500 Büyük Firmanın Analizi (1982-1987) Derinleşen ekonomik kriz. Artan sermaye birikimi/artan göreceli yoksulluk. Artan sömürü oranı.

Her yılın Ekim ya da Kasım ayında tartışılan ekonomik konulara bir yenisi daha eklenir.
Bu da, İstanbul Sanayi Odası’nın yapmış olduğu: “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluş” çalışmasıdır.
500 Büyük Firma (500 BF) içinde yer alan her bir firmaya ait üretimden satışlar, satış hâsılatı, brüt katma değer, öz-sermaye, net aktifler, bilanço kârı, ihracat tutarı ve çalışanlarla ilgili bilgiler de yayınlanır.
Bu bilgiler, pek çok analizde kullanılır ve değerlendirilir.
Çıkarılacak önemli bir sonuç: 500 BF’nın Türkiye genelinde tekelciliğin gelişme boyutuna uygun olarak etkinliğinin arttığı yönündedir.
Gerçi ülkemizde istatistikî verilerin gereken analizleri yapmak açısından yeterli olmadığı genel kabul gören bir gözlemdir. Aynı benzer durumda bu 500 BF’nın da etkilendiği ve bilançolarında şeffaflık olmadığı için kalemlerinden bazılarının şişirildiği ve bazılarının da aksine düşük tutulduğu bilinmektedir. Çünkü firmalar bilançolarını bankanın, vergi dairesinin ya da diğer isteyen kurum ve kuruluşların istemlerine uygun olarak hazırlandığı, iş dünyasında genel geçerli olan bir anlayıştır. Buna rağmen, bulunan rakamsal sonuçların yanıltıcı payı olacağı dikkatiyle, genel olarak gelişmenin ne yönde olduğunu görmek açısından değerlendirmek mümkündür.
Fakat yapılan analizler esas olarak bir yönüyle eksik tutulmaktadır.
Eksik olan, 500 BF’da artı-değer/sömürü oranıdır.
Bu yazıda, belirtilen eksik giderilmeye çalışıldı; 500 BF’da Artı-Değer/Sömürü Oranı Üzerine Bir Deneme başlığıyla.
Ayrıca da bazı ek gözlemlerde bulunuldu.
500 BF ile ilgili verilen bilgilerden fiyat artışlarını kaynaklar yönünden incelemek mümkün değil.
Böyle bir analiz bize, burjuva ekonomi politiğince krizin gerekçesi olarak gösterilen “talep artışlarını” besleyen ücretler olduğu tezinin ne derece doğru olduğu/aslında doğru olmadığı sonucunu verecekti. Ayrıca İSO’nun yaptığı çalışmalarda, eksik/kapasite kutlanma nedenleri başında talep yetersizliğinin bulunması da genel sunulan tezle çeliştiği de hatırlanmalıdır.
1980-85 yılları arasındaki dönemde, imalat sanayisinde fiyat artışları kaynaklarının neler olduğu konusunda yapılan bir çalışmaya göre: Ücret faktörü payı yüzde 9,25; girdi (tarım, madencilik, enerji, hizmetler vs.) yüzde 64,49 ve kâr, vergi, aşınma payı yüzde 26,26’dır. (1)
Demek ki, imalat sanayinde ücretler yüzde 9,25 gibi düşük bir oranla fiyat artışlarına neden oluyorlar.
1980-85 dönemi için yapılan bu gözlemin, hem de yüzde payının küçülerek sonrası yıllar içinde doğru olduğunu düşünmek mümkün; çünkü ulusal gelir içinde ücretlilerin payı sürekli azalmış ’85’de yüzde 18,84 iken ’88’de 15,6’ya (tahmini) kadar gerilemiştir.
Demek ki fiyatlar, burjuva ekonomi politiğinin savunmasının aksine piyasada serbestçe belirlenmeyip, maliyet tutarına belli bir oranda kâr marjı eklenerek saptanıyor. Bunun sonucu da firmalar, talep düzeyine göre fiyatlar yerine, arzı yani üretimi değiştirerek uyum sağlıyor.
Yani söylendiği gibi piyasada dengelerin oluşumunda önemli fonksiyonlar üstlenen rekabetin yerine piyasa/pazara azınlık üretici firmaların etkin olduğu ve bu anlamda da, fiyatın oluşumunda firmaların üretim miktarı/arzı konusundaki kararları ile fiyatı belirleme ve bu yolla firma kârlılığını artırma olanağının bulunduğu pazar hâkimiyetinden/tekelcilikten bahsetmek mümkündür.
1982-87 döneminde 500 BF kamu ve özel sektör açısından incelendiğinde:
Kamu sektörü firma sayısı ’82’de 69 iken sonraki yıllarda artar ve 87’de 90’a çıkar.
Anılan yıllarda özel sektörün payı 431’den 410’a iner; fakat 405’den aşağı da hiç olmamıştır.
500 BF’da istihdam edilenler yani çalışanlar, ’83’de ’82’ye göre yüzde 22,6 artarak 626,6 bine çıkar ve toplamı sonraki yılların bazısında inip, çıkar ve ’87’de 666,9 bin kişiye ulaşır. 500 BF’da çalışanların Türkiye’de payı yüzde 27,6’dan ’85’de yüzde 31,5’e kadar yükselir ve son iki yılda azalarak ’87’de yüzde 29,2’ye kadar iner.
Bu nispi azalışın bedeli, bir yönüyle işsizlik değil mi?
İstihdam edilenler açısından ortalama firma büyüklüğü ’82’de 1023 kişiyken sonraki yıllarda sürekli artar ve ’87’de 1334’e kadar yükselir.

1-500 BF’yi İNCELEME
1.1- Satış Hâsılatı
82’de 3,5 trilyon TL.’sı olan satış hâsılatı, ’82’ye göre ’85’de yüzde 343,2 arttığı halde ’87’de yüzde 820,0 artarak 32,2 trilyon TL.’sına yükselir.
İncelenen dönemde satış hâsılatı bütün yıllarda enflasyon oranı üzerinde reel pozitif artış kaydeder. Diğer anlatımla hem satışlar artmış ve hem de 500 BF’nın satış hâsılatı artışları yıllık enflasyon oranından daha fazladır
Nitekim İTO-TEFE 1982: 100 endeksi ’85 ve ’87’de 265,7 ve 471,9’a yükselirken; aynı yıllarda satış hâsılatı 1982: 100 endeksi 443,2 ve 920,0 olur. Yani satış hâsılatı enflasyon oranından daha fazla artar.
Satış hâsılatı gerçek değer artışları ’82; 100 endeksi ’84 ve ’87’de 149,1 ve 194,8’e çıkar.
Ayrıca incelenen dönemde özel sektörde satış hâsılatı, yüzde 50’lerin üzerinde artarken, kamu sektörü de benzer gelişme gösterir.
Firma başına ortalama satış hâsılatı ’82’de 7,0 milyar TL.’sı olup, sonraki yıllarda sürekli artar ve ’85’de 30,9; ’87’de 64,3 milyar TL.’sına ulaşır. Aynı yıllarda çalışan kişi başına satış hâsılatı, 6,8 milyondan 24,0 ve 48,2 milyon TL.’sına yükselir.
Yukarda değinilen bu gelişmelerin anlamı: 500 BF’nın satış hâsılatının yani cirosunun artmasına bağlı olarak pazar payında önemini koruduğudur.

Tablo 1:
500 BF’da Temel Göstergeler (1982-1897) – milyar TL.
1982        1983        1984        1985        1986        1987
Satış hasılatı        3494,9        5589,8        9777,9        15490,2    21126,5    32153,8
Brüt katma değer    933,1        1071,1        1878,5        2991,0        5569,1        9078,9
Öz-sermaye        826,6        1306,5        2674,8        4637,5        5945,3        8499,1
Borç            –        3547,9        4240,6        7990,0        11768,6    18467,4
Bilanço karı        210,1        315,8        654,9        1330,8        1461,8        2625,4
İhracat            –        582,5        1136,5        1605,9        1908,9        3331,8
İstihdam (bin)        511,3        626,6        597,7        646,4        660,0        666,9
Maaş/ücretler        394,5        529,9        719,2        1073,8        1479,9        2990,2
Ödenen faizler        207,0        276,3        343,2        652,9        1475,4        2543,3

1.2- İhracat
500 BF’nın toplam ihracatının Türkiye ihracatına oranı ’82’de yüzde 42,8 iken ’87’de yüzde 36,9 olur. Benzer durum aynı yıllarda Türkiye’nin sanayi ürünleri ihracatında 500 BF’nın payı içinde geçerli olup, yüzde 63,7’den 45,1’e kadar geriler. Görüldüğü üzere 500 BF’nın toplam ihracatı nispi olarak olumsuz gelişme gösterir.
İncelenen dönemde Türkiye’nin toplam sanayide 500 BF’nın payı, ’82’de yüzde 37.9’dan ’87’de yüzde 48,4’e yükselir. Bu, sanayi sektörü unsurlarına göre yani madencilik, imalat sanayi ve enerji açısından incelendiğinde şöyle bir gelişme gösterir: Madencilikte yüzde 82,8’den 42,6’ya geriler; imalat sanayisinde yüzde 38,2’den 49,7’ye ve enerji de yüzde 1,4 (83 yılı)’den 14,0’e çıkar.
’80 sonrasında iktidarın övünç kaynağı meselesi yaparak “işte toplam ihracata sanayinin payının sürekli arttığı” iddiasını resmi verilere göre sundukları bu yıllarda, 500 BF’nın ihracat açısından benzer gelişmeyi göstermemesinin anlamı: Dış pazar yerine iç pazarın daha cazip olmasıdır. Yani “dışarıya açıldık, açılıyoruz” denilen bir dönemde, 500 BF açısından iç pazarın önem kazanması ihracatın performansı konusunda önemli ipucu veriyor; ihracatta büyük oranda artış beklemek belki de “hayal” olacaktır.
Nitekim 500 BF sanayi ürünleri ihracatı brüt katma değerine oranı ’84’de yüzde 60,5 iken ’87’de yüzde 35,3’e geriler; aynı oran Türkiye için yüzde 36,4’den 38,0’e yükselir.
Toplam ihracatta 500 BF payının azalmasına karşın toplam sanayide payının artması anlamı ya da yukarıdaki rakamların dili: Son günlerde tartışması artan hayali ihracatın diğer bir başka yönden açık anlatımıdır.
1.3- Verimlilik
Çalışan her bir kişinin ekonomik katkısını gösteren verimlilik, brüt katma değerin toplanı çalışanlara bölünmesiyle hesaplanır; diğer bir anlatımla kişi basma ortalama brüt katma değerdir.
500 BF’da verimlilik ’82 yılına göre yüzde 646,1 artarak ’87’de 13,6 trilyon TL.’sına yükselir. 500 BF’nın verimliliği, Türkiye’nin ortalamasından ’82’de yüzde 37,7 ve ’87’de yüzde 65,6 daha fazladır. Yani 500 BF. Türkiye ortalamasından daha fazla verimli faaliyet göstermiştir.
Verimliliği artırmanın yolları, ya da çalışanların toplam çalışma surelerini artırma ya da atıl kapasiteyi kullanma imkânını sağlayacak reorganizasyonun yapılmasıdır. Makro olarak işsizliğin artmasına karşın, 500 BF’da istihdam imkanları artmış olması anlamında toplam çalışma süresinin arttığından bahsedilebilir; fakat esas olarak yine İSO yayınlarında olduğu gibi (bizim gibi azgelişmiş ülkelerde olabilecek en üst sınıra ulaşan) kapasite kullanımının artması ve yüzde 75’ler (artık, ’88 yaz’ından itibaren de düşüyor) olmasının önemli etkisi vardır.
Diğer yönden ortalama brüt katma değerin artışında yalnız ’83 yılında reel negatif artış söz konusuyken, diğer yıllarda enflasyon artışı üzerinde reel pozitif artış kaydeder. Ortalama brüt katma değerin gerçek artışı ’82: 100 endeksi, ’86 yılına kadar 100’ün altında kalırken, ’86 ve ’87 yıllarında 136,2’den 158,0’e çıkar.
Ortalama ücret ve ortalama brüt katma değer gerçek artışları, ’82: 100 endeksiyle mukayese edildiğinde görülüyor ki, ücretler sürekli azalırken, ’83’de 73,2’ye inen verimlilik sonraki yıllarda artarak 87’de 158,0’e kadar yükselir. Bunun anlamı, ücret artışlarının verimlilik artışlarının gerisinde kaldığıdır.
Verimliliğin sonucu aide edilen gelirin/pastanın paylaşımı, üç durumda olabilir:
1- Genel olarak ortalama fiyat seviyesini sabit varsayımına bağlı olarak, ücretlerin anması söz konusu olabilir. Fakat yukarda değinildiği üzere ücret artışları o düzeyde değildir,
2- Diğer gelir kalemlerinin yani ücretlerin ve kâr marjının sabit varsayımıyla, ürünlerin fiyatım düşürücü etkisiyle toplumun yani tüketicilerin yararlanmasıdır. Fakat bırakın fiyatların düşmesini sabit bile kalmazken, aksine daha da artar.
3- Verimlilik anısının sermaye birikimine kaynak olmasıdır. Nitekim 500 BF açısından incelendiğinde, sermaye birikimine kaynak olduğu söylenebilir.
Bundan sonraki “gelir dağılımı” adlı bölümde, sermaye birikiminin arttığı ve bu anlamda da verimlilik artışının sermaye birikimine kaynak olduğu gösteriliyor.
Ayrıca, ortalama (kişi) brüt katma değer ile satış hâsılatı gerçek değer artışlarının 1982: 100 endeksi dikkate alındığında, görülen o ki, satış hâsılatı gerçek artış endeksi her yıl artarak ’84’de 149,1’e ve ’87’de 194,8’e yükseldiği halde, verimlilik endeksi ise ’87’de 158’e çıkar. Yani incelenen dönemde verimlilik endeksi satış hâsılatı endeksi gerisinde kalır.
Anlamı: Satış hâsılatının esas olarak verimlilik artışından beslendiği iddia edilemez. Çünkü satış hâsılatındaki artış, enflasyonist politikanın gereği olan resmi iktidar ağzıyla “fiyat ayarlaması”, yani zamlar vasıtasıyla sağlanır.

