Haberler-Mektuplar

Ambarlar’da Birlik ve Coşku
‘87’de yaptıkları başarılı grev sonucunda hemen hemen tüm taleplerini elde eden Topkapı’daki Ambar işçileri yaklaşık 2 yıl sonra yeni bir grev kararını işyerlerine astılar. Toplu sözleşme görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine grev karan alan taşıma işçilerinin istemleri, işçi sağlığı, iş güvenliği ve parasal konular olmak üzere üç ana başlıkta toplanıyor. İşçiler iş sağlığı konusunda işyerlerinde doktor, hemşire ve revir bulundurulmasını istiyorlar. İş güvenliğinin sağlanmasına yönelik olarak işverenin keyfi işten atmalarını önleyici hükümlerde ısrar ediyorlar. 1. yıl için % 150, 2. yıl için ise % 130 oranlarındaki ücret artışı, parasal talepleri.
1000 işçinin çalıştığı Ambarlar’da, işveren sendikası Nak-İş’le işçileri temsilen toplu sözleşme görüşmelerini yetkili sendika Tümtis yürütüyor. Sendika üyesi 600 işçiden tamamı grev kararına katılıyor. İşyerinde 1000 işçi çalışıyor. İşveren sendikası Nak-İş % 90’dan fazla vermiyor, şimdiki durumda. Topkapı Ambarlar’da 120 işyeri var. İşyerleri bloklara ayrılıyor. Sendika, bloklarda blok temsilciliğini oluşturmuş, işyerlerinde de işyeri temsilciliğini.
Ambarlar’daki taşıma işçilerinin grevlerinin bir özelliği var. Grev kararını esas olarak İstanbul dışındaki Ankara ve İzmir gibi illerdeki, hatta Türkiye’deki taşıma işçilerinin daha yüksek bir ücret ve ileri haklar elde etmeleri için almış bulunuyorlar. Kendileri Türkiye normlarına göre fena sayılmayacak bir ücret alıyorlar. Oysa Ankara, İzmir gibi illerdeki taşıma işçileri 200 bin lira gibi komik bir ücret karşılığında çalışıyorlar. Topkapı Ambarlar’daki işçilerin grevlerde ve birlikte hareket ettikleri diğer koşullarda elde ettikleri önemli başarılar öteki illerdeki taşıma işçilerini de örgütlenme ve mücadele konusunda güçlü biçimde uyarıyor ve ileri adımlar atmalarında itici etki yapıyor. Nitekim gerek 87 grevi sonrasında, gerekse yeni grev kararının alındığı bugünlerde sendikaya üye olan işçi sayısında hızlı bir artış gözleniyor. Topkapı Ambar işçilerinin grev kararı da bu süreci geliştirmeyi amaçlıyor.
Grev kararının işyerlerine asıldığı gün Tümtis tarafından Ambarlar’da yapılan basın toplantısına katıldık, bazı sendika yöneticileriyle söyleşilerde bulunduk. Ambar işçileri “birlik” “mücadele”yi temel şiar edinmişler. Hatta aralarında namaz ve ibadetini eksiksiz yerine getiren bir işçinin bile 87 grevinin ardından, birlik ve mücadeleyi kastederek “komünistlik bu ise, işveren buna komünistlik diyorsa ben de komünistim” dediğini işçiler söylüyorlar. İşçiler 87 grevi ile ilk kez disipline ilişkin konularda işçilerin işten atılmalarını önleyici hükümleri yaşama geçirme olanağı bulmakla kalmayıp, “yıpranma tazminatı” adı altındaki hükümleri kabul ettirerek grev süresince uğramış oldukları hak kayıplarını, parasal kayıpları elde etme güvencesini gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Grev sırasındaki bir başka unutulmayan önemli deneyimleri de aynı zamanda Topkapı Ambarlar’da işveren durumunda bulunan Şadi Abbasoğlu’nun istemesi üzerine grev yerine gönderilen 400 kadar çevik kuvvet polisinin işçilerin kararlı, haklı olduklarına olan yüksek inançları karşısında geri çekilmek zorunda kalmalarıdır. Öte yandan Ambarlar’daki taşıma işçileri grev süresince grev kırıcı hareketler karsısında proleter bir uyanıklılık göstererek bu davranışlara imkân verilmeyeceğini aktif bir biçimde kanıtlamışlardır. İşçilerin vasai engelleri kendi imkân ve enerjileriyle etkisiz kılma açısından üzerinde durulması gereken deney birikimleri bulunmakta. Bu anlamda mücadele içerisinde karşılaştıkları yasal sınırlılıkları, meşru hareket ve hakları fiilin gündeme getirmek yoluyla bir sorun olmaktan çıkarmaları işçi sınıfı açısından oldukça ilgi çekici olsa gerek. Ambarlar’daki taşıma işçileri tabandaki birliğe büyük önem veriyorlar, böyle bir birliği kendi aralarında sağladıklarını gösteriyorlar, tepeden inmeciliği kesinlikle reddediyorlar.
Gelelim bazı eksikliklere. Talepler yalnızca işkoluyla ilgili. Ücret ve sosyal haklara ilişkin istemler, taşıma işçilerine özgü sorunlardan bazıları olmaktan öteye gitmiyor. Sendika yöneticilerinin bazılarının da kabul ettiği gibi gündemde olması gereken kimi önemli ve genel nitelikteki istemler söz konusu edilmemiş. Örneğin 45 saatlik işgünü süresinin düşürülmesi gibi. Ayrıca dayanışma grevinin, genel grevin, 1 Mayıs’ın da talepler arasına girmesi gerektiğini, sendika yöneticilerinden bazıları kabul ediyorlar. Ancak bu meseleler üzerine getirdikleri görüşlerin sendikayı bağlamayacağını, kendi kişisel görüşleri olduğunu da ısrarla vurguluyorlar.
Taşıma işçileri Demir-Çelik grevine de duyarsız kalmadıklarını gösteriyorlar. Kendilerine yalnızca 80 öncesi ücret düzeylerini ifade “1 ton demir karşılığı” ücret istemleri nedeniyle aşırılılıkla suçlanan ve diğer işçilerden koparılmak, yalnız başlarına bırakılmak istenen Demir-Çelik işçileri ve grevi hakkında ne düşündüklerini sorduğumuzda çok somut bir cevap veriyorlardı:
Ambarlar’daki taşıma işçileri olarak biz Demir-Çelik işçilerine aramızda topladığımız 500 bin lirayı gönderdik. Onların haklı mücadelesini destekliyoruz.

Özal Memurları Kandırdı
İki milyona yakın memur, Özal hükümeti tarafından bu kez açıkça kandırıldı. Hükümet yetkilileri bir süreden beri yaptıkları açıklamalarda, memur maaşlarına yapılacak zammın “yeteri ölçüde” olacağını, “memurların gözbebekleri” olduklarını, “onları” IMF ve enflasyona kurban etmeyeceklerini söylüyorlardı. Ama dağ bu kez de fare doğurdu. Ve Özal’ın bizzat kendi açıklamalarının bile bir aldatmacadan başka bir şey olmadığı görüldü. Başbakan Turgut Özal ilkokul mezunu bir memurun 301.229 TL. maaş alacağını açıklamıştı. Maaşlar ödenmeye başlandığında bu parayı üniversite mezunu bir memurun bile alamayacağı ortaya çıktı. Yapılan hesap oyunlarıyla 1.5 milyon memur kandırıldı. Yapılan zam öncekilerle kıyaslanınca biraz daha iyi görünmesine rağmen, ne enflasyonu yenecek, ne de memurları rahatlatacak ölçüdeydi. (Milletvekilleri maaşları hariç elbette. Milletin “temsilcileri” kendi maaşlarım tartışmasız, tereddütsüz oybirliğiyle dört milyona yükselterek kendilerini rahatlattılar).
Memur maaşlarındaki artış yüzde 65 ile yüzde 124 arasında değişti. Farklılık, memurun evli olup olmaması ve eşinin çalışıp çalışmamasından kaynaklanıyor. Çünkü yeni uygulamada akıl almaz bir yaklaşımla çalışan kadın cezalandırılıyor. Eşi çalışan memur aynı işi yapanlardan 51 bin 250 lira daha az ücret alıyor. Yeni işe başlayan bekar bir memurun eline geçen para ancak 230 bin TL., Özal’ın açıkladığı 300 bin lira maaşı ise ancak 5. derecedeki memurlar alabiliyor. 5. derecenin altındaki 1 milyon 275 bin memur 300 bin liradan az düz maaş almaktadır. Oysa son yıllarda ücretlerdeki en büyük gerileme bu grupta olmuştur. 1988 yılında 1. dereceden bir memurun aylığı % 63.1 artarken, 14. dereceden bir memurun aylığı sadece % 48.4 artmıştır. (Petrol-İş 88 yıllığı S.389)
Bu uygulamalarla üst derecedeki, siyasal iktidara yakın bürokratlar korunur ve kollanırken 1 milyon 250 bin memur, aileleriyle birlikte, % 75’lerde seyreden enflasyonla boğuşmaya mahkûm edilmektedir.

SON 20 YILDA MEMUR BORDRO DERECELERİ
ORTALAMA NET ÜCRETİ (GÜNLÜK)

Net Memur    Geçinme    Gerçek Mem.    Endeks
Ücretleri    Endeksi    Ücreti
1970    59,8        100,0        59,8        100,0
1971    59,8        119,1        50,2        84,0
1972    59,8        141,2        42,4        70,8
1973    59,8        156,6        38,2        63,9
1974    72,9        194,0        37,6        62,9
1975    84,1        235,1        35,8        59,9
1976    92,9        276,1        33,7        56,4
1977    120,1        347,9        34,6        57,9
1978    163,5        563,2        29,1        48,7
1979    271,3        921,1        29,5        49,4
1980    380,5        1789,3        21,3        35,7
1981    490,6        2462,3        20,0        33,5
1982    620,9        3266,7        19,0        31,8
1983    800,1        4208,7        19,1        32,0
1984    1151,9        6127,2        18,8        31,5
1985    1552,1        8884,2        17,5        29,3
1986    2067,6        11975,6    17,3        29,0
1987    3002,2        18010,0    16,7        28,0
1988    4188,1        31517,5    13,3        22,3
Kaynak: Petrol-İş 1988 yıllığı.

Tablo incelendiğinde son 20 yılda memurların gerçek ücretlerindeki düşüş görülebilir. 1970 yılında günlük 59.8 TL olan gerçek ücret 1988’de 13.3 TL’ye düşmüştür. 1970 yılı 100 olarak endekslendiğinde ise düşüş 1988’de 22.3’tür. Gerçek memur ücretlerinde son yirmi yıldaki gerileme % 81.7’dir. Bir başka anlatımla 1970’de aylık maaşı ile 103.4 gram altın alabilen bir memur, 1988’de ancak 5.8 gram altın alabilmektedir.
Yeni maaş sistemi ile birlikte memurların vergi yükü de ortalama % 300 oranında artmıştır. Yakacak yardımı kaldırılarak, yerine taban aylık sistemi getirilmiş ve vergi matrahları da arttırılmıştır. Bundan esas zarar gören yine 5-15 derece arasındaki memurlardır. 15. dereceden bekâr bir memurun vergi yükü 12 bin 480 liradan 69 bin 618 liraya çıkmıştır. Artış oranı % 457.8’dir. Üst düzey bürokratlara yapılan ödemelerde yan ödeme, ek katsayı göstergesi, özel hizmet tazminatları, yolluklar gibi kalemlerle ekler yapıldığından vergi yükü diğer memurlar kadar artmamış, bürokratlar bu yolla da kayırılmıştır. (Güneş Gazetesi 9 Temmuz.) Ayrıca memurların önümüzdeki dönemde % 25 olan gelir vergisi % 30 çıkacaktır. Çünkü 1989 yılı içinde ücret ve ikramiyeler yıllık toplamı 6 milyonun üzerinde olanlar % 30 gelir vergisi dilimi içine gireceklerdir. Görünen o ki, memurlar önümüzdeki dönemde holding patronlarını, hayali ihracatçıları, müteahhitleri geride bırakarak vergi rekortmeni olacaklardır.
Memurların gerçek ücretlerinin düşmesi ve seçim standardının çok altında kalması, memurların borçlanması ve ikinci bir işte çalışmalarım zorunlu hale getirmiştir. 1986 yılında toplam 1 milyon 350 bin memurun 6 yüz 70 bini emekli sandığına borçlanmıştır (Petrol-İş 86 yıllığı, s. 304) Son iki yılda enflasyonun % 75’ler düzeyinde seyretmesi ve memurların satın alma güçlerindeki düşüş bu sayıyı arttırmıştır. Ayrıca bakkala, manava, ya da bir yakınına borçlu olmayan memur hemen hemen yoktur.
Memurların statüleri ve maaşlarını devlet tek yanlı olarak belirliyor. Mevcut sistemde memurun statü ve maaşı konusunda devletle pazarlık yapma hakkı yoktur. Ücretler hükümet tarafından açıklanır ve uygulamaya konur. Yasa ve yönetmeliklerle memurun herhangi bir biçimde hak araması ücretinin tespitinde söz hakkı olması engellenmiştir. Anayasada, Devlet Memurları Yasasında, Dernekler Yasasında memurların örgütlenmeleri, düşünce özgürlükleri yasaklanmış ve bir buçuk milyon memur kapıkulu anlayışıyla susturulmak istenmiştir.
Özellikle baskı dönemlerinde toplumun her kesimi üzerindeki baskı ve terör memurlar için de özel biçimlere bürünür. Memurlarla ilgili yasa ve yönetmelikler daha baskıcı hale getirilir. Bunun en iyi örneği 12 Eylül döneminde yaşandı. Memurlar daha işe alınırken temel hak ve özgürlükleri çiğnenerek güvenlik soruşturmasından geçirilmeye başlandı. Üstelik güvenlik soruşturmaları baskı ve terörün en azgın uygulayıcısı olan kolluk kuvvetleri, polisler tarafından yapılıyor. Akrabalarından birinin herhangi bir toplumsal olay nedeniyle gözaltına alınması ya da cezaevine düşmesi memurun işe alınmasını engelleyebiliyor. “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” ilkesi çiğnenerek yakınlarından biri kovuşturmaya uğrayanların kendileri de suçlu ilan ediliyor ve memur olarak işe alınmıyorlar. Memurluğu devam edenler için de güvenlik soruşturmaları, fişlemeler baskı ve terörün, konuşmayan, düşünmeyen memur tipi yaratılmasının en önemli aracı haline getirilmiştir. Okuduğu gazete ya da kitap bile memurun işten atılması için gerekçe olabilmiştir. Bütün memurların % 20’si güvenlik soruşturmalarının sonucu olarak işe girememekten başlayarak sürgün ve işten atılmaya kadar uzanan cezalandırmayla karşılaşmışlardır.
Memurlara sendikalaşma hakkı 654 sayılı yasa ile 1965 yılında verilmişti. Fakat bu hak öyle kısıtlamalar içindeydi ki, sendikaların derneklerden farkı yoktu. Toplu sözleşme ve grev yapamazlar, sendikanın hiçbir işlevini yerine getiremezlerdi. Buna rağmen 1965’ten sonra 400 civarında sendika kuruldu. Bunların içinde TÖS hem kitleselliği, hem de eylemleri açısından öne çıkıyordu.
12 Mart’tan sonra memurların bu kısıtlı sendikal hakları ellerinden alındı. CHP hükümetleri döneminde memurlara sendika hakkı verileceğinin lafı çok edilmesine rağmen gerçekleştirilmedi. Bu dönemde kitle hareketinin yükselmesine paralel olarak memur dernekleri de kurulmaya ve “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” için mücadele etmeye başladılar. Tüm-Der, Töb-Der, Tüted, Tüs-Der, Tüm Sağlık-Der, Tüm PTT-Der, TRT-Der, Enerji-Der bunlardan bazılarıdır. Memur dernekleri çoğunlukla üyelerinin çeşitli haklarım savunmak ve diktatörlüğün saldırılarını püskürtmek üzere oldukça aktif mücadeleler verdiler, direnişler gerçekleştirdiler.
12 Eylül’le birlikte işçiler, gençler, devrimciler ve emekçi halk üzerinde baskı ve terör sürdürülür, örgütlenmeleri yasaklanır, on binlercesi cezaevlerine atılır, işkencelerden geçirilirken, memurlar da baskı ve terörden paylarına düşeni aldılar. Memur derneklerinin tümü kapatıldı. Sıkıyönetim komutanlıklarına memurları işten atma yetkisi verildi, birçok memur dernek üyesi olduğu gerekçesiyle işten atıldı, dernek yöneticileri cezaevlerine atıldı. Bu da yetmedi, memurların örgütlenmesine daha da kısıtlayıcı engeller konuldu. Memurların dernek kurmaları yasaklanmadı, ama, eğitim ve öğretim hizmetlerindeki memurların, öğretmenlerin, mülki ve idari hizmetler memurlarının, emniyet hizmeti memurlarının, akademik personelin, hâkim ve savcıların ancak amirlerinin gösterecekleri derneklere üye olabilecekleri hükmü yeni dernekler kanununa konarak toplam 600 yüz bin memurun, yani tüm memurların üçte birinin (buna silahlı kuvvetler de çalışan 70 bin kişi de eklenirse rakam daha büyüyecektir) dernek kurmaları fiili olarak yasaklandı. Dernek kurmak isteyen memurlar, fişlenerek, işten atılmayla tehdit edilerek, sürülerek örgütlenmeleri sindirme yoluyla engellenmeye çalışılıyor.
Egemen sınıfların kapıkulu geleneğine uygun memur anlayışının bir sonucu da, memurların siyasi partilere üye olmasının yasaklanmasıdır. Düşünme ve örgütlenme özgürlüğünü yasaklayan ve ancak kendi inisiyatiflerinde örgütlenmelere izin veren hâkim sınıflar, memurların bu partilere üye olmalarını bile yasaklamışlardır. Statüleri ve ücretleri doğrudan hükümet tarafından belirlenen memurlar, buna ilişkin politikaların oluşturulmasına hiçbir biçimde katılmamaktadırlar. Mevcut düzen partilerine bile üye olmamaları, diğer örgütlenmelerinin sınırlılığı ile birleştiğinde toplumda 2. sınıf vatandaş durumuna gelen memurlar, siyasal baskılara hayat pahalılığına, sürgün ve keyfî cezalandırmalara karşı kendilerini hiçbir şekilde koruyamamaktadırlar.
Bütün bu sorunların yanı sıra çalıştıkları işe özgü pek çok sorunları olan memurların durumlarının düzelmesi ve sorunlarının çözümünün yolu toplumun demokratlaştırılması ve hakim sınıflar egemenliğine karşı mücadeleden geçiyor. Bugün genel bir talep olan örgütlenme ve düşünce özgürlüğü kazanılması mücadelesi bu nedenle memurları yakından ilgilendiriyor. Memurlara politika yasağının kaldırılması, grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkının kazanılması, ancak bu mücadele ile birleştirildiğinde başarılı olabilir.

Komün ve Tiyatro
Paris Komünü ‘nün 19 Mayıs 1871 ‘deki Tiyatro Yasası Oturumu
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU

Komün, insanca düşlerimizin ilk somutlanışı belki. Yüzyıllarca yürünen “İNSANCA YAŞAM” yolunda elle tutulur görkemli bir örnek. Kısa sürmesine rağmen 1900’lü yıllarda düşünürler hep bu deneyimi sorguladılar. Eldeki belgeler, Komün ‘ün insani bütün sorunlara çözüm aramaya çalıştığını somutluyor. Aşağıda okuyacağınız tartışmaya katılanları tanıyalım önce:

Toplantı’ya Katılanlar:
CAMİLLE-PIERRE LANGEVIN: (
Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor) Madenci. Enternasyonalin Paris bölümünün ileri gelenlerinden, Paris Ulusal Kolluk Kuvveti’nde çavuşken 1870’de tutuklandı. “Azınlık Gurubu”ndan Adalet Delegasyonu üyesi. Komün hareketinden sonra Fransa’dan ayrılmış, 1880’de tekrar Fransa’ya dönerek İşçi Tüketim Kooperatiflerini örgütlemiştir. Komün’de işçi temsilcisi olarak iyi bir yeri vardır. Brecht’in Komün Günleri adlı oyununda Langevin karakteri daha çok Frankel’in özellikleri ile bir karışım gösterir.

DOMINIQUE-THEODORE REGERE DEMONTMORE (1816 – ?): Burada tutanak metnini verdiğimiz 19 Mayıs 1871 oturumu Başkanı. Veteriner, politik hatip.  “Çoğunluk Grubu”nun üyesi ve Maliye Delegasyonu üyesi. Komün hareketi bastırıldıktan sonra ıssız bir kaleye sürülmüştür. Sonunun ne olduğu belli değildir.

FREDERİC-ETİENNE COURNET (1838-1885):
Önce-muhasebeci, sonra gazeleci. sık sık “blanquist” olarak tutuklanmıştır, Prusya ordusuna karşı Paris savunmasında savaşmıştır. “Çoğunluk Grubu” üyesi ve Güvenlik ve Savaş Delegasyonu temsilcisi (24 Nisan’dan 13 Mayıs’a  kadar). Komün hareketi bastırılınca ölüm cezasına çarptırılmıştır, İngiltere’ye kaçmış, 1872’deki Enternasyonalin kongresine delege olarak katılmıştır. Af çıktıktan sonra Paris’e dönmüş Lyon ve Paris’te aktif bir “blanquist” olarak gazetecilik yapmıştır.
LEO FRANKEL (1844-1896): Budapeşte’de doğdu, Almanya’da öğrenciyken sosyalist hareketlere katıldı, 1864’te Bebel ile birlikte tutuklandı. İngiltere’ye kaçtı. Marx’ın yakın arkadaşıydı. 1867’de Enternasyonalin Lyon Bölümü’nü kurdu. Paris’te ziynet eşyaları işçiliği yaparken, 1870’te Langevin ile birlikte tutuklandı, ikinci İmparatorluğun çöküşünden sonra Enternasyonalin Paris Konseyi’ni yeniden diriltti. “Azınlık Grubu”nun en gerçekçi üyesi ve Çalışma, Endüstri ve Kambiyo delegasyonu temsilcisi. İşçi haklan ve çalışma koşulları üzerine ilk yasal çalışmaları yapan Frankel, son çatışma sırasında yaralandı ve idam cezasına çarptırıldı. Ama kaçarak İngiltere’ye sığındı ve Enternasyonal için çalışmasını sürdürdü. 1876’da Macaristan’a geri döndü ve Macar Sosyalist hareketinin yöneticilerinden biri oldu. 1882 ile 1884 arasındaki grevlerden birinde tutuklandı. Sonra Viyana’ya giderek gazeteci olarak çalıştı. Daha sonra Paris’e döndü ve 1889’daki İkinci Enternasyonalin kurucu meclisine üye olarak katıldı ve bundan sonraki toplantılarında da bulundu. Yoksulluk çekerek bir Alman sosyalist gazetesinin muhabirliğini yaptı. Zatürreeden öldü. Son isteği üzerine komüncülerin bulunduğu Pere Lachaise mezarlığına gömüldü ve kızıl bayrağa sarıldı.On dokuzuncu Yüzyıl sosyalistlerinin tipik bir örneğidir.

FELIX PYAT (1810-1889): Gazeteci – aynı zamanda Le Chiffonnier de Paris (Parisli Eskici – 1847) gibi toplumsal sorunları işleyen oyunların da yazarıdır. 1848 ihtilâlinde aktif rol oynamıştır. İkinci Cumhuriyetin radikal milletvekillerinden biridir. 1849 yılında Belçika ile İngiltere’ye sığınmıştır. 1869’da Fransa’ya dönmüş ve o dönemin hükümetine karşı enerjik bir gazetecilik yaşamına girmiştir, tutuklanıp cezaya çarptırılınca bir fırsatını bulup İngiltere’ye kaçmıştır. III. Napoleon’un düşüşünden sonra Paris’e dönmüş önce Combat, o kapatılınca Le Vengeur adlı gazeteleri çıkartmıştır. Paris’in en tanınmış muhalif gazetecilerinden biridir. Komün hareketine katılmamıştır. Mayıs’ta başlayan sokak çatışmaları sırasında ortadan kaybolmuştur. Konsey’de aşırıları temsil eden “Jacoben”lerin bir üyesi olarak bulunmuştur. Önce Yürütme Konseyi üyeliğinde daha sonra da Halk Güvenliği Komitesi’nde görev almıştır. Komün hareketi bastırılınca idama mahkûm edilmiştir. Gizlice kaçmış ve uzun yıllar Fransa dışında yaşamıştır. Af çıktıktan sonra, 1888’de parlamentoya girmiştir. Uzun konuşma eğilimi ve tavrı aşağıdaki tartışmada açıkça belli olmaktadır.

DR. RASTOUL (İlk adı bilinmiyor, 1835-1875): Tıp doktoru, politik hatip, “Azınlık Grubu”nun bir üyesi ve Halk Hizmetleri delegasyonu temsilcisi, özellikle ambulans hizmetleriyle ilgilenmiştir. Komün hareketi sonunda tutuklanarak bir adada kürek cezasına çarptırılmış, adadan kaçmak isterken boğularak ölmüştür:

EDOUARD VAILLANT (1840-1915): Mühendis, fen doktoru, fizikçi. Eğitimini Fransa ve Almanya’da yapmıştır. “Blanquist”tir. Enternasyonal’in bir üyesi ve Paris Ulusal Koruyucularının Merkez Komitesi’ndendir. Yürütme Konseyi üyesi ve eğitim delegesidir. Komün hareketi bastırıldıktan sonra ölüm cezasına çarptırılmış, Londra’ya kaçmıştır. 1872 kongresinden sonra “ihtilâl açısından yetersiz” diyerek politik açıdan aktif olduğu Enternasyonalden ayrılmıştır. 1880’de af çıkınca, Fransa’ya dönüp gazetecilik yapmıştır. 1893’ten sonra Paris’in banliyösünde bulunan işçi sınıfının milletvekili olarak parlamentoya girmiştir. 1901’den itibaren Birleşik Sosyalist Parti’nin bir üyesi olmuştur.

RAOUL URBAIN (1836-1902): Özel öğretmen, politik hatip, “Çoğunluk Grubu”nun en aşırı ve en tartışmacı üyesi, aynı zaman da Eğitim ile Savaş delegasyonları temsilcisi. Komün hareketi sonunda yaşamı boyu ağır iş cezasına çarptırılmış, aftan sonra, politikadan uzak olarak silik bir memur olarak yaşamıştır.

PIERRE VESINIER (
1823 1902): Gazeteci, 1852’de sürgün cezası yedi, Eugene Sue’nun sekreterliğini yaptı. Bonaparte aleyhine yayında bulunduğu için çeşitli komşu ülkelerden sınır dışı edildi. Enternasyonal’in Londra Bölümü üyesi. 1868’de Fransa’ya döndü ve orada gazeteci ve politik konuşmacı olarak ün yaptı. Tutuklandı. Prusyalıların Paris kuşatmasında ulusal kuvvetlerle birlikte dövüştü. Önce Paris Libre ve sonra da Journal Officiel adlı gazeteleri çıkardı. “Jakoben”lerin bir üyesi, Halk Hizmeti Delegasyonu temsilcisi ve Konsey’in sekreter yardımcısıdır. Komün hareketi kanlı bir biçimde bastırıldıktan sonra idam cezasına çarptırılmış, ama o Londra’ya kaçma olanağı bulabilmiştir. Londra’ya kendi gibi kaçıp sığınan hemen herkesle çatışmıştır ve onlar aleyhine sert yazılar yazmıştır. 1880 Affı ile Fransa’ya dönmüş ve radikal politikayı bırakmıştır. Pyat gibi, o da Komün’deki gazeteci “radikal bohemler”e talihsiz bir örnektir.

Toplantı Tutanağının Tam Metni
VAILLANT—(Eğitim Delegesi) Görevlerin sınırını çizme konusunda Konsey’in bir karara varmasını diliyorum. Bugüne kadar tiyatrolar Güvenlik Komitesi’nin yetkisi altındaydı; bu komite tiyatroları denetliyor ve toplum düzenini bozacak herhangi bir şeye izin vermiyordu. Ama tiyatrolara önemli birer eğitim kurumu olarak bakılmalı ve özellikle bizim Cumhuriyetimizde bunlar böyle değerlendirilmelidir. Atalarımız da bunu böyle düşünmüşler ve onun için de, Konvansiyon, tiyatroların gözetimini Halk Eğitimi Komitesi’ne bırakmayı kararlaştırmıştır. Sosyal Güvenlik Komitesi’nin görevi yalnızca tiyatro içindeki düzeni gözetmek olmalıdır. Ama şunu da unutmayalım. 1789 İhtilâli bu ülkeyi nasıl köylülere verdiyse bizim ihtilâlimizin görevi de emek ve üretimi işçiler için garantiye almaktır.
Tiyatrolar, sanatçı birliklerine ait olmalıdır; bunun için de, Eğitim delegasyonu bütün sanatçıların bir toplantıya çağrılmasını gerekli görmektedir, tiyatroların Eğitim Delegasyonu gözetimi altına verilmesini Konsey’in karar verip bunu onaylamasını öneriyorum. Sosyal Güvenlik Delegasyonu, şu anda içinde bulunduğumuz savaş durumu gibi olağanüstü durumlarda tiyatrolar üzerinde sıkı bir denetim kursun. Ama Sosyal Güvenlik Delegasyonu’nun kendini Opera’nın yönetimiyle sorumlu sayması Konsey’in politikası açısından kendine haksızlık etmesi demektir.
Bunun için, Konsey’in olumlu karar vermesini diliyor ve umut ediyorum.
URBAIN—Vatandaş Vaillant eğitim alanındaki beceri ve yetkisini bizlere ispat etmiştir. Ben onun bu önerisine bir şey daha eklemek isterim: özellikle temsil sırasında düzeni sağlayabilmek için, polisin, tiyatrolar üzerindeki gücünü kısıtlamak zorunludur. En azından sahneye oyun koyma açısından bizim yapacağımız en doğru iş, tiyatroları eğitimin gözetimi altına koymaktır. Tiyatrolar aynı zamanda halk eğitimi için en iyi araçlardır.
Bundan önceki hükümetler bunları birer kötülük öğreten araç durumuna getirdi, bizse bunları vatandaşlık erdemlerini öğreten araçlar yapmalıyız. Artık tiyatrolardaki iğrenç gösterilere paydos; biz bayağı kişileri olumlu vatandaşlar durumuna çevirmeliyiz. (“Tres bilen!” sesleri)
BAŞKAN —Vatandaş Vaillant toplantının başında bu tiyatro sorunlarını çözümlememiz gerekliğine değindi. Bu konu üzerinde tartışma açılması üzerinde ısrar ediyor.
COURNET—Kanımca, tiyatrolar halk eğitim araçlarıdırlar ve Eğitim Delegasyonu’nun gözetimine devredilmelidirler.
BAŞKAN—İtiraf edeyim ki, ben eğitim ile koreografi arasındaki bağı bir türlü anlayamadım. Buna rağmen, Vaillant’ın önerisini okuyorum: Birinci Cumhuriyet tarafından belirlenen ilkelere uygun olarak ve Germinal 11 yasası, Yıl Il’de açıklandığı üzere Komün, tiyatroların, örgütlenmelerini ve yönetilmelerini ilgilendiren bütün konularda Eğitim delegasyonu’nun gözetimi altında bulunmasına ve tiyatroların bir menecer ya da özel teşebbüs tarafından yönetilmesine son verilmesine, bunun yerine en kısa süre içinde birlik sistemi getirilmesine karar vermiştir.
PYAT—Ne vatandaş Vaillant’ın önerisini, ne de vatandaş Cournet’nin söylediklerini anlayabiliyorum. Devlet’in tiyatro işine de, edebiyat işine de müdahale etmesini kabul edemem. Henüz kundağından kurtulamamış bir devlette tiyatrolar bir Richelieu’nun bir Maecenas’ın patronluğuna gereksinmesi vardır; ancak kişisel özgürlüğü ve düşünce özgürlüğünü savunan bağımsız bir ülkede tiyatroları devletin vesayeti altına koymak her şeyden önce Cumhuriyet’e ters düşen bir eylemi getirir. Bir kavramın yürütülmesine gözetme hakkınız vardır, ama onun yolunu çizmeye hakkınız yoktur, bu zorbalıktır. Bu, düşünce özgürlüğü için yalnızca dayanılmayacak bir şey değil, onun ölümüdür.
Böyle bir vesayetten Fransız tiyatrosunun kendini kurtarmış olması onun zaferidir. Mohere tiyatrosunu kurduğu zaman resmî bir topluluk vardı, ama bu Moliere, tiyatrosunu, devlet tarafından desteklenen, devletin vesayeti altındaki tiyatroya karşı kurdu. Ben, tiyatroların dikkatle gözetilmesine karşı değilim, ama ben kişisel düşüncenin istendiği gibi açıklanabilmesinden yanayım.
VAILLANT—Vatandaş Pyat galiba önerimin önemini pek kavrayamadı. Birinci Cumhuriyet, tiyatroların özerkliği konusunu, bugün bizim düşündüğümüzden daha değişik bir biçimde düşünüyordu. Tiyatroları da diktatörce yönetiyordu. Söz gelişi, seçtikleri bir oyunun haftada yalnızca üç kez oynatılmasını buyuruyorlardı. Bunu hiç unutmayın, eğer bir şey doğru oynanıyorsa, o özgürlük için oynanıyordur. Eğer Devlet bir komün ise, sanat faaliyetlerine adalet ve özgürlük için müdahale bir görev olmaktadır. Kanımca, politik faaliyetin yoğun olduğu bu alan devleti birinci derecede ilgilendirir. Daha önemlisi, bizi ilgilendiren, polisin toplumsal konulara burnunu sokmasını önlemektir. Biz her alanda sosyalist kurumları kurmakla yükümlüyüz.
On dokuzuncu yüzyıl ihtilâlinin bir özelliği, nerde bir üretim varsa, onu üreteni ödüllendirmektir. İşçiye emeğinin karşılığını vermek; bu, her alanda gerçekliği olan bir noktadır. Öyleyse, bir üretici olan sanatçıya hakkını vermek gerekir.
Sanatta, işçilik belki de fabrikadaki işçilikten çok daha çekilmez bir şeydir; tiyatro personeli tepeden tırnağa sömürülmektedir. Bir dansçı yaşayabilmek için kendini satmak zorunda bırakılır. Kısaca, bu baştan aşağıya bir eşkıyalığı getirmiştir.
Tiyatroyu, bir eşitlik rejimi içine sokmak zorunludur; birlikler kurarak tiyatro ile ilgisi olan bütün herkesi birleştirmek gereklidir. Polisin görevi yalnızca genel ahlak sorunlarıyla ve önlemelerle uğraşmaktır. Ben, sanatsal üretimi yetkili kılacak özel bir Delegasyon’un kurulmasını öneriyorum; ama şurası kesin ki, bu delegasyon içinde polisin yeri yoktur. Çünkü bu delegasyon eğitim sistemi sınırları içinde çalışacaktır. Genel tiyatro yönetiminin görevi bugünkü özel mal ve imtiyaz rejimini değiştirip oyuncuların yönetimi altında olan bir birlik sistemini getirmek olmalıdır.
COURNET—Tiyatrolar, polisin değil, Sosyal Güvenlik Komitesi’nin yetkisi altındadır; dikkatinizi çekmek istediğim birinci yöneticisini atayarak Komün politikası açısından kendi yetkisini aştığı sanısıdır.
PYAT—Vatandaş Vaillant’ın, tiyatro sorunlarının, birlik kurmayla ilgili olduğu düşüncesine katılması beni memnun etti. Birlik, tekelden yönetimden daha iyidir; hele bu, tek bir kişi tarafından yapılıyorsa. Ancak bir noktaya dikkatinizi çekmeme izin verin: özel teşebbüslerin kendilerini yönetmesini yasaklayamazsınız. Hiçbir Parisli vatandaşın tiyatro açamayacağını ilan edemezsiniz.
Şimdi yine sizin görüşünüze dönüyorum: Devlet tarafından ödeneği verilen tiyatrolar arasında bir birlik kurmak istiyorsanız, bunu yapmaya hakkınız var, çünkü parasını siz veriyorsunuz. Ama her şeyden önce şunu sormak isterim: Devletin bir tiyatrosu olsun diye Berry çiftçilerinin opera dansçıları için vergi ödemesi ne işe yarar? Bana göre bu budalaca bir şeydir. Biz, Komüncüler ve Federalciler bu noktada görüşümüzü çoktan belirttik. Paris Komünü, bir opera için ödenek ayırmak istiyorsa, o zaman Beauce (3) çiftçilerini buna katılmaya zorlamasın; Paris bulvarlarının birinde bir tiyatro bulunacak diye onlardan vergi almak zorbalığın dik âlâsıdır. Paris’te çalışacak bir opera için bütün Fransa’nın para ödeme düşüncesini protesto ediyorum, daha sonra, Paris’te bir Komünal Opera kurmak isterseniz -ki ben bunda da yokum- o zaman bunu komün ödemeli. İşte o zaman, ama yalnızca o zaman, oyuncularınız için istediğiniz birlik için bir reçete önerebilirsiniz.
Sanatın gözetimi ve sanatı etki altına alma konusuna gelince, bence böyle bir tutum insanın düşünce özgürlüğüne bir saldırıdır; aynı zamanda, bu tutum, bizim açımızdan mantık dışı bir şey olur. Devlet edebiyatına, devlet bilimine ve devlet dinine ihtiyacımız yoktur. Eğer böyle bir şey yapacak olursak Tıp ve Müzik akademileri bugünkü durumları içinde yok olurlar; tıpkı dindeki zorbalık gibi, sanatta, bilimde, edebiyatta bir zorbalık ortaya çıkar. Bu düşüncelerimi, başka ülkelerde gördüklerime göre belirtiyorum. Kesinlikle şunu söyleyelim ki, eğer Fransız bilimi gecikmişse, Fransız dehası yerini başka ülkelerin dehalarına bırakmışsa, bunun nedeni en çok bu sağlıksız gözetim düşüncesindedir.
Kral mabeyincisinin Comédie Française’in yetkilisi durumuna geldiğinden bu yana, bu tiyatroda hangi yaratıcılığı elde edebildik? Bu kurum o zamandan beri yalnızca önemsiz ürünler verdi, buna ölü doğmuş bir sanat da diyebiliriz. Newton’un vatanı İngiltere’de Devlet tarafından desteklenen bir akademi gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü yok! Onların akademileri yerel ve bağımsızdır, federatif bir sistem içinde çalışırlar, avantajlarını özerkliklerinden alırlar.
Bize burada önerilen gözetim sistemine karşı sesimi yükseltiyorum. Çünkü inanıyorum ki, edebiyatımız ye bilimsel çalışmalarımız on sekizinci yüzyıldan beri ölüyse, bunları yeniden diriltmek için tek çare tam özerklik vermektir.
LANGEVIN—Vatandaş Pyat’ın düşüncelerine katılmıyorum. Eğer tiyatro bir eğitim aracıysa, Komün bu eğitim alanı üzerinde sıkı ve ciddî bir gözetime gitmek zorundadır. Bana göre, edebiyatımızın duraklama nedeni böyle bir gözetimde değil, ucuz edebiyata karşı gösterilen toleransta aranmalıdır. Bunun için, ben Komün’ün tiyatroları gözetimi altında tutmasından yanayım.
VESINIER—Bir öneri taslağını okumak istiyorum:
Komün, şu aşağıdaki hususları kararlaştırmıştır:
1. Tiyatrolar için bütün ödenekler ve imtiyazlar kaldırılmıştır.
2. Tiyatro tam özerktir.
3. Tiyatrolarda yasalara karşı yapılan yanlışlar ya da yasaların ihlâli, suç olarak kabul edilecek ve yargısı ceza hükümlerine göre yapılacaktır.
Tiyatroda, basında ve edebiyatta genel anlamdakiler dışında bir yasa ihlâli yoktur. Öyleyse, yasayı ihlâl ancak tiyatro aksiyonu ile gerçekleşebilir; bunlar da olağan yasalarla ilgili suç eylemleridir. Biz özgürlük için çabalıyoruz, kimsenin hakkını öbürüne geçirmemek için çalışıyoruz; ama biz özel yasalara bağlı olan düzenlenmiş bir özgürlük istemiyoruz. Bunun için yukarıdaki taslağı önerdim.
VAILLANT—Vatandaşlar, biz burada metafizikle değil, politikayla uğraşıyoruz, özgürlüğe karşı bir çabada olmadığımız gibi, bütün alanlarda yeniden örgütlenme işini sürdürmeliyiz. Tiyatrolar, yani bunlar yalnızca kafa değil, aynı zamanda midedirler. Bunların içinde ölçüsüz kazananlar olduğu gibi, bir yandan da aç kalanlar vardır. Komün’ün haklı gelir dağılımını sağlayabilmeydin ahlaksal ve maddesel anlamda bazı durumları düzenlemesi zorunludur. Açıkçası, biz bir Devlet sanatı istemiyoruz. Bizim gözetimden amacımız, şu anda sosyal güvenliği ve sosyal adaleti garanti altına almaktadır. Ve her çeşit sömürüye son verilmesi gerekir. Bu da, bir Genel Delegasyon kuruluncaya kadar, özel bir Delegasyon ile yürütülecek bir konudur. Benim önerim böylece örgütsel bir önem içindir.
VESINIER—Önerimi geri alıyorum ve Resmi Gazete’de yayınlanmamasını diliyorum. Bize silâhlar doğrultulmuşken tiyatro üzerine konuşmanın sırası değil.
PYAT—Birinci Cumhuriyet’te olduğu gibi çatışmaların şiddetlendiği şu sırada, ne üzerine olursa olsun, ister basın, ister tiyatro, ister ressamın fırçası, her düşünceyi ve öneriyi tartışmaya hakkımız vardır. Eğer bu düşünceyi iç savaşı alevlendirmek için yaparsanız yok edilirsiniz. Ama geleceği düşünerek ben düşüncelerimden caymıyorum. (“Oylayalım,” sesleri.)
BAŞKAN—Vatandaş Vaillant’ın önerisini tekrar okuyorum. (Yüksek sesle olur.)
VESINIER—Vatandaş Vaillant’ın karar önerisine bir ek yapmama izin verin. Şunun eklenmesini öneriyorum. “Tiyatro tekelleri ve ödenekleri kaldırılmıştır.”
PYAT—Ama Vaillant’ın önerisi tiyatro açmak isteyen bir kimseyi önleyici nitelikte, çünkü o yalnızca tiyatronun birlik tarafından açılabileceğine inanıyorum.
FRANKEL—Ben vatandaş Vaillant’ın düşüncesine katıldığım kadar, vatandaş Pyat’ınkine de katılıyorum. Açıklayayım. Gerçekten de, tiyatroları herhangi bir Delegasyon’a bağlamayı ileriye götürmek istediğimiz sosyalizm açısından zararlı buluyorum. Tiyatro yönetimi bu kurulmak istenen birliğe bağlı olsa; zaten doğru olan da tiyatro yöneticisini onların seçmesidir. Öbür yanda, vatandaş Félix Pyat’ın, Devletin tiyatro sorunlarına karışması gerekmediği düşüncesine katılmıyorum.
III. Napoléon döneminde olduğu gibi, düşünceyi geneleve hapseden, Devlet’in halktan kopuk olduğu bir gücün egemen olduğu anda, Devlet’in yabancısı olduğu halkın işlerine burnunu sokmaya hakkı yoktur. Ama Devlet halkının temsilcisi durumuna gelmişse, o zaman Devlet eğitim işleri kadar edebiyata da karışabilir. Burada düşünce özgürlüğünden ve düşünmenin vesayet altına sokulamayacağından söz edildi. Burada örnek olarak iki büyük Fransız’ı vereceğim: Diderot’yu Rusya, Voltaire’i ise Prusya Kralı Frederik desteklemişti.
Kısacası, tiyatroların Eğitim Delegasyonu gözetimi altına verilmesinin ve bu yolda birliklerin kurulmasının sağlanacağının doğruluğuna inanıyorum.
BAŞKAN—Vatandaş Vaillant, öneri taslağının bir bölümünü çıkardı. Ama örgütleme konusundaki paragraf duruyor; bana sorarsanız bunu da çıkarmalı. Bu durumda karar taslağı oylamaya konabilir.
VESINIER—Bir ek sunduğumu hatırlatabilir miyim?
FRANKEL—Acaba vatandaş Vesinier, karara koymak istediği ekteki ödenek konusuna, birliklere yardım için verilebilecek bir krediyi de dâhil edebilir mi?
VESINIER—Evet, Birliklere yardım edilebilir. Ama her birlik özerk olarak hiçbir ödenek ve imtiyaz istemeden kurulmalıdır.
(Vaillant’ın karar önergesi yapılan ekle birlikte oylanır ve kabul edilir.)
RASTOUL—Tiyatro konusundaki bu tartışma bittikten sonra Komün, kararı, aşağıdaki biçimde saptamıştır:
Paris Komünü, Birinci Cumhuriyet tarafından belirlenen ilkelere uygun olarak ve Germinal Yasası 11, Yıl Il’de açıklandığı üzere:
Bütün tiyatrocuların Eğitim Delegasyonu’na bağlı olmalarına, bütün ödenek ve imtiyazların kaldırılmasına,
Eğitim Delegasyonu’nun bir menecer ya da özel teşebbüs sahipleri tarafından ortaya çıkarılmış olan sömürü düzenine son vermeyi ve bunun yerine en kısa süre içinde birlik sistemi getirilmesine karar vermiştir.

