların ve halkların zararına genişleme ihtiyaç ve politikasını gündeme getirir. Mali sermayenin değişik grupları arasında toprakların ve hammadde kaynaklarının paylaşım ve yeniden paylaşımı ihtiyacı ve bunun sonucunda, halklara kan ve gözyaşından başka bir şey vermeyen emperyalist savaşlar gerçek bir tehlike olarak belirir.
Feodalizmin çözülüp dağıldığı ve kapitalizmin -sanayi kapitalizmi- geliştiği dönemin burjuvazisinin aksine, günümüzde tekelci burjuvazi ulusların özgürlüğünün değil, köleleştirilmesinin, baskı ve boyunduruk altında tutulmasının savunucusu ve uygulayıcısıdır. Kapitalist ve kapitalizm öncesi toplumsal gericiliği de kendisine tabi kılan emperyalist burjuvazi ve emperyalizm, her tür gericiliğin, baskı ve zulmün esas kaynağı ve baş destekçisi olduğu için sınıfsal baskı ve sömürüyü olduğu kadar, ulusal baskı ve asimilasyonu da ayakta tutmaya çalışmaktadır. Emperyalizm, bir avuç ‘ileri ve uygar’ ülke yararına, dünyanın ezilen ve geri halklarının köleci bir boyunduruk altında tutulması, geri halkların ekonomik, askeri, mali, siyasi ve kültürel olarak bağımlılaştırılması, sermaye ihracı aracılığıyla ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının sömürülmesi ve bu ülkeler halklarının toplumsal gelişiminin güdükleştirilmesini ifade eder.
Emperyalizm ve gericilik asla ulusların özgürlüğü ve eşitliğinden yana olamaz ve değildir. Ulusal hak eşitsizliği, bir ulusun diğer bir ulus zararına genişlemesi veya şu ya da bu biçimde imtiyazlı durumda bulunması kaynağını emperyalist kapitalist sistemden ve burjuva gericiliğinden alır. Ekonomik ve askeri gücüyle halkların yaşamına sızan tekelci sermaye, geniş işçi ve emekçi köylü yığınlarının emperyalist hegemonyadan kurtuluşu demek olan ulusal özgürlüğün ve ulusal özgürlük mücadelesinin en büyük düşmanıdır. Mali sermaye gruplarından biri veya birkaçının, ulusların haklarından “yana”(!) görünmesi tümüyle sahte olup, gerçekte bu ulus ya da ulusal azınlıkların hayatına sızma, rakip mali sermaye grupları aleyhine genişleme ve geri ülkeleri kendi pazar alanına dahil etme, onlar üzerinde egemenlik kurma ya da egemenliğini pekiştirme amacına hizmet etmektedir.
Emperyalizm ve dünya gericiliği, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı yürüttüğü gerici, karşı-devrimci mücadelede çok yönlü bir politika izlemeyi elden bırakmamakta, esas hedeflerinden biri olarak, dünya proletaryasının sosyal kurtuluş mücadelesinin zaferini önlemeye çalışmaktadır. Kendi ülkelerinde proletarya ve emekçilerin devrim mücadelesini kana boğmaktan geri durmayan tekelci burjuvazi, SSCB ve diğer revizyonist ülkelerde kapitalizmin yeniden restore edilmiş olmasından yararlanarak, anti-sosyalist kampanyaya hız veriyor ve bu ülkelerde işçi ve emekçilerin ve ezilen ulusların baskı altında tutuluyor oluşlarını kısıtlı ve bilinçli bir biçimde sosyalizme mal etmeye çalışıyor.
