Haberler-Mektuplar

HAKLI MÜCADELEMİZ ENGELLENEMEZ
7 Ekim 1989 günü Dicle Üniversitesi öğrencileri coşkulu ve kalabalık bir biçimde üniversitelerinin alternatif açılışını gerçekleştirdiler.
2000 kişilik bir kitleyle Tıp Fakültesi kantininde yapılan açılışa “devrim şehitleri” için yapılan saygı duruşu ile başlandı. Ardından yapılan açış konuşmasında sorunlara, çözümlerine ve öğrenci gençliğin mücadelesine değinildi. Keyfi göz altıların, tutuklamaların, işkencelerin katliamların lanetlendiği konuşmada “Kürt halkı üzerinde estirilen teröre, Halepçe’ye Silopi’ye karşı mücadelemizi yükseltelim, Türk ve Kürt halklarının özgürlük mücadelesinde daha ileri mevziler için mücadele edelim.” denilerek yapılan konuşma, gençliğin militan, kararlı mücadelesinin dile getirildiği şu sözlerle bitti: “Bu topraklar faşizme mezar olacaktır.”
Daha sonra çeşitli şiirler okundu, skeçler oynandı, türküler söylendi. Dicle Üniversitesi’nin tüm fakülte ve yüksek okullarının mesajları okundu. Duvarlara asılan dövizde “Yaşasın alternatif açılışımız”, pankartta ise “Haklı mücadelemiz kurşunlarla engellenemez!” yazılıydı. Açılış programının sonunda “Avusturya işçi marşı” ve “Venseremos” marşları gür bir sesle, birlikte söylenerek şu sloganlar atıldı. “Polis idare işbirliğine son”, “Paralı eğitime son”, “Gerici-asimilasyoncu eğitime son”,”Öğrenim hakkımız engellenemez”, “Kahrolsun faşizm-Bımre faşizm.”
2000 kişinin coşkuyla katıldığı halaydan sonra polislerin “daha bir yıl önce on kişiydi bunlar, nasıl böyle çoğaldılar” dercesine korkuyla yönelttiği bakışları arasında dağılındı. Müdahale edememenin acısını taşıyan polisler duvarda asılı pankartı gizlice yerinden alarak “delil elde etmeye” çalıştılar.
Dicle Üniversitesindeki bu kitlesel gösterinin başarısını sabırlı, uzun vadeli çalışmalarda, devrimci bilincin getirdiği hoşgörüde aramalı.
Dicle Üniversitesi’nden Özgürlük Dünyası okurları

SAYIN ÖZGÜRLÜK DÜNYASI YÖNETİCİLERİ
Turizm emekçileri yok mu sayılıyor? Genelde emekçiler, büyük fabrikalar ve sendikal yapılanmalar sık sık ele alınmakta ve işçilerin zafer ve yenilgileri konu edilmekte.
Türkiye’nin “bacasız sanayi” denilen Turizm sektöründe neler olup bittiğine dair hiç bir habere rastlanılmamakta. On binlerce işçinin çalıştığı, emek sömürüsünün en yoğun olarak yaşandığı, mevsimlik işe alımlar ve onur kırıcı çalışma koşulları ile allı pullu görünen turizm madalyonunun öbür yüzü işçiler açısından hiç de iç açıcı bir manzara teşkil etmiyor.
Çalışanların yabancı müşteriler karşısında küçük düşürüldüğü, kişiliklerinin ayaklar altına alındığı, yirminci yüzyılda köleliği anımsatan uygulamalarıyla, işletmeciler de bunun vebalini taşımaktadır.
Bilinçli olmaya yatkın, kafası çalışan insanlar turizm emekçileri. Yaşamlarını güç şartlar altında sürdürürken yarınları hakkındaki sorulara yanıt veremiyorlar. Örgütlenmenin gerekliliği bu noktada önem kazanıyor. Turizm emekçileri ait oldukları sektörde söz sahibi olabilmeli, bir takım noktaları onlar belirlemeli. Turizmi bir ekmek kapısı olarak gören bu insanlar neden daha iyi şartlarda yaşamasın, güzel günleri birlikte kucaklamasın?
Alanya/Antalya’dan Bir Grup Devrimci

NAZİLLİ CEZAEVİNDE İNSANLIK DIŞI BASKILAR
Süleyman Karakurt. Nazilli cezaevinde TDKP davasından yatan bir hükümlü. O da kötü cezaevi koşullarından nasibini almış, ileri derecede tüberküloz. Çeşitli mercilerin, iyileşebilmesi için mutlaka hastanede tedavi görmesi gerektiği açıklama yada raporlarına rağmen, hastanede tedavi görmesi cezaevi müdürü ve yetkililer tarafından engelleniyor. Bu konuda yapılan tüm girişimler şimdiye kadar sonuçsuz kaldı. En son 19 Kasım 89 tarihli Cumhuriyet gazetesinde açıklanan İzmir İnsan Hakları Derneği Başkanı’nın açıklaması bunlardan biri.
Cezaevlerinde iyileştirmeler vb. konularındaki yetkililerin açıklamalarının samimiyetine zaten tutuklu ve hükümlüler inanmıyor. Kendi yaşamlarından bunun böyle olmadığını biliyorlar çünkü. Ancak gelişmeler, bunları daha açık hale getiriyor.
Nazilli Özel Tip Cezaevi’nin bir önemli sorunu daha var: Cezaevinde görevli faşist diş hekimi. Her fırsatta “Ben Alpaslan Türkeş’in yoluna baş koydum” diyen bu faşist doktor, tedavi için kendisine giden tutuklu ve hükümlülerin sağlam dişlerini çekmekle ünlü. Tutuklu ve hükümlülerin fiili tavrı ve çeşitli girişimleriyle açığa alındı.
Bu hayâsızca tutumlarıyla devrimci tutsakları yıldırabileceklerini zannediyorlar ama her girişimlerinde rezil bir duruma düşüyorlar. Bu tutumları hep sürecek bunu biliyoruz, ama istedikleri hiçbir zaman yerine gelmeyecek. Devrimci tutsaklar yıldırılamayacak..
Nazilli Özel Tip Cezaevi’nden bir devrimci

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI ÇALIŞANLARINA
Değerli arkadaşlar, dergimiz ÖZGÜRLÜK DÜNYASl’nı yayın hayatına başladığı günden itibaren devamlı ve büyük bir dikkatle gözlemleyen okurunuzum.
Öncelikle, 12 Eylül sonrası geçmişin hatalarından dersler çıkararak, devrimci-demokrat bir yayın organının taşıması gereken nitelik ve doğru perspektifinizden dolayı sizi tebrik eder başarılarınızın devamını dilerim.
Kadronuzun, imkânsızlıklarınızın ve zamanın sizde yarattığı zorlukların bilincinde olarak devrimci, demokrat yayın organlarında bu güne kadar değinilmemiş bir konu üzerinde durmak istiyorum.
Türkiye’de “göçmen” olarak bulunan, azınlık milliyetlere mensup Kuzey Kafkasyalılar; Abaza, Kabardey, Çeçen, Asetin, Adige vb. vb. Türkiye’de genelleştirilmiş ismiyle Çerkeş’ler.
Kürt halkıyla ilgili bu güne kadar çok şey yazılmış, söylenmiştir; bir haksızlık var, yazılmalıdır, olmalıdır. Fakat ‘80 öncesi ve sonrası devrimci, demokrat mücadele içersinde yerini almış, bu gün bile onlarca derneği, bir buçuk milyonun üzerinde Türkiye’de yaşayan insanıyla “var” olan Kuzey Kafkasya kökenliler için devrimci, demokrat yayın organlarında ciddi bir yazıya rastlanmamıştır. (Revizyonist yayınlar dışında. Ör. 2000’e Doğru)
Unutmayınız on binlerce insan ilginizi bekliyor, ilgi gösterenlere ilgi gösterecekleri gerçek ve doğal bir olgudur. SB’de K. Kafkasyalılar Gorbaçov’la yaşıyor. Yaşamak zorundalar. Türkiye’de bulunan K. Kafkasyalılar Gorbaçovculara terk edilmemelidir.
Bu güne kadar giderilmemiş büyük bir eksikliği gidereceğinizi umarım.
Abhaz Aydın

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Öncelikle derginizin, her türlü engelleme çabaları ve baskılarına karşın, başarılı yayın faaliyetinden dolayı tüm çalışanları ve emeği geçenleri kutlarım. Giderek daha da yetkinleşmesi ve niteliğinin yükselmesi, biz okuyucularını sevindirmektedir. Elbette halen bazı eksiklikleri taşımaktadır. Doruğuna tırmandırılan Anti-Stalinist kampanyaya karşı gerekli yanıtların verilememesi, SSCB’de perestroyka uygulamasıyla birlikte başlayan cumhuriyetlerdeki milliyetçi hareketlerin yoğunlaşmasının nedenleri vb. gibi konuların detaylı işlenmesi vs. vs. ama bu tür eksikliklerin aşılmasında okuyucu kitlenin uyarı ve öneri eksikliklerinin payı olduğuna da inanıyorum.
Toplumcu yayın yaşamınızda başarılar dileğiyle, sevgiler, selamlar
İlker Dilcan / Ceyhan Cezaevi

SEVGİLİ ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
Size idamlarla ilgili olarak hazırladığım bir yazımı gönderiyorum. Eski dergileri kurcalarken Erdal’lı bir 2000’e Doğru dergisindeki yaklaşım, bu yazının motivasyonu oldu. Anlatmak istediklerimi anlatabilmiş miyim, bilmiyorum.
Kapak dizaynları giderek gelişiyor. Yazılar da zevkle okunuyor.(…) Ne var ki yazım kusurları çok. Harf eksiklikleri, fazlalıkları, satır sonu hece bölmelerinde yanlışlıklar sık sık görülüyor. Estetik bir sorun değil ama okumayı zorlaştırıyor, bir yazı akıcı olmalı, onu önlüyor.
“Konumuz Demokrasi” sayfalarının “soğuk savaş” muhabirine ayrıca ve özellikle teşekkürler. Son sayıda da bitmediğini görünce, doğrusu sevindim.
Ve bir not: Konukla röportaj yapan Semra Ulusoy’dan, bir “kadın okuyucumuz” diye söz etmek neden gerekiyor? Semra Ulusoy’un kadın olduğu adından belli değil mi? Veya erkek okurlara ve yazarlara aynı notu niçin koymuyorsunuz?
Z. Karadeniz / Trabzon
(Özgürlük Dünyası’nın notu: Yazım kusurları, ama özellikle “kadın okuyucumuz” konusundaki uyarıya söylenecek tek şey, daha dikkatli olmamız. Z. Karadeniz’e uyarıları için teşekkürler.)

FAŞİST SALDIRILAR MÜCADELEMİZİ ENGELLEYEMEZ
Son günlerde Türkiye gündeminin en çok tartışılan konularından biri, sağlık sorunları. Bu konuda çok şey söylendi. Çok şey yazıldı. Bizim adımıza, bize rağmen hep başkaları konuştu, yazdı, çizdi. Şimdi sıra bizde. Sıra bizde diyoruz, çünkü bu alana ilişkin sorunları en iyi biz biliyoruz.
Sağlık hizmeti veren, sağlık emekçilerine yapılan keyfi uygulamalar ve idari baskı yüzünden çalışamaz duruma geldiklerini, istifa edenlerin sayısının son yıllarda arttığını görüyoruz.(…) 1989 yılında -yazın- baş gösteren tifo ve kolera salgını yetkililer tarafından halkın sağlığı hiçe sayılarak gizlenirken İzmir Sağlık Müdürü basında açık yüreklilikle kolera ve tifo hastalığından yatan hastaların olduğunu açıklayıp tedbir alınması için halka çağrı yaptığının ertesi günü görevden alındı.
Yerine gelen başhekim, oluşturduğu kadroyu “sizi görevden atarım, cezaevine tıktırırım, benim arkam çok kuvvetli “diye sindirerek çalışanların üzerine salmıştır. Dahası var. Hastanede steril şartlarda çalışamamaktadır. Yasaklanmasına rağmen halen demir enjektörle çalışılıyor. Hastanenin TBC hastanesi olmasına karşın çalışan personele ilişkin bir önlem alınmamıştır. Hastanedeki ilkel hasta bakımı ve yapılan baskının kamuoyuna yansımaması için basın mensuplarının hastaneye girmesi yasaklanmıştır. Çalışanlara yasal hakları olduğu halde, mazeret izni verilmemektedir. Hemşire lojmanları kesinlikle yaşam koşullarına elverişli değildir, kışla disiplini uygulanmaktadır. (…) Bu saldırı, baskı ve tehditler İzmir Göğüs hastanesi çalışanları ve İzmirli sağlık emekçilerini yıldırmayacaktır.
Bizler birlikte örgütlenerek, Grevli toplu iş sözleşmeli sendika hakkı mücadelemizde düzen bekçilerine gereken dersi vereceğiz.
İzmir’den, İlerici Devrimci Sağlık Emekçileri.

Yargılama kusurları nedeniyle idama karşı çıkılamaz!
İdam, Eylül Hukukuna Uygundur
Z.KARADENİZ

Türkiye sınırlarında aralık demek Maraş katliamını saklı tutarsak darağacı demek. Eylül faşizminin gencecik bir bedeni ilk kurban olarak seçişi demek. Aralık bu yüzden gri ve soğuk, bu yüzden diğer aylardan farklı… Yakın geçmişin anıları insan duygularını öfkeli bir karşı çıkış anlamında hiç zorlamadan uyarıyor. Ama henüz maddi ve örgütlü bir tepki haline dönüşebilecek uygun bir kanala dökülemediği için aralığın kirlenmiş yüzünü ağartmaya yetmiyor. Devrimcilerin idamlarına karşı çıkış bu yüzden cılız ve etkisiz kalıyor. Bu etkisizliğin yarattığı boşluğu örgütlü saldırganlık, saldırganlığa bilinçsiz bir destek, karşı çıkışın çoğu kez yanlış bir temele oturtulmasıyla orantılı gizli bir onay dolduruyor.
Ülkede şimdiye değin görülmemiş pervasızlıklara eylül günlerinde tanık oluyor, idamların haklılığı ve hak edilirliği bayağı bir üslup ve dille savunuluyor. Faşizmin sözcüsü Evren, çıktığı yüzlerce misyonerlik gezilerinden birinde, çevresini kuşatan topluluğa konuşurken onaylanmış idam cezaları ile ilgili olarak “asmayalım da besleyelim mi” diye sorabiliyor. Bu parlak fikri için alkışlı bir onay da bekliyor üstelik. Üç kişilik bir sohbette kullanabileceği alelade bir laf değil bu. Bilinçaltları zorla ele geçirilmiş bir topluluğa konuşurken Evren’in ve “mesai arkadaşları”nın niyetlerini ve pratiklerini hümanize kılıflara sarmaya, ele güne karşı diplomatik bir dil kullanmaya gereksinimleri yok. Hem zaten böyle incelikleri düşünecek vakit de yok. Geliş nedenleri olan, devrimci mücadelenin giderek yükselen eğrisi hemen hiç zaman yitirilmeden sıfırlanmalı, yakın geçmişte kaybetme korkusu yaşadıkları hegemonyalarını kurtarmalı, bu korkunun öcü alınmalı. Eylül öcünü alıyor. Öldürerek yerleşiyor. İyi ve güzel olan ne varsa saldığı korkuyla çürütüyor. Bir yanında infazlarla devrimcilerin katledilişi yer alıyor. Ama insanların fiziksel katledilişi ona yetmiyor; yetmiyor. Bu nedenle ikinci yüzünde ideolojik saldırganlıkla zorla ele geçirdiği veya toplumda gericilik adına geleneksel ve tutucu ahlak adına ne varsa ona dalkavukluk ederek nüfuz ettiği bilinçaltılar görülüyor. Bu da bilincin katledilişi demek oluyor.
Eylülün icraatlarına ve katliamlarına hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerekiyor, sessizliği destek alıyor. İpnoz altında onay almak kolay oluyor. Devrimci propagandanın ulaşamadığı “sade vatandaş”ın televizyonlu az paralı evden işe süre-giden tekdüze yaşantısının eylül öncesinde “teröristler., tarafından tehdit edildiğine inanması isteniyor. Beyin yıkama operasyonunda sokakta ve kahvelerde öldürülen insanlardan, evleri basılanlardan söz ediliyor. Az sonra kapıyı çalacak tehlikeden onları korkutmaya yetişen emir-komuta zincirine minnet duyması emrediliyor. İlk günden, bilinmesi isteniyor ki, konseyin ağzından çıkan her söz yasadır. Egemen ideoloji eylül öncesi sahte giysilerinden arınarak, olanca çıplaklaştırılarak toplumun her hücresine sızması için kaynağında salıveriliyor. Her kurumun başına birer Evren geçiriliyor veya yaratılıyor. Asılmasınlar da beslensinler mi resmi görüşü gericileştirilmiş bilince zorlanmadan sızıyor.
Son yirmi yıllık siyasi tarihimizin idamlardan yana zengin bir dönem olduğu görülüyor. Deniz’lerin ve Erdal’ın idamlarının yıldönümlerinde gazete ve dergilerin birçoğu idamlara değinip, kamuoyunun belleğini canlandırarak ortak bir tepki üretmeye çalışıyor. Bir kısmı “olmasaydı sonumuz böyle” şarkılarının eşlik ettiği hamasi bir edebiyatla doğrusu sadece gözyaşı döktürüyor, hümanist, demokratik, devrimci duyarlıkları sömürerek tiraj arttırıyor. Geri kalanın içtenliğinden kuşku duymak olası değil. Ancak içtenlik bilinçli ve ilkeli bir karşı çıkış için tek başına yeterli olamıyor.
Çoğunlukla Mayıs ve Eylül idamlarına karşı çıkışın içeriğini hukuksal ve yargısal kusurların olabilirliği (olduğu) oluşturuyor. Yeryüzünde yaşanmış başka örneklerden söz ediliyor. İdamla cezalandırılmış bazı insanların infazlarından sonra ortaya çıkan gerçek faillerden dem vuruluyor. Deniz’lerin ve Erdal’la birlikte diğer Eylül kurbanlarının mahkeme belgeleri didikleniyor. Yargılama eksiklikleri ve kusurları bulunuyor. Sonuç olarak idamların her birinin hukuka uygun almadığı saptanarak yüreklilik derecesine göre yargıçlar, yargı organları giderek devlet eleştiriliyor. Yargılamalar ve duruşmalar özenle, kılı kırk yararak yapılsa, gerekli şahitler dinlense balistik raporlar dürüstçe tutulsa, tutulan bu raporlar göz önüne alınsa vs. vs. idamlar gerçekleşmeyecek sanılıyor. Hukukun bütün ön yargılardan ve sınıfsal tercihlerden uzak olduğuna inanılmak isteniyor. Toplumsal örgütlenmenin o günkü düzeyiyle ona tekabül eden hukuk arasındaki diyalektik ilişki ya bilinmiyor ya da bilinmek istenmiyor.
İdama insan davranışlarının ve düşüncelerinin değişebilirliği genel doğrusundan yola çıkılarak da karşı çıkılabiliyor. İdam cezasının insana yaşamının diğer yarısında değişme şansı tanımadığı, yaşama hakkına müdahale edildiği, bunun için bir insanlık suçu olduğu ifade ediliyor. Kuşkusuz tezlerin hepsi soyutlama düzeyinde doğrudur ve idam karşıtı bir tavrı besler ama tutuklunun sosyal entegrasyonuna bel bağlayan bu görüş köhne bir umutla burjuvaziye gizliden göz kırpmanın tuzağına açılır.
Ne denli ince hukuksal ayrıntılarla açıklanırsa açıklansın (ki Mayıs ve Eylül infazlarının duruşmalarından al çabukluğunu görmek için fazladan bir hukuk bilgisine gerek duyulmuyor.) ne denli insancıl gerekçeler bulunursa bulunsun devrimcilerin idamlarına etkili karşı koyuşlar üretilemiyor. İdam cezaları çoğunun iddia ettiğinin tersine hukuka uygun olarak verilmektedir, yasal bir eylemdir. Kendi meşruiyetini de Eylül faşizminden alır.
12 Eylül’le iş başına gelen faşist cunta önceki dönemin işletilemez hale getirilmiş, delik deşik edilmiş gerici kurumlarının bütün gediklerini yamayarak onarmayı kendisine görev bildi. Eylül öngününde emperyalistlerle kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalarda onlara verilen en az on yıllık sorunsuz Türkiye taahhüdünü yerine getirmek için her türden baskı aygıtını işletecek düğmeye basmak gerekiyordu. En Küçük çatlak sese tahammül edilmemeli, zorla bastırılmalıydı. Eylül yönetimi ve yan organlarının kendilerinden bir şeyin rica edilmesine bile toleransları yoktu. Dilekçelerde bile iktidarlarını tehdit eden bir şeyler bulabiliyorlardı. İthal senaryoyla oynanan anayasa oyununu ceza yasası, sendikalar Kanunu basın yasası vs.nin restorasyonu izledi. Görece özerk kurum ve kuruluşlar yasalarla, Kanun Hükmünde Kararnamelerle uydulaştırıldı. Örneğin basın ne kadar konuşabileceğini telefon ricaları, uyarıları veya tehditleriyle öğrenebildi. Yaşamın her alanı kuşatıldı. Eylül, sindirilmiş, korkutulmuş bir halkın tepkisizliğinden ikrar görerek kokuşmakta olan düzeni tepeden tırnağa cilalayarak Keyfine göre onardı, idama olanak sağlayan hukuksal dayanak bu süreçte doğabilirdi, öyle oldu. Ancak böyle bir iktidarın yapabileceği türden bir davranışla kendi hukukuna şiddetle uyarak 17 yaşındaki bir genç bedenin üzerinde gövde gösterisine gidebildi. Erdal’ın beş duruşması faşizm için olağanüstü bir sabır gösterisidir. Burjuva demokrat avanakların umduğunun tersine üç duruşmada yapılsa, on üç duruşmada da yapılsa sonucun değişmeyeceğine Eylül çoktan kararını vermişti.
Demokrasiyi görünürde bile olsa, hiçbir zaman yaşamamış ülkemizde devrimcilerin idamına Karşı çıkarken demokratik normlara uyulmadığı gerekçesini ileri sürmek faşizmin gerçekten buna muktedir olduğuna inanmak ve inanılmasını öğütlemek anlamına geliyor. Eylülün böyle bir eleştirisi onun demokrasiye yetenekliliğini varsaymak demek oluyor. Oysa onun ve ne türden bir görünüme bürünürse burunsun faşizmin demokrasinin kırıntısına bile yetenekli olmadığı yaşandı, biliniyor.
Faşizmin özel bir terminoloji, özel bir dil kullandığı da biliniyor. Eylül idamlarına Karşı çıkarken de ona anlayabileceği bir dille seslenmek gerekiyor. Bu da hala toplumun üzerinde Karabasan gibi çökmüş faşizme tüm Kurumlarıyla birlikte örgütlü bir savaş açmayı öngörüyor. Eylülün eleştirisinde onun silahını tersine çevirmekten başka da bir yol bilinmiyor.
Anayasaya ve yasal düzenlemelere genel olarak pek çok kişi karşı çıkıyor olsa da zaman zaman zararlı yanılgılara da düşülebiliyor. Örneğin ANAP hükümetinin yolsuzlukları, habis etkinlikleri eleştirilirken anayasaya uyulmadığı yasal davranılmadığı söyleniyor. Veya zorbalığın görüntülerine karşı çıkarken karşı çıkışın biçiminin yasal sınırlar içinde kalması için, evcil ve zararsız bir boyut olması için çaba harcanıyor. Yönetimsel zorbalığın yazılmış yasal sınırları bile aşan görüntülerine karşı var olan yasalara dayanılarak meşruiyet elde etmeye çalışmak kişinin konumunu doğal olarak en azından tutarlı demokrat konumdan düşürür. Anayasal ve yasal sınırların halka yönelik baskıcı uygulamalarda ya da burjuvazinin kişisel servet yığarken aşılabilir olması gibi özel ayrıcalıklar anayasanın ve yasal düzenlemenin bu kesimlere sunduğu bir olanaktır. Dolayısıyla ortada bir yasa dışılık söz konusu değildir. Burjuvazi için bazen kendi koyduğu sınırları aşmak yüzsüzlüğünü göze almak anlamına gelirse bir gün içinde yasa üretip yasa kaldırıp daima yasa-içi kalması, kalabilmesi sorun değildir. (Seçim Kanunu’nun, AI Baraka yasasının vs. nasıl çıkarıldıkları anımsansın.) Ama anayasal ve yasal sınırların ötesine çıkmak isteyen halk olursa devreye giren ayrıcalık baskı aygıtları ve işkencedir.
Dokuz yıldır yaşanarak görüldü. “Kurtarıcı”, gerçek yüzünü çoktan açığa çıkardı. Devrimcileri, halk önderlerini darağaçlarına götüren iktidar emekçi halka dayanılmaz sefalet, horlanma, baskı, zulüm verdi. Ama hipnoz sonsuza değin sürmez, çözülmeye başladı. Belirtileri tek tek saymaya gerek yok; giderek çoğalan ölçüde tanık olunuyor. Eylül’ün Kendisinin ve yasalarının halk için meşruiyeti yok, hiçbir zaman da olmadı. Eylül’ün kurumlarını ve tali ürünlerini eleştirirken meşruiyet aranıyorsa bu onun yasalarına dayanılarak sağlanamaz, idam karşıtı bir yaklaşım da bu yasaların ve hukukun varlık nedeni faşizmi merkezi olarak hedef almak durumundadır. Faşizmin alternatifi burjuva demokratik önlemler ve öneriler de olamaz. İlkeli bir idam karşıtı akım semptomların giderilmesi ile yetinemez ancak anti-faşist ama sosyalist mücadele bir ayın diğerinden Aralık’la Mayıs’ın diğerlerinden farklı olmadığı günleri yakınlaştırabilir. Hüzün ve nefretin tükenmesi utkunun ve özgürlüğün sonsuza değin süren coşkusu bu mücadeleyle kazanılabilir.

Tunceli’nin Hozat ilçesinde yoğunlaşan devlet terörü ve halkın durumu
İlimiz Tunceli yıllardır devam eden yoğun bir devlet terörü ve özellikle jandarma kırbacı altında inletildi ve bu yoğun saldırı ilçemiz Hozat’ta Merkez Karakol Komutanı Binbaşı Salih Nair önderliğinde son aylarda alabildiğine yoğunlaştırılmıştır. Özellikle köylerde ve bilhassa dağ köylerinde sürekli ve sistemli operasyonlar devam ediyor. Keyfi uygulamaları örnekleyecek olursak özellikle Boydaş’ın Dereköy mezrası köylüleri üzerinde köyden çıkmaları için zoraki göç baskıları yoğunlaştırılmış ve bu insanlardan bazıları köyde dövülmüş karakola götürülüp Elazığ Binsekizyüzevler işkence merkezinde günlerce süren işkencelere maruz kalmışlardır. Erzincan Cezaevine gönderildikten sonra serbest bırakılmışlardır. Halen içerde kalanlar olmakla birlikte Hozat’ta yeni tutuklamalar da devam etmektedir. Yine aynı mezrada bir eve yapılan gece baskınında kadınlar yataktan pijamalarla dışarı çıkarılarak saatlerce dışarıda bekletilmiş ve erkekleri tartaklanmıştır.
Binbaşı Salih Nair Tunceli halkına olan düşmanlığını zaten geldiği ilk gününde ilan etmişti. “Tunceli halkını dize getireceğim, ben öyle yerleri dize getirdim ki…” diyerek ne kadar çirkef ve halk düşmanı olduğunu ortaya koymuştu. Karakola çağırdığı her insana ihbarcılık da teklif etmekte, dağda-bayırda yolda ve köyde gördüğü tek tek insanları baskı ve tehditle karşısında hazır ola geçirmekte ve ihbarcılık yapmalarını söylemektedir. Salih Nair bir anlamda halkın korkulu (Nefretlik) rüyası sayılır. Yasak odun getirdikleri gerekçesiyle çeşitli tarihlerde yakaladığı ve gözaltına aldığı kamyoncuları pazarlığa tabi tutmuş “Ya ihbarcılık yaparsınız ve şu anda bildiğiniz iki kişinin ismini verirsiniz, ya da kamyonlarınızı sattıracağım” tehdidine rağmen, halkımızın diğer kesimleri gibi bu insanlar da her şeye rağmen onurlarını koruyarak bu alçakça oyunu kabul etmemişler. Şu anda bir kamyoncu ve bir traktörcü bu şerefsizliği kabul etmedikleri için mahkemeye verilmiştir.
Halkın bu saldırılara karşı artan bir hoşnutsuzluğu ve gelişen bir tepkisi vardır. Bir olay özellikle halkın tepkilerini üst boyuta vardırdı. Kurukaymak köyünde ölen babasının cenazesine yetişmek için Hozat’tan araba tutup giden doğulu, yine o köylerde operasyonlarda olan Binbaşı ve çeteleri tarafından cenazeye gönderilmeden alınıp karanlık zindanlara götürülmüştür. Bu vatandaşla birlikte en az 10’a yakın insan çevre köylerden toplatılıp götürülmüştür. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız belli başlı olayları daha da çoğaltabiliriz. Hozat’ta gelişi güzel toplanan insanlar suçlu gösterilerek Elazığ Binsekizyüzevler işkence merkezine götürülüyor. Burası 12 Eylül sonrası yüzlerce ve binlerce devrimciye ve suçsuz insana acı çektirilen kan akıtılan diktatörlüğün kararlık yuvasıdır.
Bu saldırılara küçükte olsa tepki gösteren insanlar yeni baskılara ve çeşitli şekillerde suçlamalara maruz bırakılarak gözleri korkutulmaya çalışılıyor. İl encümenleri Hasan Dalkıran ve Hasan Zengin karakola çağrılarak çeşitli hakaretlere uğramışlar ve yasa dışı örgüt üyelerine ya da örgütlere yardım ettikleri iddiasıyla suçlanmışlardır. Tunceli’ye giderek durumu Cumhuriyet muhabirlerine anlattıktan sonra çeşitli şikayetlerde bulunan 12 köy muhtarı ve iki il encümenimiz, ne kadar demokrat olduğunu ispatlamaya çalışan sosyal demokrat bir partinin hızlı demokrat Tunceli milletvekili Kamer Genç tarafından engellenmeye çalışılmış ve tugay komutanına boyun eğdirmeye çalışmıştır. Kamer Genç “Biz muhalefet partisiyiz ama her olayı da savunacak durumda değiliz” diyerek halkın baskı ve saldırılara, işkenceye ve faşizme karşı gelişen tepkisini ve mücadelesini kendi reformist, uzlaşıcı ve devletçi politikalarına alet edip boğdurmaya çalışıyor. Sahte demokratlık artık kendini gizleyecek kılıf bulamıyor. SHP yönetimi de Özal kadar darbecidir. Son olarak yedi milletvekilinin Paris’teki Kürt Konferansı’na katılmaları gerekçesiyle İnönü tarafından partilerinden ihraç edilmişlerdir. Öyle tahmin ediyoruz ki bölgemizde yaşanan devlet saldırısının kamuoyuna açıklanmasını bile engelleyen Kamer Genç’te, İnönü’nün devletçi, söven ve ordu hakkındaki toz kondurmaz anlayış vardır. Gerçeği siz yaşamıyorsunuz ve gerçeği de siz savunamazsınız elbette baylar!   Bu şeref ancak halka ve gerçek devrimci demokratlara aittir. Kendisini savunmaktan aciz, halkın demokratik girişimlerini engellemeye çalışan bir parti demokrasi mücadelesi verebilir mi?
Devletin ve Tunceli halkının can düşmanlarından Binbaşı Salih Nail’in saldırılarını tüm Türkiye halkına, işçi sınıfına ve emekçi halkına yönelik bir saldırı olarak görüyoruz. Bu nedenle tüm devrimci demokrat kamuoyunu ve demokratik kuruluşları bu saldırıları kınamaya çağırıyoruz.
TUNCELİ/HOZAT O. TAHİR

Basın açıklaması
Kamuoyu artık, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü hakkının kullanılmasını ‘suç’ olarak kabul etmiyor.
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü gibi, en temel siyasal haklarını kullandıkları için, insanların yüzlerce yılla ölçülebilen hapis cezalarıyla cezalandırılmaları, ancak engizisyon hukukunda yer alabiliyor.
Demokratik muhalefet odaklarının varlığı ve kamuoyundaki birikim gelinin noktada, düşünce ve basın özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün önüne dikilen yasal ve fiili engelleri işlemez, işletilemez hale getirdi. Düşünce ve basın özgürlüğü hakkını kullandıkları için onlarca devrimci basın mensubu TCK’nın 141,142,158,159, 311 ve 312. maddelerine dayanılarak, yüzlerce yıllık cezalarla 9 yıldan bu yana cezaevlerinde tutulmalarına, işkencelere, idamlara, Eylül yargılamalarına karşın, bugün de birçok devrimci basın-yayın organının varlığını sürdürmesi, basın-yayın organlarında yasakların sürekli ihlal edilmesi ve ‘düşünce suçlarının ceza yaptırımına konu edilmemesi yolunda yaygın ve etkin bir ortamın oluşması’ gerekçesiyle mahkemelerin tahliye kararları almaya başlaması, artık belli yasaların fiiliyatta işlemez hale geldiğinin göstergelerini oluşturuyor.
141-142 tartışmaları, böyle bir ortamda siyasal bir gösteriye vesile yapılmak isteniyor.
Örgütlenme özgürlüğünün ve basın özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen TCK’nın 141 ve142. maddelerini tümüyle kaldırmayan, basın özgürlüğünü sınırlayan TCK’nın 158,159,311 ve 312. maddelerini yeni bir düzenlemeye tabi tutmayan, askeri mahkemeleri kaldırarak Eylül yargılamalarını bütün sonuçlarıyla birlikte iptal edilmesini getirmeyen, işkence suçlarını cezalandırmayan, şu veya bu yönlü bir yasal düzenleme girişimi, kamuoyundaki tepkinin yumuşatılmasına, ortaya çıkan demokratik birikimin eritilmesine ve reformculuğa yasal çıkış kanalları açılmasına hizmet eder.
İnsanların düşüncelerinden, düşüncelerini serbestçe ifade etmelerinden dolayı, örgütlenme özgürlüğü hakkını kullanmalarından dolayı yargılanmaları, cezalandırılmaları düşünülemez.
Veli YILMAZ – Osman TAŞ
Tutuklu ve hükümlü yazı işleri md. Özel Tip Cezaevi Bartın/Zonguldak
(Basın açıklaması eki: Tutuklu-hükümlü yazı işleri md. 30’un üzerinde (Bartın, Aydın, Bursa, Çanakkale ve Gaziantep cezaevlerinde. Cezalandırıldıkları maddeler: 141, 142, 158, 159, 311, 312. Ayrıca bugün DGM’lerde  141 ve 142’den yargılanan hemen hemen tüm sanıkların, aynı zamanda 159, 311 ve 312. maddelerden de cezalandırılması isteniyor.)

Uluslararası AF Örgütü 1989 Yılı Türkiye Raporunu Yayınladı
31 Ekim 1989 tarihli ‘Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye Raporu’ toplam 31 sayfadan oluşuyor. Yeni yıla girmeden kitapçık olarak yayınlanacak olan raporun İngilizce baskı öncesi taslağı ‘dergimizin Danimarka irtibat bürosuna da iletildi.
Raporda Türkiye’de halen sistematik bir biçimde devam etmekte olan işkenceler, insanlık dışı uygulamalar, hapishane koşullarının uluslararası antlaşmalarla da güvence altına alınmış standartlara aykırılığı, siyasi mahkûmların tüm bunlara ve hükümetin duyarsız tutumuna karşı sürdürdüğü mücadeleler ve bunların vahim sonuçlarına geniş yer veriliyor ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hükümetlerle, ilgili bakanlıkların dikkati konuya çekilerek durumun düzeltilmesi içir gerekli işlemlerin yapılması konusunda uyarılıyor
Raporda insan Hakları Demeği ve savunucuların çabalarına da yer veriliyor.
Raporda ayrıca 15 Kasım 89 tarihli Metin Hallaççı imzalı mektuba, Siirt Kasaplar Deresi olayına, Cudi Dağları operasyonuna, Gaziantep L tipi, Bursa E tipi, Bayrampaşa L tipi, Nazilli E tipi, Nevşehir E tipi cezaevlerine Dev-Sol davası sanıklarından Tarık Topçu, Ünal Demir, Serdar Toka, Sümer Yazıcı, Muzaffer Arslan, Cizre’den Abdurrahman Müştak ve Kamil ile Bahattin Müştak, Abdullah Gündoğan’ın durumlarına, yaşanılan işkence olaylarına ve Uluslararası Af örgütü’nün Türkiye Devleti, muhalefet partileri vb. girdiği ilişki ve yaptırımlar da raporda önemli yer tutuyor.
Aynı raporun 21. sayfasından başlayarak Türkiye Devrimci Komünist Partisi sanıklarıyla Sağlıkçının Sesi davasından sanıkların durumu da raporda genişçe yer alıyor.
İstanbul Siyasi Şube polislerinin 2 ve 6 Şubat 1989 tarihleri arasında başlatarak gerçekleştirdikleri operasyonlarda TDKP üyesi oldukları iddiasıyla tutuklanan 16 kişinin durumlarıyla Mehmet, Songül ve Bektaş Özkan’ın durumları rapora yansıyan konular arasında.
Uluslararası Af Örgütü 1990 raporunu daha geniş ve sağlıklı kaynaklara dayalı olarak derlenmesi, ülkedeki cezaevlerinde süren insanlık onurunu koruma mücadelesi ve “siyasi tutsaklara genel özgürlük”ün elde edilmesi savaşımında küçümsenemeyecek bir öneme sahip olduğu gerçeğinden hareketle okurlarımız, özellikle cezaevlerindeki okurlarımız kendi durumlarına ilişkin mektup, doktor raporu vb. belgeleri aşağıdaki adreslere iletebilirler:
1-Amnesty International :Frederitsborg gade 1/Kopenhag / Denmark / Tlf: 1117541
2- A.I. /Cekreteriat: 1. Easton street London- Nc 1×9 DJ-England. Tlf: 4418331771
3-T.D.S.F. / Fredscenter Gudsmedgade 25 – 2. Sal. vor: 11 –  8000  Arhus C.


Tigre halkının kurtuluş mücadelesi amacına ulaşıyor

Faşist Etiyopya rejimine karşı ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Tigre halkının örgütü Tigre Halk Kurtuluş Cephesi ile Eritre Halk Kurtuluş Cephesi’nin ortaklaşa yürüttükleri mücadele yeni bir döneme girdi. Uluslararası komünist hareketin çizgisini benimseyen TPLF (Tigre Halk Kurtuluş Cephesi) ile geçtiğimiz yıl EPLF diye bilinen (Eritre Halk Kurtuluş Cephesi) askeri ve politik bir anlaşma yaparak ortak mücadele etmişler peş peşe görülmemiş zaferler elde etmişlerdi. Derg yönetimindeki faşist Addis Ababa yönetimi ağır darbeler yemişti. 20-24 Nisan tarihlerinde (1988 yılında) mücadeleyi birleştirmek ve eskiden kopan ilişkileri yeniden kurmak için siyasi büro düzeyinde bir araya gelen iki örgüt bugün bir CEPHE örgütünde tamamen birleşerek mücadele etmekte ve Etiyopya halkının (Etiyopya, Eritre ve Tigre halklarının) eşit ve gönüllü bir birlik temelinde demokratik bir devletini kurmak için faşist Etiyopya rejimine son darbeye hazırlanmaktadır. Başkentteki işçi sınıfının henüz zayıf ve az olması nedeniyle partileşemeyen örgütler CEPHE örgütü aracılığı ile bugün, Avrupa temsilciliğinin en son açıklamasına göre ülkenin, yani tüm Etiyopya’nın üçte ikisini (2/3) ele geçirmiş durumdadır. Ülkedeki en son durumla ilgili olarak açıklama yapan cephe örgütü diğer taraftan bu haklı savaşın desteklenmesi için tüm Avrupa çapında devrimci ve komünistleri dayanışma ve yardıma çağırdı. Kurtarılmış bölgelerde görev yapacak her türlü teknik elemandan (doktor, hasta bakıcı vb.) giyecek ve ilaç ihtiyacına kadar çok yönlü yardımları kabul edebileceğini belirten cephe örgütünün bu çağrısı yurt dışında yaşayan Türkiyeli devrimci ve komünistler arasında büyük bir sevinç ve coşku yarattı ve hemen acil bir yardım kampanyası başlatıldı. “Her devrimci en azından (gerillalara) bir battaniye” adı altında açılan yardım kampanyası ilaç, elbise ve diğer her türlü ihtiyaçlar için tüm Avrupa çapında sürdürülüyor.
Cephe örgütünün içinde yer alan TPLF (Tigre Halk Kurtuluş Cephesi) örgütü geçtiğimiz yıl Avrupa çapında Tigreliler Birliği ve Tigre Kadınlar Birliği olarak yurt dışındaki örgütlerinin kongrelerini yapmışlardı ve kamuoyuna açıklama yaparak haklı savaşlarının desteklenmesini istemişlerdi. Silahlı mücadele veren ordularının % 30’unu kadınların oluşturduğu Tigre halkının mücadelesi gün geçtikçe yükselerek bugün diğer Marksist örgütler ve cephe örgütünü yaratmaya kadar ulaşmıştır.

