“Yargılananlar Yargılıyor” dizimizi Hasan-Vahide Açan ve Melahat Sarptunalı’yla yaptığımız söyleşilerle sürdürüyoruz. V. Açan ve M. Sarptunalı İnsan Hakları Derneği kurucu üyeleri. Oğulları, Halkın Kurtuluşu yazı işleri müdürü Nevzat AÇAN “basın suçuyla” yargılanırken,Tuncer SARPTUNALI THKP-C Sempatizanları davasından yargılandı. Kendileri de “12 Eylül adaletinin” davacısı. Haklarında defalarca dava açıldı ve gözaltına alındılar. Oğulları için çabalarken…
Özgürlük Dünyası
İşlenmiş suçlar cezasız kalmaz
H. Açan
ÖZGÜRLÜK: Tutuklu yakını olarak Eylül sonrasında ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Hasan Açan: 12 Eylülle birlikte, oğlumuzdan haber alamadık. C. Savcılığına bir dilekçeyle başvurduk. Çocuğumuzun şubede olduğunu öğrendik. Fakat durumu hakkında bilgi alamadık. Dilekçemiz yanıtsız kaldı. 27. günde oğlumuzun tutuklandığını tesadüfen Selimiye’den cezaevine gönderilirken onunla karşılaştığımızda öğrendik. Çocuklarımızın 12 Eylül’ de yaptıkları şeyler bizim için suç olmayan şeylerdi. Bana yöre suçlu değillerdir. Asıl suçlular dışarıda. Suçsuzlar içerdeydi. Asıl şunu söylemek istiyorum: Bugünkü yönetim gençlikten korkuyor, gençleri içerde tutuyor. Çocuğumuz iki ay karşımıza topal topal çıktı. İşkence görmüştü. O zamanki görevli savcı hakkında soruşturma açıldı. Fakat olay bir yandan da kapatılmak isteniyordu. İşkence yapanların ismi istenerek. Bunu bilebilmek çok zordu. İnsanlar kaybolabiliyor, öldürülebiliyorlardı. Bunun binlerce kanıtı var Türkiye’de.
Sonra yargılanmalar başladı. Benim oğlum gazeteciydi. Gazete nedeniyle yargılandı. Aynı mahkeme örgütsel nedenlerle yargılama da yapıyordu, oğlumun buradan beraat kararı var. Yönetime göre, işlenen “suç” 12 Eylül öncesini, 6-7 yıl öncesini kapsayan olaydı. Yani Türkiye’de geçmiş yargılanıyor. Oğlum 76-77’lerde gazetecilik yapıyordu. Tutuklu aileleri olarak biz bütün olayları yakinen takip ettik. Ordu komutanlığına, Adli Müşavirliğe, zamanın Danışma Meclisine, her yere başvurularımız var.
ÖZGÜRLÜK: Bu başvurularınızın nedeni neydi? Bir şey elde ettiniz mi?
H. Açan: İçerde bulunan yakınlarımızın üzerindeki baskıların kalkması, onlara yasal haklarının tanınmasıydı. Örneğin tutuklulara er muamelesi yapılıyordu. Oysa onlar siyasi tutukluydu ve bir farkları olması gerekirdi.
ÖZGÜRLÜK: Sizin şahsi uğraşılarınızda karşılaştığınız zorluklar nelerdi?
H. Açan: İdare, içerdekilerin dışarıdaki yakınları tarafından aranıp sorulmalarını istemiyordu. Ve ailelerden iki yüz kişiye varan gözaltına almalar oldu. Bunlar günlerce gözaltında kaldılar. Çocuğunuzu aradığınız zaman, dönemin Emniyet Müdürü “bırakın bunları” diyordu. İçerde açlık grevleri oluyordu. Biz bunları çeşitli mercilere duyurmak istediğimiz zaman içeri almıyorduk. Mesela ben, İstanbul Cezaevlerinde Temmuz 1983 de açlık grevleri sürdüğü sıra: basın organları-gazeteleri dolaştığımız sıra gözaltına alındım ve şubede 9 gün kaldım. Ve bu yüzden yargılandım.
