Seçim Sonuçları Üzerine

‘94 Yerel seçimlerinin ortamı, olağanüstü bir siyasi ve ekonomik kriz ortamıyla çakıştığından, seçim sonuçlarına ilişkin beklentiler de, krizin gelişme eğilimleriyle ve çözüme ilişkin planların boyutlarıyla bağlantılı hale getirildi. Bir başka deyişle “seçimden sonra ne olacak?” sorusu, bu kadar ciddi bir içerikle belki de ilk kez gündeme geliyordu.
Her şeyden önce, tam bir sistem içi çözümsüzlük örneği oluşturmaya başlayan Kürt sorunu ekseninde ortaya çıkan ve terör politikası ortamı biçiminde egemen olan siyasal bunalım ve olağanüstü yükselen iç ve dış borçların beslediği ve bir para ve borsa krizi biçiminde kendisini gösteren kapitalist ekonomik kriz, seçimi, yeni alternatif olanakların tartışılabileceği ya da yeni bir tıkanıklığın başlangıcı olacak olan bir dönüm noktası haline getirmişti.
Bir yandan; Newroz’la başlayıp seçimlere kadar sürecek ve orada en yüksek halini bulacak olan bir şiddet ortamı propagandasının “yükselen Refah tehlikesi” psikozu ile birleştirilmesinden doğan gerilim, “askeri müdahale”yi “haklı, gerekli” gösterecekti; böylece de, diğer yandan, ekonomik krizin dayattığı sert önlemlerin işçilere ve çalışan halka kabul ettirilmesi için bu gerilimden yararlanılabilecekti. Aylardır yapıla-gelen “devletten daha güçlü hükümet” propagandası, böylece sosyal kabul ortamı bulmuş olacaktı. Bu genel planın içinde, çeşitli alternatifler tartışılıyordu: Hükümetin yeni bileşimi, parlamentonun durumu, basın ve yayın organlarının faaliyet çizgisi gibi unsurlar, bu planın genel çerçevesi içinde değişen özellikler gösterebilirdi. Ancak esas hedefler değişmeden kalıyordu: Kapitalizmin ekonomik yıkıntısının, “siyasi istikrar” (muhalefetsiz bir uygulama ortamı) içinde önlenmesi ve yıkıntının altında işçi ve emekçilerin kalacağı, üstünde de, az sayıdaki tekelin güçlenmiş olarak oturacağı bir çözüm…
Newroz’un beklendiğinin aksine, hemen hemen kansız atlatılması ve “resmen Nevruz” haline getirilmesi, gerilimi nispeten düşürdü. Seçim sonuçlarında da, siyasi partiler ve parlamento düzeyinde yeni bir şiddet ortamının doğmasına neden olacak sonuçlar çıkmayınca, mevcut çözüm araçlarının yerine yenilerinin konması gereğinin kalmadığı izlenimi güçlendi.

“ANAYOL” FORMÜLÜ GÜNDEMDEN KALKTI MI?
Seçimlerde, DYP büyük bir oy kaybına uğrar ve eğer ANAP da birinci parti olarak çıkarsa, (bu büyük bir olasılık olarak görünüyordu) DYP içindeki muhalefetle de birleşilerek, Tansu Çiller-Karayalçın dönemine son verilecek ve iki “merkez sağ” partinin en azından yakın vadede bir koalisyon içinde birleşmesi, sonra da tek bir parti halinde örgütlenmesi projesi uygulamaya geçirilecekti. Mesut Yılmaz’ın “başbakanlığı”, hemen hemen, Süleyman Demirel tarafından da onaylanmıştı. Bu çözüm, “merkez sağda, güçlü, liberal, Cumhuriyetin temel ilkelerine sadık” bir partinin bulunmasını, istikrarlı bir siyasi ve ekonomik hayatın temel koşulu olarak görenlerin ortak ideali haline getirilmişti.
Beklenenler olmadı: Tansu Çiller, seçimin “galibi” olarak çıktı ve parti içinde Cindoruk’un koçbaşlığını yapmaya soyunduğu “Çilleri tasfiye ve ANAP’la birleşme için geçiş süreci” projesi en azından şu anda gündemden kalktı. Hükümetin (DYP-SHP koalisyonunun) oyları, görünüşte % 20’nin altına düşmeyince, “eyleme geç” parolası olarak kabul edilen ses, seçmenden çıkmamış oldu. Fakat orta ve uzun vadede, bu proje yürürlükte kalacaktır. Özellikle, bir “sivil darbe” ihtiyacının yakıcı hale gelebileceği önümüzdeki dönem koşulları bakımından, eyleme geçiş için başka bahaneler ve vesileler icat edilebilecektir. ANAYOL formülü, tekelci burjuvazinin “esas planı” olarak kalmaya devam ediyor.
Seçim sonuçlarının “ürkütücü”, en azından, “şaşırtıcı” görünüşü, bir erken seçim olasılığını ve bu yoldaki çabaları da ertelenmiş hale sokmuştur.
Tekelci burjuvazinin önemli bir bölümü ve esas olarak MGK, iç ve dış sorunların olağanüstü düğümlendiği bir dönemde, Refah Partisi gibi, denetlenmesi güç bir sosyal olguyu açığa vuran bir partiyle “işlerin yürüyebileceği” kanısında değildir.
Şu anda, yeni alternatifler için siyasi bir zeminin oluşmadığı düşüncesi, koalisyonunun nasıl ve hangi koşularda devam edeceği tartışmasını güncelleştirecektir. SHP’nin, kendi seçmeni üzerinde etkili olduğu bir durumda koalisyonda bulunmasının sayısız yararları görülüyordu ve gerçekten genel olarak muhalefetin paralize edilmesinde, bu bileşim büyük bir rol oynamıştı. Fakat SHP, oy oranlarının yansıttığı gibi, etkisiz bir parti durumuna düşmüşse, üstelik “özelleştirme” gibi hassas bir konuda mızmızlık ediyor gibi görünmek pahasına işleri aksatıyorsa, hükümette daha fazla kalmasına gerek yoktur. Burjuvazi, ANAYOL’un şu anda olanaksız hale gelmesi durumunda bile ANAP-DYP koalisyonunu zorlayacaktır. Bu, “sivil darbe” kavramına daha uygun bir hükümet olabilecek midir, yoksa her zaman olduğu gibi, parlamento ve siyasi partiler dışında kadroların ağırlıklı olduğu yeni bir “milli uzlaşma hükümeti” arayışı mı başlayacaktır? Bugünkü hükümetin, tıkanıklığın kendisi gibi görünmeye başladığı bir durumda, ikinci olasılık ağır basacaktır. Fakat gene de, SHP’yi içeren bir hükümet formülü, en azından şu andaki DYP yönetimine daha elverişli görünmektedir. Bu açıdan bakıldığında, seçim sonuçlan, yeni alternatiflerin tartışılabileceği bir olanak sunmaktan çok, eski tıkanıklığın devamı yönünde bir baskı oluşturmuştur denilebilir. Bu, doğrudan doğruya burjuvazinin yönetememe krizinin devamı olarak yorumlanmalıdır.

REFAH PARTISİ’NİN “BAŞARISI”NIN NEDENLERİ
Seçimlerden, özellikle büyük kent belediye başkanlıklarını kazanması dolayısıyla, RP “büyük parti” imajı ile çıktı.
Onun bu “başarısının” nedenlerini başlıca üç noktada özetlemek mümkün:
Birincisi, Refah Partisi, bir aynılaştırılma sürecinin en çok dışında kalmış parti gibi görünmenin meyvesini topladı. Özgürlük Dünyası’nda, daha önce de yazıldığı gibi, “yeni dünya düzeni”nin gereği olarak, tüm politik ve kültürel hayatın birbirine benzeyen, en azından, aralarındaki ayrımlar ancak küçük ayrıntılarda ortaya çıkabilen unsurlardan oluşması yolundaki girişimlerin, Türkiye’de, özellikle siyasi partiler düzeyinde kesin bir başarıyla sonuçlandığı söylenebilir. Programlar, güncel politik sloganlar ve taktikler, genel olarak MGK’nın karar ve direktiflerine endekslendiği için, bu benzeşme kolay ve çabuk gerçekleşti. Özetle, başta büyük partiler olmak üzere, bütün siyasi partiler, halkın gözünde, yolsuzlukta, rüşvette, işkencecilikte, MGK’cılıkta aynılaşmışken, RP, görece farklı özellikleriyle bu benzeşmenin dışında kaldığı izlenimi verdi. Bütün propaganda sürecinde Necmettin Erbakan, “hepsi aynı bir parti, biz farklıyız” sloganını işledi. Temelde, kendisinin de, tekelci sermaye hareketinin bir unsuru olduğu gerçeğinin ancak bu görünüşün soyutlanmasıyla görülebileceği bir örtü altında duruyor olmasını sonuna kadar değerlendirdi.
Bu noktada, “kitleler kendi deneyleriyle öğrenirler” kuralı, özel bir tarzda işledi. Kitleler, kıyım, zulüm, sömürü ve hırsızlığın bir kısım failini, temsilcileri düzeyinde gözleriyle görerek tespit etti. Yalnız, henüz sermaye ve onun partileri arasındaki ilişki görülmediği için, bütün olup bitenlerin faturası, “kötü parti, kötü yönetici” kimliğine kesildi ve “iyi parti, iyi yönetici” aramaya devam edildi.
İkinci olarak, yukarıda özetlenen durum açısından, RP’ye verilen oyların, birer “tepki oyu” olduğu saptamasının bir doğruluk payı içerdiği söylenebilir. Fakat tepkinin hedefini ve içeriğini örten, saptıran ve etkisiz kılan yanı dolayısıyla, bu “yığılma”nın, bir “tepki duyan insanlar yığını” olarak tanımlanması olanaksızdır. RP’nin üzerinde hareket ettiği bu çelişki, onu sermayenin önemli umutlarından biri olarak ortaya çıkarıyor. RP, halk tepkisini toparlayan fakat onun gerektirdiği yönde ilerlemesi olanaksız bir “tepki partisi” halinde örgütleniyor ve burjuva siyasette ağırlığını bu özelliği dolayısıyla duyuruyor. Siyasi iktidar düzeyinde “sınanmamış olma” RP’nin en büyük avantajını oluşturuyor. Seçimlerde oy kullanan kitleler, bu anlamda, neyin olmaması gerektiğini kendi deneyleriyle öğrenmiş sayılabilirler.
Üçüncü olarak, RP’nin “büyük başarı kazanmış” gibi görünmesi, hem seçime katılan seçmen sayısındaki reel düşmenin oy oranlarına yansımasından kaynaklanıyor, hem de RP’nin özel taktiklerinden.
RP, etkili bir boykot eyleminin oluşturduğu ve katılımın diğer seçimlere göre genel düzeyde düşük kaldığı bir ortamın niceliksel ifadeleri açısından bakıldığında oy oranı artmış bir parti olarak görünmektedir. Olağan oy kullanma yüzdeleri açısından incelendiğinde, RP’nin oylarında önemli reel bir artış bulunmadığı görülmektedir.
Refah Partisi’nin “Doğu ve Güneydoğu Anadolu”daki “başarısı” ise, gene tamamen boykot dolayısıyla ortaya çıkmış bulunan oran kaymalarından kaynaklanmaktadır. “Tarihinde ilk kez bu kadar yüksek oran tutturan” MHP’nin bu durumunun, bölgeye yığılmış özel tim ve polis kalabalığının, boykotçu halk kitlelerinin içinde çoğunluk gibi görünmesinden kaynaklanması gibi.
Kuşkusuz, bu durumda, RP’nin “başarısı” gibi görünen şeyin, sistemin çöküşünden beslenen bir çırpınma olarak değerlendirilmesi olanağı doğacaktır. Türkiye, “eskisi gibi yönetilemez” bir ülke olduğunu göstermiştir. Fakat nasıl yönetilmeyi istediğini henüz gösterememektedir.
RP’nin ciddi bir oy oranı artırmadan büyük kent belediye başkanlıklarını kazanmış olması ise, özel bir stratejinin başarıyla uygulanmasının sonucudur. RP, gerek seçime hazırlanma sürecinde başlıca stratejik bölgeleri seçerek seçmen kitlesi oluşturmakta gösterdiği ısrarlı tutumla (yığılma ve nokta üzerinde yoğunlaşma stratejisi), gerekse propaganda için seferber edilmiş bir gönüllüler ordusu kullanmadaki ve ev çalışmaları, işyeri örgütlenmeleri kurmadaki sabırlı ve derin çalışma tarzıyla, mevziler kazanmayı başarmıştır. Kuşkusuz bunda, toplumsal hayatın dokularına işlemiş bulunan başlıca düğüm noktalarını, camileri, kuran kurslarını, tarikatları, dernekleri, vakıfları, vs. kullanmak için elverişli bir söyleme dayanması belirleyici olmuştur.

RP KARŞISINDA BURJUVA BASIN VE POLİTİKA
Başlıca basın ve politika odakları, olası bir Refah iktidarının, başlıca tehlikesini “modern hayat tarzına müdahale” iktidarı olarak gösterdiler ve seçimler öncesinde başlatılan yapay “laik-dinci” çelişmesi buna hizmet etsin diye kullanıldı. Bugün, özellikle İstanbul söz konusu olduğunda, belli başlı “endişe”ler gene bu noktada özetleniyor. Refahçı belediyeler, “acaba genelevleri, meyhaneleri kapatacak mı, kılık kıyafetimize karışacak mı?” Bütün günlük medyanın derdi, tasası bu iki noktada toplanmıştır: Sanki bütün bir toplumu bir geneleve ve uyanık kimsenin kalmadığı bir meyhaneye çevirmiş olduklarının farkındalarmış gibi, “toplumsal hayat” denilince, akıllarına bu iki simgeden ötesi gelmiyor. Şu anda, sisteme ilişkin olarak, yani başlıca rant, yağma ve sermayenin adeta normal eğilimi haline gelmiş bulunan diğer “dolaşım ve merkezileşme” biçimleri üzerine Refahçıların herhangi bir müdahalesinin söz konusu olamayacağından eminler ve yalnızca bu dolaşım ve merkezileşmenin kârının nasıl tüketileceği hakkında endişe besliyorlar gibidir.
Bu da, RP’nin bir diğer iç çelişkisidir. Bir yandan sermayenin tekelci biçimiyle belirlenmiş bir temel hayat tarzının son görünüşlerine, en uç noktalarına karşı görünülecek, diğer yandan o hayat tarzının kaynağına tam bir teslimiyetle bağlanılmış olacak. Yoksul ve orta halli insanların burjuva hayat tarzına karşı nefretlerini din kılığına büründürerek saptırmak, diğer yandan burjuvazinin bekası için faaliyet göstermek… Bu çelişmenin su yüzüne çıkması, RP’nin “ya göründüğü gibi olması, ya da olduğu gibi görünmesi” ikileminin gerçekleşmesi için, fazla zaman geçmeyecektir.
RP, göründüğü gibi olabilecek midir?