“Üç film birden”
Aynur SARICA

İstanbul sinema dolu bir ay yaşadı geçtiğimiz günlerde… Sinemalar çoktandır hasret kaldığı seyircisini tekrar karşısında görmekten bir hayli mutlu. “Türk Sineması ölüyor mu?” derken, gösterimdeki iki Türk filmi Batman kadar, İndiana Jones kadar seyirci çekiyor. Sinemaların önü tekrar kalabalıklaşmaya başladı. Işıklı neonlar daha bir aydınlık bakıyor duvarlardan…
Sinemaların canlanması bizi neden sevindiriyor? Kulağımız şu sözlere yabancı değil: “Aman canım, işte üç-beş entel gönül eğlendiriyorlar.” Ya da “Bu nasıl canlanmak? Sinemada ilgi ancak bir iki macera filmine…” Bu görüşler doğruluk payı taşıyorlar kuşkusuz. Ancak, genel olarak sinema talebi bir kültür talebidir ve kültür talebi demokrasi talebiyle doğrudan ilgilidir. Kültür ve sanatta yaşanan değişimler, toplumun ekonomik ve politik durumundan soyutlanamaz. İnsanlar kitap fuarlarını doldurdukça, yönetim bir nebze daha köşeye sıkışacaktır. Bu anlamda nitelikli filmleri desteklemek, bunun yanı sıra hak etmediği düzeyde ilgi gören, kafa bulandıran filmleri sayfalarımızda değerlendirmek düşüncesindeyiz.
Var olmak ya da var olmamak…
Milan Kundera’nın ünlü romanıyla 1986’da tanışmıştık. Yazarımız Çek. Çekoslovakya’nın tanklar altındaki “sosyalizmi”ne, “tamam bu sosyalizmdir” diyor ve buradan sosyalizmin gayri insani bir ideoloji olduğu sonucuna varıyor ve başlıyor anti-komünist naralar atmaya. (Aristo mantığının önemli örneklerinden biridir, dikkatinizi çekerim.)
Ne öneriyor peki? Kapitalizm mi? Pek öyle görünmüyor ama örtünün altını biraz kaldırınca size göz kırpanın kapitalizm olduğunu anlıyorsunuz.
Roman boyunca ağırlık ve hafifliğin tartışmasını yapıyor sayın Bay Kundera. En sonunda hafiflikte karar kılıyor. Hafiflik bir soyutlama elbette. İçinde bireyin bencil bağımsızlığı, sorumsuzluk, giderek hiçbir düşünceye ve ideolojiye bağlanmamak barınıyor.
Kundera “bu romanı hiç kimse filme çekemez” diyor. Philip Kaufman çok bozuluyor. “Ben çekerim abi bunu” diyor. Bu kısır ve küçük çekişmenin sonucu Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği film olarak karşımıza çıkıyor. Filmde Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgali dışında bir politik tartışma yapılmıyor. “Felsefe bohçası” ağırlıklı olarak işleniyor. Sabina karakterinde öne çıkan bağımsız birey düşüncesi, tümüyle bireycilik propagandası yapılmasına yol açıyor. Çürümenin, yok olmanın ağırlığı edebiyattan sinemaya sıçradı bir kez daha.
Film bütün içerik yanlışlarına karşın, izleyicinin beğenisini kazanıyor. Bunu sağlayan faktörlerin başında görüntülerinin netliği ve güzelliği geliyor. En iyi manzaralar, en güzel çayırlar, en mavi gökler süslüyor filmi. Belgesel film tarzında çekilmiş olan işgal sahneleri çok başarılı. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nin, bu son derece gerici filmin, teknik olanakların kullanımı sayesinde seyredilir hale gelmesi gerçekten düşündürücü. Bize düşen görev perdede izlediğimiz renkli görüntünün altındaki çirkefi ortaya çıkarabilmek. Özetlersek üzerinde çok söze gerek yok. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği bir film ya da roman adı olmaktan öte bir anlayışın simgesi haline geldi.
Sis üzerine “Sis”siz düşünceler
Zülfü Livaneli bu ikinci filmi için (birincisini biliyorsunuz: nam-ı diğer Karlı Manzaralar) Victor Hugo’nun Deniz İşçileri kitabındaki bir tümceden yola çıkmış:”Yanardağlar taşları nasıl fırlatırsa, sosyal olaylar da insanları öyle fırlatır.”. Türkiye’de yaşanan sosyal olaylar ise aile bağları ile bağlı bulunsalar da üç kuşağı (üç ayrı dönem demektir bu) farklı yerlere fırlatıyor. Film 27 Mayıstan başlayarak büyükbaba-baba-oğul üçleminde, Türkiye’nin yaşadığı önemli bir süreci anlatmayı amaçlıyor. Peki, bu paralellikte, “sis” imgesinin yeri nedir? “Sis” teması, belirsizliği, bulanıklığı çağrıştırıyor. Yaşanan sosyal olaylar, üç kuşağı getire getire “sis’in kucağına fırlatıyor.(!)
Zülfü Livaneli’ye göre neler belirsiz? Ortada öldürülen bir genç var. Aralarında çıkan bir tartışma sonucu, farklı bir sol örgüt üyesi olan kardeşi tarafından mı öldürüldü? Yoksa faşistler tarafından mı?
Öldürülen devrimci gencin üye olduğu sol örgüt, katil kardeşi hakkında ölüm kararı alır. Kardeş için kaçak günler başlar. Ancak hem polisten kaçmaktadır, hem diğer sol örgütten… Bu da Zülfü Livaneli’ye göre başka bir belirsizlik.
Film, -bir dönem filmi olduğu için- dönemin önemli olayları hakkında da bir iki söz söyleme ihtiyacını hissediyor. Fatsa’ya da dil uzatmadan duramıyor. Oğlu öldürülen baba Fatsa’ya gider. (Bu sahne senaryonun eklektizmini en üst boyutuna çıkarıyor.) Yolda bir devrimciyle karşılaşır. Ona yardım eder. Tabii kendi oğlu dolayısıyla devrimci gençlere daha duyarlı yaklaşır olmuştur. Bir değişim geçirmektedir. Arabasına aldığı bu toy, muhtemelen Fatsalı genç, bu duyarlılığı fark edemeyecek derecede küstahtır. Ölüm onu ilgilendirmemektedir. Yaşamı umursamamaktadır. Gideceği hiçbir yer ve ulaşacağı hiçbir amaç yoktur. Bir maceraperesttir. Böylece film boyunca ardı arkası kesilmeyen devrimcilerin karalanmasına bir yenisi daha eklenir.
Bu yoğun sisin içinde her nasılsa bir şey, netleşiyor: “Türkiye’de dayak yoktur” diyen baba, finalde “ya işkence yaparlarsa” yönünde bir gelişme kaydediyor. Film boyunca rastlanılan tek sol söylem bundan ibaret. Bu kadarı günah çıkarmaya yetmiyor maalesef… Senaryo, her şeye dokunmak, olmadı teğet geçmek duygusundan kurtulamadığı için, film bir yamalı bohça olmuş. Livaneli’nin eleştirecek o kadar çok gözlemi var ki, hangisini nereye yerleştireceğini şaşırmış görünüyor.
SİS, Eylül öncesine sağ bir bakıştan öteye gidemiyor. Filmin sergilendiği belirsizlik ve karmaşa 12 Eylül’ü davet eder nitelikte. Keza, “kardeş, kardeşi vuruyordu” edebiyatı 12 Eylül’ün en gözde propagandasıdır. Zülfü Livaneli 3 ayrı dönemi işlediği filmine Sis adını veriyor. Tamamen yanlış. 27 Mayıs dâhil, her müdahalede Türkiye’de saflar, belirsizleşmenin aksine daha da netleşmiştir. Denilebilir ki “bunlar yaşandı”. Ancak bir dönem anlatılıyorsa ve bu yaşanmış, canlı tarihsel terazide ağır basan tarafı göz önünde bulundurmak zorundasınız. Eylül öncesi dönemde ağır basan kefe, devrimcilerin, resmi-sivil faşistlerce öldürüldüğüdür, devrimcilerin başıboş, maceraperest insanlar değil, ulaşacakları hedefleri olan yiğit kişiler olduğudur ve bunların sisle, belirsizlikle hiçbir ilgisi olamaz.
Uçurtmayı vurmasınlar
Beyoğlu caddeleri ışıklı. Sinema akşamlarının en güzel mekânı. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni bin bir tereddütle girsem mi girmesem mi diyerek gördünüz. (Malum iki yıl önce kitabını okumuştunuz ve kötü hatıraları var.) Pek sarmadı. Az ileride Sis oynuyor. Hadi bir Türk filmi seyredin. Madem sinema ölüyormuş, bir bilet alın da hücrelerinden birine kan pompalansın! Ne oldu? Canınız sıkıldı tabii. Bir sigara yaktınız, hızlıca evin yolunu tutuyorsunuz. Hey nereye? DAHA HERŞEY BİTMEDİ! Tam karşıda bir afiş, kocaman bir uçurtma, yoksa cezaevi mi? Bir insan yüzü mü yoksa bu? Afişin dibinde küçük Barış… Bu kimliği belirsiz nesne onun için her şey.
Uçurtmayı Vurmasınlar’ı Feride Çiçekoğlu’nun kitabından tanıdık öncelikle. Şimdi ise film olarak karşımızda. Cezaevini, tutsaklığı bir çocuğun gözünden anlatıyor film. Bunu anlatırken kendi ölçüleri içinde bir hayli başarılı. Cezaevindeki siyasilerden biri olan İnciyle Barış’ın sevgisi, dostluğu hüzünlü bir şiir gibi. Dar mekânlı filmlerin gerçek ustası olan Tunç Başaran bu “dört duvar” arasında geçen filmi, seyirciyi sıkıntıya düşürmeden kurgulamayı başarmış.
Film finalde, vurulmayan uçurtmalarla ilgili soyutlamasından umuda yönelik mesaj dışında ağırlıklı yanı sınıflar-üstü hümanizmle işlenen “alışılmadık bir sevda öyküsü” adına, alışılmış bir gayri siyasi film olarak karşımıza çıkıyor.
Temel olarak dostluk ve sevgi ön plana çıkarken, bu insanları cezaevine düşüren nedenler irdelenmiyor. Cezaevi yönetiminin, mahkûmlar üzerindeki şiddeti ayrıntılı olarak verilemiyor. Öne çıkan, koğuşta kadınların kendi aralarında yaptıkları kavgalar oluyor. Filmde cezaevi yaşamı “dikensiz gül bahçesi” iyimserliğinde anlatılıyor. Oysa o dönem hapishaneleri, adi mahkûmların bile falakaya yatırıldığı, ani baskınlarla koğuşların talan edildiği, mahkûmların banyoda daha sabunlanma fırsatı bulmadan çırılçıplak, aramalar için avlulara sürüklendikleri terörün hüküm sürdüğü hapishanelerdir. Bütün bunlar bir garip hümanizmanın içinde yok olmuşlar. Filmin politik eleştirisi “suçun ne?” sorusuna verilen “düşünce” cevabından öte gitmiyor. Yani “düşünce suçu olmasın.” Peki sonra? Bu politik talep, burjuva demokrasisi sınırlarını aşmayan bir taleptir ve bununla yetinilemez. Filmin bu anlamda devrimci bir perspektifi yok.
Tunç Başaran “Bu, politik bir film değil” diyerek, yukarıdaki eleştirilerin haklılığını kanıtlıyor. Cezaevi yaşantısı “iki insan arasındaki sevginin” fonunu teşkil ediyor sadece. Tunç Başaran da çeşitli açıklamalarıyla bunu doğruluyor. Yönetmenin küçük burjuva özgürlük ve demokrasi anlayışı filmde de kendini gösteriyor.
Elbette bir filmde sevginin, dostluğun irdelenmesi, yaşantılar içinde verilmesi güzel ve gerekli, ama Tunç Başaran’ın ve Feride Çiçekoğlu’nun elbirliğiyle kotarılan bu sinema örneğinde, en az sevgi ve dostluk kadar, göz ardı edilmeden işlenmesi gereken yaşamlar ve ilişkiler vardı. “Alışılmadık bir sevda öyküsü”nü yaratan, toplumsal sevdalar değil miydi? Barış ve İnci’yi birbirine sevdalandıran aynı koşullarda yaşamalarına sebep olan güç ilişkiler bütün, soyutlamalarla bile olsa verilemez miydi? Kendi anlayış ve bakış açıları doğrultusunda “iyi filmler” yapabilenler, birçok şeyi sorgulamanın da aracı yapabilirlerdi filmi, bu yetenekler yeterli. Bir beklenti anlamında söylemiyoruz bunları. Yalnızca elinde mendillerle filmden çıkan seyircinin “harika!” “nefis bir filmi” gibi yorumlarının içini doldurma çabası bizimki. Film, duygusal bir atmosfer içinde yansıttığı cezaevi gerçeğine sınıfsal bir bakış açısıyla yaklaşamıyor. Temelleri sağlam olmayan, “Uçurtmayı Vurmasınlar” imgesine takılıp kalıyor.
Uçurtmayı Vurmasınlar tüm bunlara rağmen görülmesi gereken, kendine has çocuksu duyarlılığı, hüznü, umudu olan bir film. Yazımızın başında, işte bu nedenle “daha her şey bitmedi” dedik. Ancak bu baş aşağı romantizmin içinde kaybolmamak, yanlışları görebilmek ve yapılanın çok daha fazlasını talep etmek gerekiyor.


Yetmiş beş yıl sonra bir gün aniden
PERDECİ: Mehmet ESATOĞLU-

VUUUUUVVVV… VUUUUVVVVV… Sen misin kış rüzgârı tabi ya bu soğukluğu senden başka kim yapabilir? İstediğin kadar yırtın Perdeci seni duymuyor. Az önce yaptığı tartışmanın kızgınlığıyla iyice kızıştı da ondan, işte “Yok olmanın dayanılmaz hafifliği”. İşte haftanın en çarpıcı filmi: Perdeci TEK’e karşı. Kanlı bir serüven, ödenmesi geciken makbuzlar yüzünden altmış bin liralık borcu yüz otuz bin liraya çıkan dul bir babanın ıstırabı… Kendisi ve kendi kedisi üşümesin diye anlamsız saatlerde kalorifer söndükten sonra yakılan elektrik sobalarının acı faturası. Makbuzlarla memur yel değirmenlerine saldıran bir sanatçının hazin sonu. Evet, vatandaş koş-yetiş şimdi başlıyor, bu sinemada. İşte kısa bir fragman Adam ilerliyor, gişe kapanmak üzere. Makbuzu uzattı. Ve hayır makbuz üzerindeki bedelin iki katı. Müzik, gişedeki adamla ödeme yapanın diyalogları duyulmuyor. Ve Perdeci, efendilikle çıkıp gitmesi gerekirken aniden -yüksek sesle- “Bir gün gelecek, bütün bu hizmetler ücretsiz olacak” … diye bir laf çarptı ortalığa. Kenarda her zaman hastanede, elektrik idaresi vb. yerlerde rastlayabileceğiniz orta yaşlı kadınlar korosu inledi: “Ah nerede vah nerede”. Çağın “ağır ütopyacılarından” Perdeci, bunu kendine destek kabul ederek, savaş kazanmış bir savaşçı edasıyla dışarı çıktı, işte bu “halet-i ruhiye” içinde Vuuuvvvvvvv diye öten kış rüzgârını duymadı.
Meydanda koca bir saatle burun buruna geldi. Akşama oyun saatinin başlamasına kıyamet kadar vakit var. Öfffffff böyle plansız programsız cadde üzerinde kalmak. Şunu yapsam, cık bunu yapsam ona da cık. Bütün alternatifleri yüksek sesle akladıktan sonra kararsız bir biçimde yürümeye başladı. (Çözüm aramanın gizli bir biçimi). Azıcık yavaşladı, kitapçılar çarşısına gidip ona eski sinema-tiyatro dergileri ayıran kıza uğramak istedi. O yöne birkaç hızlı adım attıktan sonra ani bir frenle vazgeçti. Geçen hafta uğramış hatta kızcağızı ayartarak malum kafeteryaya kahve içirmeye götürmüştü. Böyle sık uğraması yanlış anlaşılabilirdi. İnsanın adı şişko yönetmen gibi çapkına çıkabilirdi maazallah.
Filmciler, sokağının köşesinden geçerken birden duraladı. Eli cepte bekleyenler ortalıkta yoktu. Hızla sokağa daldı. Köşede bir set işçisine (kısaca setçi) rastladı. Setçi sıcak bir gülümseyişle “Buyur baba bir çorba ısmarlayayım” dedi. Perdeci bu sözün anlamını bir anda kavradı. “Hayırlı olsun ne zaman başladınız?” Setçi: “Birkaç hafta oluyor sokak öldü diyenler yine yanıldı. Yeşilçam’da en az on yerde birden “motor” sesleri yükseldi.”
“Motor” demek Yeşilçam’da akmak demek.
Yeşilçam sokağı emekçileri aylardır işsiz. Bu yılın başından beri çevrilen film sayısı on’u aşmamıştı. Bu bir zamanlar yüzlerce film çevrilen sokakta yüz binlerce aç aile demekti. Setçi dayanılacak gibi değil de resmen çorba parası dilenir olduk. Bakkal-kasap veresiyeyi çoktan kesti. Borç milyonu aştı. Dün akşam haftalığın yarısını attım bakkalın önüne, yine de gülmedi. Bu kez bir filmle kapatamayacağız borçları galiba.”
Set işçisi ya da setçi dediğin çalışır haftada iki yüz elli bin liraya. Bunu aylığa vurduğunda ortalama bir para gibi görünür. Her film arası üç-beş hafta boşlukla sonunda oda çalışmış olur ayda üç yüz-beş yüz bin liraya. Üstüne üstlük henüz Yeşilçam’ın kapısından içeri girmemiştir sosyal sigorta. Bunu bilmez mi, işin başındaki bilir ama uğraşmaz.
Devlet sinemaya el atmayacak mı? diye ağlaşırken birileri insani bütün taleplerin çiğnendiğini görmezden gelirken ilgileniverdi devlet Yeşilçam’la.
Bu sokakta sinema şirketlerinin teknik malzemesi yoktur. Yeşilçam’ın küçük patronları sinemadan kazandıklarının tek kuruşunu bile sinemaya geri vermezler. (Çok kazandıkları dönemde bile)
Teknik malzemeleri el yordamıyla öğrenen kimi Yeşilçam emekçileri üç-beş kuruş denkleştirerek teknik malzemeler edinirler. Emek bazında tercih edilir olabilmek için.
Geçtiğimiz günlerde kameramanlardan biri diğerinden ödünç aldığı kameranın kirasını ödemeyince olay gammazlamakla sonuçlanır içlerinden biri “Yeşilçam’da bütün kameralar kaçak” diye ihbarda bulunur. Devletimiz bunu duyar duymaz ayaklanır, yapışır emekçilerin yakasına; “Sen bu kamerayı nereden buldun?” Kaçak olmadığını ispatlayana dek el koyar aletlere.
İşte ülke. Onca uyuşturucu, onca silah. Yetkili bay bağırır durur “Nereden buldun bu kamerayı”. Kamera ne işe yarar? Sanat üretmeye. Menşeine bakılmadan silah ruhsatı dağıtacakların kulakları çınlasın.
Bu olay üstüne kameralarını ^kurtarmak üzere Yeşilçam emekçileri koşarlar sözüm ona sinema “kuruluşlarına”. Adamlar olayı yalan-yanlı dinleyip başlarlar kanun-kural nasihatine. Sanırsın tümü de kanunla yatıp kuralla kalkıyorlar.
Perdeci kafasını hafifçe kaktırıp nasihat dağıtanların yazıhanelerine baktı. Her birinin penceresi adeta içindeki patronun çapını gösteriyordu.

İşte Yeşilçam sokağı
Yolu dar, yeni dar
Çok dar
Büyük göbekler geçemez.
Küçük kasalar, küçük patronlar
Bütün çapı, Erman han
Ayhan Işık sokak
Fatma Girik han
Odacıklar… Odacıklar
Lekeli yapıştırma halılar
İki telefon cihazı
Birkaç-Kaba- büro masası
Duvarda “artizli” afişler
Camlarda eskimiş perdeler
İşte tüm mal varlığı
Sanki bir anda kaçacakmış gibi.
Birde
Uzakta
Issız bir sahilde
Satılmaya her an hazır’
Soğuk duvarlı
Villalar

Köşeden görünen birden küçük kasalı patronların bazıları. Küçük dünyaları halletmiş havasında, ellerinde bond çantaları geliyorlar. Ve herkese duyururcasına yüksekten konuşuyorlar, Yeşilçam yetmiş beş yaşında…
Yetmiş beş yıldır ihmal edilmiş bir gün aşkına dalmışlardı Vali beyin odasına. Vali bey önce ne dediklerini, laf kalabalığından pek anlayamamış, büyük star gözlerini süze süze açıklamaya başlayınca “sinema”, “yeniden canlanma” sözlerini anlamış ancak bu sözlerin Enver Paşa ve Ayastefanos Abidesi ile ilişkisini kuramamıştı. Karmaşık durum “çok iyi olur, tabii” ile göğüslendikten, konukları yolcu ettikten sonra aceleyle yardımcısını çağırtıp Fuat Uzkınay adlı şahsın anılmasında bir sakınca bulunup bulunulmadığının araştırılmasını istemişti.
Emniyet, bütün illere bilgisayar ve telefon aracılığıyla araştırmalar yaptıktan sonra Fuat Uzkınay’a ilişkin herhangi bir fişlemenin bulunmadığını bildirdi. Peki ama kimdi bu Fuat Uzkınay? Eski Jönlerden miydi? Yoksa yönetmen miydi? Yılmaz Güney’le ortak bir çalışması olmuş olabilir miydi?

Büyük Kahraman
Dayanılmaz bir paşa
Damarlarında kanın
Deli deli aktığı
bir sabah
Uzattı yaverine emri
Ayastefanos nam-olunan abide
Edilecek yerle bir
İmza: Enver Paşa
Helal sana
Verilmez bundan büyük bir ceza
Allah’ın belası Rus’a
Yıkımcılar toplandılar
Abidenin başına
kazmalar tam inerken
uzakta bir adam
Fuat Uzkınay
Dokundu düğmeye
Haydi motor
yıl 14 Kasım 1914

Çekilen bir yıkım gerçi ama önemi başka. Bu “motor” deyişle Beyoğlu’nun Atlas Sineması’nın arka kapısının oraya çöreklenmiş olan “Türk sineması” denilen kurum böylece doğmuş oldu.
Bu olaydan yetmiş beş yıl sonra Yeşilçam sokağında bir akşamüzeri kimi ekipler film çalışmasından dönüyor. Yüzlerinde ağır bir yorgunluk ama keyifler yerinde. Sokağın ortasında Perdeci’yi görenler etrafında bir halka oluşturdular. Geçmişte birlikte çalıştıkları filmler üzerine kahkahalı bir söyleşiye giriştiler. Giderek kahvelerden çıkanların eklenmesiyle ortada koca bir küme oldular. Eski sendikacı Rauf baba sokağa girerken bu kümenin ortasına düştü. Yeni Yeşilçam emekçisi olmuşlar Rauf babanın kim olduğunu pek bilmeseler de eskiler onun neler yaptığını ve 12 Eylül’ün ilk günlerinde bu uğurda cezaevlerinde neler çektiğini iyi bilirdi.”
Setçilerden biri Rauf babayı görünce yenilere ilk sendikalaşma günlerine dair bir öykü anlattı.
“Rauf baba anımsar mısın bir gün setçi İbo -Belki de haftalıklarını alamadığından- toplar milleti ortaya. “Arkadaşlar, bu patronlar bizi iliğimize kadar sömürüyorlar. Bu böyle gitmez, yürüyün hakkımızı alalım. Kalabalıktan biri “İyi ama bir sürü patron var hangisine derdimizi anlatacağız” İbo -Artık coşmuştur- hepsine koşullarımızı öne süreriz, ya öyle ya da böyle deriz. Kalabalık henüz önerilere ve eyleme ikna olmamışken biri “Yürü İbo arkandayız” diye haykırır. İbo önde kalabalık arkada yazıhanelerin yoğun bulunduğu hanlardan birine dalarlar, İbo soluk soluğa bir patron odasına dalar. Büyük bir heyecanla içinde bulundukları durumu özetler. Ve son söz olarak, “koşullar düzelmedikçe çalışmayacağız” der. Patron İbo’yu şöyle bir süzer “Kim” diye sorar “çalışmayacak olanlar”. İbo biz diyerek arkasına döner, ancak “yürü arkandayız” diyenlerin hiçbiri patronun odasına gelmeden geri dönmüşlerdir, İbo heyecandan durumu fark etmemiştir. Bir şeyler söylemek ister, kelimeler boğazına düğümlenir odadan süklüm püklüm dışarı çıkar.”
Rauf baba “Ben bu öyküyü çok severim. Başı-boş plansız, örgütsüz davranmaya iyi bir örnektir. Kimileri bu olaydan sonra YeşiIçam’da asla örgütlenme olamayacağını yaygınlaştırmaya çalıştılarsa da biz bir süre sonra sendikalaşarak gereken yanıtı verdik. Bugün Yeşilçam’ın yetmiş beşinci yılı kutlanırken sendikamız yok edilmiş durumda. Yerine birtakım devletten yardım dilenme örgütleri oluşturulmuş. Bunlar bizim örgütlerimiz olamaz. Beyefendilere yaranmak için hiçbir temel sorunumuzu dile getirmiyorlar. Her Dokuz Eylül’de Yılmaz Güney’in adını duymamak için başlarını kuma gömüyorlar. Bugün uluslararası düzeyde Türkiye sinemasından söz ediliyorsa bunda önemli paylardan biri de Yılmaz Güney ve bizlere aittir”
Işıkçılardan biri “Söz Yılmaz ağ-biden açılmışken anlatmadan olmaz. Umut filmi final sahnesi. Yılmaz Güney dev bir ağaç istiyor. Umutla defineyi o ağacın dibinde arayacaklar, arayacaklar, arayacaklar… Ağacı aradık günler boyu sonunda bulduk. Dev ağaç bir bahçenin içinde ve orada çekim yapma koşulu yok. Çekim günü ağaç bahçeden sökülmüş ve sahnenin çekileceği yere dikilmişti. Bugün hala birçoklarına düş gibi geliyor. Çünkü… Biz, Çünkü Yılmaz Güney…”
Söyleşinin en koyu yerinde Rauf baba ile mahpus yatmış yönetmen yardımcılarından biri “çocuklar, boş musunuz?” diye seslendi.
Kalabalık “Ne oldu” diye döndü. “Şurada otelin alt katında Türkiye sinemasını kurtarıyorlar bir el atamaz mısınız?” Sokakta büyük bir kahkaha patladı. Yönetmen yardımcısı sürdürdü. Sabırla dişimi sıkmış dinlerken bir yönetmen çıktı ortaya hani şu otele bir kere gelip bir daha gelmeyen kadını bekleyen otel kâtibi filminin yönetmeni. Geçenlerde gazetede okudunuz mu? Ne demiş TV’de film doğrayanlara, “Aman siz kesmeyin, gösterin ben keseyim”. TV’den alacağı üç kuruş adına kendi yapıtını bıçaklayan bu adam bizlerin onca acı ve yokluk içinde var ettiğimiz sinemanın yetmiş beş yılı adına ahkâm kesiyordu dayanamadım çıktım.”
“Sürü” filmi sırasında günlerce dağda yatmış bir set amiri cebindeki gazeteyi uzattı ortaya. Rauf baba gazeteyi eline aldı. İlginç bir yazımı var” diye sordu. Set amiri hiçbir şey söylemeden başını salladı. “Bir ilan” dedi. “Hepimize”. Kalabalık anlayamadı bir koroymuşçasına sordu “Bize mi?”
Rauf baba o kalın sesi ile tane tane okumaya başladı. “Yılmaz Güney için anıt-mezar proje yarışması. Seçici kurul… Ödüller… Projenin teslim tarihi 11 Ocak 1990 İmza: Fatoş Güney.
Set Amiri “Gerçi çağrı mimarlara ama ilk öneriyi -Haddim olmayarak- ben yapıyorum. Yılmaz Güneyin mezarına onunla birlikte film üretmiş herkesin alçıdan ellerinin kalıbını çıkarıp yollayalım. Belki şöyle bir görüntü: uzatın ellerinizi ortaya.” Kalabalık ellerini üst üste öne uzattı. “İşte böyle yüzlerce el.”
Yeşilçam emekçileri sokağın tam orta yerinde -Yarın Yılmaz Güney anıtının dikileceği yerde- birdenbire canlı bir anıt-mezar oluşturdular.
Perdeci bu görüntüden çok coşkulandı. “Bence sinemanın yetmiş beşinci yılının kutlandığı an bu andır” dedi. Ve yine aynı coşkuyla “Bir önerim var anıt-mezar için bu önerimizi ve diğer düşlerimizi düzenleyicilere aktaralım ve haykıralım mimar olmasak da biz de katılıyoruz YILMAZ GÜNEY için.”

Aralık 1989

Sevgili Özgürlük Dünyası okuyucuları,

13. sayımızda yeni bir dizgi sistemine geçmiş ama bu konuda herhangi bir açıklamada bulunmamıştık. Doğrusu, bu açıklamayı, yapmayı unuttuğumuzdan dolayı değil, yeni sisteme geçişin hayhuyunu yoğun bir şekilde yaşadığımız ve o karışıklıkta akla gelen binbir şeyden birini atlayıp bir sonraki sayıda açıklamanın daha kolay olacağını düşündüğümüzden yapmamıştık.
Yeni bir sisteme geçmek pek öyle kolay olmuyor. Geçmişte çalışılan sistemlerin alışkanlıkları, yeni sistemin bilinmezleri, derken… ilk denemede pek de hoş olmayan biçimler, bol yazım hataları, unutulan ya da atlanan konular ve kaybolan yazı sonları. Bunların tümünü yaşadık geçen sayımızda, öyle ki arka kapakta Arnavutluk’un kuruluş yıldönümünü 45 diye belirtecekken 35 diye geçmişiz. Bu yüzden okuyucularımızdan Arnavutluk’un kurtuluşunu on yıl geriye almışsınız diye kinayeli telefonlar aldık.
Yeni sisteme geçtikten sonra işimiz epeyce kolaylaştı sayılır. Artık eskisi gibi pikaj, film gibi şeylerle uğraşmayacak ve en önemlisi bunların neden olduğu zaman kaybını yaşamayacağız. Ancak hepsinden önemlisi, artık bundan sonra ayın 1’inde okuyucularımızın elinde olacak Özgürlük Dünyası. Yeni sisteme geçişin ilk ayında, şimdiye kadar ulaşamadığımız bir rekor kırıyor ve dergimizi ayın ikinci gününde okuyucularımıza ulaştırıyoruz.
Belki bu sayımızda da bir miktar hatamız ve unuttuğumuz bazı şeyler olacak. Ancak bundan sonra daha az hatalı ve daha güzel bir Özgürlük Dünyası ulaştıracağız siz sevgili okuyucularımıza. Bir konu dışındalirelemeler ya da Cağaloğlu dilinin dışına çıkacak olursak, heceleme ve satır sonlarındaki bozukluklar. Yeni geçtiğimiz sistem (Macintosh) Türkçe hecelemeyi henüz, doğru ve hatasız bir biçimde yapmayı başaramadı. Bu bakımdan yazılarda heceleme hataları olabilecek. Hecelemelerden doğan hatalardan dolayı okuyucularımız bizi hoş görsünler, çünkü bu eksikliği hiç değilse şimdilik giderebilmemiz olanaklı değil.
Ve kuşkusuz geçen sayımız da toplatıldı. 9. sayıdan itibaren istikrara kavuşan toplatmalardaki başarı grafiği 13. sayının da toplatılmasıyla yükselmeye devam etti. Dilimizi ve üslubumuzu değiştirmek gibi bir niyetimiz olmadığı için yükselmeye de devam edecek herhalde. Görülecek: devrimci ve sosyalist basın susturulmayacak. Hele bu, toplatmalarla hiç mi hiç olamayacak.
Bu arada okuyucularımızın hoşuna gideceğini sandığımız bir haberimiz var: İlk toplatılan 3. sayımız beraat etti ve iade edildi. Böylece dergiyi toplatanların gerçek amacı da ortaya çıkıyor: dergiyi ekonomik bakımdan çökertmek. Öyle ya, madem iade edecektiniz, o zaman niye topladınız?
Çok sayıda okuyucumuz sürekli olarak bizden 3. sayıyı istiyordu. Bu sayıyı, başvurmaları durumunda okuyucularımıza gönderebileceğiz.
Geçen sayımızda yeni sisteme geçişten dolayı pek çok hata ve atlama olduğunu belirtmiştik. İlgilenen okuyucularımız zaten çok sayıda mektupla bizi bu konuda uyarmıştı. Şimdi bu hataların en önemlilerini aşağıda belirtiyoruz:
Konumuz: Demokrasi-4 yazısının Demokrasinin son sınırı: işçi grevleri (s. 53-54) kutusunun dört satırı düşmüştür. Paragrafın tümünü aşağıya alıyoruz:
İşçi grevlerinin ve ulusal hareketlenmelerin istemlerinin kapsamı ve hedefleri ve bunun karşısında Sovyet gericiliğinin izlediği politika, Gorbaçov demokratizminin sınıf niteliğinin somutlaşmasının bir göstergesini oluşturmaya yetiyor.
’80’lerde Türk-İş (3) yazısının Sendikal mücadele ya da sınıf sendikacılığı üzerine (s. 22-23) kutusunun 9. paragrafının ilk iki tümcesi şöyle olacak:
“Özgürlük mücadelesi partilerin, ekmek mücadelesi sendikaların faaliyetinin esasını oluşturur anlayışı, emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanım mücadelesinde sendikaların üstlendiği fonksiyonları sınırlar. Böylece, sermayeye dayanan ekonomik ve siyasi yapılanımın devamı esas alınmış olur.”
Aynı yerde, 4-Sendikal birlik mücadelesi maddesinde 2. paragrafın 2. tümcesi de şöyle olacak:
“Diğer bir anlatımla sendikal bürokratların tepede anlaşarak kuracakları birlik, işçi sınıfının sendikal birliği olarak değerlendirilemez.”
Aynı yazının Kaynakça’sının son satırları da düşmüştür, belirtiyoruz:
Kaynakça (s.35)
108- ibid, 321, 184, 177, 178, 324,406
110- ABD kaynaklı yayın (1971), Aktaran Y. Koç, 11. Tez, Mayıs 1986, s. 251
117- Yılmaz Gümüşbaş, Cumhuriyet, 14 Mart 1976
126- A: Işıklı, Gün, Haziran 1986,
127- Y. Koç, age, s. 125-133, 143
128- Arayış dergisi, 22 Ağustos 1981, sayı 27, s. 71
129- Yeni Gündem, 1-14 Kasım 1985, s.13
130- Şükran Ketenci, Cumhuriyet, 1 Ocak. 1987
131- 14 GKÇR-Belgeler. s. 35
132-14 GKÇR. s. 25-26
Öğrenci hareketinin bazı olanakları ve sınırlılıkları üzerine yazısının sondan önceki iki paragrafının dizgi hatası sonucu yerleri değişmiştir.