ÖZGÜRLÜK: Oğlunuz gazetecilik yaptığı sırada da aynı TCK maddeleri vardı ve oğlunuz o zaman yargılanmadı. 12 Eylül sonrası hakkında dava açıldı. Bu dönemin yargılamaları ve hukuku hakkında düşünceniz nedir?
H. Açan: Oğluma poliste zorla bir ifade imzalatamamışlardı, ama genel olarak yargılamalar hep zorla alınan polis ifadelerine dayanılarak yapıldı. Oysa tutuklular mahkemede bu ifadelerini kabul etmiyorlardı. Mahkemelerde yalnızca hakimler olması gerekirken, ayrıca bir de sıkıyönetim görevlisi vardı. Amaç haklı veya haksız insanları uzun süre içerde tutmaktı. Türkiye’de tarafsız değil, düzenin kendi istediği doğrultuda yargılama vardı. Yargı bağımsız değildi, geçerli olan emirdi.
ÖZGÜRLÜK: 82 Anayasasının 10. maddesine göre “herkes kanun önünde eşittir.” Fakat dönemin Eylül yöneticileri, aynı Anayasanın geçici 15. maddesiyle yönetimlerinden dolayı yargılanmama “güvencesini” arama gereğini duymuşlardır. Bu telaş niye? Bununla yarınlarda yargılanmalarını engellemeyi mi düşündüler?
H. Açan: 12 Eylül yöneticileri yaptıklarının yasal olmadığının bilincindeler. Bu nedenle kendilerini yargı dışı tutmak istiyorlar. Ama gelecekte onların yargılanmamaları gibi bir durum olacağını sanmıyorum. Dünyanın hiç bir yerinde işlenmiş suçlar cezasız kalmaz.
Vahide Açan: 12 Eylül’ü yapan 5-6 asker kendilerini büyük bir güvenceye alarak, hiç kimsenin hesap vermeyi kabul etmeden yüzlerce, binlerce insanın ağlamasını, gözyaşlarını dikkate almadan bütün güçlerini kullanarak insanları ezmişlerdir. Bu kadar insanı içeri doldurdukları halde neden hala kendilerine güvence arıyorlar? Hiç okuma yazma bilmeyen bir insan bile düşünür ki neden büyük adamlar kendilerine güvence ararlar.
H. Açan: Bu “büyük adamlar’ kendilerini ne kadar yasalarla güvence altına alsalar da değişen düzen içinde mutlaka yargılanacaklardır.
V. Açan: İki oğlum, gelinim, kendim tutuklandım. Kurucu üyesi olduğum İnsan Haklan Derneği’nin açtığı “Genel af ve idam cezaları kaldırılsın” kampanyasının bir parçası olarak imza toplarken, gözaltına alındım. Ayrıca Çanakkale E tipi cezaevinde 120 siyasi tutuklunun açlık grevinin sürdürülmesi sırasında, Çanakkale’de toplantı yaparken gözaltına alındım. Arandım, onlarca polis evimi didik ettiler. Düşündüm, acaba ben ne yaptım diye. Ve bu “büyük adamların” neden kendilerini güvence altına aldıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Demek ki zaman gelecek bunların hesabı sorulacak, ömrümün sonuna kadar hakkımı aramaya devam edeceğim.