Faşist ve gerici burjuva çevrelerin, “Doğu Bloğu Ülkeleri”nde ulusal azınlıklara yönelik baskılara karşı çıkışı bütünüyle ikiyüzlü gerici ve karşı-devrimcidir. Başını ABD’nin çektiği Batılı kapitalist ve emperyalistler, ‘Doğulu’ kapitalist ve emperyalistlere karşı ileri mevziler elde etme, “hür dünya” demagojisiyle azınlıkları kışkırtıp, onların hareketlerine sızma taktiği uygulamaktadırlar. Daha dün Vietnam ve Kamboç halklarının kurtuluş mücadelesini kana boğmak için tüm gücüyle saldırıya geçen, Libya halkını teslim almak için hava ve deniz savaş filolarını harekete geçirerek, bomba yağdıran, Halepçe’de Kürtlerin kırımı için Saddam gericiliğine yeşil ışık yakan ABD emperyalizmi ve onun rotasında yol alan başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere emperyalistlerin, halkların haklarından ve ulusların özgürlüğünden yana olduğu düşünülebilinir mi? Hayır asla!
Marksizm-Leninizm ise, her türden sömürü ve zulmün, burjuva, faşist, şoven ve ırkçı uygulamanın, ulusal ve sınıfsal eşitsizliğin amansız düşmanı ve proletarya ve halkların gerçek özgürlük ve eşitliğinin savunucusudur. Sosyalizm burjuva karalama çabalarının aksine her türden sömürü ve eşitsizliğin, sınıfsal ve ulusal baskının tüm dayanaklarıyla birlikte tasfiye edildiği bir toplumsal düzeni ifade eder. Marksizm ve Marksistler, toplumun bu altın çağma ulaşmak için proletarya önderliğindeki devrimle tekellerin egemenliğine son vermeyi, sermaye ve faşizmi tasfiye ederek, sınıfları ve sınıf farklılıklarını, bunların üzerinde yükseldiği temel ile birlikte her tür imtiyaz ve eşitsizliği toplumun yaşamından silmeye amaçlar. M-L ve sosyalizm, ulusların özgürlüğü ve tam hak eşitliğinin en kararlı savunucusudur. Sosyalizmin teori ve pratiği bunu tarih ve toplumun önünde kanıtlamıştır. Ulusal hak eşitsizliği kapitalizmden kaynaklanmaktadır ve sosyalizm kapitalizmin yerini aldığı her yerde bunu ortadan kaldırdı ve kaldıracak. Sosyalist toplumda tüm uluslar, ulusal azınlık ve topluluklar eşit haklara sahiptir. Uluslar ve diller arasındaki imtiyaz ve eşitsizlik son bulur. Ve eğer bir imtiyaz olacaksa, bu tarihten gelme eşitsizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla, ezilen ulus ve dillerden yana bilinçli ve belirli bir amaca hizmet etmek üzere göze alınması biçiminde olacaktır. Uluslar, dil ve kültürlerini özgürce ve başka ulusların zararına olmaksızın geliştirme durumundadırlar ve bu bir süreç içinde ve gönüllü olarak ortak bir dünya dili ve kültürünün oluşumuna ve sınıfların ve tüm sınıf ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasına hizmet etmektedir. Gerçek özgürlük ve kardeşlik üzerinde yükselen bir dünya toplumunun gerçekleşmesi için Marks, Engels, Lenin ve Stalin olanca güçleriyle çalıştılar. Bir yandan burjuvazi ve onun tüm ideologlarının gerici düşünce ve amaçlarını gözler önüne serip teşhir eder ve kapitalist sistemin ulusların köleleştirilmesinin kaynağı olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyarken, öte yandan, proletaryaya devrim ve ezilen uluslara kurtuluş mücadelesinde izlemeleri gereken yolu gösterdiler ve bizzat kendileri bunun için militanca savaştılar.