İlerici Sanatçılarla Söyleşiler:
Hasan Kıyafet

Baskı ve sömürü düzeninin yürürlükte olduğu toplumlarda yalnızca işçi ve emekçi sınıfı ezilmiyor; zulüm ve işkence sadece bunlara uygulanmıyor. Ezenlere karşı ezilenlerin, emekçilerin yanında yer alan aydınlar, sanatçılar, bilim adamları, düşünürler vb. de payına düşeni fazlasıyla almaktadırlar. Ülkemiz bu açıdan utanç verici örneklerle doludur. Hele 12 Eylül faşist cuntası eliyle ilerici demokrat aydınlar, sanatçılar, bilim adamları üzerinde uygulanan baskı ve işkenceler dillere destan olmuştur. Diğer ilerici kesimlerin yanı sıra sanatçılar, diktatörlüğün en gaddar tutum ve saldırılarına maruz kalabilmiş, zindanlara doldurulmuş, yapıtları yüzünden yıllar süren baskıların, yasak ve kısıtlamaların hedefi olabilmişlerdir. Egemen sınıfların kendileri için zararsız bale getirmek amacıyla zindanlara doldurduğu devrimciler arasından sanatçı yönlerini geliştirerek ünü uluslararası boyuta sıçrayanlar olduğu gibi, yaratıcı, toplumcu-gerçekçi sanatsal çalışmalarını içerde ya da sürgünde iken de yılmadan devam ettiren, güzel ve nitelikli ürünler meydana getiren sanatçılarımız da az değildir. Bunlardan bir kısmı da yeni kuşağın temsilcileridir.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI faşizme ve gericiliğe karşı mücadele veren demokrat, ilerici ve devrimci sanatçıların da kürsüsüdür ve her zaman onlarla birlikte olma azmindedir. Bundan böyle sayfalarında sanatsal uğraşları nedeniyle faşizmin hışmına uğrayan, baskı ve işkencelere göğüs geren ilerici sanatçılara daha çok yer ayırmaya ve onlarla yapılan söyleşilere ağırlık vermeye çalışacaktır.
Hasan Kıyafet, 20 yıldır öğretmenlik ve yazarlığı onurundan taviz vermeden sürdüren devrimci bir yazarımız. Yoz sanatın ve “özgür sanatçı”ların (Bireyci felsefenin özelliklerini yoğun taşıyan bir özgürlük bu) alabildiğine boy attığı 1989 Türkiye’sinde kendisiyle kısa bir gezinti yaptık.

“Doğu muhaciri bir ailenin ilk çocuğuyum. Kırşehir’in bir köyünde kağnının tekerleri kırılmış, orda kalmışlar. Kırılmasa daha kaçacaklarmış. Baba duvar işçisi. Annem okuma yazma bilmeyen bir kadın. Geçmişim herhangi bir köylü çocuğunun geçmişinden farklı değil. Üç aşağı beş yukarı bütün yoksul aileler, bütün emekçi çocuklarının geçmişi gibi bir geçmiş, perişanlık içinde. Ancak işkencede beni kurtaran o geçmişim oldu. Daha çok küçük yaşlarda yaşamak zorunda olduğum koşullar benim için acının eğitimi oldu. Geceler günler boyu köyde, tek başıma, dağda, taşların arasında kaldığım oldu. Bu gerilla hazırlığı gibi bir hazırlıktı. Bilinçsizdim elbette. Ama bunlar birikti. Sonunda nerden bilirdim ben, Harbiye Askeri Garnizonu’nun işkence-hanesinde 12 Mart’ta işkence göreceğimi ve nerden bilirdim 1980’de Samandıra Tank Taburu’nda işkence göreceğimi.”

Ö. DÜNYASI: Siz uzun yıllar yazarlığın yanında TÖS ve TÖB-DER’le başlayan siyasi mücadelenin içinde yer aldınız. Bize biraz TÖS ve TÖB-DER çalışmalarından bahseder misiniz?
H. KIYAFET: TÖS 1964’de kuruldu. Daha önce TÖMF vardı. O Avcılar Derneği gibi bir dernekti. Sendika kurulunca biz hemen sendikaya geçtik. Mücadelesi çok zor oldu. Biz tabii öğretmenlerin sendikası olsun diye çabalıyorduk. Fakat CHP bir yandan TÖS kurulsun diyor, bir yandan da “federasyon kalsın” diyor. TÖS gelişsin istemiyor, çünkü TÖS gelişirse CHP’nin güdümünden çıkacak diye korkuyor. Ocağı ve bucağı gözüyle bakıyor Öğretmenler Derneği’ne. Oysa biz de istiyoruz ki kendimize gelelim, ekonomik ve siyasal örgütümüz olsun. O sıra Samsun’daydım. Seçime gidildi. Bürokrasi TÖMF’den yana seçimi kaybettik. Samsun’da TÖS’ün gelişmesi baltalandı. Sonra öğretmen mücadelesinin hiç dışında olmadık. 12 Mart’ta TÖB kapatıldı. Mallarına el kondu. Onun kapatılmasıyla birlikte biz de içeri girdik. 1974’de çıktım. Bu arada TÖB-DER kuruldu ve kuruluşunda görev aldım. Çalışmaya başladık 12 Eylül’e kadar. Çalıştık. Sonra yine vurdular kelepçeyi bileğimize, götürdüler emniyete.

Ö. DÜNYASI: Yazmak duygusu nasıl gelişti?
H. KIYAFET: Yaşanan tüm olumsuzluklar basılıyor inşanın içine. Onu kusmak, atmak istiyorsun. Ve bir gün gelip bu acıların kaynağını da bulursan yazmak mecburiyetinde kalıyorsun. Ben şöyle diyorum: Bu bizim çocuklarımız Sinan’lar, Deniz’ler bu güzel, yiğit çocuklarımız yaşasalardı kuşkusuz Türkiye’nin en iyi yazarları olacaktı onlar.

Ö. DÜNYASI: Onlar da tarihi yazdılar.
H. KIYAFET: Evet öyle oldu. Bir insan namusluysa, uyanmışsa ve insanların da perişanlığını görüyorsa mutlaka bir şeyler yapacaktır.

Ö. DÜNYASI: İlk romanınız “Komünist İmam” ilk tezli romanlarımızdan biri olarak biliniyor ve devrimciler içinde din sorununa yüreklice eğilenlerden birisiniz. 12 Mart’ta romanınız nasıl bir serüven yaşadı?
H. KIYAFET: 12 Mart’ta Çorlu’da TÖS Şube Başkam idim. İki sivil polis geldiler. Çantamla beraber alıp götürdüler beni. Harbiye’ye getirdiler. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Malum şeylerden sonra Selimiye’de mahkemenin önüne çıktım. Üstüm belden yukarı siyah boya dökmüş gibiydi. Mahkemede soyundum ben, “İfadem işkence altında alındı” dedim.
Mahkeme serbest bıraktı beni. Neyse eve geldik, iki sivil polis tekrar geldiler, mahkemeyi dinlemiyorlar yani. “Komünist İmam,”, hesabını da epey sordular o sıra. O zaman modaydı. Kitabın arkasına yazılırdı. Yazarın bildiği diller. Ben de yazın dedim. İngilizce ve Kürtçe biliyorum. Onun için Harbiye’de epey işkence çektirdiler. “Sen bilinçli olarak Kürtçenin bir dil olduğunu söylüyorsun” falan.

Ö. DÜNYASI: Toplatıldı mı kitabınız?
H. KIY AFET: Zaten tükenmişti. Ancak üzerinde bulunan kişi zor durumda kalıyordu.

Ö. DÜNYASI: Daha sonra cezaevi yıllan başlıyor. Cezaevinde yazdığınız öyküler var…
H. KIYAFET: Evet. Maltepe Cezaevi’nde “Baraj’ı yazdım. Ben Hirfanlı Barajı’nda bulaşıkçılık yaptım. Orada İngilizler vardı. Wipy Şirketi’nde. İngilizlerin bize tepeden bakışlarını, küçümseyişlerini insanların işe girmek için nasıl ufalandıklarını, insanlıktan uzaklaştığını gördüm. İngiliz arabasının önüne kendini attı adam, “beni işe al” diye. Yaralandı ve acıdılar işe aldılar onu. Ondan sonra herkes kendini İngiliz arabasının önüne atmaya başladı. Baraj’da bunları anlattım. Ömer Ülkenciler vardı cezaevinde. Bizimle yatıyordu. Lisede bir çocuk. Haziran harekâtından yatıyor. Çok güzel yazısı vardı. Öyküyü ince ince yazdı pelür kâğıda. İddianamenin arasına koyup, kaplayıp hanıma verdim, sanki avukata yolluyormuş gibi. Baraj’ın bütün öyküleri Ömer Ülkenciler’in yazısıyla, iddianamenin kapağının arasında gidip gelerek tamamlandı. Cezaevinden çıktıktan sonra cezaevindeki faşizmi yeren fıkraları derledim. “12 Mart fıkraları” koyduk adını. 12 Eylül, esti, savurdu, toplatıldı kitap.

Ö. DÜNYASI: 12 Mart’ta henüz tek kitabınız olduğu için yoğun kitap toplamalar, soruşturmalar olmamış görünüyor. 12 Eylül bu açıdan daha başarılı oldu herhalde… Ne dersiniz?
H. KIYAFET: 12 Eylül’de 6 kitabım toplandı. Eşimle birlikte yazdığım Çağdaş adında bir ilkokul ansiklopedisi vardı. Türkiye’de ilk defa bir ilkokul ansiklopedisi toplanmıştır. Hatta dünyada. Benimle beraber kitaplarımı da götürdüler Alemdağ Tank Taburu’na. Şu anda “12 Mart Fıkraları” halen yasak. İki çocuk kitabı da tahditli: Bizim Fabrika ve Çingene Çocuğu.

Ö. DÜNYASI:
“Bizim Lise”de sorunlu bir kitap oldu egemen güçler için.
H. KIY AFET: “Bizim Lise” 1985’de yayınlandı. Çamlıca Kız Lisesi’ndeki olayları anlattım. DGM kurulduğunda yargılanan ilk romandır. Tek cinsli okullar kötü okullardır. Anti-pedagojik okullardır, sakat okullardır. Savcı bana “Bu pedagojik değil, ideolojik bir kitap” dedi. Elbet ideolojik. Ben sol ideolojiyi benimsemiş bir insanım. Tabii ki bu yazdıklarıma yansıyacaktır. Ben işçi sınıfından yanayım. Polise de öyle söyledim. “Kardeşim ben bir duvar işçisinin oğluyum. Ben Vehbi Koç’tan yana olmam. Beni öldürseniz de olmam. Siz Vehbi Koç’tan yana olun. Babanız milyonerse, milyarderse… Ama sizin de babanız benim babam gibidir. Beni niye zorluyorsunuz, ille de zenginden yana olayım, olmuyorum. Duvar işçisi babam dururken Vehbi Koç’tan yana olacak kadar namussuz değilim” dedim. 1985’de onun yargılamalarına girdik; ilginç mahkemeler oldu. Beraat ettik. 1986’da “İşkence Öyküleri”ni yazdım. Ama korkumdan Türkiye’de değil de İran’da, İranlı bir devrimci Perviz’in başından geçiyormuş gibi yazdım. Olayların yarısı orda, yarısı Türkiye’de geçiyormuş gibi yazdım. Aslında kendi yaşadığımız öyküler elbette.

Ö. DÜNYASI: Yazarlar bu tarz engellemelere karşı neler yapabilirler? Diyorsunuz ki “Korkumdan rahat yazamadım.” Şu koşullarda neler yapılabilir?
H. KIYAFET: Türkiye’de ve Türkiye gibi ülkelerde yazarlar istedikleri gibi yazamıyorlar. İki omzumda iki polis oturuyor, hissediyorum kendimi. Yazarken denetliyorum. Bu çok kötü. Bir de 12 Mart’tan sonra Türkiye’de Babıâli yani basın ikiye bölündü. 1) Sınıf gerçeğine inanmış yazarlar, 2) Burjuva yazarları. Tuzu kuru ama yazarlık da fena değil, ünü oluyor, şanı oluyor. Bunlara ben Beyoğlu solcuları diyorum. Bir de sınıf yazarları var. Sınıf yazarlığı zor bir olay. Riskli. Hatta bu yazarları, köylülükle, kaba gerçekçilikle suçladılar. Şimdi tutup birey felsefesini, Amerikan felsefesini işle, boyalı basın göklere çıkarır seni. Ama bir sınıf gerçeğini ortaya koyduğumda, kaba gerçekçi oluyorsun, yontulmamış oluyorsun. Ama ben yontulmamışlığımdan memnunum.

Ö. DÜNYASI:
Bunun benzerini 12 Eylül’de de yaşadık.
H. KIYAFET: Evet… Burada da bu işin -sınıf yazarlığının- zorluğunu fark edenler ve hafif yollu çark edenler oldu. Yalçın Küçük “Eylülistler” dedi bunlara. Ben hepsine birden “Onikistler” diyorum.

Ö. DÜNYASI: Kitaplarınızın karşılaştığı zorluklar karşısında siz nasıl tavır aldınız?
H. KIYAFET: Ben imzamı attığım her şey için başımı veririm, dedim.

Ö. DÜNYASI: Örgütlü bir karşı çıkış oldu mu? Örneğin TYS kitap toplatılmalarına karşı tavır alabildi mi?
H. KIYAFET: TYS o zamanlar çok zayıftı. Örneğin 12 Mart öncesi bir gün -yüreğim yanarak söylüyorum- daha sonra faşistlerce vurulan değerli dostum Talip Öztürk bana geldi ve faşistlerin listesinde adımı gördüğünü ve vurulacağımı söyledi. O sıralar da buradan Almanya’ya öğretmen gönderiyorlardı. Gidersem canımı kurtarırım, diye düşündüm. Gittim sendikaya. Sendika bana “Adam sen de bir tek sen misin vurulacak” dedi. Böyle bir durumdaydı TYS.

Ö. DÜNYASI: Yazarlar sendikası yargılamalarından söz edelim biraz isterseniz. Çünkü bu, yazarların örgütlendiği ilerici özellikleri olan bir kurum. Kapatılmasıyla 12 Eylül’ün kültür sanat karşıtı tavrı belirginleşiyor.
H. KIYAFET: 12 Mart ve 12 Eylül’de zaten anti-kitabist, anti-kültürist hareketlerdir. Aslında anti-sosyalist ve emeğe karşı hareketlerdir ama bu tabii ki beraberinde kültür karşıtlığını da getiriyor. Hele 12 Eylül sanki kitaba karşı bir hareket olarak gerçekleşmiştir. Halen bir sürü kitap yasaktır. Tabancayla kitap yan yana konmuştur. Küçük çocuklar “evde kitap olduğunu söylerim” diyerek tehdit etmişlerdir babalarını. Ama TYS de gürültüye gitti. Sesi çıkmadı. Bizi koruyamadı. Demek ki biz demokratik anlamda örgütlenememişiz. Yazarı, üyesi götürülüyor, hiç kimsenin kulağı duymuyor.

Ö. DÜNYASI: Peki Yazarlar Sendikası demokratik bir kurum olarak bugün işlevli mi? Kendi üyeleri için ya da Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesi için yeterli çaba sarf ediyor mu sizce?
H. KIYAFET: Yalnız Yazarlar Sendikası değil, hiçbir kurum yeteri kadar demokrasi mücadelesi veremiyor. Biz de istiyoruz bir şeyler yapmayı. Örneğin benim birey olarak yüreğim yanıyor cezaevinde çürüyen çocuklara. Neydi onların kabahati, 10 yıldır güneş yüzü görmüyorlar. Çok daha suçlu olanlar meydanlarda fink atıyor. Yeniden parti başındalar. TYS, örneğin TAYAD gibi aktif mücadele vermese de TAYAD’a omuz vermeli. Bunu yapamıyor. Neden? Beni kapatırlar mı? Val-la kapatırlarsa da kapatırlar. Doğru olanı yapmak gerek. Yazarlar Sendikası yapmak istemediğinden değil, istiyor da yapamıyor.

Ö. DÜNYASI: Sendika durumunun farkında elbette.
H. KIYAFET: Farkında tabii. Ama daha fazla ne yapabilir? Diyelim ki genç arkadaşlar kitaplarını yayımlayamıyorlar. Sendika bunun için bir şey yapamıyor. Örneğin hasta olan ve yurt dışına çıkması gereken bir üyesini çıkaramıyor. 30 kitabı olan bir yazarın bile sarı basın kartı yok. Yani sendika çok şey sağlayamıyor. Ama sendika sendikadır yine de. İyi kötü, bir örgüt.

Ö. DÜNYASI: Sayın Kıyafet, edebiyat niçin vardır sizce? Benimsediğiniz bir edebiyat anlayışı var mı?
H. KIYAFET: Benim edebiyat anlayışım toplumcu-gerçekçi edebiyattır. Gorki anlayışıdır, Brecht anlayışıdır. Halkının dertlerini dert edinmiş bir edebiyattan yanayım. Lenin bu konuda bizleri ne güzel uyarıyor. “Yazar canının istediğini yazar okur da hoşuna gideni okur çağı kapanmıştır” diyor. Yazar toplumun somut gereksinimlerini dile getirecek, toplumun acısını dindirecek olanı, güzeli getirecek olanı yazacak. Okur da toplumun güzelliğini, insanların mutluluğunu getiren güzellikleri okuyacak. Özellikle Türkiye’de yazar ders kitabı gibi titiz öykü ya da roman yazacak. Şimdi buna burjuva yazarlar karşı çıkıyor. “Sen, ders kitabı, matematik mi yazmak istiyorsun?” Hayır, matematik yazmak istemiyorum. Fakat bir şey söylemek istiyorum. Ölü evinde saz çalınmaz. Halk bunca mutsuzken, acı çekiyorken, yoksulluk diz boyuyken, sen Bodrum’da bilmem kimin bunalımını yazıyorsun da Rabak’da işçilerin de bunalımı var, Tuzla’da suçsuz yere kurşuna dizilen insanlar var. Bunların yazılmasından neden rahatsız oluyorsun?

Ö. DÜNYASI: Sanatımızda genel bir yozlaşma, egemen kültürün bizzat prim verdiği bir yozlaşma gözleniyor. Sözünü ettikleriniz de bu yozlaşmanın bir parçası aslında. Bangır bangır radyolarımızda, Gülhane şenliklerinde daha çok müzikte somutlanan bir yozluk hakim. Buna karşın devrimci sanatçılar, ilerici sanatçılar nasıl alternatif üretebilirler?
H. KIYAFET: Bu yozluğu söküp atmak üretim biçiminin değişmesine bağlı. Bu, siyasal yönetimin değişmesine bağlı. Ekonomik yapı değişmeden değişmez. Eğitim bir üstyapı kurumudur ama altyapıyı da etkiler. Kültürün ve eğitimin de yapacağı şeyler var. Ne yapabilir? Halkından kopmadan onunla el ele, onu küçümsemeden, gerekiyorsa onun ayağına giderek çalışmalar yapılabilir. Yazarları, sanatçıları, davet ediyorlar. Söyleşiler oluyor, kitaplar imzalanıyor. Kitabı elliyor insanlar, ömründe ilk defa yazara dokunuyor. Bunlar önemli etkenler insanların uyanması konusunda.

Ö. DÜNYASI: Sanatçı tarafsızlığı konusunda ne düşünüyorsunuz? Kimi yazarlar herhangi bir ideolojiyi benimsemenin kendi sanatsal kaynaklarını kurutacağı inancında.
H. KIYAFET: Bu düşünce bana çok komik geliyor. Hiç kimse tarafsız değildir dünyada. Taraflı dünyada tarafsız olunur mu? Diyor ki bir general “ben askerim, politikayla uğraşmam.” Aslında demagoji yapıyor. Cephede kazandığı her muharebe siyasal alanda bir gol kazanmak içindir. Yazar toplumun belirli kurallarına karşı çıkmalıdır. Bunun için mutlak taraflı olmak zorundadır. Yoksa her şeyi olduğu gibi kabullenmiş olur. Değişmeyen şey kötü şeydir. Şu düzen değişmeli. Kim değişmez diyorsa yanlış ve yalan. Neyi değişmemeli bunun?

Ö. DÜNYASI: Pek çok sanatçı kendilerinin tarafsız olmadıkları noktada özgürce yazamadıklarını söylüyorlar.
H. KIYAFET: Halt ediyorlar. Aslında dünyaya bir bakış meselesi bu. Onlar kaytarıyorlar. Karanlıkta türkü söyleyerek kendi korkularını yenmek istiyorlar. Haklı olanın tarafını tutmamak buz gibi haksızdan yana olmak demektir. İnanıyorum ki tarafsızlık diye bir şey yoktur ve ben taraflıyım ve başından sonuna kadar da taraflı kalacağım. İşçi sınıfından tarafım, ezilenden tarafım.

Ö. DÜNYASI: Çok teşekkür ediyoruz.

Dikili’de Neler Oluyor?
Ahmet POYRAZ

İzmir’in birçok ilçesi vardır. Dikili de bu ilçelerden biridir. Ama her biri değildir. Dikili’nin dört yıldır İzmir’in diğer ilçelerinden, özellikle sahil ilçelerinden onu ayrı kılan bir özelliği vardır. Yaz aylarında yılın bir haftası burada politikadan, kültürden, dostluklardan yoğun bir dönem yaşanır. Bunu Dikili Festivali sağlar.
Festival duyurularına yanıt olarak ilçeye gelen insanların buradaki ortamın diğer festivallere hiç benzemediğini hemen fark etmeleri zor olmaz. Sahile paralel cadde üzerindeki stantlardan kitaplar, dergiler, değişik yayınlar, duvarlarda resimler, kaldırımlarda gençlerin kendi yaptıkları ilginç çalışmalar, tablolar, batikler, biblolar, süs eşyaları sergilenir. Hatta bunların bazıları hemen orada üretilir. Günün önceden belirlenmiş saatlerinde panelden söyleşiye, imza kuyruklarına, konserlere, tiyatro oyunlarını izlemeye büyük bir coşkuyla koşuşturulur. Bir haftalık sürede güzel dostluklar, yeni ilişkiler kuran insanlar, bir sonraki yıl ve daha sonrakiler için yaz dönemi tatillerini Dikili festivaliyle çakıştırmaya çaba harcarlar. Dikili’nin gündüzleri öyle erkenden bitmez. Asıl yoğunluk gece yarısından sonra başlar. Uzun kumsal boyunca ortak özelliklerine göre bir araya gelen gruplar, deniz kıyısında yakılan ateşlerin başına toplanıp tartışırlar, şarkılar söyler ve folklorik yeteneklerini sergilerler. Uykusuz geçen her gecenin ertesinde yine de dinamik, yine de coşkuludurlar.
Bu yıl Dikili festivallerinin dördüncüsü yaşandı. İlk festivalde görülen ve yaşanılan şeylerle yetinilmesi, her şeyin değiştiği ve geliştiği bir dünyada olası değil. Dikili dışındaki siyasi atmosferin ulaştığı düzey insanlar için, Dikili’deki festivali yaşayarak tatillerini geçirmek isteyen, bunun için çadırlarını, uyku tulumlarım sırtlayarak gelen, bazen de tek bir battaniyeye sarılarak kumsalda uyumaya çalışan insanlar için artık çekici değil.
Dördüncü yılda “Dikili’de neler oluyor” başlıklı bir yazıyı yazmaya bizi zorlayan başka şeyler de var. Sıkıntımız, sadece festival günlerinin dört yıldır aynı olmasının yol açtığı tekdüzelik değil. Bugün olan dünün tekrarından ibaretse, objektif olarak bir gerilemeden söz edilebilir. Ama bugün olan, dünden tekrarından ibaretse, objektif olarak bir gerilemeden söz edilebilir. Ama bugün olan, dünden daha geri bir düzeyde gerçekleştirilmişse, işte o zaman düşünülmesi ve yapılması gerekenlerin aciliyeti vardır.
Dikili’nin SHP’li Belediye Başkanı festival organizasyonu işini “Arajans”a bıraktı. Arajans revizyonist TBKP’nin yasalcılık oyunu sırasında gereken gürültüyü çıkarabilmesi için yayınlanan Adımlar dergisiyle ticari ortaklık durumundadır.
Bu nedenle dördüncü Dikili festivalinin programının ağırlığı TBKP’nin propaganda faaliyetlerini rahatlıkla yürütebileceği bir ortamın yaratılması yönündedir. Seçilen panelistlerin birçoğu, panel yöneticileri veya diğer etkinliklerde yer alanların büyük bir yüzdesi bu bakış açısıyla özenle seçilmiştir. Sol yelpaze içindeki birçok insanın fiziksel olarak katıldığı festival TBKP eksenliler dışında başka hiçbir kimsenin politik kimliği ile katılmasına izin verilmeyecek bir biçim almıştır. Dikili festivaline program oluşturma aşamasına önerilerle gelen “Devrimci Gençlik” panelist tercihleri kabul edilmemiştir. Yerel yönetimler konusunda Fatsa örneği üzerinde konuşması istenilen panelist ve yine birkaç devrimci sendikacının panelistliğine izin verilmemiştir. Kültür festivali diye anılan Dikili festivalinde bu yıl kültür de hırpalanmıştır. Eski bir yazlık sinemadan bozma alanın girişine kültür alam tabelası asılarak kültür ve girintiye hapsedilmiş, geçen yıl kitapların sergilendiği caddeye panayır görüntüsü kazandırılmak için ne gerekiyorsa yapılmıştır.
Düzeyi düşük panellere katılımın ve nitelik kazandırabilmenin tek yolu olarak bırakılan yazılı soru sorma, yöntemi bile soruları cevaplandırmama haklarını(!) kararlılıkla savunan panelistler tarafından (kuşkusuz hepsi tarafından değil) görmezlikten gelinerek işletilmezken, sergilenen bu demokrasi ikiyüzlülüğünü teşhir etmek ve kırmak gerekiyordu. Bu durum Dikili’de politik kimlikleriyle var olmak isteyip de meşru, ama aslında gayri meşru program dâhilinde var olamayan devrimci, demokrat insanları alternatif ortamlar yaratmaya yöneltti. Bilgin birer dinleyici olmaktan çıkıp görüşlerini rahatlıkla anlatıp tartışabilecekleri bir toplantı önerisinin kabul görmesi üzerine beşinci gün çay bahçelerine toplanan insanlar resmi makamlardan izin almaya gerek görülmeden hazırlanan beraberliklerini daha başlangıcında düzenin militarist aygıtlarınca değil ama bunu onlardan daha iyi becerebileceğini kanıtlayan revizyonistler tarafından sabote edildi. Kendilerini söz alıp verme işinde, toplantıya başkanlık etme konusunda kitleden asla alınmamış, üstelik itiraz görmüş bir otoriteyle donatan TBKP militanları tarafından ilk konuşmayı yapan ve gençliğin örgütlenme sorunları konusunda görüşlerini anlatan Emeğin Bayrağı dergisinin İzmir Bürosu temsilcisi arkadaşın konuşması kesilerek bu sabotaj gerçekleşti. Konuşmayı yapamayacağını anlayan arkadaş durumu protesto ederek toplantıya katılmayacağını açıkladı. Toplantı alanında bulunan proleter devrimciler de anti demokratik bu uygulamaya tavır alarak diğer insanları da bu tavra davet eden bir konuşmayla toplantıyı terk ettiler.
Dikili festivalinin değerlendirilmesi konusundaki istekleri değerlendiren proleter devrimciler bu kez akşam kumsalda toplanmak üzere yine çağrı çıkardılar. Gece yarısından sonra saat üç sularında başlayabilen toplantı sabahın ilk saatlerine dek sürdü. Yaklaşımların büyük bir gerilimle aktarılmış olmasına, ayrıntılar üzerinde oldukça sekter yaklaşımların gözlenmiş olması ve yer yer anti-demokratik biçimlere sarılınmasına karşın kendiliğinden olmayan, asgari bir disiplinle sağlanan bir toplantı olması nedeniyle, revizyonist, düzene entegrasyon teorilerinin empoze edilmeye çalışıldığı atmosferin dışında huzursuzlukların, yakınmaların ve alternatif önerilerin dile getirilebildiği tek ortam oldu.
Dikili festivali şimdiye değin ağırlıklı olarak tatil yapılacak yerler arasında bir tercih sorunu olarak görülürken, son zamanda çizmeyi aşan, dayatmacı, dıştalayıcı, insanları TBKP’nin propaganda faaliyetleri için birer figüran olarak görünmeye zorlayan ikiyüzlü uygulamalarının teshir edilmesinin, baştan açılmış bir savaşın pervasız ideolojik ve fiziksel saldırganlığın verilecek yanıtının zorunlu alanı haline geldi.
Evet, Dikili dışarıdan gelmiş insanlar için birincil önemde bir faaliyet alanı oluşturmuyor, devrimciler bu tür faaliyetlerin Dikili’nin de içinde bulunduğu bir dinlence programına göre düzenlemezler. Ama kimisinin program önerisiyle, kimisinin sadece bu ortamda tatil yapmak için. kimisinin ne var ne yok bir göreyim diye geldiği, ancak dikensiz gül bahçesinde yaşamak isteyenlerce uğradıkları ideolojik saldırganlığı ve yayılmacılığın bu özel yolunu özel bir tavır da gerekiyor. Devrimciler bir hafta Dikili’deydiler. Ve bulundukları her alanda politik kimliklerini unutmamak gibi bir disipline sahip oldukları için, bir yığın genç insanı da revizyonist yayılmacı bir bakış açısıyla ideolojik bombardıman altında tuttuklarını görmenin rahatsızlığıyla gecikmiş, yetersiz ve organizasyon eksikliği içinde de olsa tavır almanın yöntemlerini düşündüler ve düşünüyorlar. Belki de alternatif bir festival, bir gençlik festivali programı ufukta belirebilir.

ÖLÜMÜNÜN 5. YILINDA YILMAZ GÜNEYİ ANMA TOPLANTILARINA ÇAĞRI
Bir ay boyunca değişik kültürel-sanatsal etkinliklerle GÜNEY kitlelere tanıtılacak;
O’nun sinemayı bir silah olarak kullanarak bu alandaki geleneksel anlayışı yıkışı, gereği ve güzeli yakalayışı, kitlelere devrimci sanat bazında ilettiği mesajlar 80 DAKİKALIK TİYATRO ile yaşatılırken; hata ve eksiklikleri de devrimci sanat boyutunda eleştirilecektir. Programda ayrıca devrimci-demokrat OZANLAR da yer alacaklar…
Bu etkinliklerin MERKEZİ olarak gerçekleştirileceği aşağıdaki yerlerin dışında birçok bölgelerde de Tiyatro ve bölgenin kendi kültürel faaliyetlerinin iç içeliği ile YEREL etkinlikler de yapılacaktır. 9 EYLÜL KÖLN, 16 EYLÜL STUTTGART, 25 EYLÜL HAMBURG.
Geniş bilgi, afiş isteme ve ilişki adresi:
F. ALMANYA DİDF (DEMOKRATİK İŞÇİ DERNEKLERİ FEDERASYONU) Husemann Str. 39-41,4650 Gelsenkirchen / BRD


BASIN BİLDİRİSİ

Amerikan emperyalizmi geçtiğimiz günlerde komplocu, darbeci, silahlı gizli operasyonların mimarı Marton Abramowitz’i Türkiye’ye büyükelçi atadı.
Bu kişinin son yıllardaki görevi istihbarat ve araştırmalardan sorumlu dışişleri başkan yardımcılığı ve ABD dışişleri ile Merkezi Haber Alma Örgütü CIA arasında irtibat görevi sürdürmekti.
Marton Abromowitz sıradan bir diplomat değil, Amerikan emperyalizminin baskı, zulüm ve sömürü politikasının sürdürülmesini planlayan önemli adamlarından biridir.
Endonezya, Mısır, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde istenmeyen Abromowitz’in Türkiye’ye gönderilmesi ve siyasi iktidarca da benimsenmesi çok anlamlıdır. Eski Tayland Başbakanı, Abromowitz için “Elçi gibi değil, vali gibi davranır” diyor.
Amerikan basını da Abromowitz’in dünyada gizli operasyonlar alanında çalıştığını yazmaktadır.
Türkiye’deki siyasi iktidarın ise Abromowitz’i kabul etmesi çok normaldir.
Ancak anti-emperyalistler, devrimci ve sosyalist güçler olarak M. Abromowitz’in barındırmamasını, emperyalizme karşı mücadelenin bir gereği olarak kovulmasını gerekli görüyoruz.
Bu emperyalist ajana hak ettiği tepkiyi göstererek geldiği yere geri gönderilmesi için gereken her şey yapılacaktır.
Emeğin Bayrağı, Emek, Hedef, Çağdaş Yol, Medya Güneşi, Özgürlük Dünyası, Özgür Gelecek, Toplumsal Kurtuluş, Sorun, Yeni Demokrasi, Yeni Çözüm, Yeni Öncü.