Aralık 1989

Stalin savunulmadan Marksizm-Leninizm savunulamaz Anti-Stalinizm ve Alman-Sovyet ‘Gizli Protokol’ü

Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki dünya ölçüsünde yürüyen mücadeleye bakıldığında, sosyalizme karşı burjuvazinin zaman zaman kampanyalar örgütlediğini, bunu da sosyalist maskeli yandaşları ile her zaman dirsek teması içinde, hatta bugün olduğu gibi kol kola yaptığını herkes görebilir: 1920-1930 ve 1940’lı yıllarda emperyalist burjuvazi, sosyalizmin ve devrimlerin engellenmesi için, trotskistlerle kol kola savaştı, trotskistlerin SB’ndeki uygulamalara ve Stalin’e yönelttikleri saldırıları kapitalizmin sosyalizme üstünlüğünün malzemesi olarak kullandı, trotskistlere yapılan “haksızlıklara” karşı çıktı, her bakım dan trotskistlerle (daha doğrusu trotskistler, emperyalistlerle) ortak bir strateji izlemeye özen gösterdi. Onun bu desteğine karşılık trotskistler de emperyalistlere sadece ideolojik destek sağlamakla kalmadı, siyasi işbirliğinden, gizli haber alma örgütleriyle ortaklığa varan bir tutum izlediler, 1945’den sonraki soğuk savaş yıllarında da anti-komünist kampanya, giderek anti-Stalinist kampanyaya dönüştü. Avrupa halklarının gözünde, kendilerini faşizm belasından kurtaran lider olarak Stalin imajı karalanmaya çalışıldı. Bu kampanyada da trotskistler emperyalist burjuvazinin baş destekçisiydi, onlara titocular ve kruşçevciler de satılınca, emperyalist burjuvazi için pahalıya mal olan kaba soğuk savaş kampanyaları örgütlemek gereksiz hale geldi. Stalin’e karşı Kruşçev’i, Stalin’in uygulamalarına karşı, Tito ve Kruçşev’in reformlarını övmek sosyalizm ve devrim mücadelesini boğmak için, yeterli hale geldi. Çünkü virüs, sosyalist sistemin kalbine, onun partisine bulaşmış, sadece bulaşmakla kalmamış onu ele geçirmişti. Bugün, 1980’li yılların son birkaç yılında sürdürülen anti-komünizm kampanyası ise; Stalin sonrası SB ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulamaya sokulan kapitalist restorasyon sonucu “sosyalist sistemin ekonomik, siyasi ve toplumsal bakımdan tam bir bunalıma yuvarlanması sonucu ortaya çıkan durumda, liberalizm erdemlerinin tekelci kapitalizm çağında yeniden piyasaya sürülmesiyle başlayıp, Gorbaçovcuların anti-Stalinist kampanyası ile birleştirilen, bir tür soğuk savaştır. Malzeme trotskistlerin köhnemiş malzemeliğinden ve emperyalist çevrelerin en gericilerinin, en şovenistlerinin cephaneliğinden sağlanmaktadır.
Gelinen noktada anti-Stalinist, anti-sosyalist kampanya; Stalin’in bir görüş ya da uygulamacının bir başka perspektiften eleştirisinin çok ötesindedir: Türkiye gibi, sosyalizmin lafzına bile fanatikçe karşı çıkan bir ülkede, en gerici çevreler dahi Stalinist ve Leninist olmayan bir “komünist partisi”nin kurulmasında fayda gördüklerini artık açıkça söyleyebilmektedirler. Bu yeni tür “sosyalist çevreler”, anti-sosyalist yasaların yürürlükte olmasına karşın polis ve mahkemelerden büyük hoşgörü görmektedirler. Geçmişte şu ya da bu biçimde devrimci bir konumda bulunmuş, ama bugün nedamet getirerek o konumu terk etmiş olan birisi ya da birilerinin burjuvazinin gözünde meşruiyet kazanması için Stalin’i eleştirmesi VG Stalinizme saldırması yeterli olmaktadır. Bunu pekiyi bildikleri içindir ki; düzene uyum sağlamak isteyen ama bir türlü gemisinden kurtulamayan birisi “ben artık uysal bir yurttaş oldum” mesajını kamuoyu önünde Stalin’e saldırarak veriyor. Burjuvazi de böylesi özür dilemeleri daha makbul karşılıyor.
Bugün sürdürülen kampanya, sosyalizmin anavatanı ve bir dizi eski halk cumhuriyeti ülkede; sosyalizmin içerden çökertildiği, daha da kötüsü dünya ilerici çevrelerin çoğunun gözünde bu ülkeler hala sosyalist görüldüğü koşullarda anti-komünist kampanya geçmiştekine göre daha yıkıcı olabilmektedir. Ama bugün, özgürlük ve sosyalizm mücadelesi veren halkların gözünün açılması için bu gelişmeler yeni ve önemli olgular sunmakta, revizyonizm ve revizyonistlerin “kötü sosyalistler” değil anti-sosyalistler oldukları daha geniş çevrelerce görülür hale gelmektedir. Dahası kendileri de prestijini iyice ayaklar altına aldıkları sosyalizmi artık maske olarak bile kullanmaya ihtiyaç duymayacak kadar saf kapitalizm yanlıları olduklarını saklamamaktadırlar. Partilerinin sadece işlevlerini, amaçlarını değil isimlerini bile değiştiriyorlar: Egzotik bir doğu ülkesinde gördükleri karşısında şaşkına dönmüş avanak bir Avrupalı turistin hayranlığı ile kapitalizmin köhnemiş değerlerine kapitalistleri bile güldüren övgüler diziyorlar.
Revizyonist ülkelerde, gün geçmiyor ki yeni bir “darbe” haberi gelmemiş olsun. Burjuva basının ağzıyla söylenecek olursa, revizyonist ülkeler “bomba patlatmakta” sıraya girmiş gibidirler. Bir gün önce en tepede tuttukları yıllanmış bir “revizyonist” “önder”, bakıyorsunuz ki; ortadan kaybolmuş. Ertesi gün bir başka ülkenin 40 yıllık yöneticisi, “biz kırk şu kadar küsur yıl önce zorla sosyalist yapılmıştık” gibi aklı başında birisinin asla kabul edemeyeceği bir “gerçeği” ciddi ciddi öne sürüyor. Ya da birisi kalkıp, “bu sınırları Stalin zorla çizdirmişti illa da eski sınırlara dönülmelidir”, diyor.
Bütün bu gelişmeleri de emperyalist burjuvazi ei ovuşturarak izliyor; izlemekle de kalmıyor, maddi ve manevi olarak destekliyor, geliştirme programlar sunuyor, olası engellere karşı plânlar hazırlayıp finansman için Dünya Bankası ve IMF gibi finans kuruluşlarını doğrudan devreye sokuyor, buralarda “yardım fonları” oluşturuyor Revizyonistler ise, bir yandan vatandaşlarını Deutche Bank’ın önünde “100 Marklık” “kişisel kredi” kuyruklarına sokarken kendileri de emperyalist finans kurumlarının kapılarında avuç açıyorlar. Borçlanacak olanla borçlandıracak olanın birbirine böylesi muhabbetle yaklaştıkları tarihte nadir olaylardan olsa gerekir.
SB ve Doğu Avrupa’daki gelişmelere paralel olarak anti-Stalinist ve anti-sosyalist kampanya da genişletiliyor; kamuoyunun ilgisini canlı tutmak için yeni iddialar, “yeni bölgeler” sunuluyor. Belge sunmanın bu yılki vesilesi ise: 2. Dünya Savaşı’nın 50. yılı olmasıydı; “Belge” böyle bir “altın yıldönümüne” uygun olmalıydı. Ama öylesi bir belge yoktu. O zaman uydurmak gerekirdi. Eğer gereğince süslenir ve “itibarlı” yayın organlarında yayınlanırsa sahtesi de gerçek bir belge kadar etkili olabilirdi! Revizyonistler de desteğini esirgemeyeceğine göre, yalana inanılmasa bile gerçek kuşkulu hale gelebilirdi. Revizyonistlerin Stalin dönemine yönelik kampanyaları ve sosyalizmin tarihini yeniden yazma çabalarına “güçlü bir destek” sağlayan yeni “belge” “Alman-Sovyet Saldırmazlık Pakt”ına ek olarak yapılan bir “gizli protokol”dur! Avrupa’nın “en itibarlı” üç gazetesi Le Monde, Liberation ve Der Spiegel’de yayınlanan habere göre: 23 Ağustos 1939 tarihinde Alman Dışişleri Bakanı Ribbendrop ile SSCB Bakanı Molotov arasında Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerini SSCB ve Alman nüfus bölgelerine ayıran bir anlaşmanın varlığını reddetmişler. Savaş başlayınca iki tarafında bu “gizli protokolü” (her nedense) imha ettiği sanılıyormuş, ama Alman devlet arşivlerinde “protokolün” ve Stalin imzalı bir haritanın fotoğrafı bulunmuş! Bu muteber yayın organlarında Hitler ve Stalin’in resimlerinin yan yana konularak yayınlanan “belge” ve “bilgiler” de bundan ibaret.
Hiçbir ciddi temele dayanmayan yalan ve çarpıtmalardan oluşan bu iddiaların ortaya atılışı yeni değil. Bir yandan Hitler’in günahlarını azaltmayı, öte yandan da Stalin ve SB’nin dünya halkları gözündeki prestijlerine gölge düşürmek için emperyalist propaganda kaynakları, 1940’lardan buyana, Hitler’i, Sovyet-Alman Saldırmazlık paktının cesaretlendirdiği, Stalin’in Doğu Avrupa ve Baltık’ta hegemonya için Hitler’le işbirliği yaptığı yolunda asılsız yorum ve haberler yayıp dururlar. Bu sefer değişiklik; kampanyaya revizyonistlerin de destek vermesidir. Son zamanlara kadar böyle bir protokolün varlığını kesin bir dille yalanlayan revizyonistler, şimdi, bir “ek protokol”ün “imzalanmış olabileceğini” öne sürerek ortalığı karıştırmaya katkıda bulunuyorlar. Ama bunlar batılılar kadar “becerikli” olmadıklarından aslı değilse de “bir fotoğrafı” bile “belge” olarak sunamıyorlar.

Emperyalistleri ve revizyonistleri anti-Stalinizmde birleştiren nedenler:
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının kazandığı başarılar ve kapitalizme vurduğu darbelerden Stalin’i sorumlu tutan (trotskistler de öyle düşünüyor) Batı burjuvazisinin, 1930’iardan bu yana anti-sosyalizmle anti-Stalinizmi birlikte götürdüğünü biliyoruz. Trotskizm başta olmak üzere her türlü sapmanın da emperyalizmin bu politikasına destek vermek, onun dümen suyuna gitmeden öte bir işlev yerine getirmediği biliniyor. Bugün de, anti-Stalinizmde birleşenler emperyalist burjuvazi revizyonistler ye trotskistlerdir. Ancak ayrıntıda gerekçeleri farklı gözükmektedir.
Bugünkü anti-Stalinist kampanyanın nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
* Sosyalizme karşı soğuk savaş: Bu emperyalist burjuvazi için açıkça itiraf edilen bir gerekçe iken, revizyonistler için dolaylı saldırı biçimindedir, .Revizyonistler tarafından eski sosyalist ülkelerin tam bir çıkmaza sürüklenmiş olması Batılı emperyalistleri cesaretlendirdi, ellerindeki maddi araçların yanı sıra ideolojik planda da saldırıya geçtiler; serbest pazar ekonomisi ve liberalizmin değerlerini iki yüz yıl sonra yeniden göklere çıkarmaya başladılar ve revizyonistlere sosyalizme saldırmaları için destek sundular. Adam Smith yeniden büyük peygamber oldu. Sadece Batılı burjuvazi için değil, Doğulusu için de. Batılılar, revizyonistlerin dejenere ederek kapitalistleştirdikleri, berbat hale getirdikleri sosyalist ekonomilerin bugünkü açmazlarını propaganda ederek sosyalizmin daha çok gözden düşürülmesini amaçlayan bir propaganda yürütürken, revizyonistler de Batılı burjuvazisinin propagandasını onaylayan, bazı noktalarda daha da ileri giden sinsi bir anti-sosyalist propagandayı örgütlediler. Anti-Stalinist kampın ortak özelliği; sosyalizmin kapitalizmin karşısında yenilgiye uğradığı, kapitalist değerlerin (kar, rekabet, değer, mülkiyet vb.) ebedi olarak yaşayacağı, burjuva demokrasisinin insanlığın er. son ve en ideal özgürlük sistemi olduğu vb. konularında birleşmesidir. Bu temeller üstüne yükselen kampanya bir tür ‘soğuk savaş’tan başka bir şey değildir.
* Batı, gerek SB’deki ulusları, gerekse Doğu Avrupa’yı Stalin’in zorla ilhak ettiği propagandasını yaparak, bir yandan sosyalizmin ulusların özgürlük mücadelesine verdiği desteği kırmak isterken, bir yandan da sosyalizmi milliyetçi ve baskıcı bir sistem olarak tanıtmak istiyor. Yakın amacı ise; SB ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi eğilimleri kışkırtmak, bu bölgedeki çözülmeyi hızlandırmaktır. Gorbaçov ise; uygulamaya soktuğu liberalizme olası tepkileri önlemek için yığınların dikkatlerinin “Gizli Protokol”e çekilmesinden fayda umuyor. Dahası, SB ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi kaynaşmalara “Stalin’in ilhak ve zorla bir arada tutma politikasında bir dayanak arıyor ve bugünkü olumsuzlukları Stalin’e yıkarak kendini ve uygulamalarını kurtarmayı amaçlıyor.
Polonya, Romanya, Macaristan, D. Almanya gibi ülkelerdeki revizyonist yöneticiler ise; yığınların dikkatini pakta, gizli protokol”e çekerek, kendi günahlarını gözden saklayabileceklerini sanıyorlar. “Sınırlar sorunu” gibi “ulusal sorunlar”ın insanların gözünü kör edebilecek en iyi örtüler olduğunu bildiklerinden emperyalizm propagandasına, “gizli protokol”ün varlığı konusunda destek veriyorlar.
* Nasıl ki, bizim gibi ülkelerde yolunu şaşırmış eski devrimciler burjuvazinin gözünde “temiz ve uysal vatandaş” payesini kazanmak için Stalin’e saldırmayı en kestirme ye geçerli yol sayıyorlarsa; bu, uluslararası ve devletlerarası ilişkilerde de geçerli. Stalin’e saldırmakla başlayan bir yol uzun zaman sosyalizm ülkesinde kalamaz. Gidiş kapitalizme doğrudur; Tito, Kruşçev, Brejnev vb. örneğindeki gibi. Bunu revizyonistlerde biliyorlar ve burjuvazinin gözünde, sosyalizmin gerçek düşmanları payesini kazanmak içinde Stalin dönemini yeniden “sorgulayıp” yeni bir tarih yazma” çabasına girerken, bu çabayı destekleyecek her olanağı da kullanıyorlar. Ama sunulan olanak dayanaktan yoksun, her biri yalanmış, bunun hiç mi önemi yok onlar için. Kısacası, revizyonist dünyanın önderleri için ferlerinde kalmanın koşulu emperyalist burjuvazinin desteğine layık olup olmadıklarını göstermelerine bağlı, bunun yolu da burjuvazinin anti-Stalinist kampanyasına katılmaktan geçiyor: Onlar da bu görevlerini kusursuz yapmaya çalışıyorlar.
Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı ve “Ek Protokol” Yalanı
Yazının başlangıç bölümünde de belirtildiği gibi, “Pakt” konusunda burjuva emperyalist spekülasyonlar
Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın yapılmasından bu yana vardır. Bugün yeni olan “gizli protokol” vesilesiyle eski iddiaların, revizyonistlerin de zımni katılımıyla piyasaya sürülmesinden ibarettir. Aslına bakılırsa; öne sürülen “belge”nin bir ciddiyeti yok: Çünkü belge denilen şey ne amaçla, kim tarafından ne zaman yapıldığı bile belli olmayan bir fotoğraftır. Olmayan bir şeyin belgesi olmayacağına göre de “böyle bir şey olmamıştır” diye kimse bir belge çıkaramaz. Öyleyse, öne sürülen belgenin” sahteliğinin kanıtı o zaman SSCB’nin izlediği politikaların böyle bir “gizli protokol” imzalamalarına elverip vermediğinin belirlenmesine kalmaktadır. Ki; bu da her şeyden önce Savaş öncesi süreci değerlendirmek tutumuyla yakından ilgilidir. Biz de burada, daha çok Batılı kaynaklara dayanarak, Sovyet politikasının böyle bir “gizli protokol”e uygun olup olmadığını ortaya koymaya çalışacağız.
Her şeyden önce, 1930’ların başında, Almanya’da Hitler’in iktidarı almasıyla başlayan faşist kampın güçlenmesine paralel olarak, Stalin, konuşmalarında, SB devleti dış politikasında ve Komünist Enternasyonal maliyetlerinde yükselen faşizm tehlikesine dikkat çekti. 1935’lerden sonraki gelişmeleri tahlil eden Stalin, Faşist Almanya’nın SB’ne saldıracağını kesin olarak söylüyordu. Hitler de bunu saklamak zahmetinde bulunmuyordu:
“Biz Nasyonal-Sosyalistler, savaş öncesi dönemimizin dış politik doğrultusunu bilinçli olarak kapatıyoruz. Biz, altı yüz yıl önce son verilen yerden başlıyoruz. Avrupa’nın güneyine ve batısına yapılan Cermen seferlerine son veriyoruz ve bakışlarımızı Doğu’daki ülkeye çeviriyoruz. Savaş öncesi dönemin sömürge ve ticaret politikasından nihai olarak kopuyoruz. Ve geleceğin toprak politikasına geçiyoruz. Ama bugün Avrupa’da yeni topraktan söz ettiğimizde, öncelikle yalnızca Rusya ve ona bağımlı sınır devletlerini düşünebiliriz. Bizzat kaderin bize burada bir işaret vermek istediği görülüyor.” ( A. Hitler Kavgam)(abç)
Marksist-Leninistler 2. Dünya Savaşı sürecini başlıca üç ayrı döneme ayırarak ele alıyordu:
1) Savaşın tek taraflı yürütüldüğü, faşist ülkelerin dünyanın çeşitti yörelerinde ilhaklar ve işgaller gerçekleştirdiği 1931-1939 dönemi.
2) Savaşın topyekûn bir emperyalist savaşa dönüştüğü 1939-1941 dönemi.
3) Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırdığı ve savaşın faşizme karşı bir savaş karakteri kazandığı 1941 sonrası dönem.
Savaşın birinci döneminin özelliği tek taraflı, faşist kamp tarafından yürütülen bir savaş olmasıydı. 1931 yılında Japonya Mançurya’ya saldırdı ve ele geçirdi, İtalya 1936’da Habeşistan’ı ele geçirdi. Almanya Avusturya ve Çekoslovakya’nın belli bölümlerini ele geçirdi. Her geçen gün faşist devletler yeni topraklar kazandı, kazandıkça da iştahları arttı. Faşistlerin eline geçen bu topraklar, İngiltere, Fransa, ABD gibi emperyalist ülkelerin etki alanıydı ve bu güçler bütün olup bitene karşı adeta seyirci kalıyordu. Emperyalistlere bakılırsa; “savaş istememeleri”, “sorunları barış içinde çözmek” istedikleri için seyirci kalıyorlardı. Oysa gerçek öyle değildi; İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Halifax, 1937’de Alman Dışişleri Bakanı Von Neurath’a şöyle diyordu:
“O (Lord Halifax) İngiliz Hükümetinin diğer üyeleri Başbuğun (Hitler) yalnızca Almanya’da büyük şeyler başarmakla kalmadığını; aynı zamanda kendi ülkesinde komünizmi yok ederek ona Batı Avrupa yolunu kapattığını ve bundan dolayı Almanya’nın haklı olarak Batı’nın Bolşevizm’e karşı kalesi olarak görülebileceğinden emindiler.” (Tarihi Çarpıtıcılar, İnter Yay. s.30) İngilizler Hitler’i kışkırtmakla da yetinmez, ona somut teklifte de bulunur, Fransa ve İngiltere’nin de Berlin Roma mihverine katılmasını önerir, Hitler ise; böyle bir anlaşma için “Versay Anlaşması’nın lekelerinin” silinmesini ister. Halifax bu isteği şöyle yanıtlıyor:
“İngilizler gerçekçi bir halktır… Versay diktesinin hatalarının düzeltilmesi gerektiğine emindirler. İngiltere geçmişte de nüfuzunu bu gerçekçi doğrultuda kullanmıştır, (age s.32) Aynı konuşma sırasında İngiliz Hükümeti’nin Hitler’in Danzig, Avusturya ve Çekoslovakya sorunlarında da Hitler’in iştahını kabartacak kadar tavizkar bir tutum takınır ve Halifax İngiliz Hükümeti’nin tutumunu şöyle açıklar:
“Diğer bütün sorunlar Avrupa düzenini de muhtemelen er ya da geç ortaya çıkacak değişiklikleri ilgilendiren sorunlar olarak nitelendirilebilir. Danzig, Avusturya ve Çekoslovakya, bu sorunlar arasındadır. İngiltere, yalnızca bu değişikliklerin barışçıl evrim yoluyla v gerçekleştirilmesine… ilgi duymaktadır.” (age, s.33) (abç) Almanya, komşularından Alman azınlığın oturduğu bölgelerin Almanya’ya ait olduğu gerekçesi arkasında komşu küçük devletleri yutmaya hazırlanırken, İngiltere Başbakanı Avusturya’ya Milletler Cemiyeti’nden gelecek koruma isteğine güvenilemeyeceğini söylüyordu:
“Kendimizi aldatmaya çalışmamalıyız, aynı şekilde, küçük ulusları, Milletler Cemiyeti tarafından saldırıya karşı korunacakları inancına ve buna denk düşen eylemlere, böyle bir şeyin beklenemeyeceğini bildiğimiz yerde, sürüklemeyelim.” (4) Bunun anlamı, Hitler ve diğer faşist ülkelerin önderlerine, “küçük ülkeleri ilhak edin, Milletler Cemiyeti ya da başka bir güç size engel olamaz” demektir.
Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgalinden sonra bile İngilizler (ki bu Avrupa savaşının başlaması için ileri bir adımdı) Hitler’le işbirliği içindeydi.
Temmuz 1938’de Londra’daki Alman Büyükelçisi Dirksen Berlin’e, İngiliz politikası ile ilgili olarak şöyle bilgi veriyordu:
İngiltere, “Almanya ile uyuşmayı, en özsel program noktalarından biri yaptı; bundan dolayı, Almanya’yı, bir kabine oluşumu için söz konusu olabilecek İngiliz politikacılar kombinasyonu içinde gösterilebilecek en büyük anlayışla karşılamaktadır.”
“İngiliz Hükümeti özsel noktalarda, Almanya tarafından savunulan ilkelere yaklaştı: Sovyetler Birliği’nin, Avrupa’nın kaderinin tayin edilmesinden dıştalanması; Milletler Cemiyeti’nin aynı görevden dıştalanması; ikili görüşmelerin ve anlaşmaların amaca uygunluğu” (age. s. 37)
Alman Elçisi’nin de açıkça bildirdiği gibi savaşın hemen öncesinde Almanya ile İngiltere aramda büyük ölçüde bir uyum sağlandığı, Almanya’nın Avrupa’daki ilhak ve işgallerine Londra’nın yeşil ışık yaptığı açıkça belli olmaktadır.
İngiltere ve Fransa’nın Hitler’in Avrupa’daki ilhak politikalarına karşı (ki buna “karışmama politikası” adı veriliyor) Stalin şunları söylüyordu:
“Karışmama siyaseti… şöyle nitelendirilebilir: ‘Her ülke kendini saldırganlara karşı istediği ve savunabildiği gibi savunsun, bu bizi hiç ilgilendirmez; biz hem saldırganlarla, hem de onların kurbanları ile ticaret yapacağız. Oysa gerçeklikte, karışmama siyaseti, saldırıyı özendirme, savaşı zincirlerinden boşandırma ve dolayısıyla onu dünya savaşı haline dönüştürme anlamına gelir.” (age. s,28) Stalin, aynı zamanda “karışmazlık politikası” yandaşlarını çok tehlikeli bir oyun oynadıkları ve bu oyunun fiyasko ile biteceği konusunda uyarılar yaptı ama Hitler’i SB’ye yönelteceğini uman İngiliz ve Fransız hükümetleri “karışmazlık politikalarını” sürdürdüler.
1939’lara kadar olan dönemde İngiltere, Fransa ve ABD ödünler vererek Hitler’i SB’ne yöneltmeye çalıştılar. Bu bir yandan İngiltere, Fransa ve ABD’de emperyalist burjuvazi içinde Hitler’ci kesimlerin güç kazanmaya başlamasından ve ülke politikasını etkilemesinden olduğu kadar, bir yandan da bütün olarak emperyalist burjuvazinin çıkarlarının Almanya’nın SB’ne saldırmasında görülmesiydi. Nitekim bu durumu, henüz soğuk savaşın başlamadığı günlerde Batılı devlet adamları da itiraf ediyordu. Bunlardan birisi de anti-komünistliğinden revizyonistlerin bile kuşku duyamayacağı o dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı temsilcisi Summer Welles, o günlere ilişkin şöyle yazıyordu:
“Savaş öncesi bu yıllarda, Batılı demokrasilerin yanı sıra Birleşik Devletlerin de mali ve ticari çevreleri, Hitler Almanya’sı ile Sovyetler Birliği arasındaki bir savaşın tümüyle kendi çıkarlarına hizmet edeceği düşüncesindeydiler. Onlar, Rusya’nın mutlaka yenileceğine ve böylece komünizmin yok edileceğine, Almanya’nın da, artık uzun yıllar dünyanın diğer bölümlerini ciddi olarak tehdit edemeyecek ölçüde zayıflayacağına inanıyorlardı. (Summer Welles, Jetz o der nie, Şimdi veya hiçbir zaman s. 294)
İngiltere’nin muhafazakâr ve anti-komünistliği tescilli başkanı Winston Churchill 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda şöyle diyordu:
“Tarihsel perspektiflerin ışığında İngiltere ve Fransa’nın Rusların önerilerini kabul etmek zorunda olduklarının aksi söylenemez.” (Winston Churchill, Der zweite welt krieg cilt. 1. s. 325) Daha savaş bitmeden ABD Başkanı olacak olan H. Trumann o zaman da ABD Senatosunun önde gelen üyelerinden biriydi ve Almanya’nın SB’ye saldırısının ertesi günü şöyle dedi:
“Almanya’nın kazandığını gördüğümüzde Sovyetler Birliği’ne; Sovyetlere Birliği’nin kazandığını gördüğümüzde Almanya’ya yardım etmeliyiz ki, bu şekilde birbirlerini mümkün olduğundan çok kırsınlar” (24.6.1941 tarihli “New York Times”)
Yukarıda, böyle bir yazı için sıkıcı olacak kadar alıntıdan ve kütüphaneler dolusu kitaplardaki (anı, biyografi, tarih vb.) pek çok belgeden de anlaşılacağı gibi Batılı emperyalistleri savaş başlayıncaya kadarki dönemde bütünüyle emperyalist çıkarlarına uygun olarak, Hitler’i SB’ye saldırtmak için kışkırtmışlardır. Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi onlar, Hitler’den korktuklarından ya da halkların başına savaş belası açmaktan çekindikleri için değil, o anki çıkarları Hitler’i, kadim düşmanları SB’ye yöneltmek için o politikayı izlediler. Bir savaşın kaçınılmaz olduğunu onlar da biliyordu, ama bu savaş SB ile Almanya arasında çıkmalı, Almanya SB’yi yenmeli, komünizmi yeryüzünden silmeli bu arada kendisi de, savaştan yorgun düşeceğinden, İngiltere, Fransa ve ABD için rahat bir lokma olmalıydı. Bu yüzdendir ki; Batılı emperyalistler Hitler’i ilhak ve emperyalist amaçlarından caydırmaya asla yanaşmadılar. Sovyetler Birliği’nin Hitler saldırganlığını önleyebilecek somut öneri ve isteklerini ya reddettiler ya da savsakladılar.
1939 yılında Mart, Temmuz ve Ağustos aylarında SB’nin çabalarıyla, SB, İngiltere, Fransa arasında bir dizi görüşme oldu: SB; Romanya, Polonya, Battık ülkeleri gibi ilk hamlede Almanya’nın saldırı hedefi olacak ülkelere garanti verilmesini, her üç ülkenin belirlenmiş miktarda asker, tank, tep vereceği bir askeri güç oluşturulmasını istedi ve kendisi de bu kuvvete ne kadar asker ve araç vermeye hazır olduğunu bildirdi. Ama emperyalistler 20 Eylül 1938’de Hitler’le imzaladıkları Münih Anlaşmasına sadık kaldılar ve SB ile bir ortaklık paktından şiddetle kaçındılar. Emperyalistler bir yandan SB’ni oyalayarak onun kendince önlemler almasını engellerken kendilerini bir taahhüt altına sokmamaya da özen gösteriyorlardı. Nitekim 1930’lu yıllardaki Fransa’nın Konsey Başkanı Paul Reynaud 14 Mayıs 1947 tarihli France-soir gazetesine verdiği demeçte: “Sovyetlerle işbirliği için yollar Sovyetler tarafından tıkanmadı. Aksine onlar bize önerdiler. Ancak biz reddettik.” diyordu. Batılı demokratik çevreler de emperyalist ülkelerin çevirdiği dolapların farkındaydı. Bu çevrelerin önde gelenlerinden Sayers ve Kahn ABD’de yayınlanan “Büyük komplo”, Sovyet Rusya’ya karşı Gizli Savaş adlı yapıtlarında, Münih Paktı için şöyle yazıyorlardı.
“Nazi Almanya’sının faşist İtalya’nın, İngiltere ve Fransa’nın Hükümetleri Münih Paktını; dünya gericiliğinin 1918’den bu yana rüyasını gördüğü Sovyet düşmanı ‘kutsal ittifak’ı imzaladılar. Pakt Rusya’yı müttefiksiz bıraktı. Fransız-Sovyet Paktı, Avrupa’daki kolektif güvenliğin köşe direği, mezara gömüldü. Çek Sudet bölgesi, Nazi Almanya’sının bir parçası haline geldi. Wehrmacht’ için. Doğu kapıları ardına kadar açıldı.” (Tarih Çarpıtıcıları, s.41) Hitler faşizmini emperyalist Batılı ülkelerce SB’ye saldırtmak için kışkırtıldığı gerçeğinin anlaşılması için yukarıdaki belge ve bilgilere bile ihtiyaç yoktur. Çünkü Hitler faşizminin ilhak ve işgal politikası Aman-Sovyet Saldırmazlık Politikayla ortaya çıkmadı. Tersine onlar Batılı emperyalistlerin göz yummasıyla 1931’den itibaren tek taraflı bir savaşı zaten yürütüyorlardı. Bu durumda SB için bir tek yol kalıyordu; kaçınılmaz bir Alman-Sovyet savaşını geciktirmek; Alman faşizmini mezara gömebilmek için zaman kazanmak.
“Saldırmazlık Paktıyla” kazanılan zaman SB’ne Batı’da Almanlara karşı bir savunma kuşağı oluşturmasına askeri bakımdan daha iyi hazırlanmasına olanak tanıdı. Bu yüzdendir ki; birkaç haftada Moskova’ya varacağını sanan Alman kuvvetleri her çukurda, her tümsekte, her ev ve çiftlikte canla başla direnen, “genç tezgâhları geriye, genç işçileri ileriye” gönderen bir halk; her mevzide kanının son damlasına kadar savaşan bir Kızılordu ile karşılaştılar. Oysa Batılı Emperyalistler, SB’nin iç karışıklıklar içinde çırpındığını ekonominin çöktüğünü, bütün halkın Alman saldırılarıyla birlikte Almanlara katılacağını propaganda ederek Almanları kolay bir zafere inandırmıştı. Ama hiç de öyle olmadı. Öyle olmamasında da; Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın çok büyük önemi vardı.
“Gizli Protokol” ya da “Sovyet İlhakçılığı” iftirası
Son birkaç aydır sürdürülen anti-Stalinist kampanyanın malzemesinin yukarıda sözünü ettiğimiz “Gizli Protokol” iddiası olduğunu söylemiştik. Bu iddiaya göre; Almanya ve Sovyetler Birliği, bir “gizli protokol” yaparak, Doğu Avrupa ve Ballık ülkelerini aralarında nüfuz alanlarına bölmüşler! İddianın saçmalığını görebilmek için gelişmelere kısaca göz atmak yeterli olacaktır:
“Münih Anlaşması”ndan güç alan Almanya 1939 yılında Doğu Avrupa’da ilerliyordu. Çekoslovakya’nın Südetler bölgesini İngiliz ve Fransızların göz yummasıyla kolayca elde eden Almanya, 15 Mart 1939’da Prag’a yürüyerek bütün Çekoslovakya’yı işgal etti. Artık Hitler’in amacının besbelli Polonya olduğu koşullarda, Polonya Hükümeti Sovyetlerin tüm işbirliği önerilerini reddetti. Sovyet yönetiminin, Almanya ite savaş için, Sovyet ordularının Polonya’nın batı sınırına geçiş izni verip vermeyeceği sorusuna, Polonya Hükümeti; “Almanlarla özgürlüğümüzü kaybetme riskine gireriz. Ruslarla maneviyatımızı yitiririz” diye yanıt vererek, Sovyetlerle işbirliğini reddetti.
Alman Orduları 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırdı, 13 Eylül’de de Polonya hükümeti Londra’ya kaçtı. Polonya hükümetinin kaçışından 4 gün sonra, 17 Eylül’de Sovyet birlikleri Batı Ukrayna ve Belarusya’ya girdiler.
Bugün, Sovyet ordusunun bu hareketini işgalcilik, emperyalist amaçlarla yapılan bir saldırı, Hitler’le yapılan anlaşmanın sonucu girişilen bir ilhak hareketi olarak niteleyen emperyalistler o gün hiç de böyle demiyordu: Winston Churchill, 1 Ekim’de yaptığı radyo konuşmasında; “Sovyetler, Nazileri, Doğu Polonya’da durdurdular; tek dileğim, bunu bizim müttefikimiz olarak yapmış olmalarıdır “diyordu. Bernard Shaw, London Times’da “Hitler’i ilk kez gerileten Stalin oldu; bravo” diye yazıyordu. Hitler’i Sovyetlere karşı kışkırtma kampanyasının lideri, İngiliz Başbakanı Chamberlain bile, Avam Kamarası’nda, 26 Ekim’de asık bir yüzle şunları söylemek zorunda kalıyordu: “Kızıl Ordu’nun, Almanya’ya karşı korunması için Polonya’nın bir kısmını işgal etmesi gerekliydi.” O sırada Romanya yoluyla kaçmakta olan Polonya Hükümeti, bir hafta sonra Londra’ya ulaştı. Sovyetlere karşı düşmanca bir tutum içinde olan bu sürgün hükümeti bile hiçbir zaman Sovyetleri işgalcilikle suçlamadı.
Bölge halkı da Sovyet birliklerini bir kurtarıcı olarak karşıladı. O tarihte ABD’nin Polonya Büyükelçisi Biddle de bunu doğrular ve hükümetine gönderdiği mesajda; “halkın Rusları inzibat ve güveni sağlayıcı bir güç” olarak gördüğünü yazar.
Alman ve Sovyet birliklerinin Polonya’da karşı karşıya gelmesinden sonra sınırın belirlenmesi görüşmeleri de önceden bir taksim anlaşmasının, bugünkü iftiracı emperyalist ve revizyonistlerin söyleyişiyle, bir “gizli protokol”ün olmadığını göstermektedir. Her şeyden önce; Almanlar ile Sovyetler arasındaki sınır, 28 Eylül’de kesinleşinceye kadar üç kez değişmiştir. Öte yandan her iki ordu da harekât sırasında, kendi güvenliklerini sağlayacak en geniş alanları ele geçirmek için saldırıyı büyük bir hızla sürdürmüştür. Dahası; daha sonra, Sovyetlere saldırıdan hemen önce Hitler’in de açıkça itiraf edeceği gibi, Hitler’in Polonya saldırısı, sadece bir başlangıçtı ve amacı bu saldırıyı Balkanlar ve Baltık üzerine genişletmekti/Sovyetlerin, Polonya’nın doğusunu ele geçinmeleri, Hitler’in bu harekatını geciktirdi. Nitekim Hitler’i bekleyen Romanya’daki Hitler’ci “Demir Muhafızlar”, Romanya’da büyük bir ayaklanma düzenlediler; Başbakan Calinescu öldürüldü. Ama nehrin karşı kıyısındaki askerlerin Almanlar değil de Ruslar olduğunu anladıklarında, faşistler ayaklanmadan vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu da; Romanya’daki Hitler’cilerin (Romanya faşistlerinin Almanya’dan ve stratejisinden bağımsız bir ayaklanma düzenleyemeyeceği düşünülürse) ayaklanmanın hemen ertesinde Alman işgalci birliklerini beklediği anlamına gelir Eğer, “gizli protokol”de Doğu Polonya Sovyet nüfuz bölgesi ise; Romen faşistleri bir ayaklanmaya nasıl kalkışabilirdi?
Ayrıca, 28 Eylül tarihti sayısında New York Times, Londra’nın görüşünü “Sovyet harekâtının, Hitler’in Romanya üstündeki planlarını bozduğu” biçiminde olduğunu duyuruyordu. Aynı gün AP ajansı da, Doğu Avrupa kaynaklı haberinde, “Ruslara karşı duyulan saygı büyük ölçüde arttı; köylüler sınır boyunca muhakkak ki Rusları Almanlara yeğ tutuyorlar” diye bildiriyordu.
Bütün bu veriler de göstermektedir ki; Sovyetlerin Polonya harekâtı, bir “Gizli Protokol”e değil, daha sonraki yıllarda Batılı politikacı ve savaş uzmanlarının da kabul edeceği gibi; tamamen, Hitler Almanyası ile olması kaçınılmaz büyük bir savaş için stratejik konumunu güçlendirmeye yönelik girişimlerdir. Bunu, Hîtler de bildiğinden, Sovyetlere savaş ilan ettiğinde; Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı düşmanca hareketlerini sayarken, Sovyetler Birliği’nin Polonya, Finlandiya ve Baltık ülkelerinde konumunu güçlendirmeye yönelik girişimlerini de saymıştır. Eğer bu bölgedeki Sovyet harekâtı bir “Gizli Protokol” la anlaşmaya bağlanmış bir girişim olsaydı, her halde Hitler, bu girişimleri bir savaş nedeni, Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı düşmanca girişimlerin bir örneği olarak göstermezdi.
Bir Sovyet-İngiliz-Fransız paktının olanaksızlığı ve İngiliz-Fransız politikasının “Münih Anlaşması” çerçevesinde, Almanya’nın Doğu’ya yöneltilmesi olduğunun iyice açığa çıkmasından sonra, Sovyet politikasının esası Baltık’tan Karadeniz’e uzanan bir güvenlik halkasının oluşturulması, bir Alman saldırısının bu hat üzerinde karşılanması biçiminde olmuştur. Doğu Polonya’dan sonra halka Kuzey’e ve Güney’e doğru tamamlanmıştır.
Baltık ülkeleri, Litvanya, Letonya ve Estonya ile olan anlaşmalar da bu çerçevede ele alınmıştır. Sovyetler Birliği, bu güvenlik halkasını oluşturan, söz konusu devletleri tehlikenin nerden geldiğine ikna ederek onlarla savunma işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. Sovyetler Birliği ile Baltık ülkeleri arasındaki anlaşmalar 10 Ekim 1939’a kadar tamamlanmış, böylece SB ilk kez Baltık’ta, birbiriyle bağlantı içinde deniz üslerine sahip olmuştur. Hemen arkasından da bu ülkelerdeki 500 bin Alman’ın sürgün edilmesi gerçekleşti. Bu Almanlar, yıllardan beri Baltık ülkelerinde karşı-devrimci faaliyeti örgütleyen; yukarı sınıflardan, tüccar, toprak sahibi baron, tefeci, banker vb. unsurlardı ve Hitler’in beşinci kolu olarak faaliyet gösteriyorlardı. Hitler, daha sonra, Sovyetlere savaş ilan ettiğinde Sovyetlerin bu hareketine çok öfkelendiğini söyleyecektir ki; bu da, Battıktaki Sovyet harekâtının Hitler’le yapılan “gizli protokol”e bağlı olmadığının bir başka kanıtıdır.
Hitler’in, Batı’da, Fransa ve Belçika’nın işini bitirdikten sonra tekrardan Doğu>a yöneldiği görülüyor: Amaç, Baltık ve Balkanlarda sağlam dayanaklar kazanmaktı. Sovyetlere üs veren üç küçük Baltık ülkesinde ise; hükümet ve devletin üs kademesindeki Alman yanlıları, Hitlerin Baltık’a müdahalesini kışkırtıyorlardı. Bu yüzden üç Baltık Ülkesi tam bir kargaşa içindeydi. Avrupa’daki gelişmeler nedeniyle, SB, bu ülkelerde büyük birlikler üstlendirmek istediğini bildirdi ve 15 Haziran 1940’ta, oldukça büyük sayıda Sovyet Birliği bu ülkelerdeki üslere yerleşti. Hitler yanlısı yüksek memurlar kaçtılar, (Alman yanlılarının kaçmaları da “Gizli Protokol”e dahil miydi yoksa!) ilericilerin ülke yönetimlerindeki ağırlıkları arttı. Burada sözü, o sırada Litvanya’da olan, uzun süre SB’de yaşayan Amerikalı gazeteci Anna Strong’a bırakalım. Strong gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Berlin’den Moskova’ya geçiyordum, Litvanya’da olanları öğrenince kaldım… Şaşırtıcı manzaralara tanık oldum. Alman yanlısı cumhurbaşkanı kaçınca… Siyasi mahkûmlar serbest bırakıldılar, sendikalar özgürce örgütlenmeye başladılar. Bütün sivil örgütler yeniden canlandı. Başkent Kaunas’ın sokaklarında gece gündüz şarkı sesleri kesilmedi. Bir “hak hükümeti” için yeni seçimler yapıldı. Seçime katılma oranı çok yüksekti. Yeni meclis toplandı ve Litvanya’yı Sovyet Cumhuriyeti olarak ilan etti SB’ye katılma isteğini de bildirdi” (Anna Strong. Stalin Dönemi, Onur Yay. s. 131-132)
Gerek Strong’un anlattıkları, gerekse tarih, Baltık ülkelerinin tamamen kendi halklarının özgür iradeleri ile seçilmiş temsilcilerin verdiği kararlar doğrultusunda SB’ye katıldığını gösteriyor. Bugün, bu Battık ülkelerindeki revizyonist yöneticilerin, SB’ye Kızıl Ordu’nun zoruyla katıldıkları iddiası gülünçtür. Onlar bununla, kendi şovenizmlerine gizlemeye çalışırken anti-Stalinizim kampanyasına katılarak da sosyalizm dışına çıkışlarına gerekçe uydurmaya çalışıyorlar.
Hitler Almanya’sına karşı oluşturulmaya çalışılan kuşağın en Kuzeyi Finlandiya idi ve Finlandiya, bağımsızlığını Ekim Devrimi’ne borçlu bir ülke olmasına karşın, Baltık ülkeleri içinde SB’ne karşı düşmanca emeller besleyen bir ülkeydi. 1930’ların son yıllarında İse; Fin askeri makamları içinde SB’ne saldırı için Almanlarla işbirliği eğilimi hayli taraftar toplamıştı. Dahası, İngilizlerin yardımıyla yapılan ünlü “Mennerheim Hattı” Leningrad’ın sadece 32 kilometre uzağındaydı. Alman işbirliği ile kurulan Fin askeri hava alanları ise; Finlandiya’nın 150 uçağı olmasına karşın (herhalde başka amaçlar için gerekli olur diyet) 2000 uçağa hizmet verecek biçimde yapılmıştı. Sovyetler ise; Finlandiya’ya dostça yaklaştı. Sovyetler, Finlandiya’yı ikna etmek için; İngiliz-Alman savaşı yüzünden kapanan Baltık yolu nedeniyle, mahvolan Finlandiya ekonomisinin düzelmesi için Leningrad-Murmansk Demiryolu’nu kullanmayı ve sınırı daha kuzeye çekerek kaybedeceği toprağın iki misli genişlikte toprak vermeyi önererek, Finlandiya’yı bir uzlaştırmaya yaklaştırmaya çalıştı. Finlandiya, bu teklifler karşısında olumlu bir tutum aldı ve bir anlaşmaya yaklaşıldığı sırada Finli görüşmeciler, görüşmeleri yarıda keserek ülkelerine döndüler. Bunda, Amerikalıların ve İngilizlerin parmağı olduğu besbelliydi. Çünkü Sovyet güvenlik çemberinin güçlenmesi demek Hitlerin Doğu*ya yönelişini caydırıcıydı ve bu da Batılı emperyalistlerin planlarına ters düşüyordu. Nitekim görüşmelerin kesilmesinin ertesi günü New York Times Washington’dan görüşmelerin kesilmesinde, ABD’nin Finlandiya’ya “ödünç para vereceği” vaadinin rol oynadığı haberini verdi.
Sovyetlerle Finlandiya’nın arası gerginleşmişti; Fin sınır birliklerinin Sovyetlere topçu ateşi açması ye Kızıl Ordu askerlerinin ölmesi sonucu Sovyetler Finlandiya’yı protesto etti. Finlandiya bu protestoya aldırmayınca Kızıl Ordu birlikleri Finlandiya’ya girdi. Finlandiya SB’ye savaş ilan etti ve dış yardım istedi İngilizler ve Fransızlar 150 bin kişilik bir orduyla Finlandiya’ya yardıma koşmak istediyse de onlar aralarında anlaşıncaya kadar Finlandiya teslim oldu. Ama Sovyetler, ne tazminat istedi ne de yeni koşular öne sürdü. Üstelik zor durumda olan Finlandiya’ya yiyecek yardımı yaptı.
Molotov Yüksek Sovyet’in 29 Mart 1940 tarihli oturumunda Sovyet tutumunu şöyle açıklar:
“Fin ordusunu yenilgiye uğratan ve tüm Finlandiya’yı işgal etme tam olanağına sahip olduğu halde bunu yapmayan Sovyetler Birliği başka bir gücün mutlaka yapacağı gibi savaş giderleri için hiçbir tazminat talep etmedi, tersine taleplerini minimum düzeyde sınırladı…”
“Leningrad’ın, Murmansk şehrinin ve Murmansk demiryolunun güvenliğinin güvence altına alınması dışında, barıs anlaşmasına başka bir hedef koymadık.” (Tarih Çarpıtıcıları, s. 67) Nitekim Moskova’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Stafford Cripps, kendi emperyalist mantığından Sovyet tutumunu safça bulur; “Ruslar ellerine fırsat geçmişken deha fazlasını almadıklarına bir gün pişman olacaklardır” der.
Günümüz revizyonistleri de aynı emperyalist mantığa sahip olduklarından, ama bugün konumları elvermediği için; tersten, aynı mantıkla, Sovyetlerin Finlandiya’ya karşı savaşını emperyalist amaçlara bağlıyorlar. Çünkü onlara göre bu tür çıkarlar dışında bir savaş yoktur. Hele amaç da Stalin’i karalamak varsa, burjuva hümanizmi ve “savaş karşıtlığında” sınır tanımıyorlar. Ama o sıralarda Donanma Başkanı olan W. Churchill bile Sovyetlerin amacını anlıyor, Hitler’in planlarını bozmak için bu önlemleri askeri açıdan zorunlu görüyordu:
“Sovyet ordularının bu hatta durması, Alman tehlikesi karşısında Rusya’nın güvenliği için mutlak zorunludur. Her halükarda mevzilere yerleşilmiş ve Nazi Almanya’sının saldırmağa cesaret edemediği Doğu Cephesi yaratılmıştır. Bay Von Ribbenrop geçen hafta Moskova’ya çağrıldığında, bu; gerçeği öğrenmesi ve Nazilerin Baltık devletlerine ve Ukrayna’ya saldırma niyetlerine bir son vermeleri gerektiği konusunda bilgi sahibi olması için yapılmıştır.” (Tarih Çarpıtıcıları, s.66) Nihayet, 1989 Kasım ayı sonunda, Romanya halkının dikkatlerini sınır sorunlarına çevirerek iç sorunların üstünü örtmek isteyen Çavuşesku’nun; Basarabya’nın Romanya’dan zorla alındığını ve geri verilmesinin gerektiğini söylemesiyle, Basarabya sorunu da tartışma içine çekilmiş oldu. Bu yüzden burada kısaca da olsa Basarabya ile ilgili tarihi verilere değineceğiz.
Basarabya, 1918 yılında, genç Sovyetler Birliği’nin içinde bulunduğu güçlüklerden yararlanan Romanya tarafından işgal edilmiş bir bölgeydi. Sovyetler Birliği, bu ilhak eylemini hiçbir zaman tanımamıştı, ama bunun için Romanya ile savaşmak da istememişti, öte yandan Basarabya halkının büyük çoğunluğu Romen değildi ve onlar da her fırsatta Romen hükümetine başkaldırıyorlardı Nitekim 1940’tan önceki son altı yıl içinde tam 153 kez ayaklanmışlardı. Ama bütün bunlardan daha önemlisi, Basarabya’nın Hitler’e karşı oluşturulacak güvenlik kuşağını Karadeniz’e bağlayan halka olmasıydı. Sovyetler isteklerini bildirince, Romen Hükümeti direnme göstermeden Basarabya’yı SB’ye terk etti. Böylece, Sovyet gemileri Tuna’da yüzme olanağına kavuşurken Sovyetler Birliği Güney’den sürpriz saldırılara karşı Tuna engelini kullanabilecek bir konuma geldi.
Kendi başına Basarabya önemsiz bir bölge gibi gözükebilir; ama Hitler’e göre SB’nin Basarabya’yı ele geçirmesi Almanya’nın İngiltere’yi işgalini engelleyen bir harekât olmuştur. Doğu Cephesinde sürekli yapılan tahkimat ve Sovyetlerin toprak kazanımı, Hitler’in yeniden Doğuya dönmesini zorunlu kılmıştır. Hitler, Sovyetler Birliğine savaş ilan ederken şöyle diyordu:
“Erlerimiz 5 Mayıs 1940’tan beri Batı’da, Fransız-İngiliz gücünü kırarken, Rusya’nın askeri yayılması gitgide tehdit edici olmaya devam etti… Bu nedenle 1940 Ağustos’unda, bizim doğu eyaletlerimizin korumasız kalmasına artık izin vermemeyi Reich’ın çıkarına olduğunu düşündüm. Doğuda böylesi güçlü kuvvetli başlayan ve Batıda savaşın radikal sonuçlanmasına izin vermeyen İngiliz-Sovyet işbirliği böyle başladı ve Alman Yüksek Komutanlığı bu duruma artık razı olmazdı.” (Aktaran, A. Strong, Stalin Dönemi, s. 130) Hitler’in bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi Sovyetler Birliği’nin Baltık ve Doğu Avrupa’daki politikası bir “gizli protokol”e bağlanmış olamaz. Eğer öyle olsaydı, Hitler’in Doğu Avrupa ve Baltık ülkeleri üstünde SB’nin “nüfuz sahibi” olmasından rahatsız olmaması gerekirdi. Ama tersine; Hitler, bu bölgede Sovyet etkinliğinin kırılması için savaşın yönünü değiştiriyor, baş düşman ilan ettiği İngiltere’nin işgalini bile Sovyetler Birliği’nin dize getirilmesinden sonraya erteliyor.

