Ambarlar’da Birlik ve Coşku
‘87’de yaptıkları başarılı grev sonucunda hemen hemen tüm taleplerini elde eden Topkapı’daki Ambar işçileri yaklaşık 2 yıl sonra yeni bir grev kararını işyerlerine astılar. Toplu sözleşme görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine grev karan alan taşıma işçilerinin istemleri, işçi sağlığı, iş güvenliği ve parasal konular olmak üzere üç ana başlıkta toplanıyor. İşçiler iş sağlığı konusunda işyerlerinde doktor, hemşire ve revir bulundurulmasını istiyorlar. İş güvenliğinin sağlanmasına yönelik olarak işverenin keyfi işten atmalarını önleyici hükümlerde ısrar ediyorlar. 1. yıl için % 150, 2. yıl için ise % 130 oranlarındaki ücret artışı, parasal talepleri.
1000 işçinin çalıştığı Ambarlar’da, işveren sendikası Nak-İş’le işçileri temsilen toplu sözleşme görüşmelerini yetkili sendika Tümtis yürütüyor. Sendika üyesi 600 işçiden tamamı grev kararına katılıyor. İşyerinde 1000 işçi çalışıyor. İşveren sendikası Nak-İş % 90’dan fazla vermiyor, şimdiki durumda. Topkapı Ambarlar’da 120 işyeri var. İşyerleri bloklara ayrılıyor. Sendika, bloklarda blok temsilciliğini oluşturmuş, işyerlerinde de işyeri temsilciliğini.
Ambarlar’daki taşıma işçilerinin grevlerinin bir özelliği var. Grev kararını esas olarak İstanbul dışındaki Ankara ve İzmir gibi illerdeki, hatta Türkiye’deki taşıma işçilerinin daha yüksek bir ücret ve ileri haklar elde etmeleri için almış bulunuyorlar. Kendileri Türkiye normlarına göre fena sayılmayacak bir ücret alıyorlar. Oysa Ankara, İzmir gibi illerdeki taşıma işçileri 200 bin lira gibi komik bir ücret karşılığında çalışıyorlar. Topkapı Ambarlar’daki işçilerin grevlerde ve birlikte hareket ettikleri diğer koşullarda elde ettikleri önemli başarılar öteki illerdeki taşıma işçilerini de örgütlenme ve mücadele konusunda güçlü biçimde uyarıyor ve ileri adımlar atmalarında itici etki yapıyor. Nitekim gerek 87 grevi sonrasında, gerekse yeni grev kararının alındığı bugünlerde sendikaya üye olan işçi sayısında hızlı bir artış gözleniyor. Topkapı Ambar işçilerinin grev kararı da bu süreci geliştirmeyi amaçlıyor.
Grev kararının işyerlerine asıldığı gün Tümtis tarafından Ambarlar’da yapılan basın toplantısına katıldık, bazı sendika yöneticileriyle söyleşilerde bulunduk. Ambar işçileri “birlik” “mücadele”yi temel şiar edinmişler. Hatta aralarında namaz ve ibadetini eksiksiz yerine getiren bir işçinin bile 87 grevinin ardından, birlik ve mücadeleyi kastederek “komünistlik bu ise, işveren buna komünistlik diyorsa ben de komünistim” dediğini işçiler söylüyorlar. İşçiler 87 grevi ile ilk kez disipline ilişkin konularda işçilerin işten atılmalarını önleyici hükümleri yaşama geçirme olanağı bulmakla kalmayıp, “yıpranma tazminatı” adı altındaki hükümleri kabul ettirerek grev süresince uğramış oldukları hak kayıplarını, parasal kayıpları elde etme güvencesini gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Grev sırasındaki bir başka unutulmayan önemli deneyimleri de aynı zamanda Topkapı Ambarlar’da işveren durumunda bulunan Şadi Abbasoğlu’nun istemesi üzerine grev yerine gönderilen 400 kadar çevik kuvvet polisinin işçilerin kararlı, haklı olduklarına olan yüksek inançları karşısında geri çekilmek zorunda kalmalarıdır. Öte yandan Ambarlar’daki taşıma işçileri grev süresince grev kırıcı hareketler karsısında proleter bir uyanıklılık göstererek bu davranışlara imkân verilmeyeceğini aktif bir biçimde kanıtlamışlardır. İşçilerin vasai engelleri kendi imkân ve enerjileriyle etkisiz kılma açısından üzerinde durulması gereken deney birikimleri bulunmakta. Bu anlamda mücadele içerisinde karşılaştıkları yasal sınırlılıkları, meşru hareket ve hakları fiilin gündeme getirmek yoluyla bir sorun olmaktan çıkarmaları işçi sınıfı açısından oldukça ilgi çekici olsa gerek. Ambarlar’daki taşıma işçileri tabandaki birliğe büyük önem veriyorlar, böyle bir birliği kendi aralarında sağladıklarını gösteriyorlar, tepeden inmeciliği kesinlikle reddediyorlar.
Gelelim bazı eksikliklere. Talepler yalnızca işkoluyla ilgili. Ücret ve sosyal haklara ilişkin istemler, taşıma işçilerine özgü sorunlardan bazıları olmaktan öteye gitmiyor. Sendika yöneticilerinin bazılarının da kabul ettiği gibi gündemde olması gereken kimi önemli ve genel nitelikteki istemler söz konusu edilmemiş. Örneğin 45 saatlik işgünü süresinin düşürülmesi gibi. Ayrıca dayanışma grevinin, genel grevin, 1 Mayıs’ın da talepler arasına girmesi gerektiğini, sendika yöneticilerinden bazıları kabul ediyorlar. Ancak bu meseleler üzerine getirdikleri görüşlerin sendikayı bağlamayacağını, kendi kişisel görüşleri olduğunu da ısrarla vurguluyorlar.
Taşıma işçileri Demir-Çelik grevine de duyarsız kalmadıklarını gösteriyorlar. Kendilerine yalnızca 80 öncesi ücret düzeylerini ifade “1 ton demir karşılığı” ücret istemleri nedeniyle aşırılılıkla suçlanan ve diğer işçilerden koparılmak, yalnız başlarına bırakılmak istenen Demir-Çelik işçileri ve grevi hakkında ne düşündüklerini sorduğumuzda çok somut bir cevap veriyorlardı:
Ambarlar’daki taşıma işçileri olarak biz Demir-Çelik işçilerine aramızda topladığımız 500 bin lirayı gönderdik. Onların haklı mücadelesini destekliyoruz.
Özal Memurları Kandırdı
İki milyona yakın memur, Özal hükümeti tarafından bu kez açıkça kandırıldı. Hükümet yetkilileri bir süreden beri yaptıkları açıklamalarda, memur maaşlarına yapılacak zammın “yeteri ölçüde” olacağını, “memurların gözbebekleri” olduklarını, “onları” IMF ve enflasyona kurban etmeyeceklerini söylüyorlardı. Ama dağ bu kez de fare doğurdu. Ve Özal’ın bizzat kendi açıklamalarının bile bir aldatmacadan başka bir şey olmadığı görüldü. Başbakan Turgut Özal ilkokul mezunu bir memurun 301.229 TL. maaş alacağını açıklamıştı. Maaşlar ödenmeye başlandığında bu parayı üniversite mezunu bir memurun bile alamayacağı ortaya çıktı. Yapılan hesap oyunlarıyla 1.5 milyon memur kandırıldı. Yapılan zam öncekilerle kıyaslanınca biraz daha iyi görünmesine rağmen, ne enflasyonu yenecek, ne de memurları rahatlatacak ölçüdeydi. (Milletvekilleri maaşları hariç elbette. Milletin “temsilcileri” kendi maaşlarım tartışmasız, tereddütsüz oybirliğiyle dört milyona yükselterek kendilerini rahatlattılar).
Memur maaşlarındaki artış yüzde 65 ile yüzde 124 arasında değişti. Farklılık, memurun evli olup olmaması ve eşinin çalışıp çalışmamasından kaynaklanıyor. Çünkü yeni uygulamada akıl almaz bir yaklaşımla çalışan kadın cezalandırılıyor. Eşi çalışan memur aynı işi yapanlardan 51 bin 250 lira daha az ücret alıyor. Yeni işe başlayan bekar bir memurun eline geçen para ancak 230 bin TL., Özal’ın açıkladığı 300 bin lira maaşı ise ancak 5. derecedeki memurlar alabiliyor. 5. derecenin altındaki 1 milyon 275 bin memur 300 bin liradan az düz maaş almaktadır. Oysa son yıllarda ücretlerdeki en büyük gerileme bu grupta olmuştur. 1988 yılında 1. dereceden bir memurun aylığı % 63.1 artarken, 14. dereceden bir memurun aylığı sadece % 48.4 artmıştır. (Petrol-İş 88 yıllığı S.389)
Bu uygulamalarla üst derecedeki, siyasal iktidara yakın bürokratlar korunur ve kollanırken 1 milyon 250 bin memur, aileleriyle birlikte, % 75’lerde seyreden enflasyonla boğuşmaya mahkûm edilmektedir.
SON 20 YILDA MEMUR BORDRO DERECELERİ
ORTALAMA NET ÜCRETİ (GÜNLÜK)
Net Memur Geçinme Gerçek Mem. Endeks
Ücretleri Endeksi Ücreti
1970 59,8 100,0 59,8 100,0
1971 59,8 119,1 50,2 84,0
1972 59,8 141,2 42,4 70,8
1973 59,8 156,6 38,2 63,9
1974 72,9 194,0 37,6 62,9
1975 84,1 235,1 35,8 59,9
1976 92,9 276,1 33,7 56,4
1977 120,1 347,9 34,6 57,9
1978 163,5 563,2 29,1 48,7
1979 271,3 921,1 29,5 49,4
1980 380,5 1789,3 21,3 35,7
1981 490,6 2462,3 20,0 33,5
1982 620,9 3266,7 19,0 31,8
1983 800,1 4208,7 19,1 32,0
1984 1151,9 6127,2 18,8 31,5
1985 1552,1 8884,2 17,5 29,3
1986 2067,6 11975,6 17,3 29,0
1987 3002,2 18010,0 16,7 28,0
1988 4188,1 31517,5 13,3 22,3
Kaynak: Petrol-İş 1988 yıllığı.