Eylül 1989

Gerici Emperyalist Demagoji ve ‘Kürt Sorunu’ Üzerine

Türkiye gericiliği, hiçbir dönem elden bırakmadığı şoven ve ırkçı propagandayı, revizyonist ve gerici Bulgar yönetiminin, Türk kökenli azınlığa yönelik uygulamaları nedeniyle yoğunlaştırmış bulunuyor.
Türkiye egemen sınıfları, devlet ve hükümet çevreleri, devletin tüm olanaklarını harekete geçirerek ve tüm propaganda aygıtlarını devreye sokarak,’ içte; proletarya ve emekçi halk yığınlarının dikkatini öz sorunlarından uzaklaştırma, sınıfsal çıkar ve mücadelenin üzerini örtme ve “milli birlik ve bütünlük” demagojisiyle burjuva çıkarların savunulmasında birliği sağlamaya ve uluslararası mali sermaye çevreleriyle birlikte, kapitalizmin restore edildiği revizyonist bir ya da birkaç ülkeyi “sosyalist” göstererek, kapitalist emperyalizme hizmette kusur etmeyen modern revizyonistlerin, anti-Marksist ve halk düşmanı uygulamalarını Marksizm-Leninizm’e nal ederek, cepheden saldırıyı yürütmekte, sosyalizm teori ve pratiğinin proletarya ve emekçi halk-ar üzerindeki prestij ve etkisini sarsmaya çalışmaktadırlar.
Bulgaristan Türkleri üzerindeki baskılar ve revizyonist Jivkov yönetiminin ‘Bulgarlaştırma’ ve toplu göçe zorlama politikaları lanetlenmelidir. Ancak, gerici-faşist cephe ve emperyalist propaganda merkezleri tarafından gösterilmek istendiği gibi bu uygulamaların M-L ve sosyalizmle yakın-uzak bir ilişkisi yoktur. Bulgaristan’da ilanlar, Türk azınlığa yönelik uygulamalar, burjuva-revizyonist istemin ürünü ve uygulamalarıdır ve bu sistem kapitalist sistemden ayrı değildir.
Emperyalizm ve Türkiye gericiliği, eski sosyalist ve halk demokrasili ülkelerde, Markzim-Leninizm’e, devrim ve sosyalizm davasına ihanet eden revizyonistlerin parti ve devleti ele geçirerek, uluslararası sermayenin doğrudan ve dolaylı desteğiyle kapitalizme geri dönmesi sonucu, işçi sınıfı, emekçi halk ve ulusal azınlıklara karşı başlattıkları baskı politikasını sosyalizme mal etmeye çalışıyor. İnsan hak ve özgürlüklerinin en azılı düşmanları, insan haklarını “savunma” görünümü yaratarak, proletarya ve emekçi halkların devrimci cephesini zayıflatma ve geri bilince hitap ederek, sermaye ve faşizme karşı mücadelenin yükselmesini engellemeyi hedefliyor.
Oysa ulusal ezme ve asimile etme, ulusal baskı altında tutma ve ulusal düşmanlık, şovenizm ve ırkçılık, kapitalizmin, sermaye ve faşizmin, burjuvazi ve gericiliğin adıyla birlikte anılan, kaynağını onlardan alan ve kapitalist emperyalizmi, faşizmi ve gericiliği karakterize eden olgulardır. Bulgaristan’da, SSCB’de ve diğer revizyonist ülkelerde yaşananlar ve bu arada ulusal azınlıklara yönelik baskılar, bu ülkelerde kapitalist gelişmenin ve burjuva gericiliğinin kat ettiği mesafeyi göstermektedir. Diğer yandan uluslararası burjuvazi, bu ülkelerin revizyonist burjuva yönetimlerinin lafızda kimi Marksist düşünceleri savunuyor görünmelerini gerekçe bilerek, ve gerçekte revizyonist ihaneti büyük bir sevgiyle kucaklayarak, sosyalizme ve işçi ve emekçilerin sosyalizme bağladıkları umutlarına saldırıya geçerken, en büyük desteği, sosyalizmin ve M-L’nin tüm yaşamsal önerme ve ilkelerini reddeden revizyonistlerden almaktadır.
Eninde sonunda sınıfsal baskıdan kaynaklanan ulusal baskı, kapitalizmin, kapitalist emperyalizmin niteliksel yapısıyla yakından ve doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizm artı-değer sömürüsü üzerinde yükselir. Makinaların, iş aletlerinin, fabrika Ve toprakların -kısaca üretim araçları- ve bu araçların kullanımı ile elde edilen ürünlerin özel mülkiyetine dayanan kapitalizmde; kâr ve azami kâr hedefi aşırı üretimi ve bu da yeni pazar ihtiyacını doğurur. Yeni pazar arayışı, iç pazarın tekelci egemenliğe alınmasının ardından diğer ulusların ve halkların zararına genişleme ihtiyaç ve politikasını gündeme getirir. Mali sermayenin değişik grupları arasında toprakların ve hammadde kaynaklarının paylaşım ve yeniden paylaşımı ihtiyacı ve bunun sonucunda, halklara kan ve gözyaşından başka bir şey vermeyen emperyalist savaşlar gerçek bir tehlike olarak belirir.
Feodalizmin çözülüp dağıldığı ve kapitalizmin -sanayi kapitalizmi- geliştiği dönemin burjuvazisinin aksine, günümüzde tekelci burjuvazi ulusların özgürlüğünün değil, köleleştirilmesinin, baskı ve boyunduruk altında tutulmasının savunucusu ve uygulayıcısıdır. Kapitalist ve kapitalizm öncesi toplumsal gericiliği de kendisine tabi kılan emperyalist burjuvazi ve emperyalizm, her tür gericiliğin, baskı ve zulmün esas kaynağı ve baş destekçisi olduğu için sınıfsal baskı ve sömürüyü olduğu kadar, ulusal baskı ve asimilasyonu da ayakta tutmaya çalışmaktadır. Emperyalizm, bir avuç ‘ileri ve uygar’ ülke yararına, dünyanın ezilen ve geri halklarının köleci bir boyunduruk altında tutulması, geri halkların ekonomik, askeri, mali, siyasi ve kültürel olarak bağımlılaştırılması, sermaye ihracı aracılığıyla ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının sömürülmesi ve bu ülkeler halklarının toplumsal gelişiminin güdükleştirilmesini ifade eder.
Emperyalizm ve gericilik asla ulusların özgürlüğü ve eşitliğinden yana olamaz ve değildir. Ulusal hak eşitsizliği, bir ulusun diğer bir ulus zararına genişlemesi veya şu ya da bu biçimde imtiyazlı durumda bulunması kaynağını emperyalist kapitalist sistemden ve burjuva gericiliğinden alır. Ekonomik ve askeri gücüyle halkların yaşamına sızan tekelci sermaye, geniş işçi ve emekçi köylü yığınlarının emperyalist hegemonyadan kurtuluşu demek olan ulusal özgürlüğün ve ulusal özgürlük mücadelesinin en büyük düşmanıdır. Mali sermaye gruplarından biri veya birkaçının, ulusların haklarından “yana”(!) görünmesi tümüyle sahte olup, gerçekte bu ulus ya da ulusal azınlıkların hayatına sızma, rakip mali sermaye grupları aleyhine genişleme ve geri ülkeleri kendi pazar alanına dahil etme, onlar üzerinde egemenlik kurma ya da egemenliğini pekiştirme amacına hizmet etmektedir.
Emperyalizm ve dünya gericiliği, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerine karşı yürüttüğü gerici, karşı-devrimci mücadelede çok yönlü bir politika izlemeyi elden bırakmamakta, esas hedeflerinden biri olarak, dünya proletaryasının sosyal kurtuluş mücadelesinin zaferini önlemeye çalışmaktadır. Kendi ülkelerinde proletarya ve emekçilerin devrim mücadelesini kana boğmaktan geri durmayan tekelci burjuvazi, SSCB ve diğer revizyonist ülkelerde kapitalizmin yeniden restore edilmiş olmasından yararlanarak, anti-sosyalist kampanyaya hız veriyor ve bu ülkelerde işçi ve emekçilerin ve ezilen ulusların baskı altında tutuluyor oluşlarını kısıtlı ve bilinçli bir biçimde sosyalizme mal etmeye çalışıyor.
Faşist ve gerici burjuva çevrelerin, “Doğu Bloğu Ülkeleri”nde ulusal azınlıklara yönelik baskılara karşı çıkışı bütünüyle ikiyüzlü gerici ve karşı-devrimcidir. Başını ABD’nin çektiği Batılı kapitalist ve emperyalistler, ‘Doğulu’ kapitalist ve emperyalistlere karşı ileri mevziler elde etme, “hür dünya” demagojisiyle azınlıkları kışkırtıp, onların hareketlerine sızma taktiği uygulamaktadırlar. Daha dün Vietnam ve Kamboç halklarının kurtuluş mücadelesini kana boğmak için tüm gücüyle saldırıya geçen, Libya halkını teslim almak için hava ve deniz savaş filolarını harekete geçirerek, bomba yağdıran, Halepçe’de Kürtlerin kırımı için Saddam gericiliğine yeşil ışık yakan ABD emperyalizmi ve onun rotasında yol alan başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere emperyalistlerin, halkların haklarından ve ulusların özgürlüğünden yana olduğu düşünülebilinir mi? Hayır asla!
Marksizm-Leninizm ise, her türden sömürü ve zulmün, burjuva, faşist, şoven ve ırkçı uygulamanın, ulusal ve sınıfsal eşitsizliğin amansız düşmanı ve proletarya ve halkların gerçek özgürlük ve eşitliğinin savunucusudur. Sosyalizm burjuva karalama çabalarının aksine her türden sömürü ve eşitsizliğin, sınıfsal ve ulusal baskının tüm dayanaklarıyla birlikte tasfiye edildiği bir toplumsal düzeni ifade eder. Marksizm ve Marksistler, toplumun bu altın çağma ulaşmak için proletarya önderliğindeki devrimle tekellerin egemenliğine son vermeyi, sermaye ve faşizmi tasfiye ederek, sınıfları ve sınıf farklılıklarını, bunların üzerinde yükseldiği temel ile birlikte her tür imtiyaz ve eşitsizliği toplumun yaşamından silmeye amaçlar. M-L ve sosyalizm, ulusların özgürlüğü ve tam hak eşitliğinin en kararlı savunucusudur. Sosyalizmin teori ve pratiği bunu tarih ve toplumun önünde kanıtlamıştır. Ulusal hak eşitsizliği kapitalizmden kaynaklanmaktadır ve sosyalizm kapitalizmin yerini aldığı her yerde bunu ortadan kaldırdı ve kaldıracak. Sosyalist toplumda tüm uluslar, ulusal azınlık ve topluluklar eşit haklara sahiptir. Uluslar ve diller arasındaki imtiyaz ve eşitsizlik son bulur. Ve eğer bir imtiyaz olacaksa, bu tarihten gelme eşitsizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla, ezilen ulus ve dillerden yana bilinçli ve belirli bir amaca hizmet etmek üzere göze alınması biçiminde olacaktır. Uluslar, dil ve kültürlerini özgürce ve başka ulusların zararına olmaksızın geliştirme durumundadırlar ve bu bir süreç içinde ve gönüllü olarak ortak bir dünya dili ve kültürünün oluşumuna ve sınıfların ve tüm sınıf ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasına hizmet etmektedir. Gerçek özgürlük ve kardeşlik üzerinde yükselen bir dünya toplumunun gerçekleşmesi için Marks, Engels, Lenin ve Stalin olanca güçleriyle çalıştılar. Bir yandan burjuvazi ve onun tüm ideologlarının gerici düşünce ve amaçlarını gözler önüne serip teşhir eder ve kapitalist sistemin ulusların köleleştirilmesinin kaynağı olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyarken, öte yandan, proletaryaya devrim ve ezilen uluslara kurtuluş mücadelesinde izlemeleri gereken yolu gösterdiler ve bizzat kendileri bunun için militanca savaştılar.
Dünya halkları, ezilen sömürge ve bağımlı uluslar, büyük Ekim Devrimi’nde ve onun başında bulunan Bolşevik Partisi ve onun önderi Lenin ve Stalin’in şahsında en büyük destek ve güç kaynağını buldular. Ekim Devrimi’yle birlikte bütün dünyada, işçi sınıfının burjuvaziye, kapitalist sömürü ve zulüm düzenine ve faşist barbarlığa karşı mücadelesi, büyük bir moral ve maddi desteğe sahip olarak, yaygınlaşıp yükseldi. Ulusal kurtuluş mücadeleleri yükseliş gösterdi. Her şey bir yana, ülkemiz gericiliğinin karşı-devrimci demagojilerinin bile örtemediği, gizleyemediği bir biçimde, Türk ulusal kurtuluş savaşı, Bolşevik devrimi ve Lenin’in şahsında en büyük desteği buldu. Bolşevikler, bir yandan emperyalizmin en kararlı düşmanları olarak, çarlık ordularını Anadolu’dan çekerken, öte yandan silah ve mühimmat vererek, Türk burjuva ulusal kurtuluş hareketini desteklediler.
Lenin ve Stalin, uluslar hapishanesi olan Çarlığı devirerek, ulusların ve ulusal azınlıkların dil ve kültürlerini özgürce geliştirebilecekleri ve kardeşçe bir arada yaşayabilecekleri SSCB’ni kurdular. Tüm ulusal hak eşitsizliklerine son verildi. Uluslararası sermayenin ve devrilmiş burjuvazinin tüm kışkırtma, entrika ve sabotajlarına karşın, ulusal hak eşitliği ve ulusların kardeşliği yönünde dev adımlar atıldı. SSCB içindeki tüm ulusal azınlıklar kendi dillerinde eğitim yapma özgürlüğüne sahiptiler. Zorbaca isim değiştirme ve asimilasyon da yoktu.
Yine, Dimitrov yönetimindeki devrimci Bulgaristan’da Türk azınlığa tüm hakların tanındığı, Türk azınlığın ulusal ve kültürel gelişimi için çeşitli olanakların yaratıldığı ve Türkçe eğitim yapan okul sayısının artırıldığı, tarihi bir gerçek olduğu kadar, o dönemi yaşayan ve bugün Türkiye’ye göçmüş bulunan yaşlı kuşak Bulgar Türkleri tarafından itiraf edilmektedir. Tüm ırkçı kışkırtmalara karşın bu yaşlı kuşak açık açık sosyalizmden ve Dimitrov döneminden övgüyle söz etmektedir.
Sosyalizm, bir yandan tam gerici bağlarından kurtarılmış halkların kültürel gelişimi ve özgürce serpilişini olanaklı kılarken, öte yandan tüm bu ulus ve halkların zor ve baskıdan arınmış toplumsal koşullarda gönüllü bir birlik içinde kaynaşmaları ve dünya yurttaşlığı ve kardeşliğinin gerçekleşmesi için gerekli alt yapı ve siyasal koşullan hazırlar ve bu yönde çaba gösterir.
Gericilik, halkların ve işçi sınıfının bu gerçekleri görmesini engellemek ve burjuva uranlığı altında yaşamasını sağlamak için demagojik ve çok yönlü kampanyayı sürdürüyor. Ne ki o, proletarya ve halkların eninde sonunda gerçeği görmesini ve ayağa kalkmasını engelleyemeyecektir.
Bulgar Soydaşlar Demagojisi ve Türkiye Gericiliğinin Kürt Politikası
Son bir iki aydır azgın bir şoven ve ırkçı propaganda her şeyin başına geçmiş bulunuyor. Gericilik, işçi ve emekçilerin dikkatini iç sorunlardan dış sorunlara, sınıfsal sorunlardan ‘ulusal sorunlara’ (!) çekmeye çalışıyor. Gericiliğin ulusal sorunlardan söz edişi tamamen ikiyüzlü bir riyakarlığın ifadesidir. Proletarya ve emekçilerin hak ve özgürlük taleplerinden ve bu uğurda içine girdiği mücadeleden geri durması çağrısını içermekte, buna hizmet etmektedir. Türkiye gericiliği uluslararası burjuvazinin asırlık tecrübelerinden yararlanıyor.
Türkiye egemen sınıfları, barbar, ırkçı, şoven ve faşist bir rejimi ülkemizde ayakta tutmakta, işçi ve emekçilere karşı azgın bir sömürü ve baskı politikası uygulamakta, T.C. Devleti sınırları içinde yaşayan Kürtlere karşı bir soykırım ve asimilasyon politikası uygulamaktadır. Dolayısıyla onların asimilasyona “karşı” oluşları ve insan hak ve özgürlüklerinden söz edişleri sahtedir, ikiyüzlüdür. Gerici ve ırkçı bir tutumun ifadesidir, devlet ve hükümet çevreleri ve burjuva politikacıları burjuva anlamda bile insan hak ve özgürlüklerinden yana değildirler. Onlar, devrimci halk hareketinin ve ulusal azınlıkların baş düşmanları olarak karşı safta birleşmiş gericiliği temsil etmektedirler ve tümüyle emperyalizmin çıkarına hizmet etmektedirler. Ulusal haklardan söz eden gerici egemen sınıflar ve onların politik temsilcileri, tüm ulusal hakları, ulusun ve ülkenin zenginliklerini, emperyalizme peşkeş çekmiş, ülke topraklarını parselleyerek emperyalist sermaye yararına satışa çıkarmışlardır. Ülkemizin çalışan ve çalışabilir milyonları, emperyalizm için ucuz işgücü kaynağı durumundadır ve ülkenin başbakanı, gücünden ‘daha fazla yararlanamadığı’ için kırgındır. Ülke toprakları emperyalist askeri karargâhların silah deposuna dönüştürülmüş, Türkiye bir bütün olarak, ekonomik, askeri, mali, siyasi ve kültürel olarak emperyalizme bağlanmıştır. O halde ulusal hak savunuculuğu Türkiye egemen sınıflarına yabancıdır ve onlar yalan söylemektedirler.
Türkiye gericiliği, Bulgar gericiliğinin, Türk azınlığa yönelik uygulamalarının bin kat daha fazlasını Türkiye’de ve Kürtlere karşı uygulamaktayken, ikiyüzlü bir tutumla, “isim değiştirme” vb. uygulamaların gayri insani olduğunu propaganda edebilmektedir. Dünya işçi sınıfı ve devrimci dünya halkları, Türkiye’de dil ve inanç özgürlüğünün bulunmadığını, herkesin istediği ismi alamadığını, basın-yayın toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün tümüyle gasp edilmiş olduğunu, Türkiye’nin dört ordusundan ikisinin Kürtlerin meskûn olduğu yerlere sefere çıktığını, yıllardır dağlarda yaşlı-genç, kadın-erkek, Kürt halkının azgın bir milli zulüm altında inletildiğini, Kürt dili ve kültürünün yasaklandığını, Kürtçe isimlerin mahkemeye çıkmaya neden olabildiğini, Kürt insanının yaşamına işkence, katliam, tutuklama ve sürgünün ayrılmaz biçimde işlendiğini, ulusal köleliğe ve baskı altında tutulmaya karşı olmaktan başka bir “suç”u olmayan yoksul köylülerin silaha dayalı imha ve baskı eşliğindeki asimilasyonun hedefi olduğunu, bütün bunların devletin resmi ve vazgeçilmez olarak kabul ettiği politikası olduğunu biliyorlar, ya da öğreniyorlar.
Diktatörlük Kürtlerin yaşadığı topraklarda hangi politikayı uyguladı ve uyguluyor? En öz biçimiyle ve tek cümleyle asimilasyon ve yok etme politikası.
Resmi ideoloji, Türk ırkçılığını her şeyin üzerinde tutmakta, “Türkiye Türklerindir” demektedir. Kürtler ve Kürtçe yok sayılıp reddedilmekte, varlığı tanınmamakta, her şeye karşın, nesnel bir gerçek olarak varlığını sürdüren Kürt unsuru, faşist barbarlık ve ırkçı ulusal baskıyla boyunduruk altında tutulmak istenmektedir. “Milli birlik ve beraberlik”, “Ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” demagojisi, “anarşi ve terör” edebiyatı, yürütülen kanlı imha politikasını örtbas etmenin, halka yönelik zulmü gizlemenin araçları olarak canlı tutulmakta, ulusal uyanış hareketinin kana boğulması için tüm olanaklar seferber edilmektedir.
Kürt diye bir ulus ve Kürtçe diye bir dil olmadığını propaganda etmekten geri durmayan, Kürtçe konuşan ve “Ben Kürdüm” diyenleri işkence, katliam ve sürgünlerle dize getirmeye çalışan, yoksul Kürt köylülerini, Kürt gençlerini, kadın ve erkeklerini teslim almaya ve boyun eğmeye zorlamak için, insan pisliği yedirmekten, çöplükleri toplu mezarlıklara dönüştürmeye dek bir dizi barbar yönteme başvuran, ırkçı ve gerici Saddam rejimiyle işbirliği içinde Halepçe katliamına fetva çıkarıp Baas zulmünden kaçıp sınırı geçen Kürt emekçileri dikenli tellerle çevrili esir kamplarında süngü kuşatmasına alan ve Cudi dağların da kimyasal silah kullanarak güç gösterisine girişenlerin gerici ve ırkçı bir ideolojinin savunucuları ve uygulayıcıları olduğu açık değil midir?
Bölgede gelişen direniş ve uyanış hareketini kana boğmak ve Evren’in deyişiyle “Tarihteki benzerleri gibi bir ders vermek” için, kimyasal ve biyolojik silah kullanmaya başlayan militaristler, Cudi eteklerini yakıp bombalayarak “Kürt Sorunu “nu ve Kürtlerin zulme karşı uyanışını bitirebilecekleri hayalleri içindedirler.
Ordu ve jandarma komando birlikleri, vurucu polis timleri, MİT ve yerli milis ve korucularla ilhak ve imha politikasını sürdüren burjuvazi ve gericilik, Kürt yoksul köylülerinin yiyecek maddeleri ve mal varlığını “askeri erzak” haline getirmiş ve ordu ve polis birlikleri, köylü sofralarının davetsiz zorba talancısı durumundadırlar. Evden eve, köyden köye, köyden şehre gidiş ve yolculuklar izne bağlanmış, okullar birer askeri kışla durumunda ve egemen ideolojinin şırınga edildiği merkezlere çevrilmiştir.
Bütün bunlar, tümü de halkın çıkarlarına ve halka düşman bir politikanın temsilcileri olan burjuva partileri ve onların elebaşlarının tam desteğinde uygulanmakta, yürütülen imha ve teslim alma politikasını, ”hainlerin kökü kazınmalıdır” isterik çığlıkları eşlik etmektedir. Ecevit’ten Demirel’e, İnönü’den Özal’a burjuva politikacıları Kürt halkına karşı el sıkışmakta ve adeta “daha fazla kan” diye bağırmaktadırlar. Aralarındaki çelişkiler nedeniyle ve Kürt seçmen potansiyelini yedekleme amacıyla kimi yer ve zamanda edilmiş ikiyüzlü ve aldatma amaçlı sözlere bakılarak, bu gerici politikacıların ve onların yönetimindeki partilerin ve de ülke gericiliğinin baş efendisi emperyalistlerin, Kürt halkının haklarından yana olduğu, ya da en azından “reformist bir çözüm”ü gündeme aldığı biçimindeki hayali düşünceler, asırlık geleneksel Türk ırkçılığı ve resmi devlet politikasını kavrayamamak veya görmezden gelmek anlamını taşır. Devletin uygulamaları göz önündedir ve tartışılamayacak denli anlamı açıktır. Proletarya önderliğinde devrimci Kürt halk hareketi, emperyalizm ve yerli egemen sınıfların çıkarları ve egemenliğini ciddi olarak tehdit eder bir duruma gelmeksizin, ya da emperyalistler ve gericiler arası çelişkiler nedeniyle, bölgenin “elde edilmesi” ihtiyacı dayatmaksızın, “reformist çözüm” gündeme gelmez ve “tercih” konusu olmaz.
Hangi nedenle olursa olsun, tarihi ve toplumsal açıdan ulusların özgürlüğü ve haklarına düşman olan güçleri, ulusal hakların elde edilmesinden yana göstermek, sınıf mücadelesinde burjuvazi ve gericiliğe güç vermektir. Bu bakımdan Ecevit ve Demirel’in bir sözünden veya Özal’ın tercümanlı televizyon şovundan hareketle, onların Kürt sorununa ılımlı, yumuşak baktığı iddia edilemez. Bu yanılgıdır. Onlar emperyalizm ve gericiliğin hizmetindeki politikacılar olarak bugünkü statükonun devamından yanadırlar ve bu durum tüm bölge ülkeleri egemen sınıflarının ortak tutumudur.
Gericilik Doğu’da da kalıcı organizasyonlara gitmektedir ve ne pahasına olursa olsun mevcut statünün devamını sağlama almak istemektedir. “Bölücülük” propagandası, Kürt halkına yönelik ezme ve asimile etme uygulamasına ve buna yönelik askeri hareketlere Türk milliyetinden işçi ve emekçileri ikna edip kazanmaya yöneliktir. Aynı zamanda, bu tür bir sürekli kampanyayla Türk ve ” Kürt milliyetinden işçi ve emekçiler arasına ulusal önyargı ve çitler çekerek, güvensizliği geliştirerek, proletarya ve emekçilerin, faşizme ve sermayeye karşı tam bir dayanışma ve birlikte mücadelesinin önü de kesilmek ve böylece gerici egemenlik sürdürülmek isteniyor. Statükonun devamı özünde tüm bölge gerici rejimlerinin ortak istemidir ve onlar bunu sağlamak için tam bir dayanışma içindedirler.
“Kürt Sorunu”nun doğrudan muhatabı bölge devletleri ve onlarla halklara karşı “iyi” ilişkiler içinde bulunan başta ABD olmak “üzere emperyalistler, statükonun devamından yana olduklarını politik ve pratik tutumlarıyla ortaya koymaktadırlar. Bölge devletlerinin herhangi birinde, Kürtlerin başkaldırısı ve muhalefet hareketi gelişme gösterdiğinde, bu ülkelerin gerici egemen sınıfları, Kürt halkına karşı güç birliği yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Türk ordusunun Irak Kürtlerine uçaklarla saldırısı bunun göstergelerinden biridir. Bu ülkelerin egemen sınıfları aralarındaki çatışmalarda Kürt unsuru birbirlerine karşı kullanmaya çalışsalar da -İran-Irak savaşı sırasında olduğu gibi- Kürtlerin özgürlük mücadelesi karşısında birleşmekten geri durmamaktadırlar.
Yine bugünkü statü, emperyalist sömürüyü zorlaştıran değil kolaylaştıran bir statüdür ve Kürt halkını baskı altında tutan devletlerin sömürücü egemen sınıflan, emperyalistlerle uyum içinde ve emperyalizm desteğinde ilhak ve zulmü sürdürüyorlar. Yani gerek emperyalist çıkarlar ve gerekse yerli egemenlerin çıkarları bugünkü statünün devamım gerekli kılmaktadır ve esaslı değişiklikler farklı tutumları dayatmadıkça bu politika değişmez.
Bütün Halklar Özgür Olmalıdır
Dünyanın tüm burjuva, faşist ve revizyonist devletlerinde ezilen uluslar ve ulusal azınlıklar, Baskı zulüm ve zora dayalı asimilasyonun hedefi durumundadırlar. Ezilen uluslar ve baskı altındaki ulusal azınlıkların, baskı, sömürü ve asimilasyondan kurtuluşlarının tek yolu vardır ve bu yol, burjuvazinin iktidarı ve faşist diktatörlüklere karşı, birlik ve dayanışma içinde mücadele etmek ve bu diktatörlükleri devrimci sınıf mücadelesi temelinde yıkmaktan geçer. Sınıfsal baskı ve sömürünün olduğu gibi, ulusal baskı ve asimilasyonun da gerçekten ve temelli olarak ortadan kalktığı tek düzen sosyalizmdir.
Bulgaristan’da Türk azınlığa uygulanan gerici baskıya, Türkçe isimlerin ve konuşmanın yasaklanmasına karsı durmak kuskusuz gereklidir ve bunun en kararlı savunucuları Marksistlerdir. M-L’ler, Bulgaristan’dan kaçıştan değil, Bulgar isçi sınıfı ve emekçileriyle birlikte, revizyonist Jivkov diktatörlüğünün devrilmesi ve tüm milliyetlerden proletarya ve emekçilerin kardeşçe birliğine dayalı bir sosyalist Bulgaristan’ın kurulmasından yanadırlar. Türkiye gericiliğinin kışkırtmalarının da etkisiyle Bulgaristan’dan ayrılıp Türkiye’ye gelenlerin, Türkiye gericiliğinin ‘ekmeğine yağ sürmesi’, Türkiyeli işçi ve emekçilerle dayanışma içinde olması, gericiliğin, işçi sınıfı ve emekçiler arasında rekabet ve bölünmeyi hedefleyen entrikalarına alet olmaması gerekmektedir. Yalnızca Türkiye’nin işçi ve emekçileri değil, Bulgaristan’dan gelenler de, Türkiye egemen sınıflarının ikiyüzlü ve gerici politikalarının iç yüzünü görebilmeli ve Kürt halkına zulüm uygulayanların zulüm karşı olamayacaklarını kavramalıdırlar.
Boyun eğmiş ve sindirilmiş bir biçimde zora dayalı birlik içinde tutulmak istenen ve baskı eşliğinde asimile edilmeye çalışılan Kürt halkının acılı gerçeği orta yerde durmaktadır. Diktatörlüğün tüm saldırı ve kuşatmasına, toplu sürgün, işkence ve kurşuna dizmeyle dize getirme çabalarına karşın yoksul Kürt köylülerinin saflarında toplu direniş ve karşı koyuş nüveleri oluşmakta ve olgunlaşmaktadır. Küçük çocuklar bile askerlere “topraklarımızdan çekip gidin” demektedirler.
Ulusal hak eşitliğinden, ulusların özgürlüğünden, dillerin serbestîsi ve eşitliğinden yana olmak, tüm uluslara yönelik benzer baskılara karşı durmakla mümkündür. Aksi her tutum, burjuva ve gericidir ve lanetlenmelidir. Bulgar revizyonizminin uygulamaları karşısında avazı çıktığı kadar bağıranların, Kürt halkının durumu karşısında sus-pus kesilmesi, ırkçı, şoven ve gerici bir tutumdan başka bir şeyi ifade etmez. Kürt halkına karşı girişilen saldırıların son bulması için mücadele edilmeden, kimyasal ve biyolojik silah kullanımına karşı durulmadan, devletin, iki ulustan emekçileri ve yine Kürt halkının toplumsal geriliğinden kaynaklanan aşiret çelişkileri türünden çelişkileri kullanarak Kürt emekçilerini bölüp parçalama taktiklerine cephe almadan, ulusların ve dillerin tam hak eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı tanınmadan, ulusal haklardan yana olunamaz ve insan hak ve özgürlüklerinden yana olunduğu iddia edilemez. Evet, bütün halklar eşit ve özgür olmalıdır.
Bütün halkların eşit ve özgürlüğünün ise tek teminatı sosyalist toplumun kurulmasıdır. Çünkü ancak sosyalizmde, sınıfsal baskı ve sömürü bütünüyle ortadan kalkabilir ve eninde-sonunda sınıfsal baskıdan kaynağını alan ulusal baskı da ancak böylelikle son bulur. Sosyalizm kurulmadan ne ezen ve ne de ezilen ulusun işçi ve emekçileri özgür olamazlar. Ne ki, siyasal hak ve özgürlükler – ulusal kaderini tayin hakkı bu kapsamdadır- için savaşılmaksızın sosyalizmin kurulamayacağı da bilinmelidir.

Ağustos 1989

Hukuksal Durumları Açısından Mülteci Kürtler

Yaklaşık bir yıldır TC sınırları içerisinde bir dram yaşanmaktadır. Siyasal iktidar bir yıl önce sınırları zorlayarak geçen Iraklı Kürtleri kabul etmek durumunda kaldı. Türkiye’nin Kürtleri kabulünde bir dizi etmen rol oynamakla birlikte ülkenin bir seçim arifesinde bulunması, Kürt’lerin zaten sınırı geçmiş bulunmaları ve ABD’nin Ortadoğu’da Kürt unsurunu dikkate alarak politika yapması ile bu doğrultuda TC’ye ültimatom vermesi, Kürt’lerin kabulünün en önemli nedenleri arasında sayılabilir. Bu arada Dünya Kamuoyunun olaya sıcak yaklaşımı da unutulmamalıdır.
Türkiye Kürt Mültecileri kabul etmek zorunda mıydı?
Türkiye taraf olduğu “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” (1) “İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi” (2) ve “1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi”(3)ne göre mültecileri kabule zorunlu idi.
Türkiye Cumhuriyeti 28.7.1951 tarihli Cenevre’de imzalanan Mültecilerin Hukuki durumuna ilişkin Birleşmiş Milletler sözleşmesi ve 1967 tarihli Ek Protokole göre Kürtleri Mülteci olarak kabul etmek zorunda olmadığını belirtmiş ve bu yönde yapılan bir idari başvuruyu bu gerekçe ile geri çevirmiştir. Kuşkusuz karar hukuki olmaktan uzak siyasal bir karardır.
Cenevre sözleşmesine göre imzacı devletler sözleşmeyi imzalarken sözleşmenin kapsamını “1 Ocak 1951 tarihinden önce Avrupa’da cereyan eden hadiseler” veya “1 Ocak 1951 tarihinden önce Avrupa’da ya da başka bir yerde cereyan eden hadiseler”e hasredebileceklerdir. 1967 tarihli Ek Protokole tarih sınırlandırması kaldırılmış ancak imzacı devletlere tanınan sözleşme kapsamını yer bakımından belirleme hakkı aynen muhafaza edilmiştir.
Bu noktada Avrupa’nın İnsan Hakları kavramına yaklaşımına değinmeden geçemeyeceğiz, Avrupa’nın benmerkezci, İnsan haklarını salt kendilerine mahsus bir hak olarak gören bencil burjuva zihniyeti bu sözleşmede açıkça sırıtmaktadır. İnsan haklan ihlallerinin Avrupa dışında daha yoğun bir biçimde yaşandığı bir dönemde mültecilik statüsünü sadece Avrupa’daki baskılardan kaçanlara tanımak gibi bir zihniyet savunulabilmektedir. Türkiye’de mal bulmuş gibi kendisine tanınan bu hakkı kullanıyor, sözleşmeyi sadece Avrupa’da gelişen olaylardan kaçanlara uygulayacağını belirterek imzalıyor. Ancak Türkiye’nin taraf olduğu sözleşme salt mültecilerin hukuki durumuna ait sözleşme değildir.
Türkiye’nin taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesine göre herkes zülüm karşısında başka ülkelerden mülteci olarak kabul edilmek ve bu ülkeler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.
Avrupa insan hakları sözleşmesinin 4. maddesine göre de hiç kimse köle ve kul halinde tutulamaz. Türkiye bu anlaşmaları da onaylamıştır. Kamplardaki Kürtler şu andaki yaşayışları ile kul ve köleden farksızdır. Bu anlaşmalar, usulünce imzalanıp onaylandıklarından 1982 Anayasası’nın 90. maddesi gereğince iş hukuk kurallarıdırlar, üstelik bu anlaşma hükümlerinden faydalanmak için vatandaş olmak da gerekmemektedir. Metinlerden de anlaşılacağı gibi herkesi koruyan hukuk normlarıdırlar.
Türkiye’nin sığınanlara mültecilik statüsünün tanıması ekonomik olarak da menfaatinedir. Çünkü bu durumda Türkiye BM mülteciler yüksek komiserliğine müracaat ederek yardım talep edebilecektir. Dolayısıyla mülteciler daha fazla imkâna kavuşabilecek, Türkiye’nin ekonomik yükü de azalacaktır.
Anayasamızın temel kurallarından biri de yasalar önünde eşitliktir. Uluslararası sözleşmelerin de yasa hükmünde olduğu dikkate alınırsa 1951 tarihli Cenevre sözleşmesinin herkese eşit uygulanması gerekir. Ayrıca sözleşmenin 3. maddesi, akit devletlerin, dil, din, ırk, menşei ve memleket ayrımı yapmadan sözleşmeyi herkese eşit tatbik etmek zorunda olduğunu belirtmiştir. Türkiye Avrupa dışında gelen mültecileri kabul etmeme çekincesine rağmen Afganistan ve İran’dan binlerce mülteci kabul etmiştir. İranlı ve Afganlı mültecilerin kabulü Türkiye’nin sözleşme kapsamını genişlettiği anlamına gelir, Kürtleri de mülteci olarak kabul etmek zorundadır. Tabii ki hukuk devleti iddiasında ise.
Bir yıldır Kürtlerin statüsünün belirlenmeden tel örgüler arasında tutulması hukuk devleti bakımından utanılacak bir durumdur. Iraklı Kürtler Mültecilik statüsünü kazanmak için hukuksal girişimlerini sürdürmelidirler.
Bildiğimiz kadarıyla mültecilik statüsünün tanınması için yapılan başvuru siyasal iktidarca ret edilmiştir. Bu karara karşı idari yargı yoluna başvurulabilir. Sonuç olumsuz olduğu takdirde yani ileri yargıdan da sonuç alınmazsa Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 25. maddesinin kişilere tanıdığı bireysel başvuru hakkı kullanılabilir. Bireysel başvuru hakkını kullanabilmek için vatandaşlık şartı yoktur. Nitekim Avrupa’da bulunan Türkler, bulundukları ülkenin insan hakları ihlallerine karşı bu yola başvurmuşlar ve başarılı sonuç almışlardır. Bu hak Kürtlerce de kullanılmalıdır. Bir yıldır statüleri belirlenmeden esir kamplarında yaşıyorlarmışçasına bir işleme tabi tutulmuşlardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu durum Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin 4. maddesindeki prensibe aykırıdır.
Türkiye Mülteci Kürtlerin statüsünü tanımak durumunda olduğu halde ekonomik ve sosyal nedenlerden bu statüyü tanımamaktadır. Çünkü Hukukta misafir diye bir statü yoktur, hele etrafı tel örgülerle çevrili bir misafirlik hiç söz konusu olamaz.
Türkiye Kürtlere tanıyacağı mültecilik statüsünün siyasal sonuçlarına katlanamadığı için, kendi vatandaşlarından doğacak toplumsal muhalefetten çekindiği için onlar bizim misafirlerimizdir gibi hukuk dışı statüler icat etmektedir. Mültecilik statüsü tanındığında Kürtler Birleşmiş Milletler’in ve Mülteciler Yüksek Komiserliğinin gözetim ve denetimi altında olacaktır.
Mültecilik statüsü fiili durumdan hukuki duruma geçtiğinde Kürtlerin kendi kültürlerini geliştirmeleri, eğitimlerini tamamlamaları sağlanacaktır. Pek tabiidir ki eğitimlerini kendi ana dillerinde yapacaklardır. Bu durum Türkiye’nin yıllardır Kürtlere tanınmadığı hakların mülteci Kürtlere tanımak gibi bir ikilemle karşı karşıya kalması söz konusu olacaktır. Tabii ki bu durum Türkiyeli Kürtlerde ulusal ve kültürel bilinci geliştirecektir.
Bunun sonuçlarına katlanmayı göze alamadığından, siyasal tercihini ortaya koymakta ve mültecilik hakkını hukuka aykırı olarak engellemektedir.
Mültecilik olayı esasen hümanist boyutları olan insani bir olaydır. Zulümden kaçan insanlara yardım biçiminde gelişir. Türkiye de Saddam zulmünden kaçan Kürtlere başta da belirttiğimiz nedenlerin yanında insani nedenlerden de kucak açmıştır. Ayrıca bu olaydaki insani boyut çok daha sıcak ve çarpıcıdır. Gelen mültecilerin Türkiye’de akrabaları vardır. Devletten önce bu akrabalarına sığınmışlardır. Ancak devlet olaya müdahale ettikten sonra bu insanların yakınlarına yardım yapmalarını engellemiştir.
Türkiye Mültecilik statüsünü tanımakla dış yardımları engellediği gibi iç yardımları da engellemiştir. 23.6.1983 tarihli 2860 sayılı yasa ile yardım toplama izne tabi tutulmuştur. Kuşkusuz salt mülteciler için değil tüm yardım toplama olayları için geçerli. Ancak iktidar bu kanunu bahane ederek mülteci Kürtler için yardım toplamak için izin isteyenlere izin vermemektedir. Nitekim İNSAN HAKLARI DERNEĞİ’NİN bu yöndeki talebi İçişleri Bakanlığınca geri çevrilmiş ve yardım toplanması engellenmiştir.
Türkiye İnsan Hakları bağlamındaki çifte standardını bu konuda da sürdürüyor. Bir taraftan Bulgaristan’dan gelen göçmenler için tüm herkesi seferber edip, memurlardan para keserek zoraki yardıma sevk ederken, Kürtler İçin Yardım toplamak isteyenleri engellemektedir. Kürt olmanın cezasını mülteciler de çekmektedir.
Türkiye gerek insani gerekse de hukuki nedenlerden Kürtlere mültecilik statüsü tanımak zorundadır. Kürtler de “mültecilik statüsü”nü kazanmak için tüm yasal yollan kullanarak sonuç alamadıkları takdirde bireysel başvuru yoluna gitmelidirler.
1- İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi 6 Nisan 1949 tarihinde benimsenmiş 27.5.1949 tarihli 7217 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
2- İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi10.03.1954 tarihli yasayla bulunmuş 19.03.1954 tarihli 8662 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.
3- Cenevre Sözleşmesi’ni 29.8.1961 tarihinde Türkiye onaylamış 5.9.1961 tarihli 10898 sayılı Resmi Gazete de yayınlanmıştır. 1967 tarihli Protokol ise 1.7.1968 tarihinde onaylanmış, 5.8.1968 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanmıştır.

Ağustos 1989

Birlik ve Özgürlük mü, Provokasyon mu?