***
Yukarıdan beri söylenenler ve öne sürülen kanıtlarla birlikte, “Sovyet Alman Saldırmazlık Anlaşması”nın üstünden geçen yarım yüzyıl içinde, emperyalistlerin, sözü edilen “gizli protokolü” bunca anti-Stalinist kampanya içinde, şimdiye kadar açıklamamış olmaları düşündürücüdür. Baltık ülkeleri, Polonya, Romanya gibi ülkelerin revizyonistlerinin aradan geçen 40 yılı aşkın süre içinde, ülkelerinin zorla SB’ye katıldıklarını, ya da bazı topraklarının SB tarafından ilhak edildiğini söylememiş olmaları da emperyalistlerin “Gizli Protokol”ü saklamaları kadar düşündürücüdür. Ama Baltık ülkeleri ve Doğu Avrupa ülkelerindeki milliyetçi başkaldırılarla “Gizli Protokol” yalanının piyasaya sürülmesinin zamandaşlığı öncekilerden daha da düşündürücüdür. Ama sadece gerçeği arayanlar için… Yoksa emperyalistler ve revizyonistler, sahte belgeler imal ettiklerini, ihtiyaçları olduğunda eskiden de bu yol kullandıklarından zaten biliniyorlar.
Batılı emperyalistler daha 2. Dünya Savaşı bitmeden bile “yanlış düşmanla” savaştıklarını düşünüyorlardı. Kimi militarist çevreler daha da ileri giderek, savaş bitmeden, Sovyetlere yönelik olarak savaşın sürdürülmesini isteyecek kadar ileri gidiyorlardı. Ama, Stalin’in Avrupa halkları gözünde kazandığı prestij, Kızıl Ordu’nun Alman Orduları karşısında gösterdiği ve hiçbir kapitalist ülke ordusunun gösteremeyeceği direngenlik ve savaş yeteneği emperyalistleri hemen bir savaştan caydırdıysa da; onlar, Stalin’e ve onun şahsında sosyalizme karşı mücadeleyi “soğuk savaş” biçiminde sürdürdüler. Sovyetler Birliği”nin savaştan önce ve savaşta izlediği politikaların zaferini asla hazmedemediler, bu yüzdende o politikaları halkların gözünden düşürecek karalama kampanyaları yürüttüler. Bugün Alman-Sovyet Paktının Ek Protokol’ü olduğu ve bu “protokol”le Hitler ile Stalin’in bir harita üstünde nüfuz bölgeleri ayırdıkları yolundaki yalanlar da bu eski iftira kampanyasının sürmesinden başka bir şey değildir.
Ama ne tür “belgeler” uydururlarsa uydursunlar, Sovyetler Birliği’nin; izlediği politikalarla, faşist kampın ve Batılı emperyalist ülkelerin sosyalizmi yok etme ve sosyalizmin ana yurdunu yıkma planlarını boşa çıkardığını, faşizmi yenilgiye uğratarak Avrupa halklarını faşizmin boyunduruğundan kurtardığını hiçbir sağduyulu demokrat görmezden gelemeyecektir. Çünkü: Hitler’in yenilgisini hazırlayan, Doğu Avrupa’da sosyalizmin kuruluşuna giden yolu açan (revizyonistler buralarda kapitalizmi yeniden kurmuş olsalar bile) bugün emperyalistlerin ve revizyonistlerin karalamaya çatıştıkları politikalardır. Ne sahte belgeler, ne revizyonistlerin tanıklıkları ve tarihi yeniden yazma çabaları, bu gerçeği değiştiremez.

Aralık 1989

İki “demokrat” bir “diktatör”

“Danielle Mitterand’ın, tavırlarında olduğu kadar topladığı konferansın içeriği ve biçiminde de kanımızca eleştirilecek birçok nokta bulunuyor.  Aynı türden girişimleri Fransız Baskları için bizler yapsak, … ve o konuda Bayan Mitterand’ın Kürt sorununda kullandığı dili kullansak, hanımefendinin çok hoşnut olacağını her halde kimse söyleyemez.”
(…)

“Basın dış politika sorunlarına yaklaşırken bu sorumluluğu göstermesi zorunludur. Kamuoyunun da olaylara daha soğukkanlı bakması gerekiyor.”
(…)

“Ülkelerarası ilişkiler ve dostluklar, duyguların ötesinde karşılıklı görüşmeler, kendini iyi tanıtma çabaları ve ortak çıkarları soğukkanlılıkla saptama ilişkileri üzerine oturur… en sağlıklı devlet politikasını oluşturmakta en etkili yoldur.” (abç)
Hayır! Yukarıdaki uzun aktarma kendisini devletle özdeşleştirmiş bir siyasi partinin önde gelen yöneticilerinden birine ait değil.
Evet! Yine yanıldınız! Yukarıdaki uzun aktarma, Türk Dışişleri Bakanlığının üst makamlarında yıllarca görev yapmış bir diplomata da ait değil.
Bu sözler, ünlü bir “aydın” ve “demokratımıza”, Cumhuriyet gazetesinin ünlü yazarlarından birine, Bay Ali Sirmen’e ait. 28 Ekim 1989 günü, gazetedeki kendi köşesinde yayınlanmış.
Sayın Sirmen, Paris’te, Kürt konferansı düzenlediği ve Kürt sorununa ilişkin kimi sözler söylediği için Danielle Mitterand’a ve Fransa’ya karşı “aşırı” tepki gösteren Türk basınını daha akılcı olmaya çağırıyor ve François Mitterand’ın Avrupa Parlamentosu önünde Türkiye lehine yaptığı konuşma Fransız Hükümeti’nin D. Mitterand’ın resmi bir sıfatı olmadığı yolundaki açıklamalarını örnek vererek, basını “dış politika konularında” daha sorumlu davranmaya çağırıyor. Daha da ileri giderek Bay Sirmen, devlet kurtarıcılığını amaç edinen Osmanlı aydını, izleyicileri gibi “devlet politikası”nın nasıl oluşturulması gerektiği konusunda da ilgili herkese öğütler veriyor.
Eğer yukarıdaki sözler bir Tercüman ya da benzeri bir gazetenin yazarına ait olsa “hadi be!” der geçerdik. Ama Sayın Sirmen, kendisi aydın bir demokrat olmakla övünen, üstelik ilerici kamuoyunca da öyle bilinen bir yazar. Bu da bizi, bu konuda bazı şeyleri söylemeye zorluyor.
Her şeyden önce şu unutulmamalıdır. Aydın olmanın kıstası, sanat edebiyat, politika gibi konularda “yetkin” yazılar yazmak değildir. Bugün Bay Sirmen’in sürdürücüsü olduğu için övündüğünü sandığımız 18. yy. aydınlanmacıları (ki, aydın sözcüğü de onlara izafeten kullanılıyor), bu tür konularda yazdıkları için değil, yazdıkları her konuda feodal değerleri, yerleşik otoriteleri, toprak düzenini, engizisyonu vb. vb. eleştirerek toplum yaşayışını sarstıkları için, aydınlanmacı ve aydın olma payesini hak ettiler. Eğer onlar, krallığa baş kaldıran ulusları krala boyun eğmeye yöneltseler, düzeni eleştirmeye kalkanları “aman ileri gitmeyin”lerle yatıştırmaya çalışsalar, kralın komşu devletlerle olan ilişkilerinde, bu dış politikadır öyleyse hepimiz sorumlu davranıp kralın arkasında kuyruğa girelim deselerdi, ne onlar aydın diye, ne de açtıkları çığır aydınlanma diye adlandırılmaya hak kazanırdı. Burada Bay Sirmen “Ben de, krallığın değerlerine, engizisyona, dini doğmalara vb. karşıyım” diyebilir. Herhalde öyledir, ama bugünün o günle aradan iki yüz elli yıl geçmiş olmak gibi farkı vardır ve bugün bunlar aydın olmak için hiç de yeterli olamaz. Bugün aydın ya da demokrat olmanın koşulu bugünkü yerleşik değerlere karşı çıkmak, zorbalığın devletten gelenine de, “bu dış politika, bu ulusal sorundur” demeden, en önemlisi de kendi ulusun için layık görmediğini hiçbir ulus için layık görmeden doğru bildiğini savunabilmektir.  Eğer Fransa Basklar’ın kendi kaderlerini tayin hakkını çiğniyorsa, Fransa ile Türkiye’nin ilişkileri bozulur mu demeden Basklar’ı destekleyen tavır almadan aydın olunamaz. Bayan Mitterand’ın hatırı için bile buna göz yumulamaz. Bu gereklidir, ama acaba yeterli midir? Elbette değildir. Aynı tutumu kendi hükümeti için atamıyorsan henüz 20. yy aydını olma payesine erişemezsin. Burada Bay Sirmen, “Ben Kürtlerin haklarının çiğnendiğini aynı yazı içinde yazmadım mı?” diye itiraz edebilir. Evet, Kürtlerle ilgili bazı şeyler söylüyor: “Evet, ülkemizde bazı insan hakları sorunları olduğu, ekonomik güçlüklerin bunları zaman zaman daha da keskinleştirdiği ve herkesin ana dilini kullanması karşısındaki tepkilerin, insan hakları açısından kabul edilir bir durum olmadığı açık seçik ortadadır.” diyor Sayın Sirmen. Ama Sayın Sirmen’e şöyle bir soru yöneltelim. 1920-1921 yıllarında, bir Yunanlı, bir Fransız ya da İngiliz kalksa da “Türkiye’de bazı insan hakları sorunları var, ekonomik durumları da çok kötü, bizim yönetimimiz adamların kendi dillerini konuşmasına bile engel olmaya çalışıyor, bunlar insan hakları açısından kabul edilemez bir durumdur” dese, Bay Sirmen bu kişileri bir aydın, bir demokrat olarak kabul eder miydi? Hatta Amerikan ya da İngiliz mandasını destekleyen bir Amerikalı ya da İngiliz’e (1920’lerde) aydın diyebilir miydik? Öyleyse, Kürt sorunun bir ana dil sorununa, ekonomik güçlükler ve bazı insan haklarına indirgeyen, üstelik de devletin dış politika sorunlarına ve tabii ulusal sorunlara, bir eski diplomat edasıyla yaklaşan birisi nasıl aydın, nasıl demokrat olacaktır?
Bu da “Demokrat”:
“Vatandaşlar arasında ayrılık yaratacak politika izlemeyi kabul etmiyorum… bölge esasına göre, mezhep esasına göre, ana, dil esasına göre ayrılık, fikirlerini destekleyip parti içinde ya da ülkenin iç politikasında başarı sağlanmaya çalışılmasını kabul etmiyorum. Bu yolu reddediyorum.
“Türkiye Cumhuriyetinin resmi dili Türkçedir. Eğitim Türkçedir ve Türkçe ile yapılmalıdır. Ama ana dile kimse yasaya göre karar veremez. Doğduğu zaman annesinden, babasından ana dilini öğrenir. Bu onun hakkıdır. Bunu istediği zaman kullanabilir.”
Hayır! Yukarıdaki sözler, ANAP ya da DYP’nin önde gelenlerinden birisine ait değil.
Evet! Yine yanıldınız! Yukarıdaki sözler, yıllarca şovenizmin, ırkçılığın sözcülüğünü yaptıktan sonra son anda “demokrasi” trenine atlayan sonradan dönme bir eski faşiste de ait değil.
Bu, sözler, ülkemizin “en demokratik” hatta “sosyal demokratik” partisi SHP’nin, aydın ve demokrat çevrelerimizin hümanizmin ve demokratlığın simgesi olduğunda hem fikir oldukları, Genel Başkanı E. İnönü’ye ait. Paris’te, Danielle Mitterand’ın “himayelerinde” toplanan Kürt Konferansına katıldıkları için 7 Kürt milletvekilinin Parti’den atılmaları nedeniyle ortaya çıkan bunalımı bastırmak amacıyla 24 Kasım 1989’da yaptığı konuşmadan alınmış sözler.
Doğrusu, SHP bugüne kadar öylesine “demokratik” bir parti performansı sergiledi ki, Genel Başkanı da tam ona layık! Ulusal sorun ve resmi dil konusunda söyledikleriyle, Ortadoğu ve Balkanlarda ancak Jivkov’la yarışabilir. Belki, “ana dili kimse yasaya göre karar veremez” derken, Jivkov’dan biraz geri kalıyor gibidir, eh bu kadar kusura da SHP katlanmalıdır.
Sayın İnönü, “bölge; mezhep, ana dil esasına göre ayrılık”a karşı olduğunu söylüyor ve birden bire yığınların gözünde halkın çıkarlarını savunan bir emekçi dosta olarak görünüyor. Sanki ortada tartışılan bir ulusal sorun yokmuş, SHP’deki bunalım da bundan çıkmamış ve Sayın İnönü bu nedenle konuşmuyormuş gibi. O; soyutta halk yığınları arasına ayrılık sokulduğunu ve buna karşı olduğunu söylüyor. Oysa ortada herkesin bildiği bir sorun var ve artık o sorun da, anadili kullanıp kullanmama, insan hakları “gibi ne idüğü belirsiz bir kavram ya da bölücülük vb. arkasına saklanamayacak kadar açık. Ve gerçekte de Sayın İnönü, demokrat çevrelerimizin onu göstermek istediği gibi değil de, gerçek bir sosyal-demokrat partinin (tarihsel misyonu neyse öyle) başkanı gibi, “duygusal tepkileri anlıyorum, ama devletin temel niteliklerine aykırı davranış hüsran getirir.” diyerek, sadece politik bir tutum sergilemekle kalmıyor sopanın ucundan da tutuyor. Böylece, burjuva hümanizmasının ve demokratlığının kimler için ve nereye kadar olduğu bir kez daha görülüyor. Sadece bir konferansa katıldı diye milletvekilleri yıldırım hızıyla partiden kovuluyor, “hiç bir oy kaygısı gözetilmeksizin açıkça şovenizmin saflarında yer alınıyor ve atadan kalma bir “devlet partisi olarak” yer alması gereken saflara katılmıyor. Elveda özgürlük! Elveda demokrasi! Ve de, Elveda hümanizma! Sen nelere kadirsin sınıf çıkarı!
Ve bir “diktatör”
“Leninizm… beyazı siyahtan, Avrupalıyı Asyalıdan, emperyalizmin “uygar” kölesini “uygar olmayan” kölesinden ayıran duvarı yıkmış ve böylece ulusal sorunu, sömürgeler sorununa bağlamıştır.
“Leninizm, ulusların kendi kaderlerini tayin kavramını, bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halklarının egemen devletten tamamıyla ayrılma hakkı, ulusların bağımsız devlet olarak yaşama hakkı biçiminde yorumlayarak, bu kavramı genişletti.
“Egemen ulusların proletaryasının, ezilen ve bağımlı halkların ulusal kurtuluş hareketini bütün azmi ile ve etkin olarak destekleme zorunluluğu (vardır.)”
Evet! Tahmin edileceği gibi, yukarıdaki sözler ne bir “demokrat”a ne de bir “aydın’a ait. Ama İnönü, Sirmen ve günümüzün pek çok “aydın” ve “demokrat”ın ağızlarını açtıklarında “despot, diktatör”, gibi bildikleri bütün kötü sözcükleri sıraladıkları J. V. STALİN’e ait. Ne gariptir ki, “demokrat”lıklarına toz kondurmayanlar, bütün baskı, terör ve zorbalığın kaynağı devletin çıkarlarını koruyor, bir halkın ulusal kimliğini yok sayıyor, “bağımsızlık” “özgürlük” gibi konularda tam bir iki yüzlülükle ezen ulus şovenizminin bayraktarlığını yapıyor; ama onların diktatör dedikleri, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ana dil, kültür vb. özgürlüğü ötesinde kendi devletini kurma hakkına kadar uzatıyor. Bunu sadece sözde de söylemekte kalmıyor, yaşamı boyunca da bunu uyguluyor. Ama bir konu da tam da bizim “demokratlardın tırnak içinden kurtulup demokrat oldukları konuda bir diktatör olarak davranıyor: burjuvaziye, emperyalizmin ajanlarına, toprak beylerine ve her türden gericiye karşı.
Elbette, bu ne bir paradoks, nede tarihin cilvesidir. Sadece, demokrasi ya da diktatörlüğün -bizim aydınlarımızın iddialarının tersine- sınıfsal olduğundandır. Bu yüzden de kaçınılmaz olarak burjuvazi ve gericilik için demokrasi, emekçilere ve ezilen halklara karşı diktatörlük. Tersi de doğru: emekçiler için demokrasi, ezilen halklardan yana olmak, burjuvaziye ve gericiliğe karşı diktatörlük, ezen ulus şovenizmine karşı savaş anlamına gelir. Çünkü tarihte, “aydınlarımız ve demokratlarımızın iddia ettiği biçimde herkese demokrasi hiç olmadı, olmayacak da. Oldu, oluyor ya da olacak diyenler, burjuvazinin ve gericiliğin savunucusu ikiyüzlülerdir.

Aralık 1989

Leninizm mi Gorbaçovculuk ya da Trotskizm mi?