1.4- 500 BF’da Gelir Dağılımı
Faktör gelirleri toplamı olan net katma değer amortismanların ve dolaylı vergilerin eklenmesi ve sübvansiyonların çıkarılmasıyla brüt katma değer bulunur.
Burjuva ekonomi politiğine göre firmaların yarattıkları brüt katma değer, onların ulusal gelire katkısının ölçüsüdür. 500 BF’nın ulusal gelire katkısı ’82’ye göre ’87’de yüzde 873 artarak 9.1 trilyon TL.’sına ulaşır. Bu katkının GSMH’ya oranı ’85’de yüzde 10,2 iken, ( 87’de yüzde 15.7’ye yükselir.
500 BF’nın katma değerinin Türkiye genelinde sanayi sektöründeki payı ’87’de yüzde 48,4’e kadar çıkar ve bu, tekelciliğin boyutunun açık örneğidir.
Brüt katma değer içinde net katma değerin payı, ’85 yılına kadar artarak, yüzde 88,8’e kadar yükseldiği halde, sonraki yıllarda azalır ve ’87’de yüzde 73,4’e geriler.
Yine aynı ekonomi politiğe göre emek, sermaye, girişimci (yatırımcı) ve toprak olarak sayılan üretim faktörleri geliri sırasıyla ücret, faiz, kâr ve rant olup, toplamı net katma değeri oluşturur.
Kazanılan gelirin niteliği açısından maaş ve ücretler bir kutupta, diğer rant gelir kalemleri (faiz, kâr, kira) başka bir kutupta toplanır. Rant gelirlerinin sayılan unsurları, üretim sürecinde emek gücünün kullanımının yarattığı artı-değerin birer parçasıdır. Sermaye birikiminin özü, diğer bir anlatımla kaynağı artı-değerdir. Bu anlamda, makro olarak rant gelirlerin artması sermaye birikiminin de artmasıdır.
Maaş ve ücretlerin net katma değerde payı ’82’de brüt olarak yüzde 52,6 iken, aynı yılda mevzuat gereği kesintiler (genelinde, brüt ücret/maaş gelirini sigortalı kabul edip ona göre neti hesaplanmıştır) sonrası geriye kalan (yaklaşık) olarak net ücretin payı yüzde 28,6’dır; ’87 yılında brütte payı yüzde 34,4’e gerilerken, nette payı yüzde 22,2’ye geriler. Görüldüğü üzere, işçiye/çalışana ayni ve nakdi olarak yapılan ödemelerin hepsini kapsayan brüt ücret toplamı azaldığı halde, çalışanın eline geçen net ücret miktarı da benzer gelişme gösterir. Yani, göreceli olarak yoksulluğun arttığı söylenebilir. Diğer kutupta rant gelirleri payı sürekli artar ve kapsamı brüt ya da net ücretler toplamına göre değişir. ’87 yılında net katma değer içinde brüt ücrete göre payı yüzde 65,6 iken net ücrete göre yüzde 77,8 olmaktadır. Rant gelirleri içinde en fazla artış faiz gelirlerinden olup bunu, kâr takip eder. İzlenen ekonomi politikaya bağlı olarak enflasyonist rant gelirleri payının arttığı ve bu anlamda sermaye birikiminin olumlu yönde etkilendiği sonucunu çıkarmak mümkündür.
İncelenen bu dönemde 500 BF’nın kaynak yapısı dağılımında öz-kaynakların payı artar ve buna karşın işletme dışı kaynakların, yani borçların payı azalır. Gerçekten ’83 yılında 500 BF’nın kaynaklarının yüzde 31,4’ünü öz-kaynakları oluşturur ve ’87 de bu pay % 38’e yükselir.
Son yıllarda özel sektör firmalarında dönem kârının kaynaklar içindeki payı yükselir ve kamu sektöründe tersi gelişme sonucu azalır.
’82-’87 yılları arasında 500 BF’ye ait zarar sonrası net bilanço karı (faaliyet dışı diğer gelir kalemleri dâhil) toplamı sürekli artar. ’87’de. ’85’e göre yüzde 97,3 artarak 2,6 trilyon TL’sına ulaşır. ’86 yılı dışında diğer yıllarda reel pozitif artış söz konusudur.
Toplam bilanço kârı içinde kamunun payı ’85 yılında yüzde 67,4 iken ‘87’de 39,3’e geriler. Aynı yıllarda özel sektörün payı ise yüzde 32,6’dan yüzde60,7’ye yükselir. Kamu sektörü ’86 yılı istisna olmak üzere yıllık bilanço karı artışları enflasyon oranı üzerinde reel pozitif artış gerçekleştirir. Özel sektörde benzer gelişme yaşanmıştır. Bununla yüksek oranda bilanço karının zamlardan kaynaklandığı anlaşılır. Satış hasılatı kârlılığı incelenen dönemde sürekli artar ve ’87’de yüzde 10,0’a yükselir. Öz-sermaye kârlılığı da benzer gelişme gösterir ve son yılda yüzde 56,9 olur. Kârlılık oranlarının bu derece yüksek olmasının anlamı, kâr marjının yüksek olmasıdır.
Fiyatların piyasada remi ağızla söylendiği gibi arz ve talebe göre belirlenmeyip, esas olarak toplam maliyeti belli bir oranda kâr marjı eklenmesiyle belirlenen sanayinin yapısında marjın yüksek tutulmasıyla elbette ki o anlamda bundan sermaye birikimi olumlu yönde etkilenir. Fakat  bedeli nihai tüketici, yani emekçi halk öder. Bunun da adı “sosyal adalet!”
Evet, kim için “sosyal” adalet? 
500 BF’nın öz-sermaye toplamı her yıl farklı oranlarda artar. Yapısı incelendiğinde görülen o ki, ödenmiş sermaye payı artar; ’83’te yüzde 38,9’dan, ’87’de yüzde 50,4’e kadar yükselir ve artış fonu payı yüzde 33,1’den yüzde 39,6’ya ulaşır.
Günümüzde derinleşen kriz şartlarında ödenmiş sermaye payının artması, sermaye birikiminin olumlu yönde geliştiğinin göstergesidir. Geçmişte daha çok borçlanarak finanse edilen (500 BF) kuruluşların, ekonomik krizin arttığı son yıllarda öz-sermayenin, bir anlamda sermaye birikiminin artması bir rastlantı mıdır?
Aslında artan göreceli yoksulluk, sermaye birikimi hacminin artmasının esas kaynağıdır. Bu birikimin özel sektörde kamuya göre daha fazla olduğu hesaplanmaktadır.
Ortalama brüt ücret tutarı açısından 500 BF, Türkiye geneli ile karşılaştırıldığında ’82’de yüzde 275,2 olan bu oran, ’83’de yüzde 220,8’e iner ve sonraki yıllarda sürekli artış kaydederek, ’87’de yüzde 247’ye ulaşır. Demek ki, 500 BF’da (brüt) ücretler Türkiye geneline göre daha fazla artar.
Ortalama brüt ücret tutan ile enflasyon oranı karşılaştırıldığında ’86 ve ’87 yılları dışında diğer yıllarda reel negatif artış sağlanır. Diğer yandan, ortalama brüt ücret gerçek artış ’82: 100 endeksi sürekli azalır ve ’87’de 94,3 olur.
Bunlar, artan göreceli yoksulluğun bariz göstergeleridir.
İncelenen bu dönemde, enflasyonist rant gelirleri sürekli artar ve her yılda enflasyon oram üzerinde reel pozitif artış kaydeder. Ayrıca, bu rant gelirleri gerçek değeri de (’82: 100 endeksi) benzer gelişme gösterir.
Bu yıllarda sermaye birikiminin finans kaynağı rant gelirleri artar.

Tablo 2:
GERÇEK DEĞER ARTIŞI KARŞILAŞTIRMA (1982-1987) (1982:100)
Ortalama Ücret         Verimlilik
Gerçek Artışı Endeksi     Gerçek Artışı Endeksi
1982        100                100
1983        85,7                73,2
1984        82,8                91,8
1985        81,1                95,4
1986        85,1                136,2
1987        94,3                158,0
AÇIKLAMA: Hem bu tablodaki ve hem de yazı içinde geçen bütün gerçek değer artışları,
İTO—TEFE (1963:100) 1963 fiyatlarına göre hesaplanmıştır.
KAYNAK: İSO Dergileri

Tablo 2’de görüldüğü üzere, ücret ve rant gelirleri endeksi karşılaştırıldığında çıkan sonuç, rant gelirlerinin ekonomik krizin derinleştiği ’85 sonrasında daha hızlı artmış olmasıdır.
Benzer karşılaştırma ortalama, yani kişi başına isabet eden ücret ve rant gelirleri acısından ’82: 100 endeksi incelenen dönemde ücretler ’82 düzeyine erişemez yani yüzde 5,7 gerileyerek 94,3 olurken, rant gelirleri ’87’de yüzde 101,1 artış kaydederek 201,1’e yükselir.
Anlamı: Göreceli olarak yoksulluğun artmasına karşın, sermaye birikiminin de artmasıdır.
Evet, ücretli kölelik düzeninde bu gelişmeyi artan sömürü beslemektedir.