Dünya halkları, ezilen sömürge ve bağımlı uluslar, büyük Ekim Devrimi’nde ve onun başında bulunan Bolşevik Partisi ve onun önderi Lenin ve Stalin’in şahsında en büyük destek ve güç kaynağını buldular. Ekim Devrimi’yle birlikte bütün dünyada, işçi sınıfının burjuvaziye, kapitalist sömürü ve zulüm düzenine ve faşist barbarlığa karşı mücadelesi, büyük bir moral ve maddi desteğe sahip olarak, yaygınlaşıp yükseldi. Ulusal kurtuluş mücadeleleri yükseliş gösterdi. Her şey bir yana, ülkemiz gericiliğinin karşı-devrimci demagojilerinin bile örtemediği, gizleyemediği bir biçimde, Türk ulusal kurtuluş savaşı, Bolşevik devrimi ve Lenin’in şahsında en büyük desteği buldu. Bolşevikler, bir yandan emperyalizmin en kararlı düşmanları olarak, çarlık ordularını Anadolu’dan çekerken, öte yandan silah ve mühimmat vererek, Türk burjuva ulusal kurtuluş hareketini desteklediler.
Lenin ve Stalin, uluslar hapishanesi olan Çarlığı devirerek, ulusların ve ulusal azınlıkların dil ve kültürlerini özgürce geliştirebilecekleri ve kardeşçe bir arada yaşayabilecekleri SSCB’ni kurdular. Tüm ulusal hak eşitsizliklerine son verildi. Uluslararası sermayenin ve devrilmiş burjuvazinin tüm kışkırtma, entrika ve sabotajlarına karşın, ulusal hak eşitliği ve ulusların kardeşliği yönünde dev adımlar atıldı. SSCB içindeki tüm ulusal azınlıklar kendi dillerinde eğitim yapma özgürlüğüne sahiptiler. Zorbaca isim değiştirme ve asimilasyon da yoktu.
Yine, Dimitrov yönetimindeki devrimci Bulgaristan’da Türk azınlığa tüm hakların tanındığı, Türk azınlığın ulusal ve kültürel gelişimi için çeşitli olanakların yaratıldığı ve Türkçe eğitim yapan okul sayısının artırıldığı, tarihi bir gerçek olduğu kadar, o dönemi yaşayan ve bugün Türkiye’ye göçmüş bulunan yaşlı kuşak Bulgar Türkleri tarafından itiraf edilmektedir. Tüm ırkçı kışkırtmalara karşın bu yaşlı kuşak açık açık sosyalizmden ve Dimitrov döneminden övgüyle söz etmektedir.
Sosyalizm, bir yandan tam gerici bağlarından kurtarılmış halkların kültürel gelişimi ve özgürce serpilişini olanaklı kılarken, öte yandan tüm bu ulus ve halkların zor ve baskıdan arınmış toplumsal koşullarda gönüllü bir birlik içinde kaynaşmaları ve dünya yurttaşlığı ve kardeşliğinin gerçekleşmesi için gerekli alt yapı ve siyasal koşullan hazırlar ve bu yönde çaba gösterir.
Gericilik, halkların ve işçi sınıfının bu gerçekleri görmesini engellemek ve burjuva uranlığı altında yaşamasını sağlamak için demagojik ve çok yönlü kampanyayı sürdürüyor. Ne ki o, proletarya ve halkların eninde sonunda gerçeği görmesini ve ayağa kalkmasını engelleyemeyecektir.
Bulgar Soydaşlar Demagojisi ve Türkiye Gericiliğinin Kürt Politikası
Son bir iki aydır azgın bir şoven ve ırkçı propaganda her şeyin başına geçmiş bulunuyor. Gericilik, işçi ve emekçilerin dikkatini iç sorunlardan dış sorunlara, sınıfsal sorunlardan ‘ulusal sorunlara’ (!) çekmeye çalışıyor. Gericiliğin ulusal sorunlardan söz edişi tamamen ikiyüzlü bir riyakarlığın ifadesidir. Proletarya ve emekçilerin hak ve özgürlük taleplerinden ve bu uğurda içine girdiği mücadeleden geri durması çağrısını içermekte, buna hizmet etmektedir. Türkiye gericiliği uluslararası burjuvazinin asırlık tecrübelerinden yararlanıyor.
