Haberler-Mektuplar

HAKLI MÜCADELEMİZ ENGELLENEMEZ
7 Ekim 1989 günü Dicle Üniversitesi öğrencileri coşkulu ve kalabalık bir biçimde üniversitelerinin alternatif açılışını gerçekleştirdiler.
2000 kişilik bir kitleyle Tıp Fakültesi kantininde yapılan açılışa “devrim şehitleri” için yapılan saygı duruşu ile başlandı. Ardından yapılan açış konuşmasında sorunlara, çözümlerine ve öğrenci gençliğin mücadelesine değinildi. Keyfi göz altıların, tutuklamaların, işkencelerin katliamların lanetlendiği konuşmada “Kürt halkı üzerinde estirilen teröre, Halepçe’ye Silopi’ye karşı mücadelemizi yükseltelim, Türk ve Kürt halklarının özgürlük mücadelesinde daha ileri mevziler için mücadele edelim.” denilerek yapılan konuşma, gençliğin militan, kararlı mücadelesinin dile getirildiği şu sözlerle bitti: “Bu topraklar faşizme mezar olacaktır.”
Daha sonra çeşitli şiirler okundu, skeçler oynandı, türküler söylendi. Dicle Üniversitesi’nin tüm fakülte ve yüksek okullarının mesajları okundu. Duvarlara asılan dövizde “Yaşasın alternatif açılışımız”, pankartta ise “Haklı mücadelemiz kurşunlarla engellenemez!” yazılıydı. Açılış programının sonunda “Avusturya işçi marşı” ve “Venseremos” marşları gür bir sesle, birlikte söylenerek şu sloganlar atıldı. “Polis idare işbirliğine son”, “Paralı eğitime son”, “Gerici-asimilasyoncu eğitime son”,”Öğrenim hakkımız engellenemez”, “Kahrolsun faşizm-Bımre faşizm.”
2000 kişinin coşkuyla katıldığı halaydan sonra polislerin “daha bir yıl önce on kişiydi bunlar, nasıl böyle çoğaldılar” dercesine korkuyla yönelttiği bakışları arasında dağılındı. Müdahale edememenin acısını taşıyan polisler duvarda asılı pankartı gizlice yerinden alarak “delil elde etmeye” çalıştılar.
Dicle Üniversitesindeki bu kitlesel gösterinin başarısını sabırlı, uzun vadeli çalışmalarda, devrimci bilincin getirdiği hoşgörüde aramalı.
Dicle Üniversitesi’nden Özgürlük Dünyası okurları

SAYIN ÖZGÜRLÜK DÜNYASI YÖNETİCİLERİ
Turizm emekçileri yok mu sayılıyor? Genelde emekçiler, büyük fabrikalar ve sendikal yapılanmalar sık sık ele alınmakta ve işçilerin zafer ve yenilgileri konu edilmekte.
Türkiye’nin “bacasız sanayi” denilen Turizm sektöründe neler olup bittiğine dair hiç bir habere rastlanılmamakta. On binlerce işçinin çalıştığı, emek sömürüsünün en yoğun olarak yaşandığı, mevsimlik işe alımlar ve onur kırıcı çalışma koşulları ile allı pullu görünen turizm madalyonunun öbür yüzü işçiler açısından hiç de iç açıcı bir manzara teşkil etmiyor.
Çalışanların yabancı müşteriler karşısında küçük düşürüldüğü, kişiliklerinin ayaklar altına alındığı, yirminci yüzyılda köleliği anımsatan uygulamalarıyla, işletmeciler de bunun vebalini taşımaktadır.
Bilinçli olmaya yatkın, kafası çalışan insanlar turizm emekçileri. Yaşamlarını güç şartlar altında sürdürürken yarınları hakkındaki sorulara yanıt veremiyorlar. Örgütlenmenin gerekliliği bu noktada önem kazanıyor. Turizm emekçileri ait oldukları sektörde söz sahibi olabilmeli, bir takım noktaları onlar belirlemeli. Turizmi bir ekmek kapısı olarak gören bu insanlar neden daha iyi şartlarda yaşamasın, güzel günleri birlikte kucaklamasın?
Alanya/Antalya’dan Bir Grup Devrimci

NAZİLLİ CEZAEVİNDE İNSANLIK DIŞI BASKILAR
Süleyman Karakurt. Nazilli cezaevinde TDKP davasından yatan bir hükümlü. O da kötü cezaevi koşullarından nasibini almış, ileri derecede tüberküloz. Çeşitli mercilerin, iyileşebilmesi için mutlaka hastanede tedavi görmesi gerektiği açıklama yada raporlarına rağmen, hastanede tedavi görmesi cezaevi müdürü ve yetkililer tarafından engelleniyor. Bu konuda yapılan tüm girişimler şimdiye kadar sonuçsuz kaldı. En son 19 Kasım 89 tarihli Cumhuriyet gazetesinde açıklanan İzmir İnsan Hakları Derneği Başkanı’nın açıklaması bunlardan biri.
Cezaevlerinde iyileştirmeler vb. konularındaki yetkililerin açıklamalarının samimiyetine zaten tutuklu ve hükümlüler inanmıyor. Kendi yaşamlarından bunun böyle olmadığını biliyorlar çünkü. Ancak gelişmeler, bunları daha açık hale getiriyor.
Nazilli Özel Tip Cezaevi’nin bir önemli sorunu daha var: Cezaevinde görevli faşist diş hekimi. Her fırsatta “Ben Alpaslan Türkeş’in yoluna baş koydum” diyen bu faşist doktor, tedavi için kendisine giden tutuklu ve hükümlülerin sağlam dişlerini çekmekle ünlü. Tutuklu ve hükümlülerin fiili tavrı ve çeşitli girişimleriyle açığa alındı.
Bu hayâsızca tutumlarıyla devrimci tutsakları yıldırabileceklerini zannediyorlar ama her girişimlerinde rezil bir duruma düşüyorlar. Bu tutumları hep sürecek bunu biliyoruz, ama istedikleri hiçbir zaman yerine gelmeyecek. Devrimci tutsaklar yıldırılamayacak..
Nazilli Özel Tip Cezaevi’nden bir devrimci

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI ÇALIŞANLARINA
Değerli arkadaşlar, dergimiz ÖZGÜRLÜK DÜNYASl’nı yayın hayatına başladığı günden itibaren devamlı ve büyük bir dikkatle gözlemleyen okurunuzum.
Öncelikle, 12 Eylül sonrası geçmişin hatalarından dersler çıkararak, devrimci-demokrat bir yayın organının taşıması gereken nitelik ve doğru perspektifinizden dolayı sizi tebrik eder başarılarınızın devamını dilerim.
Kadronuzun, imkânsızlıklarınızın ve zamanın sizde yarattığı zorlukların bilincinde olarak devrimci, demokrat yayın organlarında bu güne kadar değinilmemiş bir konu üzerinde durmak istiyorum.
Türkiye’de “göçmen” olarak bulunan, azınlık milliyetlere mensup Kuzey Kafkasyalılar; Abaza, Kabardey, Çeçen, Asetin, Adige vb. vb. Türkiye’de genelleştirilmiş ismiyle Çerkeş’ler.
Kürt halkıyla ilgili bu güne kadar çok şey yazılmış, söylenmiştir; bir haksızlık var, yazılmalıdır, olmalıdır. Fakat ‘80 öncesi ve sonrası devrimci, demokrat mücadele içersinde yerini almış, bu gün bile onlarca derneği, bir buçuk milyonun üzerinde Türkiye’de yaşayan insanıyla “var” olan Kuzey Kafkasya kökenliler için devrimci, demokrat yayın organlarında ciddi bir yazıya rastlanmamıştır. (Revizyonist yayınlar dışında. Ör. 2000’e Doğru)
Unutmayınız on binlerce insan ilginizi bekliyor, ilgi gösterenlere ilgi gösterecekleri gerçek ve doğal bir olgudur. SB’de K. Kafkasyalılar Gorbaçov’la yaşıyor. Yaşamak zorundalar. Türkiye’de bulunan K. Kafkasyalılar Gorbaçovculara terk edilmemelidir.
Bu güne kadar giderilmemiş büyük bir eksikliği gidereceğinizi umarım.
Abhaz Aydın

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Öncelikle derginizin, her türlü engelleme çabaları ve baskılarına karşın, başarılı yayın faaliyetinden dolayı tüm çalışanları ve emeği geçenleri kutlarım. Giderek daha da yetkinleşmesi ve niteliğinin yükselmesi, biz okuyucularını sevindirmektedir. Elbette halen bazı eksiklikleri taşımaktadır. Doruğuna tırmandırılan Anti-Stalinist kampanyaya karşı gerekli yanıtların verilememesi, SSCB’de perestroyka uygulamasıyla birlikte başlayan cumhuriyetlerdeki milliyetçi hareketlerin yoğunlaşmasının nedenleri vb. gibi konuların detaylı işlenmesi vs. vs. ama bu tür eksikliklerin aşılmasında okuyucu kitlenin uyarı ve öneri eksikliklerinin payı olduğuna da inanıyorum.
Toplumcu yayın yaşamınızda başarılar dileğiyle, sevgiler, selamlar
İlker Dilcan / Ceyhan Cezaevi