Tablo incelendiğinde son 20 yılda memurların gerçek ücretlerindeki düşüş görülebilir. 1970 yılında günlük 59.8 TL olan gerçek ücret 1988’de 13.3 TL’ye düşmüştür. 1970 yılı 100 olarak endekslendiğinde ise düşüş 1988’de 22.3’tür. Gerçek memur ücretlerinde son yirmi yıldaki gerileme % 81.7’dir. Bir başka anlatımla 1970’de aylık maaşı ile 103.4 gram altın alabilen bir memur, 1988’de ancak 5.8 gram altın alabilmektedir.
Yeni maaş sistemi ile birlikte memurların vergi yükü de ortalama % 300 oranında artmıştır. Yakacak yardımı kaldırılarak, yerine taban aylık sistemi getirilmiş ve vergi matrahları da arttırılmıştır. Bundan esas zarar gören yine 5-15 derece arasındaki memurlardır. 15. dereceden bekâr bir memurun vergi yükü 12 bin 480 liradan 69 bin 618 liraya çıkmıştır. Artış oranı % 457.8’dir. Üst düzey bürokratlara yapılan ödemelerde yan ödeme, ek katsayı göstergesi, özel hizmet tazminatları, yolluklar gibi kalemlerle ekler yapıldığından vergi yükü diğer memurlar kadar artmamış, bürokratlar bu yolla da kayırılmıştır. (Güneş Gazetesi 9 Temmuz.) Ayrıca memurların önümüzdeki dönemde % 25 olan gelir vergisi % 30 çıkacaktır. Çünkü 1989 yılı içinde ücret ve ikramiyeler yıllık toplamı 6 milyonun üzerinde olanlar % 30 gelir vergisi dilimi içine gireceklerdir. Görünen o ki, memurlar önümüzdeki dönemde holding patronlarını, hayali ihracatçıları, müteahhitleri geride bırakarak vergi rekortmeni olacaklardır.
Memurların gerçek ücretlerinin düşmesi ve seçim standardının çok altında kalması, memurların borçlanması ve ikinci bir işte çalışmalarım zorunlu hale getirmiştir. 1986 yılında toplam 1 milyon 350 bin memurun 6 yüz 70 bini emekli sandığına borçlanmıştır (Petrol-İş 86 yıllığı, s. 304) Son iki yılda enflasyonun % 75’ler düzeyinde seyretmesi ve memurların satın alma güçlerindeki düşüş bu sayıyı arttırmıştır. Ayrıca bakkala, manava, ya da bir yakınına borçlu olmayan memur hemen hemen yoktur.
Memurların statüleri ve maaşlarını devlet tek yanlı olarak belirliyor. Mevcut sistemde memurun statü ve maaşı konusunda devletle pazarlık yapma hakkı yoktur. Ücretler hükümet tarafından açıklanır ve uygulamaya konur. Yasa ve yönetmeliklerle memurun herhangi bir biçimde hak araması ücretinin tespitinde söz hakkı olması engellenmiştir. Anayasada, Devlet Memurları Yasasında, Dernekler Yasasında memurların örgütlenmeleri, düşünce özgürlükleri yasaklanmış ve bir buçuk milyon memur kapıkulu anlayışıyla susturulmak istenmiştir.
Özellikle baskı dönemlerinde toplumun her kesimi üzerindeki baskı ve terör memurlar için de özel biçimlere bürünür. Memurlarla ilgili yasa ve yönetmelikler daha baskıcı hale getirilir. Bunun en iyi örneği 12 Eylül döneminde yaşandı. Memurlar daha işe alınırken temel hak ve özgürlükleri çiğnenerek güvenlik soruşturmasından geçirilmeye başlandı. Üstelik güvenlik soruşturmaları baskı ve terörün en azgın uygulayıcısı olan kolluk kuvvetleri, polisler tarafından yapılıyor. Akrabalarından birinin herhangi bir toplumsal olay nedeniyle gözaltına alınması ya da cezaevine düşmesi memurun işe alınmasını engelleyebiliyor. “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” ilkesi çiğnenerek yakınlarından biri kovuşturmaya uğrayanların kendileri de suçlu ilan ediliyor ve memur olarak işe alınmıyorlar. Memurluğu devam edenler için de güvenlik soruşturmaları, fişlemeler baskı ve terörün, konuşmayan, düşünmeyen memur tipi yaratılmasının en önemli aracı haline getirilmiştir. Okuduğu gazete ya da kitap bile memurun işten atılması için gerekçe olabilmiştir. Bütün memurların % 20’si güvenlik soruşturmalarının sonucu olarak işe girememekten başlayarak sürgün ve işten atılmaya kadar uzanan cezalandırmayla karşılaşmışlardır.
Memurlara sendikalaşma hakkı 654 sayılı yasa ile 1965 yılında verilmişti. Fakat bu hak öyle kısıtlamalar içindeydi ki, sendikaların derneklerden farkı yoktu. Toplu sözleşme ve grev yapamazlar, sendikanın hiçbir işlevini yerine getiremezlerdi. Buna rağmen 1965’ten sonra 400 civarında sendika kuruldu. Bunların içinde TÖS hem kitleselliği, hem de eylemleri açısından öne çıkıyordu.
12 Mart’tan sonra memurların bu kısıtlı sendikal hakları ellerinden alındı. CHP hükümetleri döneminde memurlara sendika hakkı verileceğinin lafı çok edilmesine rağmen gerçekleştirilmedi. Bu dönemde kitle hareketinin yükselmesine paralel olarak memur dernekleri de kurulmaya ve “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” için mücadele etmeye başladılar. Tüm-Der, Töb-Der, Tüted, Tüs-Der, Tüm Sağlık-Der, Tüm PTT-Der, TRT-Der, Enerji-Der bunlardan bazılarıdır. Memur dernekleri çoğunlukla üyelerinin çeşitli haklarım savunmak ve diktatörlüğün saldırılarını püskürtmek üzere oldukça aktif mücadeleler verdiler, direnişler gerçekleştirdiler.
12 Eylül’le birlikte işçiler, gençler, devrimciler ve emekçi halk üzerinde baskı ve terör sürdürülür, örgütlenmeleri yasaklanır, on binlercesi cezaevlerine atılır, işkencelerden geçirilirken, memurlar da baskı ve terörden paylarına düşeni aldılar. Memur derneklerinin tümü kapatıldı. Sıkıyönetim komutanlıklarına memurları işten atma yetkisi verildi, birçok memur dernek üyesi olduğu gerekçesiyle işten atıldı, dernek yöneticileri cezaevlerine atıldı. Bu da yetmedi, memurların örgütlenmesine daha da kısıtlayıcı engeller konuldu. Memurların dernek kurmaları yasaklanmadı, ama, eğitim ve öğretim hizmetlerindeki memurların, öğretmenlerin, mülki ve idari hizmetler memurlarının, emniyet hizmeti memurlarının, akademik personelin, hâkim ve savcıların ancak amirlerinin gösterecekleri derneklere üye olabilecekleri hükmü yeni dernekler kanununa konarak toplam 600 yüz bin memurun, yani tüm memurların üçte birinin (buna silahlı kuvvetler de çalışan 70 bin kişi de eklenirse rakam daha büyüyecektir) dernek kurmaları fiili olarak yasaklandı. Dernek kurmak isteyen memurlar, fişlenerek, işten atılmayla tehdit edilerek, sürülerek örgütlenmeleri sindirme yoluyla engellenmeye çalışılıyor.
Egemen sınıfların kapıkulu geleneğine uygun memur anlayışının bir sonucu da, memurların siyasi partilere üye olmasının yasaklanmasıdır. Düşünme ve örgütlenme özgürlüğünü yasaklayan ve ancak kendi inisiyatiflerinde örgütlenmelere izin veren hâkim sınıflar, memurların bu partilere üye olmalarını bile yasaklamışlardır. Statüleri ve ücretleri doğrudan hükümet tarafından belirlenen memurlar, buna ilişkin politikaların oluşturulmasına hiçbir biçimde katılmamaktadırlar. Mevcut düzen partilerine bile üye olmamaları, diğer örgütlenmelerinin sınırlılığı ile birleştiğinde toplumda 2. sınıf vatandaş durumuna gelen memurlar, siyasal baskılara hayat pahalılığına, sürgün ve keyfî cezalandırmalara karşı kendilerini hiçbir şekilde koruyamamaktadırlar.
Bütün bu sorunların yanı sıra çalıştıkları işe özgü pek çok sorunları olan memurların durumlarının düzelmesi ve sorunlarının çözümünün yolu toplumun demokratlaştırılması ve hakim sınıflar egemenliğine karşı mücadeleden geçiyor. Bugün genel bir talep olan örgütlenme ve düşünce özgürlüğü kazanılması mücadelesi bu nedenle memurları yakından ilgilendiriyor. Memurlara politika yasağının kaldırılması, grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkının kazanılması, ancak bu mücadele ile birleştirildiğinde başarılı olabilir.
Komün ve Tiyatro
Paris Komünü ‘nün 19 Mayıs 1871 ‘deki Tiyatro Yasası Oturumu
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU
Komün, insanca düşlerimizin ilk somutlanışı belki. Yüzyıllarca yürünen “İNSANCA YAŞAM” yolunda elle tutulur görkemli bir örnek. Kısa sürmesine rağmen 1900’lü yıllarda düşünürler hep bu deneyimi sorguladılar. Eldeki belgeler, Komün ‘ün insani bütün sorunlara çözüm aramaya çalıştığını somutluyor. Aşağıda okuyacağınız tartışmaya katılanları tanıyalım önce:
Toplantı’ya Katılanlar:
CAMİLLE-PIERRE LANGEVIN: (Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor) Madenci. Enternasyonalin Paris bölümünün ileri gelenlerinden, Paris Ulusal Kolluk Kuvveti’nde çavuşken 1870’de tutuklandı. “Azınlık Gurubu”ndan Adalet Delegasyonu üyesi. Komün hareketinden sonra Fransa’dan ayrılmış, 1880’de tekrar Fransa’ya dönerek İşçi Tüketim Kooperatiflerini örgütlemiştir. Komün’de işçi temsilcisi olarak iyi bir yeri vardır. Brecht’in Komün Günleri adlı oyununda Langevin karakteri daha çok Frankel’in özellikleri ile bir karışım gösterir.