Zafer çığlıklarından geçilmiyor. Dünya burjuvazisi, gericilik, emperyalistler, onların soldaki uzantıları çığlık çığlığa. Haksız da sayılmazlar. Dünya onlardan yana dönüyor görünüyor. Geriye, tersine doğru dönüyor görünüyor. 30-35 yıllık bir süreç bu. Stalin sonrası süreç. Geriye bir dönüş var. Bir kısmı süreci daha yakın zamanlardan da başlatsa, devrimci olanların genel olarak üzerinde anlaştıkları bir gerileme yaşanıyor.
Leninizm mi geçersizleşti? “Aşılması” mı gerekiyor? H. Kutlu ve TBKP’si bu görüşte. Yeni sosyal demokratlar, sahte “birlikçilerimiz, açıktan yazıp söylemiyor, ama böyle düşünüyorlar. Aybar, Aren gibileri zaten bu düşüncedeydiler. Trotskistler, Trotsky zaten bu düşüncedeydi. Onlar. O, zaten Leninizm’i 1917 öncesi ve sonrası Leninizm’i olarak ikiye bölüyor, “gerçek” ve “geçerli” Leninizm’i Trostky’nin Bolşeviklere iltihakı sonrası başlatıyor, bazen açık bazen üstü kapalı olarak Leninizm yerine trotskizmi ikame ediyorlardı. Aslında onlar için sorun, “aşma” sorunu da değildi; bir “tamamlama” “Bolşeviklerin karşı-devrimci yanları”nı (Trotsky, 1905) giderip “düzeltme” ve ikame sorunuydu. Onlar, Lenin’i çoktan aşmışlardı. Trotsky, Lenin’i henüz O   yaşarken, 1905’lerden beri, Ağustos Bloğu zamanlarında, emperyalist savaş karşısında Kautsky, Martov ve benzerlerinden kopmaz ve Lenin’in örgütlediği, emperyalist savaşa sonuna kadar ve tutarlı bir şekilde karşı çıkan sol enternasyonalistlerin grubu olan Zimmerwald Solu karşısında yer alırken, o “sol” söylemli “sürekli devrim” teorisiyle 1905’ten beri ve Nisan Tezleri karşısında “Yaşasın işçi hükümeti” sloganıyla ayak direrken, Brest günlerinde, NEP sorununda “aşıyordu”. O, hiç bir zaman Leninist olmamış, yalnızca bir dönem Lenin’le uzlaşmıştı. Leninizm’i öteden beri “aşan” ya da “aşmaya” yeni yönelen daha pek çok kişi ve akım vardı ve var. Bugün bunların başını Gorbaçov çekiyor. Ve O’nun en büyük destekçi ve oyun arkadaşlarından biri trotskistler.
Geçen sayımızda Yeni Çözüm ile ortak bir görüşümüz olarak belirtildi, öteden beri yazıp söylüyoruz: geçersizleşen Leninizm değil, revizyonizmdir.
Ancak bir gerileme yaşandığı açık. Düz bir gelişme seyri İzlemeyen sosyalizm geçici bir düşme eğrisi çiziyor. Eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu bu geçici gerilemenin temel faktörü. Ve bu geçici gerileme bugün kritik bîr noktada. Burjuvazi, emperyalistler ve revizyonizm şaha kalkmış durumda. Revizyonizm pervasız, ne kızıl yıldız ve bayrak ne de orak çekiç bırakıyor. Ne partinin önder ve yönetici rolü ne Sovyetler. “Sosyalizm”. “çoğulcu ve parlamenter” oldu şimdilerde. Başa anti-komünist ve dinci, milliyetçi hükümetler geçiyor. Ve tüm bunlar zafer çığlıklarıyla gerçekleştiriliyor. Revizyonistlerin, revizyonist ülkelerde gemi azıya alan gericiliğin ve destek veren emperyalistlerin çığlıklarıyla. Çığlık üstüne çığlık atan birileri daha var: Trotskistler. Eski bir hesaplaşmanın kanını güdüyorlar, intikam peşindeler. Günü geldiğini düşünüyor, başlarını doğrultuyorlar. Hesap sormaya soyundular, kibirle dolaşıyorlar, başlarını doğrultuyorlar. Kibirle dolaşıyorlar ortalıkta, nasılsa herkes Stalin’e küfrediyor. Kendilerini güçlü hissediyorlar, ağızlarını her açışlarında Stalin’e, Leninizm’e küfür çıkıyor, Stalin ve Stalin’i savunanları, Leninistleri aşağılama tutumundalar. Ne burjuvaziyi, emperyalistleri ne revizyonistleri gözleri görüyor, varsa yoksa Stalin, yalnız ve yalnızca O’na saldırıyorlar, kinle her kötülükten Stalin’i sorumlu tutuyorlar. Biliyor ama bilmezlikten geliyorlar: Marksistler böylelerini çok gördü ve çok daha zor günler yaşadılar, çok daha zor günlere de hazırlar. Birinci emperyalist savaş öncesi Marksistler her ülkede birer birer sayılabiliyor, parmak hesabına vurulabiliyorlardı. Neredeyse tüm bir sol, tüm eski sosyalistler, bütün bir Enternasyonal ihanet etmişti. Ama yine kazanamadılar. Bugün durum bundan kötü değil.
Gerileme süreci kritik bir noktada dedik. Kritikliğin iki başlıca etkeni görülüyor. Birincisi, revizyonizm işlevsizleşiyor ve yerini sosyal demokrat, liberal görümleriyle doğrudan burjuvaziye bırakıyor, Macaristan ve Polonya bu süreçte, diğerleri sırada. İkincisi, tüm zafer çığlıkları, mezarlıktan geçerken çalınan ıslıklara benziyor. Çığlıkları atanların gözlerinde korku okunuyor, şüpheyle, ürkeklikle salınıyorlar. Yaşanmış bir deney var çünkü yaşanmamış sayılamıyor. Bilenler biliyor: Gelecekten kaçılamaz. Akıntıya kürek çekmenin bilinci ya da sezisiyle şüphe ve korkuyla davranıyorlar. Zafer çığlıkları atıyorlar ama koflukları gizlenemiyor.
Bu ikincisi trotskistler açısından da geçerli. Momenti yakalamaya çalışıyorlar, elverişli bir fırsat karşısında olduklarını görüyorlar, kaçırmak istemiyorlar. Yüklendikçe yükleniyorlar. Kime, nereye? Stalin’e, Leninizm’e, sosyalizme, “Sürekli devrimleri, teslimiyetçi “tek ülkede sosyalizm” retleri, önderliksiz, çok partili, kendiliğindenci ve “işçi devlet”li “sosyalizm”leri için bulunmaz bir fırsat bugünkü geçici gerileme. Görülmüş bir hesabın öcü peşinde kinlerini kusuyorlar. Moskova Mahkemeleri üzerine kampanyalar düzenliyor, itibar iadesi istiyorlar. Genel bir ideolojik saldırı içindeler. Söylendi, güçlü hissediyorlar; eskiden söylemeye cesaret edemediklerini bugün fazlasıyla söylüyorlar.
Gorbaçov’la birlikte yaşayanların, revizyonist ülkelerin ölümcül çıkmazının trotskistleri şöyle ya da böyle dirilttiği, tüm gericiliğe olduğu gibi onlara da güç verdiği görülüyor. “Biz demiştik” konumuna oturmaya çalışarak sosyalizmden umut kesenleri, revizyonizmin çıkmazından olumsuz etkilenenleri kendilerine çekmeyi umuyorlar. Gorbaçov’un liberal merkezkaç yönelimli, özelci, bireyci, kolektivizm karşıtı “anti-bürokrat” modasının “bürokrat işçi devleti” ve “bürokratik yozlaşma” teorilerini doğrulayıp güçlendirdiğini düşünüyorlar. Sosyalizmden umut kesen liberal demokratları etkileyerek güçleniyorlar da. Böyle güçlenme dostlardan uzak olsun ama bir türden güçleniyorlar. Ve ilhak, görülmemiş yoğunluktaki Stalin saldırıları, bu saldırının ilk ve asıl sahiplerin güçlendirmezlik etmiyor. Güçlenmenin niteliği, sınıf temeli bir yana, güç kazandıkları teslim edilmeli.
Türkiye’ye bakalım. Tüm güçten ve çaptan düşmüşler, bunların gerçekleştirmeye çalıştıkları sahte “birlik”, gıdasını en başta trotskizmden alıyor. Birlik toplantılarında başköşede Trotsky oturuyor. Yönlendirici O. Oluşturulmaya çalışılan ise, yeni bir Ağustos Blok’u. Yasa dişi parti karşıtlığıyla, katılanların tutum ve yönelimleriyle, Trotsky’den esinlenişiyle bir yeni Ağustos Bloğu, onun gibi çoğulculuğu ve birden fazla Marksizm yorumunu öngörüyor. Otzovistler, ultimatomcular, Bogdanovcular ve benzerlerinden oluşan Vperyod grubu Glosçular,  Bundcular,  Trostky’nin Pravda’sı ve çeşitli Menşevik grupların oluşturduğu Bloktan farklı mı? TBKP’si , TSİP’i, Kurtuluş’u ve Trotsky benzeri ünlü aydınlarıyla bizim “birlikçi” bloğumuz? Yeni Ağustos Bloğu’nun ideolojik gıdası başlıca iki kaynaktan geliyor: Gorbaçov ve Trotsky. Ortak tezler ise başlıca şunlar: “işçi” demokrasisi, yani ideolojik-politik çoğulculuk, kanatlı-hizipli çok parti, partinin araçlık ve yöneticilik etmediği çoğulcu bir “sosyalizm”, “glasnost”, sosyal demokratlarla birlik ve -trotskistler yerlerinden zıplamasınlar, göstereceğiz- dünya ekonomisinin parçası olmak, kapitalizme entegrasyon. (1992’de Trotsky, Rusya’da sanayi işletmelerinin ve tröstlerin devlet mülkiyetinin, bu arada ana sermayelerinin kredi almak için özel kapitalistlere rehin konulmasını teklif etti. Bu kuşkusuz, Sovyet işletmelerinin emperyalistlerin eline geçmesinin önkoşulu ve temeli olurdu. Ama merkez komitesi bunu reddetti, Trotsky vazgeçmek istemeyip direndi, sonra direnişten vazgeçti ve bu yanlışı unutulup gitti. Bu önerisiyle, açık ki O, eski sosyalist ülkelerin tümünde devlet mülkiyetindeki işletmelerin yabancı emperyalist sermayeye peşkeş çekmesi tutumuyla birleşiyor, bu tutumu önceliyordu. Doğal değil mi? Tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağı yoksa ya iktidarı terk edeceksin ya da emperyalistlerle uzlaşma ve işbirlikleri geliştirerek, onarla bütünleşerek, göstereceğimiz gibi, Trotsky’nin öngörüsüyle yozlaşarak, “yozlaşmış bir işçi devleti” solarak “yaşamayı” deneyeceksin. Siz bakmayın Trotsky’nin başkalarını yozlaşmayla, “yozlaşmış işçi devleti”ne yol açmakla suçlamasını, O fırsatını bulamadı, eğer bulsaydı, Kruşçev ve Gorbaçov’dan çok önce proletarya diktatörlüğünü satıp sosyalizmi hızla yozlaştıracak, kapitalist restorasyonu, daha sosyalizmin gelişmesinin ilk dönemlerinde gerek/estirecekti.) Bloğumuzun bir diğer teorik temeli, katılanlardan bir iki grup dışta tutulursa, “aşamalar”ın reddi, yani ‘sürekli devrim’dir. (Gorbaçov ve dolaysız Gorbaçovcular, farklı noktadalar, onlar aşamanın da aşamasını savunuyorlar, ama yine de birlik halindeler; çünkü trotskistlerin “sürekli devrim” vurguları sözdedir ve yalnızca Stalin karşıtlığının bir öğesi olarak önem kazanmakta, bir başka Stalin karşıtıyla, örneğin TBKP ile birleşmede engel teşkil etmemektedir.)
Bizatihi bu blok Türkiye’de trotskizmin güç kazandığının bir belirtisidir. Bu blokta yalnızca açık trotskistler bulunmuyor, onlarla derinlemesine bir görüş birliği içinde olan örneğin Kurtuluş ve E. Kürkçü de sayılırsa trotskistler 7 kişilik “Hazırlık Kurulu”nda çoğunluğu ellerinde tutuyorlar. Ancak öyle görünüyor ki, bu blok da, tıpkı Ağustos bloğu gibi, bir “Hazırlık Kurulu” oluşturmanın ötesine geçemeyecek ve bir Merkez Komitesi ya da “Merkez Yönetim Kurulu” seçemeden dağılacaktır. Fazla iddialı isimleri kapsıyor çünkü ve temeli yapay ve kof. Şimdi bir modaya uyarak birlik halindeler, “birlikçilikleri” sahte ve ne sınıfa dayanıyorlar ne de böyle bir kaygıları var.
Ama bu blok bir şeyi gösteriyor. Stalin ve Leninizm karşıtlığında Trotskistler ve Gorbaçovcular birleşiyorlar. Her ikisinden birden etkilenenler bu birliğin içinde yer alıyorlar. Trotskistlerin Gorbaçov ve Gorbaçovculardan özde bir farklılıkları yoktur, birbirlerini dışlayan bir bir ideolojik ayrılıkları yoktur. Üstelik Trotskistler gericiliği, karşı devrimi, liberalizmi savunmada Gorbaçov’un bile ötesine geçiyor, O’nun gericiliği ve liberalizmiyle yetinmiyorlar. Trotkistlerin birleştiği, 56 Macar karşı devriminin tüm Batı’nın, dünya burjuvazinin hayranlığını ve desteğini kazanmış önderi, liberalizm ve özel mülkiyetçiliğin öncülerinden, geçenlerde partilerini ve kızıl yıldızlarını söküp atan Macar liberallerinde kahraman ilan edilen İmre Nagy ve doğruysa Gorbaçov tarafından bile faşist ilan edilmiş aşırı liberal Boris Yeltsin’dir. “Gelecek çok partili sosyalist demokrasinindir” diyen trotskizmin ve trotskist 4. “Enternasyonalin önderi Ernest Mandel, “işte sosyalizmin gerçek yüzü” diye konuşarak devam ediyor:
“Bu temelsiz bir düş, bir ütopya değildir; bu, tarihin gerçeği ve adaleti yeniden sağlayarak sonuca ulaşma biçimidir. Bu gerçek bugün, Stalin’in bütün suçlarının tek tek açığa çıkarak mahkûm edildiği SB’den kendini açığa vurmuştur. Stalin’in kurbanlarının hepsinin itibarları bugün iade edilmektedir. (…) İki hafta önce Budapeşte sokaklarında, 1956 devriminin komünist başkanı yoldaş İmre Nagy’nin cenazesine 250 bin insan katıldı. Sovyet halkı Moskova mahkemelerinde mahkûm edilenlerin itibarlarının iadesini sağlayana dek (Sovyet halkını tenzih ederiz, itibar iadesini sağlayan Gorbaçov’dur, bunun “bürokratik yozlaşma ve diktatörlük” tezinin sahibi trotskistlerce de böyle olması gerekirdi-ÖD) 50 yıl beklemek zorunda kaldık. Macar halkı İmre Nagy’nin ve tüm 1956 devrimi şehitlerinin itibarlarının iadesini sağlayana dek 30 yıl bekledik. (…) SSCB’de olanlar, Macaristan’da olanlar haklılığımızın büyük bir doğrulanmasıdır. Hareketimiz için büyük bir zaferdir. Moskova duruşmalarını kınarken, Macaristan devrimiyle dayanışırken uzun süre yalnız kaldık. Şimdi milyonlarca insan bu davaya sarılıyor ve onu son zaferine doğru taşıyor.
“Birinciyle ilişkili iki tarihsel zaferi daha kaydetmek gerekir. Bunlardan birincisi şudur: içinde bulunduğumuz dönemde proleter enternasyonalizminin tekrardan canlanıyor oluşudur. (…) Çinli öğrencilerle dayanışma gösterilerinin en büyüklerinden birinin Moskova’da yapılmış olduğunu duymak yüreğimizi ısıtıyor. Bu konuda SBKP’nin disiplinini kamu önünde açıkça çiğneyen Boris Yeltsin’in politik cesaretini kutlamamız gerekir. Yeltsin, bu konuda tarafsız bir gözlemci gibi davranan SB Halk Temsilcileri Kongresi ile üyesi bulunduğu parti Merkez Komitesi’nin bu çizgisine rağmen öğrencileri desteklediğini ilan etmiş ve katilleri kınamıştır. ” (Sınıf Bilinci, s. 4-5)
Trotskist önder Sovyetler ve Macaristan’da olanların yanındadır. Ama buralarda olan nedir? O, kimin yanındadır? Macaristan’da milyonlarca insan hangi davaya sarılıyor? Bizzat bu yandaşlık, trotskizmin her zaman gericilik ve burjuvazinin yanında saf tuttuğunun kanıtıdır. Macaristan’da gericilik ve burjuvazinin yanında saf tuttuğunun kanıtıdır. Macaristan’da sosyalizmden geriye biçimsel ne kalmışsa, terk edildi. Parti resmen sosyal demokratlaştırıldı. Herhangi bir burjuva partisine dönüştürüldü. Adıyla-sanıyla, anayasadan yönetici ve önder rolüne ilişkin madde çıkarılarak, özel mülkiyet yasalaştırılarak, bir parlamento kurularak. Macaristan Avrupa Konseyi’ne katılmak için başvurdu. Söylendi: Avusturya’dan bir farkı kalmıyor O’nun. Ve Mandel bu Macaristan’ın yanında. “Bürokratik işçi devletinin alternatifi burjuva parlamenter demokrasisi olmalı! “Üretenin yönettiği” “işçi demokrasisi” bir burjuva demokrasisi olmalı. “Özgür üreticilerin birliği” ve devletçi olmayan “kolektivizm”, “özyönetim”, hatta bu bile değil, özel mülkiyet sistemi olmalı! Milyonlar davaya sarılıyormuş! Hangi dava? Milyonların sarıldığı davanın nasıl bir dava olduğu önemlidir. Yoksa milyonlar emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda davalara da sarılıyorlar. 1. Emperyalist savaş örneğinde olduğu gibi… Afganistan’da olduğu gibi. Polonya ve Macaristan’da milyonlar, sosyalizm olarak gösterilen devlet kapitalizmi ve revizyonizmden duydukları nefreti kullanan burjuvazinin liberalizm ve özel mülkiyetçilik davasına sarıldırıldılar. Kendi sınıf çıkarlarına değil, yaratılan yanılsama ortamında aldatılarak burjuvazinin sınıf çıkarlarına sarıldılar, tıpkı 56’da yine Macaristan’da olduğu gibi. Ama konumuz bu değildi, yalnızca trotskistlerin kimlerle birleştiklerini ve neyi savunduklarını göstermek istemiştik. Nagy ve Yeltsin doğrusu tam trotskistlere yakışan dostlardır. Ve Sovyetler ve Macaristan’da olanlar, tam trotskistlerin savunmasına layık gelişmelerdir
Önderin politik konumu bu. Ama trotskizme yeni iltihak eden bir eski Maocu durumdan habersiz, yazısı derginin aynı sayısında yayınlandığı için önceden okuma fırsatı bulamadığı anlaşılıyor. Tahminlerinden yola çıkarak, öyle anlaşılıyor, çala-kalem yazmış. Gorbaçov’u eleştiriyor. Mandel milyonların davaya sarıldığından söz ederken, “isterim ki yanılmış olayım” diyerek bir ihtiyat payı koymayı ve Gorbaçov’la birlikte perspektifini dışlamamayı ihmal etmiyor, ama “kitleye dayanmayan bir hareketin bürokratik diktatörlükle biteceği de çok açıktır” diye yazıyor, Muzaffer Bal. Anlaşılmaz iç tutarsızlıklar… Orada zaten bürokratik diktatörlük yok muydu? Yıkılmış mıydı? Gorbaçov’la mı yıkıldı? Yıkılmadıysa, Gorbaçov hareketinin bir yeni bürokratik diktatörlükle sonuçlanması olanaksız olmalı. Herhalde yıkılmış! Peki, kitleye dayanmadan nasıl yıkıldı? Ve eğer Gorbaçov, kendi başına ya da “kitleyle birlikte” yıktıysa o zaman Gorbaçov’u niçin eleştiriyorsun be adam? Üstelik M. Bal Yeitsin’i de eleştiriyor, öyle görünüyor.
“Gorbaçov en büyük özgürlüğü, sosyalizmin karşıtlarına tanımakta, çünkü bugün en büyük destekleyicileri bunlar. (…) Yeltsin-Sakorov gibiler Sovyet özgürlüğünü tatmakta. Sovyet işçisinin Yeltsin’i seçmesi veya diğer reformcuları seçmesi, bizi, Marksistleri şaşırtmıyor (…) Alan Yeltsin veya Yeltsincilerindir” (Sınıf Bilinci, s. 4/5)
Ve M. Bal kafasının karışıklığına bakmadan boyundan büyük işlere kalkışıyor. Ne mi yapıyor? Gorbaçov’la Stalin arasında paralellikler kurmaya kalkıyor. Aynı şeyi, Gorbaçov’un adını vermeden, Stalin dönemi ve bu dönemin son parti Kongresi olan 19. Kongrenin ideolojik-politik tezleriyle Stalin sonrası dönem arasında bir süreklilik olduğunu iddia eden Engin Erdem de SBKP (B) 19. Kongresi üzerine yazısıyla yapmaya çalışıyor.
Önce kısa kısa E. Erdem’in kurduğu paralelliklere değinelim.
19. Kongre raporu, Sovyetler Birliği “tedricen sosyalizmden komünizme geçme yolunda ilerleyişini sürdürmektedir” saptaması dolayısıyla suçlanıyor, aynı saptamanın 20. ve 27. Kongrede de yapıldığı söyleniyor.
Aymazlık bu kadar olur. Bir ülkede sömürücü sınıflar tasfiye edilmiş, sosyalist ekonomi kurulmuş ve gelişiyorsa, “hayır, sosyalizm kurulmadı” demek mi gerekiyor? Ve bir kez sosyalizmin ekonomik temelleri kurulduktan sonra, eğer ülke proletaryanın egemenliğinde kalmaya devam ediyorsa, tek bir şey olanaklıdır: Proletaryanın, köylülükle birlikte kendisini de ortadan kaldırmasına doğru bir gelişme, ekonomide meta üretiminin kalıntılarının ve bölüşümde burjuva hakkı içinde olmak üzere değer yasasının sınırlı da olsa işleyişine olanak tanıyan tüm koşulların “tedricen” tasfiyesine doğru bir gelişme; ekonomik temelde ilerleme ve kültürel gelişmeye bağlı olarak kol ve kafa emeği arasındaki farkın giderilmesi ve yanı sıra yöneten ve yönetilen farklılığın kalkması yönünde gelişme ve bu, adıyla sanıyla ikinci evreye doğru gelişme demektir. Komünizme doğru gelişme. Nesnel durum buysa, bunun saptanmasında bir terslik olmamak gerekir.
Aynı şeyi Kruşçev ve O’ndan sonra gelenlerin söylemesine tek ama önemli bir terslik vardır: Komünizm yönünde ilerlemeden vazgeçilmiştir. Proletarya diktatörlüğünden vazgeçilmiştir. Meta üretiminin ve değer yasasının sınırlanmasından vazgeçilmiştir, tersine bunların önü açılmıştır Nesnel durum farklılaşmıştır. Ve teoride bir fark: 19. Kongre “komünizme tedricen geçiş”ten söz ederken, Kruşçev, “gulaş komünizmi” güldürmecesiyle bir “sıçramalı” gelişimin sözünü ediyordu. Ama fark bu değil, yukarıda söylenendir. Kapitalizmin tüm kalıntılarının tasfiyesi ve sosyalizmin geliştirilmesi yolu tutulduğunda komünizmden başka gidilecek yer yoktur. Kruşçevin tutmadığı ise bu yoldur ve Stalin’le Kruşçev arasında boşuna paralellikler kurulmasına uğraşılmamalıdır. Makina traktör istasyonlarını kamu mülkiyeti kurulmasına uğraşılmamalıdır. Makina traktör istasyonlarını kamu mülkiyeti olmaktan çıkararak kolhozlara devreden, kar amacıyla üretimin yolunu açan liberal reformlara girişen Kruşçevin komünizmden söz açması sahtekârlıktır. Ve gerçekçilikle sahtekârlığın aynılaştırılması o ölçüde sahtekârlıktır.
19. Kongre raporu, barış için mücadele ve barış içinde bir arada yaşamayı savunup mümkün gördüğü için suçlanıyor. Ve 20. ve daha sonraki Kongrelerin lafız olarak benzer tezleri savunması dolayısıyla 19. Kongrenin çizgisi sonrakilerle aynılaştırılıyor.
E. Erdem, laf olsun diye yazıyor. Barış içinde bir arada yaşama politikasının koyucusu Lenin’dir ve bu politikanın savunulmasında bir terslik yoktur, ta ki bu politika doğru sınıf güçleri üzerinde şekillendiriliyor olmaktan çıkmasın. “Sürekli devrim”ci baylarımız istedi diye Lenin maceralara kalkışmamış, değişik toplumsal sistemler altında yaşayan ülkelere savaş açmamıştı. Sosyalist yurtlar ancak varlıklarını tehdit eden durumlarda ve uluslararası proletaryanın çıkarları gerektirdiğinde savaşlara zorunlu kalırlar. Kapitalist ülkelerle barış içinde bir araya yaşıyor olmaktan, bazı durumlarla içleri kan ağlasa da kaçınmazlar, önemli olan, bu politikanın sosyalist ülkeler, uluslararası proletarya ve ezilen halkların güçlü omuzları üzerine kurulması ve yürütülmesidir. Ve ikincisi bu politikanın, enternasyonalizmle, proletarya ve halklara verilen ve verilmesi gerekli destekle çelişme oluşturmaması, bir arada yaşamanın, ideolojik bir arada yaşama ve işbirliğine, ticari işbirliğinin (alış-verişin) sınıf farklılıklarından vazgeçilmesi noktasına vardırılmamasıdır. 20. Kongre’de Kruşçev’in ve daha sonra diğerlerinin yaptıkları ise budur. Kruşçev, barış içinde bir arada yaşamayı savunduğu için değil, başka Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizm önünde “nükleer silahlar sınıf tanımaz, felakete yol açar” teziyle diz çökmesi, sınıfsal pozisyonu terk ederek emperyalizmle işbirliğine yönelmesi, proletarya ve halklara, devrimlere destekten vazgeçmesi nedeniyle revizyonisttir. Stalin barış içinde bir arada yaşama gerekçesiyle Kore’yi desteklemekten uzak durmadı, ama Kruşçev devrimlere karşı olduğunu ilan etti. Ardından gelenler ise, bu politikayı emperyalistlerle dünyanın paylaşılması içeriğiyle uyguladı. Yine temel farklılığa geliyoruz: proletaryanın çıkarları, egemenliği ve sosyalizmden vazgeçildikten sonra barış içinde bir arada yaşama politikası sosyalist içeriğini kaybeder; böyle de olmuştur, insan bir kez yolunu şaşırmasın, Stalin’le, temel özelliği O’na küfür olan Kruşçev’i özdeşleştirmeye çalışmakta sakınca görmez oluyor.
Ve barış içinde yarış… Proletaryanın, sosyalist inşayı ilerleterek, sosyalizmin üstünlükleri aracılığıyla bir örnek ortaya koyması da ne Stalin’e aittir ve ne de yanlış bir tutumdur. Ne söylenmek istendiği bazen anlaşılmaz oluyor. Trotstistlere göre sosyalizmi inşa etmemek gerekiyordu, çünkü bu olanaksızdı, Avrupa’nın yardımını gereksiniyordu, bunlara değineceğiz; ama tüm bunlara karşın, sosyalizmin kapitalizme üstünlükleri, en azından teorik olarak varsayılmamak mı gerekiyor? Ya da bu üstünlük bir askeri üstünlük mü, savaşla mı ortaya konması gerekiyor? Hangi mantıkla “sosyalist iktisat sisteminin kapitalizmle barışçıl rekabet içinde her geçen yılda gözle görülürcesine kapitalist sisteme üstünlüğünü kanıtlayacağı” tezi eleştiriliyor? Marksist Leninistlerin “barış içinde yarış” politikasına yönelik eleştirileri, bunun, emperyalistler ve dünya burjuvazisiyle tek “mücadele” tarzı olarak anlaşılması ve her şeyin “barışla peşkeş çekilmesi noktasındadır. Her şeyin, devrimlerin, proletaryanın uluslararası çıkarlarının, dünya halklarının “barış”a peşkeş çekilmesi noktasında, burjuvazi ve emperyalistlerle farklılığın salt ekonomik üstünlük kanıtlanmasına indirgenerek ideolojik-politik zıtlıklardan vazgeçilmesi, bu alanlarda onlara boyun eğilmesi eleştirmelidir, eleştirilmiştir. Yoksa eleştirinin sosyalizmin kapitalizme ekonomik alandaki üstünlüğünün ve bunun pratik olarak da kanıtlanarak dünya proletaryası ve halklarına bir örnek sunulmasının eleştirisine vardırılması anlamsızdır. Trotskistler burada da temel farklılığı, proletarya ve onun çıkarlarını, sosyalizmi savunup savunmamayı es geçiyorlar. Ve iş gülmeceye dönüşüyor: Stalin ile Kruşçev benzerdirler! Buna kimi inandırabilirsiniz? Gülünç olmayın!
Tek ülkede sosyalizmin zaferi konusuna ileride değineceğiz.
M. Bal’ı da unutmayalım. M. Bal boyundan büyük laflar etmeyi aklına koymuş, çam üstüne çam deviriyor:
“Gorbaçov’un elindeki bayrak ne renk olursa olsun sonuç olarak Stalin’in bayrağı (…) Yalnızca Gorbaçov, Stalin’in bayrağı fazlaca kanlı olduğundan, rengini boyayarak yine Stalin’in bayrağı ile Stalin’e savaş açmakta.” Ve “Gorbaçov’un bayrağı, kapitalizmin bayrağıdır.” Bu, haddini bilmezliktir. Evet, Gorbaçov, kapitalizmin bayrağını taşıyor, kapitalisttir; ama Stalin’e Trotsky bile kapitalist demedi. “Bürokrat” falan filan ama Trotsky Stalin’e kapitalist suçlamasını yöneltmemişti.
“Fazla kanlı” imiş Stalin’in bayrağı. Evet, onun üzerindeki proletaryanın kanıydı. Stalin’in bayrağı kızıllığını, proletaryanın sosyalizm uğruna döktüğü kandan alıyordu. Bal’ın kastettiği “kan” bu değil tabii. O, Stalin’in döktüğü kanı kastediyordu. Evet ama dökülen kimin kanıydı? Burjuvaların, aristokrasi kalıntılarının, onların savunucularının bir de Nazi Saldırganlarının değil mi?
Ve Bal, Stalin’le Gorbaçov arasında paralellikler kurmaya girişiyor; “sosyalist demokrasi” dışında hemen tüm konularda, enternasyonalizme bakışta, kol emeğinin ezdirilmesinde, devletin güçlendirilmesinde, bilginin azınlıkta toplanmasında vs. Stalin’le Gorbaçov aynı şeyleri düşünüyorlarmış ve benzer şeyler yapmışlar. Deli saçması!
Bir proleter savaşçı, sanayi ve tarımda kolektivizasyonun uygulayıcısı, sosyalist dönüşümlerin ve inşanın önderi, Avrupa ve Asya’da tüm devrimlerin destekleyicisi, anti-faşist savaşta dünya halklarının en büyük yardımcısı, sosyalist anayurdun yılmaz savunucusu, emperyalistler ve dünya burjuvazisiyle tek bir “kötü uzlaşması” gösterilemeyecek büyük bir Marksist’le iflah olmaz bir revizyonist, aşırı bir liberal, özel mülkiyetçi, sosyalizm yıkıcısı, kapitalizmle bütünleşme ve Ortak Avrupa Evi savunucusu, proletarya ile tek ilgisi ona düşmanlık olan Gorbaçov’u aynılaştırmaya ağzı bozmadan söyleyecek laf bulmak olanaksız. Öyleyse, söylemeyelim!
Gorbaçov da Stalin de işçi sınıfının hem üreten hem yönetim güç olması ilkesini reddediyorlarmış! Gorbaçov’u bir yana bırakalım. Onun sınıfla ilişkisi üzerine bu dergide çok yazıldı. O, sınıf üzerinde diktatörlük uygulamaktadır, revizyonist bir burjuva diktatörlüğü sisteminin başındadır, Stalin ise, bir “işçi devleti”nde, sosyalist bir ülkede, ama işçi sınıfının egemen sınıf ve yöneten olmadığı bir ülkede bir diktatör, “bürokratik kastın başı”, öyle mi? Uzun tartışma, ama yine de söylenmeli: nasıl sosyalizm ve nasıl bir diktatörlük bu? Teorik olarak konuşulduğunda, sosyalist bir ülke ancak eğer proletarya egemen sınıf olarak örgütlüyse ve yönetici güçse olanaklıdır. Hem parti yozlaşmış ve “işçi devletini” yozlaştırmış olacak ve hem de ülke hala sosyalist kalacak, bu ancak kısa bir dönüşüm dönemi için geçerlidir. Ancak trotskizme göre süreklilik kazanıyor! “Bürokratik kast”ın yönetimine rağmen ülke sosyalist olarak kalmaya devam ediyor. Sosyalist bir “bürokratik kast” mı bu? Sosyalistse “bürokratik kasriığ ve eğer “bürokratik kast” ise sosyalistliği geçersizdir. Burada giderilemez bir paradoks ortaya çıkıyor. Ama eğer Bal’ın dolaylı olarak söylediği gibi Stalin’in bayrağı Gorbaçov’unki gibi kapitalistse, nasıl oluyor da kapitalist bir yönetim altında ülke sosyalist ve devlet “işçi devleti” olarak kalabiliyor? İç tutarsızlık: proletarya yönetici sınıf değil ama ülke sosyalist. Ve bu teorik kavrayış trotskistleri liberal yönetimli Macaristan’ı sosyalist olarak selamlamaya götürüyor. Ne denir isteyen liberalizmi, kapitalizmi savunmakta özgürdür. Ama bu işe Stalin’i karıştırmayın. Stalin, bal gibi egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın önderiydi. ‘Siz ondan herkes için demokrasi istediniz, tanıyamazdı, kabullenemezdi, çünkü Marksist’ti. Hizip özgürlüğünüzü kabullenmedi, ayrı parti kurmanızı kabullenmedi, yıkıcılığınızı, Avrupa’da devrim bekleyen edilgen ve teslimiyetçi beklemeciliğinizi, Nazi’lerle bile sosyalist Anayurda karşı işbirliği içine girmenizi kabullenemezdi, ihaneti kabullenemezdi ve siz O’na “diktatör” dediniz. Evet o bir diktatörlüğün uygulayıcıyıydı, burjuvazi ve uzantıları üzerinde bir diktatörlüğün, proletarya diktatörlüğünün uygulayıcısı. Proletarya diktatörlüğüne tahammül edemediniz, işçi sınıfının yönetici güç oluşuna katlanamadınız. Şimdi de “işçi sınıfının yönetici güç olması ilkesinin sözünü ediyorsunuz. Ağzınıza hiç yakışmıyor bu!
Stalin’e niçin kızıyorsunuz? Yolunuzu kesti diye. Ama sizin yolunuzu kesen Stalin değil ki, Lenin’di, o, 17’ye dek ayrı durduğunuz, sürekli polemik halinde olduğunuz (doğal ki, müridi olduğunuz Trotsky’yi kastediyoruz), kendisine ve partisine karşı komplolar düzenleyip bloklar kurduğunuz Lenin, bunu göstereceğiz, ve Stalin yalnızca Lenin’in yolundan yürüyerek O’nun tutumunu sürdürdü. Trotsky’nin temel teorik tezleri olan “sürekli devrim” ve “tek ülkede sosyalizmin zaferinin olanaksızlığı” Lenin’e karşı ileri sürülmüş ve Lenin tarafından eleştirilmişti. Özellikle tek ülkede sosyalizmin inşasına girişildiğinde, bu sorunla ilgili çatışma Stalin ile Trotsky arasında çıktı, çünkü Lenin yaşamıyordu. Ve teorik tartışmanın ötesinde pratik bir sorun haline gelen sosyalizmin tek ülkede inşası tartışması sert ve çatışmalı oldu. Çünkü sadece laf edilen dönem geride kalmış, sorun pratik yakıcılığı içinde ortaya çıkmıştı.
“Sürekli Devrim” teorisine ilişkin
Aralık 1926’da Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun 7. Genişletilmiş Plenumunda Trotsky “Lenin’in 1917 Mart-Nisan politikasını önceden tamamladığını” ileri sürmüştü. Yani o Lenin’i öncelemiş. Ne ile? “Sürekli devrim” teorisi ile. Ukalalık, değil mi? Trotsky çok kendini beğenmiş birisidir, ama bazen böyle kantarın topuzunu kaçırdığı da olur. Lenin, ölümden sonra böyle bir iddiayla karşılaşacağını tahmin ettiğinden değil her halde, ama ileri sürdüğü tezlerin daha o zamandan maceracı bir yaklaşımla yorumlanmasını önlemek istediğinden, onları özellikle Trotsky’nin “sürekli devrim”ci tezlerinden ayırmak gereğini duymuştu:
“Köylülüğün burjuvaziyle anlaştığı şu anda bu gelecek aşama imkânı yüzünden ödevini unutan bir Marksist, bir küçük burjuva durumuna düşer ve proletaryaya, küçük burjuvaziye güven telkin etmiş olur. Köylünün artık burjuvazinin yedeği olmayacağı, sosyalist devrimcilerin (…) artık burjuva hükümetinin bir uzantısı olmayacakları şairane, güler yüzlü, hoş bir gelecek ‘imkânı’, bu güleç gelecek ‘imkânı’ köylünün hala burjuvazinin peşine takılı bulunduğu, sosyalist-devrimcilerin ve sosyal demokratların burjuva hükümetinin bir eki, bir uzantısı ve ‘Majesteleri’ Lvov’un muhalefeti olma rolünde kaldıkları bugünkü kederli günü ona unutturacaktır.
“(…)
“Tamamlanmamış, -ve henüz köylü hareketini sonuçlandırmamış- burjuva demokratik devrim ‘üzerinden sosyalist devrime atlamak’ arzusuyla, bu sübjektivizme düşmek tehlikesini göze almayalım.
“Eğer, ‘Çar yok, işçi hükümeti var’ deseydim, böyle bir tehlikeyle karşı karşıya bulunurdum. Ama böyle demedim, başka şey dedim. Rusya’da işçilerin, tarım ücretlilerinin, askerlerin ve köylülerin vekillerinin Sovyetlerinden başka (burjuva hükümeti müstesna ” hükümet olamayacağını söyledim.” (Lenin, Nisan Tezleri, s. 24-25)
Bu “Çar yok işçi hükümeti var” diyen kimdi? Demokratik devrimin tamamlanmamışlığını ve köylü hareketinin devrimci olanaklarını tüketmemişliğini hiç dikkate almadan Çarlığın karşısına işçileri tecrit edilmiş durumda koymaya kalkışan bu “işçici” teorinin sahibi kimdi? Ve Lenin “tamamlanmamış” burjuva demokratik devrim üzerinden sosyalist devrime atlama sübjektivizmi tehlikesine karşı uyarıda bulunurken kimi kastediyordu? Nisan tezlerini “‘tamamladığı” iddiasında olan Trotsky’yi tabii.
Trotskistler “sürekli devrim” muhalifi olarak Stalin’i kuşkusuz eleştirebilirler, ama öncelikle Lenin’i eleştirmeye cesaret etmelidirler. Demokratik devrimle sosyalist devrimin iki ayrı aşama oluşturduğuna ilişkin koca eseriyle, yalnızca “İki Taktik”i ile bile Lenin’e karşı çıkmadan, “tüm köylülükle birlikte demokrasi için ve yoksul köylülükle birlikte sosyalizm için mücadele” diyen Lenin dururken, yalnızca O’nun takipçisi olan Stalin’e karşı çıkmakla yetinmek ikna edici olur mu?
Kuşku yok ki, demokratik ve sosyalist devrimler, dünya çapında, kapitalist gelişmeye bağlı olarak, proletarya önderliğinin koşulları doğduğunda birbirinden uzun dönemlerle ayrılmaz oldu; iki devrim, proletarya önderliğinde kesintisiz bir karakter kazandı (bu önceden ancak bazı gelişmeler ülkelerde, örneğin Almanya’da olanaklıydı ve-Marks ve Engels tarafından Almanya için önerilmişti; emperyalizm döneminde dünya çapında geçerli hale geldi); artık burjuvazi önderliğinde bir demokratik devrim ve bir burjuva diktatörlüğü ve sonra ona karşı mücadele, sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü biçiminde iki birbirinden kopuk ve kesintili süreç hiçbir şekilde gerekli olmuyordu; proletarya önderliği iki devrimi birbirine bağlayarak aşamalı ama kesintisiz kılıyor, demokratik devrim proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olan işçi-köylü diktatörlüğüne yol açıp devrim proletaryanın yoksul köylülükle ittifakına dayanarak sosyalizm yönünde gelişebiliyordu. Bir burjuva diktatörlüğü ve burjuva önderliği gerekli değildi artık. Marks ve Engels gelişkin bir proletarya ile monarşi ve junkerler karşısına dikilen Alman toplumu için proletarya önderliğinde ve kesintisiz sosyalizme yönelecek bir demokratik devrimi öngördüler. Ama Trosky ve trotsistler ne Marks ve Engels’i ne de Lenin’i anladılar. Burjuva önderliğinin gerekli olmamasından demokratik devrimin gerekli olmadığı sonucunu çıkardılar, demokratik devrimden çıkarı olan koca bir kitleyi, köylülüğü görmediler, onun devrimci olanaklarını ve köylülüğün karşı safa itilemeyeceği gerçeğini kavrayamadılar. “İşçi hükümeti” ve “sosyalist devrim” dediler. “Aşama” gerekmiyordu! Burjuva diktatörlüklü bir “aşama”nın gereksizliğini, işçi-köylü diktatörlüklü bir “aşama”nın gereksizliği olarak anladılar, toplumsal gerekliliğin üzerinden atlamaya yönelik bir “teori” geliştirdiler. Bu “teori”yi kanıtlamak için Sami Sarı Sınıf Bilinci’nin 4/5’inci sayısında Marks ve Engels’ten olur olmaz alıntılar yapıyor. Onlara savunmadıklarını savundurtmaya çalışıyor. Trotsky’nin kendisi şöyle yazıyordu:
“… Sürekli devrim teorisi… geri kalmış burjuva uluslarının demokratik görevlerinin, çağımızda proletarya diktatörlüğüne yol açtığını ve proletarya diktatörlüğünün sosyalist görevleri gündeme getirdiğini gösterdi. Teorinin ana fikri burada yatmaktaydı.” (Sürekli Devrim)
Geri kalmış feodal, yarı feodal, burjuva ülkelerde, emperyalizmle birlikte kapitalizmin gelişmesi ve proletaryanın ortaya çıkması koşullarında, proletarya diktatörlüğünün kendisi-değil ama özgül bir biçimi olan işçi-köylü diktatörlüğü gündeme gelebilirdi. Devrim, demokratik görevlere ve yanı sıra sosyalist görevlere sahip olurdu. Ama bunun anlamı, ne aşamaların reddi ve ne de her aşamayı karakterize eden görevlerin birbirine karıştırılması olmalıydı. Önce tüm köylülükle birlikte feodalizme, orta çağ kalıntılarına vb. karşı demokrasi için (bu aşamada devrim burjuva demokratiktir); sonra da yoksul köylülük, yarı proletarya ve tüm sömürülenlerle birlikte zengin köylülük içinde olmak üzere tüm sömürücülere, kapitalizme karşı (bu aşamada devrim sosyalisttir artık) Leninist formülasyon geçerliliğini korurdu. Lenin aynı formülasyonu yaptıktan sonra, “İki devrim arasında yapay olarak bir Çin şeddi kurmak, ikisini, proletaryanın hazırlık derecesiyle, yoksul köylülerle birliği derecesiyle değil de, herhangi bir başka şeyle birbirinden ayırtmak, Marksizm’in tahrifini son sınırına vardırmaktır, Marksizm’i bayağılaştırmaktır…” der. İki Taktikte. Trotsky ise, iki devrimi tek devrime indirir, aşamaları yok eder, “işçi hükümeti” ve “sürekli devrim” demek yetecektir. Ve Lenin, “sol” söylemiyle Trotsky’yi aslında devrim istemediği, devrimin görevlerine yan çizdiği için eleştirir.
“Trotsky, aslında, köylülüğün rolünü yadsımakla, köylüleri devrim için ayaklandırmayı reddetmeyi anlayan Rusya’nın liberal işçi politikacılarına yardım ediyor.” (Devrim İki Çizgisi)
Gerçekten de, Trotsky sözde aşamasız “sürekli devrim”iyle devrimi olanaksızlaştırmakta, gelecekteki bir imkânı bir hayali İleri sürerek günün görevinden köylüleri ayaklandırmak ve proletaryanın peşine takmak görevinden kaçmaktadır.
O, Mark, Engels ve Lenin’den sürekli devrim sözcüklerini almakla ve bunları anlaşılmaz hale getirmekle yetinmiş, devrime soyunmaktan gelecekteki parlak “işçi hükümeti” uğruna uzak durmuştur. Bilindiği gibi Marks ve Engels ve Lenin sürekli devrim fikrini, Trotsky’den farklı olarak anlamsızlığa vardırmadan, demokratik devrimi sosyalist devrimin takip etmesi, kesintisiz devrim ve devrimin komünizme kadar sürdürülmesi anlamında kullanırlar. İşte Lenin, sürekli devrim ve O’nun Trotsky’den farklı olarak söyledikleri:
“Demokratik devrimden, güçlerimiz ölçüsünde, bilinçli ve örgütlü proletaryanın güçleri ölçüsünde, sosyalist devrime geçmeye hemen başlayacağız. Biz sürekli devrimden yanayız. Yarı yolda durmayacağız. (…)
“Serüvenciliğe kapılmadan, bilimsel bilincimize ihanet etmeden, ucuz şöhret peşinde koşmadan, ancak bir tek şey söyleyebiliriz ve söylüyoruz: yeni ve daha üstün bir ödeve, sosyalist devrime mümkün olduğu kadar çabuk geçişi, bize, proletarya partisine daha kolaylaştırmak için, bütün köylülüğe, demokratik devrimi tamamlamasında var gücümüzle yardım edeceğiz.” (Sosyal Demokrasinin Köylü Hareketi Karşısındaki Tutumu)
Bu, Lenin’in yarı yolda durmayan, süreklilik arz eden, sürekli devrimciliği. Ya Trotsky’ninki? O da şöyle:  (1905 yılında yazdığı Önsöz’den):
“Yazarda Rusya’nın devrimci gelişmesinin niteliği üzerindeki ve ‘sürekli devrim’ teorisi adıyla anılan düşünceler, tam 1905 yılında 9 Ocak’la Ekim grevi arasında oluştu. Bu güç anlaşılan ad, önünde burjuva, amaçlar dikilen devrimin, buna karşın orada kalamayacağını belirtiyordu. Devrim bu ilk burjuva amaçları, ancak proletaryayı iktidara getirerek gerçekleştirebilirdi. (Proletarya diktatörlüğünün özgül biçimi olan devrimci işçi köylü diktatörlüğünü kastettiği sanılmasın, sabırla okunmaya devam edilsin- ÖD) Oysa proletarya, iktidarı ele geçirince, devrimin burjuva çerçevesi içinde kalamazdı. (Kuşkusuz Lenin ve Leninistler de devrimin burjuva çerçevesi içinde sıkışıp kalmayı savunmadılar, devrimin örneğin büyük sanayinin ve bankaların ulusallaştırması gibi sosyalist görevleri de vardı ve olurdu, ama Trotsky’yi sabırla okumaya devam edelim- ÖD) Tersine, proletaryanın öncüsü, zaferini sağlama almak için, egemenliğini, ilk günlerinden itibaren, sadece feodal mülkiyetin değil, burjuva mülkiyetin de en derinlemesine istilasını gerçekleştirmek zorunda kalacaktır. (Ama küçük köylü mülkiyeti de bu kategoriye girmiyor mu? Trotsky baklayı ağzından çıkarmaya başlamıştır, tüm burjuvaziyi, bu arada köylülüğü de “istila” peşindedir.- ÖD)