Burjuva basın ve siyaset çevreleri bunun çok mümkün olamayacağını düşünüyorlar. “RP, asla, yönünü Batı’ya çevirmiş Türkiye gemisinin güvertesinde, ters tarafa koşmaya çalışan aptallar olmaktan kurtulamayacaktır” diyor, Mehmet Barlas. Ertuğrul Özkök, “acaba hayat tarzımız tehlikede mi?” sorusunu, bir paranoya olarak nitelendiriyor ve bunun gündemde tutulmasının toplumsal kamplaşmayı derinleştireceğini ve bunun en sonunda “rejimi götüreceğini” söylüyor.
“Rejim tehlikesi” kavramı, derhal Cezayir’i hatırlatıyor: Seçimleri kazanan İslamcı partinin siyasi iktidar olmasını, askeri kuvvetle önlemek! Bu seçimler, önü sonu yerel seçim olduğu için, şu anda bu ihtimal, telaffuz edilmeyen, ama daima el altında tutulan bir tehdit olarak ortada dolaştırılıyor. Oktay Ekşi, “Cezayirleşmenin”, “girdiğimiz bir yol” olduğunu söylüyor: “Eğer politikacılarımız afallarını başlarına almazlarsa!” ülke, Cezayir’e dönecektir.
“Aklını başına toplamak”, seçim değerlendirmesi yapan bütün burjuva parti temsilcilerinin değindiği gibi, “dar bölgeli, iki aşamalı seçim” sistemi anlamına geliyor. Partiler arasındaki birleşmelerin, bütün çabalara karşın umulan sonuçları vermeyeceği tahmin edilerek, şimdi esas olarak bu yasal yöne ağırlık verilecektir. Böylece, “küçük partilerin” böldüğü oylar, ikinci aşamada büyük partiler etrafında toparlanacak ve “merkez sağ” ya da “merkez sol” dışındaki eğilimlere kapılar tamamıyla kapatılmış olacaktır.
Ne var ki, RP’nin krizden kaynaklanan yükselişi, bu önlemi de parçalayabilir. Bu olasılığa karşı, sistem kendi kanalları içinde, buna da bir çözüm üretmek, “Refah’la barış” yollarını açıkça tanımlamak zorundadır.
Öyleyse, RP olduğu gibi de görünemeyecektir.
Önümüzdeki süreçte, RP ve egemen burjuvazinin başlıca gündem maddesini, “karşılıklı alışma” diye tanımlanan bir ilişkinin içeriği oluşturacaktır. Bu, bir bakıma RP tabanının evcilleştirilmesi ve egemen sınıflar bakımından da, “devletin temel ilkelerinden nereye kadar, ne biçimde taviz verileceğinin kesinleştirilmesi süreci olarak tanımlanabilir. Burada, şu iki nokta özenle birbirinden ayrılmalıdır: Birbirlerine alışacak olanlar, RP ve burjuvazi değildir, bunlar arasında öze ilişkin hiçbir çelişme yoktur. Birbirlerine alıştırılmaları umulan iki unsur, burjuva hayat tarzının en görünür noktalarına nefretle tepki duyan, ama bunu nasıl ifade edeceğini bilemeyen halk yığınları ile, kendi hayat tarzından vazgeçmeyeceğini açıkça ilan etmiş bulunan burjuvazidir. Refah, burada bir katalizör olmaktan öteye geçmeyecektir. Ertuğrul Özkök, Mehmet Barlas gibi sözcüler, her çatışmada “bir uzlaşma noktası” aramaya meraklı Mehmet Ali Birand gibi arabulucular, şimdiden bunun için yol ve yöntem arayışı içine girmiş bulunuyorlar.
“Uzlaşma”nın olanakları, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinde ve kapitalizm ortamında bulunuyor. RP’nin burjuva siyaset sisteminin bir parçası olduğu ve asla onun dışında herhangi bir “adil düzeni” bulunmadığı için, bu olanakların bulunması ve geliştirilmesi zor olmayacaktır. Özkök’ün dediği gibi “paranoyaya gerek yoktur. Refah, bu düzenin çocuğudur ve daima öyle kalacaktır.

BOYKOT ÇAĞRISININ SONUÇLARI
Yukarıda değindiğimiz sonuçlar dışında, boykot, özellikle Kürt bölgelerinde devrimci komünist çalışmanın egemen olduğu bölgelerde, kesin bir başarı göstermiştir. Burjuva televizyon kanalları, genel olarak “katılım oranlarının eski seçimlere göre yükseldiği” propagandasını, ancak birkaç saat sürdürebilmiş, zaman geçtikçe özellikle Diyarbakır, Tunceli gibi merkezlerden haber alınmaya başlandıkça bu propagandadan vazgeçilmiştir.
Bu sonuç, gerçekten, bu seçime özgü bir slogan olarak ileri sürülen “şikâyet etme, oy kullan” sözünden, eğer oy kullanırsa, şikâyet etmeye hakkı kalmayacağı yolunda doğru bir sonuç çıkaran kitleler açısından, önemli bir başarı olarak kaydedilmelidir.
İlk ulaşan bilgilere göre, Kürt bölgeleri dışında da, özellikle Kürt yoğunluğun bulunduğu illerde ve ilçelerde, oy vermemek, şiddetli bir protesto biçimi olarak benimsenmiş ve uygulanmıştır.
Fakat asıl önemli olan, boykotun apaçık sergilediği burjuva siyasi çözümün tükenmiş olduğu gerçeğinin, hangi yeni yönelimleri ve yeni taktikleri gerektirdiğidir. Burjuvazi, şimdi “uzlaşmacı siyasi çözüm” kavramına daha yakın hale gelecektir. İşbirlikçi Küt aydınlarının ve siyasi kuruluşlarının Önemi, açıkça belirtilmeye başlanmışken, etkili boykot eylemi, bu eğilimi açık bir politik tutum halinde tanımlanmaya doğru zorlayacaktır. Boykota destek veren kitleler, bu uyutma politikasına direnebilecekler midir? Bu noktada, boykot konusunda, milliyetçi ve reformizme kaymaya eğilimli politikalarla, devrimci komünist politika arasındaki farklılık önem kazanacaktır.
Seçim koşullarının yeniden değerlendirilmesi ve yeni yasalar çıkarılması da, bu sonuçtan etkilenecektir.

Nisan 1994

Din, Laiklik, Şeriatçılık ve Sınıflar Mücadelesi – 1

Kemalizm’in gözden düşmesi ve Türk-İslam Sentezi’nin devlet ideolojisi katına yükselmesinden beri laiklik, sadece Kemalist çevrelerin ve sosyal demokratların nostaljisi olarak gündeme geliyordu.
Gerçi Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve Sivas Katliamı sonrasında, sokağa dökülen yığınlar; şeriatçılığı, gericiliği lanetlerken, biraz da dil alışkanlığı ile laikliği savunan sloganlar da haykırmışlardı. Ama yığınlar, özellikle de devrimci demokrat kesimler; aşınmış laiklik kavramıyla, devletin her kademesinde örgütlenmiş ve doğrudan devlet tarafından da desteklenen şeriatçı gelişme ile başa çıkılamayacağını fark ediyorlar; bu yüzden de Kemalistlerin “laiklik” vurgusuna fazla itibar etmiyor, saldırılar karşısına, doğrudan demokrasi ve özgürlük sloganlarıyla çıkıyorlardı.
Kemalizm ve onun bir ilkesi olarak laiklik, Türkiye’de, dünden bugüne, başlıca iki kurum tarafından taşınmıştı; birincisi ordu, ikincisi ise CHP tarafından. Ama bu, hiç de öyle kolayca olmadı.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, daha ilk Meclis’ten itibaren, başlıca olarak, dinci ve şeriatçı akımlarla savaşmak zorunda kaldı.
İlk Meclis’teki dinciler, prensip olarak, bir kurtuluş savaşından yanaydı; ama bu savaşın halifenin de başında olduğu bir “Cihat” olması gerektiğini savunuyorlardı. Kemalistler de, bu yıllarda, padişahlığı ve halifeliği ortadan kaldırmaktan söz etmiyor, tersine Halife’yi düşmana tutsak düşmüş göstererek, kendilerini Halife’nin de kurtarıcısı olarak tanıtmaya özen gösteriyorlardı. Bu söyleme karşın, Kemalistlerin bir cumhuriyet peşinde olduğunu sezinleyen dinci-padişahçı kesimle Kemalistler her vesileyle karşı karşıya geldi. Bazen bu zıtlık, kopma noktasına kadar geldiyse de, karşılıklı verilen tavizlerle “barış”, 1924’te Halifeliğin kaldırılmasına kadar sürdü. Halifeliğin kaldırılmasına ilişkin yasa, ancak Mustafa Kemal’in bizzat, “Ya bu yasa çıkar ya da pek çok kelle uçar” tehdidiyle Meclis’ten geçti. Arkasından İstiklâl Marşı’nın yazarı M. Akif Ersoy’un da içinde olduğu pek çok ünlü sima, “yurtdışına” sürgüne gönderildi. Kazım Karabekir gibi, ordu ve sivil bürokrasi içinde gücü olanlarsa enterne edilerek “yurtiçinde” muhafaza edildi.
Denilebilir ki; cumhuriyetin ilk 20 yılı boyunca, Kemalistler, iktidarlarını elde tutabilmek için başlıca, şeriatçı-Halifeci-Padişahçı güçlere karşı savaşmak zorunda kaldılar. Tekkeler, zaviyeler, tarikatlar kapatıldı. Din, doğrudan devlet denetimi altına alındı ve eskiden padişah adına okunan Hutbe, Mustafa Kemal adına, devletin sansüründen geçen metinler olarak okunmaya başlandı. Devletin çizdiği sınırlar dışına çıkan her türden dinsel eylem ağır bir biçimde cezalandırıldı. “Kubilay Vakası”, “İzmir Suikastı”, “Cumhuriyetçi Fırka Olayı” gibi her olay ve vesileyle dinci, şeriatçı eğilimlere gözdağı verildi.
Ne var ki; 2. Dünya Savaşı sonrasında, soğuk savaş yıllarında ABD’nin, “kızıl komünizmi yeşil kuşakla çevirme” stratejisine bağlı olarak Kemalizm, toplumun tek ideolojisi olmaktan çıkmıştı. Gerçi resmi söylemde “Atatürkçülük” uzun zaman, daha doğrusu hiçbir zaman, dilden düşmedi, ama üstündeki baskı kalktığı için, zaten geniş yığınlar içinde etkisini hiç yitirmemiş olan İslamcı ideoloji, büyüklü küçüklü partiler şahsında Iegalize olup, etkinliğini devlet katlarında duyurmaya başladı. Nitekim “çok partili”liğe geçiş için ikinci girişim olan DP, 1946 ve 1950 seçimlerinde İslamcı motifi ihtiyatlı ama ustaca kullanarak sinmiş ama yok olmamış tarikatlara dayanarak kırsal alanda, köylülük içinde çok hızlı bir biçimde örgütlenmişti. DP iktidarı boyunca da tarikatlar hem yaygınlaştı hem de toplumsal-siyasal etkinliklerini artırdılar. Politikacılar ve devlet el altından tarikat örgütlenmelerini destekleyip, onların etkilediği yığınları kolayca kendi oy depoları haline getirdiler.
Özellikle, cumhuriyetin ilk yıllarında sinmiş bulunan İslamcı “bilim” adamları, üniversitelerde yavaş ama sistemli bir faaliyet içindeydi ve bunlar bir yandan ardıllarını yetiştirirken, öte yandan sonradan devlet bürokrasisi içinde ve politik arenada rol oynayacak İslamcı bir çevreyi de eğitip örgütlemişlerdi.
’60’lı ve ‘70’li yıllar; dinci şeriatçı akımların, çeşitli sağcı siyasi partilerin yanı sıra Komünizmle Mücadele Dernekleri, “toplu namazlar”, devlet ve polisle işbirliği içinde kurulmuş ya da ele geçirilmiş gençlik dernekleri, ülkü ocakları vb. biçiminde örgütlendiği yıllar oldu.
Sayısız dinci yayın ve örgüt, piyasayı kapladı. Sınırsız mali olanaklarla desteklenen bu çevreler, özellikle devrimci anti-emperyalist hareketin gelişmesine paralel olarak polis ve MİT tarafından organize edilip kullanılan merkezler haline geldiler. Nitekim aynı yıllarda yeni ve hızlı bir gelişme seyri izleyen devrimci demokratik mücadele ve işçi sınıfı hareketine karşı ilk saldırılar bu dinci-şeriatçı örgütlerden geldi. Dinciler, bütün Hıristiyan karşıtı propagandalarına karşın, 6. Filo’ya karşı yürütülen gençlik ve işçi gösterilerine saldırdılar. Sayısız devrimciyi öldürüp yaraladılar. Devrimci harekete karşı silahlı saldırılar için ülkücü-faşist gruplar örgütleninceye kadar -ki, bu ancak 12 Mart Darbesi sonrasında gerçekleşti-  şeriatçı dinci örgütler, devrimcilere, silahlı ve kitlesel saldırılarda ön saflarda bulundular. Ancak, bu alanda, MHP’li faşistlerle yarışamayacaklarını anladıktan sonra taktik değiştirerek, MSP’nin çatısı altında ya da onunla paralel örgütlenmeler, içinde, kitleselleşmeye yönelik bir eylem çizgisine çekildiler.
Öte yandan Ecevit’in CHP Genel Başkanı olmasıyla bu parti, yeni bir Kemalizm ve laiklik yorumu yaptı. 1920’li yıllardan beri dine ve dini çevrelere “soğuk” duran CHP, Ecevit’le birlikte, “halkın inançlarına saygı” ve “nüfusun yüzde 99’unun Müslüman olması” adına dini çevrelere taviz politikasını benimsedi. Atatürk’ün anladığı anlamda laiklik savunucusu tek kurum, ordu kalmış görünüyordu. Ama bu da sadece görünüşten ibaretti. Gerçi ordu içinde radikal, tarikatçı İslami çevrelere karşı bir tepki vardı, ama ılımlı bir İslami düşünce, özellikle üst kademelerde, giderek hoş görülür bir gelişme olarak değerlendiriliyordu.
Özellikle devrimci mücadelenin gelişmesine paralel olarak, ordu üst kademelerinde ve devlet katlarında sivil faşist ve dinci çevrelerin etkinliği arttı. Artık ABD, Ortadoğu ülkeleri ve SB’nin bu ülkelerde etkisine karşı “ılımlı İslam”ı öneriyordu. ‘70’li yıllarda ise; açıkça, Türkiye’nin de bir İslam ülkesi olarak bu politikayı benimsemesini öğütlüyordu. Nitekim 12 Martçıların kapattığı MNP’nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan, kaçak bulunduğu İsviçre’den bizzat Genelkurmay’ın isteği doğrultusunda getirildi ve MSP kuruldu. Ve yine askerlerin “rızasıyla”, Erbakan, Ecevit hükümetine koalisyon ortağı olarak katıldı. Ve Kemalistler, “laik CHP’nin nasıl olup da anti-laik MSP ile koalisyon kurduğuna” şaşıp kaldılar.