Türkiye egemen sınıfları, barbar, ırkçı, şoven ve faşist bir rejimi ülkemizde ayakta tutmakta, işçi ve emekçilere karşı azgın bir sömürü ve baskı politikası uygulamakta, T.C. Devleti sınırları içinde yaşayan Kürtlere karşı bir soykırım ve asimilasyon politikası uygulamaktadır. Dolayısıyla onların asimilasyona “karşı” oluşları ve insan hak ve özgürlüklerinden söz edişleri sahtedir, ikiyüzlüdür. Gerici ve ırkçı bir tutumun ifadesidir, devlet ve hükümet çevreleri ve burjuva politikacıları burjuva anlamda bile insan hak ve özgürlüklerinden yana değildirler. Onlar, devrimci halk hareketinin ve ulusal azınlıkların baş düşmanları olarak karşı safta birleşmiş gericiliği temsil etmektedirler ve tümüyle emperyalizmin çıkarına hizmet etmektedirler. Ulusal haklardan söz eden gerici egemen sınıflar ve onların politik temsilcileri, tüm ulusal hakları, ulusun ve ülkenin zenginliklerini, emperyalizme peşkeş çekmiş, ülke topraklarını parselleyerek emperyalist sermaye yararına satışa çıkarmışlardır. Ülkemizin çalışan ve çalışabilir milyonları, emperyalizm için ucuz işgücü kaynağı durumundadır ve ülkenin başbakanı, gücünden ‘daha fazla yararlanamadığı’ için kırgındır. Ülke toprakları emperyalist askeri karargâhların silah deposuna dönüştürülmüş, Türkiye bir bütün olarak, ekonomik, askeri, mali, siyasi ve kültürel olarak emperyalizme bağlanmıştır. O halde ulusal hak savunuculuğu Türkiye egemen sınıflarına yabancıdır ve onlar yalan söylemektedirler.
Türkiye gericiliği, Bulgar gericiliğinin, Türk azınlığa yönelik uygulamalarının bin kat daha fazlasını Türkiye’de ve Kürtlere karşı uygulamaktayken, ikiyüzlü bir tutumla, “isim değiştirme” vb. uygulamaların gayri insani olduğunu propaganda edebilmektedir. Dünya işçi sınıfı ve devrimci dünya halkları, Türkiye’de dil ve inanç özgürlüğünün bulunmadığını, herkesin istediği ismi alamadığını, basın-yayın toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün tümüyle gasp edilmiş olduğunu, Türkiye’nin dört ordusundan ikisinin Kürtlerin meskûn olduğu yerlere sefere çıktığını, yıllardır dağlarda yaşlı-genç, kadın-erkek, Kürt halkının azgın bir milli zulüm altında inletildiğini, Kürt dili ve kültürünün yasaklandığını, Kürtçe isimlerin mahkemeye çıkmaya neden olabildiğini, Kürt insanının yaşamına işkence, katliam, tutuklama ve sürgünün ayrılmaz biçimde işlendiğini, ulusal köleliğe ve baskı altında tutulmaya karşı olmaktan başka bir “suç”u olmayan yoksul köylülerin silaha dayalı imha ve baskı eşliğindeki asimilasyonun hedefi olduğunu, bütün bunların devletin resmi ve vazgeçilmez olarak kabul ettiği politikası olduğunu biliyorlar, ya da öğreniyorlar.
Diktatörlük Kürtlerin yaşadığı topraklarda hangi politikayı uyguladı ve uyguluyor? En öz biçimiyle ve tek cümleyle asimilasyon ve yok etme politikası.
Resmi ideoloji, Türk ırkçılığını her şeyin üzerinde tutmakta, “Türkiye Türklerindir” demektedir. Kürtler ve Kürtçe yok sayılıp reddedilmekte, varlığı tanınmamakta, her şeye karşın, nesnel bir gerçek olarak varlığını sürdüren Kürt unsuru, faşist barbarlık ve ırkçı ulusal baskıyla boyunduruk altında tutulmak istenmektedir. “Milli birlik ve beraberlik”, “Ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” demagojisi, “anarşi ve terör” edebiyatı, yürütülen kanlı imha politikasını örtbas etmenin, halka yönelik zulmü gizlemenin araçları olarak canlı tutulmakta, ulusal uyanış hareketinin kana boğulması için tüm olanaklar seferber edilmektedir.