2.5- BF’da ÜÇ BÜYÜKLER VE YABANCI SERMAYE
2.1- Yabancı Sermayeli Firmalar (1980-1985)
YASED- “Yabancı Sermaye Koordinasyon Derneği, 1980-1985 döneminde 500 BF içinde yer alan kamu ve özel sektörün işbirliği yaptığı yabancı sermayeli firmaları tek tek tespit ederek onlarla ilgili bilgileri değişik açılardan analiz yaptığı (2) halde, son iki yıldır ’86 ve ’87 yılları için benzer çalışmayı yapmamıştır. Bu tür bir çalışmayı da yapmak hayli zaman alacaktır; çünkü İSO yayınlarında firmaların hangilerinin yabancı sermayeli olduğu konusunda herhangi bilgi verilmemiştir.
500 BF içinde yabancı sermayeli olan firma sayısı ’80’de 44 iken sonraki yıllarda sürekli artar ve ’85’de 61’e kadar yükselir. Bu firmalarda çalışanlar toplamı 36,6 bin kişiden 49,3 bine çıkar. Yabancı sermayeli firmalar sayısı ve bunlarda istihdam edilenlerin artan bir trend izlediği anlaşılıyor.
Toplam öz-sermaye tutarı ’80’de 29, milyar TL.’sı iken ’83 ve ’85’de 134,6 ve 424,6 milyar olur. Bunun, BF içinde payı ’80’de yüzde 6,6 ile ’85’de 9,2’ye yükselir. Anlaşıldığı üzere bu firmalarda da 500 BF’dakine benzer gelişme ve sermaye birikiminin arttığı gözlenmektedir.
Bu firmaların bilanço kârları topla mı ’85’de yüzde 14,5 olup, sonraki yıllarda azalır ve ’85’de yüzde 11,3’e kadar geriler. Bu nispi azalışın sebebi aynı yıllarda 500 BF’nın bilanço kârının daha hızlı artmasındandır.
Bu firmaların ’80’de 188,3 milyar TL.’sı olan satış hâsılatı ’82 ve ’85 yıllarında 517,8 ve 2319,4 milyar TL.’sına yükselir. Bunların 500 BF içinde payı sırasıyla yüzde 11,0; yüzde 14,8 ve 15,0 olur. Yani artar.
Satış hâsılatının ne kadarının kâr olduğunu gösteren kâr/satış hâsılatı oranı ’80’de yüzde 9,5 iken sonraki yıllarda sürekli azalır ve ’85’de yüzde 6,5’e geriler. Bu düşüşün sebebi, yıllık bilanço kârı artışlarının satış hâsılatına göre az olmasındandır. Fakat aynı oran, 500 BF açısından incelendiğinde incelenen dönemde sürekli artar ve ’85’de yüzde 10,1’e yükselir. Yani 500 BF’nın ortalama satış kârlılığı yabancı sermayeli firmalarınkinden daha fazladır.
Öz-sermayenin ne kadar verimli kullanıldığını gösteren öz-sermaye kârlılığı oram, satış kârlılığına benzer gelişme gösterir ve sürekli azalır; ’80’de yüzde 62,1 iken ’85’de yüzde 35,4’e kadar iner.
Ortalama brüt katma değer (yani verimlilik) oranı, ’82’de 3,1 milyon TL. iken ’85’de yüzde 174,2 artarak 8,5 milyon TL.’sına yükselir. Fakat 500 BF’da aynı oran ’82 ve ’85’de 1,8 ve 4,6 milyon TL.’sı olarak gerçekleşir. Bu da göstermekte ki, yabancı sermayeli firmalar daha verimli olarak faaliyet sürdürmüşlerdir.
Bu firmaların 500 BF ihracatında payı ’83’de yüzde 12,4 iken ’85’de yüzde 13,1’e yükselir. Brüt katma değerinde ihracat pay aynı yıllarda yüzde 50,4’den 59,8’e geriler. Fakat bu dönemde 500 BF’nın brüt katma değerde ihracat payı yüzde 50’ler üzerindedir.
İncelenen 1980-85 döneminde kamu ve özel sektörün işbirliği yaptığı yabancı sermayeli firmaların 500 BF içinde öz-sermayeye tutan yüzde 6,6’dan 9,2’ye ve satış hâsılatı da yüzde 11,0’den 15,0’e yükseldiği halde, bilanço kârı yüzde 14,5’den 11,3’e kadar iner. Satış ve öz-sermaye kârlılığı da azalır. Çünkü satış hâsılatının artmasına karşın bilanço kârı azalmıştır. Fakat kişi başına brüt katma değer yani verimlilik açısından 500 BF ile karşılaştırıldığında, bu firmaların daha verimli çalıştıkları anlaşılır. Demek ki bu artışta, satış hâsılatının artmasına neden oluyor. Ayrıca brüt katma değerde ihracat payının az da olsa gerilemesinin anlamı, dış pazara göre iç pazarın cazip olmasıdır. Fakat 3BH’ye göre daha fazla ihracata önem verdiği görülüyor.

Tablo 3:
GERÇEK DEĞER ARTIŞI KARŞILAŞTIRMA
TOPLAM (1982-1987) (1982:100)
Toplam Brüt Ücretler        Toplam Rant
Gerçek Artışı            Gelirleri Gerçek Artışı
1982    100                100
1983    105,6                110,5
1984    97,7                127,4
1985    103,4                177,9
1986    111,2                206,3
1987    161,8                261,1
KAYNAK: İSO Dergilerı

2.2- Üç Büyük Holding-3 BH (1985-1987)
İSO’nun yaptığı ve yayınladığı 500 BF içinde üç büyüklere yani İş Bankası, Koç ve Sabancı Holdinge (3BH) bağlı firmalar toplamı, son üç yılda (yani ’85-’87 arası) 57; 56 ve 60’dır. Bu, genel toplam içinde Koç 71 ile ilk sırayı alırken, Sabancı 35 firma ile sonuncudur.
3BH’nin çalışanları toplamı 59,0 binden 71,0 bine kadar yükselir ve bunlar 500 BF’ya oranlandığında yüzde 9,2 ve 10; özel sektör (bu 3BH incelenmesinde özel sektör, 500 BF’da yer alan özel sektör firmaları toplamıdır) için aynı oranlama yapıldığında yüzde 22,0 ve 23,7 bulunur. Bu 3BH içinde İş Bankası payı yüzde 40’lar kadarken, Koç’unki yüzde 35’ler kadardır.
Adı geçen 3BH’in satış hâsılatı ’87’de ’85’e göre yüzde 148,1 artarak 4,1 trilyon TL.’sına ulaşır ve bu iki yılda 500 BF içinde bunların payı yüzde 10,6’dan 12,7’ye yükselir. Fakat aynı oranlama özel sektörde yüzde 23’ler civarındadır. 3BH içinde satış hâsılatı yüzde 40’lar ile Koç birinci olup, bunu yüzde 30’lar ile İş Bankası izler. Fakat firma başına düşen ortalama satış hâsılatı 500 BF’da ’85 ve ’87 yıllarında 30,9 ve 64,3 milyar; özel sektörde 17,6 ve 42,3 milyar TL.’sı iken, 3BH ise 28,9 ve 68,2 milyardır. Yani 3BH’in ortalaması, genelinde 500 BF ve özel sektör ortalamasından fazladır.
3BH’in brüt katma değer toplamı ’85’de 422,2 milyarken, ’87’de 1274,7 milyar TL.’sına ulaşır. Bu 3BH’in brüt katma değer toplamı 500 BF ve özel sektör içinde payı yüzde 14’ler ve 28’ler kadardır. 3BH’in genele göre özel sektör katma değerde payı, hayli büyüktür. Firma başına isabet eden brüt katma değer ’85 ve ’87 yıllarında 500 BF’nın 5,9 ve 18,2 milyar; özel sektörün ki 3,8 ve 11,1 milyarken; 3BH’in ki 7,4 ve 21,2 milyar TL.’sidir. Görüldüğü üzere bu ortalama özel sektöre göre yaklaşık yüzde 100 daha fazladır. Çalışan her bir kişiye düşen ortalama brüt katma değeri (verimlilik), hem 500 BF ve hem de özel sektöre göre 3BH’inki daha büyüktür. 3BH’in öz-sermaye toplamı ’87’de ’85’e göre yüzde 140,5 artarak 847,1 milyara yükselir ve bunun 500 BF’ya oranı yüzde 10,0 iken, bu oran özel sektörde yüzde 28,9’dur. Holdingler içinde ilk sırayı İş Bankası alırken, Sabancı sonuncudur. Fakat üç yıl içinde öz-sermaye artış hızı bakımından ile sıra, Koç grubundur.
’85’de 126,2 milyar olan 3BH’in bilanço kârı, ’87’de 423,7 milyar TL.’sına yükselir. Her iki yılda 3BH’in 500 BF’ya oranı yüzde 9,5’den 20,8’e çıkar. Aynı oranlama yine ’85 ve ’87 yıllarında özel sektör içinde yüzde 29,1 ve 34,3 olarak bulunur. Bilanço kârı yıllarında özel sektör içinde yüzde 29,1 ve 34,3 olarak bulunur. Bilanço kârı toplamında ilk sıra Koç’a aittir.
3BH’in satış kârlılığı ’85’de yüzde 7,6 iken ’87’de 13,3 olur; bu holdinglerin satış kârlılığı, son iki yılda 500 BF oranından daha fazladır, benzer durum özel sektör satış kârlılığı içinde geçerlidir.
Öz-sermaye kârlılığı yüzde 35,8’den 64,5’e kadar çıkar ve bu oranlar, 500 BF ve özel sektör için bulunan oranlardan çok yüksektir. Bu anlamda, 3BH öz-sermayesini daha verimli kullandığı sonucu çıkar.
3BH ihracat açısından incelendiğinde İş Bankası ilk sırayı alırken, Sabancı ikincidir, 500 BF’nın sanayi ihracatı içinde 3BH’in payı yüzde 15’den 18’e kadar yükselir. Aynı yıllarda 500 BF’nın Türkiye genelinde ihracatta ki payı yüzde 46,6’dan 45,1’e geriler. 3BH’in sanayi ürünleri ihracatının brüt katma değerde payı, yüzde 56,8’den 45,6’ya iner. 500 BF’nın aynı oranı benzer gelişme gösterir ve azalır. Yani ihracat “patlamasına” karşın 3BH için iç pazar, dış pazara göre daha çok önem kazanır. Hem 500 BF ve hem de 3BH’nin brüt katma değerde sanayi ürünleri ihracatı payı azalan bir trend izler. Peki, ihracat kimin için cazip? Ya da ihracat içinde “hayali” sanayi ürünleri payı mı artıyor?
3BH’nin 500 BF içinde istihdam ve brüt katma değer payı yüzde 10 ve 14’ler kadardır. Firma başına ortalama brüt katma değer açısından karşılaştırıldığında 3BH’inki, özel sektöre göre yüzde 100 daha büyüktür. İşte bunun sonucu olarak 5BH-Firmaları özel sektör firmalarına göre daha veremli faaliyet sürdürürler. Diğer bir deyişle, 3BH’in çalışanları daha üretkendir. Verimliliğin artışına karşın, toplam ücret ödemeleri ve amortisman tutarı bilgileri eksikliğinden, sömürü oranı hesaplanamadı. Ayrıca 3BH’in satış hâsılatı ve bilanço kârı artışları 500 BF ve özel sektörünkinden daha fazladır. Bu sebeple, artış hâsılatı içinde kâr payını gösteren satış kârlılığı ile öz-sermayenin verimliliğini gösteren öz-sermaye kârlılığı oranları açısından karşılaştırıldığında 3BH’inki, 500 BF ve özel sektöre göre daha büyüktür.
Yapılan analizlerden çıkarılacak önemli bir sonuç, derinleşen kriz şartlarında, sermayenin yoğunlaşmasına bağlı olarak, tekelci eğilimlerin arttığı yönündedir. Nitekim 3BH’in ’87 yılı itibariyle özel sektörde payı istihdamda yüzde 23,7; satış hâsılatında yüzde 23,3; brüt katma değerde yüzde 28,1: öz-sermayede yüzde 28,9 ve bilanço kârında yüzde 34,3 olup, önceki yıllara göre artan bu oranların anlamı, güçlenen tekelciliktir. Belirtilen yönlerden karşılaştırmayı sadece 3BH açısından değil de sayının on ya da en fazla 25’e çıkması halinde, yukarda bulunan sonuçların etkinlik boyutunun daha da artacağı tahmin edilebilir.
1985 yılı itibariyle 3BH’in ve 25BH’in özel sektörde payları, satış hâsılatında yüzde 23,8 ve 53,0; istihdamda yüzde 22,0 ve 48,0; brüt katma değerde yüzde 26,0 ve 53,0 ve de bilanço kârında yüzde 29,1 ve 58,0’dır. (3)
3BH’in ’85’e göre ’87’de etkinliğinin artmasına benzer gelişme 25BH için de düşünülürse, çıkarılacak sonuç, tekelciliğin boyutunu daha bariz gösterecektir.