SEVGİLİ ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
Size idamlarla ilgili olarak hazırladığım bir yazımı gönderiyorum. Eski dergileri kurcalarken Erdal’lı bir 2000’e Doğru dergisindeki yaklaşım, bu yazının motivasyonu oldu. Anlatmak istediklerimi anlatabilmiş miyim, bilmiyorum.
Kapak dizaynları giderek gelişiyor. Yazılar da zevkle okunuyor.(…) Ne var ki yazım kusurları çok. Harf eksiklikleri, fazlalıkları, satır sonu hece bölmelerinde yanlışlıklar sık sık görülüyor. Estetik bir sorun değil ama okumayı zorlaştırıyor, bir yazı akıcı olmalı, onu önlüyor.
“Konumuz Demokrasi” sayfalarının “soğuk savaş” muhabirine ayrıca ve özellikle teşekkürler. Son sayıda da bitmediğini görünce, doğrusu sevindim.
Ve bir not: Konukla röportaj yapan Semra Ulusoy’dan, bir “kadın okuyucumuz” diye söz etmek neden gerekiyor? Semra Ulusoy’un kadın olduğu adından belli değil mi? Veya erkek okurlara ve yazarlara aynı notu niçin koymuyorsunuz?
Z. Karadeniz / Trabzon
(Özgürlük Dünyası’nın notu: Yazım kusurları, ama özellikle “kadın okuyucumuz” konusundaki uyarıya söylenecek tek şey, daha dikkatli olmamız. Z. Karadeniz’e uyarıları için teşekkürler.)

FAŞİST SALDIRILAR MÜCADELEMİZİ ENGELLEYEMEZ
Son günlerde Türkiye gündeminin en çok tartışılan konularından biri, sağlık sorunları. Bu konuda çok şey söylendi. Çok şey yazıldı. Bizim adımıza, bize rağmen hep başkaları konuştu, yazdı, çizdi. Şimdi sıra bizde. Sıra bizde diyoruz, çünkü bu alana ilişkin sorunları en iyi biz biliyoruz.
Sağlık hizmeti veren, sağlık emekçilerine yapılan keyfi uygulamalar ve idari baskı yüzünden çalışamaz duruma geldiklerini, istifa edenlerin sayısının son yıllarda arttığını görüyoruz.(…) 1989 yılında -yazın- baş gösteren tifo ve kolera salgını yetkililer tarafından halkın sağlığı hiçe sayılarak gizlenirken İzmir Sağlık Müdürü basında açık yüreklilikle kolera ve tifo hastalığından yatan hastaların olduğunu açıklayıp tedbir alınması için halka çağrı yaptığının ertesi günü görevden alındı.
Yerine gelen başhekim, oluşturduğu kadroyu “sizi görevden atarım, cezaevine tıktırırım, benim arkam çok kuvvetli “diye sindirerek çalışanların üzerine salmıştır. Dahası var. Hastanede steril şartlarda çalışamamaktadır. Yasaklanmasına rağmen halen demir enjektörle çalışılıyor. Hastanenin TBC hastanesi olmasına karşın çalışan personele ilişkin bir önlem alınmamıştır. Hastanedeki ilkel hasta bakımı ve yapılan baskının kamuoyuna yansımaması için basın mensuplarının hastaneye girmesi yasaklanmıştır. Çalışanlara yasal hakları olduğu halde, mazeret izni verilmemektedir. Hemşire lojmanları kesinlikle yaşam koşullarına elverişli değildir, kışla disiplini uygulanmaktadır. (…) Bu saldırı, baskı ve tehditler İzmir Göğüs hastanesi çalışanları ve İzmirli sağlık emekçilerini yıldırmayacaktır.
Bizler birlikte örgütlenerek, Grevli toplu iş sözleşmeli sendika hakkı mücadelemizde düzen bekçilerine gereken dersi vereceğiz.
İzmir’den, İlerici Devrimci Sağlık Emekçileri.

Yargılama kusurları nedeniyle idama karşı çıkılamaz!
İdam, Eylül Hukukuna Uygundur
Z.KARADENİZ