Kürt diye bir ulus ve Kürtçe diye bir dil olmadığını propaganda etmekten geri durmayan, Kürtçe konuşan ve “Ben Kürdüm” diyenleri işkence, katliam ve sürgünlerle dize getirmeye çalışan, yoksul Kürt köylülerini, Kürt gençlerini, kadın ve erkeklerini teslim almaya ve boyun eğmeye zorlamak için, insan pisliği yedirmekten, çöplükleri toplu mezarlıklara dönüştürmeye dek bir dizi barbar yönteme başvuran, ırkçı ve gerici Saddam rejimiyle işbirliği içinde Halepçe katliamına fetva çıkarıp Baas zulmünden kaçıp sınırı geçen Kürt emekçileri dikenli tellerle çevrili esir kamplarında süngü kuşatmasına alan ve Cudi dağların da kimyasal silah kullanarak güç gösterisine girişenlerin gerici ve ırkçı bir ideolojinin savunucuları ve uygulayıcıları olduğu açık değil midir?
Bölgede gelişen direniş ve uyanış hareketini kana boğmak ve Evren’in deyişiyle “Tarihteki benzerleri gibi bir ders vermek” için, kimyasal ve biyolojik silah kullanmaya başlayan militaristler, Cudi eteklerini yakıp bombalayarak “Kürt Sorunu “nu ve Kürtlerin zulme karşı uyanışını bitirebilecekleri hayalleri içindedirler.
Ordu ve jandarma komando birlikleri, vurucu polis timleri, MİT ve yerli milis ve korucularla ilhak ve imha politikasını sürdüren burjuvazi ve gericilik, Kürt yoksul köylülerinin yiyecek maddeleri ve mal varlığını “askeri erzak” haline getirmiş ve ordu ve polis birlikleri, köylü sofralarının davetsiz zorba talancısı durumundadırlar. Evden eve, köyden köye, köyden şehre gidiş ve yolculuklar izne bağlanmış, okullar birer askeri kışla durumunda ve egemen ideolojinin şırınga edildiği merkezlere çevrilmiştir.
Bütün bunlar, tümü de halkın çıkarlarına ve halka düşman bir politikanın temsilcileri olan burjuva partileri ve onların elebaşlarının tam desteğinde uygulanmakta, yürütülen imha ve teslim alma politikasını, ”hainlerin kökü kazınmalıdır” isterik çığlıkları eşlik etmektedir. Ecevit’ten Demirel’e, İnönü’den Özal’a burjuva politikacıları Kürt halkına karşı el sıkışmakta ve adeta “daha fazla kan” diye bağırmaktadırlar. Aralarındaki çelişkiler nedeniyle ve Kürt seçmen potansiyelini yedekleme amacıyla kimi yer ve zamanda edilmiş ikiyüzlü ve aldatma amaçlı sözlere bakılarak, bu gerici politikacıların ve onların yönetimindeki partilerin ve de ülke gericiliğinin baş efendisi emperyalistlerin, Kürt halkının haklarından yana olduğu, ya da en azından “reformist bir çözüm”ü gündeme aldığı biçimindeki hayali düşünceler, asırlık geleneksel Türk ırkçılığı ve resmi devlet politikasını kavrayamamak veya görmezden gelmek anlamını taşır. Devletin uygulamaları göz önündedir ve tartışılamayacak denli anlamı açıktır. Proletarya önderliğinde devrimci Kürt halk hareketi, emperyalizm ve yerli egemen sınıfların çıkarları ve egemenliğini ciddi olarak tehdit eder bir duruma gelmeksizin, ya da emperyalistler ve gericiler arası çelişkiler nedeniyle, bölgenin “elde edilmesi” ihtiyacı dayatmaksızın, “reformist çözüm” gündeme gelmez ve “tercih” konusu olmaz.