3- 500 BF’da ARTI-DEĞER/SÖMÜRÜ ORANI ÜZERİNE BİR DENEME
Günümüz kapitalizmde, ücretli işçinin çalışma süresi yani işgünü, gerekli çalışma süresi ile artı/fazla ya da ek çalışma süresinden oluşur. Buna uygun olarak işçinin emeği de gerekli ve artı-emek olarak ikiye ayrılır. Emek-gücü sahibi ücretlinin kendisini yeniden üretmesinde ya da bir başka anlatımla işçi, gerekli çalışma süresinde iş gücünün değerine eşit bir değer yaratırken, buna karşılık artı-çalışma süresinde ise hiçbir değer karşılığı olmadan burjuvazi/kapitalist tarafından karşılıksız el konulan artı-değeri üretir.
“İşçinin, emek-sürecinin bir kısmında yalnızca kendi emek-gücünün değerini yani yaşaması için gerekli tüketim araçlarını ürettiğini… İşgücünün bu yeniden-üretimin yapıldığı kısmına ben “gerekli” emek-zamanı ve bu sürede harcanan emeğe “gerekli”-emek diyorum… Emek sürecinin, emeğinin artık gerekli olmadığı ikinci dönemi boyunca da işçinin çalıştığı ve emek-gücü harcadığı doğrudur, ama onun emeği artık gerekli-emek olmadığından kendisi için bir değer yaratmaz. Bu dönemde, kapitalist için, hiç yoktan yaratmanın bütün güzelliklerini taşıyan artı-değeri yaratır. İşgücünün bu kısmına ben artı-emek zamanı ve bu zaman da harcanan emeğe artı-emek adım veriyorum.” (4)
Değerin kaynağı işgücünün tüketimidir.
Bu anlamda artı-değerin üretilmesi, emek gücünün yani ücretli işçinin kendi değeri karşılığının üretilmesinin sona erdiği andan itibaren devam ettirilmesidir.
3.1- Sömürünün Tarihçesi
Köleci ve feodal toplumlarda üreticinin yani çalışanın sömürülmesi, ayrıca onun sömürü için çalışmaya açıkça zorlanması yani ekonomi dış zor uygulanması biçimindeydi. Adı geçen toplumlarda köle sahipleri ya da feodal beylerin köleler yahut serflerin sırtından yaşamış oldukları gayet belirgindi. Çünkü bu çalışanlar kesiminin alınıp-satılması ve hatta öldürülmesi sisteminin normal işleyişiydi.
Fakat günümüzde ücretli kölelik düzeni/kapitalist toplumda sömürü ise, hâkim üretim ilişkileri meta-para ilişkileri ağıyla gizlenmiştir. Şöyle ki; ücretli işçi ile kapitalist hukuken “eşit” haklara sahip ve “özgür” olduğu, kişisel bağımlılık ilişkilerinin “bulunmadığı” görünümündedir. Bu aldatıcı görüntü altında, kapitalist üretimin amacının artı-değer yaratmak olduğunun biçimsel “hukuki eşitliğin” arkasındaki derin ekonomik eşitsizliği ortaya çıkarmak gerekiyordu. Bu durumun aydınlatılması/açıklanması, işçi sınıfının iktidar mücadelesinde son derece önemlidir.
3.2- Ücretli Kölelik Düzeyinde Sömürü Analizi.
Üretim süresinde işlev gören sermaye, üretim araçlarında (bina, makineler yakıtlar vs.) maddeleşen değişmeyen ve işgücü harcamalarına ayrılan değişen sermayeden oluşur. Sermayenin bu iki bölümü değerlenme sürecinde farklı fonksiyonlar üstlenirler.
Üretim araçlarının değeri sadece onların katılmasıyla yaratılan yeni kullanım değerlerine aktarılır. Bunun büyüklüğü üretim sırasında değişikliğe uğramaz, yani yeni bir değer yaratmasından bahsedilemez. Diğer bir anlatımla, sermayenin üretim araçlarına harcanan ve üretim süreci içinde hiçbir değer değişikliğine uğramayan girdiler ve üretim araçları aşınma payından (amortismandan) oluşur. Ve buna değişmeyen sermaye (C) denmektedir.
Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler vs. temsil edilen kısmı, üretim sırasında “nicel bakımdan bir değer değişimine” uğramadığı için sermayenin bu değişmeyen kısmına “değişmeyen sermaye adını veriyorum” (5)
Özal’ın izlediği enflasyonist politika, emekçileri göreceli olarak yoksullaştırırken, enflasyonist rant gelir sahiplerini yani kapitalistleri besleyen bir katalizör görevi görmektedir.
Emek-gücünün satın alınmasında kullanılan sermayenin bu bölümü büyüklüğü üretim sürecinde değişir; çünkü işgücünün tüketimi sırasında ücretli işçiler işgüçlerinin satın alınması için harcanmış değerden daha fazla bir değer yaratırlar. Başka söyleyişle sermayenin emek-gücü gelirine ayrılan kısmı, hem kendi değerine eş bir değeri tekrar yaratır (ödenmiş emek) ve hem de üretim sürecinden artık emek üretmek suretiyle çoğalan hacimle (ödenmiş emek), yani değeri değişerek çıkar. İşte bu yüzden değişen sermaye (V) denilmektedir.
Sermayenin emek-gücü tarafından temsil edilen kısmı, üretim süreci sırasında kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği ayrıca birde değişen koşullara göre az ya da çok olabilen bir fazlalığı yani bir “artı-değeri de ürettiği” için bu kısma “değişen sermaye diyorum” (6)
“Kapitalistin emek-gücünü kullanmak için emekçiye ödediği paranın, emekçiye geçim araçlarının genel eşdeğeri biçiminde ne fazla ne de eksik olduğunu daha önce de gösterdik (1. cilt kastediliyor). Bu bakımdan değişen sermaye, öz olarak geçim araçlarım kapsar… Kapitalist emekçinin geçim araçlarını değil, emek-gücünü satın alır… Emek-gücü karşılığında aldığı parayı geçim araçlarına dönüştüren emekçinin kendisidir ve bunu, geçim araçlarını tekrar emek-gücüne dönüştürmek, yaşamını sürdürmek için yapar… Emek-gücünün, o, belli bir fiyata ve bu fiyatın bir kısmının da geçim araçları olarak eline geçeceği düşüncesiyle satar.” (7)
Değişen sermaye, üretim süreci içinde büyüklüğü değişen üretim sermayesinin bir kışını olup, işçilerin çalıştırılması için harcanır ve onlara, ücret olarak ödenir. Bu tanımlama gereği, emekçinin ihtiyaçlarını gidererek kendini yeniden üretebilmesi için gerekli olan ücretin brüt mü? net mi? kavranılması gerektiği sanırım gündeme gelir. Eğer emekçinin eline geçen kavranıyorsa, ücretin net olarak anlaşılması gerekir. Ki sanırım doğrusu da budur. Fakat kapitalist açıdan işçinin maliyeti daha geniş anlamı içerir ve bu da brüt ücrettir. Yani değişen sermayenin işçi ve kapitalist -iki- taraf açısından görünümü bu anlamda farklıdır. Çünkü sistem kendince belirlediği mevzuat gereği işçinin geliri ücretten pek çok gerekçelerle (vergi, SSK primi, zorunlu tasarruf fonu vs.) kesinti yapılmaktadır. Nitekim ilerde verilen üç örnekten ikisinde değişen sermaye tutarı ödenen ücretler toplamı olarak gösterilir.
Değişen sermaye, gerekli çalışma sürecinde gerekli emek tarafından yeniden üretilir. Artı-değer (S) ise, artı çalışma süresinde artı emek tarafından üretilir. Bir başka anlatımla artı-değer, emek-gücünün kendi değerini (V) ürettikten soma fazladan ürettiği artıktır (S).
Bu halde, üretilen metaın değeri = C + V + S; yani, metaın üretimi sırasında kullanılan üretim araçlarının aktarılan değeri (C) ile yeni harcanan ödenmiş (değişen sermaye-V) ve ödenmemiş (artı-değer, S) emeğe eşit olan yeni değerin toplamıdır. Bu anlamda V + S, yeni yaratılan değerdir. Görüldüğü üzere artı-değer/ödenmemiş emek ile değişen sermaye/ödenmiş emek arasında yakın ilişki vardır. Değerler bakımından artı-değerin değişen sermayeye oranına (yani S/V) artı-değer/sömürü oranı denilmektedir.
8 SAATLİK ÇALIŞMA SÜRESİ YARATILAN TOPLAM DEĞER
2 saat geçerli                6 saat art
Çalışma süresi            çalışma süresi

İşçinin kendisi                İşçinin kapitalist
İçin çalıştığı süre            için çalıştığı süre

Ödenmiş emek            Ödenmemiş emek

Ücret (V)                Artı-değer (S)