Türkiye sınırlarında aralık demek Maraş katliamını saklı tutarsak darağacı demek. Eylül faşizminin gencecik bir bedeni ilk kurban olarak seçişi demek. Aralık bu yüzden gri ve soğuk, bu yüzden diğer aylardan farklı… Yakın geçmişin anıları insan duygularını öfkeli bir karşı çıkış anlamında hiç zorlamadan uyarıyor. Ama henüz maddi ve örgütlü bir tepki haline dönüşebilecek uygun bir kanala dökülemediği için aralığın kirlenmiş yüzünü ağartmaya yetmiyor. Devrimcilerin idamlarına karşı çıkış bu yüzden cılız ve etkisiz kalıyor. Bu etkisizliğin yarattığı boşluğu örgütlü saldırganlık, saldırganlığa bilinçsiz bir destek, karşı çıkışın çoğu kez yanlış bir temele oturtulmasıyla orantılı gizli bir onay dolduruyor.
Ülkede şimdiye değin görülmemiş pervasızlıklara eylül günlerinde tanık oluyor, idamların haklılığı ve hak edilirliği bayağı bir üslup ve dille savunuluyor. Faşizmin sözcüsü Evren, çıktığı yüzlerce misyonerlik gezilerinden birinde, çevresini kuşatan topluluğa konuşurken onaylanmış idam cezaları ile ilgili olarak “asmayalım da besleyelim mi” diye sorabiliyor. Bu parlak fikri için alkışlı bir onay da bekliyor üstelik. Üç kişilik bir sohbette kullanabileceği alelade bir laf değil bu. Bilinçaltları zorla ele geçirilmiş bir topluluğa konuşurken Evren’in ve “mesai arkadaşları”nın niyetlerini ve pratiklerini hümanize kılıflara sarmaya, ele güne karşı diplomatik bir dil kullanmaya gereksinimleri yok. Hem zaten böyle incelikleri düşünecek vakit de yok. Geliş nedenleri olan, devrimci mücadelenin giderek yükselen eğrisi hemen hiç zaman yitirilmeden sıfırlanmalı, yakın geçmişte kaybetme korkusu yaşadıkları hegemonyalarını kurtarmalı, bu korkunun öcü alınmalı. Eylül öcünü alıyor. Öldürerek yerleşiyor. İyi ve güzel olan ne varsa saldığı korkuyla çürütüyor. Bir yanında infazlarla devrimcilerin katledilişi yer alıyor. Ama insanların fiziksel katledilişi ona yetmiyor; yetmiyor. Bu nedenle ikinci yüzünde ideolojik saldırganlıkla zorla ele geçirdiği veya toplumda gericilik adına geleneksel ve tutucu ahlak adına ne varsa ona dalkavukluk ederek nüfuz ettiği bilinçaltılar görülüyor. Bu da bilincin katledilişi demek oluyor.
Eylülün icraatlarına ve katliamlarına hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerekiyor, sessizliği destek alıyor. İpnoz altında onay almak kolay oluyor. Devrimci propagandanın ulaşamadığı “sade vatandaş”ın televizyonlu az paralı evden işe süre-giden tekdüze yaşantısının eylül öncesinde “teröristler., tarafından tehdit edildiğine inanması isteniyor. Beyin yıkama operasyonunda sokakta ve kahvelerde öldürülen insanlardan, evleri basılanlardan söz ediliyor. Az sonra kapıyı çalacak tehlikeden onları korkutmaya yetişen emir-komuta zincirine minnet duyması emrediliyor. İlk günden, bilinmesi isteniyor ki, konseyin ağzından çıkan her söz yasadır. Egemen ideoloji eylül öncesi sahte giysilerinden arınarak, olanca çıplaklaştırılarak toplumun her hücresine sızması için kaynağında salıveriliyor. Her kurumun başına birer Evren geçiriliyor veya yaratılıyor. Asılmasınlar da beslensinler mi resmi görüşü gericileştirilmiş bilince zorlanmadan sızıyor.
Son yirmi yıllık siyasi tarihimizin idamlardan yana zengin bir dönem olduğu görülüyor. Deniz’lerin ve Erdal’ın idamlarının yıldönümlerinde gazete ve dergilerin birçoğu idamlara değinip, kamuoyunun belleğini canlandırarak ortak bir tepki üretmeye çalışıyor. Bir kısmı “olmasaydı sonumuz böyle” şarkılarının eşlik ettiği hamasi bir edebiyatla doğrusu sadece gözyaşı döktürüyor, hümanist, demokratik, devrimci duyarlıkları sömürerek tiraj arttırıyor. Geri kalanın içtenliğinden kuşku duymak olası değil. Ancak içtenlik bilinçli ve ilkeli bir karşı çıkış için tek başına yeterli olamıyor.
Çoğunlukla Mayıs ve Eylül idamlarına karşı çıkışın içeriğini hukuksal ve yargısal kusurların olabilirliği (olduğu) oluşturuyor. Yeryüzünde yaşanmış başka örneklerden söz ediliyor. İdamla cezalandırılmış bazı insanların infazlarından sonra ortaya çıkan gerçek faillerden dem vuruluyor. Deniz’lerin ve Erdal’la birlikte diğer Eylül kurbanlarının mahkeme belgeleri didikleniyor. Yargılama eksiklikleri ve kusurları bulunuyor. Sonuç olarak idamların her birinin hukuka uygun almadığı saptanarak yüreklilik derecesine göre yargıçlar, yargı organları giderek devlet eleştiriliyor. Yargılamalar ve duruşmalar özenle, kılı kırk yararak yapılsa, gerekli şahitler dinlense balistik raporlar dürüstçe tutulsa, tutulan bu raporlar göz önüne alınsa vs. vs. idamlar gerçekleşmeyecek sanılıyor. Hukukun bütün ön yargılardan ve sınıfsal tercihlerden uzak olduğuna inanılmak isteniyor. Toplumsal örgütlenmenin o günkü düzeyiyle ona tekabül eden hukuk arasındaki diyalektik ilişki ya bilinmiyor ya da bilinmek istenmiyor.
İdama insan davranışlarının ve düşüncelerinin değişebilirliği genel doğrusundan yola çıkılarak da karşı çıkılabiliyor. İdam cezasının insana yaşamının diğer yarısında değişme şansı tanımadığı, yaşama hakkına müdahale edildiği, bunun için bir insanlık suçu olduğu ifade ediliyor. Kuşkusuz tezlerin hepsi soyutlama düzeyinde doğrudur ve idam karşıtı bir tavrı besler ama tutuklunun sosyal entegrasyonuna bel bağlayan bu görüş köhne bir umutla burjuvaziye gizliden göz kırpmanın tuzağına açılır.
Ne denli ince hukuksal ayrıntılarla açıklanırsa açıklansın (ki Mayıs ve Eylül infazlarının duruşmalarından al çabukluğunu görmek için fazladan bir hukuk bilgisine gerek duyulmuyor.) ne denli insancıl gerekçeler bulunursa bulunsun devrimcilerin idamlarına etkili karşı koyuşlar üretilemiyor. İdam cezaları çoğunun iddia ettiğinin tersine hukuka uygun olarak verilmektedir, yasal bir eylemdir. Kendi meşruiyetini de Eylül faşizminden alır.
12 Eylül’le iş başına gelen faşist cunta önceki dönemin işletilemez hale getirilmiş, delik deşik edilmiş gerici kurumlarının bütün gediklerini yamayarak onarmayı kendisine görev bildi. Eylül öngününde emperyalistlerle kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalarda onlara verilen en az on yıllık sorunsuz Türkiye taahhüdünü yerine getirmek için her türden baskı aygıtını işletecek düğmeye basmak gerekiyordu. En Küçük çatlak sese tahammül edilmemeli, zorla bastırılmalıydı. Eylül yönetimi ve yan organlarının kendilerinden bir şeyin rica edilmesine bile toleransları yoktu. Dilekçelerde bile iktidarlarını tehdit eden bir şeyler bulabiliyorlardı. İthal senaryoyla oynanan anayasa oyununu ceza yasası, sendikalar Kanunu basın yasası vs.nin restorasyonu izledi. Görece özerk kurum ve kuruluşlar yasalarla, Kanun Hükmünde Kararnamelerle uydulaştırıldı. Örneğin basın ne kadar konuşabileceğini telefon ricaları, uyarıları veya tehditleriyle öğrenebildi. Yaşamın her alanı kuşatıldı. Eylül, sindirilmiş, korkutulmuş bir halkın tepkisizliğinden ikrar görerek kokuşmakta olan düzeni tepeden tırnağa cilalayarak Keyfine göre onardı, idama olanak sağlayan hukuksal dayanak bu süreçte doğabilirdi, öyle oldu. Ancak böyle bir iktidarın yapabileceği türden bir davranışla kendi hukukuna şiddetle uyarak 17 yaşındaki bir genç bedenin üzerinde gövde gösterisine gidebildi. Erdal’ın beş duruşması faşizm için olağanüstü bir sabır gösterisidir. Burjuva demokrat avanakların umduğunun tersine üç duruşmada yapılsa, on üç duruşmada da yapılsa sonucun değişmeyeceğine Eylül çoktan kararını vermişti.
Demokrasiyi görünürde bile olsa, hiçbir zaman yaşamamış ülkemizde devrimcilerin idamına Karşı çıkarken demokratik normlara uyulmadığı gerekçesini ileri sürmek faşizmin gerçekten buna muktedir olduğuna inanmak ve inanılmasını öğütlemek anlamına geliyor. Eylülün böyle bir eleştirisi onun demokrasiye yetenekliliğini varsaymak demek oluyor. Oysa onun ve ne türden bir görünüme bürünürse burunsun faşizmin demokrasinin kırıntısına bile yetenekli olmadığı yaşandı, biliniyor.
Faşizmin özel bir terminoloji, özel bir dil kullandığı da biliniyor. Eylül idamlarına Karşı çıkarken de ona anlayabileceği bir dille seslenmek gerekiyor. Bu da hala toplumun üzerinde Karabasan gibi çökmüş faşizme tüm Kurumlarıyla birlikte örgütlü bir savaş açmayı öngörüyor. Eylülün eleştirisinde onun silahını tersine çevirmekten başka da bir yol bilinmiyor.
Anayasaya ve yasal düzenlemelere genel olarak pek çok kişi karşı çıkıyor olsa da zaman zaman zararlı yanılgılara da düşülebiliyor. Örneğin ANAP hükümetinin yolsuzlukları, habis etkinlikleri eleştirilirken anayasaya uyulmadığı yasal davranılmadığı söyleniyor. Veya zorbalığın görüntülerine karşı çıkarken karşı çıkışın biçiminin yasal sınırlar içinde kalması için, evcil ve zararsız bir boyut olması için çaba harcanıyor. Yönetimsel zorbalığın yazılmış yasal sınırları bile aşan görüntülerine karşı var olan yasalara dayanılarak meşruiyet elde etmeye çalışmak kişinin konumunu doğal olarak en azından tutarlı demokrat konumdan düşürür. Anayasal ve yasal sınırların halka yönelik baskıcı uygulamalarda ya da burjuvazinin kişisel servet yığarken aşılabilir olması gibi özel ayrıcalıklar anayasanın ve yasal düzenlemenin bu kesimlere sunduğu bir olanaktır. Dolayısıyla ortada bir yasa dışılık söz konusu değildir. Burjuvazi için bazen kendi koyduğu sınırları aşmak yüzsüzlüğünü göze almak anlamına gelirse bir gün içinde yasa üretip yasa kaldırıp daima yasa-içi kalması, kalabilmesi sorun değildir. (Seçim Kanunu’nun, AI Baraka yasasının vs. nasıl çıkarıldıkları anımsansın.) Ama anayasal ve yasal sınırların ötesine çıkmak isteyen halk olursa devreye giren ayrıcalık baskı aygıtları ve işkencedir.
Dokuz yıldır yaşanarak görüldü. “Kurtarıcı”, gerçek yüzünü çoktan açığa çıkardı. Devrimcileri, halk önderlerini darağaçlarına götüren iktidar emekçi halka dayanılmaz sefalet, horlanma, baskı, zulüm verdi. Ama hipnoz sonsuza değin sürmez, çözülmeye başladı. Belirtileri tek tek saymaya gerek yok; giderek çoğalan ölçüde tanık olunuyor. Eylül’ün Kendisinin ve yasalarının halk için meşruiyeti yok, hiçbir zaman da olmadı. Eylül’ün kurumlarını ve tali ürünlerini eleştirirken meşruiyet aranıyorsa bu onun yasalarına dayanılarak sağlanamaz, idam karşıtı bir yaklaşım da bu yasaların ve hukukun varlık nedeni faşizmi merkezi olarak hedef almak durumundadır. Faşizmin alternatifi burjuva demokratik önlemler ve öneriler de olamaz. İlkeli bir idam karşıtı akım semptomların giderilmesi ile yetinemez ancak anti-faşist ama sosyalist mücadele bir ayın diğerinden Aralık’la Mayıs’ın diğerlerinden farklı olmadığı günleri yakınlaştırabilir. Hüzün ve nefretin tükenmesi utkunun ve özgürlüğün sonsuza değin süren coşkusu bu mücadeleyle kazanılabilir.