Öte yandan “aydın imam” yetiştirilmek üzere kurulmuş imam hatip okulları hızla çoğaldı. Dahası bu okullar lise muadili sayıldı ve üniversitelere dinci militan yetiştirme kurumuna dönüştü.
12 Eylül’le birlikte, şeriatçılığa karşı mücadele ediliyor adı altında, bizzat cunta başı Kuran’dan ayetler ve hadisler okuyarak İslam dininin ne kadar devletçi, laikliğe uygun, özgürlükçü bir din olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Sadece din propagandasıyla da sınırlı kalınmadı, “İslamiyet’in toplumsal bütünlüğü sağlamada en önemli etken” olduğu yine cunta tarafından devletin ideolojik tutumu olarak ilan edildi. Önce bu bütünleştiricilik, devrim ve demokrasi mücadelesi ile işçi sınıfı mücadelesine karşı bir bütünleştiricilik olarak öne sürüldü; daha sonra da Kurt mücadelesinin yükselmesine paralel olarak “bölücülüğe”, “Kürt milliyetçiliğine” karşı din, panzehir olarak, öne çıkarıldı. Bu karanlık dönem ve arkasından gelen yıllarda, legal ve illegal devlet örgütleri, şeriatçı akımların bildirilerine rahmet okutacak içerikte dinsel bildiriler yayınladılar, Kürtçülük ve milliyetçiliğin İslama aykırı olduğunu, İslam’ın ırkçı değil enternasyonalist olduğunu propaganda ettiler. Tarikat şeyhleri, neredeyse cuntanın uygulamalarını kutsayan fetvalar çıkardı. Cunta da onları iyice meşrulaştıran bir tutum izledi. Cuntanın açtığı yolda yürüyen ANAP, özellikle Özal’ın da mensubu olduğu Nakşibendî tarikatına büyük olanaklar tanıdı. Bütün diğer tarikatların da desteğini almaya çalıştı. Diğer sağ partiler de şeriatçıları yanlarına çekmek için yarışırken sosyal demokrasi de Alevi tarikatlarına el atıp, ünlü dedeler aracılığı ile Alevi emekçileri kendi yanlarına çekmeyi başlıca politika olarak benimsediler.
Bu arada, 12 Mart Darbesi sonrasında üniversitelere yönelik olarak başlayan operasyon, zaten önceden üniversitede mevzilenmiş faşist dinci kadrolara dayanarak, 12 Mart’ın hemen sonrasında meyvelerini vermeye başlamış, bilinçli olarak dinci ve faşist bir kadro yetiştirilmişti. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, YÖK, bu kadroyu üniversite üst yönetimlerine getirmede ne zorluk çekti ne de eleman sıkıntısına düştü. Özellikle sosyal bilim dallarında Türk-İslam Sentezcisi bir dünya görüşü egemen hale getirildi. Sadece üniversite kurulları ve öğrenciler değil, entelektüel yaşamın bütünü bu kadro eliyle ve tam devlet destekli bir biçimde yönlendirilmeye çalışıldı. ’60’lı yıllardan sonra Türk-İslamcı ideolojinin entelektüel merkezi olan Aydınlar Ocağı, cuntacıların fikir babası olduğu kadar, üst bürokrasiye eleman veren bir merkez de oldu.
Çeşitli törenlerde ve ihtiyaç duyulan her yerde bolca Atatürk, laiklik ve Atatürkçülükten söz ediliyordu, ama son 40 yıl içinde, cumhuriyetin adeta kuruluş ilkesi edinilmiş1 olan Atatürkçülüğün yerini Türk-İslam sentezcisi, faşist dinci bir ideoloji tedricen almıştı.
Öte yandan 12 Eylül cuntası görünüşte her köye okul, kendi okulunu kendin yap kampanyalarıyla okul yapma işini halkın sırtına yıkmıştı, ama Alevi köylerine de cami yaptırma kampanyası başlatmıştı. Ve her Alevi köyüne cami ve Sünni bir imam atamayı başlıca işlerinden birisi haline getirmişti. Cunta sonrasında da, Aleviler üstünde Sünni devlet baskısı sürmüş, ama bu baskıya karşın da Alevilik neredeyse ve yine devlet eliyle, ama bu sefer demokrasi ve laiklik adına yeniden hortlatılmıştı.
12 Eylül öncesi devrimci demokratik gelişmeden nispeten çok daha çabuk etkilenen Aleviler dinden, en azından tören ve tapınma biçimlerinden hayli uzaklaşmış, dedeler itibarını yitirmiş, dedelik kurumu neredeyse çökmüştü. Ama 12 Eylül’ün karşı devrimci rüzgârı ve sonraki yıllarda sürdürülen anti-sosyalist kampanya; mezhepsel baskıyla da birleşince Alevilik adeta yeniden anımsanmıştı. Eski Marksist dönekler, kimi aydınlar ve sözde devrimcilik iddiasındaki kimi çevreler, bu sefer, asıl devrimciliğin Alevilik olduğunu öne sürüp, bir Alevi “aydın kuşağı” rolünü üstlenerek, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda bir Alevi “şubesi” açılmasını istemeye kadar vardırdılar ilericiliklerini. Bu “aydınların” bir bölümü ise daha “sivil” davranarak, “Diyanet işleri Başkanlığı kaldırılsın, Sünni, Alevi bütün mezhepler dini cemaatler olarak örgütlensin” zırvalarıyla ortaya çıktı.
Sünni dinciliğe, şeriatçılığa Alevilikle karşı çıkmak neredeyse “solculuğun” genel taktiği oldu. TKP’nin radikal kanadı olarak bilinen “Londra kanadı”, revizyonizmden Aleviliğe evrildi, kendisini Alevi partisi olarak ilan etmekte duraksamadı. SHP ve CHP gibi sosyal demokrat partiler, IP ve SBP gibi “sosyalist”, “Marksist” partiler kendilerini Alevi partisi olarak ilan etmedi, ama Alevilerin dini çerçevede örgütlenmesini, demokrasi ve sosyalizmin örgütlenmesi olarak lanse edip, bunu, teşvik ettiler.
Bu arada Aleviler de sanki zaten var olan, çeşitli düzen partileri arasındaki bölünmüşlük yetmiyormuş gibi, bir de önce Pir Sultancılar ve Hacı Bektaşçılar olarak, sonra da çeşitli “Alevi dergilerinin görüşleri” doğrultusunda bölündü. Ve politikacılar, bunlar arasındaki farka göre oynamaya başladı. Devlet de bu bölünmüşlükten yararlanmaya çalıştı. Kültür Bakanı ve parti başkanları Hacı Bektaş törenlerini devlet törenine çevirecek biçimde bunları maddi ve manevi olarak desteklerken Pir Sultancıları dışladı ve nihayet Sivas’ta yaktı.
Türk-İslam sentezi 12 Eylül cuntası tarafından desteklenmiş, bu düşüncenin örgütlenmesi için cunta büyük bir destek vermişti. Ama Türk-İslam sentezciliği, en azından resmi düzlemde, bir Kemalizm eleştirisiyle değil, Kemalist bir zarf içinde sunulmuştu. Özellikle de Kemalizm’in en sadık sürdürücüsü olarak görülen ordu içinde, bu düşünce, tedricen yaygınlaşmıştı.
Gerçi ordu, “emir komuta zincirini” bozabilecek düzeye ulaşma tehlikesine karşı, şeriatçı düşünce etrafında örgütlenmeleri sık sık tasfiye etmiş, bu türden örgütlenmelere asla izin vermeyeceğini söylemişti, ama “ılımlı İslam”a ve genel olarak dine karşı “hoşgörülü” tutum aldığı için, şeriatçı, radikal İslamcı kümelenmeler, ordu içinde de var olmaya, hatta gelişmeye devam etmiştir, bugün de bu gelişme sürmektedir.
Her eklektik ideolojinin başına gelen, Kemalizm’in de başına gelmişti. Kemalizm’in din ve laiklik karşısındaki pragmatist tutumundan yararlanan dinci-şeriatçı kesimlerin çabası burjuvazinin ihtiyaçlarıyla birleşince Türk-İslam sentezci düşünce tedricen Kemalizm’in yerine geçmiş, görünüşte Kemalizm devlet ideolojisi olarak sürüyor olsa da, gerçekte, Türk-İslam sentezi burjuvazinin gözdesi haline gelmişti. Ve kaçınılmaz olarak, stratejistlerinin bütün dikkatine ve zamana yayma tutumlarına karşın Kemalizm’e karşı kuşkular yoğunlaşmış, Kemalizm sadece “sivil” çevrelerde değil, devlet katında da, doğruluğu, en önemlisi de gerekliliği tartışılır hale gelmişti. Kemalizm tartışma konusu haline gelince, en çok tartışma konularından birisi de, kaçınılmaz olarak, onun dinci, şeriatçı çevrelerin şimşeklerini üstüne çeken ilkesi laiklik oldu.
Düzen partileri tarafından, “Laiklik dinsizlik değildir.” biçiminde başlatılan ikiyüzlü eleştiriler şeriatçı çevreleri cesaretlendirdi ve “Laiklik dinsizliktir.” eleştirisine varıldı.
12 Eylül darbesi ve arkasından gelen “yeniden yapılanma” çabalarına karşın, devlet ve düzen, bir türlü dikiş tutmuyordu. Bir yandan Kürt mücadelesi, öte yandan da işçi ve emekçilerin mücadelesi sistemi hırpalıyor, ortaya çıkan yönetememe krizi ve ideolojik boşluk tam bir kaosa doğru gidişi kışkırtıyordu. Alınan önlemler kısa sürede işlevsizleşiyor, ideolojik muğlâklık ve siyasal parçalanmışlık egemen sınıflar diktatörlüğünü tehdit edecek işaretlere kaynaklık ediyordu. Özellikle son bir yıl içinde dış politika, iç politika ve ekonomide açıkça iflasın ortaya çıkmasıyla birleşen ideolojik ve politik belirsizliğe karşı devletin “sağlam” güçleri, bir müdahalenin zorunluluğunu yeniden gündeme getirmiş bulunuyorlar.
İşte son laiklik ve Atatürkçülük kampanyası bu gidişata son verip, alınacak önlemlere ideolojik ve artık üstünde tartışılmayacak, tartışılsa bile devlet ve düzen partilerinin üstünde “topyekûn” anlaştığı bir ideolojik zemin yaratılması girişimiydi. Ve buna uygun olarak, Atatürkçülük ve laiklik, düzenin şu anki ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlandı., MHP’den DSP’ye, SHP’den RP’ye kadar bütün düzen partilerini memnun edecek, dinin politikaya alet edilmesi için her tür olanağı da içine alan bir laiklik tanımını resmileştirmek amacıyla kampanya yürütüldü, yürütülüyor. Ve böylece; açık şeriatçı tutumlar dışındaki bütün eğilimler laiklik tanımının içine alındı. Bir taşla iki kuş vurulması amaçlandı: Hem “Batı’lı görünüm” bozulmamalıydı, hem de İslam, iyice raydan çıkmış düzenin “yeniden raya oturtulmasında” birleştirici bir etken olarak kullanılabilmeliydi. Böylece “herkesi” tatmin edecek bir tanım geliştirildi.
Elbette ki; yeni laiklik tanımı burjuvazinin yeni ihtiyaçlarına uygundu, ama yine de “herkes” sadece düzen yanlılarını kapsıyordu ve laiklik tartışmaları sürüp gidiyor, gidecek de.
Ancak, bugün laiklik konusunda resmi tanımdan ayrılanlardan; devrimci komünistler ve şeriatçılar dışında kalanların var olan duruma itirazlarının ciddi temellere sahip olduğunu söylemek pek olanaklı görünmüyor.
Son dönemdeki tartışmalar göz önüne alındığında laiklik yaklaşımlarını şöyle sıralamak mümkün:
En ılımlı İslami görünüşlü RP’den en radikal İslamcılara, kendisini Şeyhülislam, Halife ilan eden yelpazeye göre laiklik, Batı taklitçisi, Batı’ya has, Hıristiyan Batı’nın, Batı demokrasisinin bir icadı olup, bizim gibi “nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede”, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” kadar saçmadır. Devlet dine karşı tavırsız olmamalı, tersine din kurallarına göre yeniden yapılanmalı, yasalar ve kurumlar yeniden örgütlenmelidir. Bunlara göre; Türkiye’de laiklik, herhangi bir Batı ülkesinden bile daha fazla dine karşı bir tutum içinde olup, “Müslümanlar çok ağır baskı altında” tutulmaktadır.
İslamcılar, bu nedenlerden kalkarak, “Müslüman laik olamaz”, “İslam ülkelerinde laiklik diye bir şeyden söz edilemez” sonucuna varıyorlar. Çünkü İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, sadece tanrı ile insan ilişkisini değil, bütün toplumsal yaşamı gün gün, saat saat düzenleyen bir dindi. Bu yüzden de Müslüman, insanların yaptığı yasalara göre değil, tanrı buyruğuna göre yaşamalıdır.
Bugün, artık 2. cumhuriyetçilere iltihak etmiş “sivil toplumcular”a göre ise laiklik; din ile devletin birbirine karışmazlığı temeline oturuyordu ve bu yüzden de devlet, dini cemaatlere terk edip bu alana müdahale etmekten vazgeçmeliydi. Örneğin Diyanet işleri Başkanlığı kaldırılmalı, dini cemaatler, tekkeler, tarikatlar vb. serbestçe faaliyet göstermeli, isteyen istediği biçimde örgütlenmeli, ibadet etmeliydi. Türkiye’de durum böyle değildir. Devlet dine karışmıştır, özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında dine karşı alman önlemler ve bugünkü resmi din örgütlenmesi laikliğe aykırıdır.
Düzen partilerinin laiklik yaklaşımı ise; son derece oportünistçedir. Bu partilerin hemen tümü, Alevi ya da Sünni dini çevre ve tarikatlarla iç içedir. Ve dini politikaların bir aracı olmakta birbirleriyle yarışmaktadır. Bugün ötekilere göre daha laik görünenlerin tek farkı, dini çevre ve tarikatların onlara az yaklaşıyor olmasıdır. Ve bu partiler için laiklik kılık kıyafetin Batı’lı bir görünüm arz edip etmemesinden ibarettir. Dahası, “ezan Kuran’a” yollara düşeni de, her vesile, ile “Allah’ı yardıma çağıranı” da laiktir ve her biri kendisini laikliğin ülkedeki garantisi olarak görmektedir.