“Değişen sermayenin değerindeki bu nispi artışa ya da artı-değerin nispi büyüklüğüne, ben ‘artı-değer oranı’ adını veriyorum… Artı-değer oranı… işçinin kapitalist tarafından sömürülme derecesinin tam ve kesin ifadesidir.” (8)
Diğer yönden, emek gücü kullanımı ya da değerlerin üretildikleri zaman süreci açısından bu oran, artı-emek süre sinin gerekli-emek süresine bölüşüme eşittir.
ARTI-DEĞER              ARTI-EMEK
ARTI-DEGER ORANI =   —————————-     =   ———————–
DEĞİŞEN SERMAYE        GEREKLİ EMEK
Her iki orantı da, “aynı şeyi değişik biçimlerde ifade ederler; birinde somutlaşmış, maddeleşmiş emek, diğerinde canlı, akıcı emek biçiminde.” (aynı yerde bir dipnot) “Artı-değer oranı, emek-gücünün sömürü derecesini gösteren kesin bir ifade olmakla birlikte, sömürünün mutlak büyüklüğünü hiç bir zaman ifade edemez. Örneğin, gerekli-emek = 5 saat ve artı-emek = 5 saat ise, sömürü derecesi yüzde 100’dür. Sömürme büyüklüğü burada 5 saat ile ölçülmüştür. Oysa gerekli -emek = 6 saat olsaydı, sömürme derecesi gene eskisi gibi yüzde 100 olurdu, ama fiili sömürü miktarı yüzde 20 artmış olurdu, yani beş saatten altı saate çıkardı.” (9)
3.3- Artı Değer Oranını Hesaplama Yöntemi
Artı-değer oranını yukarda açıklanan biçimde bulmaya yönelik çalışmanın esasını emek-değer oranını yukarda açıklanan biçimde bulmaya yönelik çalışmanın esasını emek-değer teorisi oluşturuyor. Buna göre, bütün meralarda var olan ve onları birbiriyle değişir kılan ortak nesne, emektir. Diğer bir deyişle değerin kaynağının emek olduğunu açıklayan bir teoridir. Yani metalar emek ürünüdür. Ama burjuva ekonomi politiği ise, üretime katılan her bir faktör değer yaratır demektir ve bu sömürüyü gizleyen bir açıklamadır; emek kendi faaliyetinin, sermaye kendi faaliyetinin karşılığını aldığı için bir faktörün payı diğerine geçmez. Fakat öyle mi? Hiçte değil.
Metalarda maddeleşen emek, değerin özüdür. Onun için metaın değerinin büyüklüğü onun üretilmesi için gerekli emek miktarına bağlıdır ve bunun ölçüsü, bir anlamda da değerin de ölçüsü emek süresidir.
Buna göre metanın değerini o metaın üretimi için harcanan emek miktarı belirler.
Ürünün toplam değerinin (C + V + S) alır ve bundan görünen değişmeyen sermaye sıfıra eşitlendiğinde, geriye kalan meta üretimi sürecinde yaratılan biricik değerdir. “Eğer artı-değer miktarı verilmişse, değişen sermayeyi bulmak için yapılacak tek şey bu artı-değeri geriye kalan değer-üründen çıkarmaktır.” Şayet değişen sermaye verilmişse ve artı-değeri bulmak istiyorsak, “işlemi ters yönden yaparız.” Her ikisinin de verilmesi halinde, artı-değeri değişen sermayeye oranını hesaplamak kalıyor. (10)
Sermayenin üretim süreci incelenirken, üretici sermayenin, artı-değer yaratılmasından aldıkları fonksiyonlara göre değişmeyen ve değişen sermayelere ayrıldığına değindim.
Ayrıca da yaratılan sermayenin üretim ve dolaşım alanından geçerek artı-değerle geri gelme evresi, sermayenin dönme süreci olup, işte bu oluşumda üretici sermaye sabit ve döner sermaye şeklinde ayrılır. Sermayenin üretim alanında bulunduğu süre üretim süresiyken (işte değer ve artı-değer bu dönemde yaratılır), dolaşım alanında bulunduğu süre de dolaşım süresi olup, bu da; metaların üreticiden alıp pazarına götürmesi süresini, metaların stok edilme süresini ve satın alma ve satış sürelerini kapsar. Bu anlamda bu süre ne kadar uzarsa, sermayenin dönme hızı o kadar düşük olur ve o kadar çok sermaye yatırılması gerekir. Aksi de doğrudur. Yani sermayenin dolaşım alanında uzun süre kalması (alacakların zamanında tahsil edilmesi v.s) sermayenin üretim alanından almasını engeller (nakit sıkıntısı doğar). Bunun anlamı, değer ve artı-değerin dolaysız üretiminde o kadar az sermaye vardır anlamına gelir. Bu sebeple, kapitalist dolaşım süresini kısıtlamaya ve bu sayede sermayenin dönmesini hızlandırmaya bir yönüyle de üretici sermayeyi büyütmeye ve dolaşım maliyetlerini düşürmeye çalışır.
Günümüzde firmanın durumunun ne olduğunu öğrenmek açısından, mali tabloların analizinde kullanılan teknikler şunlardır:
1- Firmanın kısa vadeli borçlarını ödeme gücünü ölçmek, işletme sermayesinin yeterli olup olmadığını saptayabilmek için likidite oranları kullanılmaktadır.
2- Firmanın faaliyet sonucu zarar etmesi, aktiflerin değerinin düşmesi veya gelecek yıllarda tahmin edilen tutarda fon/kaynak yaratamaması halinde söz konusu firmanın, uzun vadeli yükümlülüklerini yerine getirip getirmeyeceği konusunda bilgi veren, mali bünye/finansal yapı oranlarından yararlanılmaktadır.
3- Firmanın dönem sonu kârının yeterli olup olmadığı konusunda, kârlılık oranları hesaplanmaktadır.
4- İktisadi varlıkların/aktiflerin kullanılışı ile ilgili aktivite oranları, yukarda sermayenin dolaşım süresiyle ilgili yapılan analizler bu tür oranlarla hesaplanmaktadır. Çıkan sonuçlar da ona göre yorumlanmaktadır. Alacakların paraya dönüşüm çabukluğu denilen alacak devir hızı, firmanın alacaklarının tahsil süresini ve likiditesini gösteren önemli bir ölçüdür. Bir başka analiz yöntemi de, firmanın öz sermayesinin ne ölçüde verimli kullandığını gösteren, satışlar/öz sermaye yani öz-sermaye devir hızı, 500 BF’da ’85 sonrasında sürekli artarak ’87’de 3,78’e yükselmiştir. Bu yükselme satışların, öz sermayeden daha hızlı artığını göstermektedir.
Sabit sermaye: Üretken sermayenin değerini bir üretim döneminde değil, birçok üretim döneminde, parça parça ürün değeri içine aktaran kısmıdır. Bir başka anlatımla, değerini bir üretim döneminde ve tamamen değil, birçok üretim döneminde parça parça ürün değeri içine katılır; bina, fabrika tesisleri, makineler ve aletler gibi.
“Üretim araçlarına yatırılan sermaye-değerin bir kısmının, sabit sermaye niteliğine sahip bulunmasını belirleyen şey, salt bu değerin kendine özgü dolaşım biçimidir. Bu belirli dolaşım biçimi, emek aletlerinin değerini ürüne aktardıkları ya da üretim süreci sırasında değer yaratıcısı olarak hareket ettikleri belirli biçimde doğar” der Marx ve devamında ürünü sabit sermaye yapan şeyin üretim sürecinde emek aleti olarak işlev yapması ve bu aletlerin dayanıklılığı ile sabitlik derecesinin arttığını ve “değerin aşınıp yıpranmasıyla maddi biçimini kaybeden kısmı, ürünün değerinin bir kısmı olarak” dolaştığını belirtir.” (11)
Döner sermaye: Değeri sadece bir üretim dönemi içinde tamamen ürün değeri içine katılır ve üretilen metaların satılmasıyla tamamen (ve fazlasıyla) kapitaliste geri gelen sermaye kısmıdır. Ham ve yardımcı maddeler, yakıt vs. gibi değişmez sermaye unsurlarıyla ücretleri, yani değişen sermayenin tamamım kapsar.
“Üretken sermayenin geri kalan öğeleri, kısmen, yardımcı ve hammadde olarak var olan değişmeyen-sermaye öğelerini, kısmen de emek-gücüne yatırılan değişken-sermaye öğelerini içerir” diye sabit sermaye karşısında, “döner ya da akıcı sermaye” olarak tanımlar, Marx ve devamında değişmeyen sermayenin yardımcı ve hammaddeleri kapsayan kısmının değeri, tıpkı sabit sermayede olduğu gibi ürünün değerinde “yalnızca aktarılmış değer olarak” tekrar ortaya çıktığı halde, emek-gücü ürüne kendi değerinin değerini “fiilen yeniden üretir” diye açıklar. (12)
Anlaşıldığı üzere, sabit sermayenin bir kere değerini tamamen üretilen ürünler değeri içine aktarılması için geçecek süre içinde, döner sermaye birçok kereler devreder.
Döner sermayenin üretilen metaların satışından sonra tamamı ve fazlasıyla kapitaliste geri gelir. Bunun aynen geri gelen kısmı değişmeyen sermayenin döner sermaye kısmıdır. Ve fazlasıyla geri gelen kısmı ise, emek gücünü kullanmak için yapılan harcamalar olup, döner sermayenin bu kısmı, kapitaliste bir artı-değer ilavesiyle geriye gelir.
Üretim sürecine giren döner sermaye, bütün değerini ürüne aktarır ve bunun için üretimin aksamasız yürümesi, metaın/ürünün satışıyla, sürekli “aynı olarak yerine” konulması gerekir. Fakat sabit sermaye, değerinin ancak bir (aşınan ve yıpranan) kısmını ürüne aktarır ve buna rağmen, üretim sürecinde fonksiyonunu devam ettirir. Bu sebeple uzun süre geçmedikçe döner sermaye kadar sık bir biçimde aynı olarak yerine konmasına gerek yoktur. (13)
Döner ve sabit sermaye nitelendirilmesine göre, satılan ürünün unsurları:
1- Sabit sermayenin ürünü değeri içine katılmış bulunan kısmı yani aşınma payı/amortisman (C,).
“Aşınma ve yıpranma” her şeyden önce bir kullanımın sonucu olup, bununla yani sabit sermayenin kullanılmak suretiyle, kullanım-değerindeki “ortalama kaybı oranında” yavaş yavaş ürüne aktardığı değer anlatılmak istenmektedir. Zaten sabit sermayenin aşınan ve yıpranan kısmı, ürüne aktardığı “değer kısmını” içerir. (14)
2- Döner sermaye değeri, değişmeyen sermayenin döner sermaye kısmı (C2) ve ücretler (V).
3- Artı değer (S)
Değişmeyen sermaye, C = C1 + C2
Toplam metanın değeri = C + V + S
Yaratılan değer = V + S

Artı-değer oranıyla ilgili örnekler (değer = fiyat varsayımı): (15)
1. Örnek: Verilerin kısaca dökümü:
Haftalık diğer hammadde    342 sterlin
Amortisman            20 sterlin
Kira                6 sterlin
Kömür                4,5 sterlin
Gaz vs.            5,5 sterlin

Değişmeyen sermaye (C) =     378 sterlin Haftalık değişen
sermaye/ödenen ücret (V) =     52 sterlin
toplamı             430 sterlin
Haftalık ürün
değeri/çıktı/hasıla            512 sterlin
Toplam = C + V + S
512 = 378 + 52 + S
S = 82 sterlin

Varsayım: Ürünün değerinin değişmeyen kısmını yani C’yi, yeni değerin yaratılmasında bir rol oynamadığı için “sıfıra eşitliyoruz”. Yani C = 0.
Bu durumda:
Yaratılan değer =     V + S
52 + 82 = 134 sterlin
Artı-değer oranı = 10 saat
Artı-emek süresi: 6 saat 12 dk.

2. Örnek:
Tohum 1 sterlin 9 şilin
Gübre 2 sterlin 10 şilin
Değişmeyen sermaye (C) 3 sterlin 19 şilin
Değişen sermaye/ücret (V) 3 sterlin 10 şilin
Ondalık ve vergi 1 sterlin 1 şilin
kira 1 sterlin 8 şilin
Kâr ve faiz 1 sterlin 2 şilin
Artı-değer (S) 3 sterlin 11 şilin
Yaratılan değer = 6 sterlin 21 şilin
Artı-değer oranı = % 100’den fazla