Proletarya bunu yaparak, sadece devrimci mücadelesinde kendisini desteklemiş olan burjuvazinin tüm gruplarıyla değil, aynı zamanda elbirliği sayesinde iktidara geldiği köylülerin büyük kitleleriyle de düşmanca çatışmalara girecektir. Halkın ezici çoğunluğunun köylülerden meydana geldiği geri kalmış bir ülkenin işçi hükümetindeki çelişkiler, çözümlerini, sadece uluslararası planda, proletaryanın dünya devrimi alanında bulabilir.”
Köylülüğe karşı bir “sürekli devrim”, Trotsky’nin, Marks, Engels ve Lenin’e karşı ve “alternatif” olan
“teorisidir” Lenin, “bütün köylülüğe demokratik devrimi tamamlamasında var gücümüzle yardım edeceğiz” derken, Trotsky “köylülerin büyük kitleleriyle düşmanca çatışmalara girmek”ten söz açmaktadır. Eh! Bu kadar fark olsun! Ama Trotskistler Stalin’e saldırmakla yetinmesinler, Lenin’e saldırsınlar. Çekinmeyin, bakın, Gorbaçovcular Stalin’den Lenin’e geldiler. O’na da saldırmaya başladılar, “aşacaklarmış!
Şaşkın Trotsky ne güzel bir proletarya iktidarı, egemenliği ya da diktatörlüğü savunuyor böylelikle! Bizim Mark, Engels ve Lenin’den öğrendiğimiz, köylülüğün İngiltere’de olduğu gibi nüfusun önemsiz bir kesimi durumuna gelmediği ülkelerde, proletarya diktatörlüğü, proletarya ile köylülüğün emekçi kesimlerinin ittifakına dayanır; “kendi” köylüsüyle kavga edip “düşmanca çatışmalar” içine giren ve kurtuluşu uluslararası alanda arayan “proletarya” ve “proletarya diktatörlüğü” Trotsky’e özgü evlere şenlik acuzelerdir. Sınıf Bilinci’ne yazan Sami Sarı, “sürekli devrim”i kabul edilebilir kılmakla uğraşacaksa, önce bu sorunu çözsün! Ya Mark, Engels ve Lenin’e de saldırsın proletarya diktatörlüğü-işçi köylü ittifakı ilişkisi açısından ya da Stalin’den özür dilesin.
“Tek ülkede sosyalizmin zaferi”ne ilişkin
Trotsky’den aktardığımız son pasaj, onun “sürekli devrim” teorisiyle “tek ülkede sosyalizmin zaferinin olanaksızlığı” “teorisi”nin bağlantılandığı “teorik açıdan yoğun” bir pasajdır!
Bu pasajda geri bir ülkede, Rusya’da iç sınıf güçleri açısından devrimi açmazda gören, köylülüğün -kendi teorisi uyarıca kaçınılmaz- “düşmanca saldırıları” tehdidinden ürken Trotsky, gözünü, dışa, uluslararası alana, dünya devrimi alanına çevirmektedir. 1750 arası dünya tarihinin gösterdiği gibi, gelişmiş bir ülkede sosyalist devrim olmaz da, devrimler hep geri ülkelerde patlarsa vay halimize! Ya teslim bayrağı çekmek ya da bir gelişmiş ülkeye, oraya devrimi ihraç etmek için, saldırmak gerekecekti! Trotsky’ye kalsaydı başka türlü bu ülkelerde devrimi “düşmanca davranacak köylüler” karşısında yaşatmak olanaksız olacaktı çünkü! Böyle olmadı, ama idealist Trotsky’ye göre böyle olması kaçınılmazdı!
Trotsky şöyle yazıyordu: “Sürekli devrim teorisinin üçüncü yanını oluşturan, sosyalist devrimin uluslararası niteliği(dir), (…) Sosyalist devrim ulusal sınırlar içinde başlar, fakat bu sınırlar içinde tamamlanamaz. Proleter devriminin Sovyetler Birliği deneyi-minin de gösterdiği gibi, uzun bir süre için dahi olsa, ulusal sınırlar içinde kalması ancak geçici bir durum olabilir. Tecrit edilmiş bir proletarya diktatörlüğünde ulaşılan başarıların yanı sıra kaçınılmaz olarak iç ve dış çelişkiler de gelişir. Tecrit edilmişlik durumunun devam etmesi halinde proleter devleti, en sonunda bu çelişkilerin kurbanı olur. Bundan tek kurtuluş yolu, gelişmiş ülkelerin proletaryalarının iktidarı ele geçirmesidir. Bu açıdan bakıldığında ulusal devrim kendi kendine yeterli bir bütün değildir; o, uluslararası zincirin yalnızca bir halkasıdır. Geçici alçalış ve yükselişlerine rağmen uluslararası devrim sürekli bir süreç oluşturur.” (Sürekli Devrim)
Yoksa Trotsky’nin “kehaneti” mi gerçekleşti ve “proleter devleti en sonunda bu çelişkilerin kurbanı” oldu? Bu, kaderciliktir! Neden eninde sonunda tek ülkede sosyalizm yenilecek olsun? Trotsky’nin beğenmediği Stalin döneminde, 36 yıllık bir “geçici dönem” sosyalizme bir şey olmadı, çelişkilerin “kurbanı” olmadı. Proletaryanın devleti bu nasıl izah edilecek? “Bürokrasi” falan filan ama Trotskistier de Sovyetler Birliği’nin bu dönem boyunca sosyalist bir temele sahip olduğunu söylüyorlar, peki, “kehanet” niçin Stalin döneminde gerçekleşmedi?
Trotsky, sosyalizmin “tek ülkede olanaksızlığımı aktardığımız son pasajında “kaçınılmaz iç ve dış çelişkiler” ile açıklıyor.
Çelişkilerden birini görmüş bulunuyoruz: proletarya ile köylülük arasındaki “düşmanca çelişki ve çatışmalar!” Bu görüşün Lenin’e karşı ileri sürüldüğünü de görmüş bulunuyoruz. Ama genelde bırakmayıp, bu sorunun, “tek ülkede sosyalizmin zaferi” sorununun çeşitli yönleriyle, bu arada köylülükle çelişmeler dolayısıyla da öncelikle Lenin’le Trotsky arasında polemik konusu olduğunu ve Trotsky’nin Stalin’den önce bu konudaki görüşlerini Lenin’e karşı ileri sürdüğünü gösterelim:
Lenin Kooperatifçilik Üzerine adlı makalesinde (Bkz: İşçi Köylü İttifakı) yazıyor.
“Gerçekten, başlıca üretim araçları üzerinde devlet iktidarı ve devlet iktidarının proletaryanın elinde oluşu, bu proletaryanın milyonlar ve milyonlarca küçük ve küçücük köylü ile olan ittifakı, köylülüğün proletarya tarafından yönetiminin güvenlik altına alınmış bulunması vb. eskiden bezirgânlık saydığımız ve bugün de, NEP düzemde bazı bakımlardan öyle saymakta halkı olduğumuz kooperatifçilik, sadece kooperatifçilik, tam bir sosyalist toplumu kurmak için gerekli olan her şeyi sağlamıyor mu? Bu, henüz Sosyalist bir toplumun kuruluşu değildir, ama bu kuruluş için gerekli ve yeterli olan her şeydir.”
Lenin’e Trotsky 1922’de yazdığı “1905 yılında Önsöz”le yanıt veriyor” … Proletarya… sadece burjuvazinin tüm gruplarıyla değil… Köylülerin büyük kitleleriyle de düşmanca çatışmalara girecektir. Halkın ezici çoğunluğunun köylülerden meydana geldiği geri kalmış bir ülkenin işçi hükümetindeki çelişkiler, çözümler, sadece uluslararası alanda, proletaryanın dünya devrimi alanında, bulabilir.”
Bu, gerçekten, Lenin’in aktarılan sözlerine ve o dönemde NEP’e ilişkin olarak “sosyalizmin Rusya’da kuruluş olanağı” üzerine bir dizi yazısına doğrudan bir yanıt olarak kaleme alınmıştır. Lenin, geri bir ülke olan Rusya’da “tam bir sosyalist toplumu kurmak için gerekli ve yeterli olan her şeye” sahip olunduğunu söylüyor, kooperatifçiliğin böyle bir olanağı sunmasının koşullarını da belirtiyor: 1) Başlıca üretim araçlarının devletleştirilmiş oluşu, 2) devlet iktidarının proletaryanın elinde oluşu ve 3) proletaryanın köylülükle olan ittifakı, köylülüğün proletarya tarafından yönetiminin güvenlik altına alınmış oluşu. Trotsky itiraz ediyor, hayır diyor, proletarya bu iktidarı elinde tutamaz, çünkü “proletarya köylülerin büyük kuleleriyle düşmanca çatışmalara girecektir”, “tek ülkede sosyalizmi kurma olanağı yoktur”… Ama Trotsky Lenin’in adını anmıyor saldırısında, ölümden sonra, sorun yakıcı ve pratik bir hal alıp çözüm gerektiğinde Stalin’le tartışmaya ve Lenin’e değil, yalnızca Stalin’e saldırmaya başlıyor.
Lenin’le Trotsky’nin bir başka tartışması:
Lenin, 1922’de Moskova Sovyet’inin genel kurulunda konuşuyor:
“… Sosyalizmi günlük hayata soktuk ve burada yönümüzü belirlememiz gerekiyor. İşte günümüzün görevi budur. İşte çağımızın görevi budur. Bu görev, ne kadar güç olsa da, daha önceki görevlerimizle karşılaştırıldığında ne kadar yeni olsa da ve bize bir yığın güçlükler çıkarabilse de, hep birlikte, yarın değilse de birkaç yıl içinde, bu görevi ne pahasına olursa olsun başaracağımıza ve NEP Rusya’sından sosyalist Rusya’nın doğacağına inancımı belirterek sözlerimi bitirmeme izin veriniz.”
Trotsky ise, aynı yıl “Barış Programı” broşürüne bir “Sonsöz” yazıyor:
“Barış Programında pek çok kez yinelenen, proletarya devriminin ulusal sınırlar içinde, sonuna kadar başarıyla yürütülemeyeceği iddiası, bazı okurlara, Sovyet Cumhuriyetinin beş yıllık denemeleriyle belki de çürütülmüş gibi görünebilir. Ama böyle bir sonuç çıkarma temelsizdir. İşçi devletinin bir ülkede, üstelik geri kalmış bir ülkede, bütün dünyaya karşı tutunabileceği gerçeği, proletaryanın, öbür ileri ve uygar ülkelerde güçlenecek büyük iktidarına, gerçek mucizeyi yaratacağına tanıklık ediyor. Ama biz, politik ve askeri bakımdan devlet olarak tutunabilirsek, gene de sosyalist bir toplum yaratmış olmayız; evet, bunu başaramayız. (…) Öbür Avrupa ülkelerinde burjuvazi iktidarda kaldıkça, biz, ekonomik tecride karşı mücadelede, kapitalist dünya ile anlaşma olanağını araştırmak zorundayız; bu anlaşma, ekonomimizin bazı yaralarını sarmaya ve birkaç adım ilerlemede bize en iyi şekilde yardımcı olabilir, ama bir devletin ulusal sınırları içinde tecrit edilmiş olarak sosyalizmin kurulmasına olanak olmadığına (…) Rusya’da sosyalist ekonominin gerçekten gelişmesinin ancak proletaryanın önemli Avrupa ülkelerindeki zaferinden sonra gerçekleşebileceğine açık bir kanıttır”
Lenin nerede, Trotsky nerede? Lenin Sosyalist Rusya’nın kuruluşuna inancını belirtiyor, Trotsky inançsızlığını, cevaben!
Trotsky burada dış çelişkilerin sözünü ediyor gibi. Ama kararsız. Sovyetler Birliği’nin dış tehdit karşısında 5 yıl tutunmuş olması, Onu ihtiyatlı olmaya sevk ediyor, “tutunamayız da, ola ki politik ve askeri olarak tutunabilsek bile, gene de sosyalist bir toplum yaratmış olmayız” diyor. Sovyet ülkesinin ne dışarıdaki etkileme gücüne, çeşitli ülkelerin milyonlarla proleterinin sempati, destek ve yardımlarını kazanmasına, ne silahlı işçilerin daha yeni 14 emperyalist ülkenin müdahalesinin üstesinden gelen direncine inanıyor. Bunlara inanmadığı gibi, Sovyet proletaryasının sosyalizmi inşa edebileceğine hiç mi hiç inanmıyor. Dışarıda burjuvazi kaldıkça sosyalizmi kuramayız demeye getiriyor. Ama bir gelişmiş ülkede bile devrim olsaydı, dışarıda yine burjuvazi ve onun yıkıcı baskısı olacaktı ve Trotsky bu kez başka gelişmiş ülkelerde devrim isteyecekti. İstemenin sonu yoktur. Gücüne güvenmedikçe istersin! Kolaya kaçtıkça, hayal peşinde koştukça, istedikçe istersin! Lenin, ne kadar güç olsa da ve ne kadar yeni güçlükler çıkarsa da sosyalizmin ve proletaryanın gücüne inancın zerresi yoktur, güçlüklerden yılıyor, kolay peşine düşüyor, macera peşine, başka ülkelerde devrim istiyor, hayalin sonu yoktur. Trotsky, iş yapacağına, güçlüklere karşı koyacağına, hayal peşinde koşuyor, tasarımlarla uğraşıyor. Ama kesin konuşmayı ve kibri de elden bırakmıyor, “kuramayız” diyor. Oysa 35 yıllık deney ne gösterdi? Dış saldırının, hem de tarihin gördüğü en vahşi saldırının üstesinden gelindi. Anayurt savaşında. Ve kurulmaz, kuramayız denilen sosyalizm en zor koşullarda kuruldu, burjuvazi tasfiye edildi, komünizm yoluna girildi. Sonunda yıkıldı demeyin. Hani ancak geçici olarak ayakta durabilirdi? 35 yıl hiç de geçici sayılmamak gerekir. Ve sınıf savaşı bitmiyor, siz, Trotsky ve trotskistler, devlet güçlendirmemeli, “söndürülmeli” (!) derken, bunun tersini kanıtlayarak bürokrat ve teknokratlar, burjuva ajanı unsurlar, kapitalizmin kalıntılarının, meta ilişkilerinin sürdüğü koşullarda gerekli uyanıklık gösterilemediği ve yoz unsurlar üzerindeki baskı zaafa uğradığı için kapitalizmin restorasyonuna yönetebildiler. Bu durum sizi haklı çıkarmadı, söylediklerinizin tersini kanıtladı. Aynı şeyi siz çok önceleri yapmak istemiş, fırsat bulamamıştınız, Stalin’den sonra benzerleriniz bu fırsatı yakaladılar.
Trotsky, “tek ülkede sosyalizmin zaferinin olanaksızlığı”na gerekçe olarak “proletarya ile köylülük arasında gelişecek düşmanca çelişme ve çatışmalara ek olarak ya da bu gerekçeyi değiştirmek üzere bir de burjuvazi ile proletarya, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişmeyi ileri sürüyor. Komünist Enternasyonal YK.’nın 7. Genişletilmiş Plenumunda yaptığı konuşmada şöyle diyor:
“Kapitalist dünya ekonomisiyle kuşatılmış olmanın koşullarında, tecrit edilmiş bir sosyalist devlet kurmak söz konusudur. Bu ancak, tecrit edilmiş devletin üretici güçleri kapitalizmin üretici güçlerinden daha üstün olursa başarılır.” Demek ki çatışma, gelişkin üretici güçleriyle kapitalist sistemle yeni çıktığı savaşta üretici güçleri tahrip olmuş geri bir ülkede kurulmakta olan sosyalist sistem arasında. Çatışanlar, burjuvaziyle proletarya, “tek ülkede sosyalizmin zaferini olanaksızlaştıran” burjuvazi ve kapitalist sistem, ama zaten sosyalizm kapitalizme karşı kurulmuyor mu? Ve bunun ötesinde Trotsky köylülerin düşmanlığı tezinden burjuvazinin düşmanlığı ve kapitalist üretici güçlerin üstünlüğü tezine dönmüyor mu?
Trotsky’nin bu “yeniliği”ni Stalin şöyle yorumluyor:
“Trotsky, ülkemizde sosyalizmin kurulması sorunundaki itirazlarında, polemiğinin eski dayanağını bıraktı. Ve yine bir dayanak öne sürdü. Muhalefet, eskiden, iç çelişkiler bakımından, proletarya ile köylüler arasındaki çelişkiler bakımından ve bu arada, bu çelişkilerin giderilmez olduğu anlayışını savunarak polemik yapmaktaydı. Trotsky, eskiden, proletarya ile köylüler arasındaki çelişkilerin ülkemizde sosyalizmin kurulmasına bir engel teşkil ettiği görüşünde iken, şimdi cephe değiştiriyor ve partinin durumunu eleştirirken, bir başka dayanağı benimseyerek, sosyalist ekonomi sistemiyle kapitalist ekonomi sistemi arasındaki çelişkilerin sosyalizmin kurulmasına engel teşkil ettiğini öne sürüyor. Trotsky, böylece, muhalefetin eski kanıtlamalarının savunuImazlığını pratik olarak sözlerine eklemiş oldu.
“İkincisi Trotsky’nin geri çekilmesi, bir labirente, bir batağa çekilmesidir. (…) Aslında Trotsky’nin ‘yeni’ kanıtlamalarının vardığı sonuç nedir? Vardığı sonuç, ekonomik geriliğimiz yüzünden sosyalizme hazır olmadığımız, sosyalist toplumu kurmak için maddi önkoşullardan yoksun olmamız, ekonomimizin, bu yüzden, kapitalist dünya ekonomisinin bir dalına, dünya kapitalizminin denetlediği ekonomik bir birliğe dönüşmesi ve dönüşmek zorunda olmasıdır.” (Stalin, Trotskizm mi Leninizm mi? s. 172-173)
Trotsky, gerçekten de Stalin’in son olarak kendine atfederek söylediklerini söylemiştir. KEYK 7. Plenumunda Sovyet ekonomisinin dünya ekonomisine bağımlılığından söz eden Trotsky, “biz savaş komünizminden; gittikçe daha fazla büyüyerek dünya ekonomisiyle bir birleşmeye varacağız” diye konuşmuştur. İnançsızlık yanında, kapitalist ülkelerle ticari ilişkilerin yanlış yorumlanması, O’nu kapitalizmle bütünleşmeyi öngörmeye kadar götürüyor. Neden böyle olsun? Ve neden 35 yıl olmadı?
Her ne hal ise, ister köylülerin düşmanlığı, ister kapitalist sistemin gelişkinliği karşısında Rusya ve üretici güçlerinin geriliği gerekçeleriyle olsun Trotsky, gözünü Avrupa’ya, Avrupa’nın gelişmiş ülkelerine ve bu ülkelerde bir devrim beklentisine dikmiştir. Pasifizm, edilgen bekleyişçiliği yanında O, geri ülkelerde devrime inançsızdır, aslında devrime inançsızdır (çünkü devrimin geri mi yoksa ileri bir ülkede mi gerçekleşeceği, emperyalist sistemi kıskacına alan çelişmeler yumağının somutluğunda belirlenir, isteğe göre gerçekleşmez, ve bir ülkede devrim gerçekleştiğinde devrimcinin görevi, eğer bu, geri bir ülke ise kollarını kavuşturup ileri ülkelerde olacak bir devrimi beklemek değil, devrimin yardımıyla, devrimle ülkesini ilerletmektir, devrimi sürekli geliştirmektir. Lenin, vasiyeti yerine yazdığı Devrimimiz Üzerine başlıklı yazısında tam da Trotsky’ye karşı şunları söylüyor:
“Her türlüsünden bilgiç bayların Batı Avrupa sosyal demokrasinin gelişmesi boyunca ezberledikleri ve kendi aralarında ileri sürdükleri gibi, bizim henüz sosyalizmi sindirecek durumda olmadığımız ve sosyalizm için maddi ekonomik önkoşullardan yoksun olduğumuz tanıtlaması, tamamen basmakalıptır. Şöyle sormak hiç birinin aklına gelmiyor; bu halk, umutsuz bir durumda bulunmasından dolayı, hiç olmazsa kendine bir umut kapısı açan bir mücadeleye atılmaktan, uygarlığın gelecekteki gelişmesi için tamamıyla alışılmamış koşullara ulaşmaktan geri duramaz. (…)
“Sosyalizmi kurmak için belirli bir kültür düzeyi gerekli ise (hiçi kimse, bu kültür düzeyinin nasıl biri şey olduğunu söylememesine karşın) bu belirli düzeyin önkoşullarına ulaşmak için işe neden devrimci yollardan başlamayalım ve ondan sonra neden işçi-köylü ve Sovyet düzenini temel alarak ilerlemeyelim ve öbür halklara yetişmeyelim? (…)
“Sosyalizmi kurmak için, diyorlar, uygarlaşmış olmak gereklidir. Pekiyi. Ama biz, neden böyle bir uygarlaşma için, önce, mülk sahiplerini ve Rus kapitalistlerini defetmek gibi önkoşulları yaratmayalım ve ondan sonra sosyalizme doğru ilerlemeye başlamayalım? Yerleşmiş tarihi düzende böyle değişikliklerin yerinde ve mümkün olmadığını hangi kitaplarda okumuşlar bakayım?”
Demek ki, sosyalizmi kurmak, ancak sosyalist üretici güçler kapitalist üretici güçlerden gelişkinse, ancak bu durumda başarılmaz, başarıya giden bir yol daha vardır: devrim yapmak ve devrimi sürdürmeye, sürekli kılmaya, O Trotsky’nin pek sevdiği sözcüklerle sürekli devrimde kararlı olmak.
Ama Trotsky, üretici güçler geri, Rusya geri bir ülke saptamasından Avrupa’da devrimi beklemek yanında şu sonucu çıkarıyor. Avrupa’da devrim olmazsa “dünya ekonomisiyle birleşmeye varılacak” “kapitalist dünya ekonomisinin denetimi altında olunacak” … Çıkarılan bu sonuç doğru kabul edilirse ülkenin kapitalizme bağlanması kaçınılmaz ve sosyalizme ulaşmak da olanaksız olduğuna göre maddi koşullardan yoksun olarak ülkeyi sosyalizm önünde yönetmeye çalışanların kapitalizmin kucağına sürükleneceği ve kendi iradelerine rağmen, eğer yönetimde kalmaya çalışırlarsa, yozlaşacakları türev sonucuna varılır. Trotsky’nin “bürokratik yozlaşma”, “işçi devletinin yozlaşması” teorisinin aslı astarı ve çıkış noktası da burasıdır. Trotsky’e göre, ya “tek ülkede sosyalizmi inşa etme” devrimci tutumunu sürdürerek yozlaşacaksın ya da iktidardan çekileceksin. Trotsky, ayrı parti örgütlemek özgürlüğü isteyerek muhalefete geçmeyi seçmişti, “bürokratik yozlaşma” tehlikesinden kurtulmuş olacaktı böylece, aslında olanca kafa karışıklığıyla zorluklardan kaçıyordu; Stalin ise zoru seçti, Rusya’da sosyalizmi zafere götürme yolunu. Ve Trotsky O’nu “bürokratik yozlaşma” ile suçladı. Kervan yürüdü…
Şimdi, “tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağının henüz son derece pratik bir tartışma halini almadan önceye gidiyoruz. Tartışma henüz hiç bir şekilde Stalin’le Trotsky arasında değildir, Stalin henüz dolaylı da olsa tartışmanın tarafı değildir. Avrupa Birleşik Devletleri sorunu tartışılmaktadır. Şu tezi ileri süren Lenin’dir:
“Ekonomide ve siyasette eşitsiz gelişme kapitalizmin mutlak kanunudur. Dolayısıyla, sosyalizm önce bir kaç, hatta sadece bir tek kapitalist ülkede zafere ulaşabilir pekâlâ. O ülkenin zaferi elde eden proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirip kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra dünyanın -kapitalist dünyanın- geri kalan kısmına karşı ayaklanacak, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendi davasına katacak, o ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmaları kışkırtacak, gerekli hallerde sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı silah zoruna dahi başvuracaktır. Proletaryanın burjuvaziyi devirip zafer kazandığı bir toplumun siyasi biçimi demokratik bir cumhuriyet olacaktır ve bu demokratik cumhuriyet, belli bir milletin ya da milletlerin proletaryasının güçlerini, henüz sosyalizm safına geçmemiş devletlere karşı mücadelede gitgide yoğunlaştıracaktır.” (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Avrupa Birleşik Devletleri Şiarı Üzerine)
Trotsky’nin, doğrudan ve ad vererek Lenin’in bu makalesine yönelttiği eleştiriyi göreceğiz. Ama oraya gelmeden belirtilmeli, sonradan olma trotskist Sami Sarı, Sınıf Bilinci’nde, Lenin’i kendince yorumlayıp düzelterek, O’nun “tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağı” sorununda Trotsky ve trotskîzmle olan zıtlığını gidermeye çalışıyor, Sarı’ya göre, Lenin yukarıda aktardığımız pasajda “sosyalizmin zaferimle, dar anlamda bir zaferi, yalnızca iktidarın ele geçirilmesini kastediyormuş, bunu doğal olarak Lenin’in adı geçen pasajını aktarmadan ileri sürüyor. Böyle yapıyor, çünkü aktardığında foyası ortaya çıkacak, çünkü Lenin açık olarak ve hiçbir yoruma ihtiyaç gösteremeyecek şekilde “o ülkenin zaferi elde eden proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirip kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra” diyor. Yani uluslararası alanda bir zafer, örneğin ileri bir ya da birkaç Avrupa ülkesinde sosyalizm “bir tek ülke proletaryasının kapitalistleri mülksüzleştirip kendi sosyalist üretimini örgütlemesinin ön koşulu olarak konmuyor Lenin tarafından. Lenin’e göre, tek ülkede kapitalistleri mülksüzleştirip sosyalist üretimi örgütlendirmek olanaklı. Ve zaten Trotsky bunu eleştiriyor, aktaracağız. Ve bir de Trotsky Stalin’e yönelttiği bir eleştiriyi çok önceden Lenin’e yöneltiyor cevabında. Hani şu Stalin’in “ulusal sınırlılık”ı eleştirisini.
Bilindiği gibi trotskistlerin Stalin’e yönelik temel suçlamalarından biri, enternasyonalizmden uzaklık, Rusya’da sosyalizmin güvenliği adına diğer ülkelerdeki proletarya ve devrimleri desteklememek, örneğin Yunan, İspanyol, Fransız, vb. devrimlerini “satmaktır”! Bu konuya girip uzatmaktan kaçınıyoruz; ilgilenenler, Özgürlük Dünyası, sayı, 6’da çıkan “Enver Hoca ve ‘Avrupa Komünizmi’ başlıklı makaleye bakabilirler, burada Yunan devriminin Stalin’le ilişkisi ele alındı. Fransa’da da durum farklı değildir, Thorez’in ve FKP’nin iktidarı almaktan kaçınma yüreksizliği ve uzlaşmacılığının suçu Stalin’e atılamaz. Şimdi ne Yunan ne de Fransız devrimi konumuz; yalnızca, tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağını savunma ve bu olanağı örgütlemenin ulusal sınırlılık, enternasyonalizmden uzaklık ve milliyetçilik olmadığı ve olamayacağı, bu suçlamanın Trotsky tarafından Stalin’den önce Lenin’e yöneltildiğini söylemek istiyoruz. Trotsky’den aktaralım:
“Birleşik devletler sloganına karşı biricik oldukça somut tarihi kanıtlamayı İsviçreli ‘Sosyal-Demokrat’ (Lenin’in bu slogan üzerine makalesinin yayınlandığı o zamanki Bolşevik merkez yayın organı- ÖD) şu tümceyle formülleştiriyor: ‘Ekonomik ve politik gelişmenin eşit oranda olmaması, kapitalizmin kesin yasasıdır. Sosyal Demokrat, bundan, sosyalizmin zaferinin bir ülkede mümkün olduğu ve bu yüzden her hangi bir devlette proletarya diktatörlüğünü, Avrupa Birleşik Devletlerinin yaratılmasına bağlamanın gerekli olmadığı sonucunu çıkarıyor. Kapitalist gelişmenin farklı ülkelerde eşit oranda olmaması bütünüyle yadsınılamaz bir gerçektir. Ama bu eşit oranda olmamanın kendisi de, son derece eşit oranda değildir. İngiltere’nin, Avusturya’nın, Almanya’nın ya da Fransa’nın kapitalist düzeyi, bir ve aynı değildir. Ama Afrika’ya ve Asya’ya göre, Avrupa’nın bütün bu halkları toplumsal devrim için olgunlaşmıştır. Hiç bir ülkenin kendi mücadelesinden başkalarını ‘beklememesi’ gerektiği düşüncesi, uluslararası eylemin paralelliği yerine, uluslararası bekleme durgunluğu düşüncesinin konmaması için yinelenmesi yararlı ve gerekli elementer bir düşüncedir. Başkalarını beklemeden, girişimimizin başka ülkelerdeki mücadeleye ilk hızı vereceğine tamamıyla inanarak, mücadelemize ulusal sınırlar içinde başlayalım ve mücadelenizi burada sürdürelim; ama bu gerçekleşmezse, o zaman, örneğin devrimci bir Rusya’nın tutucu bir Avrupa karşısında tutunabileceğine ya da sosyalist bir Almanya’nın kapitalist dünyada tecrit edilmiş olarak var kalabileceğine inanmak -tarih deneyimler de, teorik düşünceler de buna tanıktır- boşuna olur. Toplumsal devrimi ulusal sınırlar içinde düşünme görüşü, yurtseverliğin niteliği olan ulusal sınırlılık adına bir kurban vermek demektir.” (1917 Yılı)
Yalnızca geri bir ülke olan Rusya’da değil, gelişmiş bir ülke olan Almanya’da da sosyalizmin zaferi olanaksız. Söylendi: İstemenin sonu yok. Trotsky istedikçe istiyor. Bir anda tüm dünyaya diyecek, dili varmıyor!
Burada tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağının maddi temele ilk kez söz konusu edilmiş oldu. Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, bu olanağı sağlayan ve dayatan temeldir. Trotsky ve trotskistler bu yasayı reddedemiyor, ancak ondan bu sonucun çıkması gerektiğini reddediyorlar. Retleri Lenin’e yöneliktir. Tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağı tartışması Lenin ile Trotsky arasında başlamış, Stalin’le Trotsky arasında sürmüştür.
Troskty, “Avrupa proletaryası tarafından doğrudan bir devlet yardımı olmadan, Rusya işçi sınıfı iktidarda kalamaz ve geçici egemenliğini kalıcı sosyalist bir diktatörlüğe dönüştüremez. Bundan bir an bile kuşku duyulamaz.” (Devrimimiz) diyor ve tek ülkede sosyalizmin zaferini doğrudan Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin devlet yardımına, bu ülkelerde gerçekleşecek devrimlerin başka ülke proletarya devletlerini tek ülkenin yardımına koşmasına bağlıyor.
Oysa Stalin sorunu farklı koyuyor, beklemeci ve teslimiyetçi tarzda değil, devrimci tarzda. Önce tek ülkede sosyalizmin zaferi olanaklıdır, diyor ve ekliyor:
“Ama Leninist devrim teorisi, bilindiği gibi, sorunun sadece bu yönüyle sınırlanmıyor. O, aynı zamanda dünya devriminin gelişme teorisidir, (Trotskistlerin propagandalarının aksine demek ki Stalin de dünya devrimiyle ilgiliymiş ve onun, yani Leninizm’in teorisinin de uluslararası boyutları varmış demek ki bir ulusal sınırlılık söz konusu değimli?! Ö.D.). Sosyalizmin tek bir ülkede zaferi kendi başına bir hedef değildir. Bir ülkede zafere erişen devrim, kendini, kendi kendine yeten bir büyüklük olarak değil, proletaryanın bütün ülkelerde zaferini hızlandırmak için bir yardımcı, bir araç olarak görmelidir. Çünkü devrimin tek bir ülkede, burada, Rusya’da zaferi, sadece emperyalizmin eşitsiz gelişmesinin ve giderek parçalanmasının ürünü değildir. Aynı zamanda, dünya devriminin başlangıcı ve öncülüdür.” (Trotskizm mi Leninizm mi, s. 70)
“Öyleyse biz, ekonomimizin kapitalist unsurlarını alt edebiliriz ve etmeliyiz, ülkemizde sosyalist toplumu kurabiliriz ve kurmalıyız. Ama bu zafer, tam ve kesin zafer olarak nitelendirilebilir mi? Hayır, nitelendirilemez. Biz, kapitalistlerimizi alt edebiliriz, sosyalizmi kurmaya ve yüceltmeye gücümüz yeter, ama bu gene de, proletarya diktatörlüğünün ülkesini dış tehlikelere, bir müdahale tehlikesine ve ona bağlı bir restorasyona, eski düzenin yenden kurulmasına karşı güvenlik altına almak demek değildir. Biz bir adada yaşamıyoruz. Biz kapitalist ablukanın göbeğinde yaşıyoruz. Sosyalizmi kurmamız ve böylelikle kapitalist ülkelerin işçilerini devrimcileştirmemiz, bütün kapitalist dünyanın kinini ve düşmanlığını kazanmamız demektir. Bizim ekonomi alanındaki başarılarımıza, bütün dünyanın işçi sınıflarını devrimcileştirmedeki başarılarımıza kapitalist dünyanın kayıtsız kalabileceğini kabul etmek hayale kapılmaktır. Biz kapitalist ablukanın ortasında oldukça, proletarya bazı başka ülkelerde de zafere ulaşmadıkça, zaferimizi kesin sayamayız, proletarya diktatörlüğünün ülkesini, düzenimizin başarısı ne olursa olsun, dış tehlikelere karşı güvenlik altına alınmış sayamayız.” (Age, s. 89-90)
Demek ki Stalin’in de başka ülkelerin proleterlerinin desteği ve zafere ulaşmasına ülkesinde sosyalizmin kesin zaferi için ihtiyacı varmış ve O, bu uluslararası desteği hesaba katarmış! Ulusal sınırlılıkla malul değilmiş! O’nu neredeyse bir milliyetçi olarak tanıtmaya yeltenen trotskistlerimiz demek ki demagoji yaparlarmış!
Önce Avrupa’nın desteği olmadan Rusya’da devrimin tutunamayacağını ve çökeceğini ileri süren trotskist teze karşı Stalin’in dış destek sorununu koyuşunu görelim:
“Sosyalizmin tam zaferinin, eski düzenin yeniden canlandırılmasına karşı tam güvenin, birden çok ülkenin proleterlerinin ortak çabalarını gerektirdiği kesindir. Avrupa proletaryasının devrimimize verdiği destek olmasaydı Rusya proletaryası genel baskıya dayanamazdı, aynı biçimde Rus devriminin Batı’daki devrimci harekete desteği olmasaydı, bu hareket, Rusya’da proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sonra gelişmeye başladığı tempoyla gelişemezdi; bu, kesindir. Bir desteğe gereksinmemiz olduğu kesindir. Ama Batı proletaryasının devrimimize olan desteği nedir? Avrupalı işçilerin devrimimize duydukları sempati, emperyalistlerin müdahale planlarını başarısızlığa uğratmadaki istekleri, bütün bunlar bir destek, ciddi bir yardım mıdır? Kuşkusuz. Sadece Avrupalı işçiler tarafından değil, aynı zamanda sömürgeler ve bağımlı ülkeler tarafından böyle bir destek, böyle bir yardım olmasaydı, Rusya’da proletarya diktatörlüğü zor bir geçitte olurdu. Sosyalist vatanı savunmak için göğüslerini ileri süren Rusya işçileri ve köylülerinin iradesi ve kızıl ordumuzun gücüne eklenen bu sempati ve buyardım şimdiye dek yeterli oldu mu? Bütün bunlar emperyalistlerin saldırılarını püskürtmeye ve ciddi bir kuruluş çalışması için gerekli koşulları elde etmeye yetti mi? Evet yetti. Bu sempati artıyor mu azalıyor mu? Su götürmez bir biçimde artıyor. Sıramız geldiğinde sadece sosyalist ekonominin örgütlenmesini ileriye itmek için değil, Doğunun ezilmiş halkları gibi Batı Avrupa’nın işçilerine de bir destek götürmek için bizde de elverişli koşullar var mıdır? Evet, vardır. Rusya’da proletarya diktatörlüğünün yedi yıllık tarihinin güzel bir biçimde gösterdiği budur.” (Age, s. 50)
Stalin Avrupa proletaryasının Sovyetlere desteği üzerinde durmaktadır, ancak bu etkenden esas olarak söz ederken dahi, desteği karşılıklı olarak anlatmakta ve Sovyet devriminin proletarya ve halklara desteğinin de sözünü etmektedir. Trotskistler, milliyetçilik suçlamasıyla, onun yalnızca Rusya’yı düşünerek uluslararası proletarya ve halklara destekten kaçındığı yalanını yaymaya devam etsinler, Stalin’in eseri ortadadır.
Stalin konuyu açarak sürdürüyor:
“En olası, dünya devriminin, proleterleri emperyalist devletlerin proletaryası tarafından desteklenen bir dizi başka ülkenin, emperyalist devletler sisteminden devrimci olarak ayrılmasıyla gelişeceğidir. Ayrılan ilk ülkenin zafere erişen ilk ülkenin, diğer ülkelerin işçilerinin ve genel olarak emekçi kitlelerinin desteğini aldığını görüyoruz. O ülke bu destek olmasa ayakta kalamazdı. Bu desteğin gittikçe sağlamlaşa-cağı ve artacağı kesindir. Ama zafere ilk erişen ülkede sosyalizm ne kadar derince pekişecek olursa, bu ülkede ne kadar çabuk, dünya devriminin daha sonraki gelişmesinin üssü, emperyalizmin daha sonraki parçalanmasının aracı olabilirse, dünya devriminin gelişmesi, bir dizi yeni ülkenin emperyalizmden ayrılması süreci de o kadar çabuk ve derin olacaktır.
“Eğer sosyalizmin ilk kuran ülkede kesin zaferi, birçok ülkenin proleterlerinin ortak çabaları olmadan olanaksız olduğu tezi doğruysa, ilk sosyalist ülkenin bütün diğer ülkelerin işçilerine ve emekçi kitlelerine götüreceği yardım ne kadar etkin olursa, dünya devriminin gelişmesinin de o kadar çabuk ve derin olacağı doğrudur.
“Bu yardım nelerden meydana gelmelidir?
“İlk olarak, zafere erişen ülke, devrimin bütün ülkelerde gelişmesi, desteklenmesi, uyanması için tek bir ülkede yapılabilecek olanın en çoğunu yapmalıdır” (Lenin)
“İkinci olarak, tek bir ülkenin ‘zafere erişmiş proletaryası’, ‘kendi ülkesinde kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve sosyalist üretimi örgütledikten sonra, diğer ülkelerin ezilen sınıflarını kendine çekerek, onları sömürücü sınıflara ve onların devletlerine karşı kapitalistlere karşı ayaklanmaya iterek, kapitalist dünyanın geri kalanının karşısına çıkmalıdır.” (Lenin)
“Zafere ulaşmış ilk ülkenin bu yardımının belirleyici özelliği sadece diğer ülkelerin proleterlerinin zaferini çabuklaştırması değil, aynı zamanda, bu zaferi kolaylaştırarak, zafere erişen ilk ülkede sosyalizmin kesin zaferini sağlamakta olmasıdır.
“(…)
“Ekim devriminin dünya çapındaki önemi, sadece emperyalist sistemi kırmak için tek bir ülkenin büyük bir girişimini temsil etmesi ve emperyalist ülkeler okyanusunda sosyalizmin ilk merkezi olması değildir; aynı zamanda, dünya devriminin ilk aşamasını ve onun daha sonraki gelişmesi için güçlü bir temel meydana getirmesidir.
“Dolayısıyla, yanılanlar, sadece, Ekim Devriminin uluslararası niteliğini unutarak, devrimin tek bir ülkede zaferinin salt ve yalnız ulusal bir olay olduğunu söyleyenler değildir. Ekim Devriminin uluslararası niteliğini unutmadan, bu devrimi yalnız dış destek almayı gerektiren pasif bir şey olarak görmeye yatkın olanlar da yanılmaktadırlar. Gerçekte, başka ülkelerin devrimiyle desteklenmeye gereksinimi olan sadece Ekim Devrimi değildir; bu ülkelerin devriminin de, büyük emperyalizminin devrilmesi yapıtını hızlandırmak ve ileriye doğru itmek için Ekim Devriminin desteğine gereksinmesi vardır.” (Age, s.72-73)
Nerede “Avrupa proletaryası tarafından doğrudan bir devlet yardımı olmadan, Rusya işçi sınıfı iktidarda kalamaz” diyen Trotsky ve nerede özellikle son aktardığımız uzun pasajında gelişkin ve enfes bir diyalektik kavrayış veren, sorunu, tek ülkede sosyalizmin yaşama olanağın ötesinde -bunun zaten tartışılacak bir yönü yok- dünya devriminin gelişmesi ve bu gelişimin iktidarda olan ve olmayan ülke proletaryalarının karşılıklı etkileşimi açısından koyan Stalin.
Stalin, sorunu, olanca güzelliğiyle koyuyor; kendimize bir aktarma daha yapmaktan alıkoymayalım. Stalin, büyük enternasyonalistler olarak geçinirlerken, bir ülkede zafere ulaşacak sosyalizmin, dünya devrimine bir temel ve üs olarak, dünya proletaryası için güçlü bir çekim merkezi olarak fonksiyonunu anlamayıp yadsıyarak, tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağını reddeden ve Avrupa’da devrim olmazsa tutunulamayacağı ve yenilginin kaçınılmaz olduğu propagandasını yapan trotskist muhalefetin bu kavrayışsızlık ve tutarsızlığını, tek ülkede sosyalizmin zafer olanağının reddiyle enternasyonalizm arasındaki çelişmeyi (kendisine yöneltilen enternasyonalizm karşıtlığını sahiplerine iade ederek) şöyle ortaya koyuyor:
“Zinovyev (Stalin Zinovyev’in şahsında Trotsky ile Zinovyev ve Kamanev’in oluşturduğu birleşik muhalefeti eleştiriyor-ÖD), inançsızlığı, enternasyonalizm olarak yorumlamaktan zevk duyuyor. Ama bir ana konuda Leninizm’den ayrılmak, bizde ne zamandan beri enternasyonalizm sayılıyor?
“Buradan enternasyonalizme ve dünya devrimine karşı günah işleyenin parti olmadığını, tersine, Zinovyev olduğunu söylemek daha doğru olmaz mı? Çünkü “kuruluş halinde sosyalizm” ülkesi olan ülkemiz, dünya devrimi için bir temel değildir de nedir? Ama bu ülke, sosyalist toplumu kurma yeteneğinden yoksun ise, dünya devrimi için gerçek bir temel olabilir mi? Kendi içinde, ekonomimizdeki kapitalist unsurlara karşı zafer kazanma yeteneğinden sosyalizmin kuruluşunu başarma yeteneğinden yoksun ise bugün olduğu gibi, bütün ülkelerin işçileri için güçlü bir çekim merkezi olarak kalabilir mi? Sanıyorum ki hayır; Ama sosyalist kuruluşun zaferine inanmamak, bu inançsızlığı yaymak, dünya devriminin temeli olarak ülkemizin saygınlığını sarsmaya varmaz mı? Ülkemizin saygınlığını sarsmak da dünya devrimi hareketinin zayıflamasına neden olmaz mı? Şu sosyal demokrat baylar, işçileri bizden uzaklaştırmak için nasıl uğraştılar? ‘Rusların hiçbir sonuç alamayacaklarının’ propagandasını yaparak. Şimdi ülkemize işçi temsilci heyetleri çektiğimiz ve böylelikle bütün dünyada komünizm mevzilerini takviye ettiğimiz sırada, sosyal demokratları teoride ne ile yenilgiye uğratıyoruz? Sosyalist kuruluşumuzun başarılarıyla. Buna göre, sosyalizmi kurma işindeki başarılarımıza karşı inançsızlığın propagandasını yapan bir adamın dolaylı olarak sosyal demokratlara yardım ettiği, uluslararası devrim hareketinin atılım gücünü zayıflattığı, enternasyonalizmden kaçınılmaz biçimde ayrıldığı açık değil mi?” (Leninizm’in İlkeleri, s. 174-175)
Şimdi denecek ki Stalin ekonomisttir, aktarılan pasajda da bu görünmüyor mu, sosyalist ekonominin inşasındaki başarılarla bir mücadele yürüttüğünü söylüyor, kültür devrimine yeni insanın yaratılmasına vb. önem veriyor. Evet, bu troçkistlerin Stalin’e yönelttikleri temel suçlamalardandır. Stalin’in kültür devrimi, yeni insanın yaratılması, ideolojik çalışma, insanların ideolojik ve kültürel olarak eğitilip yeni bir kalıba dökülmeleri konusunda, insanların politik olarak etkilenmesi ye kazanılmasının önemi konusunda yeni ve uzun aktarmalarla konuyu dağıtmaktan kaçınacağız. Lenin’den bir alıntıyla, ekonomizm suçlamasının kolaysa
Lenin’e de yöneltilmesi çağrısıyla bitirmek istiyoruz. Lenin’den aktaracağımız pasaj, SBKP(B) 19. Kongresi ile sonrakiler arasında “barış içinde yarış” tezi dolayısıyla paralellikler kurmaya yeltenen E. Eldem’e de bir yanıt olacak. Aynı zamanda tek ülkede sosyalizmin zaferi olanağını yadsıyan Trotsky ve trotskistlere son bir yanıt:
“Şimdi, uluslararası devrimi, özellikle ekonomi politikamızda yürütüyoruz. Dünyanın bütün ülkelerinde bütün emekçilerin gözleri istisnasız ve mübalağasız Sovyet Cumhuriyeti’ne çevrilmiştir. (…) Dünya çapındaki mücadele bu alana kayacaktır. Bu görevin üstesinden gelirsek, uluslararası alanda herhalde ve kesinlikle kazanacağız. Bu yüzden ekonomik düzen sorunları bizim için olağanüstü önemlidir. Bu alanda yavaş, aşamalı -bu iş çabuk olmaz-, ama sürekli yükselmeler ve ilerlemelerle zaferi kazanmalıyız. (Lenin, aktaran Stalin, Trotskizm mi Leninizm mi? s. 103)
Evet, Gorbaçovculuk ve eski sosyalist ülkelerde yol açtıkları, genel olarak demokrasi hayranlığı, demokrasinin soyut olarak kavramlısı, genel bir diktatörlük karşıtlığı, trotskizmin görece güçlenmesine yol açtı; ondan etkilenenlerin sayısı arttı, TBKP’den sözde Stalin’i savunduğunu söyleyen Aydınlıkçılara dek (2000’e Doğru son sayılarının birinde “Sarsılan Dünya” gibi bir başlık altında Doğu Almanya’daki trotskistlerle röportaj yapıyor ve onları devrimci muhalefet olarak gösteriyordu), sosyalizmden umut kesen aydınlara varıncaya kadar bütün bir liberal yönelimliler trotkizme hayırhah yaklaşıyorlar. Ama bu ülkede Leninistler ve devrimciler de var. Trotskistlere, meydanı öyle boş sayarak uluorta atıp tutmamalarını öğütleriz. Kofluğunuzu bilin, gözünüz yükseklerde olmasın, düşersiniz!