Tunceli’nin Hozat ilçesinde yoğunlaşan devlet terörü ve halkın durumu
İlimiz Tunceli yıllardır devam eden yoğun bir devlet terörü ve özellikle jandarma kırbacı altında inletildi ve bu yoğun saldırı ilçemiz Hozat’ta Merkez Karakol Komutanı Binbaşı Salih Nair önderliğinde son aylarda alabildiğine yoğunlaştırılmıştır. Özellikle köylerde ve bilhassa dağ köylerinde sürekli ve sistemli operasyonlar devam ediyor. Keyfi uygulamaları örnekleyecek olursak özellikle Boydaş’ın Dereköy mezrası köylüleri üzerinde köyden çıkmaları için zoraki göç baskıları yoğunlaştırılmış ve bu insanlardan bazıları köyde dövülmüş karakola götürülüp Elazığ Binsekizyüzevler işkence merkezinde günlerce süren işkencelere maruz kalmışlardır. Erzincan Cezaevine gönderildikten sonra serbest bırakılmışlardır. Halen içerde kalanlar olmakla birlikte Hozat’ta yeni tutuklamalar da devam etmektedir. Yine aynı mezrada bir eve yapılan gece baskınında kadınlar yataktan pijamalarla dışarı çıkarılarak saatlerce dışarıda bekletilmiş ve erkekleri tartaklanmıştır.
Binbaşı Salih Nair Tunceli halkına olan düşmanlığını zaten geldiği ilk gününde ilan etmişti. “Tunceli halkını dize getireceğim, ben öyle yerleri dize getirdim ki…” diyerek ne kadar çirkef ve halk düşmanı olduğunu ortaya koymuştu. Karakola çağırdığı her insana ihbarcılık da teklif etmekte, dağda-bayırda yolda ve köyde gördüğü tek tek insanları baskı ve tehditle karşısında hazır ola geçirmekte ve ihbarcılık yapmalarını söylemektedir. Salih Nair bir anlamda halkın korkulu (Nefretlik) rüyası sayılır. Yasak odun getirdikleri gerekçesiyle çeşitli tarihlerde yakaladığı ve gözaltına aldığı kamyoncuları pazarlığa tabi tutmuş “Ya ihbarcılık yaparsınız ve şu anda bildiğiniz iki kişinin ismini verirsiniz, ya da kamyonlarınızı sattıracağım” tehdidine rağmen, halkımızın diğer kesimleri gibi bu insanlar da her şeye rağmen onurlarını koruyarak bu alçakça oyunu kabul etmemişler. Şu anda bir kamyoncu ve bir traktörcü bu şerefsizliği kabul etmedikleri için mahkemeye verilmiştir.
Halkın bu saldırılara karşı artan bir hoşnutsuzluğu ve gelişen bir tepkisi vardır. Bir olay özellikle halkın tepkilerini üst boyuta vardırdı. Kurukaymak köyünde ölen babasının cenazesine yetişmek için Hozat’tan araba tutup giden doğulu, yine o köylerde operasyonlarda olan Binbaşı ve çeteleri tarafından cenazeye gönderilmeden alınıp karanlık zindanlara götürülmüştür. Bu vatandaşla birlikte en az 10’a yakın insan çevre köylerden toplatılıp götürülmüştür. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız belli başlı olayları daha da çoğaltabiliriz. Hozat’ta gelişi güzel toplanan insanlar suçlu gösterilerek Elazığ Binsekizyüzevler işkence merkezine götürülüyor. Burası 12 Eylül sonrası yüzlerce ve binlerce devrimciye ve suçsuz insana acı çektirilen kan akıtılan diktatörlüğün kararlık yuvasıdır.
Bu saldırılara küçükte olsa tepki gösteren insanlar yeni baskılara ve çeşitli şekillerde suçlamalara maruz bırakılarak gözleri korkutulmaya çalışılıyor. İl encümenleri Hasan Dalkıran ve Hasan Zengin karakola çağrılarak çeşitli hakaretlere uğramışlar ve yasa dışı örgüt üyelerine ya da örgütlere yardım ettikleri iddiasıyla suçlanmışlardır. Tunceli’ye giderek durumu Cumhuriyet muhabirlerine anlattıktan sonra çeşitli şikayetlerde bulunan 12 köy muhtarı ve iki il encümenimiz, ne kadar demokrat olduğunu ispatlamaya çalışan sosyal demokrat bir partinin hızlı demokrat Tunceli milletvekili Kamer Genç tarafından engellenmeye çalışılmış ve tugay komutanına boyun eğdirmeye çalışmıştır. Kamer Genç “Biz muhalefet partisiyiz ama her olayı da savunacak durumda değiliz” diyerek halkın baskı ve saldırılara, işkenceye ve faşizme karşı gelişen tepkisini ve mücadelesini kendi reformist, uzlaşıcı ve devletçi politikalarına alet edip boğdurmaya çalışıyor. Sahte demokratlık artık kendini gizleyecek kılıf bulamıyor. SHP yönetimi de Özal kadar darbecidir. Son olarak yedi milletvekilinin Paris’teki Kürt Konferansı’na katılmaları gerekçesiyle İnönü tarafından partilerinden ihraç edilmişlerdir. Öyle tahmin ediyoruz ki bölgemizde yaşanan devlet saldırısının kamuoyuna açıklanmasını bile engelleyen Kamer Genç’te, İnönü’nün devletçi, söven ve ordu hakkındaki toz kondurmaz anlayış vardır. Gerçeği siz yaşamıyorsunuz ve gerçeği de siz savunamazsınız elbette baylar!   Bu şeref ancak halka ve gerçek devrimci demokratlara aittir. Kendisini savunmaktan aciz, halkın demokratik girişimlerini engellemeye çalışan bir parti demokrasi mücadelesi verebilir mi?
Devletin ve Tunceli halkının can düşmanlarından Binbaşı Salih Nail’in saldırılarını tüm Türkiye halkına, işçi sınıfına ve emekçi halkına yönelik bir saldırı olarak görüyoruz. Bu nedenle tüm devrimci demokrat kamuoyunu ve demokratik kuruluşları bu saldırıları kınamaya çağırıyoruz.
TUNCELİ/HOZAT O. TAHİR

Basın açıklaması
Kamuoyu artık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasını ‘suç’ olarak kabul etmiyor.
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü gibi, en temel siyasal haklarını kullandıkları için, insanların yüzlerce yılla ölçülebilen hapis cezalarıyla cezalandırılmaları, ancak engizisyon hukukunda yer alabiliyor.
Demokratik muhalefet odaklarının varlığı ve kamuoyundaki birikim gelinin noktada, düşünce ve basın özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün önüne dikilen yasal ve fiili engelleri işlemez, işletilemez hale getirdi. Düşünce ve basın özgürlüğü hakkını kullandıkları için onlarca devrimci basın mensubu TCK’nın 141,142,158,159, 311 ve 312. maddelerine dayanılarak, yüzlerce yıllık cezalarla 9 yıldan bu yana cezaevlerinde tutulmalarına, işkencelere, idamlara, Eylül yargılamalarına karşın, bugün de birçok devrimci basın-yayın organının varlığını sürdürmesi, basın-yayın organlarında yasakların sürekli ihlal edilmesi ve ‘düşünce suçlarının ceza yaptırımına konu edilmemesi yolunda yaygın ve etkin bir ortamın oluşması’ gerekçesiyle mahkemelerin tahliye kararları almaya başlaması, artık belli yasaların fiiliyatta işlemez hale geldiğinin göstergelerini oluşturuyor.
141-142 tartışmaları, böyle bir ortamda siyasal bir gösteriye vesile yapılmak isteniyor.
Örgütlenme özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen TCK’nın 141 ve142. maddelerini tümüyle kaldırmayan, basın özgürlüğünü sınırlayan TCK’nın 158,159,311 ve 312. maddelerini yeni bir düzenlemeye tabi tutmayan, askeri mahkemeleri kaldırarak Eylül yargılamalarını bütün sonuçlarıyla birlikte iptal edilmesini getirmeyen, işkence suçlarını cezalandırmayan, şu veya bu yönlü bir yasal düzenleme girişimi, kamuoyundaki tepkinin yumuşatılmasına, ortaya çıkan demokratik birikimin eritilmesine ve reformculuğa yasal çıkış kanalları açılmasına hizmet eder.
İnsanların düşüncelerinden, düşüncelerini serbestçe ifade etmelerinden dolayı, örgütlenme özgürlüğü hakkını kullanmalarından dolayı yargılanmaları, cezalandırılmaları düşünülemez.
Veli YILMAZ – Osman TAŞ
Tutuklu ve hükümlü yazı işleri md. Özel Tip Cezaevi Bartın/Zonguldak
(Basın açıklaması eki: Tutuklu-hükümlü yazı işleri md. 30’un üzerinde (Bartın, Aydın, Bursa, Çanakkale ve Gaziantep cezaevlerinde. Cezalandırıldıkları maddeler: 141, 142, 158, 159, 311, 312. Ayrıca bugün DGM’lerde  141 ve 142’den yargılanan hemen hemen tüm sanıkların, aynı zamanda 159, 311 ve 312. maddelerden de cezalandırılması isteniyor.)