3. Örnek (16)  1908 yılı verilen
Ödenen ücret toplamı = 555,7 milyar ruble
Kapitalistler kârı = 568,7 milyar ruble
Çalışanlar = 2.254.000 kişi
Ortalama ödenen ücret (kişi) = 246 ruble
Ortalama kâr payı (kişi) = 252 ruble
Artı-değer oranı = 252/256 = 102,4
Önemli Not: 1. ve 3. örnekte değişen sermaye ÖDENEN ÜCRET toplamı olarak alınmasıyla vurgulanan, işçinin eline geçen net tutar olduğu kanısındayım.
3-4-Artı-Değeri Artırma Yollan
Kapitalizmin artı-değeri artırabilmek için kullandığı en belirgin yol işgünü-nün uzatılmasıdır. Hatırlanacağı gibi, ücretli işçinin işgünü gerekli ve artı-emek süresinden ibarettir: 8 saat olan işgününün 4 saati gerekli ve diğer 4 saati artı-emek süresi olsun. Gerekli-emek süresinin aynı kalması halinde işgününün 2 saat daha uzatıldığı varsayılırsa, o zaman artı-emek süresi 6 saat olur. Görüldüğü üzere artı-emek süresi bununla da artı-değer mutlak olarak artmıştır. Bu anlamda sömürü oranı da artmıştır; eskiden 4/4= yüzde 100 iken, 6/4 = yüzde 150 olur. Yani yüzde 50 artış söz konusudur.
Şu da açık ki, işgününün bu tarzda da uzatılmasının mutlak bir sınırı vardır. Ayrıca günümüzde işgününün kısaltılması mücadelesi dikkate alınırsa, artı-değer oranının yükseltilmesinin oldukça dar sınırlarla karşılaştığı hatırlanabilir. Fakat yaşam hiç de öyle değil; çünkü, kapitalistler, artı-değer oranının aynı zamanda verili bir işgünü süresinde gerekli -emek süresini kısaltıp buna uygun olarak artı-emek süresini artırabilir. Yani emek verimliliğinin yükselmesi, çalışan kişi başına ürünün/hasılanın artmasıdır. Bununla gerekli-emek süresinin kısaltılması ve buna uygun olarak artı-emek süresinin uzatılması sonucu oluşan artı-değer, nispi artı-değer denir. Yukarıdaki örnekte gerekli -emek süresinin 4 saatten 2,5 saate inmesi halinde, işgünü yine 8 saat olduğu halde sömürü oranı 5,5/2,5 = yüzde 220’ye yükselmektedir.
Ücretli işçinin sömürülmesi oranı, aynı emek verimliliğinde işgünün uzatılmasıyla (mutlak artı-değer) ya da işgününün uzatılmayıp emek verimliliğinin yükseltilmesiyle (nispi artı-değer) artırılır
3.5- 500 BF’da Artı-Değer/Sömürü Oranı
Elimizdeki istatistikî veriler burjuva ekonomi politiğin tezlerine göre belirlenmiştir. Bu sebeple, artı-değer oranını hesaplamak bakımından yapılacak işlemlerde, bazı varsayımlara başvurmak zorunda kalınacaktır. Öz olarak emek-değer kuramı üretici emeğin ürünlerinin toplamını esas aldığı halde, burjuva ekonomi politiği üretici emek olmayan hizmetleri de yaratılan katma değer toplamına dâhil etmektedir. Bu anlamda brüt katma değer hesabında, yıl içinde üretilen mal ve hizmetlerin toplamı dikkate alınmıştır. Toplam, dolaylı vergileri (KDV, vs.) ekleme/toplama ve sübvansiyonları (vergi iadesi KDV iadesi) çıkarma suretiyle üretici fiyatlar açısından brüt katma değer bulunmaktadır. Ya da şöyle söylenebilir; net katma / yaratılan değer (faktör fiyatlarıyla) ve amortismanlar toplamına, devletin keyfi olarak belirlediği oranlarda uygulanan mal ve hizmet fiyatlarına yapılan (yüzde 10 KDV gibi) dolaylı vergiler (aslında fon kesintileri de bu tür bir vergi olarak dikkate alınmalıdır) ile yine özel sermayeyi / sektörü / kapitalisti destek anlamında uygulanan sübvansiyonlar eksi yönde etkiler. Nitekim incelenen dönem, ’82 ile ’87 yılları arasında ’83 ve ’85 yıllarında, sübvansiyonlar toplamı dolaylı vergiler toplamından daha büyük olması anlamında, devlet dolaylı vergi olarak aldığından daha çoğunu vermiş olduğu sonucu çıkmaktadır. Aslında emek-değer teorisine göre vergi de karşılığı ödenmemiş emek olması sebebiyle, artı değerin bir parçasıdır.
Şayet brüt katma değer verilmemiş olsaydı, şöyle bir çalışma yapmak gerekecekti:
Katma değer, ürünlerin nihai değeri / çıktılar ile başlangıçtaki değeri / girdiler arasındaki farka eşittir.
1. Katma Değer = Çıktılar – Girdiler Çıktılar, bir yönüyle başlangıçtaki değeri yani girdileri diğer yönüyle de, dağıtılan kârlar ve ücretlerden oluşan yeni değerden meydana gelir.
Girdiler, üretim esnasında yapılan harcamalardır.
2. Katma Değer = Aşınma payı (amortisman) + İşçi ücretleri + Artı-değer
Demek ki, İSO verilerinde brüt katma değer (üretici fiyatlarıyla verildiği için, 2. denklem kullanılarak, artı-değeri bulmak mümkün olacaktır. Dolayısıyla artı değer oranı da bulunabilir.
Oluşan bu artı-değer, ekonomide hâkim bölüşüm ilişkileri gereği olarak kâr, faiz, kira ve vergi olarak paylaşılır. Zaten İSO’nun çalışmasında da böyle bir paylaşımın toplamı olarak, katma değer miktarı bulunmuştur.
Bulunan sonuçlar, genel eğitimi açıklayan ya da trendi belirleyen tahmini değerler olacaktır.
Döner sermayenin değişen kısmı ücret ödemeleri kapsamı belirgin olmayıp maaş-ücret gelir sahibi olan herkes mavi ve beyaz (teknik/idari personel) yakalıların tümünü kapsadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca yalnızca aylığının maaş olması dışında ücretlilerle ortak yönlü olmayan şirket müdürleri, yönetim kurulu üyeleri ve yüksek kademedeki devlet memurları da bu kapsama dâhil edilmiştir. Ulusal gelir hesaplamalarında da yine bu kesim ücretliler içinde gösterilirler. Nitekim bunlar milyarder ücretliler (17) diye tanımlanmışlardır. Ve bunlar, 24 Ocak ve artı 12 Eylülün kerameti sayesinde bu derece gelişebilmişler, prim ve yan gelirler hariç genel müdürlerin yıllık geliri 100-950 milyon TL arasındayken, genel müdür yardımcılarının ki ise 80-100 milyon TL.’sı kadardır. Ve bu miktarların ’89’da yüzde 70-100 arası artacağı belirtiliyor. Ücret sıralamasında bankacılık sektörü ilk sırayı alırken bunu dış ticaret takip etmekte ve en altta sanayi ve tarım yer almaktadır. Bu kadar yüksek gelir sahibi kişilerin işçi sınıfı ile aynı gelir grubu (yani biçimsel anlamda, aylık maaş/ücret almaları gibi) içinde bulunmaları dışında, üretimdeki konum itibariyle hiçbir ortak yönleri bulunmamaktadır. Öyle işyerleri vardır ki, birkaç yöneticiye verdikleri yıllık ücret toplamı çalışan 100’e yakın işçinin yıllık toplum ücretlerine eşit düzeydedir. Buna rağmen ikisi de aynı gelir grubu içersinde değerlendiriliyor.
Ayrıca günümüzde hükümetin icraatları sonucu, konut edindirme fonu ya da zorunlu tasarruf fonu gibi uygulamalar da ücret tutarlarını şişiren kalemler olmaktadır. İşverene çalışanın maliyetini artıran bir başka etmenlerdir.
Ek olarak, hem değişen sermayenin tanımından ve hem de artı-değer oranıyla ilgili örneklerden hareketle, toplam ayni ve nakdi tutarların toplamı olan brüt ücretlerden mevzuat gereği (genelinde, brüt ücret/maaş toplamı, çalışanı sigortalı kabul edip ona göre) zorunlu kesintiler çıkarılarak ödenen net ücret miktarı yaklaşık olarak hesaplanmıştır. Çünkü çalışanı ilgilendiren, yaşamını sürdürebilmesi iç in eline geçen ücret, olup, bu da net ücrettir.
Neti kapsayan brüt ücret toplamı, kapitalist için bir maliyet unsurudur. Fakat emekçi açısından gelir unsuru ücretler, ancak net olarak değerlendirilmelidir. Çünkü çalışan emekçinin eline geçen brüt ücret değildir. Bu anlamda kapitalist ve emekçi açısından ücreti, farklı iki fonksiyonundan bahsedilebilir.
Döner sermayenin değişmeyen kısmı, firma bilançolarıyla ilgili verilen bilgiler içersinde olmadığı gibi ayrıca da brüt ( katma değerin içersinde bir unsuru olarak gösterilmemiştir. Yani C2 = 0 varsayımından hareket etmek durumundayız.
Sabit sermayenin aşınma ve yıpranma pay amortismanlar, brüt katma değerin bir unsuru olarak belirtilmiştir.
Üretici fiyatlarıyla hesaplanan brüt katma değer içinde, brüt (dikkat net değil) ücretler toplamının payı ’82’de yüzde 42,3 iken sonraki yıllarda sürekli azalarak ’87’de yüzde 25,2’ye kadar gerilemiştir. Fakat aynı yıllarda amortisman haricinde rant gelirleri payı ’82’de yüzde 52,8 olup, diğer devamı yıllarda sürekli artmış ve son ’87 yılında yüzde 63,7 kadar yükselmiştir. Bu şu anlama gelmektedir: Ülke düzeyinde ücretlerin reel olarak azalmasına uygunluk gösterip 500 BF’da da ücretlerin azaldığı ve bunun karşılığında da enflasyonist rant gelirleri payının ise sürekli arttığıdır. Yani 500 BF’da büyüyen pastanın paylaşımında, emekçilerin payı azalırken kapitalistin ki ise artmıştır. Bu anlamda enflasyonist kriz politikası emekçileri ekonomik olarak ezen ve rant gelir sahipleri yani kapitalistleri (özellikle tekelleri) besleyen bir katalizör görevi görmektedir. Bir diğer anlamda, farklı kutuplarda yer alan yoksulluğun ve sermaye birikiminin ters yönde gelişme gösterdiği, yani artan göreceli yoksulluğun sermaye birikiminin kaynağı olduğudur.
500 BF’da Artı-Değer Oranı:
İncelenen dönem ’82-’87 yılları arasında artı-değer oranı, ’82’de yüzde 307,2 iken bir yıl sonrasında yüzde 206,4’e inmiş ve sonraki yıllarda da sürekli artarak ’87’de 398,7 ye kadar yükselmiştir. ’83 yılında bu derece düşüş sebebi amortisman miktarı bir yıl öncesine göre yüzde 236.0 oranında artması yani 136,9 milyona ulaşması ve brüt katma değer payı yüzde 6.2’den 12,8’e yükselmesiyle birlikte, istihdam edilenlerde yüzde 22,5 oranında artış sebebiyle toplam ücret tutarının da artış kaydetmesidir. Bunun sonucu olarak, bulunan artı-değer oranı da azalmıştır. Ayrıca brüt katma değerde sübvansiyonların dolaylı vergiler payından büyük olduğu ’83 ve ’85 yıllarında, artı-değer oranı bir öndeki yıla göre gerilemiştir. Bir işgününde artı-değer üretimi için gereken artı-emek süresi 5 saat 24 dk. (’83) ile 6 saat 24 dk. (’87) arasında gelişme göstermiş ve aynı yıllarda emekçinin yaşamını sürdürebilmesi için zorunlu gerekli-emek süresi 2 saat 36 dk. ile 1 saat 46 dk olarak bulunmuştur. Bir başka açıdan incelendiğinde, yaratılan her 100 TL.’sının 68 ile 80 TL.’sı arasında değişen miktarları burjuvaziye artık olarak kaldığı halde emekçi ancak 32 ile 20 TL’sını almaktadır.

Tablo 1: 500 BF’da Temel Göstergeler (1982-1897) – milyar TL.
1982        1983        1984        1985        1986        1987
Brüt katma değer        933,1        1071,0        1878,5        2991,0        5569,1        9078,9
Net ücretler (1)        214,5        304,9        439,2        698,8        956,1        1480,2
Amortisman            58,0        136,9        310,8        522,6        937,3        1697,7
Artı-değer (2)            660,6        629,2        1128,5        1769,6        3674,9        5901
Artı-değer oranı %2/1        307,7        206,4        256,9        253,2        384,0        398,7
Artı-emek süresi        6 saat        5 saat        5 saat        5 saat        6 saat        6 saat
(İşgününde)            2 dk.        24 dk.        46 dk.        44 dk.        21 dk.        24 dk.
100 TL kadar artık        75        68        72        72        79        80
Haftalık artı-çalışma(saat)    34        30,3        32,5        32,3        35,7        36
Kaynak: İSO Dergilerinde hazırlanmıştır.