Türkiye’de yargılanmaktan kurtulunamaz
M. Sarptunalı:
ÖZGÜRLÜK: Tutuklu yakını olarak Eylül sonrasında, ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Melahat Sarptunalı: İlk defa devletle karşı karşıya geldim. 81’de oğlum gözaltına alındığında onu aramak için sokağa çıktığımda devletle karşılaştım. Ben devlet denince dürüst, doğruyu söyleyen biriyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Gayrettepe’ye gidip oğlumu sorduğumda orada olmadığını söylediler. Üç gün sonra evime gelip arama yaptıklarında “bizde” dediler. Güvendiklerimiz, bizi koruyan insanlar bize yalan söylüyorlardı. Yalan söylenildiğini ben 12 Eylül’den sonra öğrendim. Bundan evvel belki 12 Eylülün verdiği güvenceden kaynaklanıyordu bu insanların rahatlıkla vatandaşa yalan söylemesi. Üç ay bu insanlar, Gayrettepe 1. Şubede vatandaşın can güvenliğini koruyan insanlar, çeşitli türde yalanlarıyla, oğlumun öldüğünü, orada olmadığını söylediler. Haftanın iki günü bu kapıda toplanıyorduk. Yüzlerce insan bir meydanda, sokakta, karın yağmurun altında, devletin bir çatısı yok, çocuklarımızla haberleşmeyi beklerken. Bu kapıdan sonra Selimiye’ye geçtik. Selimiye’ye geldiğinin ertesi günü, gittim, eşya götürdüm ve yazı yazdım. Tabii ki asker en inandığımız insandır. Gittiğimde saat ondu, akşam saat 4’e kadar orada bekledim, bana yazı yazmadı, böyle dedi asker. Asker halkın çocuğu olduğu için hiç düşünemiyordum, vatandaşa şantaj yapacağım. Bir yığın da giysi vermiştim ihtiyacı olacağını düşündüğüm için. Şubede ihtiyaçlarını karşılayamadığımdan. Sanki eşya peşine düşmüş gibi, asker daha sonra elbiseleri getirip, oğlun cevap yazmadı, al bunları” diyerek bir poşetin içinde giysi, torbanın içi bit dolu, asker bunu bana yüzüme vururcasına verdi. 12 Eylül mü getirmişti bu katılığı, bu gaddarlığı yoksa bizim askerimiz, polisimiz böyle mi eğitiliyordu, anlayamadım. Daha önceden bu kapılara düşmediğim için.
Bundan sonra cezaevine gittik. Cezaevi dendiğinde hapis yatılır diye biliyorduk. Ama maalesef Metris’te daha ilk günde biz aileler sıraya sokulmaya başlandık. Yolun sağından yürümemiz söyleniyordu. Görüşe girerken üstlerimiz çok uygunsuz şekilde, sert, tersçe aranıyordu. Bu, askerin tavrıydı. Bizim doğurduğumuz, dünyaya getirdiğimiz insanlardı. Askerlerin böyle olmaması gerekirdi. Demek ki bu 12 Eylül’ün getirdiği gaddarlıktı. Ben yavaş yavaş 12 Eylül’ün bizim çocuklarımıza karşı acımasızca nasıl adım attığını görmeye başladım. Çünkü görüş her hafta olmasına rağmen iki haftada bir bile görüşemiyorduk, ayda bir, üç ayda bir belki. Sebep sorduğumuz zaman saçlar kestirilmediği için, sıraya girilmediği için, görüşe çıkarılmadıkları söyleniyordu. Aslında içerdekiler, sıraya girmesini de bilen insanlardı. Ama sıraya sokmanın bir usulü olduğu için, demek ki girmiyorlardı. Böylece şubeden yeni çıkmış olmalarına rağmen 81 Eylülünde açlık grevine girdiler ve 17 gün sürdü, bu günlerde biz hep cezaevi kapısında nöbet bekledik. Çünkü açlık grevinin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorduk. Çocuklarımızın çoğu sakat durumdaydı, şubeden geldikleri için. Şubede üç ay gıdasız kalmışlardı, bunlara iyi bakılması gerekirken, haklarını almak için açlık grevine gitmişlerdi. Açlık grevi sırasında Selimiye’deydik, en az 500 kişiydik. Görüş ve bilgi istediğimizde, komutanın olmadığını, geleceğini öğrendik. Bir süre sonra tek tek dağılmamızı söylediler ve itelemeye başladılar. Fenalaşan anneler oldu. Fenalaşan bir anneyi kucakladım. Bir süre sonra başörtünün sıktığını zannedip elimi başıma attım, bir el saçlarıma dolanmış çekiyordu. Başımı çevirdiğimde arkamda tomsonlu bir polis gördüm, öğürmeye başladım. Çünkü bir yabancı erkeğin, bir kadına bu şekilde davranması geleneklerimize ve göreneklerimize çok ters düşer. Bir anne olarak bana bu yapılırsa, oğluma neler yapılabileceğini daha iyi anlamaya başladım. Belki oğlum içeri girmemiş olsaydı, 12 Eylül’de yapılan adaletsizlikleri, haksızlıkları, insanlık dışı muameleleri görmemiş olacaktım. Onun için oğlumun içeri girmesinden o kadar da etkilenmiyorum, bir çok şeyi görmeme öğrenmeme neden oldu.