Uluslararası AF Örgütü 1989 Yılı Türkiye Raporunu Yayınladı
31 Ekim 1989 tarihli ‘Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye Raporu’ toplam 31 sayfadan oluşuyor. Yeni yıla girmeden kitapçık olarak yayınlanacak olan raporun İngilizce baskı öncesi taslağı ‘dergimizin Danimarka irtibat bürosuna da iletildi.
Raporda Türkiye’de halen sistematik bir biçimde devam etmekte olan işkenceler, insanlık dışı uygulamalar, hapishane koşullarının uluslararası antlaşmalarla da güvence altına alınmış standartlara aykırılığı, siyasi mahkûmların tüm bunlara ve hükümetin duyarsız tutumuna karşı sürdürdüğü mücadeleler ve bunların vahim sonuçlarına geniş yer veriliyor ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hükümetlerle, ilgili bakanlıkların dikkati konuya çekilerek durumun düzeltilmesi içir gerekli işlemlerin yapılması konusunda uyarılıyor
Raporda insan Hakları Demeği ve savunucuların çabalarına da yer veriliyor.
Raporda ayrıca 15 Kasım 89 tarihli Metin Hallaççı imzalı mektuba, Siirt Kasaplar Deresi olayına, Cudi Dağları operasyonuna, Gaziantep L tipi, Bursa E tipi, Bayrampaşa L tipi, Nazilli E tipi, Nevşehir E tipi cezaevlerine Dev-Sol davası sanıklarından Tarık Topçu, Ünal Demir, Serdar Toka, Sümer Yazıcı, Muzaffer Arslan, Cizre’den Abdurrahman Müştak ve Kamil ile Bahattin Müştak, Abdullah Gündoğan’ın durumlarına, yaşanılan işkence olaylarına ve Uluslararası Af örgütü’nün Türkiye Devleti, muhalefet partileri vb. girdiği ilişki ve yaptırımlar da raporda önemli yer tutuyor.
Aynı raporun 21. sayfasından başlayarak Türkiye Devrimci Komünist Partisi sanıklarıyla Sağlıkçının Sesi davasından sanıkların durumu da raporda genişçe yer alıyor.
İstanbul Siyasi Şube polislerinin 2 ve 6 Şubat 1989 tarihleri arasında başlatarak gerçekleştirdikleri operasyonlarda TDKP üyesi oldukları iddiasıyla tutuklanan 16 kişinin durumlarıyla Mehmet, Songül ve Bektaş Özkan’ın durumları rapora yansıyan konular arasında.
Uluslararası Af Örgütü 1990 raporunu daha geniş ve sağlıklı kaynaklara dayalı olarak derlenmesi, ülkedeki cezaevlerinde süren insanlık onurunu koruma mücadelesi ve “siyasi tutsaklara genel özgürlük”ün elde edilmesi savaşımında küçümsenemeyecek bir öneme sahip olduğu gerçeğinden hareketle okurlarımız, özellikle cezaevlerindeki okurlarımız kendi durumlarına ilişkin mektup, doktor raporu vb. belgeleri aşağıdaki adreslere iletebilirler:
1-Amnesty International :Frederitsborg gade 1/Kopenhag / Denmark / Tlf: 1117541
2- A.I. /Cekreteriat: 1. Easton street London- Nc 1×9 DJ-England. Tlf: 4418331771
3-T.D.S.F. / Fredscenter Gudsmedgade 25 – 2. Sal. vor: 11 –  8000  Arhus C.


Tigre halkının kurtuluş mücadelesi amacına ulaşıyor

Faşist Etiyopya rejimine karşı ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Tigre halkının örgütü Tigre Halk Kurtuluş Cephesi ile Eritre Halk Kurtuluş Cephesi’nin ortaklaşa yürüttükleri mücadele yeni bir döneme girdi. Uluslararası komünist hareketin çizgisini benimseyen TPLF (Tigre Halk Kurtuluş Cephesi) ile geçtiğimiz yıl EPLF diye bilinen (Eritre Halk Kurtuluş Cephesi) askeri ve politik bir anlaşma yaparak ortak mücadele etmişler peş peşe görülmemiş zaferler elde etmişlerdi. Derg yönetimindeki faşist Addis Ababa yönetimi ağır darbeler yemişti. 20-24 Nisan tarihlerinde (1988 yılında) mücadeleyi birleştirmek ve eskiden kopan ilişkileri yeniden kurmak için siyasi büro düzeyinde bir araya gelen iki örgüt bugün bir CEPHE örgütünde tamamen birleşerek mücadele etmekte ve Etiyopya halkının (Etiyopya, Eritre ve Tigre halklarının) eşit ve gönüllü bir birlik temelinde demokratik bir devletini kurmak için faşist Etiyopya rejimine son darbeye hazırlanmaktadır. Başkentteki işçi sınıfının henüz zayıf ve az olması nedeniyle partileşemeyen örgütler CEPHE örgütü aracılığı ile bugün, Avrupa temsilciliğinin en son açıklamasına göre ülkenin, yani tüm Etiyopya’nın üçte ikisini (2/3) ele geçirmiş durumdadır. Ülkedeki en son durumla ilgili olarak açıklama yapan cephe örgütü diğer taraftan bu haklı savaşın desteklenmesi için tüm Avrupa çapında devrimci ve komünistleri dayanışma ve yardıma çağırdı. Kurtarılmış bölgelerde görev yapacak her türlü teknik elemandan (doktor, hasta bakıcı vb.) giyecek ve ilaç ihtiyacına kadar çok yönlü yardımları kabul edebileceğini belirten cephe örgütünün bu çağrısı yurt dışında yaşayan Türkiyeli devrimci ve komünistler arasında büyük bir sevinç ve coşku yarattı ve hemen acil bir yardım kampanyası başlatıldı. “Her devrimci en azından (gerillalara) bir battaniye” adı altında açılan yardım kampanyası ilaç, elbise ve diğer her türlü ihtiyaçlar için tüm Avrupa çapında sürdürülüyor.
Cephe örgütünün içinde yer alan TPLF (Tigre Halk Kurtuluş Cephesi) örgütü geçtiğimiz yıl Avrupa çapında Tigreliler Birliği ve Tigre Kadınlar Birliği olarak yurt dışındaki örgütlerinin kongrelerini yapmışlardı ve kamuoyuna açıklama yaparak haklı savaşlarının desteklenmesini istemişlerdi. Silahlı mücadele veren ordularının % 30’unu kadınların oluşturduğu Tigre halkının mücadelesi gün geçtikçe yükselerek bugün diğer Marksist örgütler ve cephe örgütünü yaratmaya kadar ulaşmıştır.