DOMINIQUE-THEODORE REGERE DEMONTMORE (1816 – ?): Burada tutanak metnini verdiğimiz 19 Mayıs 1871 oturumu Başkanı. Veteriner, politik hatip. “Çoğunluk Grubu”nun üyesi ve Maliye Delegasyonu üyesi. Komün hareketi bastırıldıktan sonra ıssız bir kaleye sürülmüştür. Sonunun ne olduğu belli değildir.
FREDERİC-ETİENNE COURNET (1838-1885): Önce-muhasebeci, sonra gazeleci. sık sık “blanquist” olarak tutuklanmıştır, Prusya ordusuna karşı Paris savunmasında savaşmıştır. “Çoğunluk Grubu” üyesi ve Güvenlik ve Savaş Delegasyonu temsilcisi (24 Nisan’dan 13 Mayıs’a kadar). Komün hareketi bastırılınca ölüm cezasına çarptırılmıştır, İngiltere’ye kaçmış, 1872’deki Enternasyonalin kongresine delege olarak katılmıştır. Af çıktıktan sonra Paris’e dönmüş Lyon ve Paris’te aktif bir “blanquist” olarak gazetecilik yapmıştır.
LEO FRANKEL (1844-1896): Budapeşte’de doğdu, Almanya’da öğrenciyken sosyalist hareketlere katıldı, 1864’te Bebel ile birlikte tutuklandı. İngiltere’ye kaçtı. Marx’ın yakın arkadaşıydı. 1867’de Enternasyonalin Lyon Bölümü’nü kurdu. Paris’te ziynet eşyaları işçiliği yaparken, 1870’te Langevin ile birlikte tutuklandı, ikinci İmparatorluğun çöküşünden sonra Enternasyonalin Paris Konseyi’ni yeniden diriltti. “Azınlık Grubu”nun en gerçekçi üyesi ve Çalışma, Endüstri ve Kambiyo delegasyonu temsilcisi. İşçi haklan ve çalışma koşulları üzerine ilk yasal çalışmaları yapan Frankel, son çatışma sırasında yaralandı ve idam cezasına çarptırıldı. Ama kaçarak İngiltere’ye sığındı ve Enternasyonal için çalışmasını sürdürdü. 1876’da Macaristan’a geri döndü ve Macar Sosyalist hareketinin yöneticilerinden biri oldu. 1882 ile 1884 arasındaki grevlerden birinde tutuklandı. Sonra Viyana’ya giderek gazeteci olarak çalıştı. Daha sonra Paris’e döndü ve 1889’daki İkinci Enternasyonalin kurucu meclisine üye olarak katıldı ve bundan sonraki toplantılarında da bulundu. Yoksulluk çekerek bir Alman sosyalist gazetesinin muhabirliğini yaptı. Zatürreeden öldü. Son isteği üzerine komüncülerin bulunduğu Pere Lachaise mezarlığına gömüldü ve kızıl bayrağa sarıldı.On dokuzuncu Yüzyıl sosyalistlerinin tipik bir örneğidir.
FELIX PYAT (1810-1889): Gazeteci – aynı zamanda Le Chiffonnier de Paris (Parisli Eskici – 1847) gibi toplumsal sorunları işleyen oyunların da yazarıdır. 1848 ihtilâlinde aktif rol oynamıştır. İkinci Cumhuriyetin radikal milletvekillerinden biridir. 1849 yılında Belçika ile İngiltere’ye sığınmıştır. 1869’da Fransa’ya dönmüş ve o dönemin hükümetine karşı enerjik bir gazetecilik yaşamına girmiştir, tutuklanıp cezaya çarptırılınca bir fırsatını bulup İngiltere’ye kaçmıştır. III. Napoleon’un düşüşünden sonra Paris’e dönmüş önce Combat, o kapatılınca Le Vengeur adlı gazeteleri çıkartmıştır. Paris’in en tanınmış muhalif gazetecilerinden biridir. Komün hareketine katılmamıştır. Mayıs’ta başlayan sokak çatışmaları sırasında ortadan kaybolmuştur. Konsey’de aşırıları temsil eden “Jacoben”lerin bir üyesi olarak bulunmuştur. Önce Yürütme Konseyi üyeliğinde daha sonra da Halk Güvenliği Komitesi’nde görev almıştır. Komün hareketi bastırılınca idama mahkûm edilmiştir. Gizlice kaçmış ve uzun yıllar Fransa dışında yaşamıştır. Af çıktıktan sonra, 1888’de parlamentoya girmiştir. Uzun konuşma eğilimi ve tavrı aşağıdaki tartışmada açıkça belli olmaktadır.
DR. RASTOUL (İlk adı bilinmiyor, 1835-1875): Tıp doktoru, politik hatip, “Azınlık Grubu”nun bir üyesi ve Halk Hizmetleri delegasyonu temsilcisi, özellikle ambulans hizmetleriyle ilgilenmiştir. Komün hareketi sonunda tutuklanarak bir adada kürek cezasına çarptırılmış, adadan kaçmak isterken boğularak ölmüştür:
EDOUARD VAILLANT (1840-1915): Mühendis, fen doktoru, fizikçi. Eğitimini Fransa ve Almanya’da yapmıştır. “Blanquist”tir. Enternasyonal’in bir üyesi ve Paris Ulusal Koruyucularının Merkez Komitesi’ndendir. Yürütme Konseyi üyesi ve eğitim delegesidir. Komün hareketi bastırıldıktan sonra ölüm cezasına çarptırılmış, Londra’ya kaçmıştır. 1872 kongresinden sonra “ihtilâl açısından yetersiz” diyerek politik açıdan aktif olduğu Enternasyonalden ayrılmıştır. 1880’de af çıkınca, Fransa’ya dönüp gazetecilik yapmıştır. 1893’ten sonra Paris’in banliyösünde bulunan işçi sınıfının milletvekili olarak parlamentoya girmiştir. 1901’den itibaren Birleşik Sosyalist Parti’nin bir üyesi olmuştur.
RAOUL URBAIN (1836-1902): Özel öğretmen, politik hatip, “Çoğunluk Grubu”nun en aşırı ve en tartışmacı üyesi, aynı zaman da Eğitim ile Savaş delegasyonları temsilcisi. Komün hareketi sonunda yaşamı boyu ağır iş cezasına çarptırılmış, aftan sonra, politikadan uzak olarak silik bir memur olarak yaşamıştır.
PIERRE VESINIER (1823 1902): Gazeteci, 1852’de sürgün cezası yedi, Eugene Sue’nun sekreterliğini yaptı. Bonaparte aleyhine yayında bulunduğu için çeşitli komşu ülkelerden sınır dışı edildi. Enternasyonal’in Londra Bölümü üyesi. 1868’de Fransa’ya döndü ve orada gazeteci ve politik konuşmacı olarak ün yaptı. Tutuklandı. Prusyalıların Paris kuşatmasında ulusal kuvvetlerle birlikte dövüştü. Önce Paris Libre ve sonra da Journal Officiel adlı gazeteleri çıkardı. “Jakoben”lerin bir üyesi, Halk Hizmeti Delegasyonu temsilcisi ve Konsey’in sekreter yardımcısıdır. Komün hareketi kanlı bir biçimde bastırıldıktan sonra idam cezasına çarptırılmış, ama o Londra’ya kaçma olanağı bulabilmiştir. Londra’ya kendi gibi kaçıp sığınan hemen herkesle çatışmıştır ve onlar aleyhine sert yazılar yazmıştır. 1880 Affı ile Fransa’ya dönmüş ve radikal politikayı bırakmıştır. Pyat gibi, o da Komün’deki gazeteci “radikal bohemler”e talihsiz bir örnektir.
Toplantı Tutanağının Tam Metni
VAILLANT—(Eğitim Delegesi) Görevlerin sınırını çizme konusunda Konsey’in bir karara varmasını diliyorum. Bugüne kadar tiyatrolar Güvenlik Komitesi’nin yetkisi altındaydı; bu komite tiyatroları denetliyor ve toplum düzenini bozacak herhangi bir şeye izin vermiyordu. Ama tiyatrolara önemli birer eğitim kurumu olarak bakılmalı ve özellikle bizim Cumhuriyetimizde bunlar böyle değerlendirilmelidir. Atalarımız da bunu böyle düşünmüşler ve onun için de, Konvansiyon, tiyatroların gözetimini Halk Eğitimi Komitesi’ne bırakmayı kararlaştırmıştır. Sosyal Güvenlik Komitesi’nin görevi yalnızca tiyatro içindeki düzeni gözetmek olmalıdır. Ama şunu da unutmayalım. 1789 İhtilâli bu ülkeyi nasıl köylülere verdiyse bizim ihtilâlimizin görevi de emek ve üretimi işçiler için garantiye almaktır.
Tiyatrolar, sanatçı birliklerine ait olmalıdır; bunun için de, Eğitim delegasyonu bütün sanatçıların bir toplantıya çağrılmasını gerekli görmektedir, tiyatroların Eğitim Delegasyonu gözetimi altına verilmesini Konsey’in karar verip bunu onaylamasını öneriyorum. Sosyal Güvenlik Delegasyonu, şu anda içinde bulunduğumuz savaş durumu gibi olağanüstü durumlarda tiyatrolar üzerinde sıkı bir denetim kursun. Ama Sosyal Güvenlik Delegasyonu’nun kendini Opera’nın yönetimiyle sorumlu sayması Konsey’in politikası açısından kendine haksızlık etmesi demektir.