Hangi nedenle olursa olsun, tarihi ve toplumsal açıdan ulusların özgürlüğü ve haklarına düşman olan güçleri, ulusal hakların elde edilmesinden yana göstermek, sınıf mücadelesinde burjuvazi ve gericiliğe güç vermektir. Bu bakımdan Ecevit ve Demirel’in bir sözünden veya Özal’ın tercümanlı televizyon şovundan hareketle, onların Kürt sorununa ılımlı, yumuşak baktığı iddia edilemez. Bu yanılgıdır. Onlar emperyalizm ve gericiliğin hizmetindeki politikacılar olarak bugünkü statükonun devamından yanadırlar ve bu durum tüm bölge ülkeleri egemen sınıflarının ortak tutumudur.
Gericilik Doğu’da da kalıcı organizasyonlara gitmektedir ve ne pahasına olursa olsun mevcut statünün devamını sağlama almak istemektedir. “Bölücülük” propagandası, Kürt halkına yönelik ezme ve asimile etme uygulamasına ve buna yönelik askeri hareketlere Türk milliyetinden işçi ve emekçileri ikna edip kazanmaya yöneliktir. Aynı zamanda, bu tür bir sürekli kampanyayla Türk ve ” Kürt milliyetinden işçi ve emekçiler arasına ulusal önyargı ve çitler çekerek, güvensizliği geliştirerek, proletarya ve emekçilerin, faşizme ve sermayeye karşı tam bir dayanışma ve birlikte mücadelesinin önü de kesilmek ve böylece gerici egemenlik sürdürülmek isteniyor. Statükonun devamı özünde tüm bölge gerici rejimlerinin ortak istemidir ve onlar bunu sağlamak için tam bir dayanışma içindedirler.
“Kürt Sorunu”nun doğrudan muhatabı bölge devletleri ve onlarla halklara karşı “iyi” ilişkiler içinde bulunan başta ABD olmak “üzere emperyalistler, statükonun devamından yana olduklarını politik ve pratik tutumlarıyla ortaya koymaktadırlar. Bölge devletlerinin herhangi birinde, Kürtlerin başkaldırısı ve muhalefet hareketi gelişme gösterdiğinde, bu ülkelerin gerici egemen sınıfları, Kürt halkına karşı güç birliği yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Türk ordusunun Irak Kürtlerine uçaklarla saldırısı bunun göstergelerinden biridir. Bu ülkelerin egemen sınıfları aralarındaki çatışmalarda Kürt unsuru birbirlerine karşı kullanmaya çalışsalar da -İran-Irak savaşı sırasında olduğu gibi- Kürtlerin özgürlük mücadelesi karşısında birleşmekten geri durmamaktadırlar.
Yine bugünkü statü, emperyalist sömürüyü zorlaştıran değil kolaylaştıran bir statüdür ve Kürt halkını baskı altında tutan devletlerin sömürücü egemen sınıflan, emperyalistlerle uyum içinde ve emperyalizm desteğinde ilhak ve zulmü sürdürüyorlar. Yani gerek emperyalist çıkarlar ve gerekse yerli egemenlerin çıkarları bugünkü statünün devamım gerekli kılmaktadır ve esaslı değişiklikler farklı tutumları dayatmadıkça bu politika değişmez.
Bütün Halklar Özgür Olmalıdır
Dünyanın tüm burjuva, faşist ve revizyonist devletlerinde ezilen uluslar ve ulusal azınlıklar, Baskı zulüm ve zora dayalı asimilasyonun hedefi durumundadırlar. Ezilen uluslar ve baskı altındaki ulusal azınlıkların, baskı, sömürü ve asimilasyondan kurtuluşlarının tek yolu vardır ve bu yol, burjuvazinin iktidarı ve faşist diktatörlüklere karşı, birlik ve dayanışma içinde mücadele etmek ve bu diktatörlükleri devrimci sınıf mücadelesi temelinde yıkmaktan geçer. Sınıfsal baskı ve sömürünün olduğu gibi, ulusal baskı ve asimilasyonun da gerçekten ve temelli olarak ortadan kalktığı tek düzen sosyalizmdir.