Bazı yönleriyle, Yeni Çözüm dergisinin Temmuz 89 sayısında yayınlanan iki yazı üzerinde durmak istiyoruz. İlki, “Devrimci Sol Güçler Halkla Bütünleştikçe Oligarşi ve Oportünizm Saldırganlaşıyor” başlıklı başyazı ve “Bayrampaşa Ceza evi’ndeki Dev-Gençliler” imzalı “Provokasyonlar Üzerine Tartışma” başlıklı yazı. Özellikle ikincisi, önemli olumsuzluklar içeriyor ve “sol içi çatışmaların mahkûmiyeti” adına, çeşitli gruplardan insanları birbirlerine karşı bileme ve tahrik etme tutumunu geliştiriyor.
“Sol içi çatışmalara” karşı olma tutumu neyi gereksinir? En başta, her grup ve örgütün kendi militan ve taraftarlarını diğer devrimci gruplara, onların militan ve taraftarlarına yönelik olarak dostluk ve devrimci kardeşlik ruhuyla eğitmesi gerekli değil midir? Kuşkusuz bununla çeşitli devrimci grup ve örgütlerin birbirlerini eleştirmemelerini, aralarında ideolojik mücadeleyi tatil etmelerini söylemiş olmuyoruz. Eleştiri, ideolojik mücadele gereklidir, farklılıklar oldukça, grup ve örgütler zaaflar taşıyıp yanlışlıklar yaptıkça bunlar gerekli olacaktır. Ama eleştiri ve ideolojik mücadele ayrıdır, devrimci grup ve örgütlerin militan ve taraftarlarını birbirlerine karşı dostluk duygularından uzaklaşmaya sevk etmeye yönelmek ayrı.
Cezaevindeki tartışmayı aktaran yazı GKB imzalı iki bildiriyi konu edinerek başlıyor. Yazarlar bildirinin birinde Dev-Genç’in polislikle suçlandığını iddia ediyorlar ve bunu provokatif tavır olarak nitelendiriyorlar. Dev-Genç’in polis olmadığı ortada ve bildiriyle ilgili açıklamalarda bulunmak da bize düşmüyor; ancak konuyla ilgili rahatsızlık belirten arkadaşların tulumları duydukları rahatsızlığa uygun mu? Şu satırlar Yeni Çözüm’de yazılı:
“Oligarşi de, oportünist sol da devrimci sol güçlerin kitle çizgisinde yasallık sınırı tanımamasına karşı, saldırılarında farklı tutum takınmıyorlar.” (Temmuz 89, sf. 3)
“Bazen de doğrudan polis ağzıyla saldırıyor, hiçbir ilke ve kurala uymuyorlar.” (Agy)
Bunlar grup ya da örgüt belirtilmeden genel olarak “oportünist sol” söz konusu edilerek söyleniyor. Örneğin PDA (2000’e Doğru-Saçak) ve TBKP gerçekten böyle yapıyorlar, ama Yeni Çözüm’ün “oportünist sol” çerçevesi içine yalnızca onları sokmadığı açık. İddia edilen “polislik” suçlamasına büyük bir tepki duyuluyor, ama ayrım gözetilmeden devrimci sol güçler dışında her grup ve örgüt, oligarşi ve polis ile kolayca özdeşleştirilebiliyor. Bu olmaz. Her şey bir yana, eleştirilen hatta suçlanan şeyi kendimizin yapmaması gerekiyor. Polise karşı yalnız devrimci sol güçler değil, tüm devrimciler ve Marksistler tepki duyuyorlar ve öfke doludurlar.
Cezaevinden yazan arkadaşlar, “eleştiride serbestlik, devrimci kardeşlik anlayışını hayata geçirmeye çalıştık” diyorlar, devrimci kardeşliğe uygun davrandıklarını ve devrimciler arasındaki dostluk ve kardeşliği geliştirmeyi amaçladıklarını öne sürüyorlar ve zaten yazıları “sol içi çatışmalara” karşı çıkıyor. Ama anladığımız kadarıyla bu, başkaları açısından ve başkaları eleştirilirken geçerli oluyor. Arkadaşların yazılarını bitirirken söyledikleri şu sözler kardeşliğe sığar mı, kardeşliği ve dostluğu geliştirir mi:
“Aynı şekilde diğer sol gruplar da ‘her eylemi provoke eden’; … A siyasetini B siyasetine kışkırtacak kadar gözü dönen bu sorumsuzlar oportünist TDKP-GKB anlayış(sız)ına karşı hesap sorucu olmalı…”
Yine olmaz. “Her eylemi provoke eden”, olsa olsa bir provokasyon çetesi olur ve ona karşı kardeşlik gerekmez. Ve eğer kardeşlikten söz ediliyorsa, “her eylemi provoke eden” nitelemesi yapılmamalı, muhatap devrimci bir grup olarak görülüyorsa buna uygun davranılmalıdır. Devrimciye “provokatör” denerek kardeşlik nasıl geliştirilebilir, militan ve taraftarlar nasıl muhatap grup ya da örgütlere karşı dostluk ve kardeşlik duygularıyla eğitilebilir? Ve bu tutum muhatabın militan ve taraftarlarında tepkilere yol açmadan edebilir mi?
Sol içi çatışmalar mahkûm edilmelidir, Türkiye devrimi bundan zarar gördü, ama bu konuda çuvaldızı karşımızdakine batırırken kendimize en azından iğne batırmaktan kaçınamayız. Aksi durumda sol içi çatışmalara karşı çıkar görünürken, onu tahrik etmiş oluruz.
“Gözü dönmüşler”, “sorumsuzlar”, “anlayışsızlar”, “oportünistler”! Bu tabirlerin kullanılmasına gerek olmadığı düşüncesindeyiz. Karşılıklı birbirlerinin devrimci olduğundan kuşkusu olmayanlar, bir solukta tüm bu olumsuz sıfatları ardı ardına dizmemelidir. Biz böyle yapmıyoruz. Kardeşliğin geliştirilmesinin, sol gruplar ve örgütler arası dostluk duygularının sürtüşme ve çatışmalara olanak tanımayacak şekilde sağlamca yerleşmesinin başlangıç noktası burasıdır.
Herhangi özel bir durumda “sorumsuzluk”, “anlayışsızlık”, “oportünizm” eleştirisi yapılabilir, hatta bir özel durumda bir özel tavrın “provokatif” oluşundan söz edilebilir, ancak, muhatap devrimci olarak tanımlanıyorsa, bunlar genelleştirilerek A ya da B grup, ya da örgütünden “sorumsuz”, “anlayışsız”, “provokatör” vb. sıfatlarıyla söz etmemek gerekir. Amacımız kardeşlikse ve sol içi çatışmaları geliştirmeye, tahrike yönelmiyorsak…
“Polislik” tartışması nereden çıkıyor? Platform olarak düzenlenen bir eylemde dağıtılan bildiri, yapılan kuşlama engelleniyor ve yapanlar tartaklanıyor. Ve tartaklananlar -doğruluğu yanlışlığı bir yana- bundan sonra engelleme yapanlara polise aldığımız tavrı alırız diyorlar. Yeni Çözüm’ün Temmuz 89 sayısından aşağıda aktarılacak olana benzer şekilde:
“Mücadeleye önderlik edemeyen, pratik, teorik neredeyse hiçbir şey üretemeyen, her türlü ahlâktan ve ilkeden yoksun bu haddini bilmezlere anladıkları dilden konuşmak gerekir.”
“Anladıkları dilden konuşmak”… Bu ne demektir? Pullama, kuşlama engellemek, pankartları toplamaya çalışmak, tartaklamak… Bunlar olacak şey midir? Çeşitli eylemleri eleştirmek, yanlışlığını belirtmek, bir tartışma açarak konuyu bir sonuca bağlamaya çalışmak, anlaşılabilir. Ama ilk olarak engellemek, tartaklamak; bu, işin içine zorun sokulması demektir. Bu, sol içi çatışma karşıtlığıyla açıktan çelişme oluşturur. Sol içi çatışma, yalnızca insanların ölmesine, silah kullanılmasına indirgenemez kuşkusuz. Zor, zordur. Yumrukla, tartaklamakla, silah kullanmak arasında nitelik olarak bir fark yoktur, fark zorun düzeyindedir, niceliğindedir. “Anladığı dilden konuşmak”, tartaklamak, devrimci faaliyete bu biçimlerle engel olmak, sol içi çatışmayı bizzat sürdürmek olmaz mı? Hele devrimci olarak nitelenen grup ve örgütlere karşı, faaliyetini fiilen engellemeci, tartaklayıcı davranmak, sol içi çatışmaları mahkûm etmeye çalışanların tam da kaçınması gereken şeylerdendir.
Genel olarak sol içi çatışmalar sorunu ve bunun geçmişten bugüne tarihselliği içinde ele alınışı kapsamlı bir konu, buna girmeyeceğiz. Sorunun birçok yönü var, kısa bir yazı içinde Çözümlenmesi mümkün değil. Her şeyden önce sol denen çerçeve kimine göre şu kadarını kapsıyor, kimine göre azını ya da fazlasını. Sol’la kastedilen devrimcilerse ki öyle olmalıdır, örneğin PDA-Saçak grubu ya da TBKP bu çerçeveye girer mi? Bizce girmez. PDA-Saçak grubu Yeni Çözüm’e göre de çerçeve dışı. Ama bir başkasına göre onlar da çerçeve içine dâhil edilebiliyor. Ve burada önemli olan herhangi bir devrimci örgüt ya da grubun devrimci olarak nitelediği gruba ya da örgüte karşı çatışmacı bir tutum içinde olmamasıdır. Bu, devrimci olmayanlara karşı çatışmacı, çatışmayı geliştirici olmak, saldırı konumunda olmak anlamına gelmez. Ama devrimci olan ve olmayana karşı bir tavır farklılaşması olması doğaldır. Devrimci olana kardeşçe davranırsın, sorunlar çıktığında bunları kardeşlik temelinde çözmeye çalışırsın, ama devrimci olmayana, böyle davranamazsın, çatışma istemiyor, çatışmadan kaçınıyorsa sorun yoktur, çatışma yanlısıysa kendini koruman gerekir.
Geçmiş, çeşitli yönleriyle karmaşık bir bütün oluşturuyor. Ama genel olarak şu söylenmelidir ki, çatışmadan ve çatışmaları tırmandırmaktan kaçınmak ve devrimci gruplarla ilişkileri kardeşlik temelinde yürütmek gereklidir. Ve bu konuda devrimcilerin, kiminin daha az kiminin daha çok olmak üzere, yanlışlıkları olmuştur. Herkesin soruna olanca içtenliğiyle yaklaşması ve yanlışı yalnızca şu ya da bu grupta aramaması doğru olandır. Amacımız eski defterleri didiklemek değil, “şöyle oldu-böyle oldu”, “sen yaptın-ben yaptım” tartışması açmak hiç değil, bu sonuca götürücü bir tartışma olmaz; ancak her grubun yalnız başkalarında hata aramakla yetinmemek ve kendisine de eleştirel yaklaşmak durumunda olması gerektiğine ilişkin bir örnek vermek istiyoruz. Cezaevinden yazan arkadaşlar 1976’da Demokratik Üniversite Mitinginde ateş açanların kimliğini yanlış veriyorlar. Orada, mitinge katılmaya gelenlerin üzerine ateş açılmasıyla çatışma çıkmıştı. Tekrar ediyoruz: buna, herkesin kendisine karşı da eleştirel bir tutum içinde olması gerektiğini vurgulamak için değindik, yoksa amacımız, kimin ne kadar yanlış yaptığının dökümünü yapmak ya da devrimciler arası çatışmanın herhangi bir tarafını, mağdur durumda olsa da haklı çıkarmak değil.
“Yaptım-yaptın” dökümcülüğünden çok devrimciler arası ilişkilerin kardeşlikten uzaklaşmasının, “sol içi çatışma” denen şeyin kaynaklarını doğru saptayıp, üzerine gitmek ve bunları ortadan kaldırmak doğru olacaktır. Bu kısır tartışmalar içinde boğulmanın da önünü alacaktır.
“Sol içi çatışma”, devrimciler arası kardeşlikten uzak ilişkiler eleştirilmen, mahkûm edilmelidir. Buna karşı çıkacak olan sanırız yoktur. Yalnız silahlı çatışma değil, devrimciler arasında zor üzerine kurulu her türlü ilişki, her türlü baskı, dayatma, itişme-kakışma, tartaklama mahkûm edilmelidir. Sorunun özü devrimciler arasındaki ilişkileri zordan arındırmaktır. Zor, gerekli olduğunda, devrimle karşı devrim, devrimcilerle karşı devrimciler arasındaki ilişkinin bir biçimi olabilir. Devrimciler arasındaki ilişkide zorun her biçimine, genel olarak zora karşı çıkılmadı mı, itiş-kakışla, yumrukla silah arasına kesin bir çizgi çekebilmek pek olanaklı değildir. Ve bu noktada önce kimin başlattığı da önemini yitirmekte, çatışmanın kendisi benimsenebilir olmadığından, saldırıda ya da savunmada olmak pek bir anlam taşımamaktadır. Emperyalist savaşta önce kimin saldırdığını aramanın anlamsız olduğu gibi.
Değindik. Devrimciler arası çatışmayı mahkûm etmek ve çatışmadan kaçınmak, önce bunu tahrik etmemeyi, devrimcilere karşı diliyle, üslubuyla, yapılan nitelemelerle özel ve genel tutumları birbirinden ayırt ederek kardeşçe yaklaşmayı gerektiriyor. Bu konuda da grupçu olmamak, başkasının yanlışını ortaya koyarken onun devrimci olduğunu bilmek ve bir devrimciye nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranmak gerekiyor. Kendime yapılmasını istemediğimi başkasına da yapmamalıyım diye düşünülmelidir. Bu militan ve taraftarların, genel olarak devrimci insanların eğitimi açısından da tayin edici önemdedir. Bir grup taraftarlarını başka grup ve örgütlere karşı kardeşlik duygularıyla eğitmek yerine, yazısıyla, sözüyle başkalarının abartılı kötülenmesine yönelirse, kendisine karşı “oligarşiyle diğer devrimci grupların aynı dilden konuştuğu” iddiasına vardırırsa işi, etkilediği devrimcileri “rakip” gruplara karşı kardeşlik değil düşmanlık, en azından rakiplik ve rekabet duygularıyla doldurup şekillendirmeye yöneliyor demektir. Bu noktadan sonra, “sol içi çatışmaları” mahkûm etmek, gerçek bir mahkûmiyet olmaktan çıkıyor ve anlamını yitiriyor demektir. “Oportünizmin varlık şartı için yapamayacağı şey yoktur” tespiti (Y. Çözüm, 89 Temmuz, s.3), işi çığırından çıkarmaya götürür. Burjuvazi ve gericilikle birleşen TBKP ve PDA-Saçak gibi revizyonist gruplar için doğru olan bu saptama tüm sol gruplar açısından genelleştirilirse, militan ve taraftarlar, kendi dışlarındaki tüm gruplardan gelecek türlü “kötülük ve ahlâksızlık”lara şartlandırılıyorlar demektir. “Her şeyi yapabilecek” denli “gözü dönmüş” devrimci gruplar imajının yaratılması, bu türden eğitilen devrimci insanların başka devrimci gruplar karşısında sürekli tehlike gelecek beklentisi içinde her şeyden kötü ya da ters anlam çıkarmaya hazır olması sonucunu doğurmaz mı? Ve bu türlü eğitilen devrimci, bir başka gruptan devrimciye sırtını teslim etmekten çekinmez mi? Onu kolay kolay kardeşi gözüyle görebilir mi? Oysa hayır, devrimcilerin yanlışlar yapabilecekleri, ama “her şeyi” yapmayacakları, örneğin kendilerini gericiliğe ve burjuvaziye satmayacakları öğretilmelidir. Devrimci olduğu düşünülen gruplara böyle yaklaşılmalı, devrimci insanlar onlara karşı olumsuz şartlandırılmamalı. Eleştiri ayrıdır, ama bir devrimci grubu “her şeyi yapabilir” olarak tanımlamak çok ayrı. Bu, sözü edilen grubu devrimci olarak tanımamak, onu gerici olarak nitelemek anlamına gelir. Reformcu, liberal ya da başka bir türden gerici.
Yazılıp söylenilenler, çeşitli devrimci insanları şu ya da bu ölçüde şekillendiriyor, onların düşünce ve duygularını etkiliyor; bunu bilerek yazılıp söylenmeli. Devrimciler arası kardeşlik ilişkileri, yazılıp söylenenlerle doğrudan bağlantılıdır; devrimcilerin eğitimiyle dolaysız ilişkilidir. Bu nedenle ortaya atılan, söylenen yapılanla uyumlu olmalıdır. “Sol içi çatışma”ya karşı çıkılıyorsa bu mahkûm ediliyorsa, diğer devrimci grup ve örgütlere yaklaşım, onları niteleyip tanımlarken kullanılan üslup, sıfatlar, yapılan saptamalar gerçeğe uygun olmalı, abartılı kötülemelere yönelinmemelidir. Muhatap devrimci görülüyorsa, o eleştirilirse de, ona bir devrimci gibi davranılmalıdır. Böyle yapılmalı ki, etkilenen insanlar da böyle davransın başka bir gruptan devrimciyi kardeşi olarak görsün.
Devrimci olmayan gruplarla ilişkileri bir yana bırakırsak, “Sol içi çatışmanın” kaynağı ile, devrimci birlikler oluşturulmasının engeli olan, aynı kaynaktır: dayatmacılık ve yasakçılığa, rekabetçiliğe yol açan grupçulukla içice geçen demokrasi kültürünün eksikliği, grup ve örgütler arasında demokratik bir ilişki zemini oluşturmaya uzak durma. Gruplar birbirleri karşısında tanı demokrat olmadıkça, birbirlerine, haklarına ve faaliyetlerine demokratça yaklaşmadıkça sorunlar çıkacaktır. Ya zor, ya özgürlük ve demokrasi. Özgürce bir arada bulunabilmeyi öğrenmek, çıkan sorunları, demokrasi temelinde çözebilme yeteneğini geliştirmek gerekiyor. Birbirini itip-kakmadan, birbirine zor kullanmadan ilişkiler demokratik bir temelde kurulabilir. Neden devrimciler birbirini “rakip” görsün? Rakip ortaktır: gericilik, diktatörlük. İktidara yürünüyorsa, birbirine karşı yürünemez, birlikte gericiliğe karşı yürünmelidir. Ama birlikle yürümek de öğrenilmelidir. Zorla hiç kimse birlikte yürümez. Hakları sınırlandığında kimse, başkasının yanında durmaz, farklı düşüncelerini ifade edemedikleri durumda insanlar birlik oluşturmazlar. Ve üstelik zor, zorlama, farklılıkların ifade edilmesinin sınırlanması muhalefete, giderek isyana ve başkaldırıya yol açar. Çalışma nedeni olur. Devrimciler özgürce ve gönüllü olarak bir araya gelebilirler. Özgürlüğün olmadığı yerde zor ve zorun olduğu yerde başkaldırı ve çatışma vardır.
Birlikte eylem yapılıyor, ama bir grup diğerinin pullarını topluyor, pankartlarını engelliyor, birileri diğerlerini tartaklıyor. Hani birliğin gerektirdiği özgürlük? Yoksa birlik zora mı dayalı olacaktır?
Ve pul atıp, pankart açmak provokasyon oluyor! Provokasyon, bu denli basite indirgenmemelidir. Provokasyon başka şeydir. Pul atmanın provakatif niteliğini anlamak mümkün değil. Olsa olsa, burada yarışmacı-rekabetçi bir kaygının sözü edilebilir. Birileri pul atıp pankart açınca, başkaları onların eylemi tek başına sahiplendiği kaygısıyla ve rekabette geri kalacağı duygusuyla buna karşı çıkıyor olmalılar. Ve zaten bu kaygı, “başkasının yarattığı potansiyel üzerinden siyaset yapmak” suçlamasıyla ortaya konuyor. Ama eyleme katılan tüm grupların pul atıp pankart açmasının önünde bir engel olmadığı gibi, bunların hiçbiri provokasyon olmaz ve pul atıp pankart açmayla eylem herhangi bir grubun malı olmaz. Eylem gruplarca birbirlerine karşı değil, diktatörlüğe karşı yapılıyorsa, bu tür kaygılara yer yoktur. Ama eylem bir grubun diğerine karşı eylemiymiş gibi, “potansiyel üzerinden siyaset yapmak”, pankartları engellemek, pulları toplamak vb. yönleriyle tartışılıyor. Gericiliğe karşı yönüyle tartışılmıyor. Bu tür tartışmalar bırakılmalıdır. Eylemin diktatörlüğe karşı nasılı, biçimi, eksiği-fazlası tartışılmalıdır. Ama gruplar arası ilişkiler yerli yerine oturmadığı ve özgürlük ve demokrasi temelinde şekillenmesi henüz benimsenmediği için, tartışılan, gruplar arası ilişkiler olmaya devam ediyor.
Henüz çatışma ve sürtüşmelerden kaçınabilmenin ve eylem birliğinin koşulu olarak özgürlüğün devrimciler arası ilişkilerde gerekli olup olmadığı ve bu ilişkilerin demokratik bir temele sahip olup olmayacağı konusunda bir karara varılamıyor. Bu konuda farklı görüşler var.
Cezaevinden Yeni Çözüm’e yazan arkadaşlar “eylemde birlik, ajitasyonda propagandada serbestlik ilkesi size göre birliğin, bize göre ise oportünizmin ilkesidir” diyorlar. Neden oportünizmin ilkesidir? Bu konuda bir şey söylenmiyor. Geçen sayımızda Lenin’den aktarmıştık, ama arkadaşlar bu konuda klasiklerde bir sey yazmıyor, yazılan, “eylemde birlik, tartışma ve eleştiride serbestlik” ilkesidir diyorlar. Oysa bu ikisi ayrı şeydir.
“Eylemde birlik, tartışma ve eleştiride serbestlik” bir parti ilkesidir. Parti içindeki ilişkileri düzenler. Parti tek bir iradenin eyleme yön verdiği gönüllü bir irade birliğidir. Ama bu irade tekliği, üyelerin tek bir program etrafında gönüllü olarak birleşmiş olmalarından kaynaklanır. Parti içinde tartışma ve eleştiri olur ve sonunda bir karara varılır. Ve bu karar uygulanır. Ama parti monisttir. İçinde farklı sınıf ve tabakaların çıkarlarını savunan farklı ideolojik siyasi çizgilere sahip insanlar ve gruplar yoktur. Parti irade birliğidir. Ve bu irade birliği tek tek her eylemde irade birlikleri olarak şekillenip yansır. Lenin’den yapılan şu alıntıya hiçbir itiraz olamaz: “Eylemde birlik, tartışma ve eleştiride özgürlük: İşte biz disiplini böyle tanımlıyoruz.” Ve: “…yetkili organlar bir kez karara vardıktan sonra, biz bütün ‘parti üyeleri’ tek bir adam gibi davranırız.” İtiraz, konuyla ilgili olarak, yanlış sözcüklerin altının çizilmesine. Konuyla ilgili olarak Lenin’in altını çizdiği sözcüklerin değişmesi gerekiyor. Lenin’den aktarılan pasajın tartışılan sorunla ilişkisizliğini belirtmek için “parti” ve “üyeleri” sözcüklerinin altı çizilmelidir. Aktarılan pasaja partiye ve parti disiplinine ilişkindir, parti üyelerinin davranış ve tutumlarına yön verir niteliktedir. Ama tartışma konusu, ne parti, ne parti disiplini ve ne de parti üyelerinin birbirleriyle ilişkileri. Farklı ideolojik siyasal çizgilere sahip gruplar arası ilişkileri tartışılıyor. Onlar arasındaki eylem birlikleri, tartışılıyor. Bu grupların birliğini parti birliği gibi görmek, sorunu hiç anlamamak olur.
Eylem birliği yapmakla herhangi bir grup diğerine iltihak etmiyor, siyasal çizgisini terk etmiyor, ideolojik farklılıklarından vazgeçmiyor. Bu farklılıklarını koruyarak bir araya gelen gruplardan bir parti gibi hareket etmeleri istenebilir mi, bu beklenebilir mi? Ve parti içi ilişkilere ve parti disiplinine yön veren ilkenin, farklılıklara sahip gruplar arasında geçerli olabileceği düşünülebilir mi? Bu, kuşkusuz olanaksızdır. Ancak herhangi bir grup ideolojik siyasal çizgisinden vazgeçerek diğerine katılırsa, ancak o zaman, aktarılan ilke hayata geçebilir. Çünkü parti farklı grup ye hiziplerin varlığıyla çelişen bir irade birliğidir. Ama devrimci gruplar arasında kurulan/kurulacak eylem birlikleri böyle midir? Eylem birliklerine gruplar, kendileri olarak, farklı ideolojik siyasal çizgileriyle katılırlar. Kendi bağımsız varlıklarını korurlar ve onlardan bir partiymiş gibi hareket etmeleri beklenemez. Farklılıklarını korudukça, çeşitli devrimci grupların, eylem birlikleri oluştursalar da, farklı propaganda ve ajitasyona yönelmeleri ve farklı eylemlerde bulunmaları doğaldır. Bir arada, birlikte yapabildikleri propaganda ve eylemleri birlikte yapacaklar, birlikte yapamadıklarını ayrı ayrı bağımsız faaliyetler olarak gerçekleştireceklerdir. Ve bu bağımsız faaliyetler, bağımsız faaliyet oldukları için hiçbir zaman provokasyon olmaz. Bağımsız faaliyet olarak gerçekleştirildikleri için değil ama somut durumda birilerini provokasyona getiriyorsa, bundan dolayı provokatif nitelik kazanır. Ama cezaevinden yazan arkadaşlar her ayrı bağımsız faaliyete provokasyon diyorlar, niteliğine bakmadan, salt bağımsız olarak gerçekleştirildikleri için. Bu doğru bir yaklaşım olamaz. Herhangi bir eylem, birlik koşullarında bağımsız olarak gerçekleştirilmesi nedeniyle değil ama somut niteliği nedeniyle provokatif olur.
Arkadaşlar “eylemde birlik, ajitasyon ve propagandada serbestlik ilkesi birleştirici değildir” diyorlar, “ne zaman ilkenizi uygulamaya kalktınızsa sol içi birliğin değil, çatışmanın zemini doğdu. Bu ilkenizin uygulandığı her yerde birlik zemini parçalandı” diye yazıyorlar. ’80 öncesine atıfta bulunarak, o zaman bu ilkenin “anti-Sovyetik slogan atmak” anlamına geldiğini, bu ilkeyi savunanlarla Sovyet yanlısı revizyonistler arasında kendilerinin durmak zorunda kaldıklarını yazıp şöyle diyorlar: “Madem bu ilke birleştirici rol üstleniyordu, neden bizim disiplinimize uymak zorunda kaldınız. Gerçekten, tüm sol gruplarla birlikte yapılan gösterilerde anladığınız biçimde ‘ajitasyonda serbestlik’ uygulamadınız. “Yoksa güçsüzlükten ötürü mü ilkelerinizden taviz verdiniz.”
Arkadaşlar, her şeyden önce, revizyonistlerle eylemde birlik gibi bir sorun olmamalıdır devrimciler yönünden. Onlarla hangi platformda birleşilecektir? Eskiden bu sorun daha karmaşık görünüyordu. Bugün daha açık değil mi? Zor koşullarda onlarla birleşebilmek mümkün olabildi mi? Örneğin cezaevlerinde revizyonistlerle ne zaman birleşilebildi? Onlar sürekli olarak “bağımsız” koğuşlarda cezaevi idareleriyle işbirliği içinde olmadılar mı? Sendikalarda patronlarla birleşerek işçilerin fabrikalardan, devrimci sendikacıların işten ve sendikalardan atılmalarını örgütlemediler mi? Derneklerdeki tutumları aynısı değil miydi? Eylül zorunu görünce sendikaların kapısına kilit asmadılar mı? Ve hangi çizgileriyle, önerdikleri hangi platformda onlarla birleşilebilmek mümkün oldu. Reformcu çizgi ve platformlarında mı? Bugün Eylül “demokrasisi”ne entegre olan, açıktan düzen içlik propagandasıyla, cezaevlerindeki “bağımsız” koğuşlarda gerçekleştirdikleri idare ile işbirliğini açıktan ülke idaresiyle işbirliğine dönüştüren revizyonistlerle birleşilebilir mi? Devrimci olarak kaldıkça bu gerçekleşebilir mi? Siz arkadaşlar. Eylül günlerinde onların tecridini mücadele ve birliğin koşulu olarak öngörüyordunuz. Ve bugün onlarla nerede birleşebiliyorsunuz? Koşulların ancak onların yüzlerini gizlemelerine ve “sol içi” geçinmelerine elverecek yumuşaklıkta olduğu durumlarda, onların bu sahtekârlıkları görülemezse, düzen-içi konumlan görmezden gelinirse, onlarla birleşmeci bir tutum içinde olunabilir. Ve bugün bunu sizde pek yapmıyorsunuz. Örneğin PDA-Saçak grubuyla birleşmeye hiç çalışmıyorsunuz. Bu kötü değil, iyi bir şey. Ama birileri kalkar da, onlarla birleş diye dayatır ve “kendi disiplinini” kabul ettirmeye çalışırsa, bunu kabullenir misiniz?
“Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik” ilkesi, devrimciler açısından ve devrimciler arası ilişkilerin düzenleyicisi olarak geçerlidir. Birleştiricidir. Kuşkusuz birleştiriciliğinin ön-varsaydığı bir koşul var: devrimcilerin demokrat oluşları. Birbirlerine karşı demokrat tutum içinde olmaları, ilişkilerini demokratik zeminde kurup geliştirme yönelimine sahip olmaları. Devrimcilerin demokrat oldukları varsayılır, varsayılabilir. Bu nedenle bu ilkenin de birleştirici olduğu varsayılmak durumundadır. Devrimciler ülkenin demokratlaştırılmasını asgari programlarıyla hedefliyorlar, bir demokratik devrimi amaçlıyorlar. Kendi içlerinde ve kendi aralarındaki ilişkilerinde bugünden bu amaçlarına uygun davranmalarını beklemek doğal değil mi? Bu, hayalcilik mi yoksa? Birbirlerine karşı demokrasi uygulamayan devrimciler, ülkenin demokratlaştırılmasını başarabilirler mi?
Ama arkadaşlar siz, birliği demokrasi zemininde gerçekleşen, gerçekleşmesi gerekli bir şey gibi ele almayarak, birliği “bizim disiplinimiz”e uymak koşuluna bağlıyorsunuz. Bu ilke birleştirici değildir, birleştirici olan “bizim disiplinimize uymak”tır demeye getiriyorsunuz. Bu, savunulabilir mi? Gruplar arası ilişkileri, her grubun eşit haklara sahip olduğu demokratik bir platform mu düzenlemelidir, yoksa sizin ya da bir başkasının disiplini ve grupların başkalarının disiplinini kabul etmek zorunda oluşu mu? Ve kim disiplin koyucu konumda olacaktır? Her grubun kendine özgü bir disiplini vardır, hangisi geçerli olacaktır? Güçlü olanın mı dediği olacaktır? Ama bunu da dolaylı olarak eleştiriyorsunuz. Güçsüzlükten ilkelerden taviz verilemez diyorsunuz. Peki disiplini kim sağlayacak? Bileği güçlü olanın sağlaması düşünülemez. Devrimciler zaten bilek gücüne karşı çıktıkları için devrimcidirler bir yönüyle. Anlayışı doğru olan mı? Peki, ama buna kim karar verecek”? Herkes kendisine göre kendi anlayışının doğruluğunu savunuyor ve bu da doğaldır. Başkalarının anlayışım yanlış bulması da doğaldır, ama kendi doğrusunu başkalarına kabul ettirmenin iki yolu vardır: zor ve ikna. Zor, devrimciler arası ilişki söz konusu olduğundan, devre dışıdır, çözüm olarak önerilemez. Gerekli olan iknadır. İkna için de tek bir geçerli zemin vardır, her şeyin özgürce tartışılabileceği, herkesin eşit haklarla özgürce ve gönüllü olarak bir arada bulunabileceği demokrasi platformu. Herkes istediğini söyleyebilmelidir: Bu herkesin kendi görüş ve düşüncelerinin propagandasını yapabilme hakkına sahip olması demektir. Ve karar işçi ve emekçilere, kitlelere bırakılmalıdır. Doğru görüşler kitlelerce benimsenecektir. Yanlış olan kitlelerde ancak geçici bir etkinlik sağlayabilir. Doğru eninde sonunda etkisini sağlar. Bu amaca ulaşabilmek için her devrimci grup kendi propaganda ve ajitasyonunu kitlelere götürebilmelidir. Birlik sağlandığında hiçbir grup kendi ideolojik siyasal düşünce ve çizgisinden vazgeçmediğine göre, kitlelere götürecek ayrı, başkalarından farklı görüş ve düşünceleri olacaktır. Bu görüşlerini kitlelere ulaştıramazsa ve ulaştıramayacak olduktan sonra, neden başkalarıyla birlik oluştursun? Herhangi bir grubun “disiplini” kabul edilerek birlik olanaksızdır. Bunu kabul edecek olan zaten grubunu feshedip disiplinini kabul edeceği gruba iltihak eder.
Kendi disiplinini birleştirici ve birlik koşulu varsaymak, demokrasi kültüründen uzaklığın göstergesi olur. Sorun, her grubu bağlayacak ortak bir disiplin oluşturma sorunudur. Bu, ancak demokrasi savunularak, her grubun eşit haklara sahip olduğu demokratik bir birlik platformu oluşturularak gerçekleştirilebilir. Partide disiplin, nasıl en geniş tartışma özgürlüğü temelinde gerçekleşiyorsa ve gönüllülük koşuluna bağlıysa; devrimci eylem birliklerinde de, demokratik tartışma, her grubun varlığı ve haklarının eşitlik temelinde kabulü, bunun doğal sonucu olarak görüş ve düşüncelerini ortaya koyma, ayrı siyasal faaliyetini sürdürme hakkına saygıyı kucaklayan demokratik bir zeminde gerçekleşebilir. Bunun alternatifi, herkesin kendi başına bağımsız mücadelesidir, devrimci birliğin sağlanamamasıdır. Oysa devrimcilere birlik gerekiyor. Devrimci birlikler oluşturmak gerekiyor. Bunun için ise, “benim disiplinim” anlayışından vazgeçilmelidir. Çünkü bu olacak şey değildir.
Cezaevinden yazan arkadaşlar, eleştirilerini, bir grubun kendi bağımsız eylemi olarak geliştirdiği eylemlere “korsan dalışlar”a yöneltiyorlar. Ama sorun bu değildir. Sorun birlikte, eylem birliği yapılarak örgütlenen eylemler dolayısıyla ortaya çıkıyor.
Örneğin SHP, eskiden CHP mitinglerine davetsiz gitmede bir terslik ve yanlışlık yoktur. Buralarda olan miting içinde mitingdir. Yine çeşitli devrimci grup ve örgütlerin düzenledikleri mitinglere ve genel olarak eylemlere katılım yönünden de pek sorun ve tartışma çıkmamaktadır. Diğer devrimci gruplar ya eylemi düzenleyen grubun çağrısı üzerine ya da bazen çağrıya gerek olmayan doğallığı içinde katılmaktadırlar. Çağrılı ya da çağrısız, ama özellikle çağrılı olduğunda, bu eylemlere kendileri olarak katılacakları açıktır. Örneğin kendi pankartları altında. Zaten çağrının anlamı da budur. Siz, gelin katılın demek, siz olarak katılın demektir, yoksa eylem çağrısının anlamı iltihak çağrısı olur.
Çağrılı ya da çağrısız herhangi bir devrimci grubun düzenlediği eyleme katılmak, kuşkusuz, eylemi düzenleyen grubun koyduğu koşullarla olur. Bu koşullar beğenilmezse tartışma konusu yapılarak katılmak için karşı koşullar ileri sürülebilir, ama sonuçta çağrılılar ya da çağrısız doğallığıyla katılma durumunda olanlar eyleme katılır ya da katılmazlar. Eylemin amacını ya da katılım koşullarını benimsemiyorlarsa, katılmamakta özgürdürler. Sorun çıkmaz.
Ama eylem birliği gerçekleştirilerek düzenlenen ortak eylemlerde geçerli olması gereken demokrasi ilkesidir. Burada herhangi bir grup kendi başına, sanki kendi bağımsız düzenlediği bir eylemmiş gibi kural ve koşul koyamaz. Kural ve koşullar ortak, her grubun gönüllü kabulüyle konabilir. Bu durumda eylemde atılacak slogan, taşınacak pankart vb. konusunda önceden anlaşılabilir de, bu tür kural ve koşullar konmayabilir de. Önceden konmuş kural ve koşullar varsa, bunlara uyulması doğaldır. Bunların ortak bir disipline bağlanması koşuluyla. Ama her eylemi koşula bağlamak, ortak yapılabilecek eylemlerin sınırını daraltır. Her eylemin çerçevesinin sıkıca çizilmesi, bu çerçeveyi dar bulanın ya da bulanların eylemlere katılmaması ve eylem birliği alanının aşırı darlaştırılması anlamına gelir. Daha geniş birlikler -ama kuşkusuz devrimci birlikler- oluşturmak ancak, ajitasyon ve propaganda özgürlüğüne saygıyla olanaklıdır. Burada ortak eylemlere katılanların kendilerini ifade etmeleri özgürlüğünün sözünü bile etmiyoruz. Kuşku yok ki, katılanlar çeşitli araçlarla, pulla, pankartla vb. kendilerini ortaya koyacaklardır. Bunu provokatif eylem olarak nitelemek, kendini ifade eden grubun varlığını provokatif bulmak demektir. Doğal ki, pankartların açılma, pulların atılma zamanı tartışılabilir ve saptanabilir, örneğin henüz eylem başlamadan eylemi açığa vurup güvenliği tehlikeye atacak türden davranışlar doğru olmaz ve provokasyona da neden olabilir.
Arkadaşların sordukları bir soru var: neden “tüm sol gruplarla birlikte yapılan gösterilerde anladığınız biçimde ‘ajitasyonda serbestlik’ uygulamadınız” diyorlar. Arkadaşlar bu ilke, sorumlulukla her somut durumda somut değerlendirme yapmanın engeli değil ki. “Ajitasyon ve propaganda serbest” olur, ama bu, hiçbir değerlendirme yapmadan, önünü arkasını düşünmeden, yerli yersiz şunu ya da bunu yapmak, örneğin ille de anti-Sovyet slogan atmak anlamına gelmez. Sorun, ayrılma hakkı gibidir. Ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının kabulü, nasıl her durum ve koşulda ayrı devlet kurmayı savunma ve bu yönde tutum almayı gerektirmezse, “ajitasyon ve propagandada serbestlik ilkesi”ni savunup uygulamak da, her koşulda ve hiç bir şeyi göz önünde tutmayan bir ajitasyon konusunda ısrar etmeyi gerektirmez. Bu ilkeyi savunmak, sorumsuzluğu savunmak değildir çünkü. Serbestçe ajitasyon ve propaganda yapmak her grubun hakkı olur.
Bunu uygulamaktan doğal bir şey yoktur. Önemli olan hakka saldırmamaktır, “ajitasyon ve propagandada serbestliği”, demokratik ilişkileri, her grubun eşit haklara sahip oluşunu reddetmemektir.
Ve sorunu karikatürize etmekten kaçınılmalıdır. “Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü”, demokrasi, herkesin her istediğini yapması ve zorunda bu yapılabilecek olanlar arasına katılıp mazur gösterilmesi biçiminde yorumlanarak, özgürlük ve demokrasinin yanlışlığı gösterilmek üzere ters yönden uç noktaya çekiştirilip karikatürleştirilerek bir yere varılamaz. Arkadaşlar şöyle yazıyorlar: “Bildirinizde de, burada da feveran ediyorsunuz niye pullarımızı topluyor, bildiri dağıtmamızı engelliyorsunuz diye. Madem sınırsız ve isteyenin istediğini yaptığı bir demokrasiyi savunuyorsunuz, o halde pullarınızı toplamalarına, ortak kararla gerçekleştirilmiş eylemlerde açtığınız pankartları engellemelerine neden karışıyorsunuz?”
Mizah değilse, bu yaklaşım doğru olmaz ve tehlikelidir. Propaganda yapmakla bunu zorla engellemek aynı kefeye konulabilir mi? Birincide özgürlük öngörülüyor, ikincisinde zor uygulanıyor. Ve zor, devrimciler arasında kesinlikle uygulanmamalıdır -ki sizde bunu yazıyorsunuz. Üstelik ortak kararı alanların içinde pankart açanlar da var. Peki, hangi ve kimin kararına dayanarak pankartların toplanmasını savunabiliyorsunuz? Ortak eylemlerde, birliğe katılanların kendilerini ortaya koymalarından doğal bir şey yoktur, ama bunun engellenmesi doğal değildir ve eleştire-geldiğiniz provokasyonlara ve “sol içi çatışmalara” yol açıcı, bunları tahrik edici niteliktedir.
Devrimciler ve devrimci grupların daha demokratik yaklaşımlarla kendi aralarında daha demokratik ve dayatma ve zordan daha çok arınmış ilişkilere ve bu çerçevede daha sağlam, kalıcı ve amaç ve hedefleri ve katılım yönünden daha geniş birliklere ulaşacaklarını, grupçuluğu ve demokratik olmayan tutumların eninde sonunda birliğin engeli olmaktan çıkacağını kuvvetle umuyoruz.
Anarşistçe “özgürlük” değil savunulan, sorumluca demokratik ilkelerin uygulanması. Çünkü devrimcilerin birliği ancak demokratik bir zeminde olanaklıdır. Hedeflenecek olan demokratik ve devrimci birlik olmalıdır. Bu amaçla her kes, tüm devrimciler ellerinden geleni yapmalıdır.

Ağustos 1989

Aydın’da Katliam ve Cezaevi Gerçeği

Diktatörlüğün cinayetler zincirine bir yenisi daha eklendi. Açlık grevleri ölüm orucuna dönüşen siyasi tutuklu ve hükümlülerden Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya Aydın Cezaevi’nde hunharca öldürüldü. Cinayet 40 güne yakın bir süredir Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde açlık grevi yapmakta olan siyasi tutsakların Aydın Cezaevi’ne barbarca yöntemlerle “nakledilmeleri”nden sonra işlendi. Ertesi gün gazetelerde, açlık grevini ölüm orucuna dönüştürerek sürdüren 280 “mahkûm”dan Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’nın cezaevinde gardiyanlar ve güvenlik güçleri tarafından kurşunlanarak öldürüldüğü haberleri yer aldı. Bir sonraki günün haberlerinde ise yetkililerin “mahkûm”ların susuzluk, protein eksikliği v.b. nedenlerle öldükleri açıklamalarında bulunduğu belirtiliyordu. 280 tutuklu ve hükümlünün açlık grevi ölüm orucuna dönüşürken bir katliam olasılığı kamuoyunun bütün dikkatini açlık grevine yöneltmesine neden olmuştu. Siyasi iktidarın açlık grevi yapan tutuklu ve hükümlülerin haklı istemleri karşısında izlediği gaddar ve caniyane tutum, öfke ve tepkilerin hızla büyümesine yol açmıştı.
Bu gelişmeler karşısında açlık grevini kırmak amacıyla, Adalet Bakanı’nın “gizli emri” üzerine Eskişehir Özel Tip Cezaevi tamamen boşaltılmış, tutuklu ve hükümlüler Aydın Cezaevi’ne sürülmüştü. Basına yansıyan haberlere göre Aydın Cezaevi’nde direnişçilere saldıran militarist güçler Hüseyin Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’yı öldürdüler. Çok sayıda tutuklu ve hükümlü de yaralandı.
İster kurşunlanarak olsun, ister açlık, susuzluk vb. bunlar, yapılanın bir cinayet, bir katliam olduğu gerçeğini ört bas edemez. Bu noktaya bir rastlantı sonucu değil aksine, siyasi iktidarın öteden beri izlediği bilinçli, caniyane politikalar sonucunda gelinmiştir.
Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nde 40 güne yakın bir süredir devam eden açlık grevi, artık ölüm orucuna dönüşürken Eskişehir sınırlarını da aşarak diğer cezaevlerine yayıldı; dışarıda çok sayıda demokratik kitle örgütü, sendika çevreleri, diğer kişi ve kuruluşlar arasında geniş ölçülerde desteklendi; dayanışma giderek güçleniyor.
Mardin Yarı Açık Cezaevi’nde-ki adli mahkûmlardan başka, Ceyhan Özel Tip, Kahramanmaraş, Malatya, Nazilli E Tipi, Ergani Kapalı, Gaziantep Özel Tip, Amasya, Diyarbakır, Erzincan, Bursa, Buca ve Urla cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler de cezaevlerindeki baskıları protesto etmek, “1 Ağustos Genelgesi”nin kaldırılması veya Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ndeki açlık grevini desteklemek için süreli ya da süresiz açlık grevine gittiler. Ceyhan’daki açlık grevi 15. gününe yaklaşıyor. Çok sayıda kişi ve kuruluş gerek basın açıklamaları ve ilanlarla, gerekse de çeşitli eylemlerle cezaevlerindeki baskıları protesto ettiler. Sultanahmet Meydanı’nda yapılan gösteride ve diğer bazı yerlerde yapılan eylemlerde birçok kişi gözaltına alındı. Bu gelişmeler Türkiye cezaevlerini yeniden kamuoyunun gündemine getirdi. Devrimci siyasi tutsakların canları pahasına açlık direnişi ve ölüm orucuna geçmelerine neden olan cezaevi koşullarına tekrar bir göz atmakta fayda var.
Siyasi nedenlerle hapis bulunanlara tutuklu ve hükümlü değil de siyasi tutsak denilmesi boşuna değildir. Aslında cezaevlerinde uygulanan baskı ve terörün gerçek açıklamasını bu kavramın içinde aramak daha isabetli olur. Çünkü tutuklu ve hükümlülere yaplan, gerçek anlamıyla düşman eline düşen esir muamelesi, hatta daha da beteridir. Çeşitli yer, zaman ve biçimlerde “ele geçirilen” ilerici, devrimci ve demokratlara yapılan işkenceler cezaevlerinde yapılanlarla sınırlı değildir. Vahşet ve barbarlığın âlâsı daha önceden başlar. Eğer çatışma ve pusularda öldürülmeden ele geçirildiysen canilerin kanlı pençesini daha o andan itibaren üzerinde bulursun. En iğrenç küfürler eşliğinde yağdırılmaya başlanan tekme, tokat, cop, dipçik sağanağı ilk şoku yaşanan içindir. Daha sonraki seanslar karakol, 1. ve 2. şube vb. yerlerde uygulamaya konulur. İşkenceleri uzun uzadıya anlatmaya gerek yok, biliniyor. Cezaevleri de gözaltında bulunduğu sırada öldürülmemiş olanların getirildiği belli başlı yerlerdendir. Cezaevlerine bir kere konulduktan sonra üç yıl mı, beş yıl mı yoksa on yıl mı tutulacağın belli olmaz. Cezaevi yılları siyasi tutsaklar için bir anlamda öldürülme hızının biraz daha yavaşlatıldığı yerlerdir. Tutsaklar burada işkence ya da çatışmada veya pusuda olduğu gibi hemen öldürülmezler. Buradaki ölüm biraz daha ağırlaştırılmış ölümdür. Uzun süreli psikolojik baskı ve saldırılarla birlikte, çeşitli provokasyon ve saldırılar, şiddet uygulamaları, hak gaspları, ağır yaptırımlar, sömürü ve yolsuzluklar vb. bu “yavaş ölüm”ün hazırlayıcı koşullarını oluşturur. Tutsaklar cezaevlerinde bulunduğu süre içinde öyle bir darbe yemelidir ki ölüsü çıkmasa bile bir daha belini doğrultamamalıdır. Nitekim tutuklu ve hükümlülerin sık sık açlık grevi ve ölüm orucuna gitmeye zorlanması bu cani planların birer sonucudur. Açlık grevi ve ölüm orucundan sağ çıkabilen tutsakların eski hallerine dönmeleri imkânsızdır. Bu da faşist canileri bir ölçüde tatmin edebilecek bir şeydir.
Gerek gözaltında, gerekse cezaevinde her türlü savunma olanağından yoksun kalan siyasi tutsakla, ondan intikam alma ateşiyle yanıp tutuşan ve en geniş ve gelişmiş terör araçlarıyla donatılmış işkenceciler güruhu karşı karşıyadır. Devrimci tutsağın etinden ve iradesinden başka sarılabileceği silahı kalmamıştır.     Faşistler geçici güç üstünlüklerinin verdiği pervasızlıkla her türlü tertip ve oyuna başvurmakta sınır tanımazlar. Kudurmuş saldırganlık karşısında siyasi tutsağın karşı koymak ve sesini kalın duvarların dışına çıkarabilmek için bedenini ortaya koymaktan başka çaresi yoktur. Sonuçta kitlesel ölümler olasılığı olsa da devrimci siyasi tutsaklar onurlarını korumak için bunu göze almak zorunda bırakılırlar. Bu da faşizmin devrimcileri, demokratları tümden imha planlarının, onları kendi kendilerini öldürme zorunda bırakmaları biçimidir.
12 Eylül’le birlikte işkence altında alınan düzmece ifadeler ve emir kumanda sistemiyle işleyen sıkıyönetim askeri mahkeme kararlarına dayanılarak zindanlarda çürümeye terk edilen on birlerce ilerici, sol görüşlü ve demokrat, cezaevinin vahşi ortamında karşı devrimin bin bir türlü saldırı ve tezgâhlarına hedef oldu. Toplumu yıkıma götüren gerçek suçluların onlar olduğu imajını yaratabilmek için iğrenç ve aşağılayıcı yöntemlere başvuruldu. Tek tip elbiseler giydirildi. “Sevk zinciri” denilen aşağılayıcı bağlarla nakiller yapıldı. Görüş ve ziyaretlere akıl almaz kısıtlamalar getirildi. Dışardan gönderilen, ya da getirilen yiyecek, diğer zorunlu maddi ve kültürel ihtiyaç maddeleri, paralar, kitap ve yayınlar içeri sokulmadı, tutsaklara verilmedi. İnanç ve düşüncelerine aykırı düşen çağdışı ideolojileri ve davranış kalıpları siyasi tutsaklara süngü ve dipçik zoruyla kabul ettirilmeye çalışıldı. Mektuplaşmaya yasaklar konuldu. Sık sık arama bahanesiyle koğuşlara düzenlenen baskınlarda tutuklu ve hükümlüler dayak ve işkenceden geçirildi. Çay vb. ihtiyaç maddeleri fahiş fiyatlardan satıldı, kantinler yolsuzluk yuvaları haline getirildi. Hastaneye götürülenler kol ve bacaklarından zincirle ranzaya bağlandı. Havalandırmalar ya çok kısıtlandı ya da hepten kaldırıldı.
Askeri faşist cunta döneminde yaşananlarda sivil görünümlü iktidarın işbaşına gelmesiyle bir şey değişmedi. Aksine kimi zaman daha azgın biçimler aldı. Bundan tam 1 yıl önce Adalet Bakanı Oltan Sungurlu imzasıyla yayınlanan genelge ile terör ve işkenceye, saldırı ve gasplara “hukuki” kılıf kazandırılmak istendi. “1 Ağustos Genelgesi” olarak bilinen bu provokatif düzenleme tutsaklar ve ilerici kesimlerce geniş tepki ve protestolarla karşılandı. Genelge dışardan gönderilecek yiyecekleri yasaklıyor, haftalık ziyaretler yerine 15 günlük ziyaretleri öngörüyor, tutsaklara daktilo kullanmayı da yasaklıyor, tek tip elbise giymeyenlere, mahkemede ifade vermeyenlere, duruşmalara gitmeyenlere, toplu halde dilekçe verenlere ve “sessiz” direniş yapanlara, birden fazla tutuklunun havalandırmaya çıkmamasına, ihbarda bulunmayanlara ziyaretçi kabulünden men, mektuplaşma yasağı, hücre hapsi ve katıksız hapis, hatta infaz yakma gibi disiplin cezaları verilmesini öngörüyordu. ! Ayrıca on beş günde bir koğuşların didik didik aranacağı, koğuştan koğuşlara gidiş gelişin yasaklanacağı, açlık grevlerinde tuz ve şekerin verilmeyeceği buyruluyordu. Öte yandan iyi ve kötü hallilik son derece sübjektif ölçütlere bağlanıyor, sicil ve müşahede fişine işlenen bir tutumun olması, pişmanlık gösterilmemesi, ihbarda bulunulmaması, idareye karşı samimi olunmaması ve iş ve görevlerde isteksizlik, kötü hallilik nedeni sayılıyordu. Amaç siyasi tutsaklara boyun eğdirmek, onurlarından ve siyasi kimliklerinden onları vazgeçirmek, devrim ve sosyalizm için mücadele kararlılıklarını yok etmekti.
“1 Ağustos Genelgesi” gelişen güçlü tepkiler karşısında fiili olarak işleyemez duruma getirilmişti, fakat resmen yürürlükten kaldırılmamıştı. Aradan belirli bir zaman geçtikten sonra siyasi iktidar elverişli bulduğu bir anda Genelge’yi yeniden uygulamaya koymak istedi. Tünel olayları bahane edilerek tutuklu ve hükümlülerin kısıtlı hakları da gasp edildi. Bunun üzerine Eskişehir Özel Tip Cezaevindeki siyasi tutsaklar süresiz açlık grevine başladı. Bununla birlikte diğer cezaevlerinde de aynı nedenlerle ve Eskişehir’le dayanışmak için eyleme geçtiler.