Bunun için, Konsey’in olumlu karar vermesini diliyor ve umut ediyorum.
URBAIN—Vatandaş Vaillant eğitim alanındaki beceri ve yetkisini bizlere ispat etmiştir. Ben onun bu önerisine bir şey daha eklemek isterim: özellikle temsil sırasında düzeni sağlayabilmek için, polisin, tiyatrolar üzerindeki gücünü kısıtlamak zorunludur. En azından sahneye oyun koyma açısından bizim yapacağımız en doğru iş, tiyatroları eğitimin gözetimi altına koymaktır. Tiyatrolar aynı zamanda halk eğitimi için en iyi araçlardır.
Bundan önceki hükümetler bunları birer kötülük öğreten araç durumuna getirdi, bizse bunları vatandaşlık erdemlerini öğreten araçlar yapmalıyız. Artık tiyatrolardaki iğrenç gösterilere paydos; biz bayağı kişileri olumlu vatandaşlar durumuna çevirmeliyiz. (“Tres bilen!” sesleri)
BAŞKAN —Vatandaş Vaillant toplantının başında bu tiyatro sorunlarını çözümlememiz gerekliğine değindi. Bu konu üzerinde tartışma açılması üzerinde ısrar ediyor.
COURNET—Kanımca, tiyatrolar halk eğitim araçlarıdırlar ve Eğitim Delegasyonu’nun gözetimine devredilmelidirler.
BAŞKAN—İtiraf edeyim ki, ben eğitim ile koreografi arasındaki bağı bir türlü anlayamadım. Buna rağmen, Vaillant’ın önerisini okuyorum: Birinci Cumhuriyet tarafından belirlenen ilkelere uygun olarak ve Germinal 11 yasası, Yıl Il’de açıklandığı üzere Komün, tiyatroların, örgütlenmelerini ve yönetilmelerini ilgilendiren bütün konularda Eğitim delegasyonu’nun gözetimi altında bulunmasına ve tiyatroların bir menecer ya da özel teşebbüs tarafından yönetilmesine son verilmesine, bunun yerine en kısa süre içinde birlik sistemi getirilmesine karar vermiştir.
PYAT—Ne vatandaş Vaillant’ın önerisini, ne de vatandaş Cournet’nin söylediklerini anlayabiliyorum. Devlet’in tiyatro işine de, edebiyat işine de müdahale etmesini kabul edemem. Henüz kundağından kurtulamamış bir devlette tiyatrolar bir Richelieu’nun bir Maecenas’ın patronluğuna gereksinmesi vardır; ancak kişisel özgürlüğü ve düşünce özgürlüğünü savunan bağımsız bir ülkede tiyatroları devletin vesayeti altına koymak her şeyden önce Cumhuriyet’e ters düşen bir eylemi getirir. Bir kavramın yürütülmesine gözetme hakkınız vardır, ama onun yolunu çizmeye hakkınız yoktur, bu zorbalıktır. Bu, düşünce özgürlüğü için yalnızca dayanılmayacak bir şey değil, onun ölümüdür.
Böyle bir vesayetten Fransız tiyatrosunun kendini kurtarmış olması onun zaferidir. Mohere tiyatrosunu kurduğu zaman resmî bir topluluk vardı, ama bu Moliere, tiyatrosunu, devlet tarafından desteklenen, devletin vesayeti altındaki tiyatroya karşı kurdu. Ben, tiyatroların dikkatle gözetilmesine karşı değilim, ama ben kişisel düşüncenin istendiği gibi açıklanabilmesinden yanayım.
VAILLANT—Vatandaş Pyat galiba önerimin önemini pek kavrayamadı. Birinci Cumhuriyet, tiyatroların özerkliği konusunu, bugün bizim düşündüğümüzden daha değişik bir biçimde düşünüyordu. Tiyatroları da diktatörce yönetiyordu. Söz gelişi, seçtikleri bir oyunun haftada yalnızca üç kez oynatılmasını buyuruyorlardı. Bunu hiç unutmayın, eğer bir şey doğru oynanıyorsa, o özgürlük için oynanıyordur. Eğer Devlet bir komün ise, sanat faaliyetlerine adalet ve özgürlük için müdahale bir görev olmaktadır. Kanımca, politik faaliyetin yoğun olduğu bu alan devleti birinci derecede ilgilendirir. Daha önemlisi, bizi ilgilendiren, polisin toplumsal konulara burnunu sokmasını önlemektir. Biz her alanda sosyalist kurumları kurmakla yükümlüyüz.
On dokuzuncu yüzyıl ihtilâlinin bir özelliği, nerde bir üretim varsa, onu üreteni ödüllendirmektir. İşçiye emeğinin karşılığını vermek; bu, her alanda gerçekliği olan bir noktadır. Öyleyse, bir üretici olan sanatçıya hakkını vermek gerekir.
Sanatta, işçilik belki de fabrikadaki işçilikten çok daha çekilmez bir şeydir; tiyatro personeli tepeden tırnağa sömürülmektedir. Bir dansçı yaşayabilmek için kendini satmak zorunda bırakılır. Kısaca, bu baştan aşağıya bir eşkıyalığı getirmiştir.
Tiyatroyu, bir eşitlik rejimi içine sokmak zorunludur; birlikler kurarak tiyatro ile ilgisi olan bütün herkesi birleştirmek gereklidir. Polisin görevi yalnızca genel ahlak sorunlarıyla ve önlemelerle uğraşmaktır. Ben, sanatsal üretimi yetkili kılacak özel bir Delegasyon’un kurulmasını öneriyorum; ama şurası kesin ki, bu delegasyon içinde polisin yeri yoktur. Çünkü bu delegasyon eğitim sistemi sınırları içinde çalışacaktır. Genel tiyatro yönetiminin görevi bugünkü özel mal ve imtiyaz rejimini değiştirip oyuncuların yönetimi altında olan bir birlik sistemini getirmek olmalıdır.
COURNET—Tiyatrolar, polisin değil, Sosyal Güvenlik Komitesi’nin yetkisi altındadır; dikkatinizi çekmek istediğim birinci yöneticisini atayarak Komün politikası açısından kendi yetkisini aştığı sanısıdır.
PYAT—Vatandaş Vaillant’ın, tiyatro sorunlarının, birlik kurmayla ilgili olduğu düşüncesine katılması beni memnun etti. Birlik, tekelden yönetimden daha iyidir; hele bu, tek bir kişi tarafından yapılıyorsa. Ancak bir noktaya dikkatinizi çekmeme izin verin: özel teşebbüslerin kendilerini yönetmesini yasaklayamazsınız. Hiçbir Parisli vatandaşın tiyatro açamayacağını ilan edemezsiniz.
Şimdi yine sizin görüşünüze dönüyorum: Devlet tarafından ödeneği verilen tiyatrolar arasında bir birlik kurmak istiyorsanız, bunu yapmaya hakkınız var, çünkü parasını siz veriyorsunuz. Ama her şeyden önce şunu sormak isterim: Devletin bir tiyatrosu olsun diye Berry çiftçilerinin opera dansçıları için vergi ödemesi ne işe yarar? Bana göre bu budalaca bir şeydir. Biz, Komüncüler ve Federalciler bu noktada görüşümüzü çoktan belirttik. Paris Komünü, bir opera için ödenek ayırmak istiyorsa, o zaman Beauce (3) çiftçilerini buna katılmaya zorlamasın; Paris bulvarlarının birinde bir tiyatro bulunacak diye onlardan vergi almak zorbalığın dik âlâsıdır. Paris’te çalışacak bir opera için bütün Fransa’nın para ödeme düşüncesini protesto ediyorum, daha sonra, Paris’te bir Komünal Opera kurmak isterseniz -ki ben bunda da yokum- o zaman bunu komün ödemeli. İşte o zaman, ama yalnızca o zaman, oyuncularınız için istediğiniz birlik için bir reçete önerebilirsiniz.
Sanatın gözetimi ve sanatı etki altına alma konusuna gelince, bence böyle bir tutum insanın düşünce özgürlüğüne bir saldırıdır; aynı zamanda, bu tutum, bizim açımızdan mantık dışı bir şey olur. Devlet edebiyatına, devlet bilimine ve devlet dinine ihtiyacımız yoktur. Eğer böyle bir şey yapacak olursak Tıp ve Müzik akademileri bugünkü durumları içinde yok olurlar; tıpkı dindeki zorbalık gibi, sanatta, bilimde, edebiyatta bir zorbalık ortaya çıkar. Bu düşüncelerimi, başka ülkelerde gördüklerime göre belirtiyorum. Kesinlikle şunu söyleyelim ki, eğer Fransız bilimi gecikmişse, Fransız dehası yerini başka ülkelerin dehalarına bırakmışsa, bunun nedeni en çok bu sağlıksız gözetim düşüncesindedir.
Kral mabeyincisinin Comédie Française’in yetkilisi durumuna geldiğinden bu yana, bu tiyatroda hangi yaratıcılığı elde edebildik? Bu kurum o zamandan beri yalnızca önemsiz ürünler verdi, buna ölü doğmuş bir sanat da diyebiliriz. Newton’un vatanı İngiltere’de Devlet tarafından desteklenen bir akademi gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü yok! Onların akademileri yerel ve bağımsızdır, federatif bir sistem içinde çalışırlar, avantajlarını özerkliklerinden alırlar.
Bize burada önerilen gözetim sistemine karşı sesimi yükseltiyorum. Çünkü inanıyorum ki, edebiyatımız ye bilimsel çalışmalarımız on sekizinci yüzyıldan beri ölüyse, bunları yeniden diriltmek için tek çare tam özerklik vermektir.
LANGEVIN—Vatandaş Pyat’ın düşüncelerine katılmıyorum. Eğer tiyatro bir eğitim aracıysa, Komün bu eğitim alanı üzerinde sıkı ve ciddî bir gözetime gitmek zorundadır. Bana göre, edebiyatımızın duraklama nedeni böyle bir gözetimde değil, ucuz edebiyata karşı gösterilen toleransta aranmalıdır. Bunun için, ben Komün’ün tiyatroları gözetimi altında tutmasından yanayım.