Bulgaristan’da Türk azınlığa uygulanan gerici baskıya, Türkçe isimlerin ve konuşmanın yasaklanmasına karsı durmak kuskusuz gereklidir ve bunun en kararlı savunucuları Marksistlerdir. M-L’ler, Bulgaristan’dan kaçıştan değil, Bulgar isçi sınıfı ve emekçileriyle birlikte, revizyonist Jivkov diktatörlüğünün devrilmesi ve tüm milliyetlerden proletarya ve emekçilerin kardeşçe birliğine dayalı bir sosyalist Bulgaristan’ın kurulmasından yanadırlar. Türkiye gericiliğinin kışkırtmalarının da etkisiyle Bulgaristan’dan ayrılıp Türkiye’ye gelenlerin, Türkiye gericiliğinin ‘ekmeğine yağ sürmesi’, Türkiyeli işçi ve emekçilerle dayanışma içinde olması, gericiliğin, işçi sınıfı ve emekçiler arasında rekabet ve bölünmeyi hedefleyen entrikalarına alet olmaması gerekmektedir. Yalnızca Türkiye’nin işçi ve emekçileri değil, Bulgaristan’dan gelenler de, Türkiye egemen sınıflarının ikiyüzlü ve gerici politikalarının iç yüzünü görebilmeli ve Kürt halkına zulüm uygulayanların zulüm karşı olamayacaklarını kavramalıdırlar.
Boyun eğmiş ve sindirilmiş bir biçimde zora dayalı birlik içinde tutulmak istenen ve baskı eşliğinde asimile edilmeye çalışılan Kürt halkının acılı gerçeği orta yerde durmaktadır. Diktatörlüğün tüm saldırı ve kuşatmasına, toplu sürgün, işkence ve kurşuna dizmeyle dize getirme çabalarına karşın yoksul Kürt köylülerinin saflarında toplu direniş ve karşı koyuş nüveleri oluşmakta ve olgunlaşmaktadır. Küçük çocuklar bile askerlere “topraklarımızdan çekip gidin” demektedirler.
Ulusal hak eşitliğinden, ulusların özgürlüğünden, dillerin serbestîsi ve eşitliğinden yana olmak, tüm uluslara yönelik benzer baskılara karşı durmakla mümkündür. Aksi her tutum, burjuva ve gericidir ve lanetlenmelidir. Bulgar revizyonizminin uygulamaları karşısında avazı çıktığı kadar bağıranların, Kürt halkının durumu karşısında sus-pus kesilmesi, ırkçı, şoven ve gerici bir tutumdan başka bir şeyi ifade etmez. Kürt halkına karşı girişilen saldırıların son bulması için mücadele edilmeden, kimyasal ve biyolojik silah kullanımına karşı durulmadan, devletin, iki ulustan emekçileri ve yine Kürt halkının toplumsal geriliğinden kaynaklanan aşiret çelişkileri türünden çelişkileri kullanarak Kürt emekçilerini bölüp parçalama taktiklerine cephe almadan, ulusların ve dillerin tam hak eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı tanınmadan, ulusal haklardan yana olunamaz ve insan hak ve özgürlüklerinden yana olunduğu iddia edilemez. Evet, bütün halklar eşit ve özgür olmalıdır.
Bütün halkların eşit ve özgürlüğünün ise tek teminatı sosyalist toplumun kurulmasıdır. Çünkü ancak sosyalizmde, sınıfsal baskı ve sömürü bütünüyle ortadan kalkabilir ve eninde-sonunda sınıfsal baskıdan kaynağını alan ulusal baskı da ancak böylelikle son bulur. Sosyalizm kurulmadan ne ezen ve ne de ezilen ulusun işçi ve emekçileri özgür olamazlar. Ne ki, siyasal hak ve özgürlükler – ulusal kaderini tayin hakkı bu kapsamdadır- için savaşılmaksızın sosyalizmin kurulamayacağı da bilinmelidir.
Ağustos 1989