“Üç film birden”
Aynur SARICA

İstanbul sinema dolu bir ay yaşadı geçtiğimiz günlerde… Sinemalar çoktandır hasret kaldığı seyircisini tekrar karşısında görmekten bir hayli mutlu. “Türk Sineması ölüyor mu?” derken, gösterimdeki iki Türk filmi Batman kadar, İndiana Jones kadar seyirci çekiyor. Sinemaların önü tekrar kalabalıklaşmaya başladı. Işıklı neonlar daha bir aydınlık bakıyor duvarlardan…
Sinemaların canlanması bizi neden sevindiriyor? Kulağımız şu sözlere yabancı değil: “Aman canım, işte üç-beş entel gönül eğlendiriyorlar.” Ya da “Bu nasıl canlanmak? Sinemada ilgi ancak bir iki macera filmine…” Bu görüşler doğruluk payı taşıyorlar kuşkusuz. Ancak, genel olarak sinema talebi bir kültür talebidir ve kültür talebi demokrasi talebiyle doğrudan ilgilidir. Kültür ve sanatta yaşanan değişimler, toplumun ekonomik ve politik durumundan soyutlanamaz. İnsanlar kitap fuarlarını doldurdukça, yönetim bir nebze daha köşeye sıkışacaktır. Bu anlamda nitelikli filmleri desteklemek, bunun yanı sıra hak etmediği düzeyde ilgi gören, kafa bulandıran filmleri sayfalarımızda değerlendirmek düşüncesindeyiz.
Var olmak ya da var olmamak…
Milan Kundera’nın ünlü romanıyla 1986’da tanışmıştık. Yazarımız Çek. Çekoslovakya’nın tanklar altındaki “sosyalizmi”ne, “tamam bu sosyalizmdir” diyor ve buradan sosyalizmin gayri insani bir ideoloji olduğu sonucuna varıyor ve başlıyor anti-komünist naralar atmaya. (Aristo mantığının önemli örneklerinden biridir, dikkatinizi çekerim.)
Ne öneriyor peki? Kapitalizm mi? Pek öyle görünmüyor ama örtünün altını biraz kaldırınca size göz kırpanın kapitalizm olduğunu anlıyorsunuz.
Roman boyunca ağırlık ve hafifliğin tartışmasını yapıyor sayın Bay Kundera. En sonunda hafiflikte karar kılıyor. Hafiflik bir soyutlama elbette. İçinde bireyin bencil bağımsızlığı, sorumsuzluk, giderek hiçbir düşünceye ve ideolojiye bağlanmamak barınıyor.
Kundera “bu romanı hiç kimse filme çekemez” diyor. Philip Kaufman çok bozuluyor. “Ben çekerim abi bunu” diyor. Bu kısır ve küçük çekişmenin sonucu Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği film olarak karşımıza çıkıyor. Filmde Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgali dışında bir politik tartışma yapılmıyor. “Felsefe bohçası” ağırlıklı olarak işleniyor. Sabina karakterinde öne çıkan bağımsız birey düşüncesi, tümüyle bireycilik propagandası yapılmasına yol açıyor. Çürümenin, yok olmanın ağırlığı edebiyattan sinemaya sıçradı bir kez daha.
Film bütün içerik yanlışlarına karşın, izleyicinin beğenisini kazanıyor. Bunu sağlayan faktörlerin başında görüntülerinin netliği ve güzelliği geliyor. En iyi manzaralar, en güzel çayırlar, en mavi gökler süslüyor filmi. Belgesel film tarzında çekilmiş olan işgal sahneleri çok başarılı. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nin, bu son derece gerici filmin, teknik olanakların kullanımı sayesinde seyredilir hale gelmesi gerçekten düşündürücü. Bize düşen görev perdede izlediğimiz renkli görüntünün altındaki çirkefi ortaya çıkarabilmek. Özetlersek üzerinde çok söze gerek yok. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği bir film ya da roman adı olmaktan öte bir anlayışın simgesi haline geldi.
Sis üzerine “Sis”siz düşünceler
Zülfü Livaneli bu ikinci filmi için (birincisini biliyorsunuz: nam-ı diğer Karlı Manzaralar) Victor Hugo’nun Deniz İşçileri kitabındaki bir tümceden yola çıkmış:”Yanardağlar taşları nasıl fırlatırsa, sosyal olaylar da insanları öyle fırlatır.”. Türkiye’de yaşanan sosyal olaylar ise aile bağları ile bağlı bulunsalar da üç kuşağı (üç ayrı dönem demektir bu) farklı yerlere fırlatıyor. Film 27 Mayıstan başlayarak büyükbaba-baba-oğul üçleminde, Türkiye’nin yaşadığı önemli bir süreci anlatmayı amaçlıyor. Peki, bu paralellikte, “sis” imgesinin yeri nedir? “Sis” teması, belirsizliği, bulanıklığı çağrıştırıyor. Yaşanan sosyal olaylar, üç kuşağı getire getire “sis’in kucağına fırlatıyor.(!)
Zülfü Livaneli’ye göre neler belirsiz? Ortada öldürülen bir genç var. Aralarında çıkan bir tartışma sonucu, farklı bir sol örgüt üyesi olan kardeşi tarafından mı öldürüldü? Yoksa faşistler tarafından mı?
Öldürülen devrimci gencin üye olduğu sol örgüt, katil kardeşi hakkında ölüm kararı alır. Kardeş için kaçak günler başlar. Ancak hem polisten kaçmaktadır, hem diğer sol örgütten… Bu da Zülfü Livaneli’ye göre başka bir belirsizlik.
Film, -bir dönem filmi olduğu için- dönemin önemli olayları hakkında da bir iki söz söyleme ihtiyacını hissediyor. Fatsa’ya da dil uzatmadan duramıyor. Oğlu öldürülen baba Fatsa’ya gider. (Bu sahne senaryonun eklektizmini en üst boyutuna çıkarıyor.) Yolda bir devrimciyle karşılaşır. Ona yardım eder. Tabii kendi oğlu dolayısıyla devrimci gençlere daha duyarlı yaklaşır olmuştur. Bir değişim geçirmektedir. Arabasına aldığı bu toy, muhtemelen Fatsalı genç, bu duyarlılığı fark edemeyecek derecede küstahtır. Ölüm onu ilgilendirmemektedir. Yaşamı umursamamaktadır. Gideceği hiçbir yer ve ulaşacağı hiçbir amaç yoktur. Bir maceraperesttir. Böylece film boyunca ardı arkası kesilmeyen devrimcilerin karalanmasına bir yenisi daha eklenir.
Bu yoğun sisin içinde her nasılsa bir şey, netleşiyor: “Türkiye’de dayak yoktur” diyen baba, finalde “ya işkence yaparlarsa” yönünde bir gelişme kaydediyor. Film boyunca rastlanılan tek sol söylem bundan ibaret. Bu kadarı günah çıkarmaya yetmiyor maalesef… Senaryo, her şeye dokunmak, olmadı teğet geçmek duygusundan kurtulamadığı için, film bir yamalı bohça olmuş. Livaneli’nin eleştirecek o kadar çok gözlemi var ki, hangisini nereye yerleştireceğini şaşırmış görünüyor.
SİS, Eylül öncesine sağ bir bakıştan öteye gidemiyor. Filmin sergilendiği belirsizlik ve karmaşa 12 Eylül’ü davet eder nitelikte. Keza, “kardeş, kardeşi vuruyordu” edebiyatı 12 Eylül’ün en gözde propagandasıdır. Zülfü Livaneli 3 ayrı dönemi işlediği filmine Sis adını veriyor. Tamamen yanlış. 27 Mayıs dâhil, her müdahalede Türkiye’de saflar, belirsizleşmenin aksine daha da netleşmiştir. Denilebilir ki “bunlar yaşandı”. Ancak bir dönem anlatılıyorsa ve bu yaşanmış, canlı tarihsel terazide ağır basan tarafı göz önünde bulundurmak zorundasınız. Eylül öncesi dönemde ağır basan kefe, devrimcilerin, resmi-sivil faşistlerce öldürüldüğüdür, devrimcilerin başıboş, maceraperest insanlar değil, ulaşacakları hedefleri olan yiğit kişiler olduğudur ve bunların sisle, belirsizlikle hiçbir ilgisi olamaz.
Uçurtmayı vurmasınlar
Beyoğlu caddeleri ışıklı. Sinema akşamlarının en güzel mekânı. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni bin bir tereddütle girsem mi girmesem mi diyerek gördünüz. (Malum iki yıl önce kitabını okumuştunuz ve kötü hatıraları var.) Pek sarmadı. Az ileride Sis oynuyor. Hadi bir Türk filmi seyredin. Madem sinema ölüyormuş, bir bilet alın da hücrelerinden birine kan pompalansın! Ne oldu? Canınız sıkıldı tabii. Bir sigara yaktınız, hızlıca evin yolunu tutuyorsunuz. Hey nereye? DAHA HERŞEY BİTMEDİ! Tam karşıda bir afiş, kocaman bir uçurtma, yoksa cezaevi mi? Bir insan yüzü mü yoksa bu? Afişin dibinde küçük Barış… Bu kimliği belirsiz nesne onun için her şey.
Uçurtmayı Vurmasınlar’ı Feride Çiçekoğlu’nun kitabından tanıdık öncelikle. Şimdi ise film olarak karşımızda. Cezaevini, tutsaklığı bir çocuğun gözünden anlatıyor film. Bunu anlatırken kendi ölçüleri içinde bir hayli başarılı. Cezaevindeki siyasilerden biri olan İnciyle Barış’ın sevgisi, dostluğu hüzünlü bir şiir gibi. Dar mekânlı filmlerin gerçek ustası olan Tunç Başaran bu “dört duvar” arasında geçen filmi, seyirciyi sıkıntıya düşürmeden kurgulamayı başarmış.
Film finalde, vurulmayan uçurtmalarla ilgili soyutlamasından umuda yönelik mesaj dışında ağırlıklı yanı sınıflar-üstü hümanizmle işlenen “alışılmadık bir sevda öyküsü” adına, alışılmış bir gayri siyasi film olarak karşımıza çıkıyor.
Temel olarak dostluk ve sevgi ön plana çıkarken, bu insanları cezaevine düşüren nedenler irdelenmiyor. Cezaevi yönetiminin, mahkûmlar üzerindeki şiddeti ayrıntılı olarak verilemiyor. Öne çıkan, koğuşta kadınların kendi aralarında yaptıkları kavgalar oluyor. Filmde cezaevi yaşamı “dikensiz gül bahçesi” iyimserliğinde anlatılıyor. Oysa o dönem hapishaneleri, adi mahkûmların bile falakaya yatırıldığı, ani baskınlarla koğuşların talan edildiği, mahkûmların banyoda daha sabunlanma fırsatı bulmadan çırılçıplak, aramalar için avlulara sürüklendikleri terörün hüküm sürdüğü hapishanelerdir. Bütün bunlar bir garip hümanizmanın içinde yok olmuşlar. Filmin politik eleştirisi “suçun ne?” sorusuna verilen “düşünce” cevabından öte gitmiyor. Yani “düşünce suçu olmasın.” Peki sonra? Bu politik talep, burjuva demokrasisi sınırlarını aşmayan bir taleptir ve bununla yetinilemez. Filmin bu anlamda devrimci bir perspektifi yok.
Tunç Başaran “Bu, politik bir film değil” diyerek, yukarıdaki eleştirilerin haklılığını kanıtlıyor. Cezaevi yaşantısı “iki insan arasındaki sevginin” fonunu teşkil ediyor sadece. Tunç Başaran da çeşitli açıklamalarıyla bunu doğruluyor. Yönetmenin küçük burjuva özgürlük ve demokrasi anlayışı filmde de kendini gösteriyor.
Elbette bir filmde sevginin, dostluğun irdelenmesi, yaşantılar içinde verilmesi güzel ve gerekli, ama Tunç Başaran’ın ve Feride Çiçekoğlu’nun elbirliğiyle kotarılan bu sinema örneğinde, en az sevgi ve dostluk kadar, göz ardı edilmeden işlenmesi gereken yaşamlar ve ilişkiler vardı. “Alışılmadık bir sevda öyküsü”nü yaratan, toplumsal sevdalar değil miydi? Barış ve İnci’yi birbirine sevdalandıran aynı koşullarda yaşamalarına sebep olan güç ilişkiler bütün, soyutlamalarla bile olsa verilemez miydi? Kendi anlayış ve bakış açıları doğrultusunda “iyi filmler” yapabilenler, birçok şeyi sorgulamanın da aracı yapabilirlerdi filmi, bu yetenekler yeterli. Bir beklenti anlamında söylemiyoruz bunları. Yalnızca elinde mendillerle filmden çıkan seyircinin “harika!” “nefis bir filmi” gibi yorumlarının içini doldurma çabası bizimki. Film, duygusal bir atmosfer içinde yansıttığı cezaevi gerçeğine sınıfsal bir bakış açısıyla yaklaşamıyor. Temelleri sağlam olmayan, “Uçurtmayı Vurmasınlar” imgesine takılıp kalıyor.
Uçurtmayı Vurmasınlar tüm bunlara rağmen görülmesi gereken, kendine has çocuksu duyarlılığı, hüznü, umudu olan bir film. Yazımızın başında, işte bu nedenle “daha her şey bitmedi” dedik. Ancak bu baş aşağı romantizmin içinde kaybolmamak, yanlışları görebilmek ve yapılanın çok daha fazlasını talep etmek gerekiyor.