VESINIER—Bir öneri taslağını okumak istiyorum:
Komün, şu aşağıdaki hususları kararlaştırmıştır:
1. Tiyatrolar için bütün ödenekler ve imtiyazlar kaldırılmıştır.
2. Tiyatro tam özerktir.
3. Tiyatrolarda yasalara karşı yapılan yanlışlar ya da yasaların ihlâli, suç olarak kabul edilecek ve yargısı ceza hükümlerine göre yapılacaktır.
Tiyatroda, basında ve edebiyatta genel anlamdakiler dışında bir yasa ihlâli yoktur. Öyleyse, yasayı ihlâl ancak tiyatro aksiyonu ile gerçekleşebilir; bunlar da olağan yasalarla ilgili suç eylemleridir. Biz özgürlük için çabalıyoruz, kimsenin hakkını öbürüne geçirmemek için çalışıyoruz; ama biz özel yasalara bağlı olan düzenlenmiş bir özgürlük istemiyoruz. Bunun için yukarıdaki taslağı önerdim.
VAILLANT—Vatandaşlar, biz burada metafizikle değil, politikayla uğraşıyoruz, özgürlüğe karşı bir çabada olmadığımız gibi, bütün alanlarda yeniden örgütlenme işini sürdürmeliyiz. Tiyatrolar, yani bunlar yalnızca kafa değil, aynı zamanda midedirler. Bunların içinde ölçüsüz kazananlar olduğu gibi, bir yandan da aç kalanlar vardır. Komün’ün haklı gelir dağılımını sağlayabilmeydin ahlaksal ve maddesel anlamda bazı durumları düzenlemesi zorunludur. Açıkçası, biz bir Devlet sanatı istemiyoruz. Bizim gözetimden amacımız, şu anda sosyal güvenliği ve sosyal adaleti garanti altına almaktadır. Ve her çeşit sömürüye son verilmesi gerekir. Bu da, bir Genel Delegasyon kuruluncaya kadar, özel bir Delegasyon ile yürütülecek bir konudur. Benim önerim böylece örgütsel bir önem içindir.
VESINIER—Önerimi geri alıyorum ve Resmi Gazete’de yayınlanmamasını diliyorum. Bize silâhlar doğrultulmuşken tiyatro üzerine konuşmanın sırası değil.
PYAT—Birinci Cumhuriyet’te olduğu gibi çatışmaların şiddetlendiği şu sırada, ne üzerine olursa olsun, ister basın, ister tiyatro, ister ressamın fırçası, her düşünceyi ve öneriyi tartışmaya hakkımız vardır. Eğer bu düşünceyi iç savaşı alevlendirmek için yaparsanız yok edilirsiniz. Ama geleceği düşünerek ben düşüncelerimden caymıyorum. (“Oylayalım,” sesleri.)
BAŞKAN—Vatandaş Vaillant’ın önerisini tekrar okuyorum. (Yüksek sesle olur.)
VESINIER—Vatandaş Vaillant’ın karar önerisine bir ek yapmama izin verin. Şunun eklenmesini öneriyorum. “Tiyatro tekelleri ve ödenekleri kaldırılmıştır.”
PYAT—Ama Vaillant’ın önerisi tiyatro açmak isteyen bir kimseyi önleyici nitelikte, çünkü o yalnızca tiyatronun birlik tarafından açılabileceğine inanıyorum.
FRANKEL—Ben vatandaş Vaillant’ın düşüncesine katıldığım kadar, vatandaş Pyat’ınkine de katılıyorum. Açıklayayım. Gerçekten de, tiyatroları herhangi bir Delegasyon’a bağlamayı ileriye götürmek istediğimiz sosyalizm açısından zararlı buluyorum. Tiyatro yönetimi bu kurulmak istenen birliğe bağlı olsa; zaten doğru olan da tiyatro yöneticisini onların seçmesidir. Öbür yanda, vatandaş Félix Pyat’ın, Devletin tiyatro sorunlarına karışması gerekmediği düşüncesine katılmıyorum.
III. Napoléon döneminde olduğu gibi, düşünceyi geneleve hapseden, Devlet’in halktan kopuk olduğu bir gücün egemen olduğu anda, Devlet’in yabancısı olduğu halkın işlerine burnunu sokmaya hakkı yoktur. Ama Devlet halkının temsilcisi durumuna gelmişse, o zaman Devlet eğitim işleri kadar edebiyata da karışabilir. Burada düşünce özgürlüğünden ve düşünmenin vesayet altına sokulamayacağından söz edildi. Burada örnek olarak iki büyük Fransız’ı vereceğim: Diderot’yu Rusya, Voltaire’i ise Prusya Kralı Frederik desteklemişti.
Kısacası, tiyatroların Eğitim Delegasyonu gözetimi altına verilmesinin ve bu yolda birliklerin kurulmasının sağlanacağının doğruluğuna inanıyorum.
BAŞKAN—Vatandaş Vaillant, öneri taslağının bir bölümünü çıkardı. Ama örgütleme konusundaki paragraf duruyor; bana sorarsanız bunu da çıkarmalı. Bu durumda karar taslağı oylamaya konabilir.
VESINIER—Bir ek sunduğumu hatırlatabilir miyim?
FRANKEL—Acaba vatandaş Vesinier, karara koymak istediği ekteki ödenek konusuna, birliklere yardım için verilebilecek bir krediyi de dâhil edebilir mi?
VESINIER—Evet, Birliklere yardım edilebilir. Ama her birlik özerk olarak hiçbir ödenek ve imtiyaz istemeden kurulmalıdır.
(Vaillant’ın karar önergesi yapılan ekle birlikte oylanır ve kabul edilir.)
RASTOUL—Tiyatro konusundaki bu tartışma bittikten sonra Komün, kararı, aşağıdaki biçimde saptamıştır:
Paris Komünü, Birinci Cumhuriyet tarafından belirlenen ilkelere uygun olarak ve Germinal Yasası 11, Yıl Il’de açıklandığı üzere:
Bütün tiyatrocuların Eğitim Delegasyonu’na bağlı olmalarına, bütün ödenek ve imtiyazların kaldırılmasına,
Eğitim Delegasyonu’nun bir menecer ya da özel teşebbüs sahipleri tarafından ortaya çıkarılmış olan sömürü düzenine son vermeyi ve bunun yerine en kısa süre içinde birlik sistemi getirilmesine karar vermiştir.
İlerici Sanatçılarla Söyleşiler:
Hasan Kıyafet
Baskı ve sömürü düzeninin yürürlükte olduğu toplumlarda yalnızca işçi ve emekçi sınıfı ezilmiyor; zulüm ve işkence sadece bunlara uygulanmıyor. Ezenlere karşı ezilenlerin, emekçilerin yanında yer alan aydınlar, sanatçılar, bilim adamları, düşünürler vb. de payına düşeni fazlasıyla almaktadırlar. Ülkemiz bu açıdan utanç verici örneklerle doludur. Hele 12 Eylül faşist cuntası eliyle ilerici demokrat aydınlar, sanatçılar, bilim adamları üzerinde uygulanan baskı ve işkenceler dillere destan olmuştur. Diğer ilerici kesimlerin yanı sıra sanatçılar, diktatörlüğün en gaddar tutum ve saldırılarına maruz kalabilmiş, zindanlara doldurulmuş, yapıtları yüzünden yıllar süren baskıların, yasak ve kısıtlamaların hedefi olabilmişlerdir. Egemen sınıfların kendileri için zararsız bale getirmek amacıyla zindanlara doldurduğu devrimciler arasından sanatçı yönlerini geliştirerek ünü uluslararası boyuta sıçrayanlar olduğu gibi, yaratıcı, toplumcu-gerçekçi sanatsal çalışmalarını içerde ya da sürgünde iken de yılmadan devam ettiren, güzel ve nitelikli ürünler meydana getiren sanatçılarımız da az değildir. Bunlardan bir kısmı da yeni kuşağın temsilcileridir.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI faşizme ve gericiliğe karşı mücadele veren demokrat, ilerici ve devrimci sanatçıların da kürsüsüdür ve her zaman onlarla birlikte olma azmindedir. Bundan böyle sayfalarında sanatsal uğraşları nedeniyle faşizmin hışmına uğrayan, baskı ve işkencelere göğüs geren ilerici sanatçılara daha çok yer ayırmaya ve onlarla yapılan söyleşilere ağırlık vermeye çalışacaktır.
Hasan Kıyafet, 20 yıldır öğretmenlik ve yazarlığı onurundan taviz vermeden sürdüren devrimci bir yazarımız. Yoz sanatın ve “özgür sanatçı”ların (Bireyci felsefenin özelliklerini yoğun taşıyan bir özgürlük bu) alabildiğine boy attığı 1989 Türkiye’sinde kendisiyle kısa bir gezinti yaptık.
“Doğu muhaciri bir ailenin ilk çocuğuyum. Kırşehir’in bir köyünde kağnının tekerleri kırılmış, orda kalmışlar. Kırılmasa daha kaçacaklarmış. Baba duvar işçisi. Annem okuma yazma bilmeyen bir kadın. Geçmişim herhangi bir köylü çocuğunun geçmişinden farklı değil. Üç aşağı beş yukarı bütün yoksul aileler, bütün emekçi çocuklarının geçmişi gibi bir geçmiş, perişanlık içinde. Ancak işkencede beni kurtaran o geçmişim oldu. Daha çok küçük yaşlarda yaşamak zorunda olduğum koşullar benim için acının eğitimi oldu. Geceler günler boyu köyde, tek başıma, dağda, taşların arasında kaldığım oldu. Bu gerilla hazırlığı gibi bir hazırlıktı. Bilinçsizdim elbette. Ama bunlar birikti. Sonunda nerden bilirdim ben, Harbiye Askeri Garnizonu’nun işkence-hanesinde 12 Mart’ta işkence göreceğimi ve nerden bilirdim 1980’de Samandıra Tank Taburu’nda işkence göreceğimi.”