Ağustos 1989

RÖPORTAJ: Abdül Kadir KONUK

Bonn’daki basın toplantısında A.Kadir’in elinde silah yoktu, ama elindeki kalemi silah gibi tuttuğu bir gerçekti:
“Türkiye Gibi Bir Ülkede En Büyük Suç Faşizme Karşı Mücadele Etmemektir!”

Film gibi firar”ın yurt dışındaki Türkiyeliler arasında yankısı daha bir başkaydı. Günlerce konuşuldu ve herkes temkinli, suskun bir bekleyişin içine girdi. Cezaevinden çıktı ama bakalım A.Kadir ülkeden nasıl ve ne zaman çıkacaktı?
Bonn’daki basın toplantısını Hürriyet yurt dışı baskısında manşetten verince A.Kadir ile dayanışmada bulunan tüm yürekler, tüm okuyucuları adeta derin bir nefes aldılar ve kaçıştan sonra yarısını gizledikleri sevinçlerini açıkça ortaya koydular.
Alman Yeşiller Partisi’nin ve Uluslararası Yazarlar birliği olarak bilinen ve kısa adı PEN olan örgütün ortaklaşa düzenlediği basın toplantısında, Alman kadın yazar Angelika Mechtel de vardı. A. Kadir’in PEN’e üyeliğinde, cezaevlerindeyken bizzat yazışmaların sürdürülmesinde Angelika Mechtel çok çaba sarf etmişti. A. Kadir’in Almanya topraklarına geldiğine inanamayan dostlarından birisi de Angelika Mechtel’di. A. Kadir’in yurt dışına çıktığına inanamayan birisi daha vardı: Hürriyet gazetesinin yurt dışı muhabirlerinden Ahmet Külahçı. İnanamadığı o kadar belliydi ki, basın toplantısından sonra A. Kadir’den ricada bulunup bir kenara çekip çok yakından bakmak, konuşmak ve hatta resmini çekmek için uğraşıp durdu. (…)
Yurt dışından A. Kadir’e, okuyucularından büyük bir sempati ve dayanışma var. Daha önce kitaplarıyla tanıdıkları ve idam mahkûmu olduğu için belki de hiçbir zaman akıllarından bile geçirmedikleri, onu bir gün yurt dışında görmek, konuşmak, tartışmak ve sohbet etmek, mucize ya da hayal gibi bir şeydi. O nedenle de ona sevgi ve sempatilerini dile getiren birçok insan, “Olamaz bu, imkânsız! -Bu mucize gibi bir şey!- Gerçekten olsa olsa ancak filmlerde olur böyle şeyler” diyordu…
Yurt dışından devrimciler sadece A. Kadir’le değil, daha yüzlerce siyasi hükümlüyle yıllardan beri her türlü dayanışmanın içindeler. A. Kadir’le dayanışmada bulunanlar ve yazışmada bulunanlar ise, adeta onunla birlikte o nereye, hangi cezaevine gittiyse, onlar da oraya gittiler. Yalnız bırakmadılar. Aylarca mektuplarından haber alamayanlar oldu. Sağlığından haber bekleyen Türkiyeli ve diğer uluslardan anti-faşist ve devrimci oldu. Onu sordular hep…
A. Kadir’e bir basın toplantısı çok az geldi. Çünkü o kadar çok anlatacakları var ki.. Bunları herhalde önümüzdeki dönemde tüm Avrupa’yı adım adım dolaşmaya çıktığında anlatıp bitirebilir belki… Basın toplantısından sonra her adım başında, her duruşta anlattıklarının her biri bir basın toplantısına konu olacak şeyler.
Bu kadar zorluğa, hücreye, yokluğa, işkenceye, eziyete, tutsaklığa rağmen kendi deyimi ile “Çocuk yanıyla” hâlâ dinamik ve dipdiriydi A.Kadir. İnsanın aklına hemen, “Bu gücü, enerjiyi, bu dinamikliğini nereden alıyor bu insan” diye sorular geliyor… Morali de o denli yüksek ve yerinde. Otobüste, metroda, tramvayda, durakta durmadan anlatıyor A. Kadir. Bıkmak usanmak bilmeden. Sanki bunca yılın acısını çıkarırcasına ve gecikme yapmış trenin, gecikmesini aradan çıkarmak için, yani “tehir almak” için hızlı gittiği gibi, anlatıyor A.Kadir… Bunca söyleşinin arasında, bu konuşkanlığına takılıp kalıyoruz ve ona “Bak, bu konuşkanlığın yabancı dil öğrenme de işine yarar. Çünkü çok konuşkan olanlar bir yabancı dili biraz daha kolay öğrenebilirlermiş” diye takılıyoruz… A. Kadir ise, “Siz benim suskunluğumu hiç görmemişsiniz herhalde” deyip Ermenek Cezaevi’ndeki bir gecede soluğu Toros’ların havası kadar havayı bir solukta alıp veriyor. Bunun üzerine bir şey diyemiyoruz artık. Bir suskunluk… Ancak içimizden sessiz düşünüyoruz: “Bundan sonra sana susmak yok!”
Evet! Yurt dışında aramızda bir konuk var: A. Kadir KONUK.
Herkes hep birlikte, “Aramıza hoş geldin” diyor bu KONUK’a.

Yurtdışı temsilcimizin, Abdül Kadir Konuk’la yaptığı röportajı yayınlıyoruz:
Ö. DÜNYASI: Ne zaman, nerede ve nasıl tutuklandın? Sana yönelik suçlamalar nelerdi ve hangi suçlardan (!) hüküm giydin?
A. KONUK: 1982 Kasım’ının 26’sında İstanbul Rahmanlar’da bir inşaatta çalışırken gözaltına alındım. 7 Ocak 1983’te İzmir Sıkıyönetim 1 No’lu Mahkemesi tarafından tutuklandım. Hakkında tutuklama kararı Gültepe davası sırasında çıkarılmıştı.
1980 Ocak ve Şubat’ında İzmir’de işçi sınıfının yoğun bir hak direnişi gündeme gelmişti. Kamuoyunda Tariş direnişi olarak bilinen bu mücadelenin bir devamı olan GÜLTEPE olaylarını “yönlendirmek, halkı toplu isyana teşvik etmek, bir polisi öldürmek, banka soymak” ve “TDKP üyesi” olmakla suçlanarak İDAM talebi ile yargılamaya başlanıldı.
TEK-TİP elbise nedeniyle duruşmalardan atıldım. Dava bir bütün olarak başından sonuna kadar gıyabımda sürdü. Sanıksız süren bu duruşmalar sonucunda çıkarılan gerekçeli kararda, banka soygunu ve polis öldürme olayının delil yetersizliği nedeniyle sübuta ermediği belirtilerek 146/1’e uygun davranışlar içinde değerlendirilen “Toplu İsyan” idam için yeterli bulundu. Gerçekte idam cezası gözaltına alınışımdan çok önce verilmişti. Usulen yargılama yapıldı ve karar politik nedenlere dayalı biçimde kin ve intikam duygularını tatmin için onandı. Tek tip elbise uygulaması olmasaydı da aynı karar çıkardı. Çünkü “ilahlar kurban istiyordu.”

Ö. DÜNYASI: Abdülkadir, gerçi birçok okuyucumuz az ya da çok biliyordur, fakat sen bize, tutuklanışından kaçışma kadar olan yaşamının kısa özgeçmişini özetler misin?
A. KONUK: 9 ayrı cezaevinde 7 yıla yakın bir süre kaldım. Bu sürenin yaklaşık 5 yılını hücrelerde geçirdim ve yine bu süre içinde 10 sevk yaşadım. Biz bir grup idamlık olarak nedense özel bir uygulamaya tâbi tutulduk. Türkiye’de en çok gezdirilenler biz olduk. Bu nedenle de adımız bir bütün olarak “Buca takımı”na çıktı.
Az sayıda insanla birlikte yaşadığım bu 7 yılın bende müthiş güzellikte anıları kaldı. Bunların içinden bir ikisini seçmek istemiyorum. Onların hepsini bir gün halkımızın beğenisine sunacağım kuşkusuz. Acı-tatlı günlerimiz oldu. İki can dostumuzu sehpaya gönderdikleri anların hüznünü birkaç satırla anlatmak saygısızlık olur. Biz bir ekip olarak yaşadık.
Saygıya dayanan bir dostluğumuz vardı. Kuşkusuz kırgınlıklar, küskünlükler de oldu. Ama bunları aşmasını bildiğimizi sanıyorum. Ölüm karşısında bir dayanışmayı yaşadık. Çıkarsız, art düşüncesiz bir dayanışmaydı bu. Şimdi içerde olan hücre arkadaşlarımın da bu yargıma katılacaklarını sanıyorum. Üstümüzde şekillendirilmek istenen baskılara bu dostluğun gücü ve devrime olan inancımızla karşı çıktık. Başından sonuna kadar hiçbir yerde, hiçbir yaptırıma uymadık. Çabuk karar alabiliyorduk. Kimse grup çıkarlarını ön plana çıkarmadı. Orada çıkarımız birdi. Birlikte üzülmeyi, birlikte ağız dolusu gülmeyi becerebildik sanıyorum. Şimdi içeride olan hücre arkadaşlarımı bu nedenle özel olarak selamlamak istiyorum.

Ö. DÜNYASI: Türkiye zindanlarında bir idamlık yazar olarak, oradaki yaşamdan kısa kesitler sunman için bazı kavramlar söylense, “mektup, yaşamak, özgürlük, direniş, haber, yaşama sevinci, umut vb.” neler gelir geçerdi aklından?
A. KONUK: Cezaevinde çok sayıda insanla yazıştığım bilinen bir gerçek. Bunu iş olsun diye, ya da can sıkıntısından yapmadım. Bir “mektup-kolik” de değilim. Ama mektuplara özel bir önem verişimin nedenleri var. İdare ile kavgalarımdan çoğu da mektup yüzünden olmuştu zaten.
Dört duvarı delip çıkmanın, dış dünyayla bütünleşmenin, ses olup ulaşmanın, yeni dostluklar oluşturmanın bir yoluydu mektuplar. Onlarla çoğalıyor, onlardan bir ^şeyler öğreniyordum. Burjuvazi bizleri izole edip insanlardan soyutlamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Onlar bizim duvarlarla özdeşleşmemizi, yalnızlaşmamızı istiyorlardı. Tek kendini düşünen insanlar olmamızı sağlamak için didiniyorlardı. Oysa dışarıda gürül gürül bir yaşam akıyordu. Onun bir damlacığını bile içeriye taşıma özverisinde bulunanları yanıtsız bırakmak benim açımdan büyük bir terbiyesizlik olurdu.
Yazılan her mektubu bu nedenle yanıtsız bırakmadım. Kaçıştan sonra polis bana yazan herkesi yakalamış. İnsanları kokutmak, sindirmek istiyorlar. Ama insanların böyle ucuz manevralardan yılacağını hiç sanmıyorum.
Yaşamak sözcüğünün bizde anlamı hiç değişmedi. Çünkü biz onun “bir ağaç gibi”sini ve “bir orman gibi”sini çok iyi biliyorduk. Bizim için önemli olan ne kadar yaşanılacağı değil, nasıl yaşanıldığıydı. Devrimci inancımıza uygun olarak yaşadığımızı sanıyoruz. Yaşadığımız yerlerdeki görevliler bizi sevmeseler de saygı duymak zorunda kalıyorlardı. Bunu yıllar sonra oğlum tutuklanıp eskiden yattığım cezaevine konulduğunda daha yakından öğrenme olanağı buldum. Biz idama nikâhlıydık ama yaşama da delicesine sevdalı. Sevdamıza toz kondurmadık elbette.
İçerideki insanın özgürlüğü düşünmemesi olanaksız. Duvarları aşıp geçen bir böcek bile birçok şey anlatabiliyor insanlara. Ama kimsenin “ah vah” ettiğini de duymadım. İlkemiz vardı. “Koç gibi yatar aslan gibi çıkarız.” Kimse özgürlüğün birileri tarafından sunulmasını beklemiyor. O nasıl olsa elde edilecek. Ama er ama geç, ama ucuz, ama can pahasına. Bunu engelleyecek güç göremiyoruz.
En güzel sevdalar da içerde filizlendi. Koca koca adamların sevdayla kavrulması biraz tuhaf gibi geliyor ilk bakışta ama ne gam. Önemli olan öylesi bir yüreği taşımak ve o yüreğe dünyanın sevdasını yükleyebilmek. Az cesaret işi midir bu? Hele de vurgunların, terkedilmişliklerin, yalnızlıkların yaşandığı bir ortamda. İnsanlara “Hayyo” diye bağırmayı kim yasaklayabilir ki?

Ö. DÜNYASI: İlk iki kitabın peşpeşe yayınlandı ve önemli bir ilgi gördü. Üçüncüsü yayınlanmak üzere.. Cezaevinde başlayan Yazarlığın nasıl ortaya çıktı? Kitaplarınla ve yazarlığınla neyi hedefliyorsun?
A. KONUK: Yazılarımın ilk yayımlandığı dergiyi hücrelerde kendimiz çıkardık. Durduk yerde çıkan bu derginin adı çıkışına uygun olarak DURDUK YERDE oldu. TV’miz, radyomuz yoktu. Gecelerde dergiye yazılar hazırlıyor, çıkışını sabırsızlıkla bekliyorduk. Hepimiz yazıyorduk, çiziyorduk. Sonra hafta sonunda bir gece sabaha kadar değerlendirmesini yapıyorduk. Yaşamı onunla gırgır geçebilecek kadar ciddiye almanın ürünüydü. Durduk Yerde. Ölmesini bilenler üretmesini ve eğlenmesini de biliyorlardı. O dergilerden yaşama ilişkin birçok şeyi bulmak olanaklıydı.
Sonra ilk romanın planlan çıktı ortaya. Onu Burdur Cezaevi’nde tamamladım. Ardından ikincisi, geldi. Ve üçüncüsü. Şiirlerim, öykülerim hücre arkadaşı oldu hana. Bunları yazışta asıl amaç bir saldırı kampanyasına girişmiş olan “EylüIist”lere cılız da olsa bir yanıt verebilmekti. Amacıma ulaştığımı rahatlıkla söyleyebilirim şimdi. Devrimci sanat, devrimci edebiyat gökten zembille inmeyecek. Onu bu mücadelenin içinde yaşayanlar oluşturacak. Bir tutam tuzla katılabilenlere selam olsun.

Ö. DÜNYASI: Başarıyla sonuçlansa da, sonuçlanmasa da, 12 Eylül sonrası, “Zindanları delip kaçma”, “tünel kazma” ve ayrıca direnişler devrimci bir gelenek oldu artık. Delik deşik olmayan zindan kalmadı herhalde… Bu konuda neler düşünüyorsun?
A. KONUK: İçerde olup da kaçmayı aklından geçirmemek olanaklı mı? Elbette insanlar bunun yollarını hep düşünüp araştıracak. Kaçmak bir tutkudur. Afrodit’e sevdalanmak gibi bir şey bu. Ulaşılması güç ama alabildiğine heyecanlı. Bilinir ki Alkadraz’dan kaçıldı. Koşullar bir araya geldiğinde her yerden de kaçılacak. İnsanlarımız “sonuna kadar yatmak” için kimseye namus sözü vermedi. Ayrıca insanlar ustalaştılar. Dışarıda yaşayanların aklının ucundan bile geçmeyecek yöntemleri var onların. Bunun engellenebileceğini hiç sanmıyorum.

Ö. DÜNYASI: Yurt dışına çıkar çıkmaz çeşitli kuruluşlar (Uluslararası Af Örgütü, PEN, Yeşiller vb.), senin kaçışınla ilgili nasıl bir tavır takındılar? Yurt dışından dayanışmanın önemi konusunda neler düşünüyorsun?
A. KONUK: Yurt dışına çıkışımdan sonra uluslararası kuruluşların sıcak desteğini gördüm, yaşadım. Aİ, PEN, YEŞİLLER ve Alman devrimcileri, demokratları dostluklarını esirgemediler. Onlara burada da teşekkür etmek istiyorum. Bu arada “Hürriyet” oyununu oynadı yine. Sanki biz bürosuna gitmişiz ya da o bizi bulmuş gibi yazdı. Oysa PEN ve YEŞİLLER’in ortak düzenlediği basın toplantısından almıştı haberi.
Yurt dışında daha sıcak dostlukların oluşturulması olanaklı. Sadece faydacı anlayışları mahkûm etmek gerekir, diye düşünüyorum.

Ö. DÜNYASI: Burjuva basını kaçışınla ilgili olarak üst üste bir -iki gün şaşkınlığını ve kaçışın ustaca organizesiyle ilgili olarak da “hayranlığını” istemeyerek de olsa birinci sayfada ve manşetten verdiler: “Film gibi kaçış – Korkunç firar – Görülmedik firar” vb… Kaçışınla ilgili olarak neler söylemek istiyorsun? Kaçış sırasında neler gelip geçti aklından, ne tür duygular vardı içinde?
A. KONUK: Kaçışımla ilgili şunları söylemek istiyorum.
FİRAR -Bir idam mahkûmu kaçtı-
Adam kaçtı
Tutun! Tutun!
Kementlerle beklediler de
geceler boyu
Tutup bir kere olsun
ağız tadıyla
sıkamadılar boynunu.
Adam kaçtı
Tutun! Tutun
Salyaları kaldı dudaklarında.
Adamda da kabahat
İnsan kaçarken
bir haber verir
Böyle güle güle
bozmaz oyunu.
Kaçış sırasında aklıma neler geldi? O anda sadece eylemi düşünüyordum. Ve tabii yoldaşlarımı. Her şey çok kısa bir sürede olupbitti. Yüreğim coşkuyla çıldırdı adeta. Sarılıp öpmek istedim hepsini, olmadı. Planda öpüşme sahnesi yoktu. Ama sözümüz var, bir gün bir “limonlu çorba” içeceğiz mutlaka. Böylesi güzel bir anda heyecanlanmadım desem yalan olur. Ama bu heyecan eylemin güzelliği ve başarısından kaynaklanıyordu. Orada ölmek de vardı ve ne ben ne de gelenler bunu aklımızın köşesinden bile geçirmiyorduk. Çünkü ölülerimiz oldukça pahalıya mal olacaktı.

Ö.DÜNYASI: Özgürlüğüne kavuşup, ayağım toprağa basınca neler hissettin?
A. KONUK: Ayaklarım şaşırdı önce. Kendimi koskoca bir boşluğun bir gürültü tufanının içinde buldum birden. Her şey o kadar güzeldi ki… Taşları tekmelemek, yumuşak toprağa basmak… Gökyüzünü alabildiğine görmek… Duvar yok, kilit yok yürü ha yürü… Bunca sevinç sarhoş eder elbette insanı. Akşama kadar durup durup güldüm bu yüzden. Bizimkiler kendilerinden o denli emin gelmişler ki evde yemek tam saatinde konmuş sofraya. Kapıyı açan arkadaş “geç kaldınız” deyince gülmemek elde mi? Sanki çarşıdan geliyoruz. O kadar emin. Bu inanca söylenecek söz var mı?

Ö.DÜNYASI: “İki mektup aldığım gün, hücremde o gün üç kişi oluyordum” diyorsun. Haberleşme, yazışma dışarıdaki yaşama katılma herhalde her zaman vazgeçemediğin uğraşın ve en büyük özlemin oldu. Şimdi bu konuda neler düşünüyorsun?
A. KONUK: Şimdi de koşullarım uygun hale gelince ben içeri yazacağım. Onları mektuba boğacağım demiyorum ama vefasızlık da yapmayacağım. Çünkü sesimle söyleşilerine katılmak bir saatlik olsun konukları olmak, dostluklarının sıcaklığını hissetmek az şey değil. Onları seviyorum ve bu hep böyle sürecek. Bir tek sorunum var. Yazıştığım insanların çoğunun adresleri yok elimde. Onların beni bağışlamalarını diliyorum.

Ö. DÜNYASI: “Girdiğim günden itibaren, hiçbir zaman dört duvarı kabullenemedim. Her zaman kapı açılacak ve kaçıp gideceğim bir gün mutlaka” diye düşündüğünü, o umutla yaşadığını söylüyorsun. Tüm cezaevlerinde bu umudu nasıl duyup yaşadın, bu konuda neler yaptın, ya da yaptınız, yapmaya çalıştınız?
A. KONUK: Cezaevlerine alışmadım. Alışmak için de hiçbir çabam olmadı. Yatmasına yattık ama zorunluluktandı bu. Hiç kimse de gönüllü yatmıyor zaten, içerde en kötü şey, ortamı kanıksamak, yani alışmak. Monotonluğa kapılıp gitmek. Bu durum insanı duyarsızlaştırıyor. Yavaş yavaş ölümdür bu. Cezaevinin bedensel çürütmesine beyinsel çürümeyi de eklemektir. Hele de insan inancını yitirmeye başlamışsa, umutsuzluğa kapılmışsa o duvarlarla bütünleşip yiter gider kolayca.
Mücadeleden umudumdan yana hiç kuşkuya düşmedim. Hep öğrenmeye çalıştım karınca kararınca. Her fırsatta kendimi yeniden üretmeye çalıştım. Çocuk yanımı korudum bir de…

Ö. DÜNYASI: Yazarlık ve kitapların konusunda Özgürlük Dünyası olarak ilerde ayrı bir söyleşi yapmayı düşünüyoruz ve mutlaka yapacağız da. Ama bugün sana bu konudaki ileriye yönelik düşünce ya da tasarılarını sormak istiyoruz. Neler yapmak istiyorsun bu konuda?
A. KONUK: Elbette yazmaya devam edeceğim, ediyorum da. Şiirlerimi zaman zaman derginize de göndermeyi düşünüyorum. Yazma konusunda birçok tasarım var. Bunları gerçekleştirebilecek ortama da sahibim artık. Tembellik için geçerli hiçbir neden yok. Şu anda bir şiir kitabının hazırlıkları içindeyim. Kitaplarımdan ÇÖZÜLME’nin iki yabancı dile çevirisi yapılıyor. Yurt dışında yayınlanan dergilerle ilişki kurmaya çalışıyorum. Ülkede bana bu olanağı sağlayacak dergilere de yazacağım. Yıllarca bu anı bekledim ve şimdi bunu değerlendirmek benim görevim.

Ö. DÜNYASI: İçerideyken çeşitli basın organlarında “TDKP’nin üçe bölündüğü, yok olduğu” şeklindeki çıkan haberleri duymuş olmalısın. Bu haberleri, dışarı çıktıktan sonra nasıl değerlendiriyorsun?
A. KONUK: Görülmüş hesapları yeniden ele almanın hiçbir yararı yoktur. Dönem kendi posasını döktü, hepsi bu. Partimizin savaşçı, direşken bir parti olarak ayakta kaldığını bugün herkes kendi sıcak yaşamı içinde görüyor. Tasfiyecilik bazılarının alnında kara bir leke olarak yaşamları boyu kalacak elbette. Ancak onlar bugün Parti için hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Kendi çadırlarının altında göçebe olarak yaşayıp yok olacaklarını da biliyorlar. Oysa sınıfın bağrında gelişip güçlenen TDKP geleceği, güzel günleri bugün de temsil ediyor, gelecekte de edecek.

Ö. DUNYASI: Ö.Dünyası aracılığı ile, okuyucularımıza, özellikle cezaevlerindeki okuyucularımıza, tabii ki kitaplarının okuyucularına da iletmek istediğin, söylemek istediğin bir şey var mı?
A. KONUK: Mücadelenin içinde yer alan, bağımsızlık demokrasi ve sosyalizm mücadelesini ilke edinmiş, içeride ya da dışarıda kim olursa olsun hepsini, bir bütün olarak halkımızı yürekten seviyor, selamlıyorum. Bana hep yaşam sevinci sunan kızlarımızı, oğullarımızı, ufacık, ele avuca sığmaz geleceğimiz olan çocuklarımızı çok öpüyorum ve ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’na başarılar diliyorum.
Son bir söz:
Bu söyleşide belki “iri” laflar arayanlar olacak. Bir eski sözü anımsatmayı yeterli buluyorum.
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” teşekkür ediyorum.

Ö. DÜNYASI: Abdül Kadir, bu seninle ilk söyleşimiz, ama elbette son söyleşi olmayacak… Söyleşimizin sonuna geldik. Çalışmalarında başarılar diliyoruz…

Ağustos 1989

KONUMUZ: DEMOKRASİ-2 Statükoyu Korumada Yeni Bir Yönelim: ”Yerel Demokrasiden Genel Demokrasiye”