Lenin’in 1908 yılıyla ilgili olarak 1912 yılında yaptığı çalışmanın benzeri yapılması halinde, yukarda da gösterilen gelişmeyi doğrulayıcı sonuçlar bulunmaktadır. Yalnız bu tür çalışma da yalnızca kâr miktarı alınmayıp, artığın diğer unsurları da dikkate alınmıştır. Yani çalışan kişi başına isabet eden ortalama rant gelirleri bulunmuş ve ortalama kesintiler sonrası net ücretle mukayese edilmiştir.
Net katma değeri toplamı içinde, kesintiler sonrası net ücretlerle net rant gelirleri, arasında artı-değer oranı bulma işlemi yapıldığında ortaya çıkan tablo yine önceki çalışmalara uygunluk arz etmiştir.
Özel ve kamu sektörü açısından artı-değer oranları yalnızca ’82 ve ’87 yılları için hesaplanmıştır. Bu oran özel sektörde yüzde 376,4 ile yüzde 449,2 olarak gerçekleşmiş ve artı-emek süresi de 6 saat 19 dk ile 6 saat 32 dk. olmuştur. Yaratılan bir 100 TL.’sının 79 ve 82 TL.’sı kapitaliste kalırken çalışanın/işçinin eline geçen 21 ve 18 TL.’sı olup, gerekli-emek süresi de 1 saat 41 dk. ve 1 saat 28 dk olarak bulunmuştur. Kamu sektöründe de şöyle gelişme göstermiş ve artı-değer oranı yüzde 249,6’dan 353,2’ye artarken, artı-emek süresi de 5 saat 42 dk.’dan 6 saat 14 dk.’ya yükselmiştir. Bu sektörde yaratılan her 100 TL.’sından devlet kapitalizmin yani kamunun aldığı pay 71 ve 78 TL.’sı olmuştur. Görüldüğü üzere yukarıdaki gelişmeler açısından kamu sektöründe artış oranları ve miktarı özel sektöre göre daha fazla olmasına rağmen; mutlak değerler açısından özel sektörün rakamları daha büyüktür.
Ekonomide tekelci ilişkilerin etkin olduğu ve bunun özendirildiği bugünkü koşullarda, ekonomik sektörün en büyükleri olarak sunular 500 BF’da sermayenin yoğunluğunun artmasına bağlı olarak verimliliğin de arttığı ve bunun da artı-değer oranına etkisinin olumu, yani büyütücü yönünde etkisinin olduğu gözlenmektedir. Yani kapitalizmin gelişimi, bu oram artırıcı yönde etkilemektedir.
Yukarıdaki analizde verilmeye çalışıldığı gibi 8 saatlik işgünü içinde artı-emek süresinin artması, diğer yönden gerekli -emek süresinin azalması demektir. Bu ise, nispi artı-değerin artmasıdır. Bu anlamda enflasyonist kriz politikasının izlenmekte olduğu bugünkü koşullarda, göreceli olarak yoksulluğun artması karşılığında sermayenin palazlandığı ve birikimin de arttığı görülmektedir.
Toplam gerçek -brüt- ücret miktarı ’82 sonrasında yalnız ’84 yılı haricinde sürekli artmış ve ’82: 100 endeksi ’87’de    161,8’e ulaşmıştır. Fakat kişi başına ortalama gerçek ücret ’82: 100 endeksi, ’83’de 85,7’ye ve ’85’de 81,1’e gerilerken sonraki yıllarda artmış ve son ’87 yılında 94,3’e kadar yükselmiştir. Zaten ortalama ücret artış oranları, genellikle fiilen gerçekleşenin yarısı kadar açıklanan resmi enflasyon oranıyla karşılaştırıldığında, yalnız ’86 ve ’87 yıllarında reel pozitif artış söz konusudur. Bu açıklamalar ’82 sonrasında bazı yıllarda ortalama gerçek ücretin artmış olmasına karşın yine de ’82: 100 endeksine göre ’87’de 94,3 olmasının anlamı göreceli yoksulluğun arttığı ve devam ettiğidir.
Sermaye cephesinde ise gelişme şöyledir: Toplam rant gelirleri gerçek artışı ’82: 100 endeksi, sonraki yıllarda sürekli artarak ’87’de 261,1’e kadar çıkmıştır. Ortalama çalışan kişi başına isabet eden rant gelirleri ’82: 100 endeksi ’83’de 90,2’ye gerilerken sonraki yıllarda hep artmış ve ’87’de 201’de 201,2’e kadar yükselmiştir. Zaten esas olarak sermayenin özünü artı-değer kütlesi oluşturur ve rakamlar da bu kütlenin arttığını gösteriyor. Ayrıca incelenen bu dönemde, 500 BF’da kaynak yapısının dağılımında öz kaynakların payının artmasına karşın, işletme dışı kaynakların yani borçların payı azalmıştır. Bütün bunlardan artığın gerisin geri sermayeye dönmesi demek olan sermaye birikimi olumlu yönde gelişme göstermiştir.
Yani bir cephede artan göreceli yoksulluk ve diğer karşı cephede artan sermaye birikimi.
Diğer bir anlatımla, göreceli olarak yoksullaşan işçi sınıfı gelirlerinden sermayeye kaynak transferi olduğunun açık göstergesi, sömürü oranının artmış olmasıdır.
Diğer koşulların sabit olması varsayımıyla, sömürü derecesi ne kadar artarsa el konulan artı-değer miktarı ve bu sebeple de sermaye birikimi artar. Bu anlamda, incelenen dönemde artı-değer oranının artması sermaye birikim hacmini büyütür.
Peki, bedeli ödeyen kimdir?
Esas olarak işçi sınıfı olmak üzere halktır.
4- Son Söz
500 BF ile ilgili veriler burjuva ekonomi politiğine göre hazırlanmış olup, bunların da güvenilirliği tartışma götürür. Tüm bunlara karşın, yapılan analizlerde yayınlanan bu bilgileri kullanmak durumundayız.
Günümüz ücretli kölelik düzeni/kapitalist toplumda sömürü: önceki toplumlarda olduğu gibi ekonomik dışı zorla yapılmayıp, hakim üretim ilişkileri yeni meta-para ilişkileri ağzıyla gizlenmiştir. Bu durumun açıklanması yani perdenin aralanması, işçi sınıfının iktidar mücadelesi için önemli bir kilometre taşıdır.
Üretilen ürün değeri değişen ve değişmeyen sermaye ile artı-değer toplamı olduğu halde, yaratılan ürün ise değişik sermaye ve artı-değer toplamıdır. Çünkü üretimde kullanılan üretim araçları ve tesisler aşınma payları kadar ürünün değerine katılırken, diğer bir deyişle var olan değerin aktarımı söz konusuyken, emek-gücünün yeni canlı emeğin ürünü ise veni yaratılan değerdir. Bu sebeple, değişmeyen sermaye sıfıra eşit olması varsayımıyla, yaratılan değerde değişen sermayenin artı-değer oranı artı-değer/sömürü oranıdır.
Ve bu oran ’82 sonrasında sürekli artar ve ’87’de yüzde 398,7’ye kadar çıkar. Buna bağlı olarak da artı-emek süresi 6 saat 24 dk olur. Bir başka yönden incelendiğinde de, çalışanın kendisini yeniden üretmek için gerekli ihtiyaçlarını giderebilecek gelire sahip olmasını sağlayacak (işgünü içinde çalıştığı) süre, gerekli-emek süresi 1 saat 36 dk olup, artı-emek süresinin artmasından olumsuz yönde etkilenir.
İncelenen bu dönemde özel sektörün kamuya göre sömürü oranı daha büyüktür.
Sermaye birikiminin özü/kaynağı, artı-emek süresinde üretilen artı-değerdir.
Kişi başına ortalama brüt katma değer payı yani verimliliğin artmasına bağlı olarak oluşan pastanın paylaşımı; ya da çalışana verilmesi, ya da ücret ve kârın sabit varsayımıyla ürün fiyatlarını düşürücü etkisinin olması yahut da sermaye birikimine kaynak oluşturması biçiminde olabilir. Nitekim 500 BF incelemesinde görülen o ki, verimlilik artışı oranında ne ücret artmış ne de fiyatlar inmiştir; bu durumda verimlilik artışının sermaye birikimine kaynak oluşturduğu sonucu çıkabilir.
500 BF’nın Türkiye sanayi sektöründe payının artmasına karşın, toplam ihracatta payının azalmasının anlamı iç paranın esas alındığını gösterir. Demek ki Türkiye’nin “sanayi ürünleri ihracat payının” arttığı iddia edilen dönemde, hayali ihracat dışında “hayali” sanayi ürünleri payı artıyor denilebilir.
500 BF’da üretime katılan faktörler açısından gelir dağılımı incelendiğinde, ücretler reel negatif artış kaydeder ve İTO-TFE, 1963 fiyatıyla hesaplanan 1982: 100 endeksi ’87’de 34,3’e geriler. Bu durum, net ve brüt faktör gelirleri toplamında ücretler payının azalması demektir. Bunun sonucu olarak gerekli-emek süresi azalır. Ayrıca ulusal gelirler ücretlilerin aldığı pay da, azalan bir trend izler. Bütün bunlar, ücretliler açısından göreceli yoksulluğun artmasının delilleridir.
Bir anlamda da, artan göreceli yoksulluk sömürü oranında artmasıdır.
Diğer tarafta artı-değerin sermayeleştirilmesi yoluyla büyümesi sermayenin yoğunlaşmasıdır ve bunun sonucu tek tek sermayelerin hacminin genişlemesi, makro olarak toplam sermaye birikiminin artmasına yol açar.
Kazanılan gelirin niteliği açısından ücretler bir kutupta ve diğer faiz, kira ve kârdan oluşan rant gelirleri diğer kutupta toplanır. Rant gelirleri, yaratılan değerin bir parçası olan artı-değerin piyasada transformasyonu ile gerçekleşir. Bu rant gelirlerinin nominal ve gerçek (1963 fiyatıyla) miktarının artması, artı-değer oranını ve sermaye birikimini olumlu yönde etkiler.
Kısaca 500 BF’da yer alan firmalar büyüdükçe kârları daha hızlı artıyor. Bir başka deyişle de büyüdükçe (sermaye birikiminin artması) kârlılığın da büyüdüğünü ortaya koyuyor. Hem de kârlılıktaki büyüme “battık batıyoruz” yakınmalarına rağmen gerçekleşiyor.
Kaynakça
— İstanbul Sanayi Odası dergileri
— T. İş Bankası İktisadi Araştırmalar yayınları
1- Ziya Öniş-Süleyman Özmucur, Türkiye Enflasyon, İTO yayınları, 1987, sf.50.
2- YASED Bülten 986/276.
3- Mustafa sönmez, Kırk Haramiler, Özlem Yay., 3. Baskı, 1988, sf.22.
4- Karl Marx, Kapital, Çev: Alaattin Bilgi, Sol Yav. C.1, saf.231-232.
5- İbid, sf.225.
6- İbid, sf.225.
7- K. Marx, age, C.2, sf. 176-77.
8- K.Marx, age, C.1, sf.231, 233.
9- İbid, sf.233.
10- İbid, sf.234.
11-  K.Marx, age, C.2, saf. 171, 174.
12- İbid, sf. 176-177.
13- İbid, sf.195.
14- İbid, sf.181, 313.
15- K.Marx, age, sf.234-235.
16- Lenin, “Rusya’da İşçilerin Ücreti İle Kapitalistlerin Kârı 1912”, Manuel ‘d Economie… Paris, 1956, p., 126, Aktaran, Kenan Somer, Forum Dergisi, 1 Ekim 1968, sy: 348.
17- Ekonomik Panorama, 11 Aralık 1988, sy: 35, sf. 10-15.
(Gelecek sayı: Sendikalar ve Sendikal Mücadele.)