Ö. DÜNYASI: Siz uzun yıllar yazarlığın yanında TÖS ve TÖB-DER’le başlayan siyasi mücadelenin içinde yer aldınız. Bize biraz TÖS ve TÖB-DER çalışmalarından bahseder misiniz?
H. KIYAFET: TÖS 1964’de kuruldu. Daha önce TÖMF vardı. O Avcılar Derneği gibi bir dernekti. Sendika kurulunca biz hemen sendikaya geçtik. Mücadelesi çok zor oldu. Biz tabii öğretmenlerin sendikası olsun diye çabalıyorduk. Fakat CHP bir yandan TÖS kurulsun diyor, bir yandan da “federasyon kalsın” diyor. TÖS gelişsin istemiyor, çünkü TÖS gelişirse CHP’nin güdümünden çıkacak diye korkuyor. Ocağı ve bucağı gözüyle bakıyor Öğretmenler Derneği’ne. Oysa biz de istiyoruz ki kendimize gelelim, ekonomik ve siyasal örgütümüz olsun. O sıra Samsun’daydım. Seçime gidildi. Bürokrasi TÖMF’den yana seçimi kaybettik. Samsun’da TÖS’ün gelişmesi baltalandı. Sonra öğretmen mücadelesinin hiç dışında olmadık. 12 Mart’ta TÖB kapatıldı. Mallarına el kondu. Onun kapatılmasıyla birlikte biz de içeri girdik. 1974’de çıktım. Bu arada TÖB-DER kuruldu ve kuruluşunda görev aldım. Çalışmaya başladık 12 Eylül’e kadar. Çalıştık. Sonra yine vurdular kelepçeyi bileğimize, götürdüler emniyete.
Ö. DÜNYASI: Yazmak duygusu nasıl gelişti?
H. KIYAFET: Yaşanan tüm olumsuzluklar basılıyor inşanın içine. Onu kusmak, atmak istiyorsun. Ve bir gün gelip bu acıların kaynağını da bulursan yazmak mecburiyetinde kalıyorsun. Ben şöyle diyorum: Bu bizim çocuklarımız Sinan’lar, Deniz’ler bu güzel, yiğit çocuklarımız yaşasalardı kuşkusuz Türkiye’nin en iyi yazarları olacaktı onlar.
Ö. DÜNYASI: Onlar da tarihi yazdılar.
H. KIYAFET: Evet öyle oldu. Bir insan namusluysa, uyanmışsa ve insanların da perişanlığını görüyorsa mutlaka bir şeyler yapacaktır.
Ö. DÜNYASI: İlk romanınız “Komünist İmam” ilk tezli romanlarımızdan biri olarak biliniyor ve devrimciler içinde din sorununa yüreklice eğilenlerden birisiniz. 12 Mart’ta romanınız nasıl bir serüven yaşadı?
H. KIYAFET: 12 Mart’ta Çorlu’da TÖS Şube Başkam idim. İki sivil polis geldiler. Çantamla beraber alıp götürdüler beni. Harbiye’ye getirdiler. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Malum şeylerden sonra Selimiye’de mahkemenin önüne çıktım. Üstüm belden yukarı siyah boya dökmüş gibiydi. Mahkemede soyundum ben, “İfadem işkence altında alındı” dedim.
Mahkeme serbest bıraktı beni. Neyse eve geldik, iki sivil polis tekrar geldiler, mahkemeyi dinlemiyorlar yani. “Komünist İmam,”, hesabını da epey sordular o sıra. O zaman modaydı. Kitabın arkasına yazılırdı. Yazarın bildiği diller. Ben de yazın dedim. İngilizce ve Kürtçe biliyorum. Onun için Harbiye’de epey işkence çektirdiler. “Sen bilinçli olarak Kürtçenin bir dil olduğunu söylüyorsun” falan.
Ö. DÜNYASI: Toplatıldı mı kitabınız?
H. KIY AFET: Zaten tükenmişti. Ancak üzerinde bulunan kişi zor durumda kalıyordu.
Ö. DÜNYASI: Daha sonra cezaevi yıllan başlıyor. Cezaevinde yazdığınız öyküler var…
H. KIYAFET: Evet. Maltepe Cezaevi’nde “Baraj’ı yazdım. Ben Hirfanlı Barajı’nda bulaşıkçılık yaptım. Orada İngilizler vardı. Wipy Şirketi’nde. İngilizlerin bize tepeden bakışlarını, küçümseyişlerini insanların işe girmek için nasıl ufalandıklarını, insanlıktan uzaklaştığını gördüm. İngiliz arabasının önüne kendini attı adam, “beni işe al” diye. Yaralandı ve acıdılar işe aldılar onu. Ondan sonra herkes kendini İngiliz arabasının önüne atmaya başladı. Baraj’da bunları anlattım. Ömer Ülkenciler vardı cezaevinde. Bizimle yatıyordu. Lisede bir çocuk. Haziran harekâtından yatıyor. Çok güzel yazısı vardı. Öyküyü ince ince yazdı pelür kâğıda. İddianamenin arasına koyup, kaplayıp hanıma verdim, sanki avukata yolluyormuş gibi. Baraj’ın bütün öyküleri Ömer Ülkenciler’in yazısıyla, iddianamenin kapağının arasında gidip gelerek tamamlandı. Cezaevinden çıktıktan sonra cezaevindeki faşizmi yeren fıkraları derledim. “12 Mart fıkraları” koyduk adını. 12 Eylül, esti, savurdu, toplatıldı kitap.
Ö. DÜNYASI: 12 Mart’ta henüz tek kitabınız olduğu için yoğun kitap toplamalar, soruşturmalar olmamış görünüyor. 12 Eylül bu açıdan daha başarılı oldu herhalde… Ne dersiniz?
H. KIYAFET: 12 Eylül’de 6 kitabım toplandı. Eşimle birlikte yazdığım Çağdaş adında bir ilkokul ansiklopedisi vardı. Türkiye’de ilk defa bir ilkokul ansiklopedisi toplanmıştır. Hatta dünyada. Benimle beraber kitaplarımı da götürdüler Alemdağ Tank Taburu’na. Şu anda “12 Mart Fıkraları” halen yasak. İki çocuk kitabı da tahditli: Bizim Fabrika ve Çingene Çocuğu.
Ö. DÜNYASI: “Bizim Lise”de sorunlu bir kitap oldu egemen güçler için.
H. KIY AFET: “Bizim Lise” 1985’de yayınlandı. Çamlıca Kız Lisesi’ndeki olayları anlattım. DGM kurulduğunda yargılanan ilk romandır. Tek cinsli okullar kötü okullardır. Anti-pedagojik okullardır, sakat okullardır. Savcı bana “Bu pedagojik değil, ideolojik bir kitap” dedi. Elbet ideolojik. Ben sol ideolojiyi benimsemiş bir insanım. Tabii ki bu yazdıklarıma yansıyacaktır. Ben işçi sınıfından yanayım. Polise de öyle söyledim. “Kardeşim ben bir duvar işçisinin oğluyum. Ben Vehbi Koç’tan yana olmam. Beni öldürseniz de olmam. Siz Vehbi Koç’tan yana olun. Babanız milyonerse, milyarderse… Ama sizin de babanız benim babam gibidir. Beni niye zorluyorsunuz, ille de zenginden yana olayım, olmuyorum. Duvar işçisi babam dururken Vehbi Koç’tan yana olacak kadar namussuz değilim” dedim. 1985’de onun yargılamalarına girdik; ilginç mahkemeler oldu. Beraat ettik. 1986’da “İşkence Öyküleri”ni yazdım. Ama korkumdan Türkiye’de değil de İran’da, İranlı bir devrimci Perviz’in başından geçiyormuş gibi yazdım. Olayların yarısı orda, yarısı Türkiye’de geçiyormuş gibi yazdım. Aslında kendi yaşadığımız öyküler elbette.
Ö. DÜNYASI: Yazarlar bu tarz engellemelere karşı neler yapabilirler? Diyorsunuz ki “Korkumdan rahat yazamadım.” Şu koşullarda neler yapılabilir?
H. KIYAFET: Türkiye’de ve Türkiye gibi ülkelerde yazarlar istedikleri gibi yazamıyorlar. İki omzumda iki polis oturuyor, hissediyorum kendimi. Yazarken denetliyorum. Bu çok kötü. Bir de 12 Mart’tan sonra Türkiye’de Babıâli yani basın ikiye bölündü. 1) Sınıf gerçeğine inanmış yazarlar, 2) Burjuva yazarları. Tuzu kuru ama yazarlık da fena değil, ünü oluyor, şanı oluyor. Bunlara ben Beyoğlu solcuları diyorum. Bir de sınıf yazarları var. Sınıf yazarlığı zor bir olay. Riskli. Hatta bu yazarları, köylülükle, kaba gerçekçilikle suçladılar. Şimdi tutup birey felsefesini, Amerikan felsefesini işle, boyalı basın göklere çıkarır seni. Ama bir sınıf gerçeğini ortaya koyduğumda, kaba gerçekçi oluyorsun, yontulmamış oluyorsun. Ama ben yontulmamışlığımdan memnunum.
Ö. DÜNYASI: Bunun benzerini 12 Eylül’de de yaşadık.
H. KIYAFET: Evet… Burada da bu işin -sınıf yazarlığının- zorluğunu fark edenler ve hafif yollu çark edenler oldu. Yalçın Küçük “Eylülistler” dedi bunlara. Ben hepsine birden “Onikistler” diyorum.
Ö. DÜNYASI: Kitaplarınızın karşılaştığı zorluklar karşısında siz nasıl tavır aldınız?
H. KIYAFET: Ben imzamı attığım her şey için başımı veririm, dedim.
Ö. DÜNYASI: Örgütlü bir karşı çıkış oldu mu? Örneğin TYS kitap toplatılmalarına karşı tavır alabildi mi?