İP ve SBP başta olmak üzere “sol” örgüt ve partilerde ise laiklik, demokrasi mücadelesinde bugün kavranacak halka olarak ele alınmakta ve diğer düzen partileri gibi oportünist bir laiklik tanımı yapılmaktadır. Bunlara göre şeriat ve din sorunu Sünni Müslümanlığın bir sorunu olup, Alevilik laik bir mezheptir. Bu yüzden de Sünnilerin dini çevreler, tekkeler, tarikatlar olarak örgütlenmesi laikliğe aykırıdır, ama Alevilerin dini çevreler olarak, tarikatlar, dernekler olarak örgütlenmesi laikliğe uygun, hatta devrimci bir tutumdur. Bu çevreler ve kimi aydınlara göre bugün demokrasi mücadelesi laiklerle laik olmayanlar arasında bir mücadeledir. Bu yüzden de Şeytan Ayetleri üstüne fırtınalar koparmak, Allah’ın var olup olmadığı, ya da Muhammed’in karılarının özel yaşamlarının ‘ deşifre edilmesi en önemli sorundur. Yine bunlara göre; Atatürk ve İnönü dönemlerinde laiklik tam olarak uygulanmıştır, bugün de öyle uygulanmalıdır.
Bugün asıl olarak Cumhuriyet gazetesi etrafında toplanan partisiz Kemalistler de bu “sosyalist” parti ve çevrelerle aynı görüşleri paylaşmaktadır. Daha doğrusu Kemalistlerin görüşünü bu çevreler, Marksist literatürden aldıkları kavramlarla süsleyip piyasaya sürmektedirler. Devletin, dini kontrol altına, alıp, devletin ihtiyaçlarına göre kullanmasını gerçek laiklik olarak tanımlamaktadırlar. Dahası laiklik, insanlığın varabileceği en son uygarlık aşamasıdır. Bunlara göre, devlet laik olsun yeterlidir; zorbalık varmış, emekçiler , eziliyormuş vb. bunları çok ilgilendirmemektedir. “Sosyalist” çevrelerden bu “has” Kemalistleri ayıran tek özellik de bu emek sömürüsü ve baskıya ilgisizliktir.
Marksistler ise soruna tamamen farklı yaklaşıyorlar. Ve laikliği, tarihsel gelişim içinde feodal-teokratik devlet anlayışına karşı bir burjuva tepkisi, dinin ve devletin alanlarının ayrılması olarak görüyor, ama laikliği donmuş, her yerde ve her koşulda aynı uygulanan ve toplumsal gelişmenin her aşamasında geçerli bir ilke gibi görmüyorlar. Tıpkı burjuva demokrasisi gibi, hiçbir burjuva devlet içinde laikliğin tanıma uygun bir biçimde gerçekleşemeyeceğinin bilinciyle soruna yaklaşıp, laikliği dine karşı mücadelede bir vesile, demokrasi mücadelesinin geliştirilmesinde bir dayanak olarak ele alıyorlar.
Yukarıda Marksistler dışında, başlıca beş grup altında toplamaya çalıştığımız değişik laiklik anlayış ve yaklaşımları elbette çok geneldir ve ayrıntıya inildiğinde her parti ve çevrenin birbirine itirazları vardır. Ama konumuz açısından bu ayrıntıdaki farklılıklar önemli değildir. Ancak söylenenlerin daha iyi anlaşılması için laikliğin ortaya çıktığı koşullar ve sınıflar mücadelesi açısından anlamı üstünde biraz durmakta yarar var.

“ÇİFTE DOĞRU ÖĞRETİSİNDEN LAİSİZME
Laiklik, kavram olarak 1789 Büyük Fransız Devrimi’yle genel bir nitelik kazandı. Ama laikliğin düşünsel kökleri Ortaçağ’ın skolastik düşüncesi içinde yeşermişti.
Skolastik dönemin maddeci kanadını oluşturan “nominalist” düşünürler; “gerçekçi” düşünürlerden farklı olarak asıl gerçekler dünyasının; vahy’nin, kavramların dünyası değil, nesneler dünyası olduğunu söyleyerek, Ortaçağ felsefesinin asıl çabası olan gerçek olanın kavramlar, vahy’nin bildirdikleri olduğu tezinden ayrılıyor, böylece bilime ve bilimsel gelişmeye olanak açan bir zemini hazırlıyorlardı. Özellikle skolastiğin son döneminde, kilise Felsefesi içindeki bu bölünmeden yararlanan düşünürler “çifte doğru öğretisfni öne sürme cesaretini gösterdiler.
Ortaçağ düşüncesi için tek gerçek vardı: Vahy’nin bildirdikleri. Eğer vahy bildirmemişse o şey ne kadar elle tutulur, gözle görülür olursa olsun gerçek sayılmazdı. Çünkü gerçek bilgi “değişmeyen”in bilgisiydi. Nesneler dünyası ise, durmadan “değişen” şeylerin dünyasıydı. Bu yüzden de asıl bilgi, düşüncede kavramlaşmış olanın bilgisiydi. Örneğin, düşüncede tanımlanıp kavramlaştırılan ağaç gerçekti, ama elma ya da çam ağacı gerçek sayılmıyordu. Oysa gerçek dünyada elma, çam, meşe, kavak vb. dışında bir ağaç yoktu. Ne var ki; ağaç konusunda bilgi edinmek isteyen bilim de bu gerçek dünyanın nesneleriyle uğraşmak, deney yapmak, yeni bilgiler elde etmek zorundaydı. Hemen bütün Ortaçağ boyunca, “nominalister” (Kendilerine bu ad, onları küçümsemek için sadece vahy’nin bildirdiklerini gerçek sayanlar tarafından verilmişti.) ile “gerçekçiler” (bu ad kendilerine yine kendileri tarafından verilmişti) arasında süren bu tartışma, skolastik felsefenin son döneminde, açık bir ayrılığa dönüştü ve kilise Felsefesinin “tek doğrusu”na karşı, tek değil “iki doğru” olduğunun öne sürülmesiyle sonuçlandı. Bu doğrulardan birisi, din’in, vahy’nin, dogma’nın doğrusu, öteki ise yaşanan dünyanın bilgisinin, bilimin doğrusuydu. Ve bu iki ayrı “doğru”nun alanı birbiriyle karıştırılamazdı.
Ortaçağın sonlarında, Rönesans’ı öncele-yen “çifte doğru öğretisi”nin önde gelen düşünürlerinden Petrus Pomponatius bu öğretiyi şöyle tanımlıyordu: “Hıristiyanlık açısından ruhun ölümsüzlüğü bir gerçek olduğu kadar, akılcılık açısından da ruhun ölümlülüğü bir gerçektir. Bu iki gerçeklik alanını birbirine karıştırmamak gerekir.” Dinci-fizikçi Pierre Bayie ise; “Tanrı düşüncesini bilim ve akılla bağdaştırmaya çalışmak boşunadır. Öyleyse her iki alanı, birini ötekinden üstün tutmaksızın, birbirinden ayırmak gerekir. Her insan dilediği yolu tutmalıdır; en uygunu, her iki yolu birden tutmaktır.” İngiliz Aydınlanmacıları Bacon Ve Hume gibi düşünürler de “çifte doğru öğretisini” savunurlar.
Düşünce ve bilim tarihiyle biraz ilgisi olanların açıkça fark edeceği gibi, burada olan, dini dogma karşısında bilime, bilimsel çalışmaya bir manevra alanı kazandırmaktır. Çünkü; Ortaçağ boyunca, tek doğru, dini dogma sayıldığı için bilim kendisini geliştirecek bir alan bulamamış, bilimle uğraşanlar, dogma’nın bildirdiğinin tersine sonuçlara varanlar cadı, büyücü sayılmış, aforoz edilmiş, yakılmışlardı. Bu yüzden de düşünürler ve “bilim adamları”, asıl tek doğru bilimin doğrularıdır deme cesaretini gösteremediklerinden, “çifte doğru” öğretisiyle, bilime yer açmaya çalışmışlardır. Üstelik Ortaçağın sonunda bile, henüz kilise dışında bir felsefe ve bilim gelişmemişti. Nominalistler gibi, “çifte doğru öğretisinin ilk savunucuları da kilise kökenli “dini bütün” düşünürlerdi. Dahası bin yıllık Hıristiyan kültü karşısında köktenci bir başkaldırı için zaman çok erkendi. Ama yine de Ortaçağ felsefesinin taşlaşmış kabuğunu parçalayacak bir çatlak oldu “çifte doğru öğretisi”. Çünkü ilk kez, bilimle dini ayırıp, ikisinin birbirine karışmaması için bir zemin oluşturmaya girişilmiş; bilimin, dinin baskısı olmadan gelişeceği bir yola girilmiştir.
Burada açıkça görünen, dinle bilim arasındaki çatışmayı, günün koşullan göz önüne alındığında, bilim lehine bir uzlaştırma girişimidir. Ama tarihte de çok açık görüldüğü gibi, dinin, bu girişimi kolayca kabul ettiği söylenemez. Tersine; çürüyen, yıkılma emareleri görülen her eski sistem gibi, kilise de bilime karşı saldırısını bir iki yüz yıl daha sürdürdü. 17. yüzyılın başında Giardono Bruno’yu Roma’da yaktı, Galile’yi mahkûm etti. Ama bütün bu baskı ve şiddete rağmen “çifte doğru” öğretisi bilime bir manevra alanı sağladığı için, 16. yüzyılın başından itibaren kilise öğretisinin temellerini yıkan sayısız buluş ve kuram art arda ortaya çıkmaya başlamıştı bile.
“Çifte doğru” öğretisi, sadece bilim çevrelerinde değil, kilise içinde de yandaşlar bulmuştu. Nitekim 16. yüzyılın başlarında Reformasyonla birlikte, Protestanlık bu öğretiyi kabul ederek, kilise görevlerini dinle sınırlayan bir anlayışı da getiriyordu. Martin Luther, Protestanlığın bu tutumunu, “Tanrının hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” diye formüle edip, bir adım daha atarak, bilimin yanı sıra dinle politikanın alanını da ayırıyordu.
Daha Rönesans’ın başlarında Makyavelli de, “Prens”in yetkilerini dinde Tanrı’nın yetkilerine eş tutan bir keyfiliğe yükselterek, dinle politikayı ayırmakla kalmayıp, dini de devletin ve politikanın hizmetine koşarak, Ortaçağ düşüncesinin tam tersi görüşler savunuyordu.
İki yüzyıl boyunca dinde, bilimde, politikada değişik zaman ve yerlerde ortaya çıkan bu eğilimler, 17. yüzyılın ünlü Fransız düşünür ve matematikçisi Descartes tarafından iki “töz” (düalizm) öğretisiyle felsefe düzeyine çıkarıldı.
Descartes’ın felsefesi birbiriyle hiç bir bağlantısı olmayan iki “töz” üstüne kurulmuştu: “Ruh” ve “madde”. Ruh’un alanında kendi yasaları, madde alanında ise doğa yasaları vardı. Her bir alanın yasaları sadece kendi alanlarında geçerli yasalardı ve bu alanların her biri ötekiyle asla bağlı değildi. Böylece Descartes, fizik ile metafizik’i birbirinden tümüyle ayırarak, bilime sınırsız bir gelişme alanı tanımış oluyordu. Her iki alandaki yasalarda da tam bir zorunluluk egemendi. Politik alanda laisizme varacak olan Fransız Aydınlanmacıları, Diderot’dan başlayarak Descartes’in maddeci yanına dayanarak düşüncelerini geliştirdiler. Ve dine bu Dekartçı mekanik materyalist temelden sert eleştirilerde bulundular. Baron d’Holbach, Diderot ve Voltaire ateizme varan düşünceler öne sürdüler.
Voltaire, kilise tarafından ezilen, baskı gören herkese sahip çıkan bir tutum takınırken, Diderot ve d’Holbach maddeden ayrı ruhu da reddediyor, bütün ruhsal eylemleri de maddenin iç hareketine bağlıyorlar; “Maddi doğa cansız, edilgin, kendi kendine hareket edemez olsaydı, o zaman ‘tanrı’ gibi, ‘ruh’ gibi ‘manevi nedenlere’ başvurmak gerekirdi. Ama hareket maddenin temel niteliğidir. ‘Manevi nedenler’ bilgisizliğimizin bir belirtisidir.” diyerek, “tanrı” ve “ruhu” sadece bilimin değil insan yaşamının da dışına atıyorlardı.
Öte yandan, toplumsal alanda, giderek güçlenen ve önce Hollanda (1609), sonra İngiltere’de (1644) burjuva devrimlerinden güç alan burjuvazi, bütün Kıta Avrupası’nda egemenlik peşindeydi. Ve karşısındaki feodal krallıklar ve kilise’nin ittifakıyla savaşmak zorunda kaldı. Burjuvazi, gücünü soyluluk ve tanrısallıktan alan bu iktidara karşı, kendi iktidarını, gücünü halktan (demokratik) alan ve tanrısal değil, insansal olan (laik) bir yönetim olarak tanımladı.
Ancak, ne soyluluk ne de kilise öyle kolayca burjuvazinin meşruiyetini kabul etmeye yanaşmadı. Kimi ülkelerde uzunca, kimi ülkelerde de nispeten daha kısa dönem süren mücadeleler sonucu kilise ve soyluluk burjuvaziyi tanımak, sonra da iktidarı ona terk etmek zorunda kaldı. Bu mücadele bazen, Fransa’da olduğu gibi, devrimin radikal tarzda geliştiği dönemlerde kilise topraklarının yağmalanıp, kiliselerin yakılması, papazların kurşuna dizilmesine kadar vardı. Ya da, 1815 Restorasyon döneminde olduğu gibi, kilise ve soyluluk devrimin yenilgi dönemlerinde eski haklarını yeniden ele geçirip bir karşı-devrimci terör örgütlediler. Ama bütün bu barışçıl ya da kanlı çatışma sonunda, burjuvazi kendi laik devletini kurmayı başardı.
Feodalizmden kapitalizme geçiş dönemi diyebileceğimiz, Avrupa’da, değişik ülkelerde değişik biçim ve zaman aralıklarında yaşanan, 16. yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısı, hatta 1871 Paris Komünü’ne kadar süren dönemde laiklik sorununa yaklaşım ve kavramın kazandığı içeriğe bakarsak şunlar saptanabilir:
1) Her şeyden önce laiklik, bilim ve felsefenin dinden bağımsızlaşmasından başlayıp, devletin ve dinin alanlarının ayrılmasına evrimleşmiş, feodal-teokratik devlet yapısına karşı burjuva bir tepkiyi ifade eder.