TBKP ve yandaşları, yasallaşmak için, Godot’yu bekler gibi, tekelci burjuvazinin icazetini bekleye dursun, umutlarını bağladıkları Eylül reformları ile çeşitli siyasal reformlar ile Eylül rejimi oturmaya; ‘demokratik’ görünümlerle yerleşmeye başlıyor. Ulusal ve uluslararası güçler dengesindeki gelişmelere ve tekelci burjuvazinin siyasal tercihlerine uygun olarak, rejimin yeni siyasal tedbirler paketi, reformlar paketi açılıyor ve uygulanıyor.
Eylül reformları ile sistem kendini siyasal yönden takviye etmeyi hedefliyor, siyasetin normalleşmesi ve geleneksel kurallara uygun hale getirilmesi, kendi doğal seyrine girmesi, yeni siyasal yapıların yerine oturması amaçlanıyor. Önceden hesap edilmeyen etmenlerin devreye girmesini ve bunların sonuçlarını bir yana bırakırsak, bugüne kadar kat edilen yolda, sistem-içi Eylülvari seçimlerin peş peşe sıralanması, sistemin kendini ne ölçüde takviye ettiğinin göstergesini oluşturuyor. Dün sadece ANAP, Eylül politikalarının sürdürücüsü olarak görülüyordu, siyasal platformda gericiliğin DYP ve SHP gibi kolları için anti-Eylülcü bir söylem kullanılıyordu. DYP ve SHP gibi oluşumlara. Eylül karanlığından çıkışın seçenekleri olarak umut bağlanmıştı, özellikle son yerel seçimlerin ortaya çıkardığı sonuç, bu umudu artırdı; umut bağlananlar umut kırıcı davranışlarda bulunsalar da, gericiliğin yeni politikalarını yeni koşullarda sürdürmeye aday olduklarını ispatlama yarışına girmiş olsalar da, demokrasi için erken seçim çağrısı ve hazırlıkları bugün sol-reformculuğun siyasal faaliyetinin merkezinde yer alıyor.
Son yerel seçimler ve seçim sonuçları, siyasal sistemin, Eylül rejiminin var olan istikrarsızlığının hem bir sonucuydu, hem de istikrarsızlığın açığa çıkmasının yeni bir göstergesini oluşturdu. Son 3-4 yıl içinde yapılan seçim ve referandumları, istikrarsızlığın bir göstergesi ve sistemin yerine oturma çabaları olarak yorumlamak gerekiyor. Yerel seçim sonuçları istikrarı getirmedi, istikrarsızlığı derinleştirdi. Şimdi erken seçim tartışması siyasal gündemin ilk sırasında yer alıyor. Eylül rejiminin çizdiği sınırların dışına çıkmadan, siyasal istikrarsızlığa, gazete sütunlarında zaman zaman askerî-darbe korkuluğunun ucu gösterilse de, erken seçim yoluyla çözüm aranıyor. Eylül reformları ve Eylül rejiminin çerçevesi, erken seçim yoluyla, erken seçim sonucunda ortaya çıkabileceği tasavvur edilen istikrarlı ve normalleşmiş bir siyasal tablo ile tamamlanmak isteniyor. Olası bir erken seçim sonrasında, yeni dönemin koşullarına uyarlanmış biçimiyle Eylül politikalarının ve Eylül rejiminin, verili siyasal koşullarda önemli değişiklikler ortaya çıkmadığı sürece, SHP’li-DYP’li hükümetler eliyle sürdürülmesinin sisteme istikrar kazandırması bekleniyor.
Eylül şoku sürdürülmek isteniyor. 1 Mayıs kutlamalarında ve işçi eylemlerinde yaşandığı gibi, en sıradan hak istemleri bile, kan ve terörle bastırılmaya çalışılıyor. Ama Eylül şokunun atlatıldığı ve sınıf radikalizminin yeni bir ivme kazandığı görülüyor. Eylül rejiminin çizdiği çerçeve, her türden engellemeye karşın, genel greve doğru evrilen işçi eylemleri ile işçi direnişleri ile yeni demokratik muhalefet devreye girmesi ile zorlanıyor.
Sınıf hareketi ve sınıf hareketinin radikalleşme ve genişleme potansiyeli taşıması, yığınlarda alttan alta gelişen bir demokratik mayalanma, tekelci burjuvazinin istikrar arayışına, bir istikrarsızlık unsuru, ağırlıklı bir istikrarsızlık unsuru olarak dâhil oluyor. Tekelci burjuvazi, istikrarsızlığa mahkûm bir istikrar arayışına yöneliyor.
26 Mart 1989 yerel seçimlerinde, kitlesel memnuniyetsizliğin ilk işaretleri açığa çıktı ve işçi sınıfının kitlesel muhalefeti, radikal bir eylem çizgisine doğru evrilmeye başladı.
26 Mart seçimleri, aynı zamanda, ANAP iktidarı eliyle uygulanmakta olan 12 Eylül politikalarının reddedildiğinin bir göstergesini oluşturdu.
Eylül politikalarının reddedilmesi ile Eylül rejiminin sona ermesi, 12 Eylül’e ‘yol görünmesi’, elbette ki, bir ve aynı şey değildir.
Yerel seçimlerin hemen arkasından Adımlar Dergisi, “12 Eylül’e Yol Göründüğü”nü kapak manşeti olarak kullanıyordu.
Bu saptama bir tahlilin, bir tutumun doğal sonucu olarak ortaya çıkıyordu ve bir bakış açışım sergilemesi açısından dikkat çekiciydi: Demokrasiye bakış açısını ve yerel seçimler karşısındaki tutumu… Veya şöyle ifade etmek mümkün: Yerel seçimler karşısındaki tutum, demokrasi-devlet ve devrim konusundaki genel bakış açısının göstergesini oluşturuyor.
Bir alt başlıkta sergileyeceğiz. Yerel seçimlerle ilgili tutum, TBKP politikalarının sistemle, Eylül politikaları ile çok yönlü entegre olduğunu, daha önemlisi TBKP çizgisinin Eylül reformları ile uyum içerisinde somutluk kazandığını gösteriyor. ‘Ulusal mutabakat’ çağrıları somut politika üretiminin ana sloganı oluyor. Egemen politikanın ‘milli birlik ve beraberlik’ sloganı, TBKP jargonunda, ‘ulusal mutabakat’ çağrıları ile tekrarlanıyor. TBKP çizgisine yakınlığı ile bilinen Adımlar Dergisi’nde H. Kutlu imzası ile çıkan tüm makalelerin ana temasını, ‘ulusal mutabakat” çağrısı oluşturuyor.
Somut politika üretimi, ‘ulusal mutabakat’ temelinde gerçekleşiyor.
Adımlar Dergisi, Somut Programı Formüle Ediyor
TBKP, yerel veya genel ayırımı yapmadan her türden seçime çok önem veriyor, çok önem verdiğini göstermek için de somut politikalar üretiyor. ‘Ulusal mutabakat’ politikasına, en çok seçim dönemlerinde ihtiyaç duyulması gerektiğinin bilinciyle hareket ediyor.
26 Mart yerel seçimleri, parlamenter sistemin sadece eski ve yeni sözcüleri tarafından değil, TBKP ve yandaşları tarafından da genel seçim düzeyinde, genel seçim bakış açısıyla ele alındı. Demokrasinin gerçekleştirilmesi, 12 Eylül Dönemi’nin sona ermesi için, Adımlar gibi, Yeni Açılım gibi dergilerde, yerel yönetimlerin demokratik kurumlar içerisindeki yerine dikkat çekildi. 26 Mart yerel seçimlerinde izlenmesi gereken çizgiye özel bir önem verildi.
26 Mart yerel seçimlerindeki tutumuyla, TBKP, sistemin dolaylı değil, artık dolaysız bir gücü konumuna yükselmeye hazır olduğunu ilan etme fırsatını da yakalamış oldu. Parlamenter demokrasinin, şu andaki muhalefet güçleri SHP ve DYP ile ‘demokrasi’ platformunda aynı düzeyde bir yer işgal ettiğini ispat etmeye çalıştı. Yerel seçim sonuçlan, SHP ve DYP’yi muhalefet partileri olmaktan çıkarıp, iktidara aday partiler konumuna yükseltti. TBKP ise, dün de, bugün de, genel başkan ve genel sekreterlerinin hapiste olmasından dolayı, sadece isminden söz ettirebiliyor. Bir de 141-142 tartışmaları vesilesiyle anılıyor.
141-142 üzerine yapılan tartışmalar ve hep geleceğe ertelenen umutlar, somut bir durumu ifade ediyor. Demokrasi, 141-142 rakamları ile somutlanıyor. 141-142 rakamlarına eşitleniyor.
TBKP, sadece 141-142 platformunda değil, demokrasinin bütün cephelerinde, hep somut politikalar üretmeye, somut programlar geliştirmeye yöneliyor. Kendi solunu da hep soyut kalmakla, soyul sloganları tekrarlamakla suçluyor.
Adımlar Dergisi, solu, geçmişte yerel yönetimlere ilgisiz kalmakla, somut programlar geliştirmemiş olmakla eleştiriyor.
Adımlar, 26 Mart yerel seçimleri öncesinde ve sonrasında, yerel yönetimlere ilgisiz kalmadığını, somut programlar geliştirmiş olduğunu göstermiş oluyor. Sol açısından eleştirisinin doğruluğu-yanlışlığı bir yana, geliştirilen somut programla Adımlar’ın, siyasal yelpazenin sol taralında ser almadığı görülüyor.
Geliştirilen somut politikayı, yerel seçimler öncesinin Adımlar Dergisi’nden aktaralım: “Bir yerde SHP’li, başka bir yerde DSP’li ya da bağımsız adayı, hatta DYP’li desteklenebilir. Sol olarak ortak adaylar çıkarılabilir. Bu ancak çevre belediyelerde, küçük birimlerde yararlı olacaktır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, kimi yerlerde bağımsız adayların gösterilip desteklenmesinin büyük pratik önemi vardır. Kimi yerlerde DYP, SHP, DSP ya da bunlardan ikisi arasında mutabakat sağlanabilir.” (Adımlar, 26 Şubat-11 Mart 1989, sayı 5, sy.3)
TBKP, umudunu ve kaderini, mevcut siyasal göçler arasında bir mutabakat sağlanmasına ve siyasal istikrarın bozulmamasına bağlamış gözüküyor. Her somut olayda ‘ulusal mutabakat’ın sağlanmasını, siyasal faaliyetinin ve siyasal varlığının merkezine koymuş durumda…
TBKP gibi bir siyasal oluşumun, siyasal varlığına veya siyasal işlevine, olduğundan fazla bir anlam yüklediğimiz sanılmamak. Böyle olmadığı biliniyor. TKP-TBKP’nin Türkiye siyasal tarihinde, siyasal mücadelede işgal ettiği yer de biliniyor. TKP-TBKP varlığından ve gücünden çok, daha çok ismi ve tarihsel geçmişi ile öne çıkıyor. ‘Sol’ olarak biliniyor. ‘Sol’ olarak lanse ediliyor, sistemle geçmişten beri var olan entegrasyonu ve bugün bu entegrasyonun organik bir dönüşüme uğrama süreci görülmüyor, görmezlikten geliniyor. Her somut olayda, güncel politikalarda, TKP-TBKP’nin düzenle, sistemle var olan entegrasyonunu saptayabilmek mümkün hale geliyor.
Materyal eksikliği ve var olan olanakların sınırlılığı ve yasal sansür nedeniyle, zaman zaman kalemimiz tutukluk yapsa da, bu saptamaları belirgin birkaç noktası ile aktarabilmenin, düzen-içiliğe karşı mücadele açısından yararına inanıyoruz. Reformcu pratiklerle hesaplaşılmadan, yaşamın her gün yeni baştan ürettiği karmaşık, pratik sorunları kolaylıkla çözebilmek, genel doğruların slogan düzesinde tekrarında ısrar edilmediği sürece mümkün gözükmüyor.
Demokrasi anlayışı dışında TKP-TBKP çizgisinin reformcu. sistem-içi konumunu, artık her türden somut pratik karşısındaki TBKP tutumunda görebilmek mümkün. Mevcut parlamentonun değerlendirilmelinde, parlamento dâhil siyasal mekanizmanın kurumlarına karşı alınmadı gereken tutumda, seçim taktiklerinde. TBKP düzen partilerinden farklı bir çizgiye sahip olmadığını hep vurgulamaya çalışıyor. TBKP çizgisi ve pratiği 1980 öncesinden daha yoğun ve gözle görülür bir biçimde, ‘mutabakat’ politikası çerçevesinde şekilleniyor. ‘Mutabakat’ politikası, sistemle dolaysız bütünleşmenin, entegrasyon sürecinin tamamlanmasının başka bir ifade ediliş biçimi oluyor.
‘Mutabakat’ politikası, bazen ‘hükümetin yıpratılmaması’ gerektiği çağrılarında ifadesini buluyor, bazen de, 26 Mart yerel seçimlerinde Adımlar Dergisi’nin 26 Şubat-11 Mart 1989 tarihli 5. sayısından yukarıya aldığımız ibareden görülebileceği gibi, SHP ve DYP’nin desteklenmesine kadar varan bir seçim taktiğinde güncelleşiyor. Seçim taktiği-seçim mutabakatı siyasal sistemle, sistemin doğrudan siyasal örgütleri ile bütünleşme çizgisini yansıtıyor. Sistemle bütünleşme çizgisi, seçim taktiğinde güncel politik ifadesini buluyor.
26 Mart yerel seçimleri veya daha genel konuşursak herhangi bir genel seçimle ilgili olarak, herhangi bir siyasal örgütün izlediği seçim taktiği, son tahlilde bir taktiktir, güncel ve somut bir politikadır. Ve bu somut politika, sistemin dışına çıkmayan, devrimin gelişmesine hizmet etmeyen bir tutumu yansıtıyorsa, hatalı-yanlış bir taktik olarak, güncel politika düzleminde eleştirilebilir. Bu durumda sağ veya sol hatalardan, sağ veya sol taktiklerden söz edilebilir. Sosyal sınıf hareketinin tarihsel birikiminin nispeten zayıf olduğu sosyal sınıf hareketi ile siyasal hareketin aynı kanallarda buluşamadığı ve genç bir siyasal hareketin olumlu bir tarihsel-siyasal birikimin mirası üzerine oturmamış olduğu koşullarda ve tarihsel mekânda, Marksist veya devrimci-demokrat bir siyasal hareketin, siyasal faaliyetinin genel yönelimi ve mevcut parlamentoya bakış açısı doğru temeller üzerine oturmasına karşın, siyasal mücadelesinin herhangi bir aşamasındaki bir seçim platformunda, o siyasal hareketin sola veya sağa savrulan bir taktik politika izlemesini, bu savrulmaların müzmin boykotçuluk veya parlamentarizm hastalığı örneklerinde görüldüğü gibi, ‘savrulmalar politikası’ olarak genelleşmesi, bir çizgiye dönüşmesi durumunda sorun artık taktik tartışmasının dışına kaymış demektir, fazla yadırgamamak gerekiyor. Son on yıllık siyasal süreçte yapılan bir dizi genel ve yerel seçimde, bir o kadar halk oylamasında, Anayasa referandumunda, değişik siyasal yoğunluklar veya aydın grupları açısından boykottan boş oya, seçimlere bağımsız adayla katılmaktan düzenin reformcu alternatifinin desteklenmesine kadar uzanan bir dizi seçim taktiği gündeme geldi. Birçok kez, seçim-referandum taktiklerinde siyasal hareketin, kendi tabanından ve güncel politikalardan kopukluğu yansıdı, taktiksizlik taktik olarak şekillendi. Eylül Dönemi politikasızlık üretti veya Eylül’ün yarattığı zemin üzerinde politika üretimi kısırlaştı. Sürekli boykotçuluk taktiği veya seçim-demokrasi çağrıları somut bir politika saptanamamış olmasının, politikasızlığın adeta yeni bir ifade ediliş biçimi oldu.
Belli bir hata payı taşıyan siyasal taktikler, genel doğrultudan bir sapma olmaktan çok, güncel siyasal mücadelede, Eylül karanlığı koşullarında ortaya çıkan savrulmalar bütünlüğü içerisinde bir parça olarak şekilleniyor.
TKP-TBKP’nin yerel seçimlerle ilgili seçim taktiğinin şekillenmesinde aynı ölçütleri kullanmak, reformculuğa sapılmadığı takdirde, aşırı bir iyimserlik olur. TBKP’nin yerel seçim taktiğini, bir seçim taktiği, güncel bir politika olarak eleştirmek gibi bir hataya düşmeyeceğiz. Bu bazda bir eleştiri, reformculuğa, sistem-içi statülere taviz vermek anlamına gelir. Seçim taktiği platformunda eleştirilmesi, TBKP için haksızlık olur. TBKP’ni genel politikası, açısından işlevi ve demokrasiye bakış açısı yok kabul edilse, seçim taktiğini masumane bir savrulma, geleneksel bir sağ sapma olarak saptamak mümkün olabilirdi.
Ama Adımlar Dergisi’nde ifadesini bulan TBKP’nin seçim taktiği, sadece bir sonuç olması açısından, genel çizginin güncel ve somut bir yansıması olması açısından ve demokrasi konusu ile bağlantılı olarak bizi ilgilendiriyor.
Genel-yerel ayırımı yapmadan seçim mekanizmasına yüklediği işlev ve seçim taktiği, TBKP’nin, kapitalist örgütler sistemi içerisinde erimesini, burjuva devlet mekanizmasının dolaysız bir yedeği olmasını ifade etmesi açısından önem taşıyor.
TBKP, Burjuva-Kapitalist Siyasal Örgütler Sistemi İçerisinde Yasal Olarak Erimeye Hazırlanıyor
TBKP politikalarına yandaşlığı ile tanınan Yeni Açılım dergisi soruyor:
“…sistemi etkileme yönünde gösterdikleri faaliyetlerle güçlenen politik konumlan politik iktidarın adım adım dönüşmesinin olanaklarını oluşturmaz mı?
(…)
“…kapitalizm çerçevesinde, içinde sosyalizme özgü öğeler taşıyan reformlar gerçekleştirmek mümkün müdür?”
Yeni Açılım sorularına olumlu yanıtlar veriyor -veya olumlu yanıtlar vermek için bu tip sorunları alt alta sıralıyor- ve yanıtlarını genel bir sonuçta toplayarak bağlıyor:
“… mutabakata dayalı demokratik politik yapılar (…) kapitalizm çerçevesinde (…) sosyalizme özgü öğeler” olacaktır. (Alıntılar için Yeni Açılım, Mart 1989, sayı: 11, Tartışmayı Daha da Somutlayabilmek İçin başlıklı yazı, sy. 12-15)
Yazı dizimizin ilk bölümünde göstermeye çalıştık, üzerinde tekrar duracağız, ‘mutabakata dayalı demokratik politik yapılar’ın başında parlamento geliyor ve TBKP artık parlamenter demokrasinin ve parlamento kurumunun yasal ve organik bir parçası olma için icazet bekliyor.
Yerel yönetimler, belediyeler, ‘mutabakata dayalı demokratik politik yapılar’ kategorisinde parlamentonun de önünde yer alıyor, öyle anlaşılıyor. Yeni Açılım Dergisi’nin sözünü ettiğimiz sayısı, hemen hemen tümüyle yerel yönetimlerin öneminin vurgulanmasına ayrılmış. Yeni Açılım’ın 11. sayısı ‘Yerel Demokrasiden Genel Demokrasiye’ kapak manşeti ile yerel yönetimler özel sayısı olarak çıkmış.
Yeni Açılım Mart-89 sayısında, bizi doğrularcasına, yerel seçim taktiği üzerine değil, bir kurum olarak yerel yönetimlere, belediyelere nasıl bakılması gerektiği üzerine teori ve politika oluşturuyor. Veya oluşmuş bir politikayı aktarıyor.
Yeni Açılım Dergisi, önce bir eleştiri veya bir suçlama ile başlıyor. Solu, yerel yönetimlere ilgisiz kalmakla suçluyor, somut programlar geliştirememekle eleştiriyor.
Yeni Açılım, yerel yönetimler konusunda, geliştirilen somut programı aktardığı için, kendisini, eleştirdiği-suçladığı solun dışına çekiyor. Ve somut yerel yönetim programını ‘çağdaş demokratik yerel yönetim anlayışı’ olarak formüle edip aktarıyor.
TBKP’nin çağdaş demokratik yerel yönetim anlayışının temel özelliklerini, Yeni Açılım sayfalarından, konumuzla doğrudan bağlantısı olmayan ayrıntıları atlayarak, yazımıza alıntı-sız aktarmayı, programın somutluğunu görmek açısından, gerekli görüyoruz.
Yeni Açılım’ın Mart-89 tarihli 11. sayısının hemen bütün sayfalarında, burjuva-kapitalist sistem içerisinde bir kurum olarak belediyelerin demokratikliği, özerkliği, katılımcı bir model oluşturması vurgulanıyor ve yerel yönetim mekanizmaları, ‘halkın karar organları’ olarak saptanıyor. Politik partilerin yerel yönetimlere partizanca bir tutumla yaklaşması sonucunda, bu organların temel özelliklerinin zedelenmiş olması Yeni Açılım’ca eleştiriliyor. Bir de, 1982 Anayasası ile merkezi yönetimin yerel yönetimlere göre güçlendirilmiş ve yerel yönetim organları üzerindeki vesayetinin artırılmış olmasının, özerkliğin ve katılımcılığın zayıflamasına neden olduğu saptaması yapılıyor ve sonuç olumsuz bir gelişme olarak karşılanıyor.
Bu olumsuz gelişmenin düzeltilmesi ve yerel yönetimlerin katılımcı-özerk-demokratik kurumlar olarak ‘temel özelliklerine’ kavuşmaları için, ‘çağdaş demokratik yerel yönetimlerin’ kurulması için, yerel yönetimler üzerinde merkezi yönetimin vesayetinin kaldırılması, yerel yönetim organlarının demokratik yapıya sahip özerk ve seçilen birimler olması, valilik ve kaymakamlık gibi atama yolu ile gelen kurumlar ile belediyeler arasındaki ilişkileri düzenleyecek yeni bir mekanizmanın yaratılması ve belediyelerin daha üst organlar olması ve belediye meclislerinin yetkilerinin artırılması; belediyelerin sendika vb. gibi meslek kuruluşlarıyla sıcak ilişkiler kurması; belediyelerin faaliyet alanlarının kapsamının genişletilmesi ve yeniden düzenlenmesi, öngörülüyor.
TBKP’nin ‘çağdaş demokratik yerel yönetim’ anlayışı Yeni Açılım sayfalarında, temel özellikleriyle bu şekilde formüle ediliyor.
TBKP, yerel yönetimlere ilgisiz kalmadığını ve somut programlar geliştirdiğini bu şekilde göstermiş oluyor.
TKP-TBKP’nin, kendisini, eleştir-diği-suçladığı solun dışında saymakla, haklı bir saptamada bulunduğunu, daha başından teslim etmemiz gerekiyor. Çünkü TBKP’nin, kendisine mal ettiği ve geliştirdiğini iddia ettiği somut program, solun değil, reformizmin, sosyal-demokrasinin programı… Terminolojik platformda bile, TBKP, sosyal-demokrasinin yerel yönetim politikasına ve programına sahip çıkıyor. Burada bir ‘geliştirme’ olgusundan söz etmek, belki de pek yanlış bir saptama olmaz. TBKP, sosyal-demokrasinin ‘çağdaş demokratik yerel yönetim’ programına sadece sahip çıkmıyor, gerçekten geliştiriyor da… Gelişen ise, sosyal yaşamın kendisi ve siyasal demagojinin sınırlarının da bu gelişmeye bağlı olarak genişlemesi. ‘Çağdaş yerel yönetim’ sloganı bugün, sadece sosyal-demokratlar tarafından değil, en gerici akımlar tarafından dahi kullanılabiliyor artık. (TBKP, hiç değilse slogan düzeyinde bir ‘mutabakat’ı şimdiden sağlamış durumda.)
Ama TBKP’nin ‘çağdaşlığı’ biraz geç kalmış bir çağdaşlık veya çağ-dışılık… Sosyal-demokrasinin, Ecevitçiliğin belediyecilik anlayışı, on beş yıllık bir gecikmeyle Yeni Açılım sayfalarına TBKP’nin ‘çağdaş demokratik yerel yönetim’ anlayışı olarak yansıyor. Dün CHP’nin savunduğu belediyecilik anlayışı ve politikası, bugün biraz daha geri çekilmiş biçimiyle SHP tarafından dile getiriliyor. Yeni Açılım, CHP’nin 1970 sonrasındaki belediyecilik anlayışına ve artık periyodikleşen ve bu yıl Bolu’da yapılan Taksim Toplantılarında, özellikle sosyal-demokratlar tarafından ortaya konan görüşlere sempati ile baktığını belirterek ve sayfalarını yerel yönetim konusuna ayrılan bir açık oturuma ayırarak, kendi somut programının, sosyal-demokrasinin ‘çağdaş’ yerel yönetim anlayışından kaynaklandığını zımnen de olsa kabul etmiş oluyor.
Sonuçta TBKP, Türkiye’de bugünkü yerel yönetim kurumlarını, SHP veya DSP’nin politika ve programıyla uyum sağlayacak bir tarzda, belediye meclislerinin yetkilerinin artırılması ve bu kurumların özerkliğini zedeleyen yasal hüküm ve uygulamaların giderilmesi kaydını düşerek, savunuyor ve benimsiyor. TBKP, burjuva-kapitalist siyasal örgütler sisteminin belirlediği sınırların dışına taşmamaya özel bir itina göstererek, mevcut yerel yönetim anlayışını ve kurumlarını reforma tabi tutmayı amaçlıyor. Sosyal-demokrat belediyecilik politikasını, kendi somut program olarak benimsiyor ve ilan ediyor.
26 Mart yerel seçim taktiği de bu somut programın üzerine oturuyor ve somut programıyla uyum sağlıyor. Sol veya demokrat –SHP, DYP- adayları seçmek, yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesine katkıda bulunacağı gerekçesiyle, seçimlerde SHP’li. DYP’li adayların desteklenmesini de içeren bir politika uygulanıyor.
TBKP’nin seçim taktiği bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Burjuva-kapitalist örgütler sistemini benimseme ve onlar içerisinde erime politikası, birebir eşitlikte olmasa bile, doğal olarak, siyasal faaliyetin bir kesitinde, aynı sistemin dışavurumu olan reformcu gerici siyasal örgütlerinin desteklenmesi pratiğini getiriyor. Söylenebilir ki, TBKP’nin ‘mutabakat’ politikasının esası, yerel-Anayasal partilere değil, Anayasal kurumlara, mevcut siyasal mekanizmanın seçilmiş kurumlarına, parlamento gibi, yerel yönetimler gibi seçimle oluşturulan organlarına dayanıyor. TBKP, politik ‘mutabakat’ı artık, seçimle oluşturulan organlar içerisinde doğrudan yer alarak gerçekleştirmek istiyor.
Yazımızın daha önceki bölümünde görülüyor. TBKP, sistemin bir kurumu olarak parlamentoyu ve parlamentonun varlığını savunuyor. Yerel yönetim organları, belediyeler de sistemin birer kurumu olarak TBKP tarafından savunuluyor ve benimseniyor.
Bir olgunun savunulduğunun ve benimsendiğinin yüksek sesle ilan edilmesi için, illa da olgunun kendisinin çıplak sözcüklerle savunulması gerekmiyor. Birbiriyle bağlantılı halkalardan kalkarak da bütüne, olgunun kendisine ulaşmak mümkün. Daha çok da böyle bir yöntem benimseniyor.
TBKP, parlamento gibi, belediyeler gibi sistemin mevcut kurumlarını, yazımızın daha sonraki bölümlerinde göstereceğiz, sistemin diğer kurumlarını savunmak suretiyle, burjuva-kapitalist siyasal mekanizmayı hem teorik, hem de pratik düzlemde savunuyor, burjuva devletin ebediliğine olan inancını tazeliyor.
Eylül karanlığında TKP’nin epeyce yol aldığı anlaşılıyor. Sınıflar-üstü devlet anlayışı çerçevesinde, sisteme dolaysız entegrasyonu ifade eden sınıfsal çizgiler TBKP pratiğinde daha bir netlik kazanmış gözüküyor. Parlamentoya, yerel yönetim kurumlarına ve seçimle oluşturulan devletin diğer organlarına duyulan sempati bir yana, TKP Programı’nda, ordu sınıflar-üstü bir kurum ve güç olarak görülüyor, subaylar ve sosyal bir kategori olarak ittifak yapılacak ve kazanılacak güçler arasında yer alan küçük burjuvazinin bir uzantısı olarak tahlil ediliyordu. Daha sonra üzerinde duracağız, TKP burjuvazinin tekelci burjuvazinin gündeminde hep yer aldığından bu yana, devletin siyasal politikasının ve siyasal yönetim yöntemlerinin çok daha fazla devletin siyasal politikasının siyasal yönetim ve yöntemlerinin çok fazla uzağına düşmüyor. Devlet ve ordu tahlili, 1982 yıllarında, mantıki siyasal sonucuna varıyor. TBKP, Eylül Cuntası, hem de en vahşi döneminde yarı yarıya desteklediğini ‘Bizim Radyo’ kanalıyla açıklıyor. Cunta içinde ‘dış politika realist görüşleri ağır basan, ulusal çıkarları gözeten güçler’ olduğunu, Cuntanın politikasının ’emperyalistlerin en saldırgan kesimlerinin politikası ile çeliştiğini’, ‘Cuntanın MHP’ye vurduğunu’ tahlil ediyor. Cuntayı ‘faşist’ tanımı ile niteleyenleri kıyasıya eleştiriyor. ‘Maocu teröristler’ dediği devrimcilerin ezilmesinin politik çıkarlarıyla çelişmeyeceğini ilan ediyor. İşçi ve sendikacılar için “af” istiyor. Faşistlerin yanında, ‘Maocu teröristlerin’ içeride kalmasını arzuladığını açıklıyor. TBKP, her dönemde olduğu gibi, Eylül Döneminde de, olanakları ölçüsünde, burjuvaziye olan vefa borcunu ödemeye sürdürüyor. Burjuvazinin siyasal politikalarını kolaylaştırıcı bir tutum izliyor.
1980’li yıllarda TKP’nin genel siyasal politikasındaki bu “çıplak’ ilerleme’ kıstaslanırsa, TBKP’nin gibi seçimle oluşturulan organlar karşısındaki ‘olumlu’ politikasının entegrasyonla sonuçlanması ve sosyal-demokrasinin, Ecevitçiliğin yerli yönetim modeli TBKP’nin yerel yönetim programı arasındaki nüans farklarının da silinmesi üzerine TBKP’nin yerel söylenebilecek her şey, açık ki bir fazlalık oluşturur.
Ama bu fazlalığı göze alarak, kavrayış mantığı açısından, sosyal-demokrasi temellerinden koparılmış bir av kurumlar kavrayışı açısından, yerel yönetim organları ile sınırlayarak, temel birkaç nokta üzerinde durmayı gerekli görüyoruz.
TBKP, ‘Özerk Olmayan’ Yerel Yönetimleri Değil ‘Özerk’ Yerel Yönetim Sistemini Savunuyor
TBKP’nin yerel yönetim toplumsal örgütlenme sisteminden koparılması, burjuva-kapitalist örgütler sisteminin dışına çıkarılması mantığı üzerine oturtuluyor. Bu organların seçimle oluşturulması ve özerk statüleri, TBKP politikasının dayanak noktasını oluşturuyor. Burjuva-kapitalist yönetim sisteminin, bir yüzyıldan beri, normal siyasal dönemlerde genel oy politikasına dayandığını, seçimlerin ve genel oy politikasının hep burjuvazinin ekonomik-sosyal ve siyasal yasının sürdürülmesine göre şekillendiğini, sistemin özerk ve özerk olmayan kurumlarının, burjuva devlet mekanizmasının toplumsal-siyasal örgütler sistemini oluşturduğunu bu sayfalarda yeniden izah etmeye kalkışmanın, okuyucuya bir saygısızlık olacağını düşünüyoruz. Ayrıca TBKP ile devrimci teori, Marksizm’in genel ilkeleri temelinde bir polemik sürdürmek, ancak ortak bir teorik-siyasi payda saptama koşullarında mümkün hale gelebilir. TBKP politikalarını, Marksizm zemininde değil, dolaysız burjuva politikaları temelinde irdelemek, sosyal-demokrat politika ve pratiklerle kıyaslamak gerekiyor. Yeni Açılım, reformcu bir yayın organından farklı olmadığını gösteriyor. Belediye örgütlenmesini, yerel yönetim organlarını, onlara özerklik statüsü yükleyerek devlet organlarının dışına çıkarıyor, hatta karşısına koyuyor. Özerkliği tek başına bir olgu olarak ele alıp, özerklik statüsünü abartarak yerel yönetim organlarını, mevcut devlet mekanizmasının dışına taşımak, en iyimser bir tanımla, bir burjuva safdilliği olur. Yerel yönetim örgütlenmesi, burjuva devlet mekanizmasının, sistemin toplumsal örgütler zincirinin bir parçasıdır, burjuvazinin devlet mekanizmasının benzer aygıtlarıdır. Onların özerklik statüsü biçimseldir, ‘halk katılımcılığı’ vitrinin tamamlanması anlamına gelir. Belediye aygıtları, burjuvazinin toplumsal-siyasal örgütler zincirinin diğer halkalarından farksız olarak, ihaleler gibi, merkezi yönetimin müdahalesi ve denetimi gibi yollarla, sisteme, egemen ilişkiler bütünlüğüne, ekonomik ve siyasal açıdan bin bir bağla bağlıdır. Dahası, belediye örgütlenmesi Batı Avrupa’da komünal örgütlenme, şehir komünü devletin diğer güç organlarına ve bürokratik örgütlenmesine göre, daha eskiye dayanır ve neredeyse burjuvazi ile tarihsel olarak yaşıttır. Bugünkü yerel yönetimlerin kaynağı, Batı Avrupa’da 12. yy.da feodal kırın, feodal malikâne sisteminin çevrelediği ve dış dünyaya kapattığı kentlerde, burjuvazinin tarihsel öncülleri olan tüccar ve imalatçılara dayanan komünal örgütlenmelere, şehir komünlerine kadar uzanır. Komünal örgütlenme sahip olduğu milis örgütlenmesi ile milis güçleri ile feodal sosyal-siyasal ilişkilerin bağrında, başlangıcında rüşeym halinde de olsa, burjuvazinin iktidar organı olma işlevine sahipti, kendi gelişmesi içerisinde ‘ikili iktidar’ın bir unsurunu, ikinci unsurunu oluşturuyordu. Burjuvazinin komünal organları, kapitalizmin ve burjuva-kapitalist örgütler sisteminin kendi iç evrimi ve burjuvazinin egemen sınıf katına yükselmesi sürecinde, başlangıçtaki özgül özelliklerinden sıyrılıyor, milis örgütlenmesi burjuva devletinin militarist kurumları içerisinde eriyerek tarihsel işlevini tamamlıyor, komünal örgütlenmeler-belediye organları, tekelci burjuvazinin merkezi iktidarının tamamlayıcı-bütünleyici unsurları haline dönüşüyordu. Belediye aygıtları, bugün, Batı Avrupa’da, tarihten gelen belli özelliklerinin kalıntılarını, burjuva demokrasisi temelinde biçimsel olarak kısmen korumalarına ve kısmi görece özerk statülerine rağmen, tekelci burjuvazinin merkezi iktidar gücü içerisinde, bu gücün yerel düzeyde bölünmesini temsil etmiyor. Yerel yönetim organlarının varlığı ve hiyerarşik statüsü, merkezi iktidarı bir zaafını değil, tersine avantajını ifade ediyor. Merkezi siyasal iktidar, yerel yönetim organları aracılığı ile yönetim kolaylığı avantajından yaralanıyor, devlet mekanizması sisteminin dolaylı, siyaset-dışı bir kısım faaliyetlerini yerel yönetim organlarına aktararak -ki görece, kısmi ve denetimli özerklik statüsünün sınırları bu çerçevenin dışına taşmaz, özerklik statüsü sadece bu dolaylı faaliyetlerle sınırlıdır- hem yönetim kolaylığına kavuşuyor, hem de bu yolla merkezi denetim mekanizmalarını artırabiliyor. Tekelci burjuvazi ve merkezi iktidar yerel yönetim organlarına bu nedenle ihtiyaç duyuyor. Yerel yönetim organlarının, hiyerarşik sırasını bozmadan, giderek en büyüğünden başlayarak en küçük yerleşim birimlerine kadar uzatılması ve genişletilmesi, burjuvazinin sadece yerel yönetim örgütlenmesine duyduğu ihtiyacı değil, aynı zamanda yerel yönetimlerin merkezi iktidar için taşıdığı işlevi de ifade etmesi açısından önem taşıyor. Bu çerçevede, yerel yönetim organlarının, bir bölümüyle Avrupa tipi bir komünist partisinin veya yeşil bir partinin -bu partiler sisteme entegre olmamış olsalar bile- eline geçmiş olması, özel bir önem taşımıyor. Avrupa tipi bir komünist partisinin veya bir yeşil partinin merkezi parlamentodaki veya eyalet parlamentosundaki yeri ve işlevi neyse, yerel yönetim organlarındaki işlevi de bundan farklı olmaz. Olamıyor da… Tersine yığınların nezdinde, katılımcılığı artırıcı ve demokratik istemleri tatmin edici bir işlev gördüğü için, marjinal grupların yerel yönetim organlarında yer alması, çoğunluğu sağlaması, hatta yerel yönetim organlarında ‘iktidar olması’, bir yerde ve bir ölçüye kadar sistemin yararınadır da… Bugün İtalya’dan Yunanistan’a, Fransa’dan Hollanda’ya kadar, işbaşında olan komünist ve yeşil belediye başkanlarının varlığı, mekanizmanın işleyişi açısından özel bir anlam taşımıyor, sadece vitrinin değişmesi demek oluyor. Siyasal mekanizmanın örgütlenmesi, işlevi ve sürekliliği, sistemin çarklarının dönmesi için, yaşamsal öneme sahip. Çarkların dönmesinde ’emeği geçenler’, belli aykırılıklar taşısalar bile, bu hizmetlerinin karşılığı olarak, en azından, toplumda varolan saygınlıklarını pekiştirmiş oluyorlar. Burjuva siyasal iktidar mekanizması, yerel yönetimlerdeki küçük dalgalanmalarla sarsılmayacak kadar güçlü temeller üzerinde yükseliyor. Fiziki güç organlarına dayanmayan, kendini fiziki güç organları ile tamamlamayan, herhangi bir yönetim mekanizması, olsa olsa fiziki gücü kendine bağlamış mekanizmanın payandası olabilir. Fiziki bir güce dayanmadığı sürece, varolan bir hukuk sisteminin veya sosyal bir örgütlenmenin varlığı, siyasal örgütler toplamı ve bütünlüğü içerisinde, fazlaca bir şey ifade etmiyor. Yerel iktidar organı olma işlevini tarihsel ve siyasal olarak kaybetmiş olan ve halkın özerk silahını örgütlenmesine dayanmayan, milis gücüne sahip olmayan yerel yönetim organlarının, şu veya bu ölçüde iktidar organları işlevine sahip olması, merkezi iktidarın rolünü ve işlevini zayıflatması, en iyimser bir bakış açısıyla bile, mümkün olamıyor.
TBKP, kendisine Batı Avrupa komünist partilerine benzer tipte bir misyon biçiyor. Yeni Açılım Dergisi de, Avrupa’daki yerel yönetim sistemini, merkezi siyasal mekanizma içerisinde işgal ettiği yerden ve temel işlevinden soyutlayarak ve ona yerel iktidar rolü de vererek, Türkiye’ye taşıyor. Hem de, yerel yönetim sisteminin tarihten gelen herhangi bir ö/erk statüye sahip olmadığı ve merkezi iktidar organına bağlı olarak yukarıdan aşağıya örgütlendiği ve belediye başkanlarının dahi, bir devlet memuru statüsünde merkezi iktidarca görevinden alınabildiği bir ülkede…
Biliniyor, ama tekrar etmekte yarar var: Batı Avrupa’da bugünkü yerel yönetim sisteminin kaynağı, tarihsel olarak şehir komünlerine kadar uzanırken, bizde, yerel yönetim sistemi, daha başta merkezi yönetimin yerel düzeydeki nüfuzunun artırılması amacıyla 19. yy.ın sonlarına doğru oluşturulmaya başlanıyor. Daha sonra Cumhuriyet Döneminde, 1930 yılında çıkarılan ilk Belediyeler Yasası ile yerel yönetimler üzerinde merkezi yönetimin vesayeti kaldırılmıyor, tersine korunuyor, fiili uygulama ve sistemin tarihsel oluşumu Anayasal dayanaklarla pekişiyor. İktidar değişiklikleri ve farklı yerel yönetim modelleri, en popülist yönelimlerine karşın, merkezi iktidarın denetimine dayanan sistemi, özünde, dolaylı veya dolaysız yollardan takviye etmeye hizmet ediyor. TBKP açısından, neredeyse ‘anayasal bir model’ düzeyine yükseltilerek benimsenen ve hep övülen 1961 Anayasasına bu sistem, biçimsel ve son derece kısmi bir özerklik statüsünü reddetmeyen, ince bir hukuk mantığı ile oturtuluyor. 1982 Anayasasında ise, muhtemel yeni modellerin, uygulamada sistemi zayıflatacak veya ‘katılımcılığın’ burjuvazi açısından geçmişte Fatsa ‘modeli’nde ifadesini bulan ‘kurtarılmış bölgeler’ gibi tartışmalara yol açacak hukuki boşluklara sebebiyet vermemesi amacıyla olsa gerek, temelci burjuvazinin yerel yönetim sistemi, son derece açık, çıplak ve pervasız bir hukuk mantığı ile formüle ediliyor. Özellikle 1961 Anayasasının uygulanması sürecinde ortaya çıktığı görülen hukuki boşluklar, merkezi iktidarın denetimini artırmak ve sistemin örgütlenme hiyerarşisini, yerel yönetim organlarına da taşımak amacıyla büyük-kent belediyeleri ile ilçe belediyeleri arasında hiyerarşik bir sıranın kurulması, merkezi iktidarın denetiminde kullanılmak kaydıyla belediyelere ayrılan mali kaynakların artırılması ve belediyelerin merkezi yönetimle olan bağlarının geliştirilmesi, büyük-kent belediye başkanlarının yetkileri artırılırken belediye meclislerinin yetkilerinin kısılması, belediye meclisleri dışında atama yolu ile göreve gelen belediye encümenleri oluşturulması ve seçilmiş tüm organların merkezi iktidarca görevinden alınabilmesini kolaylaştıran yeni yasal düzenlemelere gidilmesi vb. gibi hükümler içeren 1982 Anayasası ile dolduruluyor. Anayasa’nın 123. ve 127. maddeleri ile, biçimsel planda dahi, neredeyse 1930 yılında çıkarılan ilk Belediyeler Yasasına geri dönüş yapılıyor.
Rejimin genel yapısına ve niteliğine uygjn bir yerel yönetim sistemi şekilleniyor.
Bizdeki yerel yönetim sisteminin şekillenmesi ve siyasal rejime bağlı olarak taşıdığı özellikler üzerinde dururken, tarihsel bilgimizi aktarmayı veya altyapı-üstyapı arasındaki somut diyalektik bağa dikkat çekmeyi amaçlamıyoruz elbette ki, bu somut bağı temel kalkış noktası olarak alıyoruz. TBKP’nin, ele aldığımız konu açısından, yerel yönetim modelinde ifadesini bulan, devlet ve devrim perspektifine bu zemin üzerine oturtmaya çalışıyoruz. Özerklik statüsü ve tarihten gelen özellikler gibi konular üzerinde tekrar tekrar durmamızın nedeni, TBKP’nin, somut programını ve politikasını özerklik statüsü üzerine inşa etmesidir. Bakış açımızı diyalektiğin bütün yasalarından soyutlamış ve kendimizi sosyal yaşamın bütün gerçeklerinin dışına çıkarmış olsak bile, sorunu sadece özerklik perspektifi ile sınırlayarak ele alsak bile, ortaya TBKP’nin yerel yönetimlerle ilgili somut programının, tarihsel ve siyasal bir dayanaktan ‘somut’ olarak da yoksun olduğu sonucu çıkar. Zaten, Yeni Açılım Dergisi’nin yukarıda sözünü ettiğimiz sayısı, somut program dediği şeyi, 1982 Anayasasının ilgili hükümlerinin eleştirisi üzerine oturtuyor. Yeni Açılım, esas olarak 1982 Anayasasından, en çok yerel yönetimlerin özerkliğini ortadan kaldırdığı için yakınıyor. Temel yaklaşımı ve isteği de, 1982 Anayasasının özerkliğe ters düşen, özerkliği ortadan kaldıran hükümlerden ayıklanması ve yerel yönetimlerin yeniden ‘özerk’ kurumlar statüsüne kavuşması… Veya şöyle de tekrarlanabilir: TBKP, bugün artık 1982 Anayasasına tutunmaya çalışan ve Eylül politikalarının ‘ılımlı’ savunuculuğuna soyunan SHP’nin savunma ihtiyacı duymayarak ortada bıraktığı DSP’nin ise dinamik bir güç olarak siyaset sahnesinde yer almamasından dolayı sahipsiz bıraktığı Sosyal-demokrasinin ‘çağdaş’ yerel yönetim programını, kendi somut programı olarak yeniden diriltmeye çalışıyor.
TBKP. ‘özerk olmayan’ yerel yönetim sistemini değil, ‘özerk’ yerel yönetim sistemini benimsiyor ve savunuyor. Devamını da söylememiz gerekiyor: TBKP, artık sosyal-demokrat partiler düzeyinde kendini reforme eden, gericileşen ‘Avrupa komünizmi” partileri gibi, burjuva-kapitalist sistemi, kapitalist örgütler sistemini, ‘özerk olmayan’ yerel yönetimler aracılığı ile değil, ‘özerk’ yerel yönetimler aracılığı ile savunuyor, parti olarak burjuva-kapitalist örgütler sisteminin dolaylı değil, dolaysız ve yasal bir siyasal aracı düzeyine yükselmek istiyor.
TBKP, Yığınlardaki Dalgalanmayı Seçim Kanalına Sokmaya Çalışıyor
TBKP, parlamentodan yerel yönetimlere kadar uzanan, burjuva-kapitalist örgütler sistemi içerisinde yasal olarak da erimeye hazırlanıyor.
Başardığından ve başaracağından kuşku duyulmamalı.
Başardığı biliniyor. Eylül öncesinde, TKP’nin ve TİP’in sendikalar gibi yığın örgütlerindeki siyasal faaliyetlerinin özünün, bu örgütlerin sistem içindeki konumlarını güçlendirmekten ve yığınlardaki siyasal dalgalanmayı düzen içinde eritmekten ibaret olduğu, henüz belleklerdeki tazeliğini koruyor. Konumuz TKP-TİP tarihçiliği olmadığı için, sorunun bu yanı üzerinde durmuyoruz. Bugün TBKP’nin bu işlevinin genişleyerek sürdüğü biliniyor.
TBKP’nin sistem içerisinde, burjuva-kapitalist siyasal örgütler bütünlüğü içerisinde erimesi, onun birer kurum olarak sadece yerel yönetim organlarını, sadece parlamentoyu savunması ile gerçekleşmiyor; TBKP, bu politikasını doğal siyasal sonucuna da vardırıyor ve gene bir kurum olarak seçim mekanizmasına sarılıyor. Bu konuda, sistemin dolaysız organlarına göre, daha büyük bir siyasal duyarlık gösterdiği bile söylenebilir. Yüksek Seçim Kurulu bile, seçimlere katılmanın bir ‘yurttaşlık ödevi’ olduğunu belirtmekle yetinirken. Yeni Açılım ve Adımlar gibi aylık haftalık siyasi dergilerin sayfalarında, devrimcilerin ve tüm seçmenlerin yerel yönetim seçimlerine katılması isteniyor, çağrılar yayınlanıyor. TBKP ve yandaşlarının bu çağrılarını, daha önceki parlamento seçimlerinde ve halk oylamalarında da tekrarladıkları biliniyor. Bu yönlü bir çağrıyı mevzi bir tutumla değil, sistem lehine ideolojik-siyasal bir tutumla açıklamak gerekiyor. TBKP, majestelerinin muhalefet kanadında yer kapmak için, kraldan çok kralcı bir tutum sergiliyor. Daha da ileri gidiyor: Yeni Açılım, sözünü ettiğimiz sayısında, yerel yönetim organlarına ve yerel yönetim seçimlerine halkın ilgisiz kalmasından yakınıyor, ilginin artırılmasını istiyor. İlginin artırılması için, sorumluluğunun bilinciyle davranıyor ve ‘seçimlere katıl’ çağrısını tekrarlıyor. Tekrarlamakla da kalmıyor, solu yerel yönetimler ve seçimler konusunda, daha önceden sözünü ettik, somut programlar geliştirmediği için eleştiriyor. . ‘Seçimlere katıl’ çağrısı, TBKP’nin geliştirdiği somut programın başka bir ‘somutluğu’ demek oluyor.
Genel veya yerel ayırımı yapmadan, güncel deyimiyle ‘parlamenter demokrasi’nin Eylül gibi dönemlerle kesilmediği siyasal koşullarda, burjuva-kapitalist ilişkiler sistemi içerisinde siyasal faaliyet olarak yığınlar için, sadece dört veya beş yılda bir yapılan seçimlere katılma kanalları açık tutuluyor. Sistem, siyasal faaliyete, o da belli dönemlerde seçim kanalını açık tutarak, ama sadece bu çerçevede izin veriyor. Siyasal faaliyet ve siyaset yapma hakkı, seçimlere katılıp oy kullanma hakkı demek oluyor. Sistem, milyonlara, sadece belli periyotlarla yapılan seçimlerde, düzen partisi adaylarına oy verme özgürlüğü tanıyor. Bu da, demokrasi ve katılımcılık anlamına geliyor. Eylül rejimi, bu özgürlüğün kullanılmasını zorunlu hale getiriyor ve seçimlere katılmama tavrını para cezası ile cezalandırıyor.
Sistemin, milyonlar için normal koşullarda yeterli gördüğü siyasal faaliyete katılma kanalları, TBKP için de yeterli olur. TBKP, sistemin açtığı kanalda, sistemle bütünleşiyor. Tek arzusu, bu kanalın Eylül gibi ‘ara dönem’lerle kesintiye uğramaması, bir sistem olarak sürekliliğini koruması…
Sistemin politik mekanizmaları ve siyasal ideolojisi, Yeni Açılım sayfalarında, seçim mekanizmasına ve oy kullanma özgürlüğüne dizilen övgülerle ve bunun teori düzeyine yükseltilmesiyle, ‘sol’ cepheden tekrarlanıyor, yeniden-üretiliyor. Hem de, de-politizasyonun kırılmaya, özellikle işçi sınıfının, sendikal bürokrasiye karşın, genel greve doğru evrimleşen grev ve direnişlerle, işçi komiteleri gibi örgütlenmelerle siyaset sahnesine yeniden damgasını vurmaya başladığı ve seçim-dışı siyasal katılımcılık kanallarının önünün açıldığı siyasal koşullarda… Bugün Eylülcüler bile, artık de-politizasyon politikasını sürdüremiyorlar, sınıftaki ve yığınlardaki dalgalanmayı siyaset-dışı taleplerle sınırlı tutmaya özen gösteriyorlar. TBKP, neredeyse depolitizasyon politikasının sürdürücüsü bir konuma savruluyor. Seçim ve seçimlere katılma çağrıları ile yığınlardaki dalgalanmayı, seçim kanalına sokmaya çalışıyor. TBKP, yığın hareketinin bir istikrarsızlık, aynı zamanda, TBKP’nin yasallaşması olasılığının gerçekleşmesi demek olan ‘demokrasiye geçiş’ sürecinin tamamlanmasının sekteye uğraması anlamına geliyor. Onun için seçim mekanizması, sadece meşru bir siyasal kanal olması açısından değil, aynı zamanda, ‘demokrasinin kurulması’ bakımından da büyük önem taşıyor. Yeni Açılım’ın tıpkı SHP ve DYP gibi; yerel seçimlere genel seçim düzeyinde önem vermesi, ancak bu çerçevede özel bir anlam kazanıyor.
TBKP, egemen siyasal değer yargılarına sarılıyor. Yığınların ilgisizliğinin nedenini, sistemin siyasal mekanizmalarının ve burjuva devlet aygıtının yapılanmasının dışında arıyor. Sistem, yığınları siyasetin, siyasal faaliyetin dışında tutuyor, seçimler ve oy verme mekanizması kararlaştırılmış-oluşturulmuş bir siyasetin onaylanması işleminden ibaret oluyor. Kararlaştırılmış-oluşturulmuş bir siyasetin onaylanması da, ancak ‘ilgisiz’ bir tutumla mümkün olabilir. Seçimler ve oy verme işlemi, siyasetin, siyasete katılmanın en ‘ilgisiz’ yanım oluşturur. Burjuva-kapitalist sistem içinde, seçime katılma ve oy verme siyaseti, en ilgisiz siyasettir, siyaset-dışı bir siyasal faaliyettir, sadece sistemin, siyasal vitrininin tamamlanmasına hizmet eder. Marksist bir siyasal örgütlenme için veya sistem karşıtı radikal bir muhalefet hareketi için, seçimler, özel bir siyasal anlam kazanamaz, özel bir siyasal işlem özelliği gösteremez. Seçimler, genel veya yerel, sadece bir fırsattır, proletaryanın dünya görüşünün ülkelerini ve temel isteklerini savunmak için özel bir fırsattır. Seçimlere katılma veya boykot etme veya daha farklı pratik tutumlar alma, farklı siyasal koşullara tekabül eden farklı siyasal taktiklerdir. Parlamento kürsüsünden yararlanma amacıyla seçimlere katılma siyasal bir tutumu, seçimlere ilginin artması ve gerici burjuva partilerine oy verilmesi çağrısı ise çok daha değişik bir tutumu ifade eder. Uygun siyasal koşullarda birincisi devrimin, devrimci mücadelenin gelişmesine, ikincisi ise sistemin ve sistemin kurumlarının güçlenmesine hizmet eder. Seçimlerin genel veya yerel olması, bu açıdan özel bir fark göstermez. Düzen-karşıtı alternatif siyasal-sosyal örgütler, Sovyetler-halk meclisleri gibi, pratik bir gerçeklik düzeyine yükselmemiş olsa bile ve hatta en durgun siyasal koşullarda dahi, bir işçi sınıfı partisi, davasına ihanet etmediği sürece, sistemin seçim mekanizmasını onaylayarak ve seçimlere katılma çağrısı yaparak, kendisini, burjuva kurumlarının bir unsuruna dönüştüremez.
Burjuva-kapitalist seçim mekanizmasını, üstelik bu mekanizmanın burjuva demokrasisinin bir unsuru düzeyinde gerçekleşmediği tarihi ve siyasal koşullarda, ele alış tarzıyla ve bu mekanizmaya hak etmediği işlevler yüklemek suretiyle TBKP, sistemin mekanizmaları ile arasında varolan siyasal-olmayan mesafeyi biraz daha kısaltmış oluyor.
Yeni Açılım, Eski Bir Teoriyi ‘Evrimci’ Yönüyle Yeniden Diriltiyor
TBKP, yerel yönetim modelleri üzerine yaptığı tahlil ve saptamaları ve yerel yönetimlerle ilgili somut programım pratik sonuçlarına da vardırıyor. Veya pratik siyasal sonuçlara varmak ve güncel tutumlar saptamak için, somut programım ‘derinleştiriyor.’ Demokrasinin dolaysız bir unsuru olmak için, öncelikle yerel yönetim organlarından başlamanın gerektiği sonucuna varıyor. Yerel yönetim seçimlerine bağımsız adaylarla katılarak, bağımsız adayları veya SHP’li -DYP’Ii-DSP’li adayları destekleyerek Yerel yönetim organlarında yeni bir güç olarak siyaset sahnesine çıkmak istiyor. Kendi somut programım uygulamak için, yerel yönetim organlarına, daha uygun bir alan olarak bakıyor. Tabandan, sistemin alt-örgütlenme birimlerinden başlayarak, tepeye doğru yükselen bir rota içinde, siyasal örgütler sistemine dâhil olma arzusunu dile getiriyor. Bu bakış açısı ve bu yöndeki bir arzu, Yeni Açılım Dergisi’nin 11. sayısında yer alan ‘Yerel Demokrasiden Genel Demokrasiye’ kapak manşeti ile yenileniyor.
TBKP, perspektifini, burjuva demokrasisi ile sınırlıyor, burjuva-reformist bir siyasal misyon kazanmaya çalışıyor, burjuva demokrasisinin yetkinleşmesini de TCK’nın 141-142. maddelerinin kaldırılmasına indirgiyor. Burjuva demokrasisinin en ‘katılımcı’ organları olarak nitelendirdiği yerel yönetim organlarında yer almak veya önemli bir güç olmak da, herhalde, ‘devrim’ ile eşdeğerli olsa gerek. Genel ve merkezi yönetimin ele geçirilmesi anlamında değilse bile, yerel yönetimlerin ‘ele geçirilmesi’, ‘kurtarılması’ anlamında, ‘kurtarılmış bölgeler’ inşa edilmesi anlamında, ‘evrimci’ anlamda bir ‘devrim’…
Bu saptama, ilk bakışta, aşırı zorlanan bir mantığın ürünü gibi gözükebilir. TBKP reformizmine duyulan tepkinin zorlama yorumlara yol açtığı, bu tip aşırı zorlamaların tam olarak yerine oturmadığı düşünülebilir.
Böyle bir saptamanın, öncelikle bize ait olmadığının, bu tip saptamaları, TBKP yandaşlarının yeni teori ve yorumlarından çıkardığımızın bilinmesi gerekiyor. Her siyasal tutum teorik bir temele dayanıyor veya tersinden söylersek, teorik-ideolojik bir bakış açısından yola çıkılarak siyasal politikalar ortaya konuyor. TBKP’nin siyasal politikaları ve somut yorumlara ilişin somut programlan, onun sorunları teorik platformda tahlil ediş yöntemlerinden kaynaklanıyor.
TBKP, artık çağımızın niteliklerinin değişmiş olmasından, Marksizm’in eskimiş, Marksist yönetimin geçerliğini kaybetmiş olmasından hareket ediyor. Diyalektik düşünce tarzının ve diyalektiğin genel ilkelerinin, pratik yaşamla, nesnel olgularla artık uyuşmadığım saptıyor. TBKP, nesnel olgularla, yaşamın somut gerçekleri ile ‘mutabakat’ içerisinde olmadığım gösteriyor, ‘devrimci’ sözcüğünü de literatürden çıkardığını, ‘devrimci’ değil, ‘evrimci’ olduğunu resmen belgeliyor. Kapitalizm çerçevesinde reformlar’ hedefini bir politika düzeyine yükselmiyor, ‘reformlar teorisi’nin açık teorisini yapıyor. ‘Evrim ve devrim süreçlerinin iç içe geçmesi’ formülünde iadesini bulan burjuva- idealist metafizik mantığı, yeni bir tarzda, ‘evrimci’ yönüyle diriltiyor. ‘Evrimci’ ve ‘parçası’ felsefi bakış açısı, ‘yerel demokrasiden genel demokrasiye’ sloganında pratik siyasal ifadesini buluyor.
Teorik bakış açısını özetlediği ve ele aldığımız konuyla ilgili olarak TBKP’nin politik tutumlarına teorik anlamda kaynaklık ettiği için. Yeni Açılım Dergisi’nin ilgili sayısından, biraz uzunca bir alıntıyı, okuyucuyu sıkma pahasına da olsa, sayfalarımıza aktarmamız gerekiyor.
Yeni Açılım yazarı, “devrimci solda (…) evrim ve devrim süreçlerinin iç içe geçmesi sorunu” üzerinde tartışılması gerektiğini düşündüğünü belirtiyor. Ve düşüncelerini detaylandırma gereği duyuyor:
“… geçmişte bu görüşü Mahir Çayan getirdi. O bunu, ‘artık her durumda silahlı mücadele verilebilir’ tezini gerçeklendirmek için savunuyordu. ‘Silahlı propagandayla suni dengenin bozulması’ hemen devrimi gündeme getiriverecekti. Devrim uzaktan çıkmış gelmiş, evrimin içine bu kadar derinlemesine girmişti. Sorun onu açığa çıkarmaktı.
Mahir Çayan’ın yaklaşımı aşırı iyimser olmakla eleştirilebilir, ama burada, konumuz açısından önemli olan, onun da evrim ile devrimi kesin hatlarla ayıran eski şemanın artık işlemediğini görmüş olmasıdır.
Günümüz ve önümüzdeki dönem için şöyle düşünmek acaba daha doğru değil mi: Toplumsal gelişme sürecini evrim aşaması-devrim aşaması diye birbirinden kesin hatlarla ayrılan aşamalara ayırmak yerine, ‘evrim içinde devrim’ ve ‘devrim içinde evrim’ kategorilerine başvurabilir miyiz? Bu, olayların nesnel gidişine daha uygun olmuyor mu?
Örneğin kapitalizm çerçevesinde militarizmsiz, kaba şiddetsiz, ekolojik, kültürel vb. bir gelişme yolunda atılan her adım, kapitalizm’ olmaktan çıkaracak yanlar da taşımayacak mı? İşçi sınıfının aydınların, öteki emekçilerin, sistemi etkileme yönünde gösterdikleri faaliyetlerle güçlenen politik konumları politik iktidarın adım adım dönüşmesinin olanaklarını oluşturamaz mı?
Öte yandan, mülkiyet ve iktidar yapısında ağırlık emekçilerden yana geçtikten sonra da, sıçrama döneminde de mutabakat yöntemi kullanılacağı için, gelişme adım adım, doğal bir süreç içinde olmayacak mı?
Biz bu yaklaşımları, öncelikle modern toplumların (Türkiye’de yavaş da olsa, giderek modernleşiyor) çeşitlilik toplumları olması, insanların yaptıkları işleri gönüllü olarak, bilerek, anlayarak yapmaya eğilimli hale gelmekte olması, toplumsal yaşam mekanizmalarının artan ölçüde karmaşık, keskin kopuşları kaldıramaz hale gelmesi vb. gibi faktörlere dayanarak öne sürüyoruz. (…)
Devam edelim: Günümüzde reformlar için mücadele ile devrim için mücadeleyi birbirinden ayırmak ve birinciyi ikinciye bağlamak mümkün müdür? Yoksa asıl sorun reformun, reform hedefinin içinde devrimi, devrimci unsuru ifade edip, gündeme getirmek mi? Bu, kapitalizm çerçevesinde, içinde sosyalizme özgü öğeler taşıyan reformlar gerçekleştirmek mümkün müdür, sorusuyla bağlıdır.” (Yeni Açılım, sayı: 11, sy. 14-15)
Yeni Açılım, ‘militarizmsiz, kaba şiddetten uzak’ bir kapitalizm tahayyül ediyor ve böyle bir sistemi de ‘kapitalizm’ olmaktan çıkarıyor. Hayal ettiği yeni kapitalist sistem içerisinde ‘sosyalizme özgü reformlar’ gerçekleştiriyor.
Yeni Açılım yazarının ‘sosyalizme özgü öğeler’ dediği şey de, yerel yönetim organları dâhil, burjuva devlet mekanizmasının bütünlüğünü oluşturan kurumlarda, herhalde TBKP ağırlığının hissedilmesi anlamına geliyor. Yeni Açılım, bu durumu, hayal edilen, ‘yeni kapitalizm’ çerçevesinde ‘iktidar yapısında ağırlığın emekçilerden yana geçmesi’ olarak formüle ediyor. Ve burjuvaziye karşı şimdiden, ‘sıçrama dönemlerinde’ bile ‘mutabakat’ yöntemi kullanılacağının güvencesi veriliyor. TBKP, mevcut statükonun korunması ve varolan siyasal iktidar mekanizmasının, kapılarını TBKP’ye de açması anlamında evrimleşmesi, ‘evrim’ içinde ‘devrim’ geçirmesi için, tekelci burjuvazinin imdadına koşuyor, ‘mutabakat’ politikasını tekrarlıyor.
Sistemle ‘mutabakat’ içerisinde olan gerici bir politik akımın felsefi anlamda materyalizmi ve yöntem anlamında diyalektiği birer şema olarak nitelendirmesini normal karşılamak gerekiyor. Burjuva siyaseti kaynağını, materyalizmden değil, doğal olarak idealizmden, burjuva dünya görüşünden alır. Yeni Açılım, son felsefi izlerini de silerek taşıdığı eski etiketten tamamen kurtulma çabası ile sahip olduğu siyasi misyona uygun davranıyor.
Yeni Açılım şemaları yıkmıyor, varolan şemalara biçimsel olarak da uyum sağlıyor, dikilmiş putlar önünde vecd içinde secdeye varıyor. Materyalizme ve diyalektiğe reddiye düzüyor, ‘ret’ cephesindeki konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyor.
Sağlamlaştıracağından kuşku duyulmamalı.
(Sürecek)