Aralık 1989

TÜMTİS grevlerinde grev kırıcıları iş başında

Burjuvazi işçileri grevden caydırmak için bütün yasal “önlemleri” almış olmasına karşın uygulanan grevleri grev kırıcıları aracılığı ile yenilgiye uğratmaya çalışmayı da ihmal etmiyor; özellikle küçük iş yerlerinde grev kırıcılığının en ilkel en çarpıcı biçimlerini denemekten geri durmuyor: Grev kırmakta ustalaşmış, “ilerici” sendika avukatları mı olur, grev sözünü duyunca kırmızı görmüş boğa gibi gözü dönen yargıç mı olur, işçi topluluğu görünce saldırmaya koşullandırılmış jandarma nu olur ne bulursa grev kırıcılığının aleti olarak kullanıyor. TÜMTİS Sendikası’nın bu yıl orsalarından itibaren uygulamaya soktuğu grevler bu bakımdan ilginç olaylara sahne oldular. İşyerlerinin küçük olması ve grevlerin Tuzcuoğlu gibi bir taşımacılık tekelinden İncirlik Üssü’ndeki kadim dostumuz, velinimetimiz Amerikalılara uzanan etkili çevrelerin çıkarlarını etkileyen eylemler olması, idarenin, yargının, askeriyenin pek “saygın” elemanlarının bile sıradan grev kırıcıları gibi rol oynamalarına yol açtı.
Grev Kırıcı “İlerici” Bir Sendika Avukatı
Bir sendika avukatı; mantıksal olarak düşünüldüğünde, bir grev ve toplu sözleşme sırasında (ya da herhangi bir hukuki bir sorun olduğunda) kapitalistlerin yasalarının boşluklarından yararlanarak yapacağı manevralar konusunda sendikacılara ve işçilere yasal yolların ne olması gerektiği konusunda danışmanlık yapan kişidir. Tabi ki bu sendikaların gerçek işçi sendikası olması durumunda böyledir. Eğer sendikalar, bizim ülkemizde olduğu gibi sınıf işbirlikçisi bir çizgi izlemeyi gelenekselleştirmişse; ister istemez sendika avukatı dendiğinde, (az sayıdaki iyi niyetli sendika avukatı bu nitelemenin dışında tutuyoruz) işçileri grevden caydırmak için yasal engelleri aşılmaz gibi büyüten, grev başladığında ise; yasalar dışına çıkılmamasını neredeyse hükümet adına denetleyen bir görevli gibi birisi akla gelir. Ama bu seferki, hem kendisi hem de sendikası “ilerici” olarak ün yapan bir Avukat: Otomobil İş Sendikası’nın avukatı, Bekir EKİNCİ. Bu sayın avukat, sadece bir işçi sendikasının avukatı değil, aynı zamanda Tuzcuoğlu Nakliyat’ın Eğitim ve Sağlık Vakfı’nın hem mütevelli heyetinde hem de avukatı. Yani, Bay Avukat Vehbi Koç’a karşı işçi haklarının, TÜMTİS’e karşı da Tuzcuoğlu Nakliyat’ın haklarını savunuyor. Sadece hak savunsa yine iyi, Bay Avukat düpedüz grev kırıcılığı yapıyor: Tuzcuoğlu’nun Ankara işyerinde, grevde hiç işçi olmadığı, grev gözcüsü sendika temsilcisi Ramazan Gezgin ve Zeki Olkun işyerinde çalışmadığı (Z. Olkun sendika üyesi) gerekçesi ile uygulanan grevin kaldırılmasını isteyerek, 30.6.1989’da Ankara İş Mahkemesinden grevi kaldırtma kararı alıyor. Sendikanın itirazı üzerine Yargıtay mahkeme kararını bozuyor. Gelin görün ki avukatımız Tuzcuoğlu’na hizmette kusursuz olmayı aklına koymuş; gidip, grevlere ihtiyati tedbir koymakla ünlü (ki 24 bin çelik işçisinin grevine “ihtiyati tedbir” koyan da aynı iş mahkemesidir) bir yargıcın görevli olduğu mahkemeyi bulur.
Ucu Amerikalılara Dokununca Herkes Grev Kırıcısı Oluyor…
TÜMTİS Sendikası’nın Adana işyerinde uyguladığı grev de grev kırıcıların eylemlerine sahne oldu. Depodaki Amerikan askerlerine ait elbiselerin alınması için Bölge Çalışma Müdürü’nden, Vali’ye, Jandarma Komutanı’na sayısız görevli, yasa, hak tanımadan; grevi kırmaya, jandarmayı işçilere saldırtmaya kadar varan uygulamalara girişmişlerdir. Kim bilir, içlerinden Amerikalıların gözüne girecek kadar dikkat çekenler bile vardır.
Depodaki, Amerikan askerlerine ait elbiselerin alınması için Bakanlık aracılığı ile Vali devreye sokulmuş; konu mahkemede olduğu halde, mahkemenin ne diyeceği bile beklenmeden Valilik idari müdahalede bulunmuştur.
Grevci işçiler jandarma zoruyla baskı altına alınmaya çalışılmış; bu da yetmemiş, görevli mahkeme Adana İş Mahkemesi’nde dava sürerken, yetkisiz bir mahkeme olan 1. Asliye Hukuk Mahkemesinden “malların Amerikalılara teslimi doğrultusunda karar alınmıştır.
Hızını alamayan grev kırıcılar; grev kırıcı uygulamalarına karşı, grevdeki işçilerin “pasif mukavemette bulundukları” gerekçesiyle (belki de pasif mukavemette bulunmamak gerekirdi) dava açmışlar, işçilerden Ali Şahin’i yargıca hakaretten tutuklatmışlardır.

Aralık 1989

Kongrelerden bazı izlenimler

Sınıf mücadelesinin diyalektiği, savaş boyunca yapılan her muharebeden sonra, düşmanın açığa çıkan her hain planı karşısında ve öncülerin ısrarla ve inatla sürdürdükleri bilinçlendirme faaliyetinin etki ve sonuçlarına bağlı olarak, sınıfın bilincindeki gelişmede de ifadesini buluyor. Doğrusu işçi sınıfımız eskisi gibi değil. Olup bitenleri, gerek yakın çevresinde ve gerekse sosyal, siyasal ve iktisadi planda ortaya çıkan gelişmeleri dikkatle izliyor ve daha bir bilinçle, daha bir derinlemesine yorumluyor, değerlendiriyor. Yalnızca gözlemekle ve değerlendirmekle kalmıyor, hem bireysel, hem de üyesi olduğu sınıfın bir parçası olma kavrayışının kökleşmesine paralel olarak kendisini köleleştiren ve insan dışı bir konuma sürükleyen kör yazgısını parçalamaya ve değiştirmeye soyunuyor. Üzerine çöken ve devinmesini engelleyen köhnemiş kurumların ağır ve dayanılmaz yükünü artık taşımak istemiyor; silkiniyor, uyandıkça kin ve öfke ile parlayan ama bilinçle ışıyan gözlerini azgın düşmandan ayırmadan ayaklan üzerinde doğruluyor; kendisini yok etmek isteyenleri yok etmeye yöneliyor.
Bu gelişimin belirtileri çeşitli vesilelerle kendisini gösteriyor. 80 sonrasının ilk büyük işçi grevlerinde, yerel ve genel seçimlerde kendine özgü biçimlerde ve “bahar eylemleri” olarak anılan yaygın işçi hareketlerinde bilinçli uyanışın tomurcuklarına rastlamak mümkündü. Yalnızca eylemlerde açığa vurmakla kalmayan bu bilincin gelişimi her olayın etkisi ve değerlendirilmesi koşullarında içten içe daha ileri düzeylere varıyor, başka faaliyetlerde de davranış ve düşünce kapsamında ortaya çıkıyor.
Ancak sınıfın bilincindeki ve mücadelesinden ilerlemeler ve gelişmeler gerici, sınıf düşmanı güçlerin faaliyetlerini yoğunlaştırmalarını da beraberinde getiriyor. Her türden reformist, revizyonist kişi ve eğilimler mücadelenin büyümemesi, yasakları ve düzeni hedeflememesi için tüm gayret ve imkanlarını kullanıyorlar. Bunlar sermayeye karşı, sözde emeğin yanında görünerek işçi hareketinin uysallaşması, egemen sınıflara ve onların baskı araçlarına tabi kılınmasını sağlamak için her yolu deniyorlar.
Sendika kongrelerinin yapıldığı dönemler de dâhil sınıf içindeki çeşitli mihrakların faaliyetlerini olağanüstü bir yoğunlaşma düzeyine çıkarmalarına sahne oluyor. Tabi aynı zamanda sınıf bilinçti, öncü işçilerin siyasi teşhir ve propagandayı daha çok arttırmalarına da…
Türk-İş’in 11-17 Aralık tarihleri arasında yapılacak genel kurulunun yaklaştığı şu günlerde, konfederasyona bağlı sendikalar da -ikisi hariç- genel kurul çalışmalarını tamamladı. 3 No’lu şubesi hakkında mahkeme kararı olduğu için Tez-Koop-İş, çalışma raporunu tamamlamadığı için de Selüloz-İş Türk-İş’e bağlı 32 sendikadan kongresini yapmayan iki sendikayı oluşturuyor.
Kuşkusuz işçi sınıfının genel ve tek tek işkollarına ilişkin durumları kongrelere de yansıdı. Kongrelerde çeşitli biçimlerde ortaya konulan düşünceler giderek artan hoşnutsuzluğu, ekonomik ve siyasi saldırılar karşısında sınıfın neler yapabileceğini ve alınan kararlar hakkındaki değerlendirmeleri içeriyordu. Bir çok revizyonist, reformist, sınıf işbirlikçisi, gerici sendika yöneticisi koltuklarını nasıl koruyacaklarının ve seçim hilelerinin derdinde iken devrimci işçiler türlü baskı ve engellemelere karşın kürsülerden baskı ve zulmü teşhir ederek mücadele ve örgütlenmeyi daha da geliştirme çağrısı yaptılar. Sınıf bilinçli işçiler genel kurullar öncesinde ve devamı boyunca yaptıkları konuşmalar ve dağıttıkları bildiri ve broşürlerle mücadele ateşini körüklediler. Tüm bu gelişmeler işçi hareketinin gelişimi konusunda fikir edinme açısından ipuçları içermekteydi.
İşçi sınıfının mücadelesini engelleme, düzen sınırları dışına çıkışını önleme ve içerden hançerlemedi burjuvazinin gönüllü uşağı ve aşağılık maşası olan sendika ağaları işlevlerini kongrelerde de büyük bir hırsla gerçekleştirdiler. Onlar daha delege seçimlerinde delegelerin demokratik yöntemlerle belirlenmesini alçakça bir tutum içinde engelleyerek “kendi adamlarını” delege diye orta yere sürdüler. Kendilerinden bağımsız hareket eden, denetleyemedikleri delegeleri ise her yoldan sindirme ve yıldırma çabası içine girdiler, işi ihbarcılığa kadar vardırdılar. Bunlar kendi arabalarına koşmayı başaramadıkları devrimci işçileri “gizli örgüt üyesi”, “terörist”, “bölücü” vb nitelendirmelerle polise hedef göstermeye çalıştılar. Özellikle grev yasağının da bulunduğu askeri alanda üretim yapılan işkollarında delege seçimleri subayların ve süngülerin baskısı altında tam anlamıyla işçilerin dışında yapıldı. Oyların sayımı yapılırken işçiler oy sandıklarından uzak tutuldular, yaklaşmak isteyenler askeri yöntemlerle engellendiler. Sonuçta bu gibi gerek zora, gerekse çeşitli dalaverelere dayalı yöntemlerle daha işin başında işçilerin genel kurullarda gerçek anlamda temsil edilmesine ve iradelerinin gerçekleşmesine olanak verilmedi. İş bununla da bitmedi; yine özellikle sözü edilen işkollarında işçiler üyesi bulundukları sendikanın kongresine sokulmadılar, polis aracılığıyla genel kurul yapılan salona girmeleri engellendi.
Sınıfın bağımsız mücadele ve örgütlenmesine engel olmaya çalışan sendika ağaları tepesine çöreklendikleri sendika yönetimlerini kullanarak, işçilerin tüm hareketlerini kontrol ve baskı altında tutma çabasındalar. Yalnızca mücadeleyi pasifize etmeye ya da burjuvazi için zararsız ve kabul edilebilir düzeyde tutmaya çalışmakla kalmayıp, sendikalarda oluşturdukları “mafya” tipi ilişkiler ağıyla bir yandan koltuklarını garantiye alırken bir yandan da patronlarla birlikte sınıfın azgın bir biçimde sömürülmesinden pay almaktadırlar. Bu durum onları ayrıcalıklı bir konuma getirmekte, bu ayrıcalıklarını korumak, sürekli kılmak için de ne pahasına olursa olsun yönetimde kalmayı kendi çıkarları açısından vazgeçilmez saymaktadırlar.
Yönetimde kalmaları sayesinde sendikaları adeta kendi malikânelerine çeviren bu “sendikal mafya babaları” sendikal demokrasinin en büyük düşmanlarından biri olarak işçilerin karşılarında konumlanmaktadırlar. Devrimci işçiler sendika ağalarının tahakkümüne son verilmeden sendikal demokrasinin gerçekleştirilemeyeceğini kongrelerde ısrarla ortaya koymuşlardır. Sendikal demokrasinin olmayışı sadece sendika ağalarının tutum ve davranışlarında somutlanmıyor. Kongrelerde açığa çıkan bir başka gerçek de sendika tüzüklerinin anti-demokratik kurallar içeren bölümlerinin ağırlıkta olmasıdır. Bazı genel kurullarda işçiler bu tüzük maddelerini deşifre ederek değiştirilmesini sağladılar.
Sendika ağalarının doğal olarak işçilerin eğitimi gibi bir sorunları da olamazdı. Nitekim bazı sendikalarda eğitim için önemli oranlarda ödenek ayrılmasına karşın sendikaların birçoğunda eğitim etkinliklerinin emaresine rastlanmamıştır. Eğitim için yapılan seminerler, dağıtılan broşürler, gösterilen filmler vb. ancak bilimsel yaklaşımlar esas alınarak yürütüldüğünde amaca ulaşılmış olacak, yoksa sendika ağaları denetiminde bazı çalışmalar yapılsa bile bunlar gerici, karşıdevrimce şoven fikirlerin yayılmasına ve aşılanmasına yarayacağından yalnızca zarar vereceklerdir.
Farklı görüşlerden işçilerin, ortak çıkarlarından olduğuna inandıkları konularda birlikte hareket etme eğilimleri kongrelerde yansıyan başka bir olgu oldu. Ancak bu anlayış mevcut düzen partilerine duyulan tepki nedeniyle her türlü siyasi partiye karşı olmayı içeren bir tutuma da kaynaklık edebilmektedir. Varolan yasal burjuva partilerine tepki duymakta işçiler elbette ki haklıdırlar. Ama bu tepkiyi kendi çıkarları ve kurtuluşları için mücadele eden devrimci siyasi partilere de genellemeleri örgütlenme kavrayışındaki eksikliklerin giderilmesini gerektiren niteliktedir.
Aynı şekilde kötü sendika yönetimlerine duyulan tepki bütün sendikalara genellenebilmekte, bu da sendika karşıtlığını geliştirebilmektedir. Oysa kötülük sendikal örgütlenmenin kendisinde değil, onu idare edenlerdedir. Dolayısıyla sendikalara işçi karşıtı nitelikler kazandıran sendika ağalarına yönelmek gerekirdi. Devrimci işçilerin bütün kitle örgütlerinde, işçilerin bulunduğu her yerde ve bu arada gerici sendikalarda bile çalışmalarının önemi ve gerekliliği bilinmektedir. İşçilerin zararlı bir bölünmesine yol açan kimi örgütlenmeler ise elbette savunulamaz.
Kurtuluşu ancak sömürü düzeninin yıkılarak yerine sosyalizmin kurulmasıyla mümkün olan işçi sınıfı, kendi çıkarları gibi ezilen ve baskı altında olan diğer emekçi katmanlarının da çıkarlarını savunma durumundadırlar. Bu aynı zamanda kendi sınıfsal çıkarları açısından da gereklidir. Çünkü düşmanı, onun tarafından ezilen tüm diğer kesimlerle birlik olmadan alt etmek olanaklı değildir. Kongrelerde işçiler yetersiz de olsa diğer kesimlerin sorunlarını dite getirmişler, dayanışmalarını belirtmişlerdir. Ancak ezilen ulus ve bu ulusun yaşadığı bölgede yaşanan vahşet ve katliamlar ya pek cılız bir biçimde -o da bizzat o bölgeden olan işçilerce- dile getirilmiş, ya da hiç söz konusu edilmemiştir. Unutulmamalıdır ki başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz. Ezen ulusun işçileri ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını en tutarlı bir biçimde savunma görevine sıkıca sarıldığı oranda tarihsel misyonunu yerine getirebilecektir.

Aralık 1989

İşçi sınıfının en keskin mücadele araçlarından birisi olarak grev

Tarih sahnesine çıkmasından bu yana işçi sınıfı çeşitli mücadele aşamalarından geçti.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin onun varlığı ile başladığını söyleyebiliriz: Önce tek tek işçiler tek tek patronlara karşı haklarını savundular, sonra tek bir atölye ya da fabrikanın işçileri patronlarına karşı birlikte tavır aldılar, bu da yetmedi: bir yöredeki bütün fabrikaların işçileri oradaki kapitalistlere karşı durdular. Saldırı sadece kapitalistlerle de sınırlı kalmadı, burjuvazinin sahip olduğu üretim araçlarına da yöneldi. Makina kırıcılığı (ludizm) işçilerin kapitalistlere karşı öfkesinin bir ifadesi oldu. Ama işçiler kısa sürede girilen bu yolun çıkmaz olduğunu gördüler, burjuvaziye karşı bir sınıf olarak birleşmenin gereğine daha çok inanarak ilerlediler. Büyük sanayi devriminin getirdiği atılım, makinaların sanayinin her dalında yaygın kullanımı, büyük çapta meta üretimi. İşçileri sadece sayısal olarak çoğaltmakla kalmadı, onları büyük kitleler halinde yoğunlaştırdı da. Tek tek işçilerle tek tek patronlar arasındaki çatışma giderek iki sınıf arasındaki çatışmaya dönüştü.
Mücadelenin belirli bir aşamasında işçiler, burjuvaziye ‘ karşı birlikler oluşturdular. Başlangıçta bu birlikler çok şekilsiz ve süreksizdi, ama zamanla “ara sıra ortaya çıkan başkaldırılara hazırlıklı olabilmek için sürekliliği olan birlikler” kurdular. “Mücadele yer yer ayaklanma biçimine büründü”. (Marks, Engels). İngiliz işçi sınıfı tarihinde pek çarpıcı bir biçimde izlendiği gibi, bu başkaldırılarda işçiler zaman zaman başarılı da olurlar ama daha çok yenilgiyi tadarlar. Bu süreçte işçilerin en büyük kazancı durmadan büyüyen birleşmeleri, bir sınıf olarak kaynaşmaları olur. Yerel mücadeleler ulusal çapta birleşerek büyür, çatışmanın boyutu ülkenin her yanındaki işçilerle her yanındaki kapitalistlerin ayrı ayrı, çıkarları birbiriyle karşıt iki sınıf olduğu bilincinin yerleşmesinin temelini oluşturur. “Her sınıf mücadelesi politik bir mücadele” olduğundan işçi sınıfının politik mücadelesi işte bu sosyal temel üstünde yükselir.
İşçilerin ülke çapında birleşerek bir sınıf oluşturması, bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına dikilmesi ne kolayca oldu, ne de dümdüz, hep ilerleyen bir yol izledi. “Proleterlerin sınıf olarak ve bununla birlikte politik parti olarak örgütlenmesi, her an bizzat İşçilerin kendi arasında rekabet tarafından yeniden tahrip edilir. Ama her seferinde yeniden, daha güçlü, daha sağlam ve daha etkin olarak yeniden oluşur.” (Marks, Engels)
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin belirli bir aşamasında, tek tek işçilerin tek tek kapitalistlere değil de, bir grup işçinin bir kapitaliste karşı birlikte karşı durması aşamasında grev işçi sınıfının bir mücadele aracı olarak ortaya çıktı. O aşamadan İtibaren işçiler, üretimden gelen güçlerini kullanarak kapitalistlere istemlerini kabul ettirmeye çalıştılar. Burada da kalınmadı; grev, sınıfın burjuva sınıfından isteklerinin, elde etmenin araçlarının en önemlilerinden birisi olarak, çeşitlendi ve mücadelesinin en etkin ve sürekli araçlarından birisi oldu.
İşçi sınıfının büyük öğretmenleri Marks ve Engels, daha çalışmalarının başından itibaren, işçi sınıfının grev eyleminin sınıfın mücadelesindeki belirleyici rolünü kavradılar ve ona gereken ilgiyi gösterdiler. Engels, ilk çalışmalarından birisi olan “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı yapıtında, İngiliz işçilerinin grev mücadelelerine önemli bir yer ayırarak grevlerin, İngiliz işçilerini bir sınıf olarak birleştirmesine ve onların mücadele aracı olarak rolüne dikkat çeker; grevleri, işçi sınıfının bir savaş okulu olarak niteler. Sadece grevlerin önemine dikkat çekmekle de kalmaz, grevi işçi sınıfı mücadelesi içinde yerli yerine oturtarak; daha sonra grevi işçi sınıfı mücadelesinin tek aracı olarak görecek olan anarko-sendikalistlere ve anarşistlere şimdiden (1845 de) yanıt verir gibidir. “Bu grevler kuşkusuz şimdilik ileri karakol çakışmalarıdır ve ara sıra önemli çatışmalar olsa bile; bunlar hiçbir şeyi tayin etmiyorlar, ama bunlar, proletarya ile burjuvazi arasındaki tayin edici muharebenin yaklaştığının en güvenilir kanıtlarıdır. Bunlar, işçileri artık kaçınılmaz olan büyük mücadeleye hazırlayan savaş okullarıdır: Bunlar, tek tek işkollarının büyük işçi hareketine katılmalarına ilişkin ayaklanma çağrılarıdır,” (Engels)
Engels aynı yapıtında, grev sırasında çekilen sıkıntıların işçi sınıfını nasıl bilediğini ve onun dayanma gücünü nasıl artırıp sınadığını da şöyle ifade ediyor:
“Sefaleti kendi deneyiminden tanıyan bir işçi için, karısı ve çocuğu ile buna karşı durmak, açlığı ve yoksulluğu, aylar boyunca çekmek ve bu arada sağlam ve sarsılmadan kalmak, gerçekten ufak tefek bir iş değildir. Bir Fransız devrimcisini bekleyen ölüm, kürek cezası, İngiliz işçisinin mülk sahibi sınıfın boyunduruğuna girmeyi tercih ettiği yavaştan açlıktan ölme karşısında, açlık çeken aile gündelik manzarası karşısında nedir ki? … Bir burjuvayı dize getirmek için bu kadarına katlanan kişiler, tüm burjuvazinin iktidarını devirmeye de muktedir olacaklardır.”
Marks ve Engels’in çabaları, grevlerin işçi sınıfı mücadelesindeki yerini belirlemekle kalmadı, işçi sınıfı eliyle yeni bir dünya kurma teorisi ve pratiğinin de öncüleri olarak onlar 1. Enternasyonal içindeki çabalarıyla, Enternasyonalin dikkatini işçi mücadelesine ve grevlere çektiler. Özellikle Marks, grev mücadelesinin gündelik sorunlarıyla bizzat ilgilendi; grevlere maddi ve manevi bakımdan yardım edilmesini sağladı, kendi eliyle duyurular yazdı, karşılaşılan sorunlar karşısında çözüm yolları gösterdi, her türden grev kırıcılığına karşı savaştı.
Marks ve Engels, bir yandan Enternasyonal’in dikkatini işçi sınıfının grev mücadelesine çekerken, öte yandan Bakunin ve Bakünincilerin şahsında grevlerin işçi sınıfının tek mücadele biçimi olarak öne sürülmesine de karşı çıktılar.
Sonraki yıllarda Lenin ve Bolşevikler, 2. Enternasyonalin grev mücadelesini küçümseyen oportünist çizgisine, ekonomistlerin ekonomik temelden kalkan grevi her şey sayan anlayışlarına karşı, Marks ve Engels’in devrimci çizgisinin savunucusu oldu. Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin kurulmasıyla öteki mücadele alanlarında olduğu gibi grev konusunda da M-L yeni bir dayanak kazandı. Ama burjuvazi var oldukça işçi sınıfının dostu postuna bürünmüş “yandaşları” da olacaktır. Bu yüzden de işçi sınıfının iki yüz yılı aşkın grev deneyimine karşın, bugün de; grevlere olmadık güçler atfeden, ya da artık önemini yitirdiğini iddia eden sendika ve siyasi odaklar var olmaya devam etmektedir. Bu nedenle de; greve katılan, birkaç grev deneyimi geçiren her İşçinin görebileceği “basit” gerçekleri yeniden yeniden gündeme getirmek kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü işçi sınıfının grev mücadelesinin önemi sadece işçi sınıfının dostlarının değil, belki onlardan da önce düşmanlarının ve burjuvazinin dikkatini çekmiştir, işçi sınıfının mücadele tarihi bunun açık kanıtlarıyla doludur. Bugün, hiç olmazsa burjuva demokrasisinin uzunca bir zamandan beri hüküm sürdüğü ülkelerde işçi sınıfının vazgeçilmez bir hakkı olarak görülen grev bu ülke burjuvalarının en demokrasi yanlısı, en devrimci oldukları 18. yüzyılda, ne olağan bir hak olarak görülüyordu ne de kullanıldığında kabul ediliyordu. Burjuvazi bir yandan feodal artıklara, soyluluğun imtiyazlarına karşı savaşırken öte yandan da grevcilere kurşun sıkmaktan çekinmiyordu. 1779-1801 yıllarında İngiliz parlamentosu, grevleri ve işçi örgütlenmelerini yasaklayarak nasıl bir demokrasi savunduğunu ortaya koydu. Ve ancak, kapitalizmin en gelişkin ülkesi (bu yüzden de işçi sınıfı hareketinin en gelişkin olduğu ülke) olan İngiltere’de grev ve sendika hakkı, artık yasaklanarak önlenemeyeceği anlaşıldıktan sonra, 1824’te yasal bir hak oldu. Ama grev hakkının yasalara geçmiş olması burjuvazinin bu hakka saygı gösterdiği anlamına gelmedi; grevlere bazen açıkça saldırdı, bazen grev kırıcıları kullandı, bazen de sınıf içindeki ajanlarını (çoğu zaman da hepsini bir arada) kullandı, Özellikle işçi sınıfı içinde işçi aristokrasisinin güçlü olduğu ülkelerde grevleri arkadan vurmak burjuvazi için daha olanaklı hale geldi. Reformcu ve revizyonist sendikacılık akımları ve burjuvaziye hizmeti iş edinmiş sendika bürokratları ve ağaları grev kırıcılığını meslek haline getirdiler. Bugün de bu görevlerini her ülkede değişik kılıklar altında ama ASK- DSF-ICFTU İçinde uluslararası bir dayanışma altında sürdürüyorlar. Bu yüzden de gerek grev alanlarında gerekse ideolojik mücadele alanında, Mars ve Engels’ten bu yana bütün gerçek Marksistlerin savuna geldiği tezleri yeniden yeniden gündeme getirmek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Grevlerin içerikleri ve çeşitleri
“Kapitalizm, ister istemez işçilerin patronlara karşı mücadelesine yol açar ve üretim büyük çapta olunca, mücadele ister istemez grev biçimini” (Lenin) almasından bu yana işçi sınıfının mücadele deneyimi zenginleştikçe grevler de ilk biçimleri olan ekonomik biçimden taşarak zenginleştiler, çeşitlendiler. Ekonomik grevlerin yanı sıra, dayanışma grevleri, protesto grevleri, genel grevler gibi içerikleri ve amaçları, uygulandıkları yere ve zamana göre değişen grev türleri işçi sınıfının sık sık başvurduğu grev biçimleri oldular.
Grevler içerikleri, amaçları, yürütülüş biçimleri bakımından çok değişik olabilirler. Bunların bazılarını şöyle sayabiliriz. Bir bölgedeki değişik işkollarından işletmeleri kapsayan yatay grevler, bir bölgedeki bir iş kolundaki bütün işletmeleri kapsayan dikey grevler, değişik İşletmelerin bir ya da birkaç işletmedeki bir grevi desteklemek İçin giriştikleri dayanışma grevleri, belirli bir hazırlıktan sonra istençli bir biçimde ortaya konan örgütlü grevler, herhangi bir hazırlık ve plan olmadan, spontane olarak ortaya çıkan kendiliğinden grevler, kimi ekonomik kazanımlar için başvurulan ve bu muhtevada kalan ekonomik grevler, politik amaçlarla gerçekleştirilen politik grevler vb. gibi.
Sözü edilen her grev türünün kuşkusuz kendine has kimi özellikleri vardır ve başlamaları, yürütülüş biçimleri ve karşılaşılan sorunlar farklılıklar gösterir, Ama biz burada yazının bundan sonraki çerçevesi içinde söylenenlere temel olması bakımından ekonomik ve politik grevler üstünde duracağız.
Aslına bakılırsa, nasıl ki ekonomik ve siyasal mücadele birbiri ile sıkı bir ilişki İçinde ise, ekonomik ve siyasal grevler de öyle bir ilişki içindedir. Gerçek yaşamda da salt ekonomik mücadele diye bir şey yoktur, çünkü en saf, “en ilkel haliyle bile ekonomik mücadele işçiyi kapitalistle karşı karşıya getirdiği için çapından ve niteliğinden bağımsız olarak politik unsurlar” (A. S. Losovsky) içerir. Her grevin böylesi siyasal bir embriyon taşıması yanı sıra, günümüzde, devletin o görünür tarafsızlığını yitirdiği, ekonominin merkezileşerek bütün ülke, hatta dünya ölçüsünde tekellerin ortaya çıkmasıyla bir yerdeki grevin ekonominin geneline etkisinin arttığı, hükümetlerin her vesileyle grevlere müdahalesi gibi nedenler ekonomik amaçlı grevlere bile siyasal bir içerik kazandırmakta, bu müdahaleler arttığı ölçüde de grevlerin siyasal unsurları derinleşmektedir.
Yine, ekonomik grevlerin oldukları yere göre de siyasal içerikleri önem kazanır. Örneğin, çelik, enerji, yol gibi işkollarındaki ekonomik grevler tekstil, deri ve benzeri işkollarına göre siyasal İçerik kazanma şansı daha fazla işkollarıdır.
Ekonomik grevler meydana geldikleri döneme göre de farklı önem kazanırlar; refah dönemlerine göre kriz dönemlerinde, barış zamanına göre savaş zamanlarında farklı bir öneme sahip olurlar; Refah döneminde ekonomiyi fazla etkilemeyecek bir grev, kriz döneminde var olan krizi daha da derinleştirici rol oynayabilir. Ya da barış zamanı fazla önem taşımayan bir demir yolu grevi, savaş zamanı savaşın kaderini belirleyici bir rol oynayabilir. Küçük bir alanda başlayan grev, genişler ve ekonomiyi önemli ölçüde felce uğratırsa, politik bir önem kazanır. Çünkü “politika yoğunlaşmış ekonomidir.”
Genel grevler ise; dolaysız başlangıç nedeni ne olursa olsun, önderlerinin amaçları ve katılan işçilerin politik düzeylerinden bağımsız olarak politik bir nitelik taşır. Örneğin, TİS görüşmelerindeki bazı engelleri aşmak için TİSK’in inadı kırılması gerekiyor ve salt bu nedenle TÜRK-İŞ genel greve başvuracak olsa, Türk-İş ağaları ne kadar, “amacımız politik değil” diye yemin billâh etse, yapılan eylem yine de politik niteliktedir. Çünkü işçi sınıfı sınıf olarak, burjuvaziye bir isteğini kabul ettirmek için greve başvurmuştur. Sınıfın sınıfa karşı mücadelesi ise politik mücadeleden başka bir şey değildir.
Evet, bir genel grev önderlerinden ve katılan işçilerin bilinç düzeylerinden bağımsız olarak politik bir içeriğe sahiptir, ama proletarya partisinin, sınıf sendikacılığının damgasını taşımadığı sürece planlı politik mücadelenin bir aracı durumuna gelemez. Örneğin 1960- 1970’li yıllarda, İtalya ve Fransa’da revizyonist partilerin ve sendikaların örgütlediği pek çok genel grev oldu, bunlar elbette siyasal bir içerik taşıyorlardı, ama hiçbir zaman burjuvaziyi devirmenin bir aracı, sınıf mücadelesini bir üst aşamaya sıçratmanın dayanağı olmadılar.
Tarihsel olarak anarko-sendikalizm, ekonomi ile politikanın mutlak olarak ayrılması görüşü üstüne oturtulmuştu. Günümüzde, bu eğilim reformcu sendikacılık tarafından temsil edilmektedir. Ekonomik grevlere siyaset bulaştırmamak İçin reformcu sendikacılar var güçleriyle uğraşmaktadırlar, ama onlar uğraşıyor diye ekonomik grevlere siyasetin bulaşmadığı anlaşılamaz, bulaşıyor, hem de çoğu zaman ekonomik yanını örtecek kadar bulaşıyor, ama burjuva siyaset bulaşıyor. Bu yüzden de günümüzde tartışmanın odağı anarko sendikalistlerle olduğu gibi, ekonomi-siyaset ilişkisi ve salt ekonomik grevlerin saçmalığı üstüne değil de hangi politika; burjuva politikası mı, proletarya politikası mı, reformculuk mu, devrimcilik mi üstüne yoğunlaşmaktadır.
Anarko-sendikalizmin 20. yy başlarında, İtalya, Fransa, İspanya ve Latin Amerika ülkelerinde güç kazanmasının nedeni, işçilerin o günün “Marksist” partileri olan sosyal-demokrat partilerin reformizme kaymaları, işçileri burjuva politikasının batağına çekmeleriydi. Bu yüzden de işçiler, burjuva politikasına, politikasızlığı tercih ederek anarko-sendikalizmin saflarına katıldılar. Bugün, daha doğrusu son yıllarda, revizyonizmin İktidarda olduğu ülkelerde, “dayanışma” türü “bağımsız” sendikacılık eğiliminin büyük boyutlara varmış olması da benzer bir nedene dayanmaktadır: işçi sınıfından koparak bürokrat burjuvazinin karargâhına dönüşen eski komünist partiler, sendikaları da sendika bürokrasisinin birer üssüne dönüştürdü; işçiler sendikalardan uzaklaştırıldı, sendikalar işçi sınıfının çıkarlarını koruyan, sosyalizmin inşasının araçları olan örgütler değil, parti ve sendika bürokrasisinin örgütlenme ve çıkar merkezlerine dönüştüğü için artık işçiler için bir anlam ifade etmekten çıktılar. Bu yüzden de görünüşte de olsa bu revizyonist bürokrasiye karşı çıkan “bağımsız” sendikacılık işçiler İçin daha çekici gelmektedir. Bugün bizim ülkemizde de, sınıf içinde sendikaların siyasetten uzak durması, sendikaların siyasi partilerden “bağımsızlığı”nın fazla İtibar görmesinin arkasında var olan siyasi partilerin işçi sınıfına düşman politikalar izleyen burjuva partileri olması yatmaktadır, işçi sınıfının mücadele tarihi, gerçek işçi sınıfı partilerinin var olduğu koşullarda İşçilerin sendikaların politika dışında kalmasını istemeleri bir yana gündelik mücadele de bile kendi partisinin çizgisinde yürümeye özen gösterdiğini kanıtlamaktadır.
Marksist dünya görüşünü kendisine kılavuz edinen sınıf sendikacılığı işçi sınıfının mücadele tarihinden çıkardığı derslerin ışığında, politikanın ekonomiye göre önceliğinin, politik örgütün sendikalardaki önder rolünün, ekonomik mücadele ile politik mücadelenin kaynaştırılmasının zorunluluğunun bilincindedir. Ancak bu kaynaşma kendisini işçi sınıfının en keskin mücadele biçimlerinden birisi olan grevlerde ortaya koyduğu ölçüde anlamlı olacaktır. Ekonomik nedenlerle başlamış olsa da bir greve politik içerik kazandırmak için ortaya çıkan fırsatlar kaçırılır, ya da fark edilmezse sadece politik bir çıkışın gerektirdiği avantajlardan yoksun kalınmaz, ekonomik amaçların elde edilmesi de büyük ölçüde riske girer. Örneğin 1970’lerde Maden-İş Sendikası’nın MESS’e karşı. Tekstil Sendikasının Tekstil İşveren Sendikalarına karşı yürüttüğü grevler, işverenlerin “Grup Sözleşmesi”nde direnmesi üzerine siyasal bir içerik kazanmıştı. Çünkü artık sorun sözleşmenin şu ya da bu maddesinden dolayı değil, kapitalist sınıfın işçi cephesinde bir gedik açmak üzere direnmesiydi. Bu da grevi ve tabii lokavtı da sınıfın sınıfa karşı tavrına dönüştürmüştü. Kapitalistler çok bilinçli bir biçimde, burjuvazinin diğer kesimlerini ve hükümeti de yanlarına çekecek politikalar izlediler. Maden-İş ve DİSK ise; greve siyaset bulaştırmayı taktik olarak (bazı hallerde politik bir tutum alındığı halde, tutumun politik olmadığı söylenebilir) değil, gerçek anlamda olarak reddettiler. Grevimizin amacı salt ekonomiktir diye direndiler. Sanki siyasi amaçlı grev yapmak İşçi sınıfına karşı büyük bir suçmuş gibi. Oysa o aşamada yapılması gereken, grevin kazandığı politik içeriği doğru bir biçimde tespit edip, bunun nedenlerini bütün sınıfa ve demokratik kamuoyuna açıklamak, işçi sınıfının grev dışı unsurlarından başlayarak bütün ilerici çevrelere, grevde kazanımın bütün sınıf ve ilerici güçler için, kaybın ise yine aynı güçler için olduğunu vurgulayarak, mücadelenin yığın desteğini artırmak; yanı sıra grevin hedeflerini gözden geçirerek siyasal talepleri öne çıkaran yeni bir yönelişe girmek gerekirken, DİSK’Ii sendikacılar mücadeleyi ilerletmekten, yeni güçleri mücadele alanına çekmekten kaçınarak, “grevimiz ekonomik talepler içindir, hiçbir ideolojik, politik amacımız yoktur, verin hakkımızı grevi bırakalım” tavrını takınarak, işçi sınıfı cephesini zayıflatırken, burjuvazinin zaten örgütlü ve bilinçli olan cephesini cesaretlendirmiştir. Böylesi ahmakça tavır karşısında (eğer bilinçli bir ihanet yok, sadece ahmaktık sayılırsa) MESS ustaca, DİSK’in ideolojik amaçlarla grevde direndiğini iddia etmeye devam etmiş; gazetelere verdiği ilanlarla, hatta işçi evlerine gönderdiği, dergi, broşür ve özel mektuplarla geri bilinçli işçilerde grevin amaç dışı kullanıldığı konusunda kuşkular uyandırarak, işçi sınıfı cephesi içine nifak tohumları ekmeye çalışmıştır. Çünkü DİSK ve bağlı sendikalar, politik grevlere özünde karşı olduklarından, dahası o somut anda politik yanı öne çıkarmaktan şiddetle kaçındıklarından işçilerin karşısına geçip grevin neden politik bir grev olması gerektiğini, ancak politik mücadele araçlarıyla sürdürülebilir ve gerekleri yerine getirilirse başarılı olunabileceğini savunamadığı için MESS’in direnemeyeceği boyutlara varma olasılığının güçlülüğü daha iyi anlaşılır. Dahası, MESS’in greve yönelttiği “politiktir” suçlaması bu durumda MESS’in DİSK’in politik amaçlarla görüşmeleri çıkmaza ittiği iddiası grevi zayıflatan bir silah olmuştur. Eğer tavır sınıf sendikacılığının tavrı gibi olsaydı; ülkenin o andaki politik ortamı düşünüldüğünde mücadelenin MESS’in elinde patlayan bir silah olacak, burjuvazi bir daha işçi sınıfına karşı bugün de çok sık kullandığı bu silahı kullanamayacak. “Grup Sözleşmesi” de sınıfın başına bela edilemeyecekti.
12 Eylül’den sonraki ilk büyük grev olan (Kasım 1986’da başladı ve 2650 işçi katıldı) NETAŞ grevi de böyle, ekonomik nedenlerle başlayan ama PTT-Northern Telecom (Kanada firması)-Hükümet işbirliği içinde işçilerin grev cesaretini kırmak, bütün olarak sınıf için grevin çıkar yol olmadığını göstermek için özel olarak yenilmeye çalışılan ve grevin başlamasından sonra politik içerik kazanan bir grevdi. Burada da sendika bu politik içeriği görmezden gelerek, mücadelenin genişletilmesinden çekinmiş bu yüzden de istenen amaçlara ulaşılamamış, Otomobil-İş’in bütün öğünme çabalarına karşın önder işçilerin işten atılması bile önlenememiştir. Seydişehir Alüminyum, İskenderun ve Karabük Demir-Çelik fabrikalarındaki grevlerde de hükümetin grevi kırmak için çevirdiği entrikalar, bu grevlerin de siyasal içeriğini derinleştirmiştir. Ne var ki gerek Türk Metal, gerekse Çelik-İş bu siyasal içeriğin üstünü örtmeye özen göstererek, grevi “kazasız belasız” bitirmek için hükümet ve işveren sendikası TİSK’le entrika çevirmekten çekinmemişlerdir.
Sınıf sendikacılığı, mücadelesinde, ne doğrudan politik içerikli grevler örgütlenmekten, ne de ekonomik nedenlerle başlayan grevlerin siyasal bir karakter kazandığı durumda yeni sloganlarla mücadeleyi ilerletmek için gayret göstermekten geri durmaz. Ama bunu yaparken, yığınlar adına küçük bir azınlığın hareketine dönüştürmez sendikal hareketi. Bu, anarko-sendikalizmin tavrıdır: Çünkü “anarko-sendikalizm daima bir azınlık, seçkinler öğretisi olmuş, “kitleler adına hareket eden” bir azınlık olmuştur. Marksistler ise; asla kitleler adına hareket etmemiş, ama “kitlelerle birlikte” ve kitlelerin başında hareket etmeyi ilke edinmişlerdir. Sınıf sendikacılığı bu tutumuyla bir yandan anarko-sendikalizmin kitleleri küçümseyen tavrından ayrılırken, öte yandan da reformculuğun yığınları sendikal mücadelenin dışında tutan, sendikacılığı sendika ağalarının ve bürokratların diplomasi faaliyetine indirgeyen tavrından ayrılır.
Hiç kuşkusuz yukarda söylenenler daha çok grevin işçi sınıfının yasal bir hakkı olduğu, bu hakkın çok fazla kısıtlanmadığı koşullarda geçerlidir. Grevin hepten yasak olduğu ya da bizimki gibi grevin bir hak olarak tanınıp “grev düzenleyici” yasalarla kullanılır bir hak olmaktan çıkarıldığı ülkelerde ekonomik grevlerin bile kısa zamanda derin bir siyasal içerik kazanması kaçınılmaz olur. Örneğin, 12 Eylül koşullarında Cunta grevleri yasaklamışken, patronun ücretlerini ödemediğini öne sürerek bir grup işçinin greve gitmesi, grevin kendisi cuntanın emirlerini çiğnemek olacağından, eylem amaçlarından ve katılan işçilerin amaçlarından bağımsız olarak siyasal bir niteliktedir. Grevin duyulmasından hemen sonra gelen askerler tarafından işletmenin kuşatılıp, işçilerin alınıp tutuklanması buradaki siyasal içeriği fark etmeyenlere de bunu fark ettirecektir. NETAŞ, Demir Çelik, Alüminyum gibi grevlerde-ki siyasal karakterin ağırlık kazanmasının bir nedeni de elbette ülkemizdeki grev hakkının sözde hak olmasıyla da ilgilidir, işçi her yandan yasaklarla çevrili olduğundan, her an grevin ertelenmesi tehlikesi, polisin, grev tüzüğüne aykırı davranıldığı gerekçesiyle greve yeni engeller çıkarması, iş yerinde işveren lehine mülki amir ya da mahkemelerin yetki kullanması gibi durumlar işçilerle hükümeti, ya da burjuva sınıfının bütününü yüz yüze getirme olasılığı taşımaktadır. Ki; bu da grevlerin siyasal içeriklerini derinleştirici etkenlerdendir. Demek ki, bir ülke ya da işkolunda grev yasak, ya da yasağa yakın bir serbestlikte ise; o ülke ya da işkolundaki grevlerin siyasal içerikleri daha güçlü olacaktır. Sınıf sendikacılığının unutmaması gereken etkenlerden birisi de bu olsa gerekir. Çünkü bu etken var oldukça; küçük ekonomik grevlerin bile, siyasal bir içerik kazanarak büyüme, genel bir greve dönüşme olasılığı yüksek olacaktır.
Buraya kadar ekonomik içerikli grevlerdeki siyasal nüve, bu grevlerin süreç içinde kazanabilecekleri politik içerik üstünde durduk; ama bu siyasal içeriğin sınıfsal karakterine değinmedik, ya da sadece dolaylı değinmelerle yetindik. Bütün bu söylediklerimizden sonra şöyle bir soru ister istemez akla gelecektir: Bu grevlerde kendiliğinden ortaya çıkan siyasal nitelik hangi sınıfın siyasetine karşılık gelir, ya da proletarya partisinin damgasını yemeden bu siyasal içerik işçi sınıfının siyasal mücadelesinin bir parçası olabilir mi? Eğer bu soruya, mademki greve katılanlar İşçidir, öyleyse bu grevlerin İçeriğinin zenginleşerek siyasal bir nitelik kazanması da her koşul altında bu grevleri işçi sınıfının siyasal mücadelesinin bir parçası haline getirir dersek, Lenin’in ünlü yapıtı “Ne Yapmalı?”da ekonomistlere yönelttiği tüm suçlamaları hak ederiz. Çünkü gerçek hiç de bu kadar basit değildir. Bu yüzden de sorunun aydınlığa kavuşması için biraz daha ayrıntısına inmek, siyasal mücadelenin ne olup olmadığı üstünde durmak gerekir.
Engels, siyasal mücadeleyi “sınıfın sınıfa karşı mücadelesi” olarak tanımlar. Yani nerede iki sınıf karşı karşıya geliyorsa orada siyasal bir mücadele vardır, Buradan kalkarak, sınıf mücadelesinin sınıfların birbirlerini alt etme mücadelesi olduğu, bunun da siyasal iktidarı elde etmekle gerçekleşeceği gerçeğini göz önüne alırsak, siyasal mücadelenin iktidar mücadelesine eş düştüğü sonucuna varırız. Bu yüzdende siyasal mücadele deyince iktidar mücadelesinden söz edildiği bilinir. Gerçi sınıf mücadelesi dendiği zaman sınıfın ekonomik, siyasi, ideolojik alandaki mücadelesinin tümünü kastederiz ve ekonomik ve ideolojik mücadele bazen siyasal mücadelenin önüne çıkıyor olsa bile her iki alandaki mücadelenin siyasal mücadelenin başarısı için olduğu bilinir. Zaten gerçek yaşamda, birbirinden mutlak olarak, ayrılmış bir ideolojik, ekonomik ve siyasal mücadele alanları yoktur. Yürüyen bir tek mücadele vardır. O da, işçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği mücadeledir. Böyle ayrı ayrı mücadelelerden söz etmemizin nedeni gerçek yaşamı daha iyi kavramak için zihnimizde yaptığımız bir ayrıştırmadır.
“Sınıfın sınıfa karşı mücadelesinden” ne anlamak gerekir? Elbette ki işçi sınıfının çoğunluğunun bütün olarak burjuva sınıfından, burjuva hükümetinden istemleri için mücadelesini anlamak gerekir. Ama bundan her zaman sınıfın bütünü ya da çoğunluğunun dolaysız olarak burjuvazinin, onun hükümetinin karşısına çıktığı anlamı çıkmaz. Örneğin bir tek fabrikanın işçileri bile eğer sınıfın bütünün istemleri için bir mücadele içindeyse bu sınıfın sınıfa karşı mücadelesidir. Bir fabrikanın işçileri, bütün sınıfı ilgilendiren, örneğin; grev hakkına sınırlamalar getiren yasaların kaldırılmasını isteyerek bir eyleme başvurmuşlarsa, bu eylem sınıfın çoğunluğunu kapsamadığı halde sınıfın sınıfa karşı mücadelesi olarak değerlendirilir. Çünkü istemler sınıfın bütününün istemleridir.
Öte yandan siyasal mücadelenin, kendi başına, hangi sınıfın hangi sınıfa karşı olduğunu ya da hangi sınıfın siyaseti olduğu belirtilmeden, fazla bir anlamı da yoktur. Dahası var olan düzen sınırlarını aşmayan bir siyasal mücadele programının hangi sınıfın maddi güçleriyle yürütülürse yürütülsün burjuva siyasetinin sınırlarını aşamayacağını biliyoruz. Bu yüzden de işçi sınıfının mücadelesinin reformcu bir çerçevede siyasete çekilmesi ya da grevlerin kendiliğinden siyasal bir karakter kazanmaları mücadelenin ilerlemesi açısından fazla bir önem taşımamaktadır. Burada karşımıza “reformlar uğruna yürütülen siyasal mücadele”nin anlamı çıkar.
Gerçekte, proletaryanın devrim ve sosyalizm mücadelesinden bağımsız olarak bir “reformlar uğruna mücadele programı” yoktur. Kapitalizmi yıkma mücadelesinin yan ürünüdür reformlar. Yoksa proletarya partisi, siyasal iktidarı elde etme perspektifini bir yana bırakarak reformlar uğruna mücadele etmez, örneğin, grev hakkını sınırlayan yasaların iptal edilmesi, ya da 141-142’nin kaldırılması istemi bir reformlar uğruna mücadele değil midir denebilir. Eğer bu mücadeleler, kapitalizmi yıkma mücadelesine bağlı olarak değil de, kendi başlarına birer mücadele olarak ele alınırsa reformcu bir çizgiye düşülmüş olur ve yapılan da reformlar uğruna bir mücadele olarak kalır. Ve elbette bu platformda kalındığı sürece de burjuva siyaseti alanından çıkılmış olmaz.
Elbette, yaşam içinde de gözlüyoruz: İster partisi olsun isterse olmasın bütün kapitalist ülkelerde işçi sınıfı burjuvaziye karşı bir mücadele yürütüyor ve bu mücadele içinde de, mücadelenin boyutuna göre az ya da çok haklar elde ediyor, bunların bir bölümünü de yasalara geçirterek haklarını “garantiye” alıyor. Eğer o ülkede proletaryanın kendi devrimci partisi var ve girişilen mücadele genel, kapitalizmi yıkma mücadelesinin bir parçası olarak yürüyorsa, işçi sınıfı sosyalist bir siyasal mücadele içindedir; mücadele proletaryanın devrimci partisinin damgasını taşımayan salt reformlar uğruna bir mücadele ise, içinde bulunan siyaset burjuva siyasetidir: Tıpkı, burjuva partilerin işlerine geldiğinde, birbirleri aleyhine, işçileri kendi politikalarının aleti olarak kullandıkları gibi. Bugün Polonya, Macaristan, SB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde yaşandığı ya da İspanya’da geçtiğimiz yıllarda, Bask’ın terör eylemlerine karşı hükümetin İspanyol işçilerini sokağa döktüğü ya da ülkemizde 15-16 Haziran’da olduğu gibi…
Bu durumda; ekonomik amaçla başlayan grevlerin bir (hükümetin müdahalesi, polisin saldırması, patronların bir sınıf tavrı takınması vb. sonucu) giderek bir politik içerik kazanmasının önemi nereden gelir? Birincisi, böyle bir durum sınıflar arası gerginliği artırarak, işçilerin kapitalistlerin ve kapitalist düzenin niteliklerini anlamalarını kolaylaştırır; ikincisi ve en önemlisi ise; proletarya partisi ve sınıf sendikacılarının bu durumda yeni sloganlar atarak mücadeleyi derinleştirip yaygınlaştırmalarını olanaklı kılar. Yukarıda sözünü ettiğimiz MESS grevlerindeki gibi bir durumda; sınıf sendikacılığı grevi mevcut biçimiyle sürdürmez: Sınıfın geri kalan unsurlarını da mücadeleye çekerek direnişçi güçlerin maddi gücünü artırırken, burjuvazi içindeki çatışmaları da derinleştirerek öne sürdüğü talepleri elde etmeyi kolaylaştırır; uzun vadede de sınıfın birliğini güçlendirici, sınıfın kaynaşmasını yükseltici, kendine güveni artırıcı bir aşamaya da ulaşırdı. Bunlara, bir savaş okulu olarak; grev içindeki taktik değişikliklerinin, saldın ve savunmanın nasıl olacağının, işçilerin kendi deneyleriyle öğrendiklerimde katmalıyız elbette.
Demek ki; “sınıfın sınıfa karşı mücadelesi” bir siyasal mücadeledir, ama proletaryanın siyasal iktidarı elde etme mücadelesine kadar genişletilmezse, bu siyasal mücadele burjuva siyaseti alanını aşamaz. Grevlerin kazandıkları siyasal içerik de bununla yakından bağlantılıdır ve siyasal nitelik kazanan grevler, proletarya partisinin kapitalizmi yok etme mücadelesinden strateji ve taktiğinin bir parçası olarak ele alınıp götürülemiyorsa, grevlerin siyasal içerik kazanmalarının, iki sınıf arasındaki çatışmanın boyutunu göstermesi ötesinde fazla bir önem yoktur.
(Sürecek)