2) Bilim ve felsefe dinden ayrılırken, içinde bulunulan koşulların zorunlu sonucu olarak, dinin baskısından kurtulmak için “dinin doğrularının da olduğunu kabul ederek, bütün bilim-dışılığına karşın, dine taviz vermek zorunda kalmıştır. Nasıl ki, Ortaçağın sonlarında bilim adamları din baskısı karşısında bilime bir gelişme sağlamak için “çifte doğru öğretisini” öne sürmüşse; burjuvazi de kendisinin feodal soyluluk ve kilise tarafından toplumun meşru bir sınıfı olarak kabul edilmesi için iktidarın tanrısal değil insansal bir güce dayanması gerektiğini öne sürmüştür. Burjuvazi, devrimin işçi ve köylü yığınlarının damgasını taşıdığı, yüksek bir tempoda geliştiği dönemlerde, dine karşı radikal tutum almış, soyluluk ve kiliseye karşı cepheden saldırmış, ama bu dönemlerde bile işçi ve köylüler aleyhine kiliseyle uzlaşma yolları aramıştır. Devrimin ivmesinin düşük olduğu yer ve dönemlerde ise; kiliseye, kendi iktidarını tanıma koşuluyla her tavizi vermekten kaçınmamıştır. Özellikle iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra dini, işçi ve köylü yığınları için bir “afyon” olarak kullanmayı hiç gündeminin dışında tutmamıştır. Dolayısıyla burjuvazi için din hep kullanılacak bir meta olmuştur. Burjuva devlet, dinin alanını ayırmış, ama asla dine müdahale etmekten geri kalmamıştır. Bu müdahale yığınları dinin uyuşturucu etkisinden uzaklaştırmak amacıyla değil, dinin burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kullanılması için olmuştur.
Bilimdeki gelişmelerin tanrıya “ihtiyaç duyulan alanı” iyice azaltması ve burjuvazinin iktidarı ele geçirip artık geri dönüşün olmadığı kilise tarafından da anlaşılmasından sonra dinin ve bilimin, din ve devletin alanının ayrılığı din tarafından savunulmaya başlanmış, din hiç olmazsa kendi alanında yaşama imkânını korumayı amaç edinmiştir.
3) Laiklik, en saf biçimiyle din ve devletin alanının ayrılması olarak tariflenir ve dinin alanının tanrı ile “kul” arasındaki ilişki ile sınırlı bir alan olduğu kabul edilir.
Bu tanımdan kalkıldığında, göksel bir tanrıya hiç de ihtiyaç duymayacak bir toplumsal konumda olan burjuvazinin, laiklik ilkesiyle, dinle bir uzlaşmaya gitmek istediği anlaşılıyor. Bu uzlaşma ilk dönemde dine, burjuvazinin iktidarına izin vermesi için öne sürülen bir taktik iken, burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırdıktan sonraki dönemde, işçi ve emekçilerin mücadelesi karşısında burjuva iktidarının korunmasının dayanağı olarak dine duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanmıştır.
4) Burjuvazi ile dinin ilişkisi, dinin burjuvazinin iktidarı karşısındaki tutumuna bağlı olmuştur. Eğer din burjuvazinin iktidarına karşı mücadele eden sınıflarla birleşmişse, burjuvazi dinin politikayla uğraşmasına karşı çıkmış, tersi durumda ise dini kendi politikasının bir dayanağı Olarak kullanmıştır. Bu yüzdendir ki; 16, 17 ve 18. yüzyıllarda dini politika ve devlet işlerinin dışında tutmak isteyen burjuvazi, kendi egemenliğini sağlamlaştırdığı dönemlerde dini politikasının dayanağı yapmış, onunla sadece genel bir dayanışma içinde olmaktan öte, pratikte de politikanın içine çekmiştir. Düzenlenen anti-komünist kampanyalarda kiliselerin doğrudan rol alması, hatta seçimlerde bile kilisenin işçi, komünist partilerine karşı açıkça tutum almaları, gerici burjuva partileri lehine kampanyalar düzenlemesi, en son SB’nin yıkılması ve “yeni dünya düzeni”nin kurulması için Papa’dan köy papazlarına kadar kilisenin gösterdiği çaba bunun açık göstergesidir.
5) Yukarıda söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, saf haliyle laiklik, tıpkı burjuva demokrasisinin saf ilkeleri gibi hiç bir zaman gerçekte uygulanmamış, ama burjuva iktidarının erdemlerinin en önemlilerinden birisi olarak “saf laiklik” propaganda edile-gelmiştir. Yani burjuva demokrasisi ne kadar “halkın halk tarafından yönetimi” ise, laiklik de o kadar din ve devletin alanlarının ayrılması olmuştur.
Demek ki; kapitalist devletin din karşısındaki genel tutumu dinin ve devletin alanını ayırmak, laiklik olmuştur. Ama gerçekte burjuvazi dine karşı hiç bir zaman ilgisiz kalmamıştır. Tersine, dinin iktidar davasını sürdürdüğü koşullarda burjuvazi dinin devlete karışmamasını savunmuş, kendisini yeterince güçlü hissettiği, ama dinin ısrarla iktidar talebinde bulunduğu koşullarda kiliseye saldırmaktan, topraklarını yağmalatmaktan, hatta papazları kurşuna dizerek kiliseleri kapatmaya kadar varan tutumlardan çekinmemiştir.
Ancak, kilisenin devlet iktidarına ortak olmaktan vazgeçmesinden sonradır ki burjuvazi dinin alanına kaba müdahaleden vazgeçmiş, ama işçi ve köylülerin başkaldırılarına kadar her zaman kiliseyi yardıma çağırmış, yani dini politika ve devletin alanına çekmekten geri durmamıştır.
Kısacası burjuvazi için laiklik, hiç bir zaman, dokunulmaz ve lekesiz bir ilke olarak görülmemiş, tersine; sınıflar mücadelesi içinde burjuvazi dine karşı tutumunu ve laiklik ilkesini tümüyle kendi çıkarlarına göre uygulamıştır. Yani laiklik ilkesi de, burjuva demokrasisinin öteki “saf ilkeleri gibi yanlı, sınıfsal bir içeriğe sahiptir ve bu yüzden de tümüyle koşullara bağlı olarak kullanılmaktadır.
Yaşanan gerçeklik açıkça göstermektedir ki; din artık burjuvaziden iktidar talep eden değil, burjuvazinin iktidarının bir dayanağı olmuştur. Bu durumda burjuvaziden laiklik ilkesi adına dini politika dışında tutacağını beklemek ham hayaldir.
İşçi ve emekçilerin laiklik konusundaki tutumunu belirleyen ise; Marksizm’in din karşısındaki tutumudur. Bu tutumun ne olduğunu anlamak için dinin kökenine kısaca da olsa değinmek konuyu daha anlaşılır kılacaktır.

DİNİN KÖKENİ VE DİNE KARŞI TUTUM
İnsanın doğa karşısındaki çaresizliği ve bu çaresizlikten kaynaklanan korkularından doğan din, tarih boyunca, sadece ezilenlerin değil, toplumsal sorunları çözmekte çaresiz kalan politikacı ve yöneticilerin de sığmağı oldu. Sümer, Asur, Mısır kralları aynı zamanda tanrıydı. Antik Yunan kralları ve Roma İmparatoru ise; yarı-insan, yarı-tanrılardı. Feodal çağın kralları, padişahları tanrılık iddiasından vazgeçmişlerdi, ama “tanrının yeryüzündeki temsilcileri”ydi. Ancak, kilise ya da Halife tarafından kutsandıkları ölçüde bir otoriteye sahip olabiliyorlardı. Ya da padişahın kendisi aynı zamanda halifeydi. Kapitalist çağın yöneticileri ve politikacıları “laik”ti; dinin ve devletin alanlarını ayırarak “modernleşmişler”di. Ama onların da dini ve tanrıyı öncekilerden daha az kullandıkları anlamına gelmiyordu bu. Onlar da çözümsüz kaldıkları her sorunda dine sarılıyor, yığınları uyutmak, kendi düzenlerini aklamak için dini kullanıyor, hatta resmi devlet görevlerine başlarken din ve kutsal kitaba el basarak yemin ediyorlardı. Dahası rakip “çağdaş” siyasi partiler dini çevrelerle girdikleri ilişkilerde, dinden destek alıp ona destek vererek, dini ve politikayı, işlerine nasıl gelirse öyle uzlaştırarak sürdürüyorlardı. Ancak, sınıflı toplumlar boyunca, yöneticilerin dine sığınmalarında din amaç değil, ezilenleri uyutmak için kullanılan bir araçtı. Ve çoğu zaman egemen sınıfın dindarlığı bir şarlatanlık düzeyine yükseliyordu. Örneğin, yarı tanrı Roma İmparatorları, zapt ettikleri ülkelerin tanrılarını da kendi panteonlarına katarak, imparatorluğun sınırlarını genişlettikçe panteondaki tanrı sayısını da çoğaltıyorlardı. Ya da günümüzde olduğu gibi, “laik devletin” en üst makamını işgal edenler, şeyhlerden icazet alarak göreve geliyor, “Allah’ın seçilmiş kullan” oldukları propagandasını yapabiliyorlardı.
Ama ezilenler için din, tarih boyunca, kullanılan değil içten inanılan, çaresizlik karşısında sığınılan bir kurtarıcıydı. Önüne çıkan sorunlar karşısında çaresiz kalan ezilenler, tarih boyunca; dertlerinin bu dünyada bitmeyeceğine inandıkları ölçüde, “hiç olmazsa öte dünyada kurtulmak” için dine sığındı. Bazen dinin öğütlediği sınırsız bir sabırla baskı ve zulme boyun eğdi; bazen de yine din, “din kardeşliği”, “eşitlik” adına zulme başkaldırdı. Ama ezilenler, dinin sınırlarını aşamadıkları her yer ve zamanda, bir başka din ilkesi adına hareket eden yöneticiler tarafından zorla ya da kandırılarak hizaya getirildi. Bununla da yetinilmedi; bir dinin ezilenleri, emekçileri, sadece “benim dinim daha hak dini”dir gerekçesi altında, ama gerçekte kendi egemenlerinin çıkarları uğruna, bir başka dinin emekçilerini boğazladı.
Kapitalizmin, tanrısı para olan bir sistem olması ve kapitalizmin devrimci dönem düşünürlerinin dine sert eleştiriler yöneltmesi, dinin sanki eski toplumdan kapitalizme bir miras olarak kaldığı, kapitalizmin dinin varoluş nedenini ortadan kaldırdığı kanısını yerleştirmiştir. Gerçekten de kapitalizm çağında bilimin ve teknolojinin ulaştığı aşama, insana pek çok sorunu çözme imkânını tanıdığı gibi, olay ve olguları açıklamada bilimin yasaları tanrıya yer bırakmayacak ölçüde gelişmiştir. Öte yandan üretim, hiçbir tanrı yasasına ihtiyaç duyulmadan sürdürülebilir ve kapitalist de İncil ve Kuran’daki ayetlere hiç aldırmadan yönetir işletmesini. Ama bu, eyleminde tanrıya ihtiyaç duymama, sadece egemen kapitalist sınıf için geçerlidir; işçi ve emekçiler için ise tersi söz konusudur. Kapitalist sistem tarafından ezilen sömürülen, geleceğe güvensiz, devasa kapitalist mekanizma karşısında çaresiz bırakılan işçi için ise din, sığınılacak bir kurum olmaya devam eder. Çünkü bu sistemde, işçi politikleşip sisteme karşı, diğer işçilerle birleşip savaşabildiği ölçüde çaresizliğin yerini kendi kollarına dayanarak kurtuluş umudu alır; dolayısıyla din; onun için bir sığınak, bir ihtiyaç olarak önemini yitirir; ama bu, kapitalist toplum koşullarında işçilerin küçük bir azınlığı için böyledir, işçi ve emekçi sınıfların geniş kesimleri için çaresizlik ve bundan duyulan korku bu kesimler içinde dinin dayanağı olarak varlığını sürdürür. Bırakalım sadece inanmayı, işçiler; dinsel, mezhepsel nedenlerle bölünüp, birbiriyle rekabete girebilirler. Avrupa’da Hıristiyan sendikalar, bizde İslamcı Hak-İş bu bölünmenin tipik örneği olarak görülebilir.
İşte bu gerçeklerden kalkan Marksizm, dini “özel bir alan” olarak gördüğü gibi, dine karşı mücadeleyi de “özel” olarak ele alır.
Anarşistler ve ateistlerden farklı olarak Marksizm, dini kişi ile tanrı arasında kişisel bir ilişki sayarak ve bu yüzden de, dini üreten toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmadan dini ortadan kaldıramayacağı bilinciyle, devletin bu “kişisel ilişkiyi” yasaklamasına karşı çıkar. Bu nedenle de günlük ajitasyonu içinde, doğrudan dine karşı bir ajitasyon yerine dine dayanak olan koşulları teşhir eden bir ajitasyonu esas alır. Çünkü doğrudan dini hedef alan ajitasyonun işçi ve emekçileri dinli-dinsiz, laik-laik olmayan vb. biçiminde bölüp karşı karşıya getireceği, bunun da ancak dine de dayanaklık eden kapitalizmin işine geleceği çok açıktır.
Elbette, dinin mantıksal ve ideolojik temelleri, bilimsel veriler ve Marksist materyalist dünya görüşü ışığında eleştirilir, ama bu eleştiri asla doğrudan sınıf çatışmasının, sömürülen ve sömüren arasındaki mücadelenin önüne çıkarılamaz. Çünkü yığınlar, kapitalizme karşı mücadele içinde birleşip sömürünün tümden ortadan kaldırılması mücadelesine giriştikleri, sorunlarını çözmede kendi Öz-güçlerine güvendikleri ölçüde dine ihtiyaç duymayacaklardır.
Bu genel yaklaşım ışığında, İslam-şeriat ve laiklik ilişkisi ve Türkiye’de şeriatçılığa karşı mücadele konusunu dergimizin Mayıs sayısında ele alacağız.

Nisan 1994

Emperyalizmin Sertleşen Çelişkileri ve Devrim-Sosyalizmin Olgunlaşan Koşulları Üzerine

Kapitalizm ve emperyalizmin liberal savunucuları ve sosyalizmin eski ve yeni almaklarını da kapsayan küçük burjuva eleştiricilerini, dozajı gitgide artan ve oluşturmaya çalıştıkları “yeni toplum düzeni” teorilerini de etkileyen bir karamsarlık ve umutsuzluk duygusunun sarmakta olduğu görülüyor.
Kapitalizmin geleneksel yandaşlarıyla emperyalizmin sonradan dönme (ve sonradan görme) küçük burjuva eleştiricilerini; uluslararası burjuvazi ve gericiliğin bu “çağdaş” uşaklar topluluğunu, gitgide daha fazla etkisi altına alan bu karamsarlık ve umutsuzluk duygusuna yol açan olgular, hangi olgulardır? Daha birkaç yıl öncesinde büyük gürültülerle ilan edilmiş ve gerçek bir “barış” ve “refah” umudu olarak sunulmuş olan “yeni dünya düzeni” nereye gitmektedir? Burjuva ve küçük burjuva felsefeciler, ekonomistler, tarihçiler ve politikacılar takımını sarmakta olan karamsarlık ve umutsuzluğun nedenleri, işte bu sorularda yatmaktadır. Ortaya attıkları, kabul ettirmeye çalıştıkları ama henüz “teorisi”ni oluşturma fırsatı bile bulamadıkları “yeni dünya düzeni”nin, her köşesinden çatlamış ve temellerinden sarsılmış olmasının, bu paralı bilim, teori ve politika papazlarını karamsarlık ve umutsuzluk içine ittiği görülmektedir.