EK:
SEÇENEK: YEREL SOVYETLER, YEREL HALK MECLİSLERİ
Yeni Açılım Dergisi, Mart-89 tarihli sayısında, ‘çağdaş’ yerel yönetim anlayışını sergilerken, ‘çağdaşlığını’ köy ve mahalle örgütlenmesine kadar genişletiyor ve muhtarlık tipi bir örgütlenmenin, günümüzdeki gereksizliğine işaret ediyor.
Gerekçe olarak da, bilgisayar çağında bulunmamız gösteriliyor. Yeni Açılım, bilgisayar çağı ile muhtarlık tipi bir örgütlenmenin varlığını yan yana düşünemiyor.
Teknolojiyi bilgisayar-öncesi düzeye indirdiğimizde, muhtarlık kurumunun varlığı ve gerekliliği, Yeni Açılım’ın herhangi bir tartışması ve itirazı ile karşılaşmıyor. Herhangi bir kurumun varlığı, insanlığın içinde bulunduğu teknolojinin, bilimsel ve teknik gelişmenin düzeyine bağlı oluyor. Teknolojik gelişmenin, bilgisayar düzeyinde olması, bugün muhtarlık kurumunun varlığını gereksiz hale getiriyor. Teknolojik ilerlemenin bilgisayar çağını aşması, bilgisayar-ötesi bir gelişme düzeyine erişmemiz durumunda, o gelişme düzeyinde, alttan başlamak üzere, artık yeni örgütler, yeni bir takım kurumlar daha gereksizleşecek. Teknolojik gelişmenin evrimleşme düzeyine bağlı olarak, siyasal-toplumsal örgütler, sırasıyla, tarihsel ve siyasal ömürlerini tamamlayacaklar toplumsal yaşamdaki yerlerinden düşecekler. Bugün sadece muhtarlık kurumunu atıl hale getirebilmiş olan bilimsel-teknolojik gelişme düzeyi, yarınki devasa gelişmesi sürecinde, bütün bir toplumsal-siyasal örgütler sistemini, dev devlet mekanizmasını da, en tepe noktasına varıncaya kadar işlevsiz hale getirecek. Yeni Açılım’ın teknoloji mantığından ilerleyerek, teknolojik mantık silsilesini izleyerek bu sonuca varabiliriz. Yeni Açılım’ın bakış açısına yön veren, temel perspektiflerini yönlendiren ‘bilimsel-teknik devrim teorisi’nin günümüz ve gelecek için öngördüğü muhtemel bazı sonuçları, bu mantık çerçevesinde özetleyebiliriz.
Toplumsal örgütler ve siyasal kurumlar, altyapıda üretim ilişkilerinin düzeyine, ekonomik gelişmenin düzeyine sosyal sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme seyrine ve tarihten gelen özelliklere bağlı olarak oluşurlar ve her zaman bir sınıf niteliğine sahip olurlar. Toplumsal-siyasal örgütlerin ve kurumların, bir bölümüyle işlevsizleşmesi, bir bölümünün yetkinleşmesi de gene bu ilişkiler sisteminin bütünlüğüne ve toplumsal gelişmenin düzeyine göre şekillenir. Ekonomik-toplumsal formasyonlar, farklı üretim tarzları, aynı zamanda sahip oldukları örgüt modelleri ile siyasal-toplumsal mekanizmalarının farklı nitelikleri ile de birbirinden ayrılırlar. Burjuva-kapitalist kurumlar, feodal dönemin kurumlarına göre daha yetkin ve daha kompleks bir özellik gösterirler. Sosyalist toplumun siyasal ve toplumsal örgütler sistemi, burjuva örgütler bütünlüğünün anti-tezi olarak şekillenir. Teknolojik gelişmenin düzeyi, ekonomik-toplumsal formasyonun bir unsuru olarak ortaya çıkar ve bu temel üzerinde etkisini gösterir. Teknolojik gelişmenin toplumsal-siyasal kurumların varlığı üzerindeki rolü, dolaysız ve siyasal bir konumda değildir, gelişme-değişme üzerinde dolaylı ve teknik düzeyde bir etki gücüne sahiptir.
Toplumsal-siyasal kurumların ve örgütlerin varlığını ve işlevini, teknik-teknolojik faktörlere bağlamak, siyaseti teknoloji düzeyine indirgemekle, siyaseti teknoloji içerisinde işlevsizleştirmekle bir ve aynı anlama geliyor.
Yeni Açılım, siyaseti teknik-teknolojik faktörler kategorisine sokarak işlevsizleştiriyor, Amerikan çıkışlı yeni burjuva ideolojisinin, teknik-siyaset akımının gönüllü ideolojik savunucusu olmaya soyunuyor. İlk olarak da, teknolojinin dişlileri arasına muhtarlık kurumunu atıyor, muhtarlık kurumunu, bir kurum olarak, bilgisayar çağına feda ediyor.
Kent merkezlerinin uzağındaki belli küçük yerleşim birimlerini dışlarsak, ülkemizde muhtarlık kurumu, kapitalist örgütler sistemi içerisinde çok özel bir yer işgal etmiyor, vazgeçilmez bir kurum özelliği taşımıyor. Onun yokluğundan doğabilecek bir boşluk, sistemin başka kurumları tarafından rahatlıkla doldurulabilir.
Muhtarlık kurumunun tarihsel olarak ömrünü tamamladığı bilinen bir gerçek. Ama bu, teknolojik gelişmenin bugün eriştiği düzeyden, bilgisayar çağında bulunmamızdan kaynaklanmıyor, tersine bunun temelinde, yerel yönetim organlarının tümü de içinde olmak üzere, siyasal kurumları ile toplumsal örgütler sistemi ile bütün bir kapitalizmin, siyasal anlamda olmasa bile, tarihsel anlamda miadını doldurmuş olması yatıyor. 1871 Paris Komünü proleter örgütler sistemini ve proleter devrimini devreye sokuyor, 1917 Ekim Devrimi de proletarya devrimleri çağını başlatıyor.
Proleter devrimleri çağının başlaması ve burjuva devlet mekanizmasından tamamen farklı olan, onun antitezini oluşturan yeni bir siyasal mekanizma yaratıyor. Yığınları siyasetin dışında tutan bürokratik burjuva devlet mekanizması, yerini, geniş yığınları doğrudan yönetici katına yükselten, halk inisiyatifini üretim-birimleri temelinde, örgütlenmiş halk-meclisleri aracılığıyla harekete geçiren ve silah tekeline son veren, bürokratik olmayan yeni tipte bir devlete, devlet olmayan bir devlete bırakıyor.
Yeni toplumsal-siyasal örgütler sistemi, eski sistemin bürokratik kastını, yöneten-yönetilen farkını ortadan kaldırıyor. Toplumun üzerinde yer alan eski örgütler sistemi, yerini, toplumun artık bir parçası olan yeni örgütler sistemine terk ederek, tarih sahnesinden çekiliyor.
Muhtarlık gibi, belediyeler gibi yerel yönetim kurumları da, proletarya devrimi ile birlikte tarih sahnesinden çekilen siyasal-toplumsal örgütler arasında yer alıyor. Yerel yönetim organları, tarihsel olarak da, siyasal olarak da işlevini tamamlamış oluyor.
Belediyeler gibi, muhtarlık gibi yerel yönetim organlarının ömrünü tamamlamasıyla ortaya çıkan boşluk, yerel Sovyetler-yerel halk meclisleri tarafından dolduruluyor.
Mevcut belediye aygıtları, sistem içerisinde, yönetimine ve denetimine halkın katılmadığı, seçmenin kendi seçtiği organları ve kişileri istediği zaman görevden alamadığı, seçilmiş organların fazlaca bir işleve sahip olmadığı, profesyonel memurlar ordusuyla halkın üzerinde yer alan, bin bir bağla egemen sınıfa bağlı özellikleri ve yapısıyla ve işlevi merkezi iktidarın siyaset-dışı faaliyetleri ile sınırlı, bürokratik devlet mekanizması çarkının, olsa olsa bir dişlisi olabiliyor.
İster TBKP’nin ‘çağdaş demokratik yerel yönetim’ modeline göre şekillenişin, isterse Eylül Anayasasına göre yeniden kurumlaşmış olsun, sistem-içerisinde sistemin bürokratik bir kurumu olarak yerel yönetim organlarının, farklı bir işleve sahip olmaları nesnel olarak mümkün olamıyor.
Daha önemlisi de, rolleri ve işlevleri merkezi iktidarın siyaset-dışı faaliyetleri ile sınırlandırılmış birer organ olarak, milis örgütü gibi fiziki bir güce dayanmadıkları için, yerel yönetimler, birer iktidar organı hüviyeti de taşımıyorlar. Yerel düzeyde siyasal iktidar/siyasal otorite, jandarma ve polis örgütlenmesi gibi militarist kurumlardan valilik/kaymakamlık ve yargı organlarına kadar uzanan bürokratik organlar zinciri tarafından temsil ediliyor.
Yerel Sovyetler-yerel halk meclisleri ise, her şeyden önce, doğrudan siyasal organlar olarak yasama ve yürütme işlemlerini tek elde topladıkları ve halkın silahlı örgütlenmesine, halk milisine dayandıkları için, belediye ve muhtarlık ‘işlerini’ de yürüten ve mahallelerden sokaklara kadar bütün yerleşim birimlerinde örgütlenmiş birimlere dayanarak, doğrudan iktidar organı olma niteliği taşıyorlar. Valilik ve kaymakamlık gibi atama yolu ile oluşturulmuş bürokratik kurumlar kaldırıldığı ve yerel militarist kurumlar, yerini, tüm halkın silahlı örgütlenmesi demek olan halk milisine terk ederek tarihi-siyasi işlevini tamamladığı için, yerel Sovyet organlarında temsil edilen halkın iktidar gücü bölünmüyor, halk kendi iktidarını kendi dışında oluşturulmuş bürokratik kurumlarla paylaşmıyor.
Üretim, semt, mahalle ve sokak birimlerine kadar örgütlenme esasına dayanan, karar alma ve uygulama işlemlerinin birleştiği, seçilen organ ve görevlilerin seçmenler tarafından istenildiğinde görevden alınabildiği, profesyonel sürekli görevliler topluluğunun en aza indirgendiği, bir görevlinin ücretinin ortalama bir işçi ücreti düzeyi ile sınırlandığı, bütün kararların halka açık toplantılarda halk tarafından alındığı ve halk denetiminden geçirildiği ve tüm bunları gerçekleştirmek için fiziki gücü elinde tutan yerel Sovyet örgütlenmesinde, halk doğrudan yönetime katılıyor, siyasetin, siyasal faaliyetin nesnesi olmaktan çıkıyor, öznesi katına yükseliyor. Yerel Sovyet örgütlenmesi, ekonomik-sosyal yapının dönüşümü temelinde ve bu dönüşüme paralel olarak, yöneten-yönetilen farklılığının ortadan kaldırılmasının, yerel düzeyde, doğrudan siyasal mekanizmalarını yaratıyor.
Proletarya devletinin, yeni sosyalist devletin, siyasal otoritesi/siyasal iktidarı, yerel düzeyde halk meclisleri eliyle gerçekleşiyor.
Merkezi iktidarın, merkezi Sovyet organlarının bir unsuru ve uzantısı olarak yerel Sovyet örgütlenmesi, aynı zamanda, siyasi otoriteyi, devleti ortadan kaldırmanın da otoriter organı anlamına geliyor.
Proletarya devletinin iktidar organlarının, burjuva – kapitalist siyasal örgütler sistemi içerisinde oluşmadığı biliniyor. Burjuva-kapitalist siyasal iktidar mekanizmasının felce uğradığı, siyasal işlevini tamamladığı koşullarda, merkezi ve yerel halk konseyleri, halk meclisleri pratik bir gerçeklik kazanıyor, ‘ikili iktidar’ tekleşiyor.
Bu durum, yerel halk meclislerinin, aynı zamanda birer başkaldırı, birer ayaklanma, organı olması olgusu ile çelişmiyor, tersine bunu gerekli kılıyor. Halk meclisleri iktidarı, kaynağını, yığınların devrimci başkaldırısından alıyor. Öncül nüvelerini, siyasal durgunluk dönemlerinin işçi komitelerinden, emekçi-halk komitelerinden alan Sovyet örgütlenmesi, ‘ikili iktidar’ın ‘muhalefet kanadı’ olarak, halkın siyasal başkaldırı-ayaklanma organları olarak, burjuva devlet mekanizmasının alternatif kurumları olarak devreye giriyor.
Merkezi veya yerel düzeyde Sovyet-halk meclisi organları pratik bir durumdur ve kurulabilmesinin nesnel koşullarının pratik olarak oluştuğu toplumsal alt-üst dönemlerinde, Sovyet organlarının örgütlenmesi, eylem sloganı düzeyine yükseliyor… (Çok özel ve istisnai belli koşulların oluşmasını dışlarsak, kapitalizm çerçevesinde, genel veya yerel seçimlerde siyasi boykot taktiği, halk meclisi organlarının, ikinci iktidar organları olarak, pratik bakımından örgütlenmesi durumlarında gündeme geliyor.) Sovyet-halk meclislerinin örgütlenmesi, sadece niyete veya öneminin siyasal perspektifine bağlı olmuyor.
Ama Sovyet tipi örgütlenmelerin pratik olarak devreye girmediği nispeten ‘barışçıl’ dönemlerde, propaganda düzeyinde Sovyet örgütlenmesini savunmamak, sisteme ve sistemin merkezi veya yerel siyasal mekanizmalarına alternatif olarak Sovyet tipi organların propagandasını yapmamak, tersine, burjuva ‘gerçekçiliği’ temelinde sisteme, sistemin siyasal organlarına doğrudan entegre olmaya çalışmak, bir niyet ve siyasal perspektif sorunu olarak önem kazanıyor.
TBKP, genel ve yerel Sovyet propagandası aleyhine, genel seçimlerde parlamentoyu, yerel seçimlerde yerel yönetim organlarını birer kurum olarak savunmak ve burjuva seçim mekanizmasını, ‘seçimlere katılım’ çağrısı ile birleştirerek desteklemek suretiyle, burjuva-kapitalist örgütler sistemine doğrudan katılmaya hazır bir siyasal güç olduğunu yinelemiş oluyor.
TBKP’nin, ‘çağdaş’ yerel yönetim modeli, Sovyet-halk meclisi modeline karşı, burjuva ilişkiler çerçevesini, burjuva siyasal mekanizmaların bütünlüğünü onaylamak için, siyasal bir alternatif ve somut bir program olarak şekilleniyor.
Yeni Açılım’ın somut programı, ‘çağ-dışılığı’ yeniden diriltiyor.

Ağustos 1989

Bir Işık Seli: Friedrich ENGELS

(Ne Parlak bir zekâ meşalesi söndü Ne yiğit bir yürek durdu!)

Dünya proletaryasının en yetkin, dahi bilginlerinden başöğretmen Friedrich ENGELS 1895 yılının 5 Ağustos günü Londra’da dünyaya gözlerini yumdu. Lenin, Engels’in ölümünün ne büyük bir kayıp olduğunu bir şiirden aldığı bu dizelerle ifade etmiştir.
Kapitalist sömürü dünyasının iç çelişkilerini bütün ayrıntılarına kadar aydınlatan ve insanlığın yüzyıllar sonrası özgür ve mutlu geleceğini daha o günden gören Engels sadık arkadaşı ve can dostu Karl Marks’ın yanı başında ebediyete kadar yanacak olan, ikinci bir meşalesiydi proletaryanın.
Ve yine Engels, işçi sınıfının büyük amacı ve yüce davası için hiçbir zor karşısında yılmamakla birlikte, defalar kere silahlı halk ayaklanmalarına katılıp barikatların arkasında özgürlük uğruna dövüşmekten de çekinmeyecek kadar yiğit bir yürek taşımıştı.
Engels’i anmak, proletaryanın saflarında, kendini sınıf işbirliği, sınıf uzlaşmacılığı biçiminde var eden ihanete karşı durmaktır.
Engels’i anmak “herkesten yeteneğine herkese ihtiyacına göre” olacak sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum idealine inanmak ve bu uğurda mücadele vermektir.
Engels, Marks’la tanışıp birlikte bilimsel teorik araştırmalara giriştikleri bin sekiz yüzlü yıllarda hemen hemen bütün sosyalistler ve işçi sınıfının dostları genellikle proletaryaya bir çıban gözüyle baktılar. Onun, sanayinin büyümesiyle birlikte nasıl büyüdüğünü gözledikçe korkuya kapıldılar. Onların hepsi her ne kadar insanlıktan dem vurup kapitalizmin yarattığı ağır sömürü koşullarındaki sefaleti ve yaşanılan vahşeti eleştiri konusu edip çeşitli reformları çözüm diye göstermek istemişlerse de, tarihsel devrimciliği kuşanmış olan işçi sınıfından da daima rahatsızlık duymuşlardır.
Marks’la birlikte Engels bu yeni devrimci sınıfın gelişip güçlenmesinden duyulan korkuyu ve telaşı paylaşmadılar tersine, Marks gibi Engels de bütün umudunu proletaryanın sürekli büyümesine bağladı. Marks ve Engels’e göre ne kadar çok proletarya varsa, bir devrimci sınıf olarak kuvvetleri de o kadar büyük, sosyalizm de o kadar yakın ve o kadar da olanaklı olacaktır. Çünkü kapitalizmdeki özel mülkiyetin kaçınılmaz bir sonucu olarak var olan plansız, anarşik, bunalıma toplumsal üretimin ortadan kaldırılması ve böylece insanın insanı sömürmesine son verilmesi proletaryanın burjuvaziyle sınıfsal savaşımını mutlak gerektiriyordu. Diyalektik tarihsel materyalizmin ışığında Marks ile Engels’in ulaştığı bu bulgular tamamen geçerli ve bilimseldir.
Marks ile Engels’in bütün hizmetleri işçi sınıfının -dolayısıyla insanlığın- kurtuluşu için olmuştur. Lenin, Marks ve Engels’in işçi sınıfına hizmetlerini şöyle özetler. “İşçi sınıfına kendini tanımayı ve sınıf olarak kendi bilincinde olmayı öğrettiler, düşlerin yerine de bilimi koydular.”
Bugün de sınıflar vardır. Ve var olan sınıfların, siyasal mücadelede tavır alışlarında ise, temelde bir değişiklik yoktur. Yine sözde sosyalistler ve işçi sınıfının sözde dostları kendi sınıf çıkarları için verdikleri mücadelede proletaryayı yedekleyip kullanmak istiyorlar. İşçi sınıfı onlar için ateşin üzerindeki kestaneleri toplamaya yarayacak bir maşadır sadece. Aslında onlara sorulacak olursa, sınıflar ve sınıf savaşımları tarihe karışmıştır. Marks’ın ve Engels’in -tabii ki Lenin ve Stalin’in de- öğretileri yeterince eskimiş ve tozlanmıştır. Ama ne büyük bir talihsizlik ki, bütün bu sağcı lafların büyük bir gayretle orta yere serpilmeye çalışıldığı anda bile, dünyanın bütün burjuva devletlerinde proletarya iş, ekmek ve özgürlük uğruna baş kaldırarak yeni mücadele sayfaları açıyor. Sınıf karşıtı, uzlaşmacı güçler ise şaşırıyor, telaşa düşüyor ve kendilerini, ağız değiştirip daha devrimci bir dil kullanma zorunluluğunda hissediyorlar. Onların proletaryaya dost görünmelerinin altındaki gerçek budur.
Hem onların dışında gelişip boyutlanabilecek olan işçi sınıfının bağımsız eylemi kendi burjuva hayallerinin de sonu olacaktır. Bunu çok iyi bildiklerinden sınıfın saflarına sızmayı onun partisinin önderliğindeki bağımsız sınıf eylemini sabote edip rayından çıkarmayı kendilerine görev biliyorlar.
Proletaryanın sınıf savaşımını propaganda etmek ve onu örgütlemek yerine kapitalizmin yarattığı sefalete sövüp sayıyorlar ama çözüm olarak da sınıf işbirliği, reformizm, teslimiyet ve dört dörtlük bir burjuva parlamentarizmini öneriyorlar.
Proletaryanın gelişip güçlenmesinden korkuya kapılan bu sahte sosyalistler ve sahte dostlar, sanki dün proletaryanın saflarındaymışlar gibi de bugün “elveda proletarya” diyerek sözde ayrılıklarını dile getiriyorlar. Kendiliğindenliğine rağmen şöyle bir kıpırdanışıyla toplumu derinden sarsan ülkemiz işçi sınıfı, kendisine “elveda proletarya” diyenlere “güle güle, cehenneme kadar yolunuz var” dese, bunun sekterlik olacağını kim söyleyebilir. Ve ayağa kalkan aynı işçi sınıfı, yıllardır “devletimiz”, “Türkiye ordumuz”, “iç barış”, “istikrar”, “NATO’da kalalım” diyenleri, bu tutumları gericilikle niteleyenlere “sahte sol” yaftası asarak açık ihbarcılık yapanları, akıllarına işçi sınıfını getirmeyip kendilerini burjuvazi ve gericiliğe beğendirmeye çalışanları “selam”a durdurup, göstermelik, temsil niteliği olmayan kişilerle “İşçi Kurul-tay”ları düzenlemeye sevk edince, onlara “yolumuzdan çekilin” dediğinde, bunun yanlışlığını kim iddia edebilir?
Engels 1820’de Barmen’de doğdu. Babası bir manifaktürcüydü. 1838’de lise öğrenimini bitirmeden aile koşullan yüzünden bir ticarethaneye yazıcı olarak girmek zorunda kaldı. Ticaret işleri Engels’in bilimsel ve politik eğitimini sürdürmesini engellemedi. Daha lisedeyken otokrasiden ve bürokratlar zorbalığından nefret etmeye başlamıştı. Felsefe çalışmaları onu daha da ileriye götürdü. O zaman Alman felsefesine egemen olan ve devrimci öğretiler savunan Hegel’in izleyicisi oldu. Ancak kısa zamanda Hegel’in felsefesinde bilimsel olmayan idealist yanı gördü. Hegel’in doğru devrimci öğretilerini savunan Engels onun bilimsel olmayan öğretilerine karşı ise mücadele vererek Hegel’e ve öbür Hegelcilere benzemediğini gösterdi. Marks gibi Engels de burjuva toplumundaki konumu dolayısıyla sosyalizmin kurulmasına ili duyan toplumsal gücün proletarya olduğuna inandı. Ondan sonra da bu sınıfa çıkarlarının ve tarihsel görevinin bilincini vermeye azmetti.
Engels proletaryayı, bir ticari firmada çalışırken 1842’de yerleştiği Manchester’da, İngiliz endüstrisinin merkezinde tanımaya başladı. Engels burada hep ofiste oturmadı. İşçilerin tıkıldıkları yoksul semtleri dolaştı, onların yoksulluk ve acılarını kendi gözleriyle gördü. Ama kişisel gözlemlerle yetinmedi. Kendisinden önce İngiliz işçi sınıfının durumu üzerine açığa vurmuş her şeyi okudu ve ele geçirebildiği bütün belgeleri inceledi. Bu inceleme ve gözlemlerin meyvesi 1845’de çıkan İngiltere’de işçi sınıfının durumu, kitabıydı. Bu eseri yazmakla Engels proletaryaya büyük bir hizmet vermişti. Engels’ten önce birçok kimse proletaryanın acılarını tanımlamış ve ona yardım etme gereğini göstermişti. Proletaryanın yalnızca acı çeken bir sınıf olmadığını, gerçekte proletaryayı karşı konamaz biçimde ileri süren ve son kurtuluşu için savaşmaya zorlayan şeyin proletaryanın utanılacak ekonomik durumu olduğunu ilk söyleyen Engels’ti.
İşçi sınıfının politik hareketi, işçilerin biricik kurtuluşlarının sosyalizmde olduğunu anlamalarına kaçınılmaz olarak yol açacaktır. Öte yanda sosyalizm ancak işçi sınıfının politik savaşımının gereği olunca bir güç olacaktır. Engels’in İngiltere’de işçi sınıfının durumu üzerine yazdığı kitabın ana düşünceleri, şimdi düşünen ve savaşan bütün proleterlerce benimsenen ama o zaman tümüyle yeni olan düşünceleri böyledir. Engels’in kitabı modern proletaryanın durumunu en iyi savunan kaynak olarak her yerde anlatılmaya başlandı. Ve gerçekten 1845’ten önce de, sonra da işçi sınıfının yoksulluğunun böylesine çarpıcı ve gerçek bir anlatım çıkmadı.
Engels Manchester’da İngiliz sosyalist yayımları için yazılar yazmaya başladı. 1844’te Almanya’ya dönerken, Paris’te önceden mektuplaşmaya başladığı Marks’la tanıştı. 1845’ten 1847’ye kadar Brüksel ve Paris’teki Alman işçiler arasında bilimsel çalışma ile pratik etkinlikleri birleştirdi. Burada Marks ve Engels geliştirdikleri sosyalizmin ana ilkelerini yorumlamakla görevlendirilen gizli Alman Komünist Birliği ile ilişki kurdular. Böylece Marks ile Engels’in 1848’de yayımlanan ünlü manifestosu ortaya çıktı. Bu kitap ciltler değerindedir. Onun özü uygar dünyanın örgütlenmiş ve savaşan proletaryasına bugüne kadar esin verdi ve yol gösterdi.
Patlayan 1848 devrimi Marks ile Engels’i anayurtlarına geri getirdi. Burada gerici güçlere karşı özgürlüğü ve halkın çıkarlarını savunmada sonuna kadar savaştılar. Bu savaşımda gerici güçler üstün geldi. Marks yurttaşlıktan çıkarılarak sınır dışı edildi. Engels silahlı halk ayaklanmasına katıldı. Üç savaşta özgürlük uğruna dövüştü ve ayaklanmanın yenilgiye uğramasından sonra İsviçre üzerinden Londra’ya geçti.
Marks’la birlikte yürüttüğü çalışmalarında Engels birçok değerli eserler yazdı. Anti-Dühring; Ailenin, Özel Mülkiyetin Devletin Kökeni; Ludwiq Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi, başlıcalarıdır. Marks Kapital konusundaki engin çalışmasında son düzeltmeleri yapamadan ölünce Engels, dostunun ölümünden sonra Kapitalin ikinci ve üçüncü ciltlerini hazırlayıp yayınlama ağır görevini üstlendi. Engels her zaman ve genellikle haklı olarak kendisini Marks’tan sonraya koydu. “Marks’ın sağlığında ben ikinci kemandım” diye yazacaktı bir dostuna. Yaşayan Marks’a sevgisi ve ölü Marks’ın anısına saygısı sonsuzdu. Bu çetin savaşçının, bu temkinli düşünürün derinden seven bir ruhu vardı.
1848-49 hareketinden sonra araştırmalarla yetinmeyen Marks ve Engels 1864’te uluslararası işçilerin birliğini kurdular. Marks bu derneğe önderlik ederken Engels’te derneğin çalışmalarına etkin bir biçimde katıldı. Bu birliğin yetmişlerde kapanmasıyla bile Marks ile Engels’in birleştirici rolü sona ermedi. Tersine, denebilir ki, işçi sınıfının manevi önderleri olarak önemleri sürekli arttı. Çünkü hareketin kendisi kesintisiz büyüdü. Marks’ın ölümünden sonra Engels tek başına Avrupa sosyalistlerinin danışmanı ve önderi olarak kaldı.
“İşçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendisinin işi olmalıdır.” Marks gibi Engels de durmadan bunu öğretti. Ömrünün son yıllarında dikkatini Rusya’da gelişmekte olan devrime çeviren Engels proleter devrimlerine olan inancıyla dünya proletaryasının arasından bedenen ayrıldı.
Proletaryanın büyük bir savaşçısı ve öğretmeni olan Friedrich ENGELS’in anısını her zaman yüceltelim.

Ağustos 1989

Proletarya ve Mücadelesi

Felsefeden ekonomiye, tarihten antropolojiye, gökbilimden matematiğe, fizik, kimya biyolojiye ilgilenmediği, sıradan bir ilginin ötesinde konularını uzmanlarıyla tartışamadığı hemen hiçbir bilim dalı olmayan, Marks’la birlikte Marksizm’in kurucusu olan Friedrich Engels’in ölümünün 94. yılındayız. Engels’i anarken O’nun Türkçede az bilinen bir eserinden, “Komünizmin İlkeleri”nden bölümler yayınlıyoruz.
Özellikle proletaryanın makineleşmeye – otomasyona bağlı olarak yok olmakta olduğu, toplumun proletaryasızlaştığı, kapitalizmin zorunlu olarak çöküşe gitmediği ve sosyalizmin bir zorunluluk olmadığı, sınıf mücadelesinin tarihe karıştığı yolunda tarihin çöp sepetinden bulunup çıkarılmış “yeni” görüşlerin ortaya atıldığı günümüzde, Engels’in 1847 Ekimi’nde kaleme aldığı ve sonradan Manifesto’ya temel oluşturan eseri can alıcı önemini korumaktadır. Stalin ‘den sonra, Lenin’i, Marks’ı ve Engels’i “aşan” revizyonistler, bu “aşma”yı öyle kolayca başaramayacaklar. Marks’la birlikte Engels, yüzyılın ötesinden korkulu rüyaları olmaya devam edecek.

Soru: Proletarya nedir?
Yanıt: Proletarya, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan değil, tamamıyla ve yalnızca kendi emeğinin satışından sağlayan; sevinci ve üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına, sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara dayanan sınıfıdır. Proletarya, yani proleterler sınıfı, tek sözcükle, 19. yüzyılın çalışan sınıfıdır.

Soru: Proleterlerin burjuvalara bu emek satışı hangi koşullar altında yer alır?
Yanıt: Emek herhangi bir başka meta gibi bir metadır ve fiyatı da herhangi bir başka metaın fiyatını belirleyen aynı yasalar tarafından belirlenir. Büyük sanayinin ya da serbest rekabetin -ki göreceğimiz gibi, ikisi de aynı kapıya çıkar- egemenliği altındaki bir metaın fiyatı, ortalama olarak, her zaman, o metaın üretim maliyetine eşittir. Emeğin fiyatı da, demek ki, aynı şekilde emeğin üretim maliyetine eşittir. Emeğin üretim maliyeti, tamamen, işçinin, kendisini çalışabilir bir durumda tutmak ve işçi sınıfının yok olmasını önlemek için gereksindiği geçim araçları miktarından ibarettir. Demek ki işçi, emeği karşılığında, bu amaç için gerekli olandan daha fazlasını almayacaktır; emeğin fiyatı ya da ücret, geçim için gerekli en düşük, asgari (miktar -ç.) olacaktır. İşler bazen kötü, bazen de iyi olduğuna göre, işçi de bir durumda daha fazla, öteki durumda daha az alacaktır, tıpkı fabrika sahibinin kendi metaı karsağında bir durumda daha fazla, öteki durumda daha az alması gibi. Ama fabrika sahibi nasıl ki işlerin iyi olduğu zaman ile kötü olduğu zaman arasında ortalama olarak kendi metaı için, bu metaın üretim maliyetinden ne daha fazla, ne de daha az alıyorsa, işçi de ortalama olarak bu asgariden ne fazla, ne de az alacaktır. Bütün çalışma dalları ne denli büyük sanayinin eline geçme, ücretlere ilişkin bu iktisadî yasa da o denli daha sıkı uygulanır.