Yetmiş beş yıl sonra bir gün aniden
PERDECİ: Mehmet ESATOĞLU-

VUUUUUVVVV… VUUUUVVVVV… Sen misin kış rüzgârı tabi ya bu soğukluğu senden başka kim yapabilir? İstediğin kadar yırtın Perdeci seni duymuyor. Az önce yaptığı tartışmanın kızgınlığıyla iyice kızıştı da ondan, işte “Yok olmanın dayanılmaz hafifliği”. İşte haftanın en çarpıcı filmi: Perdeci TEK’e karşı. Kanlı bir serüven, ödenmesi geciken makbuzlar yüzünden altmış bin liralık borcu yüz otuz bin liraya çıkan dul bir babanın ıstırabı… Kendisi ve kendi kedisi üşümesin diye anlamsız saatlerde kalorifer söndükten sonra yakılan elektrik sobalarının acı faturası. Makbuzlarla memur yel değirmenlerine saldıran bir sanatçının hazin sonu. Evet, vatandaş koş-yetiş şimdi başlıyor, bu sinemada. İşte kısa bir fragman Adam ilerliyor, gişe kapanmak üzere. Makbuzu uzattı. Ve hayır makbuz üzerindeki bedelin iki katı. Müzik, gişedeki adamla ödeme yapanın diyalogları duyulmuyor. Ve Perdeci, efendilikle çıkıp gitmesi gerekirken aniden -yüksek sesle- “Bir gün gelecek, bütün bu hizmetler ücretsiz olacak” … diye bir laf çarptı ortalığa. Kenarda her zaman hastanede, elektrik idaresi vb. yerlerde rastlayabileceğiniz orta yaşlı kadınlar korosu inledi: “Ah nerede vah nerede”. Çağın “ağır ütopyacılarından” Perdeci, bunu kendine destek kabul ederek, savaş kazanmış bir savaşçı edasıyla dışarı çıktı, işte bu “halet-i ruhiye” içinde Vuuuvvvvvvv diye öten kış rüzgârını duymadı.
Meydanda koca bir saatle burun buruna geldi. Akşama oyun saatinin başlamasına kıyamet kadar vakit var. Öfffffff böyle plansız programsız cadde üzerinde kalmak. Şunu yapsam, cık bunu yapsam ona da cık. Bütün alternatifleri yüksek sesle akladıktan sonra kararsız bir biçimde yürümeye başladı. (Çözüm aramanın gizli bir biçimi). Azıcık yavaşladı, kitapçılar çarşısına gidip ona eski sinema-tiyatro dergileri ayıran kıza uğramak istedi. O yöne birkaç hızlı adım attıktan sonra ani bir frenle vazgeçti. Geçen hafta uğramış hatta kızcağızı ayartarak malum kafeteryaya kahve içirmeye götürmüştü. Böyle sık uğraması yanlış anlaşılabilirdi. İnsanın adı şişko yönetmen gibi çapkına çıkabilirdi maazallah.
Filmciler, sokağının köşesinden geçerken birden duraladı. Eli cepte bekleyenler ortalıkta yoktu. Hızla sokağa daldı. Köşede bir set işçisine (kısaca setçi) rastladı. Setçi sıcak bir gülümseyişle “Buyur baba bir çorba ısmarlayayım” dedi. Perdeci bu sözün anlamını bir anda kavradı. “Hayırlı olsun ne zaman başladınız?” Setçi: “Birkaç hafta oluyor sokak öldü diyenler yine yanıldı. Yeşilçam’da en az on yerde birden “motor” sesleri yükseldi.”
“Motor” demek Yeşilçam’da akmak demek.
Yeşilçam sokağı emekçileri aylardır işsiz. Bu yılın başından beri çevrilen film sayısı on’u aşmamıştı. Bu bir zamanlar yüzlerce film çevrilen sokakta yüz binlerce aç aile demekti. Setçi dayanılacak gibi değil de resmen çorba parası dilenir olduk. Bakkal-kasap veresiyeyi çoktan kesti. Borç milyonu aştı. Dün akşam haftalığın yarısını attım bakkalın önüne, yine de gülmedi. Bu kez bir filmle kapatamayacağız borçları galiba.”
Set işçisi ya da setçi dediğin çalışır haftada iki yüz elli bin liraya. Bunu aylığa vurduğunda ortalama bir para gibi görünür. Her film arası üç-beş hafta boşlukla sonunda oda çalışmış olur ayda üç yüz-beş yüz bin liraya. Üstüne üstlük henüz Yeşilçam’ın kapısından içeri girmemiştir sosyal sigorta. Bunu bilmez mi, işin başındaki bilir ama uğraşmaz.
Devlet sinemaya el atmayacak mı? diye ağlaşırken birileri insani bütün taleplerin çiğnendiğini görmezden gelirken ilgileniverdi devlet Yeşilçam’la.
Bu sokakta sinema şirketlerinin teknik malzemesi yoktur. Yeşilçam’ın küçük patronları sinemadan kazandıklarının tek kuruşunu bile sinemaya geri vermezler. (Çok kazandıkları dönemde bile)
Teknik malzemeleri el yordamıyla öğrenen kimi Yeşilçam emekçileri üç-beş kuruş denkleştirerek teknik malzemeler edinirler. Emek bazında tercih edilir olabilmek için.
Geçtiğimiz günlerde kameramanlardan biri diğerinden ödünç aldığı kameranın kirasını ödemeyince olay gammazlamakla sonuçlanır içlerinden biri “Yeşilçam’da bütün kameralar kaçak” diye ihbarda bulunur. Devletimiz bunu duyar duymaz ayaklanır, yapışır emekçilerin yakasına; “Sen bu kamerayı nereden buldun?” Kaçak olmadığını ispatlayana dek el koyar aletlere.
İşte ülke. Onca uyuşturucu, onca silah. Yetkili bay bağırır durur “Nereden buldun bu kamerayı”. Kamera ne işe yarar? Sanat üretmeye. Menşeine bakılmadan silah ruhsatı dağıtacakların kulakları çınlasın.
Bu olay üstüne kameralarını ^kurtarmak üzere Yeşilçam emekçileri koşarlar sözüm ona sinema “kuruluşlarına”. Adamlar olayı yalan-yanlı dinleyip başlarlar kanun-kural nasihatine. Sanırsın tümü de kanunla yatıp kuralla kalkıyorlar.
Perdeci kafasını hafifçe kaktırıp nasihat dağıtanların yazıhanelerine baktı. Her birinin penceresi adeta içindeki patronun çapını gösteriyordu.