Emperyalist “yeni dünya düzeni”nin yandaşları, “tek kutuplu” dünyanın kurulduğunu; ulusların ve devletlerin “barış”, “işbirliği” ve “dayanışma” içinde “kalkınması” ve insanlığın uluslararası “refah”ının “demokratik” yoldan başarılması olanaklarının doğduğunu ileri sürmüşlerdi. Uluslararası burjuvazi ve gericiliğe ve emperyalizmin savunucuları ve yandaş “eleştiricileri”ne göre; aşırı üretim krizlerini, sınıf mücadelelerini ve uluslar arasındaki çatışma ve savaşları geride bırakan “yeni bir çağ” açılmıştı; toplumsal sınıflar arası “barış” ve “uyum” ve uluslararası “entegrasyon” ve “küreselleşme” çağı olan bu çağ; bütün toplumsal sınıfları ve bütün ulusları, “uluslararası toplum”da kaynaştıracak “evrensel refah” çağı olacaktı. Çünkü kapitalizm artık sosyalleşmiş, emperyalizm artık tarihte kalmıştı; artık mücadele halinde olan karşıt sınıflar dönemi kapanmış, özgür bireylerin yeteneklerine dayanarak rekabet ettikleri ve yükseldikleri yeni bir dönem açılmıştı; ulusların, ulusal özgürlük talep ettikleri koşullar artık ortadan kalkmış, ülkeler ve halkların, insanlığı temsil eden “uluslararası topluluk” çevresinde toplanmalarını zorunlu kılan koşullar oluşmuştu! Dünya insanlığının “önderi” durumunda olan devletlerarasındaki eski mücadeleler ise, sosyalizmin “iflas” etmesiyle birlikte gündemden çıkmıştı! ABD liderliğindeki bu ülkeler, öteki ülke ve ulusların, çevresinde toplanacakları “tek kutuplu” uluslararası bir toplum oluşturmuşlar ve insanlığın, “uyum” ve “dayanışma” içinde “refah”a ulaşması için gerekli koşulları yaratmışlardı! Ve bu “evrensel refah düzeni”ni yöneten uluslararası kurumların başında; bütün ulusların katıldığı “Birleşmiş Milletler” örgütü bulunacak; “uluslararası toplum”daki “barış”, “işbirliği” ve “kalkınma”nın ve uluslar arasındaki “eşitliğe” dayanan “adalet”in güvencesi olacaktı!
Kapitalizm ve emperyalizmin temsilcileri ve açık ve örtülü savunucuları, kapitalist ve emperyalist sistemin uzlaşmaz çelişkilerini örtbas etmeye girişmiş ve “yeni dünya düzeni” dedikleri “düzen”in, böylesine “insani” özelliklere sahip “yeni” ve gerçekçi bir “düzen” olduğunu ilan etmişlerdi. Oysa dünyadaki gerçek gelişme ve değişikliklerin, bu yönde meydana gelen gelişme ve değişiklikler olmadığı çok geçmeden görülmüştür. Kapitalizm ve emperyalizmin, uluslararası ölçekte ve tek tek ülkelerde yol açtığı ekonomik, toplumsal, politik, askeri ve diplomatik olgu ve olaylar, “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in, pespaye yalanlardan uydurulmuş ve proletarya ve halkları aldatmak için gündeme sürülmüş demagojik bir propagandadan ibaret olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır.
Kapitalizm ve emperyalizm söz konusu olduğunda; kuşkusuz genel soyut varsayımlar ve genel yasalardan söz etmekle yetinilemez; tam aksine, somut ekonomik ve toplumsal olgulara ve somut politik ve askeri olaylara dayanmak kesin bir zorunluluktur. O halde, “yeni dünya düzeni” demagojilerini yerle bir eden ve bütün insan dişiliği ile kapitalizm ve emperyalizmi vurgulayan somut olgu ve olaylar nelerdir ve hangi olgular, hangi olaylar ve ne gibi “ilişkiler” kapitalizm ve emperyalizmin çıkmaz ve çöküşünün belirtileridir? Kısaca da olsa bu olguları vurgulamak, gerçek durumu bütün çarpıcılığı ile ortaya koymak için, kuşkusuz yeterli olacaktır. Çünkü “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in, en olgunlaşmış kapitalizm ve en sınırsızlaşmış emperyalizm olduğunu kanıtlayan veriler gerçekte, yukarıdaki sorulara olgu ve olayların verdikleri yanıtlarda yatmaktadır.
İlk olarak; “yeni dünya düzeni” savunucularının, uluslararası ilişkiler bakımından ileri sürüp propaganda ettikleri bütün tez ve görüşler iflas etmiştir. Dünyanın en önemli stratejik bölgeleri olan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya, Kuzey ve Doğu Afrika ve Ön Asya’nın kaos ve karışıklıklara sürüklenmeleri bir yana; “tek kutuplu” dünyanın kapitalizm koşullarında olanaksız olduğu; ABD emperyalizminin karşısına yeni emperyalist rakipler çıktığı; ve kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki pazar ve etki alanları mücadelesinin, yeni bir alana sıçramış olarak, gündeme yeniden girdiği görülmektedir. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya ve öteki bölgelerdeki emperyalist çıkar ayrılıklarından kaynaklanan parçalanma ve karı şıklıklar ve kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin, özellikle Avrupa ve ABD pazarlarında yoğunlaşan ve az çok gelişmiş bağımlı ülkelere öncelikle yayılan pazar, etki alanları ve nüfuz mücadelesinin doğurduğu olay ve olgular, “yeni dünya düzeni”nin uluslararası “güvenlik”, “barış”, “adalet” ve “küreselleşme” ile ilgili bütün “öngörü” ve “vaatleri”ni yerle bir etmiş ve bugünden çöpe atmış durumdadır.
İkinci olarak; uluslararası burjuvazi ve gericiliğin ileri proletarya ve ezilen halklara karşı başlattığı topyekûn birleşik saldırı; kapitalizm ve emperyalizmin ideolog, ekonomist, tarihçi ve politikacılar topluluğunun; karşıt toplumsal sınıflar ve ileri ve geri uluslar arasında “barış”, “uyum” ve “”dayanışma”ya dayanan “refah” toplumları (ve “refah” devletleri) döneminin başladığını ileri süren bütün demagojik tez ve görüşlerini şimdiden yerle bir etmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ve en önde gelen bağımlı ülkelerde, son bir iki yıldan bu yana yeniden canlanan proletarya ve halk hareketi; kapitalist toplum ve emperyalist sistemin karşıt çıkarlara sahip ve birbirleriyle mücadele halindeki sınıflar ve uluslardan oluştuğunu; bu toplum ve bu sistemdeki sömürülen sınıflar ve ezilen ulusların, sömüren sınıflara ve ezen uluslara karşı mücadeleye; mücadelelerini, sömüren sınıflar ve ezen ulusların sınıfsal ve ulusal baskı ve egemenliklerinin yıkılmasına genişletmeye mahkûm bulduklarını bugünden kanıtlamış durumdadır.
Üçüncü ve daha önemli olarak; tahrip edici ekonomik krizlerden ve bu krizlerin yıkıcı sonuçlarından artık “kurtulduğu” öne sürülen kapitalist ve emperyalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik krizin; bir yandan, yeni ve köklü bir derinleşme dönemine girmesi; öte yandan, “yeni düzen”in “cenneti” olarak gösterilen gelişmiş kapitalist ülke ekonomilerini etkisi altına alması, kapitalizm ve emperyalizmin eski ve yeni yandaşlarını karamsarlık ve umutsuzluk içine sürükleyen en önemli olgulardan birisi olmuştur. Çünkü; bir yandan, ekonomik krizdeki yeni derinleşme belirtilerinin sistemin merkez ülkelerinde ortaya çıkması; öte yandan, sömürü ve mutlak fiziksel sefaleti dayatan saldırıları gündeme sokan özellikler göstermesi, kapitalizm ve emperyalizmin temel çelişkilerinde yeni bir sertleşme dönemine açıkça dikkat çekme anlamına gelmektedir. Ekonomik krizin, kapitalist ülkelerde yol açtığı bu değişiklik, kuşkusuz, proletarya ve halk hareketinin yön değiştirmesi, ileriye doğru gelişmesi ve iktidar mücadelesi eğilimi kazanmasında, koşulların giderek olgunlaşmasını vurgulayan bir değişikliktir.
Özet olarak altı çizilirse; bir yanda, kapitalist ekonominin krizinde yeni bir derinleşme döneminin açılması ve uluslararası burjuvazi ve gericiliği, ileri proletarya ve ezilen halklara karşı topyekûn ve birleşik bir saldırıya mahkûm etmesi. Öte yanda, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki güç ilişkisi değişikliklerinin gündeme getirdiği ve sistemin krizindeki yeni derinleşmenin ilk belirtileriyle genişleyen çıkar ayrılıklarının, bütün toplumsal sınıflar ve bütün ulusların yaşantısını derinden etkileyecek bir açıklıkla kendini dayatması olgusu… Bir yanda, ileri proletarya ve az çok gelişmiş bağımlı ülkeler halklarının, dayatılmış bulunulan topyekûn saldırıya karşı direnişi biçiminde ortaya çıkan ve daha geniş bir alana yayılacağı bugünden görülen mücadelesindeki yeni bir canlanma. Öte yanda, girilmekte olan yeni ekonomik kriz döneminin baskısıyla şiddetini artıran ve gittikçe daha çarpıcı hale gelen pazar ve etki alanları mücadelesinin kendini kabul ettirmesi… Dünyadaki ve sistemin başlıca ülke ve bölgelerindeki politik durumu karakterize eden olgular bugün işte bu olgulardır. Ve bu olguları güçlendiren etkenlerin, gittikçe çoğalmasının, kapitalizm ve emperyalizm savunucularını, karamsarlık ve umutsuzluk içine her geçen gün dana fazla sürüklemesi, kuşkusuz anlaşılamaz bir durum değildir.
Bütün bu olguların vurguladığı temel görüş şudur: Kapitalist ve emperyalist sistem, yeni sınıf savaşları, yeni anti-emperyalist ayaklanmalar ve yeni emperyalist mücadeleler dönemine adım atmıştır. Burjuvaziyle proletarya, emperyalist ülkelerle ezilen halklar ve emperyalist devletlerarasındaki sert mücadele ve çatışmalar; dolayısıyla, kesin hesaplaşmalara da varacak sınıf mücadeleleri, antiemperyalist ayaklanmalar ve emperyalist paylaşım savaşları, dünyanın gündemine yeniden girmektedir.
Birkaç cümleyle vurgulanırsa; kapitalist ve emperyalist sistem, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru, hızla yol almaktadır. Proleter devrimi ve emperyalizmden kurtuluş hareketi, kapitalist dünyanın başında, bir hayalet olarak dolaşmaya yeniden başlamaktadır. Ve kuşku yoktur ki, proletarya ve halk devrimi, tarihte hiç olmadığı kadar olgunlaşmış olanaklara sahip olduğu bir döneme girmektedir. Çünkü “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”, en fazla olgunlaşmış kapitalizm ve en fazla soysuzlaşmış emperyalizm “düzeni”nin kendisidir ve kapitalizme ve emperyalizme karşı direniş güçlerini sürekli tahrik eden bir döneme adım atmış bulunmaktadır.

I
“YENİ DÜNYA DÜZENİ”; KAPİTALİST TEKELLER VE EMPERYALİST DEVLETLER ARASINDAKİ “İŞBİRLİĞİ”, “BARIŞ” VE “DAYANIŞMA” SORUNU ÜZERİNE
Emperyalist dünyayı “birleştiren” uluslararası ekonomik, politik ve askeri örgüt ve kurumların; iki süper devlet (ABD ve Sovyetler Birliği) ve iki emperyalist blok (NATO ve Varşova Paktı) arasındaki mücadele (soğuk savaş denilen) dönemindeki ekonomik ve politik temel ve ilişkiler üzerinde şekillendikleri ve uluslararası ölçekte etkili oldukları bir gerçektir. Doğu Bloğu’nun çöküşünden sonra; bu uluslararası ekonomik, politik ve askeri örgüt ve kurumlar açısından yaşanan değişiklik; Doğu Bloğu’nu oluşturan ülkelerin, bu kurum ve örgütlerin şemsiyesi altında toplanmaları olmuştur.
Adına “yeni dünya düzeni” denilen kapitalist ve emperyalist “düzen”in bir önceki dönemin “düzeni”nden ayrılan başlıca özelliği; kapitalist ve emperyalist dünyayı temsil eden başlıca büyük ülkelerin; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve nispeten Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi ekonomik; Birleşmiş Milletler, AGİK ve nispeten Avrupa Birliği gibi politik ve NATO ve nispeten BAB gibi askeri örgüt ve kurumların “çatı”ları altında (karmaşık ve çelişkili bir ilişki içinde de olsa) toplanmış olmalarıdır. Başlıca büyük emperyalist devletlerin; özellikle Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası örgüt ve kurumların ileri proletarya ve ezilen küçük uluslar ve halklar üzerindeki otoritelerini tanımaları ve emperyalist hegemonyanın “ortaklık” araçlarına dönüştürmeleri, “yeni dünya düzeni” üzerine yürütülen aldatıcı kampanyanın esasını oluşturmuştur. “Yeni dünya düzeni”nin, kapitalizm ve emperyalizmden ayrılan yeni bir “düzen” oluşturduğu ile ilgili başka herhangi bir kanıt gösterilemediği herkesçe bilinen bir olgudur.
Olgusal gerçekler kanıtlamaktadır ki; kapitalizm ve emperyalizmden ayrı yeni bir dünya düzeni yoktur; ve kapitalizm ve emperyalizmin yıkılışıyla taçlanan yeni devrimler gerçekleşmeden, yeni bir dünya düzeni asla olmayacaktır. Dünya tarihi, daha da önemlisi, kapitalizm ve emperyalizmin tarihi ve birlikte var olduğu ekonomik ve toplumsal olgular, bu gerçeğin yadsınamaz kanıtları durumundadırlar.
“Yeni dünya düzeni”nin uluslararası kurum ve örgütleri ve emperyalist ülkelerin güç ilişkilerindeki değişikliklerin kaçınılamaz sonuçları
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesinden sonra; büyük emperyalist ülkelerin, ABD liderliğinde ve “tek” bir blok olarak “Birleşmiş Milletler” şemsiyesi altında toplanmaları ve ortak hareket etmeleri, kuşkusuz, kapitalist emperyalist dünyadaki gerçek ekonomik ilişkilere (çıkarlara) uygun düşmüştür. Ne var ki, çok geçmeden, bu uygunluğun geçici olduğu görülmüştür. Nitekim Ortadoğu’daki emperyalist saldırı ve ardından meydana gelen ekonomik, politik ve askeri olgu ve olaylar, bu geçiciliğin ilk belirtilerini, giderek artan oranda su yüzüne çıkarmış bulunmaktadır. Yukarıda da vurgulandığı gibi; “yeni dünya düzeni”nin uluslararası örgüt ve kurumlan, bir önceki dönemi karakterize eden güç ilişkileri ve ekonomik çıkarlar üzerinde şekillenmiş örgüt ve kurumlar olarak kalmışlardır. Oysa emperyalist ve gerici hükümetleri bir araya toplayan ve “yeni” düzen içinde “disipline” eden bu örgüt ve kurumların üzerinde şekillendikleri ekonomik (ardından politik) ilişkiler değişmekte; bu örgüt ve kurumlar, ekonomik (ve giderek politik) dayanaklarını kaybetme süreci yaşamaktadırlar.