Bu durum yıllarca hep mücadele ve zorluklarla devam etti. Bir süre sonra İnsan Hakları Derneği kuruldu ve bir genel af imza kampanyası başlattı. İçerde ise çocuklarımıza, sorgulama sırasında, derdinizi savunmada anlatırsınız diyorlardı, ama tek tip elbise giymedikleri bahanesiyle savunma da yapmadan ceza aldıkları için affın çıkmasını canı gönülden istiyorum. Bu nedenle imza kampanyasında yoğun şekilde çalışmaya başladım. Kadıköy İskelesinde imza toplamaya çıktık. Yanımdaki arkadaşım Vahide Hanım hakkında, imza topladığı için ihbar olduğunu yanımıza gelen bir polis memurundan öğrendik. Kadıköy Karakoluna götürüldük. Tutanak tutuldu. Daha sonra Gayrettepe’ye götürülüp Dernekler Masasına çıkarıldık. Orada bir memur avazı çıktığı kadar “sen daha dün alınmıştın, bugün yine mi çıktın imza toplamaya” diye bağırıyordu… Adliyeye çıkarıldık, savcının odasında çok yorgun olduğum için koltuğa çöktüm, savcı bana “size kim izin verdi.” diye çıkıştı. Hakkımızdaki karan okuduk, bildiri dağıtmakla suçlandık. Bunun böyle olmadığını belirtince “ha dağıtmışsın, ha anlatmışsın, ikisi de aynı kapıya çıkar.” dedi. İşte çocuklarımızın ne büyük haksızlıklara uğradığını başıma geldikçe daha iyi anlıyordum.
Oğlum Çanakkale Cezaevi’ne sevk edildi. Nisanda yine uzun bir süre açlık grevine girdiler. Bütün mercilere başvurmamıza rağmen, hiç bir duyarlılığa rastlamadık. Bunu kamuoyuna duyurma amacıyla Çanakkale Cezaevi karşısındaki meydanda yazılı kartonlarla çocuklarımızın açlık grevinde olduğunu duyurduğumuz sırada ekip etrafımızı sardı. Emniyete götürüldük, ifadelerimiz alındı, savcılığa çıkarıldık. Pankart taşıyarak toplu gösteri yapmaktan hakkımızda dava açıldı. Açlık grevi de devam ediyordu. Cezaevi kapısında belki hastaneye giden olur, belki de ölülerimizi alırız diye beklemeye karar verdik. Polis buradan da gelip bizi aldı. Böylece üç defa gözaltına alındım, iki defa hakkımda dava açıldı. Adaletin ne olduğunu da siz anlayın. Bu arada meclise başvurmak için Ankara’ya gittik. Polisler aramızdaki gençleri götürmek isteyince, biz analar bunu engellemeye çalıştık. Bu arada Didar Şensoy’u kaybettik.
ÖZGÜRLÜK: Sizce Eylül yargısı nedir?
M. S. : Oğlumun mahkemesini yakinen izledim, kendim de birçok kere alındım, suçlu olarak yargılandım. Benim gördüklerime göre, 12 Eylül yargısı, savcının karşısına çıkarılan insanı istediği şekilde yargılaması demektir. Savcının niyetine kalmıştır. 12 Eylül yargısı sadece tepeden gelme bir emirdir. Oğlum 67 gün şubede kaldığında edindiği yaraları göstermek için mahkemede gömleğini çıkarmak istediğinde, sayın hâkim “ne o striptiz mi yapacaksın?” dedi. Şubede oğlumun yanında olan ve gözaltında bırakılan insanlarla dışarıda karşılaştığım zaman, oğlumun ayaklarının kesilip kesilmediğini bana sordular. Kangren olacağını sanıyorlardı. Bu sorgulamaları yapan insanların ya hiç insanlık duygusu yoktu, ya da çok büyük güvenceleri vardı. Herhalde hiç yargılanacaklarını düşünmeden bunları yaptılar. Sorguları geçiştirdiler, savunma tanıkları dinlenilmedi.