Aralık 1989

Sendikal haklar kurultayının ardından

Ankara’da 22 Eylül’de başlayarak üç gün süren ve EGİT-DER tarafından düzenlenen sendikal haklar kurultayı yapıldı.
Kurultayda egemen sınıfların partileri, kapatılan DİSK, TÜRK-İş ve diğer sendikalar, çeşitli kitle örgütleri yabancı ülkelerin kitle örgütleri ve çalışan öğretmenler temsil edildi.
Kurultay’a gericilerin egemen olmasına karşın, kurultay demokrasi mücadelesi açısından bir adım olarak değerlendirilmelidir. Her şeyden önce bu kurultay Türkiye İşçi Hareketinin gelişmesi, genel halk muhalefetinin artması, devrimci hareketin gelişmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Soruna bu şekilde yaklaşıldığında kötümserliğin yerine iyimserlik oturacak egemen sınıfların geri adım attıkları rahatlıkla söylenebilecektir. Ayrıca her türlü gerici, revizyonist engellemelere karşın, kurultayda devrimci-demokrat öğretmenler, demokrasi mücadelesinin gereklerini yerine getirebilmek için ellerinden gelen her türlü çabayı göstermişlerdir. Kurultaydaki devrimci-demokrat öğretmenlerin tavrı egemen sınıfların geçici zafer sarhoşluğuna, revizyonist ihanete başkaldırı niteliğindedir, öğretmen egemen sınıflara ve revizyonizme karşı grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı için tek cephede birleşmeye daha çok inanmışlardır.
Bu cephe tüm devrimci-demokrat yoğunlukları içine almalı grup çıkarlarını dıştalamalı, düşmana inat birliği sağlamalıdır. Zaten başka seçenek olmadığı gibi, devrimci sorumluluk da bu anlayışı gerektirir.
Aşağıdaki izlenimlerden de anlaşılacağı gibi öğretmenler devlete kul, köle olmamaya, sömürüye baskıya, onursuzluğa, robotluğa, pasifizme evet dememe yolunu seçmişlerdir.
Kurultaydan İzlenimler
Sömürü düzeninin önceki bakanlarından devraldığı yalan geleceğini sürdüren Bakan AKYOL konuşması sırasında öğretmenler tarafından slogan ve sözlü karşı çıkışlarla protesto edildi, öğretmenler bakanın demagojilerine, sahte vaatlerine kanmadılar. Öğretmenleri bölme taktiği ile hareket eden bakan AKYOL umduğunu bulamayıp sık sık protestolarla karşılaştı.
EĞİT-DER görevlileri devleti koruma pozisyonunda kalarak Devrimci-demokrat öğretmenlerin haklı protestolarını susturmak için yoğun çaba gösterdiler. Devlete şirin görünme uğruna protestocu öğretmenleri salondan dışarı atmakla tehdit ettiler. Egemen sınıflardan öcü gibi korkan revizyonistler, devrimci demokrat güçlere karşı oldukça saldırgan davranıyorlar.
Bakandan önce konuşan İNÖNÜ’nün boş sözleri, bakandan sonra konuşan ERBAKAN’ın palyaçoluğu devrimci direnci kıramadı. Çünkü öğretmenlerin karşı devrimci yatanlara karnı tok. Türkiye emekçi halkının bir parçası olan eğitim emekçileri kendi kendilerini yönetmek istiyor, egemen sınıf temsilcileri tarafından yönetilmek istemiyorlar.
Birinci günkü panelde EĞİT-DER Genel Saymanı Binali SEFEROĞLU’nun konuşmasının özünü ve biçimini “Medine-dilencisi”nin yalvarışına benzettiler. “Sendika hakkımızı söke söke alırız.” sloganı hakkında ne düşündüğü şeklinde sorulan soruya SEFEROĞLU “barış içinde, çocukları sokağa dökmeden sendikal mücadele verilmeli” yanıtıyla karşılık verdi. Revizyonizm kendi açısından haklıdır. Çünkü onların temel görevi devlete şirin görünerek yasallaşmak.
Diğer panelistler eğitim emekçilerinin sendikalaşma mücadelesini destekleyen konuşmalar yaptılar.
Panelistler kendilerine ayrılan süreyi doldurmak için konuşuyorlar, emekçi halkın ve eğitim emekçilerinin mücadelesinin sözcüleri olmadıklarını kanıtlıyorlardı.
Hemşireler derneği genel başkanı Lalezar MÜRŞİTPINAR’ın konuşmasında mücadele öğelerine yer yer rastlansa bile çekingenlik asıl öğe durumundaydı.
İkinci gün sabah oturumunda yabancı ülkelerin öğretmen sendikalarının temsilcileri tebliğler sundular. İngiliz temsilcilerinin sendikal mücadele konusunda söyledikleri, Bakan AKYOL’un öğretmen örgütlülüğü için önerisini Şili diktatörünün önerisine benzetmesi izleyici eğitim emekçileri tarafından rağbet gördü.
Bu konuşma sırasında EĞİT-DER görevlilerinin hışmına uğrayan “Sendika hakkımız, söke söke alırız,” sloganı atıldı.
Öğleden sonra N. HELVACI İnsan Haklarına ilişkin bir tebliğ sundu. Bu tebliğin sonunda “Zindanlar boşatsın, tutsaklara özgürlük.” sloganı atıldı.
Öğleden sonraki panelin sunucusu EĞİT-DER Genel Başkan Yardımcısı Elvan TÜRKMEN “Demokrasi için siyasi partilere büyük görev düşüyor,” dedi.
Düzen partilerine umut bağlayan bu görüş sessiz bir tepki ile karşılandı. Eğitim emekçilerinin yüz hatlarında kızgınlık ve öfke okunuyordu.
ANAP temsilcisi panelistin konuşması sırasında salonda boşalma gözlendi.
ANAP temsilcisi TÜRK-İŞ’in memur örgütlenmesine ilişkin hiçbir öneri getirmediğini belirtti.
Koşullar uygun olduğunda öğretmenlere sendika hakkı verilmesi için önderlik edeceklerini söyledi.
Bu söze karşılık olarak ‘icazet değil, gücümüze güveniyoruz”, sloganı haykırıldı. Sloganı duyan EĞİT-DER görevlileri devrimcilere karşı hemen saldırgan bir tutum aldılar. SHP temsilcisi grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkını sözde savunduklarını söyledi. Sendika konusundan koptu, uzaklaştı, “öğretmenler sendika kurma mücadelesinde yasal olmayan yollara başvurursa yasaların mı yoksa öğretmenlerin mi yanında yer alacaksınız?” sorusuna yanıt vermeyerek karşı devrimci yüzlerini sergiledi.
REFAH Partisi temsilcisi sendikalaşma konusunda uluslararası destekten de söz ederek sendika
hakkının söke söke alınması gerektiğini belirterek demagoji yaptı. Anti-faşist ve anti-emperyalist duyguları sömürmeye çalıştı. Diğer partilere partililere göre daha sivri bir konuşma yaptı. Hatta EĞİT-DER yönetiminin mücadele anlayışını solladı. Dinci gericilerin kitle desteği sağlamak için ateşli konuşmalar yapması doğaldır. Fakat hiç bir düzen partisi, öğretmenleri bölemeyecektir. Halkın içinde, halkla birlikte yaşayan yoksul eğitim emekçileri işçi sınıfının öncüsü dışındaki hiçbir partiyi önder olarak benimsemeyecektir.
SP temsilcisi, ANAP dışındaki siyasi partilerin sendikalaşma konusundaki düşüncelerini olumlu bulduğunu söyledi. Anayasa ve yasalarda sendika kurma önünde engel bulunmadığını belirterek, yasal boşluklardan yararlanıp örgütlenme yapılmasını önerdi. Demokratik ortamın anayasal ve yasal değişikliklerle sağlanabileceğini söyledi. Ancak devrimci olduklarını, direniş hakkından yana olduklarını söylemeyi de unutmadı. Eğitim emekçilerinin bazıları, SP’nin ihbarcılık temelinde kurulduğunu söylediler. Revizyonizmin karşı devrimci yüzü bir kez daha belgelendi. Devleti koruma ve kollama görevini üstlenmiş revizyonistler boşuna heveslenip heyecanlanmasınlar, öğretmenler mücadelesini kuyruklarına takamayacaklar.
Üçüncü gün sabah durumundaki panelde TÜRK-İŞ temsilcisi uluslararası sözleşmelerden yararlanıp, yasal sınırlar içinde kalarak sendikal mücadele verilemeyeceğinden söz edip, işçi tabanından kopmuş, teşhir olmuş, gerici TÜRK-İŞ politikasına kitle desteği aradı: Bu tutum eğitim emekçileri tarafından tepki görerek, “Kahrolsun sarı sendikacılık”, sloganı atıldı. EĞİT-DER görevlileri sloganı susturmaya çalıştılar. TÜRK-İŞ temsilcisi sorulan soruları küçümseyerek, yanıtsız bırakacağını söyledi.
YOL-İŞ temsilcisi 1971’den sonra kapatılan memur sendikalarını savunmayan TÜRK-İŞ’İ eleştirdi.
PETROL-İŞ temsilcisi M. CEYLAN söze başlamadan eğitim emekçileri tarafından “1 Mayıs kaçkını CEYLAN” sloganı ile protesto edildi. EĞİT-DER görevlileri slogana müdahale edince daha kararlı bir tepki ile geri adım atmak zorunda kaldılar. Bunun ardından “Mehmetler ölmez” sloganı atıldı. EĞİT-DER görevlileri slogana hemen müdahale etti, fakat daha şiddetli bir tepki ile karşılaştılar.
Öğleden sonraki forumun başlamasından önce çalışan öğretmenler forumda söz hakkı istediler. Bu talep kurultayın birinci gününde de ileri sürülmüştü. EĞİT-DER yönetimi “forum sonunda konuşursunuz” diyerek bu talebi reddetti. Forumda sadece Ankara’da görev yapan öğretmenler yer aldılar. Diğer illerden gelen eğitim emekçilerinin içinde devrimci sendikal anlayışta olan arkadaşlar da vardı. Bu arkadaşlar olumlu tavır takınmalarına karşın yeterince cesur davranamadılar, kararsız davrandılar. Ankara dışından gelen eğitim emekçilerinin forumda yer alması konusunda bir çağrı da yapamadılar. Hâlbuki böyle bir çağrı yapıp, EĞİT-DER yönetimini protesto edebilirlerdi
Forumda grevli, toplu sözleşmeli, sendika hakkı için mücadele konusunda iki farklı görüş ortaya çıktı. Birincisi uzlaşmaz mücadele temelinde örgütlenmeyi savunan devrimci görüş. İkincisi yasal sınırlar içinde kalarak örgütlenmeyi savunan reformcu görüş. Ayrıca grevli, toplu sözleşmeli bağımsız öğretmen sendikası tüm memurları ve öğretmenleri içine alan sendika ve TÜRK-İŞ çatısı altında öğretmen sendikası gibi sendika modelleri görüşleri ortaya çıktı. Öğretim Üyeleri Derneği Genel Sekreteri Tahir HATİBOĞLU’nun odalar tipinde öğretmen örgütlenmesi önerisi herkes tarafından tepki gördü.
Forumun sonunda çalışan, devrimci demokrat öğretmenler söz haklarını kullanmak için kuyruğa girdiler. Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı için mücadele edecek yüz binlerce eğitim emekçisinin taleplerini savunacak olan bu öğretmenler üç günlük kurultay süresince söz hakkı alamamışlardı, Kuyruk oluşturmanın birinci nedeni mücadele enerjisi, ikinci nedeni ise konuşma hakkını gasp eden revizyonizme duyulan haklı güvensizlikti ve tepkiydi.
Sorunlara devrimci açıdan yaklaşan bir bayan arkadaş konuşma hakkını kullanırken EĞİT-DER yönetimi tarafından engellenmek istendi. Konuşması eğitim emekçileri tarafından benimsendiğinden, konuşmacı alkışlarla desteklendi, susturulamadı. Bu konuşmayı hazırlayan arkadaşların kurultaydaki tavırlarından eylem birlikleri konusunda çekingen davrandıklarını ve mücadelenin çıkarlarından çok grup çıkarlarını ön planda tuttukları çok açık gözleniyordu. Öğretmen mücadelesini, revizyonist, reformist çemberden kurtarıp kendi tekellerine almak isteyen bu tutumu kırmalı, devrimci bir eylem çizgisinde eylem ve güç birliğini sağlamanın yollarını mutlaka bulmalıyız ki, bu mücadele başarıya ulaşabilsin. Mücadeleye varolan tüm güçlerle atılma perspektifinde olmalıyız.
Söz sırası kuyrukta bekleyen öteki çalışan öğretmenlere gelince oyun ekibinin gösterisi bahane edilerek konuşmacılar engellendi. Çünkü EĞİT-DER yönetimi devrimci öğretmenlerden devrimci mücadeleden korkuyorlardı.
Konuşmacıların söz hakkı gasp edilince salonu terk etme önerisi yapıldı. Benimsenen bu öneri doğrultusunda “Kahrolsun faşizm, yaşasın mücadelemiz.” sloganı atılarak salon terk edildi.
Kurultay boyunca başlatılan her Slogan desteklendi, slogan yarışına girilmedi.
İlk gün cılız çıkan sloganlar giderek destek görüp gürleşti,
Sendikal Haklar Kurultayı’nın düşündürdükleri
Bugün eğitim emekçileri üzerindeki 12 Eylül korkusunun izleri yeterince silinmemiştir. Bu dokuz bine yaklaşan öğretmeni olan Ankara’daki öğretmen arkadaşların kurultaya katılımının azlığından belliydi. Katılımlar coşkulu, kararlı, ama sayısı yetersizdi. Faşist diktatörlük koşullarında öğretmenler korkularını atmaya, mücadele etmeye doğru yönelmişlerdir. Bu yönelişte sömürü düzeninin baskısı, zulmü ve işçi hareketinin uyandırıcı etkisi en önemli etmenlerdendir. Eğitim emekçileri örgütlenme mücadelelerini işçi sınıfının ve emekçi halkın mücadelesiyle birleştirebil-dikleri oranda başarıya ulaşabileceklerdir. Bunun için tüm çalışan emekçilerin grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı istemine eylemlilikle sahip çıkmalıdır. İşçi sınıfının sendikaları ve tüm demokratik kitle örgütleriyle dayanışma içinde olunmalıdır. Bu ilişkilerde ekonomik-demokratik hakların elde edilmesinin ancak sömürü olmayan bir düzende olanaklı olabileceği bilinci her zaman canlı tutulmalıdır.
Eğitim emekçileri ekonomik-demokratik kazanımlar elde etmek, bunları korumak ve geliştirmek için sağlam, güvenilir örgütlülükler istiyorlar. Bu örgütlülüğü en iyi şekilde düzenle, revizyonizm ve reformizmle uzlaşmayan grev ve toplu sözleşme silahıyla donatılmış, eylemliliğe inanmış sendikalar sağlayabilir. Bu sendikalar devrim cephesindeki her görüşten beslenmelidir.
Uzlaşmacı EĞİT-DER yönetimi demokrasiden ve mücadeleden yana değildir. Revizyonizm ve reformizm yasallık tanrısına tapınmaktadır. Bunu kurultayı toplama çalışması sırasında ve kurultay sırasında açıkça sergilediler. Bunlar demokrasi sözcüğünü ağızlarından düşürmedikleri halde değişik illerde çalışan öğretmenlerin kurultayda temsil edilmesini engellediler. Demokrasi adına hareket ettiklerini söyleyen EĞİT-DER yöneticileri kurultay boyunca egemen sınıfların temsilcilerini konuşturmuş, onları dinleme sabrı göstermiş, fakat sömürü düzenine karşı olanları konuşturmamış polisiye önlemleri andıran çıkışlarla devrimci eylemliliği anında bastırmayı hesaplamış ve buna uygun davranmışlardır.
Demokrasi mücadelesi verdiklerini söyleyen EĞİT-DER yönetimi her nedense demokrasi mücadelesinde yer alan mücadeleci DSİM temsilcilerini, DEM-KAD, TAYAD, İşsizler Derneği vb. gibi derneklerin temsilcilerini kurultaya çağırmamışlardı.
Revizyonizm örgütlenme mücadelesinde eğitim emekçileri kitlesine güvenmemekte, bunun için uluslararası desteklere, yasal boşluklara yaslanmakta, kurulu düzenle uzlaşmaktadırlar. İşin başından egemen sınıflara teslimiyet çizgisi izleyenlerin oluşturacakları öğretmen sendikaları, ancak devlet sendikaları, sarı sendikalar olabilir. Çünkü revizyonist anlayışta iç demokrasi anlayışı, savaşım enerjisi, kitleye güven, korkusuzluk, başkaldırı, ekonomik-demokratik talepler, birlik ve kolektif mücadele, işçi sınıfı ve tüm emekçilerle birlikte mücadele anlayışı yer almaz. Oysa üyelerinin güvenini sağlayan ve üyelerine güven duyan bir sendika ancak ve ancak mücadele içinde kurulup yine mücadele içinde kendini yenileyebilir.
Bunun tersi yozluğu, çürümüşlüğü; kokuşmuşluğu, kuyrukçuluğu getirir.
Eğitim emekçileri, ne revizyonist anlayışa ne uluslararası desteğe ne de düzenin yasal boşluklarına teslim olacak ve sığınacaklardır. Bunlardan yalnızca yararlanma yoluna gidecekler, bunu ihmal etmeyeceklerdir. Grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelesinde egemen sınıflara, revizyonizme, reformizme karşı ortak cephede her türlü devrimci düşünceyi birleştiren, orta yolu da olmayan bir yolda kararlı adımlarla yürüyeceklerdir. Bu yolda yürüyen emekçiler kendilerinden ve diğer sömürülenlerden güç alarak, sınıf mücadelesinin yaratıcılığını rehber edineceklerdir. Ancak bu anlayış sağlam örgütlülüğü yaratabilir. Böyle bir örgütlülük, ülkenin somut durumundan hareketle işçi sınıfının ve tüm emekçilerin azami desteğini alarak, basitten karmaşığa doğru yol izleyen ve hiç de erkencilik hayaline kapılmayan eylemlilikler dizisi sonucumda oluşabilir.
TÜRK-İŞ’in sarı yönetimi altında birleşmek eğitim emekçilerinin çıkarlarına aykırı olduğu gibi tüm memurları içine alan bir sendikal yapı da mücadelenin gereklerine uygun düşmez. Seçeneğimiz, tüm memurların sendikal federasyonuna hizmet edecek bağımsız, devrimci öğretmen sendikası olmalıdır. Memur ve işçi sendikaları federasyonları da devrimci bir sendika konfederasyonu oluşturmalıdır. Bu anlayış öğretmen mücadelesine ivme kazandıracak, genel halk muhalefetini destekleyecek işçi sınıfının politik mücadelesinin yardımcı araçlarını yaratacak, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini destekleyecektir.
İzmir EĞİT-DER’den Yurtsever, Devrimci, Demokrat Öğretmen

Aralık 1989

İstanbul Eğit-Der kongresi yapıldı

İstanbul Eğit- Der Kongresi 1 Kasım ayında yapıldı. İstanbul Eğit-Der’in yeniden geniş kitleleri kucaklayabilmesi ve icazete değil kendi gücü ve mücadelesine dayanan grevli toplu sözleşmeli sendika hakkına kavuşabilmesinin önünde engel teşkil eden revizyonist-reformist yönetim bu kez seçimi kaybetti. Bir süredir devrimci, demokrat, yurtsever öğretmenlerin İstanbul Eğit-Der içinde sürdürdükleri çalışma olumlu sonuçlarını verdi. Bülent Yüksek, A. Latif Epözdemir, Lütfü Eren, Ömer Aydın ve İsmail Sarıoğlu’dan oluşan liste yönetime seçildi.
Yeni yönetimin göreve başlamasıyla birlikte öğretmenlerin Eğit-Der’e ilgisi arttı ve kısa süre içinde üye sayısında hızlı bir artış oldu.
Milli Eğitim Müdürlüğü önünde kalabalık bir öğretmenle bir basın toplantısı düzenleyen Eğit-Der Yöneticileri basın bildirisini okuduktan sonra “Sendika hakkımız, söke söke alırız”, “Sendika hakkımız engellenemez” sloganlarıyla dağıldılar
Basın bildirisini yayınlıyoruz:
Değerli Basın Mensupları; Belirli çevrelerce Öğretmenler Günü olarak ilan edilen, öğretmenlere ve kamuoyuna kabul ettirilmeye çalışılan 24 Kasım günü ile ilgili olarak aşağıdaki hususların duyurulmasında EĞİT-DER’li öğretmenler olarak yarar görüyoruz:
24 Kasım, kamuoyunu ve öğretmenleri avutmaya, yanıltmaya yönelik olarak 12 Eylül yönetimince ilan edilmiş bir gündür.
Oysa 12 Eylül yönetiminin iktidarı alır almaz ilk çattığı halkın gözünde ilk değerden düşürdüğü kesim öğretmenlerdir.
Öğretmen örgütünü kapatarak öğretmenleri örgütsüz bırakan, yöneticilerini vatandaşlıktan çıkaran, binlerce öğretmene meslekten el çektiren, binlerce öğretmeni sürgün eden, binlerce öğretmeni soruşturmalardan geçiren aynı yönetimdir. Bugün, bağımsız yargı organlarının akladığı bir örgütü yasadışı ilan eden, mal varlığına el koyan da onlardır.
Ve sanki lütuf bağışlarmış gibi, 24 Kasım’ı öğretmenler günü ilan eden de onlardır.
Bizim için 24 Kasım, Atatürk’ün, tahta başında fiilen öğretmenliğe başladığı gün olması açısından önemlidir. Bunun dışında hiçbir önemi yoktur ve olmayacaktır.
Eğitim emekçisine sorulmadan ilan edilen gün, öğretmenler günü olamaz. ÖĞRETMEN KENDİ GÜNÜNÜN HANGİSİ OLACAĞINA KENDİSİ KARAR VERİR.
Kaldı ki: Öğretmenin yaşam koşularının giderek ağırlaştığı, öğretmenin, öğretmenlikle ilgisi olmayan ikinci ve hatta üçüncü işte çalışmaya başladığı, yakacak parası, tebeşir, telefon vb. adlarla veliden para toplamak için araç durumuna getirildiği bir dönemde, öğretmenler günü kutlanması bir aldatmacadan başka bir şey olamaz, olsa olsa öğretmenle dalga geçme günü olur, buna da kimsenin hak ve yetkisi yoktur, olmayacaktır.
Öğretmenler tüm yaşamı boyunca saygın bir mesleğin, saygın bir üyesi olmak ister. Bu saygınlık öğretmene bir lütuf olarak sunulamaz. Öğretmenler buna layık olduklarını, gerek davranış biçimleriyle, gerek ülke sorunlarına karşı duyarlılıkları İle ve gerekse kamuoyuna karşı sorumluluğuyla ispat eder. Bu saygınlığa erişebilmenin, eğitim-öğretimde söz ve karar sahibi olabilmenin, özgürlük, ekonomik ve demokratik haklarımızı alabilmenin tek yolu GREVLİ-TOPLU SÖZLEŞMELİ SENDİKA HAKKI’nı elde etmektir. Şu anda öğretmenlerin dernek boyutunda örgütlenmeleri bile engellenmektedir. Oysa Anayasa, temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz”, demekte, dernekler, sendikalar ve demokratik kitle örgütlerinin kurulmasını, demokratik toplum düzeninin vazgeçilmez bir unsuru olarak görmektedir.
O halde: Derneklerin ve sendikaların kurulması anayasal bir hak ve zorunluluktur.
Öğretmenlerin ve tüm çalışanların bu hakkı engellenemez! Bu bir anayasal haktır.
Öğretmenler bu hakkı mutlaka kullanacaktır!
Öğretmenler, öğretmen günü aldatmacasına kanmayacaktır!
Yaşasın Öğretmenlerin örgütlü mücadelesi!
Yaşasın grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı!
Değerli basın mensupları;
Öğretmenlerin 24 Kasım ve benzeri aldatmacalara kanmayacaklarına, yasal ve meşru zeminlerde, grevli toplu sözleşmeli sendika haklarını elde edeceklerine olan inancımız tamdır.
Bu düşüncelerimizin kamuoyuna ve tüm öğretmen topluluğuna duyurulmasına yardımcı olmanızı dilerken, EĞİT-DER’li öğretmenler adına hepinize saygılarımı sunarım.
EĞİT-DER İSTANBUL ŞUBESİ adına YÖNETİM KURULU BAŞKANI Av. M. Bülent YÜKSEL

Aralık 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