Şu gerçekler giderek kendilerini kabul ettirmekte ve dünyadaki bütün politik, diplomatik ve askeri ilişkileri kendi çıkarlarına doğrudan bağlamaktadırlar: Bir yanda, Batılı emperyalist kamp içinde bir önceki “mücadele” döneminde törpülenen fakat eski Doğu Bloğu ülkelerinin yağmalanması sürecinde büyüyerek açığa çıkan eşitsiz ekonomik gelişmenin ekonomik sonuçlan; öte yanda, hem bu ekonomik eşitsizliğin hem de yeni bir derinleşme dönemine girmekte olan ekonomik krizin beslediği kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki pazar ve etki alanları mücadeleleri; bu olgular, “yeni dünya düzeni”ni disipline eden uluslararası kurum ve örgütlerin ekonomik ve politik temellerini sarsan değişiklikler olarak kendilerini kabul ettirmişlerdir. Nitekim; işçi sınıfı ve halklara karşı ortak saldırının araçları olarak halen işlev gören İMF, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi örgüt ve kurumların; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’daki “yeni” statüko ve şimdi özellikle kapitalist merkezlerde yoğunlaşan kapitalist tekeller arasındaki pazar mücadelesi gündeme geldiğinde otoritelerini yitirmeleri ve bir işe yaramaz hale gelmeleri, emperyalizm savunucularınca “istenmeyen” olgular olarak orta yerde durmaktadır. Ve açıkça kendilerini kabul ettiren bu olgusal değişiklikler, başka herhangi bir gerekçeyle açıklanamaz değişiklikler olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Propaganda edilen görüntü bir yana bırakılırsa; dünyadaki gerçek politik durum şudur: ABD emperyalizminin dünya çapındaki egemenliği ve bu egemenliğin “onaylanması” anlamına gelen “yeni dünya düzeni” kurulmamıştır; fakat kurulması öteki büyük güçler tarafından kabullenilmeden tarihe karışmıştır. Son kırk yıl boyunca, Batılı emperyalist kamp içinde hâkim olan ve lider rolü oynayan ABD emperyalizmi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesinin ardından, kapitalist dünyanın tek “hâkimi” olan bir ülke konumuna gelmiştir. Ne var ki, ABD emperyalizminin kökleri derinlerde olan zaaf ve zayıflıkları da açık bir şekilde bu dönemde dışa vurmuştur.
Açıkça su yüzüne çıkan olgusal gerçek şudur ki; ABD emperyalizmi, dünyaya tek başına egemen olabilecek bir ekonomik güce sahip değildir; hâkimiyetinin ve ekonomik avantajlar elde etmenin aracı olarak, kırk yıl boyunca geliştirdiği politik ilişkilerim ve aynı dönemde güçlendirip büyüttüğü ordusunu kullanmaktadır. ABD emperyalizminin bu ekonomik zaaf ve zayıflığı karşısında; Almanya, Fransa (AET) ve Japonya gibi büyük ekonomik güçlerin ve ekonomik gücünü şimdilik kullanamasa bile, eski ekonomik ve politik ilişkilerine ve elindeki güçlü orduya dayanan Rusya’nın, dünyanın şimdiki paylaşılma biçimine boyun eğmeleri olanaksızdır. Neresinden bakılırsa bakılsın; son birkaç yılda meydana gelen ekonomik, politik ve askeri olgu ve olaylar; dünyanın pazar ve toprak bakımından şimdiki bölüşülmüşlüğü ile onu bölüşmüş olan tekelci gruplar ve emperyalist devletlerin kapitalist gelişme (ekonomik güç) dereceleri arasındaki oransızlık üzerine oturan bir mücadele dönemine girildiğini açıkça ilan etmektedir.
Görülen ve yaşanan odur ki; kapitalist ekonomileri ve mali olanaklarıyla güçlü olan fakat politik ve askeri olarak henüz yeterince güçlü olmayan Almanya (AET) ve Japonya ve ekonomik bakımdan çözülmüş durumda olsa da büyük ekonomik olanaklara, büyük bir orduya ve dünyanın her yerinde ilişkilere sahip Rusya gibi devletler, ABD emperyalizminin rakipleri olarak, giderek hızını artıran bir egemenlik mücadelesi içindedirler. Örneğin; IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kurumların ve GATT ve Maastricht gibi “anlaşmalar”ın karar ve “disiplin”ine karşın; kapitalist tekeller ve büyük devletler arasında hızlanan pazar rekabeti çarpıcı bir olgu durumundadır. Öte yandan, Ortadoğu’da, Balkanlarda ve Kafkasya’da, Amerikancı “çözümler”de karşılaşılan çıkmazlarının gerisinde, emperyalist çıkar ayrılıklarının yattığından, herhangi bir kuşku duyulamayacağı da ortadadır.
Uzlaşma, anlaşma ve barış içinde gelişme bir yana; rakip tekeller ve rakip devletlerarasında güç kullanmaya da varan yeni emperyalist mücadeleler, uluslararası gruplaşmalar ve sert çatışmalar, dünya emperyalizminin girdiği bugünkü eğilimi vurgulayan olgular durumundadır. Dolayısıyla; “yeni dünya düzeni” denilen bugünkü uluslararası “düzen”i temsil eden uluslararası ekonomik, politik ve askeri kurum ve örgütlerin ekonomik temelleri ve bu ekonomik temeller üzerinden şekillenmiş ve söz konusu örgüt ve kurumları oluşturmuş olan “uluslararası” ilişkiler baştan aşağı değişmiştir. Yaşanılan ve giderek derinleşen süreç; bu kurumların disipline edici ve harekete geçirici etki ve güçlerini yitirmeleri ve içten ve dıştan verilen mücadeleyle değişmeleri veya dağılmalarına yol açan bir süreç olacaktır. “Tek kutuplu dünya” ve “istikrar içinde barışçı gelişme” doğmadan “tarih” olmuştur. Kapitalizmin beslediği ve çoğalmakta olan sorunların ve emperyalizmin derinleştirdiği çelişki ye çatışmaların vurguladığı gerçek durum dünyada bugün budur.
(Tekelci kapitalizmin gelişme eğilimi, tek tekele doğru gidiş eğilimidir. Bu eğilimin, emperyalizmin birleşmesi ve tek bir emperyalist mihrakın oluşmasına temel yarattığı da bir gerçektir. Ne var ki, bu, kapitalizmin tek bir dünya tekeli olarak teşekkül edeceği ve tek mihraklı bir emperyalist dünyanın kurulacağı anlamına gelmemektedir. Çünkü, kapitalizmin eğilimleri, sadece tek tekele gidiş eğiliminden ibaret olmadığı gibi, sistemin bağrındaki karşıtlıklar, onun bu eğiliminin önünü, kaçınılamaz olarak kesen ve kesecek nitelikte olan karşıtlıklardır. Kapitalizmin, eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi, sistemin temel ekonomik ve toplumsal çelişkileri ve bu çelişkilerin yol açtığı ekonomik, toplumsal ve politik olgular, tek dünya tekeli ve birleşmiş (çelişkisiz) kapitalist dünyanın teşekkülünü baltalamakta ve olanaksızlaştırmaktadır. Dolayısıyla, tek tekele doğru gidiş ve “tek kutuplu” dünya, teorik bir varsayım olarak kalmakta ve pratikte gerçekleşen ise, tekelci gruplar ve emperyalist devletlerarasındaki parçalanma, mücadele ve savaş olmaktadır. Dünyadaki bölünme ve parçalanmaya, devrim ve sosyalizmin zaferinden başka herhangi bir şeyin son vermesi olanaksızdır. “Tek kutuplu dünya” tezleri, kapitalizm ve emperyalizmi örtbas etmek ve evrensel düzen olarak kutsamaktan başka bir anlam taşımamaktadır.)
Kapitalist tekeller ve büyük emperyalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme doğrultusu; yeni bir alana sıçrayan pazar ve etki alanları mücadeleleri ve yeni emperyalist gruplaşma eğilimleri
Büyük emperyalist devletlerarasında artmakta olan çelişki ve çoğalmakta olan ayrılıkların gerisinde, bu ülkelere ait kapitalist tekeller arasında şiddetlenmekte olan pazar ve etki alanları mücadelesi yatmaktadır. Dünya ekonomisine hâkim olan belli başlı kapitalist ülkelerin tekelci kapitalist grupları, daha önceki dönemden ayrılan özellikler gösteren yeni bir egemenlik mücadelesi dönemini başlatmış durumdadır. Bir yandan, derinleşmekte olan ekonomik krizin yüklerinden (proletarya ve halklara saldın) kurtulmak, öte yandan, sahip oldukları pazarlardaki egemenliklerini pekiştirirken rakip tekellerin gücünü özellikle kendi pazarlarında kırmak ve yeni pazarlara yayılmak için verilen mücadele, son otuz kırk yıldan bu yana görülmeyen yeni özellikler göstermektedir.
Kapitalist tekeller ve mali sermaye grupla-n; “liberalleşme”, “serbest piyasa” ve “serbest ticaret” adı altında; gerçekte, sermayenin yeni bir merkezileşmesi, yeni bir yoğunlaşması ve proletarya ve halkların sömürülmesinin, mutlak yoksullaşmayı da dayatan yeni bir yükselişi dönemini açmaktadırlar. Kapitalist tekeller ve mali sermaye grupları, daha esnek ama daha karmaşık ilişkiler içinde yeniden mevzilenmektedirler. Fakat kapitalist tekellerin gündemine girmiş olan yeni saldırı kampanyası ve yeniden örgütlenme ve yeniden mevzilenme girişimleri, sadece proletarya ve halklar üzerindeki sömürüyü artırmakla sınırlanan girişimler değildir. Aynı zamanda, kapitalist tekeller ve mali sermaye grupları arasında hızla artan çıkar ayrılıklarının dayattığı mücadelede gerektiği kadar güçlü olma girişimi anlamına da gelmektedir. Paylaşılması, Doğu Bloğu’nun çökmesiyle tamamlanmış olan dünya pazarı ve etki alanlarının, ekonomik güç oranları ve ülkelerin potansiyel gelişme derecelerine göre yeniden bölüşülmesi mücadelesi… Kapitalist tekeller ve mali sermaye gruplarının yeniden mevzilenmelerinin gerisinde yatan temel dürtülerden birisi de budur.
Başta sermaye ve para piyasası olmak üzere, otomotiv, metal, elektronik, telekomünikasyon, enerji ve kimya vb. sektörlerde derinleşen ve dünya ekonomisinin bütün dallarını kucaklama eğiliminde olan bu yeni tekelci rekabet dalgasının şimdiki çapı ve dayandığı yeni tekelci hazırlık ve stratejiler, bu bakımdan çarpıcı veriler durumundadır. Her yönüyle ortadadır ki; tekelci birlikler ve mali sermaye grupları arasında giderek derinleşen, sertleşen ve olgunlaşan çelişkiler ve artan çıkar ayrılıkları; hile ve zor dâhil, her türden aracı kullanmayı da içeren ve yeni ittifaklara ve kesin hesaplaşmalara da götürecek olan yeni bir egemenlik mücadelesi dönemini kaçınılamaz kılan özellikler kazanmış durumdadır.
Kapitalist devletlerarasındaki ilişkilerin gerisinde, kuşkusuz, tekelci kapitalist grupların pazar uğruna yürüttükleri tekel mücadelesi yatmaktadır. Ama ne var ki; kapitalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkiler, tek tek tekelci gruplar arasındaki ilişki ve çelişkilerden çok daha kapsamlı, çok daha karmaşıktır. Tekelci kapitalist devletler, bir yandan kapitalist tekeller tarafından yönetilirken, öte yandan, tek tek tekelci grupları, genel olarak sermayenin çıkarlarına göre yönlendiren ve rakip tekellere karşı mücadelelerinde örgütleyip disipline eden genel tekel olarak işlev görmektedir. Ve rakip kapitalist devletlerle ilişkilerinde, ortak tekelci çıkarların (devletin çıkarlarının) koruyucusu rolünü üstlenmektedirler. Büyük emperyalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerin durumunun, belirsizlik ve gerginlik ilişkileri ve yeni bir mücadele eğilimi tarafından karakterize edildiği, kimsenin inkâr edemeyeceği bir açıklıkla dışa vurmuş durumdadır. Başlıca emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme doğrultusunu, kabaca da olsa irdelemek, dünyadaki durumu anlamak için yetmektedir.