Ocak-Şubat 1989

Bugünkü Sağlık Politikası ve Taleplerimiz

Bir süre önce İstanbul, İzmir ve Ankara caddeleri beyaz bir selle dalgalanıyor gibiydi. Ellerinde pankartları, üstlerinde beyaz gömlekleriyle bir grup sağlık emekçisi çoluk-çocukları, anne babalarıyla birlikte yollara düşmüşlerdi. Ankara’nın sisli sonbaharını “Hasta ister hekim, hekim ister geçim” istemleriyle ısıtıyor, “Nöbet tuttuğumuz odalarımızı gördünüz mü?” diye soruyorlardı. Bir de çağrılar vardı: “Sayın Özal sizi kalbinizi muayene ettirmek için devlet hastanesinin dâhiliye servisine bekliyoruz.” Oysa genel geçer yargıya göre doktorlar ekonomik açıdan toplumun oldukça rahat bir kesimini oluşturuyordu. Evet, bir zamanlar belki öyleydi ama köprülerin altından çok sular akmıştı. İşte o zaman doktorlar da diğer emekçi kardeşlerinin bir kısmı gibi istemlerini duyurmak için sokağa çıkmışlardı.
Ülkenin sağlık hizmetleri alanında pek çok sorunun olduğu insanlarımızın tek tek yaşadıkları deneylerle gazetelere yansıyan olaylarla bilinen bir konu. Hastane, sağlık ocağı ya da muayenehanelerde yaşanan akıl dışı uygulamaların herkes tanığı. Örneğin hastanede kaldığı süre içinde daha önceden belirlenmiş gerekli tedavi ücretini ödeyemediğinden insanlarımız rehin alınıyor. Aynı nedenle sağaltılamayıp ölen kimselerin cesetleri ailelerine teslim edilmiyor: Hatta yeni bebekler doğum masrafı ödeninceye dek alıkonabiliyor. İnsanların ameliyat sırasında narkozdan ölmesi sıradan gazete haberi konumunda.
TRT ve basının geniş bir kesiminin genel yayın anlayışı, insanların sistematik düşünme ve algılamalarının gelişmesini magazinleştirme lehine körelttiği için her olay kamuoyuna kendi tekil boyutuyla yansıyor. Her olumsuzluğa bir fail doktor bulunuyor. Anti-popülist, Anti-hümanist bir sağlık politikasının yarattığı olumsuzluklar tek tek kendi özel boyutuna indirgenip günah keçisi olarak bir doktora işaret edildiği zaman bu politikayı üreten Sosyo-ekonomik yapı hedef olmaktan kurtuluyor. Gemi de böyle yürüyor. Öyle ya hastanede yoksul bir hasta tedavi ücretini öde-yemeyip rehin tutuluyorsa bunun nedenini “para canlısı hekimler” olarak tespit etmek hem kolaydır, hem de gerçek nedenini gizlemek isteyenler için bir avantajdır. Zaten hastalar hastalıkları süresince karşılaştıkları olumsuz uygulamalar için kendilerini kıskıvrak bağlayan sistemin sağlık anlayışını değil onun pratikte cisimleşmiş ifadesi olan hekimlerini sorumlu tutarlar. Bu nedenle “Para canlısı doktorlar” ifadesi ANAP Hükümetinin çalışma Bakanı’nın sadece ağzından kaçırdığı bir laf değildi. Aynı bakan yeni bir pot kırarak ekliyordu: “Doktorlara ne verirsen ver yine doymuyorlar.” Ve kırdığı bu potla da hekimleri önce meslek örgütleri aracılığıyla protestoya yönelten sonra da sokağa çıkartan süreci başlatıyordu. Tepkinin olgunlaşmasının tarihi ise biraz daha öncedir.
ANAP hükümeti 1987 Mart-Nisan aylarında bir temel sağlık yasa tasarısı hazırlıyor. Yasa Haziran, Temmuz aylarında son şeklini alıp meclise sunuluyor. Tüm Türkiye halkını ilgilendiren yasanın içeriği gibi hazırlanışı da antidemokratiktir. Ve bu yüzden daha tasarı halinde iken hekimlerin ve diğer sağlık emekçilerinin tepkilerini üzerine çekmiştir. Tasarı sanki kendilerini hiç ilgilendirmiyormuş gibi hiç bir hekime danışılmadan, katkısı sağlanmadan kapalı kapılar ardında hazırlanmıştı. Tabip odaları, Türk Tabipler Birliği, bazı diş hekimleri odalarının ve tek tek demokrat hekimlerin karşı çıkışlarına basında rastlanmaya başlandı. Aynı döneme ilişkin hükümetin, sağlık yasa tasarısı eleştirileri için yayın yasağı denediği yolunda söylentiler de var. Tepkilerin gelişen boyutunun da etkisiyle çok geçmeden yasa Anayasa mahkemesince iptal edildi.
Yıldan yıla giderek gerileyen sağlık hizmetlerinin tüzel bir ifadesi idi, Tasarı-yasa: Tekelci burjuvazinin girdiği ekonomik bunalımın yükünü kendi başından aşırtıp emekçilerin üzerine yıkma çabasının seksenlerdeki somut şekli olan, 24 Ocak ekonomik kararlarının önemli bir ekonomik alan olan sağlık hizmetleri dalını kapsamaması düşünülemez tabi ki. Önce, sistematik bir biçimde mali bütçede sağlık hizmetleri için ayrılan fon daraltıldı. 1987’lere gelindiğinde bu miktar % 2,5 olarak saptanmıştı. 1988 bütçesinde ise iyice kuşa döndürülmüştü. Çalışanlar daha önce ceplerinde hiç para ödemeden (aylık ödentilerden kesilenlerden başka) eczane, protez ve diğer tedavi giderlerini karşılayabilirlerken bugün ücretin bir kısmı kendilerinden istenmektedir. Sosyal-sigorta hastanelerinin durumu içler acısıdır. Sosyal sigorta ve emekli sandığının diş protez hastaları için ödediği ücret felç geçirmektedir. Üniversite çalışanları, öğrencilerin teşhis tedavi ve sevk kurumu Mediko-Sosyal hizmetlerinde de aynı yönde bir gerileme vardır. Bağ-Kur sigortalıları hâlâ sağlık sigortası olanağından yararlanamamakladır.
Emekçilerin her ay ödeneklerinden bir kısmı sağlık harcamaları için kesilir. Buna karşın oluşturulan fon, sahiplerinin yararlanması amacına yöneltilmez. Örneğin Sosyal Sigortalar Kurumu işverenlerden alacaklıdır ve bu açığını bir türlü kapatamamaktadır.
Sağlık hizmetleri, devletin kamburu olarak görülmektedir, bu alandan el çekmenin, Türkiye halkının sağlık problemini kendi kaderiyle baş başa bırakmanın yolları aranmaktadır. Bu amaçla, temel sağlık yasasının tüm maddeleri, özelleştirilecek sağlık kuruluşları bazı üzerinde düzenlenmiştir. Sağlık kuruluşlarının kendi yağı ile kavrulmaları özlenmektedir. Buna göre Türkiye’de yeni bir devir başlayacaktır. Bu devir, “Kendi hastaneni kendin yap” devridir.
Sağlık hizmetleri özel kişi ya da kuruluşların eline bırakıldığında sağlık işletmeleri doğal olarak piyasa ekonomisinin kurallarına göre işleyecek. Her ne kadar Sağlık Bakanı “tersini umuyorsa” da en önemli işletme amacı “daha fazla kârlılık” olacak. Alınıp satılabilir hale gelen sağlık hizmetlerinin faturası halkımıza kesilecektir. Ancak cebinde parası olanın, hastalanmaya hak kazandığı süreç çoktan başlamıştır.
Kanun Anayasa Mahkemesinde iptal edildi, edilmesine ya, sağlık bakanı Nihat Kitapçı Ankara’da, doktorların protesto yürüyüşü ile aynı günlerde hükümetin bundan kolay vazgeçemeyeceğini, uygun bir zamanda “bazı değişikliklerle” tekrar gündeme getireceğini duyuruyordu.
Yasada bir başka dikkati çeken konu da hekimlerin özlük haklarını, güvenliklerini ilgilendiriyordu: “Serbest ya da kamu kuruluşlarında mesleklerini icra eden sağlık ve yardımcı sağlık personelinde aranacak genel ve özel şartlar ile bu şartlardan herhangi birini taşımadığının anlaşılması halinde veya bu şartlara uyulmaması halinde alınacak meslekten geçici ve daimi çıkarma ve tüm tedbirler sağlık ve sosyal bakanlığınca saptanır.” Ne anlama geldiği belli olmayan ‘”genel ve özel şartlardan” bahseden 3-H maddesi hekimlerin başının üzerine Demokles kılıcı asmaya çalışıyor. Kanun bir ortaokul disiplin yönetmeliği işlevinin aynısını yükleniyor.
Sağlık emekçilerinin bugün, iş bırakımı, grev yapma, politik örgütlenme haklan yok. Disiplin maddesinin gevşek içeriğine göre herhangi bir hekime herhangi bir nedenle ceza verilebilir, diploması bile gasp edilebilir. İnsanın fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne yönelik organik ve travmatik tehditlerin en önemli garantisi olan doktorların bir kısmı bugün idam cezasına karşı çıktıkları için, bu garantörlüklerini politik alana taşırma suçlaması ile yargılanabiliyorlar. Bir psikolog işkencenin insanlar üzerindeki psişik etkisini, 12 Eylül’ün sunduğu denekler üzerinde araştırdığı için kendisinin de başına aynı şeyler gelebiliyor.
Tüm bunlara karşın, hekimler sessiz değiller. Şu anda istedikleri asgari taleplerin gerçekleşmesi bile, görünen o ki oldukça zor. Çünkü sağlık hizmetleri iktidar tarafından ekonominin kamburu olarak görülüyor. Bütçeden sadece % 2,5 pay ayrılıyor. Önce bu miktarın artırılması gerekiyor. Emekçilerin maaşlarından kesilen sağlık primlerinin amacı doğrultusunda kullanılması gerekir. Örneğin milyarları bulan, emperyalistlere olan dış borçlara kaynak tutulmamaları gerekir. Hekimlerin ve sağlık emekçilerinin kendileri ve uğraş konuları olan hastaları için yeni ve alternatif bir sağlık politikasının oluşturulması şartlarını zorlamaları gerekiyor. Israrla savunulması gerekli talepler, örneğin, şunlar olmalıdır:
– Tüm halka ücretsiz, karşılıksız, koşulsuz sağlık hizmetinin sunulması. Bunun için genel ve yaygın sağlık sigortası. Hemen burada bizim taleplerimize karşılık Turgut Özal’ın bu konudaki düşüncelerini aktarmak gerekiyor. “Hastaneler ücretli olacaktır. Yani ücret alınmayan yerde, işin kıymeti bilinmez. Zannediliyor ki her şey bedavadır. Maalesef insanların görüşleri bu…”
– Hekim ve hasta arasındaki ilişkinin parasal boyutunun kaldırılması. Diğer çalışanlar için istediğimiz maddi tatmin ortamının hekimler için de sağlanması.
– Sağlık hizmetlerinin halka ulaşmasında her türlü kolaylığın sağlanması. Her Mahallede, iç donatımı ihtiyaca uygun sağlık birimlerinin kurulması.
– Koruyucu hekimlik hizmetlerinin ücretsiz, kolay ulaşılabilir hale getirilmesi.
– Çağdaş, klinik faaliyetleri açısından zenginleştirilmiş bir tıp eğitimi, isteyen her hekime uzmanlık olanağı.
– Halk sağlığı hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve halka doğru bir sağlık bilincinin aktarılması.
Taleplere elbette gereksinimlere göre yenileri eklenebilir. Bu konuda halk demokrasisi ülkelerinde, sosyalist Arnavutluk’ta nasıl bir sağlık politikasının hayata geçirildiği yolundaki meraklar doktorlarımızın ve halkımızın daha iyi bir yaşam için taleplerini zenginleştirecek, bunu sosyalist taleplerle eklemleyecektir.

Ocak-Şubat 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