İşte Yeşilçam sokağı
Yolu dar, yeni dar
Çok dar
Büyük göbekler geçemez.
Küçük kasalar, küçük patronlar
Bütün çapı, Erman han
Ayhan Işık sokak
Fatma Girik han
Odacıklar… Odacıklar
Lekeli yapıştırma halılar
İki telefon cihazı
Birkaç-Kaba- büro masası
Duvarda “artizli” afişler
Camlarda eskimiş perdeler
İşte tüm mal varlığı
Sanki bir anda kaçacakmış gibi.
Birde
Uzakta
Issız bir sahilde
Satılmaya her an hazır’
Soğuk duvarlı
Villalar

Köşeden görünen birden küçük kasalı patronların bazıları. Küçük dünyaları halletmiş havasında, ellerinde bond çantaları geliyorlar. Ve herkese duyururcasına yüksekten konuşuyorlar, Yeşilçam yetmiş beş yaşında…
Yetmiş beş yıldır ihmal edilmiş bir gün aşkına dalmışlardı Vali beyin odasına. Vali bey önce ne dediklerini, laf kalabalığından pek anlayamamış, büyük star gözlerini süze süze açıklamaya başlayınca “sinema”, “yeniden canlanma” sözlerini anlamış ancak bu sözlerin Enver Paşa ve Ayastefanos Abidesi ile ilişkisini kuramamıştı. Karmaşık durum “çok iyi olur, tabii” ile göğüslendikten, konukları yolcu ettikten sonra aceleyle yardımcısını çağırtıp Fuat Uzkınay adlı şahsın anılmasında bir sakınca bulunup bulunulmadığının araştırılmasını istemişti.
Emniyet, bütün illere bilgisayar ve telefon aracılığıyla araştırmalar yaptıktan sonra Fuat Uzkınay’a ilişkin herhangi bir fişlemenin bulunmadığını bildirdi. Peki ama kimdi bu Fuat Uzkınay? Eski Jönlerden miydi? Yoksa yönetmen miydi? Yılmaz Güney’le ortak bir çalışması olmuş olabilir miydi?

Büyük Kahraman
Dayanılmaz bir paşa
Damarlarında kanın
Deli deli aktığı
bir sabah
Uzattı yaverine emri
Ayastefanos nam-olunan abide
Edilecek yerle bir
İmza: Enver Paşa
Helal sana
Verilmez bundan büyük bir ceza
Allah’ın belası Rus’a
Yıkımcılar toplandılar
Abidenin başına
kazmalar tam inerken
uzakta bir adam
Fuat Uzkınay
Dokundu düğmeye
Haydi motor
yıl 14 Kasım 1914

Çekilen bir yıkım gerçi ama önemi başka. Bu “motor” deyişle Beyoğlu’nun Atlas Sineması’nın arka kapısının oraya çöreklenmiş olan “Türk sineması” denilen kurum böylece doğmuş oldu.
Bu olaydan yetmiş beş yıl sonra Yeşilçam sokağında bir akşamüzeri kimi ekipler film çalışmasından dönüyor. Yüzlerinde ağır bir yorgunluk ama keyifler yerinde. Sokağın ortasında Perdeci’yi görenler etrafında bir halka oluşturdular. Geçmişte birlikte çalıştıkları filmler üzerine kahkahalı bir söyleşiye giriştiler. Giderek kahvelerden çıkanların eklenmesiyle ortada koca bir küme oldular. Eski sendikacı Rauf baba sokağa girerken bu kümenin ortasına düştü. Yeni Yeşilçam emekçisi olmuşlar Rauf babanın kim olduğunu pek bilmeseler de eskiler onun neler yaptığını ve 12 Eylül’ün ilk günlerinde bu uğurda cezaevlerinde neler çektiğini iyi bilirdi.”
Setçilerden biri Rauf babayı görünce yenilere ilk sendikalaşma günlerine dair bir öykü anlattı.
“Rauf baba anımsar mısın bir gün setçi İbo -Belki de haftalıklarını alamadığından- toplar milleti ortaya. “Arkadaşlar, bu patronlar bizi iliğimize kadar sömürüyorlar. Bu böyle gitmez, yürüyün hakkımızı alalım. Kalabalıktan biri “İyi ama bir sürü patron var hangisine derdimizi anlatacağız” İbo -Artık coşmuştur- hepsine koşullarımızı öne süreriz, ya öyle ya da böyle deriz. Kalabalık henüz önerilere ve eyleme ikna olmamışken biri “Yürü İbo arkandayız” diye haykırır. İbo önde kalabalık arkada yazıhanelerin yoğun bulunduğu hanlardan birine dalarlar, İbo soluk soluğa bir patron odasına dalar. Büyük bir heyecanla içinde bulundukları durumu özetler. Ve son söz olarak, “koşullar düzelmedikçe çalışmayacağız” der. Patron İbo’yu şöyle bir süzer “Kim” diye sorar “çalışmayacak olanlar”. İbo biz diyerek arkasına döner, ancak “yürü arkandayız” diyenlerin hiçbiri patronun odasına gelmeden geri dönmüşlerdir, İbo heyecandan durumu fark etmemiştir. Bir şeyler söylemek ister, kelimeler boğazına düğümlenir odadan süklüm püklüm dışarı çıkar.”
Rauf baba “Ben bu öyküyü çok severim. Başı-boş plansız, örgütsüz davranmaya iyi bir örnektir. Kimileri bu olaydan sonra YeşiIçam’da asla örgütlenme olamayacağını yaygınlaştırmaya çalıştılarsa da biz bir süre sonra sendikalaşarak gereken yanıtı verdik. Bugün Yeşilçam’ın yetmiş beşinci yılı kutlanırken sendikamız yok edilmiş durumda. Yerine birtakım devletten yardım dilenme örgütleri oluşturulmuş. Bunlar bizim örgütlerimiz olamaz. Beyefendilere yaranmak için hiçbir temel sorunumuzu dile getirmiyorlar. Her Dokuz Eylül’de Yılmaz Güney’in adını duymamak için başlarını kuma gömüyorlar. Bugün uluslararası düzeyde Türkiye sinemasından söz ediliyorsa bunda önemli paylardan biri de Yılmaz Güney ve bizlere aittir”
Işıkçılardan biri “Söz Yılmaz ağ-biden açılmışken anlatmadan olmaz. Umut filmi final sahnesi. Yılmaz Güney dev bir ağaç istiyor. Umutla defineyi o ağacın dibinde arayacaklar, arayacaklar, arayacaklar… Ağacı aradık günler boyu sonunda bulduk. Dev ağaç bir bahçenin içinde ve orada çekim yapma koşulu yok. Çekim günü ağaç bahçeden sökülmüş ve sahnenin çekileceği yere dikilmişti. Bugün hala birçoklarına düş gibi geliyor. Çünkü… Biz, Çünkü Yılmaz Güney…”
Söyleşinin en koyu yerinde Rauf baba ile mahpus yatmış yönetmen yardımcılarından biri “çocuklar, boş musunuz?” diye seslendi.
Kalabalık “Ne oldu” diye döndü. “Şurada otelin alt katında Türkiye sinemasını kurtarıyorlar bir el atamaz mısınız?” Sokakta büyük bir kahkaha patladı. Yönetmen yardımcısı sürdürdü. Sabırla dişimi sıkmış dinlerken bir yönetmen çıktı ortaya hani şu otele bir kere gelip bir daha gelmeyen kadını bekleyen otel kâtibi filminin yönetmeni. Geçenlerde gazetede okudunuz mu? Ne demiş TV’de film doğrayanlara, “Aman siz kesmeyin, gösterin ben keseyim”. TV’den alacağı üç kuruş adına kendi yapıtını bıçaklayan bu adam bizlerin onca acı ve yokluk içinde var ettiğimiz sinemanın yetmiş beş yılı adına ahkâm kesiyordu dayanamadım çıktım.”
“Sürü” filmi sırasında günlerce dağda yatmış bir set amiri cebindeki gazeteyi uzattı ortaya. Rauf baba gazeteyi eline aldı. İlginç bir yazımı var” diye sordu. Set amiri hiçbir şey söylemeden başını salladı. “Bir ilan” dedi. “Hepimize”. Kalabalık anlayamadı bir koroymuşçasına sordu “Bize mi?”
Rauf baba o kalın sesi ile tane tane okumaya başladı. “Yılmaz Güney için anıt-mezar proje yarışması. Seçici kurul… Ödüller… Projenin teslim tarihi 11 Ocak 1990 İmza: Fatoş Güney.
Set Amiri “Gerçi çağrı mimarlara ama ilk öneriyi -Haddim olmayarak- ben yapıyorum. Yılmaz Güneyin mezarına onunla birlikte film üretmiş herkesin alçıdan ellerinin kalıbını çıkarıp yollayalım. Belki şöyle bir görüntü: uzatın ellerinizi ortaya.” Kalabalık ellerini üst üste öne uzattı. “İşte böyle yüzlerce el.”
Yeşilçam emekçileri sokağın tam orta yerinde -Yarın Yılmaz Güney anıtının dikileceği yerde- birdenbire canlı bir anıt-mezar oluşturdular.
Perdeci bu görüntüden çok coşkulandı. “Bence sinemanın yetmiş beşinci yılının kutlandığı an bu andır” dedi. Ve yine aynı coşkuyla “Bir önerim var anıt-mezar için bu önerimizi ve diğer düşlerimizi düzenleyicilere aktaralım ve haykıralım mimar olmasak da biz de katılıyoruz YILMAZ GÜNEY için.”

Aralık 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