Soru: Proleter, köleden hangi bakımdan farklıdır?
Yanıt: Köle ancak bir kez satılır, proleter ise kendisini günbegün, saat-be-saat satmak zorundadır. Tek bir efendinin mülkü olan bireysel köle, efendisinin çıkan bunu gerektirdiğinden, ne denli sefil olursa olsun, güvence altına alınmış bir geçime sahiptir; emeği ancak birisi buna gereksinme duyduğu zaman kendisinden satın alınan ve deyim yerindeyse, tüm burjuvalar sınıfının mülkü olan bireysel proleter ise, güvence altına alınmış bir geçime sahip değildir. Bu geçim ancak tüm proleter sınıf için güvence altına alınmıştır. Köle rekabetin dışındadır, proleter ise onun içindedir ve bunun bütün dalgalanmalarından etkilenir. Köle, uygar toplumun bir üyesi olarak değil, bir şey olarak hesap edilir; proleter ise bir kişi olarak, uygar toplumun bir üyesi olarak kabul edilir. Şu halde, köle proleterden daha iyi bir geçime sahip olabilir, ama proleter, toplumun gelişmesinin daha yüksek bir aşamasına mensuptur ve kendisi de köleden daha yüksek bir aşamada bulunur. Köle, kendisini, bütün özel mülkiyet ilişkileri arasından yalnızca kölelik ilişkisini kaldırmakla özgür kılar ve böylelikle ancak o zaman bizzat bir proleter haline gelir; proleter ise kendisini, ancak genel olarak özel mülkiyeti kaldırmakla özgür kılabilir.

Soru: Sanayi devriminin ve toplumun burjuvalar ve proleterler olarak bölünmesinin ilk sonuçlan neler oldu?
Yanıt: Birincisi, makine emeğinin sonucu sınaî ürünlerin fiyatlarının sürekli ucuzlaması yüzünden, el emeğine dayalı eski manifaktür ya da sanayi sistemi, dünyanın bütün ülkelerinde tamamıyla yıkıldı. Şimdiye dek tarihsel gelişimin az çok dışında kalmış bulunan ve sanayileri şimdiye dek manifaktüre dayanmış olan bütün yarı-barbar ülkeler, böylece, yalıtılmış durumlarından zorla kopartıldılar. İngilizlerin daha ucuz olan metalarını satın aldılar ve kendi manifaktür işçilerini yok olmaya terk ettiler. Böylece, binlerce yıldır hiçbir ilerleme göstermemiş olan ülkeler, örneğin Hindistan, gittikçe devrimcileştiler ve artık Çin bile bir devrime doğru ilerliyor. İngiltere’de bugün icat olunan yeni bir makinenin, bir yıl içerisinde, Çin’de milyonlarca işçiyi işsiz bıraktığı bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Büyük sanayi, böylece, dünyanın bütün halklarını birbirleriyle ilişki içerisine sokmuş, bütün küçük yerel pazarları dünya pazarına katmış, her yerde uygarlık ve ilerleme için zemin hazırlamış ve uygar ülkelerde olan her şeyin bütün öteki ülkelerde de yankılar uyandırmasına neden olmuştur. Böylece, eğer İngiltere ya da Fransa’da işçiler şu anda kendilerini kurtaracak olsalar, bu, bütün öteki ülkelerde de, bu ülkelerin işçilerine er veya geç kurtuluş getirecek devrimlere yol açacaktır.
İkincisi, sanayi devrimi burjuvaziyi ne ölçüde yaratmışsa, aynı ölçüde proletaryayı da yaratmıştır. Burjuvaların zenginleşmeleri oranında proleterler de sayıca artmışlardır. Çünkü proleterler ancak sermaye tarafından istihdam edilebildiklerinden ve sermaye de ancak emek istihdam etmekle arttığından, proletaryanın büyümesi, sermayenin büyümesiyle at-başı gider. Aynı zamanda bu, burjuvaları da, proleterleri de, sanayinin en kârlı bir biçimde işletilebildiği büyük kentlerde yoğunlaştırır ve büyük yığınları bu bir tek yere yığmakla proleterleri kendi güçlerinin bilincine vardırır. Ayrıca, bu ne denli gelişirse, el emeğini yerinden eden o denli çok makine icat olunur, büyük sanayi, daha önce de söylediğimiz gibi, ücretleri o denli asgariye indirir ve böylelikle proletaryanın durumunu giderek daha da çekilmez hale getirir. Böylece, bir yanda proletaryanın büyüyen hoşnutsuzluğu, öte yanda büyüyen gücü ile sanayi devrimi, proletaryanın yapacağı bir toplumsal devrim hazırlar.

Sora: Sanayi devriminin öteki sonuçlan neler oldu?
Yanıt: Buhar makinesi ve öteki makineler ile, büyük sanayi, sınaî üretimi kısa bir zamanda ve küçük bir masrafla sınırsız bir ölçüde artırmanın araçlarını yaratmış oldu. Bu üretim kolaylığı ile büyük sanayinin zorunlu sonucu olan serbest rekabet, çok geçmeden son derece yoğun bir nitelik kazandı; çok sayıda kapitalist, sanayiye atıldı ve çok geçmeden kullanılabilecek olandan daha fazlası üretilmeye başlandı. Sonuç, imal edilen malların satılamaması ve ticaret bunalımı denen şeyin ortaya çıkması oldu. Fabrikalar durmak zorunda kaldı, fabrika sahipleri iflâs etti ve işçiler ekmek kapılarını yitirdiler. Her yerde büyük bir sefalet vardı. Bir süre sonra fazla ürünler satıldı, fabrikalar gene çalışmaya başladı, ücretler yükseldi ve işler her zamankinden daha bir canlılık kazandı. Ama çok geçmeden gene çok fazla metalar üretildi, bir başka bunalım ortaya çıktı ve bir öncekiyle aynı yolu izledi. Böylece, bu yüzyılın başından beri sanayinin durumu, bolluk dönemleri ile bunalım dönemleri arasında dalgalandı durdu ve hemen hemen her beş ya da yedi yılda bir, düzenli olarak, benzer bir bunalım meydana geldi, ve her keresinde işçilerde en büyük sefalete, genel devrimci coşkuya ve tüm mevcut sistem içinde en büyük tehlikeye yol açtı.

Soru: Düzenli olarak yinelenen bu ticaret bunalımlarından ne gibi sonuçlar çıkartılabilir?

Yanıt: Birincisi, serbest rekabeti gelişmesinin başlangıç aşamalarında büyük: sanayinin kendisi yaratmışsa da, şimdi artık, her şeye karşın, serbest rekabete sığmıyor; rekabet ve genel olarak sınaî üretimin bireyler tarafından sürdürülmesi, büyük sanayi için kırması gereken ve kıracağı bir ayak-bağı haline gelmiştir; büyük sanayi, mevcut temeller üzerinde yürütüldüğü sürece, her keresinde tüm uygarlığı tehdit eden, yalnızca proleterleri sefalete sürüklemekle kalmayıp çok sayıda burjuvaları da yıkan ve her yedi yılda bir tekrarlanan genel bir kargaşalık sayesinde ayakta kalabilir; dolayısıyla ya büyük sanayinin kendisi terk edilmelidir ki bu kesinlikle olanaksızdır, ya da bu durum, sınaî üretimin artık birbirleriyle rekabet eden tek tek fabrika sahipleri tarafından yönetilmeyip, belli bir plan uyarınca ve herkesin gereksinmeleri uyarınca toplumun tümü tarafından yönetildiği, tamamıyla yeni bir toplum örgütlenmesini mutlaka zorunlu kılar.
İkincisi, büyük sanayi ve onun olanaklı kıldığı üretimin sınırsız genişlemesi, toplumun her üyesinin bütün yeti ve yeteneklerini tam bir özgürlük içerisinde geliştirip kullanabilmesine yetecek miktarda zorunlu yaşam nesnelerinin üretildiği bir toplumsal düzen yaratabilir. Böylece, büyük sanayinin mevcut toplum içerisinde bütün sefaleti ve bütün ticaret bunalımlarını yaratan bu niteliğidir ki, farklı bir toplumsal örgütlenme içerisinde bu aynı sefaleti ve bu fecî dalgalanmaları yok edecektir.
Şu halde, en açık bir biçimde tanıtlanıyor ki:
1. Bundan böyle, bütün bu hastalıklar, yalnızca, varolan koşullara artık tekabül etmeyen bu toplumsal düzene mal edilecektir;
2. Bu hastalıkları yeni bir toplumsal düzen sayesinde tamamıyla ortadan kaldırmanın çareleri mevcuttur.

Soru: Bu nasıl bir yeni toplumsal düzen olmalıdır?
Yanıt: Her şeyden önce, sanayinin işletilmesini ve genel olarak üretimin bütün dallarını, birbirleriyle rekabet eden ayrı ayrı bireylerin ellerinden almak ve bunun yerine, bütün bu üretim dallarının bir tüm olarak toplum tarafından, yani toplumsal bir plan uyarınca ve toplumun bütün üyelerinin katılmalarıyla, toplum yararına işletilmesini sağlamak zorunda olacaktır. Demek ki, rekabeti kaldıracak ve onun yerine birlikteliği koyacaktır. Sanayinin bireyler tarafından işletilmesi zorunlu olarak özel mülkiyet sonucunu verdiğine göre ve rekabet sanayinin tek tek özel sahipler tarafından işletilme biçiminden başka bir şey olmadığına göre, özel mülkiyet, sanayinin bireysel olarak işletilmesinden ve rekabetten ayrılamaz, şu halde, özel mülkiyet de kaldırılmak zorunda olacaktır ve onun yerine bütün üretim araçlarının ortaklaşa kullanımı ve bütün ürünlerin ortak rıza ile dağıtımı, ya da mülkiyetin ortaklaşalığı denilen şey olacaktır. Özel mülkiyetin kaldırılması, gerçekten de, sanayinin gelişmesini zorunlu olarak izleyen bu tüm toplumsal sistem dönüşümünün en özlü ve en karakteristik özetidir ve dolayısıyla, bu haklı olarak, komünistlerin temel istemleri oluyor.

Soru: Özel mülkiyetin kaldırılmasını barışçıl yöntemlerle gerçekleştirmek olanaklı olacak mıdır?
Yanıt: Bunun olabilmesi istenilen bir şeydir ve buna karşı direnecek en son kişiler elbette komünistler olurdu. Komünistler, komplonun hiçbir türlüsünün, hiçbir yarar sağlamadığı gibi, hatta zararlı olduğunu çok iyi biliyorlar. Devrimlerin kasten ve keyfî olarak yapılmadıklarını, bunların her yerde ve her zaman belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden tamamıyla bağımsız koşulların zorunlu sonuçları olduklarını çok iyi biliyorlar. Ama, proletaryanın gelişmesinin, hemen her uygar ülkede, zorla bastırıldığını ve komünistlerin muhaliflerinin, böylece, bütün güçleriyle, bir devrime doğru gittiklerini de görüyorlar. Ezilen proletarya, sonuçta bir devrime zorlanacak olursa, biz komünistler, nasıl şimdi sözle yapıyorsak, o zaman fiilen de proleterlerin davasını savunacağız.

Soru: Özel mülkiyeti bir çırpıda kaldırmak olanaklı olacak mıdır?
Yanıt: Hayır, mülkiyetin ortaklaşa-.lığını kurmak için mevcut üretici güçleri, bir çırpıda gereken ölçüde artırmak ne kadar olanaksızsa, böyle bir şey de o kadar olanaksızdır. Şu halde, nasıl olsa yaklaşan proleter devrim, mevcut toplumu ancak yavaş yavaş değiştirecek ve özel mülkiyeti ancak gerekli miktarda üretim aracı yaratıldığı zaman kaldırabilecektir.

Soru: Özel mülkiyetin nihaî olarak kaldırılmasının sonuçlan neler olacaktır?
Yanıt: Her şeyden önce, toplumun, hem bütün üretici güçlerin ve haberleşme araçlarının kullanımını ve hem de ürünlerin değişim ve dağıtımım özel kapitalistlerin ellerinden alarak, bunları elde bulunan olanaklara ve tüm toplumun gereksinmelerine uygun düşen bir plan uyarınca yönetmesiyle, büyük sanayinin şu andaki işletilişinin bütün kötü sonuçlan ortadan kaldırılmış olacaktır. Bunalımlar son bulacaktır; mevcut toplum sistemi altında aşırı üretim demek olan ve sefaletin bunca büyük bir nedeni olan genişletilmiş üretim, o zaman yeterli bile olmayacak ve çok daha genişletilmek zorunda kalacaktır. Toplumun ivedi gereksinmelerinin ötesindeki aşın üretim, sefalet yaratmak yerine, herkesin gereksinmelerinin karşılanması demek olacak, yeni gereksinmeler ve aynı zamanda da bunları karşılayacak araçlar yaratacaktır. Bu, yeni ilerlemelerin koşulu ve nedeni olacak ve bu ilerlemeleri, böylelikle, toplum düzeninde şimdiye dek hep olduğu gibi kargaşalığa yol açmaksızın başaracaktır. Manifaktür sistemi zamanımızın büyük sanayisi ile kıyaslandığında ne denli zavallı kalıyorsa, büyük sanayi de, özel mülkiyetin baskısından bir kez kurtuldu mu, bugünkü gelişme düzeyini o denli zavallı bırakacak bir ölçekte gelişecektir. Sanayinin bu gelişmesi, topluma, herkesin gereksinmelerini karşılamaya yeterli miktarda ürün sağlayacaktır. Aynı şekilde özel mülkiyetin baskısıyla ve topraktaki parçalanmayla kösteklenen tarımda, mevcut iyileştirmelerin uygulamaya konmasından ve bilimsel ilerlemelerden yepyeni bir hız kazanacak ve toplumun emrine bol miktarda ürün sunacaktır. Toplum böylece dağıtımını bütün üyelerinin gereksinmelerini karşılayacak şekilde düzenleyebilmesine yeterli miktarda ürün üretecektir. Toplumun çeşitli karşıt sınıflara bölünmesi, böylelikle, gereksiz hale gelecektir. Yalnızca gereksiz olmakla kalmayacak, bu, yeni toplum düzeni ile bağdaşmayacaktır da. Sınıflar işbölümü yüzünden var oldular, bu işbölümünün bugüne kadarki varlık biçimi tamamıyla yok olacaktır. Çünkü sınaî ve tarımsal üretimi tanımlanan düzeye getirmek için, mekanik ve kimyasal araçlar tek başlarına yeterli değildir; bu araçları harekete geçiren insanların yetenekleri de buna tekabül eden bir ölçüde geliştirilmelidir. Nasıl ki geçen yüzyılda köylüler ve manifaktür işçileri tüm yaşam biçimlerini değiştirmişler ve büyük sanayiye sürüklendiklerinde bizzat çok farklı insanlar haline gelmişlerse, üretimin toplumun tamamı tarafından ortak yönetimi ve bunun sonucu üretimin göstereceği yeni gelişme de çok farklı insanları gerektirecek ve aynı zamanda bunları yaratacaktır. Üretimin ortak yönetimi, her biri tek bir üretim dalına bağlanmış, ona zincirlenmiş, onun tarafından sömürülen, her biri bütün öteki yetenekleri pahasına yeteneklerinden yalnızca bir tekini geliştirmiş ve toplam üretimin yalnızca bir tek dalını, ya da o dalın dallarından birini bilen bugünün insanları tarafından gerçekleştirilemez. Bugünün sanayisi bile, bu gibi insanlardan gittikçe daha az yararlanıyor. Toplumun tümü tarafından ortaklaşa ve planlı olarak yürütülen sanayi, ayrıca, her yönden gelişmiş, üretim sisteminin tamamını kavrama yeteneğine sahip insanlar öngörür. Böylece birini köylü, ötekini ayakkabıcı, bir üçüncüsünü fabrika işçisi, bir dördüncüsünü borsa tellâlı yapan -ki makineler bu kimselerin ayaklarını daha şimdiden kaydırmıştır- işbölümü tamamıyla yok olacaktır. Eğitim, genç insanlara üretim sisteminin tamamını baştanbaşa çarçabuk görme olanağını verecek, toplumun gereksinmelerine ya da kendi eğilimlerine göre onların sanayinin bir dalından ötekine geçebilmelerini sağlayacaktır. Dolayısıyla, mevcut işbölümünün bunlardan her birine zorla kabul ettirdiği bu tek-yanlılıktan onları kurtaracaktır. Toplumun komünistçe örgütlenmesi, böylece, üyelerine, her yönde gelişmiş bulunan yeteneklerini, her yönde kullanma şansını verecektir. Bununla, çeşitli sınıflar zorunlu olarak yok olacaklardır. Şu halde, toplumun komünistçe örgütlenmesi, bir yandan sınıfların varlığı ile bağdaşmaz, öte yandan bu toplumun kurulması da, bu sınıf farklılıklarını yok etmenin araçlarını sağlar.
Bundan, kent ile köy arasındaki karşıtlığın da, aynı şekilde, yok olacağı sonucu da çıkar. Tarımın ve sanayinin iki farklı sınıf yerine, aynı insanlar tarafından yürütülmesi, zaten, salt maddî nedenlerden ötürü, komünist birlikteliğin temel bir koşuludur. Tarımsal nüfusun kırdaki dağınıklığı ile sınaî nüfusun büyük kentlere yığılmasının yan yana bulunması, tarımın ve sanayinin ancak az gelişmişlik aşamasına tekabül eden bir durumdur, kendisini daha şimdiden şiddetle hissettiren bütün daha ileriki gelişmeler için bir engeldir.
Üretici güçlerin ortak ve planlı olarak işletilmesi amacıyla toplumun bütün üyelerinin genel birlikteliği; üretimin herkesin gereksinmelerini karşılayacak ölçüde genişletilmesi; kimilerinin gereksinmelerinin başkalarının pahasına karşılanması durumunun son bulması; sınıfların ve bunların karşıtlıklarının tamamıyla yok edilmesi; bugüne kadar mevcut olan işbölümünün kaldırılmasıyla, sınaî eğitimle, iş alanının değiştirilmesiyle, herkesçe sağlanan zevklerden herkesin yararlanmasıyla, kent ile kırın kaynaşmasıyla toplumun bütün üyelerinin yeteneklerinin her bakımdan gelişmesi; özel mülkiyetin kaldırılmasının temel sonuçları işte bunlardır.

Soru: Komünist toplum düzeninin aile üzerindeki etkisi ne olacaktır?
Yanıt: Bu, cinsiyetler arasındaki ilişkiyi, yalnızca ilgili kişileri ilgilendiren ve toplumun hiçbir müdahale isteminde bulunmayacağı salt özel bir ilişki haline getirecektir. Bunu yapabilecek durumdadır, çünkü özel mülkiyeti kaldırmakta ve çocukları komünal olarak eğitmekte, böylece bugüne kadar mevcut evliliğin ikiz temelini -özel mülkiyet sayesinde kadının kocaya ve çocukların da ana-babaya olan bağımlılığını- yok etmektedir. Ahlâk dersi veren dar kafalıların kadınların komünist ortaklaşalığına karşı kopardıkları yaygaranın yanıtı da buradadır. Kadınların ortaklaşalığı tümüyle burjuva toplumuna ait bir ilişkidir ve bugün eksiksiz bir biçimde fuhuş ile gerçekleşmektedir. Ama fuhuşun kökleri özel mülkiyettedir ve onunla birlikte o da kalkar. Şu halde, komünist örgütlenme, kadınlarda ortaklaşalığı getirmek yerine, ona son verir.

Soru: Komünist örgütlenmenin mevcut milliyetler karşısındaki tutumu ne olacaktır?
Yanıt: Ortaklaşalık ilkesi uyarınca birbirleriyle birleşen halkların milliyetleri, bu birlik ile bir o kadar kaynaşmak zorunda kalacaklar ve böylelikle, tabakalar ve sınıflar arasındaki çeşitli farklılıklar, temellerinin -özel mülkiyetin- terk edilmesiyle ortadan kalktıkça, bunlar da kendilerini terk edeceklerdir.

Soru: Mevcut dinler karşısındaki tutumu ne olacaktır?
Yanıt: Bugüne kadar varolan bütün dinler, tek tek halkların ya da halk gruplarının gelişimlerinin tarihsel aşamalarının ifadesiydiler. Ama komünizm, mevcut bütün dinleri gereksizleştiren ve onların yerini alan tarihsel gelişim aşamasıdır.

Ağustos 1989

Yunan “Komünist” Partisine Varkiza Ruhu Egemen

28 Kasım 1940. İtalyan faşizmi Yunanistan’a savaş açar ve ülkeyi işgal eder. YKP Genel Sekreteri tutuklu bulunduğu Kerkiro Adası zindanlarından halka açık bir çağrı yayınlar. Tüm halkı işgalcilere karşı savaşmaya çağırır. Ve halk bu çağrı etrafında birleşir.
6 Nisan 1941. Alman faşizmi Yunanistan’ı işgal eder. Kral ve hükümet Girit Adası’na kaçar. 20 Mayıs’ta hükümet parti genel sekreteri Zahariyadis’i tutuklu olarak Alman faşizmine teslim eder.
28 Mayıs’ta işgalci Almanlar Girit’e indirme yaparlar. Beyaz hükümet direnmez. Ama Girit halkı YKP MK üyesi Porfirogenis önderliğinde direnir ve oluk gibi kan akar. Teslimiyetçi hükümet ve kral Mısır’a kaçar.
31 Mayıs 1941’de komünistler Akropolis kalesinden Alman bayrağını indirirler ve 1 Haziran 1941’de Parti 6. Konferans’ı yapılır, savaş kararı alınır.
27 Ağustos 1941’de Halk Cephesi (EAM) kurulur. Ocak 1942’de ise cepheye bağlı halk Ordusu (ELAS) kurularak partizan savaşına başlar.
Cephenin programı üç kısa maddeden ibarettir: 1- Almanlar ve İtalyanların kovulması, 2- Alman uşağı Çolakoğlu hükümetinin yıkılması ve 3- Sovyetler Birliği’nin desteklenmesi.
Savaş kanlı bir şekilde devam eder ve nihayet Almanlar yenilirler. 10 Mart 1944’te Cephe hükümeti kurulur. Komünistlerin çok büyük bir gücü vardır, ülke hemen tümüyle partizanların elindedir, ama sağ bir çizgi izlenerek komünistler sosyalist Aleksandras 44’ün son günü Plastiras kurar. İç savaş kızışır, ülkenin her yanına yayılır. Gerilla komutanlarının “Atina’yı kuşatalım” önerilerini Sandoz her seferinde kararlılıkla reddeder'”   Ve İngiliz hayranı Sandoz bilinen sonuca ulaşılmasına can alıcı bir katkıda bulunur.
14 Ocak 1945’de ateşkes sağlanır. Aslında yapılan, tek taraflı bir silah bırakma anlaşmasıdır. Anlaşma Varkiza’da imzalanır, hükümleri şöyledir: 1- Silahlar teslim edilecek, 2- Cezaevleri boşaltılacak, 3- Alman işbirlikçileri cezalandırılacak, 4- Halk Ordusu feshedilecek, yeni bir ordu oluşturulacak ve bir savunma bakanlığı Volos başkanlığında kurulan hükümeti destekler ve ona katılırlar. Volos uzlaşmacı ve reformisttir. İlk işi, küçük hükümetle ilişkiye geçmek olur. Oysa o dönemde kaçak hükümetin Yunanistan’da ne askerleri ve ne de herhangi türden dayanağı ve destekçisi vardır. Hükümet Mısır’dadır.
Komünist Partisi Volos’un girişimlerini destekler ve sağ çizgi meyvesini çabuk verir, ihanetin ilk adımı olarak 20 Mayıs 1944’de Beyrut’ta hiç de gerekmeyen bir anlaşma imzalanır: Ulusal uzlaşma hükümeti kurulup Yorgo Papandreu başbakan tayin edilir. Ama Papandreu doğrudan Atina’ya gelmeyi göze alamaz. Ne polisi ne askeri ne de taraftarı vardır çünkü. Ama bir kez güdülmek istenince arkası gelir. Kaçak hükümetin peşi bırakılmaz: “Ülkeyi kazandık, gel bizi güt” dercesine…
Zahariyadis’in Almanlara tesliminden sonra genel sekreterlik görevini devralan Yorgo Sandoz uzlaşmacı ihanetini geliştirir. Ülkeye dönmekten korkan kaçak hükümetle bu kez İtalya’da Napoli yakınlarında Gazerta kasabasında anlaşmaya oturulur. Gazerta anlaşması olarak geçer tarihe. İngilizlerin denetiminde gerçekleşen bu anlaşmanın gündeminin esas sorunu, esas tehlike olan Halk Ordusu (ELAS)’dur. Çünkü ELAS’ın varlığı kaçak hükümet için başlıca tehdit oluşturmaktadır. Ve anlaşmaya göre, bin bir dalavere ile ELAS başkomutanlığına İngiliz General Scoby atanır. İhanet!
ELAS’ın yönetimini garantiye alan kaçak hükümet ülkeye döner. Bir süre sonra Scoby “ELAS’ı feshedeceğini” açıklar. Sandoz gibi ihanete soyunan teslimiyetçilerin dışında komünistler karşı çıkarlar, iç savaş patlak verir. Bu döneme dek oldukça fazla sayıda İngiliz askeri Yunanistan’a aktarılmıştır. Komünistler hükümetten çekilirler, iç savaş tüm şiddeti ile devam eder.
Yorgo Sandoz, Halk Ordusu komutanlarının saldın önerilerini sürekli reddeder. Anlaşma yolları aramaya devam eder ve kaçak hükümeti desteklemeyi sürdürür. Sokaklarda halk hükümet kuvvetleriyle çarpışırken Sandoz Halk Ordusu’nu bir türlü savaşa sürmez. Oysa Halk Ordusu savaşa sürülse hükümetin birkaç günden fazla dayanması olanaksızdır. Ama Sandoz burjuvaziye sadık kalır.
33 gün savaşı denilen savaşta Atina’da kan oluk gibi akar. Hükümet kuvvetleri İngilizlerin yardımıyla halkın üzerine kurşun yağdırır. Halk Ordusu ise hâlâ kırsal alanda bekletilmektedir. İngilizler Selanik’e havadan indirme yapar, güç yığarlar. Halk Ordusu komutanları saldıralım diye diretirler, Sandoz karşı çıkar. Böylece, İngiliz askerleri, ellerini kollarını sallayarak karayoluyla Atina’ya geçerler.
4.12.1944’de Papandreu İngilizlerden resmen yardım ister. İngilizler çok sayıda uçak, helikopter, insan gücü ve silahla yardımda bulunurlar.
25 Aralık’ta Churchill Atina’ya lir ve “ELAS ne pahasına olursa olsun yok edilmelidir” diye demeç verir. Yeni İngiliz askerleri getirilir.
Bu arada Churchill’le arasında belli anlaşmazlıklar çıkan Papandreu hükümetten ayrılır, yeni hükümeti
kurulacak, 5- Polis ve güvenlik örgütü oluşturulacak.
Böylece kan ve gözyaşıyla elde edilen tüm kazanımlar sağcı-teslimiyetçi bir çizginin ürünü olarak Yunan burjuvazisi ve hükümete terk edilir.
Varkiza anlaşmasının sonucu olarak; 41.000 tüfek, 1050 top, 315 ağır top, 107 küçük top, 650 otomatik silah, 55 roket, 23 değişik tip silah, 15 telsiz hükümet kuvvetlerine teslim edilir. Bazı gerilla komutanları itiraz ederler ama etkili olamazlar.
16 Şubat 1945’de ELAS dağıtılır. Ve bundan sonrası için Varkiza anlaşması uygulanmaz, ne Alman uşakları cezalandırılır ne cezaevlerindekiler bırakılır. Baskı ve terör ise giderek yoğunlaşır.
29 Mayıs 1945’de Zahariyadis Almanya’da tutulduğu esir kampından Yunanistan’a döner. Bütünüyle açık ve kesin bir tavır almamakla birlikte yapılan hataları tamir etmeye çalışır. Yorgo Sandoz partiden atılır. Lübnan, Gazerta ve Varkiza anlaşmaları 12. Parti Konferansında hata olarak değerlendirilir.
Zaharyadis’in dönüşünden sonra başlatılan 2. Gerilla Savaşı Ağustos 1949’a kadar devam eder. Bu kesin yenilgi tarihi olur ve komünist partisi yurt dışına çıkar. İnişler-çıkışlar olur ve Stalin’in ölümünden sonra kaçaklar Kruşçev tarafından zorla parti yönetimine getirilir.
Bir yanda şanlı bir mücadele, silah ve kanla kazanılan bir ülke ve iktidar… Diğer yanda sağcı teslimiyetçi Yorgo Sandoz çizgisinin bu kazanımları anlaşmalarla altın bir tepsi içinde burjuvaziye sunması… Ağlayarak gözyaşı içinde silahlarını teslim eden partizanlar… “Biz iktidarı ve bağımsızlığı kanımızla, canımızla kazandık, bir gecede masada burjuvaziye teslim etmeyiz” diyerek Varkiza anlaşmasını reddeden gerilla komutanları… Ve burjuvaziye kurşun sıkmamaya ve teslimiyete yeminli uşak Sandoz. Direniş ve teslimiyet… Bağımsızlık ve kölelik ruhlarının çarpıştığı bir komünist partisi.
Yenilen dişinden tırnağına silahlı, çarpışan Halk Cephesi ve Halk Ordusu değildir. Onlar ki Hitler ve Faşizmine Helen diyarını mezar etmişlerdir. Ha|k Cephesi ve Ordusu, bugünkü şef X. Florakis’in atası Yorgo Sandoz tarafından yenilgiye sürüklenmiştir. Yenilen Sandoz ve çizgisidir. Bu, kuşkusuz Yunan Komünistlerinin çıkmazını, hatasını oluşturmuş ve bedeli de çok ağır ödenmiştir.
Yıl 1989. PASOK 8 yıldır iktidarda. Pasok’un bakanları ve önde gelenleri, başta Papandreu olmak üzere milyonlarca dolarlık yolsuzluklara karışıyorlar. Yunanistan’da skandallar skandalları izliyor. Sosyalist adını kullanan PASOK 8 yılın sonunda bu koşullarda seçime gidiyor. Seçimlerin tek konusu var: yolsuzluk skandalları. Sağcı gerici YDP (Yeni Demokrasi Partisi) ve başını YKP’nin çektiği Avrupa “Komünistleri” ve PASOK’tan kopanların oluşturduğu Sinaspismos seçim propagandalarını bu tek konu üzerine kuruyorlar: yolsuzluklar, skandallar. Başka her şeyi bir yana bırakıyorlar.
Seçim sonucunda hiçbir parti tek başına hükümet kuracak sayıyı bulamıyor. Pazarlık turları sonunda YDP ile başını YKP’nin çektiği Sinaspismos ittifakıyla üç aylık bir “temizlik hükümeti” kuruluyor.
Varkiza anlaşması ihanetti, kazanılmış bir iktidarın kaybına ve on binlerce insanın hayatına mal olmuştu. Sandoz’un sağcı-teslimiyetçi çizgisinin ürünü olmasına rağmen komünist partiyi bağlıyordu, partiyse proletaryanın partisiydi, Komintern üyesiydi.
Bugün YKP’nin YDP ile ittifakı ise böyle bir ihanet bile değildir ve bir bedeli de yoktur. Bugün YKP varlığını borçlu olduğu burjuva parlamentosuna umuduna bağlamış, diğer burjuva partilerinden daha “seviyeli” muhalefet yapan gerici bir burjuva partisi durumundadır. Diğer burjuva partileriyle olan çekişmeleri ise çıkar çatışmalarından başka bir şey değildir. Hatta O, birçok konuda başka burjuva partilerinden daha geri bir konumda bile yer alabilmektedir. Bu. kararsızlığından, iki başlıca burjuva partisi (YDP ve PASOK) arasında süren çekişmede kimin yanında yer alacağını ilk anda tespit edememesindendir. Bu partinin, adından başka, devrim ve sosyalizmle bir ilişkisi kalmamıştır. Parlamento içi oyunlara girmekte, halka karşı oynanan oyunların aktörleri arasında yer almaktadır. Kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar ve ihanetin sorumlularındandır.
18 Haziran’da yapılan seçimlerde YDP ile PASOK büyük bir çekişme içine girmişlerdi. Seçim öncesinde ve seçim atmosferinde yaratılan çekişme seçim sonrasına taşınmış ve hiçbir partinin çoğunluğu sağlayamaması sonucu seçimin ertesi günü yeni bir seçim gündeme gelmiştir. Seçim atmosferi devam etmektedir. Bu nedenle iki başlıca burjuva partisi birbirleriyle ittifaka yanaşmayarak hesaplarını YKP üzerine kurdular. Bir anda YKP bulunmaz Hint kumaşı olup çıkıverdi. Florakis ve YKP, atalarından Kautsky gibi “milli birlik hükümeti”, “geniş tabanlı hükümet” önerilerinde bulundu. Ancak perde arkasında günlerce süren pazarlıklarda YKP’nin başını çektiği Sinaspismos iki büyük partiyi ikna edemeyince gerici sağcı YDP ile birleşmekten kaçınmadı. Bugün onlar, aldıkları iki bakanlıkla Yunan sermayesinin gözdesi YDP’nin suç ortağı durumundadır.
Kuşkusuz seçimlerin kârlı partisi YDP’dir. Altı milletvekiliyle iktidarı kaçırdılar. YKP’nin candan desteğiyle ilk erken seçimde büyük olasılıkla sağdaki oy bölünmesini önleyerek tek başına hükümet olacaktır. Ancak bunu başarabilmesi için, seçimlerin tek konusu yolsuzluk skandallarıyla ilgili olarak birkaç PASOK milletvekilini yargıç önüne çıkarması gerekiyor. Bunu gerçekleştirip PASOK’u iyice zayıflattıktan sonra ilk erken seçimde tek başına hükümet olmaya oynamaktadır.
YKP’nin tabanı bu durumu onaylamamakta, yönetime hoşnutsuzluğunu açıktan belirtmektedir. YKP’nin asker eskisi Cannis Cannetakis başkanlığındaki hükümeti desteklemesinin ardında yine burjuva siyasal çıkarların hesapları yatmaktadır. Onlar, yolsuzlukları kesin olan PASOK’u daha da yıpratarak sol oyları kendisine çekmek ve birkaç milletvekili kapma hesabındadırlar. Bunun için YDP’nin sınıfa ve halka karşı her suçuna ortak olmaktadırlar.
YKP, başından beri Papandreu ve Miçotakis’in içinde yer almayacağı “geniş tabanlı bir hükümet” önerisini ısrarla sürdürmüş; PASOK buna yanaşmayınca kötü ünlü Miçotakis’in perde arkasında kalacağı C. Cannatakis’in hükümetini desteklemiştir.
Hükümetin ilk günde gördüğü tepki çok büyüktür. YKP ve Sinaspismos’un önderleri bu nedenle demagoji üstüne demagoji yapmak durumunda kalıyorlar. Tepkiler hâlâ yumuşamış değil. İplerin tümüyle Miçotakis’in elinde olduğu bir partinin hükümetinin başbakanının Miçotakis olup olmamasının bir şeyi değiştirmediği, değiştirmeyeceği biliniyor. Adına “temizlik hükümeti” dense de, bu adın ardında nasıl bir kokuşmuşluk, sömürü, baskı ve hırsızlığın yattığı iyi biliniyor.
YKP, PASOK’un bu düzenin bir partisi olduğunu ve hükümeti döneminde yoğun bir yolsuzluk ve sömürü gerçekleştirildiğini insanlara izah edebilir. Bunu kanıtlamaya çaba bile harcamak gerekmiyor, yaşayanlar gördüler çünkü. Ancak YKP, bunu gerekçe göstererek Yunan sermayesinin gözde partisi YDP ile yaptığı ittifakı, onunla işçi sınıfı ve emekçilere karşı birleşmesini açıklayamaz. Onlar, sömürünün katmerleşerek devam etmesine, kapitalizmin tüm yüklerinin işçiler ve emekçilere fatura edilmesine, baskıların artarak devam etmesine ortak olmanın açıklamasını yapamayacaklardır. Verdikleri destekle Miçotakis ve partisinin aklanıp temize çıkarak ilk seçimde hükümet olmasının hesabını veremeyeceklerdir.
Geçmişte cuntanın gelmesine ön ayak olan, Yunanistan’ın en gerici partilerinden YDP, YKP’nin candan desteği ile bir anda, hırsızlığa karşı, halkın çıkarlarını savunan, hırsızlık ve haksızlık yapanları cezalandıran bir nolu adalet savunucusu olup çıktı. Bunun tek sorumlusu Yorgo Sandoz’un müridi X. Florakis ve partisidir. Kutlu ve Sargın da Demirel’i demokrat ilan ettiler, ediyorlar, tıpkı bugün Miçotakis’e yapıldığı gibi. Fark, Türkiye burjuvazisinin biraz geri kafalı oluşunda. Bu kadar gönülden uşaklar parlamento dışında tutulur mu? Bakınız Yunanistan’da Kutlu-Sargın’ın “yoldaşları”, “demokrasi” uğruna yeni bir hükümet krizini engellemiş, “sorumlu” davranarak ülkeyi hükümetsiz bırakmamıştır, Kutlu-Sargın ise daha iyi hizmetkârlardır, daha da çok eğiliyorlar burjuvazinin önünde. NATO ve ABD’ye bağlılık yeminleri etmiş, bunu programlarına bile koymuşlardır. Oysa Florakis ve partisi, ara sıra akıllarına geldikçe “NATO dışarı”, “üsler sökülsün” diye çıkışlar bile yapmaktadırlar!
Biliniyor, revizyonizmin baş aktörü Gorbaçov, eskilerden farklı olarak eşyayı adı ile çağırmaktadır, Kruşçev ve Brejnev’in ötesine geçerek ihanetini açık ve net olarak seslendirmektedir. Bu anlamda Gorbaçov’un Marksistlere iyiliği dokundu denebilir. Ondan geriye, bir tek kendi ve bağlı partilerinin adlarını değiştirtmemesi kaldı. Yunanistan’da olanlar da, Gorbaçov’un “ulusal uzlaşma” siyasetine uygundur ve onun tutumuna paraleldir. Yunanistan’daki “temizlik hükümeti” bugün Sovyetler Birliği, Polonya ve Macaristan’da olanlardan farklı değildir. Yunan revizyonistleri, PASOK gibi ipliği pazara çıkmış bir partinin bile “biz sağcı YDP ile bir araya gelemeyiz” diyerek reddettiği “milli birlik hükümeti”nde ısrar etmiş, sonunda onu biraz dar bir tabanda gerçekleştirmeye rıza göstermiştir. Uzlaşma iki sınıf partisi arasında yapılan bir uzlaşma değildir, iki burjuva partisi arasında gerçekleştirilmiştir. İşçi sınıfı ve halka karşı yapılmıştır.
YKP tarihinde yeri var. YKP’nin “ulusal uzlaşma” politikası yeni değildir. “Sosyalist” Volos başkanlığındaki hükümet de “ulusal uzlaşma hükümeti”ydi ve bu uzlaşma uğruna Volos kaçak hükümetin peşine düşüştü. Her dediklerini yapmaya, onlara güven vermeye yönelmiş, sonunda sürgünleri Yunanistan’a getirmeyi “başarmıştı.” Burjuvazi 9 ay içinde durumunu sağlama aldığında komünistler hükümetten ayrılmak zorunda kalmışlardı. Burjuvazi ihtiyaç duyduğunda ulusal uzlaşmayı kabul ediyor, durumunu sağlama aldığında komünistlere kapı gösteriliyor. Hayat gösteriyor ki, “ulusal uzlaşma” yalnızca, burjuvazinin geçici olarak soluklanması, güçlerini takviye etmesi ve yeni bir saldırı amacıyla güç biriktirmesi içindir. Çıkarları ve dünya görüşleri birbirinin tam zıttı olan iki düşman sınıf burjuvaziyle proletarya -istisnai durumlar sayılmazsa- hangi ortak çıkarlar temelinde bir araya gelebilir. Ancak proletarya burjuvazinin kuyruğu olmayı kabullendiğinde “ulusal uzlaşma” sağlanabilir. Yunanistan’da da öyle oldu, oluyor. 1945’te burjuvazi proletaryayı yedekledikten sonra dünyanın az tanık olduğu bir katliam yaşandı Yunanistan’da. “Ulusal uzlaşma”nın bedeli partinin tasfiyesi ve devrimin kesin yenilgisi oldu.
Dersi, ders çıkarma yeteneğinde olanlar, çıkarları geleceğe yürümeyi gerektirenler çıkarır. YKP’nin çıkarmaması doğal. Onlar, Sandoz’un kölelik siyasetini derinleştirdiler. Burjuvaziyle uzlaşma ve legale çıkmayı temel politika haline getiren YKP’ye Yunan burjuvazisi 1974’e kadar izin vermedi. Burunlarını iyice sürttükten, YKP iyice zararsız hale geldikten, hiç sorun çıkarmadan diğer burjuva partileriyle kardeşçe geçinmeyi becerdikten sonra izin alabildiler, legalite sağlayabildiler. Sıra Türkiye’nin şanlı ”komünistlerinde!”

Ağustos 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