Tek tip elbise giymeyip, iç çamaşırlarıyla mahkemeye geldikleri için savunma hakları da ellerinden alındı. Oğlum müebbet cezası aldı. Ben bu karardan çok, kendisini hiç savunmamasına çok üzüldüm.
ÖZGÜRLÜK: 82 Anayasasının 10. maddesine göre “herkes kanun önünde eşittir.” Fakat dönemin Eylül yöneticileri, aynı Anayasanın geçici 15. maddesiyle “yönetimlerinden dolayı yargılanmama güvencesini, arama gereğini duymuşlardır. Bu telaş niye? Bununla yarınlarda yargılanmalarına engel olabilmeleri mümkün mü?
M. Sarptunalı: Ben kin gütmüyorum, ama bir gün olup bu insanların yargılanacaklarına inanıyorum. Mesela Metris’teki Adnan Binbaşı gibi, eline silahını alıp Metris’in kapısında masa üstüne çıkarak “ben bu tabancayla şu kadar insanı vururum.” diyerek, Davutpaşa’da yaptıklarını övünerek anlatan, oğlumu sağlam alıp sakat çıkaran bir insan, kendisini güvence altında hissetmiş olmalıdır ki, bunları yapabilsin. Oğlum hastaneye götürülüp tedavi edilmeden geri getirilince doktora nedenini sorduğumda “bazı şeyler emirle yapılır” dedi. Tıp yemini etmiş bir kişi dahi emirle iş yaptığına göre, diğerlerini siz hesap edin. Şimdi bu insanlar, tabii ki yargılanmalı. Ama tam adaletin terazisinde yargılanmalı. Yani bizim çocuklarımızın yargılandığı gibi değil.
Oğlum hakkında idam cezasıyla dava açıldığı zaman çok üzüldüm. İddianameyi hazırlayan Faik Tarımcıoğlu ile konuşmaya gittim. Benim görüşme isteğimi kabul etti, şaşırdım. Meğer kafasında bir soru işareti varmış. Oğlumun ifadesini alan oymuş. Oğluma pişmanlık göstermesi önerisinde bulunduğunu, düşünmesi için süre verdiğini söyledi. Benden bunun için oğlumu ikna etmemi istedi. Bunu oğluma öneremeyeceğimi, bunu önermeyi düşünmek dahi istemediğimi söyledim. “Kafasız kadın” dedi. Bugün böyle düşünen bir insan milletvekili oldu, yani mecliste vatandaşı temsil ediyor. Bu kişinin idam kararı ile iddianame hazırladığı kişiler 5-6 sene yatıp çıktılar. Demek ki hazırladığı iddianameler tamamen yanlış ve yetersizmiş. Bunun gibi pek çok hâkim, savcı, cezaevi görevlisi var. Aslında onlar da yapmadı desek olur, bunlar daha yukarılardan gelen emirlerdi. Bu insanlar bir yanlış yaptılar ve bunu düzeltemeyecekleri için kendilerine güvence aramaktadırlar. Çünkü emir vererek insanlara işkence yaptırdılar, yıllarca insanları zindanda yaşattılar. Bu durumda ayaklarını sıkıca yere basıp, koltuklarında rahat oturmak için, telaş da ederler, güvence de ararlar. Bu kadar adaletsizlik karşısında ne çok doğal bunun aranması…
Bence Türkiye’de yargılanmaktan kurtulunamaz. Bir gün adaletin yerini bulacağına inanıyorum.
ÖZGÜRLÜK: Görüşmemiz için teşekkür ederiz.
Ekim 1988