H. KIYAFET: TYS o zamanlar çok zayıftı. Örneğin 12 Mart öncesi bir gün -yüreğim yanarak söylüyorum- daha sonra faşistlerce vurulan değerli dostum Talip Öztürk bana geldi ve faşistlerin listesinde adımı gördüğünü ve vurulacağımı söyledi. O sıralar da buradan Almanya’ya öğretmen gönderiyorlardı. Gidersem canımı kurtarırım, diye düşündüm. Gittim sendikaya. Sendika bana “Adam sen de bir tek sen misin vurulacak” dedi. Böyle bir durumdaydı TYS.
Ö. DÜNYASI: Yazarlar sendikası yargılamalarından söz edelim biraz isterseniz. Çünkü bu, yazarların örgütlendiği ilerici özellikleri olan bir kurum. Kapatılmasıyla 12 Eylül’ün kültür sanat karşıtı tavrı belirginleşiyor.
H. KIYAFET: 12 Mart ve 12 Eylül’de zaten anti-kitabist, anti-kültürist hareketlerdir. Aslında anti-sosyalist ve emeğe karşı hareketlerdir ama bu tabii ki beraberinde kültür karşıtlığını da getiriyor. Hele 12 Eylül sanki kitaba karşı bir hareket olarak gerçekleşmiştir. Halen bir sürü kitap yasaktır. Tabancayla kitap yan yana konmuştur. Küçük çocuklar “evde kitap olduğunu söylerim” diyerek tehdit etmişlerdir babalarını. Ama TYS de gürültüye gitti. Sesi çıkmadı. Bizi koruyamadı. Demek ki biz demokratik anlamda örgütlenememişiz. Yazarı, üyesi götürülüyor, hiç kimsenin kulağı duymuyor.
Ö. DÜNYASI: Peki Yazarlar Sendikası demokratik bir kurum olarak bugün işlevli mi? Kendi üyeleri için ya da Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesi için yeterli çaba sarf ediyor mu sizce?
H. KIYAFET: Yalnız Yazarlar Sendikası değil, hiçbir kurum yeteri kadar demokrasi mücadelesi veremiyor. Biz de istiyoruz bir şeyler yapmayı. Örneğin benim birey olarak yüreğim yanıyor cezaevinde çürüyen çocuklara. Neydi onların kabahati, 10 yıldır güneş yüzü görmüyorlar. Çok daha suçlu olanlar meydanlarda fink atıyor. Yeniden parti başındalar. TYS, örneğin TAYAD gibi aktif mücadele vermese de TAYAD’a omuz vermeli. Bunu yapamıyor. Neden? Beni kapatırlar mı? Val-la kapatırlarsa da kapatırlar. Doğru olanı yapmak gerek. Yazarlar Sendikası yapmak istemediğinden değil, istiyor da yapamıyor.
Ö. DÜNYASI: Sendika durumunun farkında elbette.
H. KIYAFET: Farkında tabii. Ama daha fazla ne yapabilir? Diyelim ki genç arkadaşlar kitaplarını yayımlayamıyorlar. Sendika bunun için bir şey yapamıyor. Örneğin hasta olan ve yurt dışına çıkması gereken bir üyesini çıkaramıyor. 30 kitabı olan bir yazarın bile sarı basın kartı yok. Yani sendika çok şey sağlayamıyor. Ama sendika sendikadır yine de. İyi kötü, bir örgüt.
Ö. DÜNYASI: Sayın Kıyafet, edebiyat niçin vardır sizce? Benimsediğiniz bir edebiyat anlayışı var mı?
H. KIYAFET: Benim edebiyat anlayışım toplumcu-gerçekçi edebiyattır. Gorki anlayışıdır, Brecht anlayışıdır. Halkının dertlerini dert edinmiş bir edebiyattan yanayım. Lenin bu konuda bizleri ne güzel uyarıyor. “Yazar canının istediğini yazar okur da hoşuna gideni okur çağı kapanmıştır” diyor. Yazar toplumun somut gereksinimlerini dile getirecek, toplumun acısını dindirecek olanı, güzeli getirecek olanı yazacak. Okur da toplumun güzelliğini, insanların mutluluğunu getiren güzellikleri okuyacak. Özellikle Türkiye’de yazar ders kitabı gibi titiz öykü ya da roman yazacak. Şimdi buna burjuva yazarlar karşı çıkıyor. “Sen, ders kitabı, matematik mi yazmak istiyorsun?” Hayır, matematik yazmak istemiyorum. Fakat bir şey söylemek istiyorum. Ölü evinde saz çalınmaz. Halk bunca mutsuzken, acı çekiyorken, yoksulluk diz boyuyken, sen Bodrum’da bilmem kimin bunalımını yazıyorsun da Rabak’da işçilerin de bunalımı var, Tuzla’da suçsuz yere kurşuna dizilen insanlar var. Bunların yazılmasından neden rahatsız oluyorsun?
Ö. DÜNYASI: Sanatımızda genel bir yozlaşma, egemen kültürün bizzat prim verdiği bir yozlaşma gözleniyor. Sözünü ettikleriniz de bu yozlaşmanın bir parçası aslında. Bangır bangır radyolarımızda, Gülhane şenliklerinde daha çok müzikte somutlanan bir yozluk hakim. Buna karşın devrimci sanatçılar, ilerici sanatçılar nasıl alternatif üretebilirler?
H. KIYAFET: Bu yozluğu söküp atmak üretim biçiminin değişmesine bağlı. Bu, siyasal yönetimin değişmesine bağlı. Ekonomik yapı değişmeden değişmez. Eğitim bir üstyapı kurumudur ama altyapıyı da etkiler. Kültürün ve eğitimin de yapacağı şeyler var. Ne yapabilir? Halkından kopmadan onunla el ele, onu küçümsemeden, gerekiyorsa onun ayağına giderek çalışmalar yapılabilir. Yazarları, sanatçıları, davet ediyorlar. Söyleşiler oluyor, kitaplar imzalanıyor. Kitabı elliyor insanlar, ömründe ilk defa yazara dokunuyor. Bunlar önemli etkenler insanların uyanması konusunda.
Ö. DÜNYASI: Sanatçı tarafsızlığı konusunda ne düşünüyorsunuz? Kimi yazarlar herhangi bir ideolojiyi benimsemenin kendi sanatsal kaynaklarını kurutacağı inancında.
H. KIYAFET: Bu düşünce bana çok komik geliyor. Hiç kimse tarafsız değildir dünyada. Taraflı dünyada tarafsız olunur mu? Diyor ki bir general “ben askerim, politikayla uğraşmam.” Aslında demagoji yapıyor. Cephede kazandığı her muharebe siyasal alanda bir gol kazanmak içindir. Yazar toplumun belirli kurallarına karşı çıkmalıdır. Bunun için mutlak taraflı olmak zorundadır. Yoksa her şeyi olduğu gibi kabullenmiş olur. Değişmeyen şey kötü şeydir. Şu düzen değişmeli. Kim değişmez diyorsa yanlış ve yalan. Neyi değişmemeli bunun?
Ö. DÜNYASI: Pek çok sanatçı kendilerinin tarafsız olmadıkları noktada özgürce yazamadıklarını söylüyorlar.
H. KIYAFET: Halt ediyorlar. Aslında dünyaya bir bakış meselesi bu. Onlar kaytarıyorlar. Karanlıkta türkü söyleyerek kendi korkularını yenmek istiyorlar. Haklı olanın tarafını tutmamak buz gibi haksızdan yana olmak demektir. İnanıyorum ki tarafsızlık diye bir şey yoktur ve ben taraflıyım ve başından sonuna kadar da taraflı kalacağım. İşçi sınıfından tarafım, ezilenden tarafım.
Ö. DÜNYASI: Çok teşekkür ediyoruz.
Dikili’de Neler Oluyor?
Ahmet POYRAZ
İzmir’in birçok ilçesi vardır. Dikili de bu ilçelerden biridir. Ama her biri değildir. Dikili’nin dört yıldır İzmir’in diğer ilçelerinden, özellikle sahil ilçelerinden onu ayrı kılan bir özelliği vardır. Yaz aylarında yılın bir haftası burada politikadan, kültürden, dostluklardan yoğun bir dönem yaşanır. Bunu Dikili Festivali sağlar.
Festival duyurularına yanıt olarak ilçeye gelen insanların buradaki ortamın diğer festivallere hiç benzemediğini hemen fark etmeleri zor olmaz. Sahile paralel cadde üzerindeki stantlardan kitaplar, dergiler, değişik yayınlar, duvarlarda resimler, kaldırımlarda gençlerin kendi yaptıkları ilginç çalışmalar, tablolar, batikler, biblolar, süs eşyaları sergilenir. Hatta bunların bazıları hemen orada üretilir. Günün önceden belirlenmiş saatlerinde panelden söyleşiye, imza kuyruklarına, konserlere, tiyatro oyunlarını izlemeye büyük bir coşkuyla koşuşturulur. Bir haftalık sürede güzel dostluklar, yeni ilişkiler kuran insanlar, bir sonraki yıl ve daha sonrakiler için yaz dönemi tatillerini Dikili festivaliyle çakıştırmaya çaba harcarlar. Dikili’nin gündüzleri öyle erkenden bitmez. Asıl yoğunluk gece yarısından sonra başlar. Uzun kumsal boyunca ortak özelliklerine göre bir araya gelen gruplar, deniz kıyısında yakılan ateşlerin başına toplanıp tartışırlar, şarkılar söyler ve folklorik yeteneklerini sergilerler. Uykusuz geçen her gecenin ertesinde yine de dinamik, yine de coşkuludurlar.
Bu yıl Dikili festivallerinin dördüncüsü yaşandı. İlk festivalde görülen ve yaşanılan şeylerle yetinilmesi, her şeyin değiştiği ve geliştiği bir dünyada olası değil. Dikili dışındaki siyasi atmosferin ulaştığı düzey insanlar için, Dikili’deki festivali yaşayarak tatillerini geçirmek isteyen, bunun için çadırlarını, uyku tulumlarım sırtlayarak gelen, bazen de tek bir battaniyeye sarılarak kumsalda uyumaya çalışan insanlar için artık çekici değil.
Dördüncü yılda “Dikili’de neler oluyor” başlıklı bir yazıyı yazmaya bizi zorlayan başka şeyler de var. Sıkıntımız, sadece festival günlerinin dört yıldır aynı olmasının yol açtığı tekdüzelik değil. Bugün olan dünün tekrarından ibaretse, objektif olarak bir gerilemeden söz edilebilir. Ama bugün olan, dünden tekrarından ibaretse, objektif olarak bir gerilemeden söz edilebilir. Ama bugün olan, dünden daha geri bir düzeyde gerçekleştirilmişse, işte o zaman düşünülmesi ve yapılması gerekenlerin aciliyeti vardır.
Dikili’nin SHP’li Belediye Başkanı festival organizasyonu işini “Arajans”a bıraktı. Arajans revizyonist TBKP’nin yasalcılık oyunu sırasında gereken gürültüyü çıkarabilmesi için yayınlanan Adımlar dergisiyle ticari ortaklık durumundadır.
Bu nedenle dördüncü Dikili festivalinin programının ağırlığı TBKP’nin propaganda faaliyetlerini rahatlıkla yürütebileceği bir ortamın yaratılması yönündedir. Seçilen panelistlerin birçoğu, panel yöneticileri veya diğer etkinliklerde yer alanların büyük bir yüzdesi bu bakış açısıyla özenle seçilmiştir. Sol yelpaze içindeki birçok insanın fiziksel olarak katıldığı festival TBKP eksenliler dışında başka hiçbir kimsenin politik kimliği ile katılmasına izin verilmeyecek bir biçim almıştır. Dikili festivaline program oluşturma aşamasına önerilerle gelen “Devrimci Gençlik” panelist tercihleri kabul edilmemiştir. Yerel yönetimler konusunda Fatsa örneği üzerinde konuşması istenilen panelist ve yine birkaç devrimci sendikacının panelistliğine izin verilmemiştir. Kültür festivali diye anılan Dikili festivalinde bu yıl kültür de hırpalanmıştır. Eski bir yazlık sinemadan bozma alanın girişine kültür alam tabelası asılarak kültür ve girintiye hapsedilmiş, geçen yıl kitapların sergilendiği caddeye panayır görüntüsü kazandırılmak için ne gerekiyorsa yapılmıştır.
Düzeyi düşük panellere katılımın ve nitelik kazandırabilmenin tek yolu olarak bırakılan yazılı soru sorma, yöntemi bile soruları cevaplandırmama haklarını(!) kararlılıkla savunan panelistler tarafından (kuşkusuz hepsi tarafından değil) görmezlikten gelinerek işletilmezken, sergilenen bu demokrasi ikiyüzlülüğünü teşhir etmek ve kırmak gerekiyordu. Bu durum Dikili’de politik kimlikleriyle var olmak isteyip de meşru, ama aslında gayri meşru program dâhilinde var olamayan devrimci, demokrat insanları alternatif ortamlar yaratmaya yöneltti. Bilgin birer dinleyici olmaktan çıkıp görüşlerini rahatlıkla anlatıp tartışabilecekleri bir toplantı önerisinin kabul görmesi üzerine beşinci gün çay bahçelerine toplanan insanlar resmi makamlardan izin almaya gerek görülmeden hazırlanan beraberliklerini daha başlangıcında düzenin militarist aygıtlarınca değil ama bunu onlardan daha iyi becerebileceğini kanıtlayan revizyonistler tarafından sabote edildi. Kendilerini söz alıp verme işinde, toplantıya başkanlık etme konusunda kitleden asla alınmamış, üstelik itiraz görmüş bir otoriteyle donatan TBKP militanları tarafından ilk konuşmayı yapan ve gençliğin örgütlenme sorunları konusunda görüşlerini anlatan Emeğin Bayrağı dergisinin İzmir Bürosu temsilcisi arkadaşın konuşması kesilerek bu sabotaj gerçekleşti. Konuşmayı yapamayacağını anlayan arkadaş durumu protesto ederek toplantıya katılmayacağını açıkladı. Toplantı alanında bulunan proleter devrimciler de anti demokratik bu uygulamaya tavır alarak diğer insanları da bu tavra davet eden bir konuşmayla toplantıyı terk ettiler.
Dikili festivalinin değerlendirilmesi konusundaki istekleri değerlendiren proleter devrimciler bu kez akşam kumsalda toplanmak üzere yine çağrı çıkardılar. Gece yarısından sonra saat üç sularında başlayabilen toplantı sabahın ilk saatlerine dek sürdü. Yaklaşımların büyük bir gerilimle aktarılmış olmasına, ayrıntılar üzerinde oldukça sekter yaklaşımların gözlenmiş olması ve yer yer anti-demokratik biçimlere sarılınmasına karşın kendiliğinden olmayan, asgari bir disiplinle sağlanan bir toplantı olması nedeniyle, revizyonist, düzene entegrasyon teorilerinin empoze edilmeye çalışıldığı atmosferin dışında huzursuzlukların, yakınmaların ve alternatif önerilerin dile getirilebildiği tek ortam oldu.
Dikili festivali şimdiye değin ağırlıklı olarak tatil yapılacak yerler arasında bir tercih sorunu olarak görülürken, son zamanda çizmeyi aşan, dayatmacı, dıştalayıcı, insanları TBKP’nin propaganda faaliyetleri için birer figüran olarak görünmeye zorlayan ikiyüzlü uygulamalarının teshir edilmesinin, baştan açılmış bir savaşın pervasız ideolojik ve fiziksel saldırganlığın verilecek yanıtının zorunlu alanı haline geldi.
Evet, Dikili dışarıdan gelmiş insanlar için birincil önemde bir faaliyet alanı oluşturmuyor, devrimciler bu tür faaliyetlerin Dikili’nin de içinde bulunduğu bir dinlence programına göre düzenlemezler. Ama kimisinin program önerisiyle, kimisinin sadece bu ortamda tatil yapmak için. kimisinin ne var ne yok bir göreyim diye geldiği, ancak dikensiz gül bahçesinde yaşamak isteyenlerce uğradıkları ideolojik saldırganlığı ve yayılmacılığın bu özel yolunu özel bir tavır da gerekiyor. Devrimciler bir hafta Dikili’deydiler. Ve bulundukları her alanda politik kimliklerini unutmamak gibi bir disipline sahip oldukları için, bir yığın genç insanı da revizyonist yayılmacı bir bakış açısıyla ideolojik bombardıman altında tuttuklarını görmenin rahatsızlığıyla gecikmiş, yetersiz ve organizasyon eksikliği içinde de olsa tavır almanın yöntemlerini düşündüler ve düşünüyorlar. Belki de alternatif bir festival, bir gençlik festivali programı ufukta belirebilir.
ÖLÜMÜNÜN 5. YILINDA YILMAZ GÜNEYİ ANMA TOPLANTILARINA ÇAĞRI
Bir ay boyunca değişik kültürel-sanatsal etkinliklerle GÜNEY kitlelere tanıtılacak;
O’nun sinemayı bir silah olarak kullanarak bu alandaki geleneksel anlayışı yıkışı, gereği ve güzeli yakalayışı, kitlelere devrimci sanat bazında ilettiği mesajlar 80 DAKİKALIK TİYATRO ile yaşatılırken; hata ve eksiklikleri de devrimci sanat boyutunda eleştirilecektir. Programda ayrıca devrimci-demokrat OZANLAR da yer alacaklar…
Bu etkinliklerin MERKEZİ olarak gerçekleştirileceği aşağıdaki yerlerin dışında birçok bölgelerde de Tiyatro ve bölgenin kendi kültürel faaliyetlerinin iç içeliği ile YEREL etkinlikler de yapılacaktır. 9 EYLÜL KÖLN, 16 EYLÜL STUTTGART, 25 EYLÜL HAMBURG.
Geniş bilgi, afiş isteme ve ilişki adresi:
F. ALMANYA DİDF (DEMOKRATİK İŞÇİ DERNEKLERİ FEDERASYONU) Husemann Str. 39-41,4650 Gelsenkirchen / BRD
BASIN BİLDİRİSİ
Amerikan emperyalizmi geçtiğimiz günlerde komplocu, darbeci, silahlı gizli operasyonların mimarı Marton Abramowitz’i Türkiye’ye büyükelçi atadı.
Bu kişinin son yıllardaki görevi istihbarat ve araştırmalardan sorumlu dışişleri başkan yardımcılığı ve ABD dışişleri ile Merkezi Haber Alma Örgütü CIA arasında irtibat görevi sürdürmekti.
Marton Abromowitz sıradan bir diplomat değil, Amerikan emperyalizminin baskı, zulüm ve sömürü politikasının sürdürülmesini planlayan önemli adamlarından biridir.
Endonezya, Mısır, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde istenmeyen Abromowitz’in Türkiye’ye gönderilmesi ve siyasi iktidarca da benimsenmesi çok anlamlıdır. Eski Tayland Başbakanı, Abromowitz için “Elçi gibi değil, vali gibi davranır” diyor.
Amerikan basını da Abromowitz’in dünyada gizli operasyonlar alanında çalıştığını yazmaktadır.
Türkiye’deki siyasi iktidarın ise Abromowitz’i kabul etmesi çok normaldir.
Ancak anti-emperyalistler, devrimci ve sosyalist güçler olarak M. Abromowitz’in barındırmamasını, emperyalizme karşı mücadelenin bir gereği olarak kovulmasını gerekli görüyoruz.
Bu emperyalist ajana hak ettiği tepkiyi göstererek geldiği yere geri gönderilmesi için gereken her şey yapılacaktır.
Emeğin Bayrağı, Emek, Hedef, Çağdaş Yol, Medya Güneşi, Özgürlük Dünyası, Özgür Gelecek, Toplumsal Kurtuluş, Sorun, Yeni Demokrasi, Yeni Çözüm, Yeni Öncü.
Eylül 1989