ABD’nin dünya hegemonyası ve özellikle enerji kaynaklan ve egemenlik mücadelesi için stratejik önem taşıyan bölgeler üzerindeki tekeline karşı yeni emperyalist mihraklar oluşmaktadır. Emperyalist yeni bloklaşma ve gruplaşma eğilimleri, çözülemeyen sorunları da çoğaltarak, her geçen gün güçlenmektedir. Daha önceki dönemde; ABD’nin desteği ile oluşturulmuş Avrupa Topluluğu, “yeni dünya düzeni”nin ilanından bu yana ABD’den bağımsızlaşma eğilimini giderek güçlendirmiş; ekonomik gücüne uygun düşen bir politik ve askeri nüfuz talep etme yoluna gitmiştir. Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği Avrupa emperyalizmi; bir yandan, dünyanın hemen bütün bölgelerindeki anlaşmazlıklara müdahale ederken; öte yandan, NATO’dan bağımsız, ayrı bir emperyalist ordu kurmuş durumdadır. Giderek iç çelişkileri çoğalsa da, “birleşik” Avrupa emperyalizmi, dünya egemenliği mücadelesinde, halen en önemli iki mihraktan biri durumundadır. Avrupa Topluluğu; Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük güçlerin Avrupa ve dünya pazarlarında ortak hareket etme ve ilerlemelerinin aracı olurken; ABD ve Japon tekellerine karşı korunma ve dünya ticaretini lehlerine çevirmede de önemli bir işlev görmektedir. Avrupa Topluluğu’nun patronu, kuşkusuz Almanya’dır ve Topluluk’un kural ve mekanizmalarını, öteki Avrupa büyüklerini sınırlayabilecek şekilde kullanma ağırlığı kazanmış durumdadır. Ekonomik ve politik “birlik” süreci bugün de devam etmesine karşın; Birleşik Avrupa, bizzat şimdi birlikten yana olan Almanya, Fransa, İngiltere gibi büyük kapitalist devletlerarasındaki çelişkiler ve Avrupa’daki Rusya faktörü nedeniyle olanaksız görünmektedir. (Birleşik Avrupa Devleti düşüncesinin (Kapitalist Avrupa) yüzyılın başlarında alevlendiği bilinmektedir. “Tek kutuplu” dünya sorunuyla ilgili olarak, bir önceki dipnotta vurgulandığı gibi, kapitalizm ve emperyalizm koşullarında, Avrupa’nın “tek tekel” ve tek bir devlet olarak birleşme “eğilimi”, sistemin bağrındaki çelişkiler ve eşitsiz gelişmenin doğurduğu olgular tarafından baltalanmaktadır. Avrupa Topluluğu, daha “birleşme” sürecinin başında bulunmasına karşın; Topluluk içi çelişkiler ve çatışmalar hızla çoğalmakta ve sürükleyici büyük güçlerin, Topluluk dışı büyük kapitalist ülkelerle ilişkileri, daha bugünden farklı yönlerde gelişme eğilimlerini sürekli güçlendirmektedir. Gelişmeler göstermektedir ki; Avrupa’nın tek devlet olarak birleşmesi bir yana, emperyalist bir politik ve askeri pakt olarak da, durumunu zora sokan olaylar yaşamak zorunda kalmaktadır. Peş peşe gelen “para krizleri”nde küçük ülkelerin sarsılması, İngiltere ve İtalya’nın sistemin dışına çıkmasına yol açacak ayrılıkların yaşanması; Topluluğun büyük güçlerinin uluslararası sorunlarda çıkar karşıtlıkları (Ortadoğu ve Balkanlar’da, İngiltere’nin ABD yanında ve Almanya ve Fransa karşısında yer alması) içine düşmesi; Topluluk organlarında onaylanan anlaşmaların tekeller ve hükümetler tarafından giderek daha fazla delinmesi ve içteki anlaşmazlık konularının çoğalması ve İngiltere’nin özellikle ABD ile ilişkileri ve Almanya’nın Rusya ile bağlantılarının (ortakların farklı yönde gelişen uluslararası ilişkileri) genişlemesinin yanı sıra, Alman, Fransız ve öteki ülke tekelleri arasındaki mücadelelerin giderek kendini hissettirmesi; bütün bu olgular ve Avrupa’nın büyük ülkelerinde derinleşen kriz ve yol açtığı (sınıf) mücadelelerin gelişme seyri, Avrupa Topluluğu’nun (ortak emperyalist pakt olarak dahi) geleceğini belirsizleştiren ve tehdit altına alan olgular durumundadır.) Fakat burada vurgulananlardan, Avrupa Topluluğu’nun dünya hegemonyası uğruna mücadele eden emperyalist bir blok olamayacağı ve bu bakımdan geleceğinin bulunmadığı sonucu elbette çıkarılmamalıdır. Sorun şudur ki; Avrupa Topluluğu, dünyanın bir önceki döneminin güç ilişkileri üzerinden şekillenmiş bir topluluktur. İngiltere’nin ABD ile olan ekonomik ve politik bağımlılıkları, Almanya’nın Rusya ile gelişen ilişkileri ve gene Almanya’nın Fransa ile olan rekabeti vb. nedenlerle, geleceği belirsizliklerle doludur ve iç çelişkileri, giderek artmaktadır. Emperyalist bir blok olarak, Avrupa Topluluğu’nun geleceği; dünyanın girmekte olduğu dönemdeki (ekonomik, politik) egemenlik mücadeleleri, Avrupa’daki sınıf savaşları ve daha pek çok etkenin; emperyalist devletleri, hangi ittifaklara ve ne türden bloklaşmalara zorlayarak karşı karşıya getireceğine bağlanmış, belirsiz bir gelecek durumundadır. Öte yandan, AET bugünden, geleceğin emperyalist bloklarından birisi olarak, kuşkusuz mutlaklaştırılmamalıdır.
* Alman emperyalizmi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesinden ve Ortadoğu’daki savaştan bu yana, öteki emperyalist ülkeler ve özellikle ABD karşısında hızla yayılmış ve avantajlar kazanmış bir ülke haline gelmiştir. Avrupa Topluluğu’na patronluk yapan, öte yandan ondan bağımsız hareket eden bu ülke, Batı Avrupa ve Doğu Avrupa’da; Rusya’da, Kafkasya’da, İran’da ve Balkanlar’da ve hâttâ L. Amerika’da yeni ve önemli (ekonomik ve politik) mevziler tutmuş durumdadır. Görülmektedir ki; Hitler’ci Almanya’nın silah gücüyle ele geçirmeye çalıştığı pazarları ve ülkeleri, bugünkü Almanya, şimdilik, ekonomik gücüyle istila etme stratejisi izlemektedir. Almanya’nın, Doğu Avrupa, Rusya ve Kafkasya pazarlarındaki yayılması ve açık ve örtülü siyasal ilişkiler geliştirmesinin ilginçliği şuradadır ki; özellikle ABD emperyalizminin dünya egemenliğine; Doğu Asya’da (özellikle Çin) ilerleyen Japon ve ABD kapitalizmine ve iç çelişkileri çoğalmakta olan Avrupa Topluluğu’nun büyük ülkelerinin direniş ve rekabetlerine karşı, muhtemeldir ki, gelecekteki Almanya-Rusya ittifakının temellerini atmaktadır. (Burada ileri sürülenlerden, Alman-Rus ittifakının mutlak olarak gerçekleştiği, ya da mutlak olarak gerçekleştirileceği sonucu çıkarılmamalıdır. Dünyadaki emperyalist gruplaşma ve ittifakların gerçekleşmesi, pek çok faktörün uygun gelişmesine bağlıdır. Gelişmelerin farklı bir yön almaları da olanak dahilindedir. Gözden kaçmaması gereken şudur ki; hem Avrupalı emperyalist devletlerin büyük öteki devletlerle ilişkileri ve hem de Almanya’nın alternatifli eğilim ve yönelimleri, tarihte olmuş bitmiş olandan farklılıklar göstermektedir. Mevcut ittifakları, yanı sıra artan belirsizlikleri ve bugünkü ekonomik ve politik ilişki ve eğilimleri dikkate almak gerekmektedir. Almanya ve Rusya, bu iki ülke, hem Avrupa’daki en iddialı rakip, hem de muhtemel müttefik pozisyonundadırlar. II. Büyük Savaş’tan önceki dönemde, emperyalist kampların (iki büyük savaştaki her iki emperyalist kampın) liderlikleri Avrupa’da oluşmuş ve merkezileşmişti. Bugünkü dünya, bu bakımdan da farklıdır. Ve Rusya ve Almanya arasındaki ilişkiler, bir yandan bu farklılık, öte yandan, Avrupa dışındaki emperyalist ülkelerle güç ve ilişkileri bakımdan da önem taşımaktadır.) Alman emperyalizmi, en gelişmiş olan Avrupa pazarlarında tuttuğu mevzilerle ve Doğu Avrupa ve Rusya’da, ABD’yi ve öteki emperyalistleri adeta saf dışı bırakan ilerlemesiyle, dünya hegemonyası peşinde koşan ve yeni emperyalist gruplaşmalarda, lider rolü oynayan en önemli emperyalist güç durumundadır. Alman kapitalizminin derinleşen krizinin, bu ülkedeki yayılmacı eğilim ve girişimleri kışkırttığı dikkate alınırsa; dünyada yeni bir savaş mihrakının oluşmasında başlıca rolü oynayacak ülkelerin başında Almanya’nın bulunacağı anlaşılır bir şey olacaktır.
* Şu anda ekonomik ve politik kriz ve toplumsal çözülmenin baskı ve kaosu altında olan Rusya; bağımsız sanayi temeli, askeri gücü ve hâlihazırdaki etki alanlarıyla Almanya ile müttefik (aynı zamanda rakip) olabilecek bir ülke olduğu gibi; kim ne gözle bakarsa baksın, dünya hegemonyası peşinde koşmaktan geri kalmayan ve kalmayacak olan bir ülke konumundadır. Üzerindeki uluslararası baskıya ve ağır ekonomik ve politik krize karşın; Kafkas ve Orta Asya Cumhuriyetleri’ni hizaya getirmeyi başarmış; Baltık’ı ve Ortadoğu ülkelerini etki ve nüfuz alanı ilan etmiş ve Balkanlardaki çatışmalarda “taraf olarak kendini bütün ötekilere kabul ettirmiştir. Olup bitenlerden anlaşılan şudur ki; “Birleşik Avrupa” süreci şimdilik “devam” etse bile, Rusya olmadan Avrupa’nın birleşmesinden söz edilemeyeceği gibi; Rusya’nın olduğu koşullarda da, o çok “umut” bağlanan Avrupa Birliği (Birleşmiş Avrupa Devleti) büyük oranda olanaksız görünmektedir. Kim ne derse desin; büyük ekonomik-teknolojik gücü, gelişmiş silah sanayisi ve Çarlıktan devraldığı emeller ve çelişkilerle Rusya, Avrupa, Uzak Asya ve Ortadoğu’da, en İddialı emperyalist devletlerden biri olarak, dünyanın gündemindeki yerini şimdiden almış durumdadır. Rusya, şu anda, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerden de yararlanarak, hem iç sorunlarını hafifletme ve hem de, yeni mevziler ve avantajlar kazanma politikası izlemektedir. Ve önemli sayılabilecek adımlar da atmaktadır.
* ABD emperyalizminin hegemonyasına ve Amerikancı “yeni dünya düzenine karşı mücadele içinde olan emperyalist devletler kuşkusuz bunlardan ibaret değildir. Arkasına uzun süre ABD desteği almış olan Japonya, son on yıldan bu yana yükselen ve yayılma temposunu hızlandıran başka bir emperyalist ülke olarak pazar ve etki alanları mücadelesi içindedir. Doğu Asya’da tekel sahibi olan bu ülke; Avrupa ve Amerika pazarlarında yayılırken, hem ABD tekellerinin geride kalması, hem de Çin’in açıktan açığa kapitalizme dönmesi sayesinde büyük bir ekonomik (ve politik) güç haline gelmiştir. Hızla yayıldığı Çin’i sömürgeleştirme ve yedeklemede ABD desteği (çıkarlarının zorlaması sonucu) bulan Japonya, rakip ülkelerle bizzat kendi merkezlerinde (Avrupa ve ABD) mücadele etmektedir. (Çin, kuşkusuz, sadece, sömürgeleştirilmeye çalışılan ve sömürgeleşecek bir ülke değildir. Emperyalist ülkeler için, büyük bir pazar olan ve onları buralarda rekabet ve mücadeleye zorlayan Çin ekonomisi, dünyadaki büyük ve potansiyelli ekonomilerden biridir. Ne var ki, Çin’in durumu, bir yönüyle, Ekim Devrimi öncesindeki Rusya’nın öteki ülkeler karşısındaki durumunu andırmaktadır. Çin’in, hem geri, hem gelişen; hem sömürgeleştirilme süreci yaşayan ve hem de, emperyalist emelleri ve özellikleri olan bir ülke olduğunu unutmamak gerekmektedir. Ve dünya politikasında, kuşkusuz önemli bir yere sahiptir.) Ve rakiplerini, gelişmiş Avrupa ve ABD pazarında vurduğu ölçüde öteki ülkelerde güç alacağını hesap eden bir politika izlemektedir. Bütün yönlerden belirginleşmemiş de olsa Japonya, ABD’nin (Avrupa ve Almanya’ya karşı) hem müttefiki, hem de, en önemli rakiplerinden biri durumundadır. Japon emperyalizmi hegemonya mücadelesi içindedir; bağımsız ordusunu güçlendirmeye ve savaş sanayisini geliştirmeye yönelmesi, gelişmekte olan bu hegemonya mücadelesinin bir unsuru olarak gündemine girmiştir. Uzakdoğu “ortak pazarı” girişimi, Japonya açısından sadece bir ilk adımdır. Japonya, dünya hegemonyası peşinde koşan ve şu anda, dünyadaki en büyük iki üç ekonomik güçten birisidir.
* Emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerde meydana gelen bu değişiklikler karşısında, ABD emperyalizminin kayıtsız kaldığı ya da geri çekilme içinde bulunduğundan kuşkusuz söz edilemez. ABD emperyalizminin, bugünkü ekonomik gücüyle, dünya ölçeğindeki politik ve askeri hegemonyası arasında bir oransızlığın bulunduğu, öteki büyük emperyalist ülkelerin bu oransızlıktan yararlanma politikası izledikleri bir gerçektir. Son birkaç yıl içinde meydana gelen olgu ve olaylar; Amerikan kapitalizmi ve ABD emperyalizminin, bütün olanakları ve bütün araçları kullanarak pazar ve etki alanlarını koruma ve pekiştirme; yeni pazarlar ve etki alanlarına yayılma ve Amerikancı dünya statükosunu her yerde dayatma çizgisi izlemekte olduğunu göstermektedir.
Dünyadaki tek süper devlet olarak kalan ABD emperyalizmi, özellikle Japon ve Alman yayılmasına karşı kendi pazarını koruma; dinamizmini önemli oranda yitirmesine rağmen büyüklüpnü hâlâ koruyan ekonomisini yeni teşviklerle destekleme ve öncelikle “arka bahçesizini sağlama alma çizgisi izlemektedir. NAFTA’nın alelacele kuruluşu ve Latin Amerika’daki ekonomik ve politik “istikrar”ı sağlamaya yönelik girişimler; bir yandan, tekelci kapitalist gruplara yeni hamle gücü kazandırmayı hedeflerken; öte yandan, bu pazarlarda yayılan Japonya, Almanya ve öteki ülkelere ait tekelleri durdurma anlamına da gelmektedir. ABD emperyalizmi, gerek bu “arka bahçe”sini sağlamlaştırıcı önlemlere; gerek Japonya’yla ilişkilerine ve Çin’de artmakta olan etkisine; ve gerekse, İngiltere ve Avrupa’daki ekonomik mevzileri ve politik ilişkilerine dayanarak Avrupa pazarında yeni ataklar içindedir; Almanya’nın ve öteki Avrupa büyüklerinin (özellikle Fransa) Doğu Avrupa, Balkanlar, Rusya ve Kafkasya’da ilerlemelerini durdurma mücadelesi vermektedir.
Almanya’nın (şimdilik) ekonomik olan ve sürekli artan yayılması karşısında; ABD emperyalizmi, Doğu Avrupa, Balkanlar, Rusya ve Kafkasya’da asla ilgisiz değildir. Politik ve askeri nüfuzunu kullanarak; bu bölgelerde mevzi kazanma ve köprübaşı olabilecek yeni etki alanları ele geçirme mücadelesi vermektedir. Ekonomisi, dinamiklerini aşındırmış ve derinleşen kriz içinde bir ekonomi olmasına karşın; bu mücadelede ABD’nin rakiplerine karşı kullandığı ve kullanacağı silahlar; bir dönem için de olsa, son derece etkili silahlar durumundadır. ABD, bağımsız sanayi temeline sahip (öteki ülke Rusya’dır) başlıca iki büyük ülkeden biridir ve halen, önemli bazı sanayi dallarındaki yüksek teknoloji tekelini elinde bulundurmaktadır. Öte yandan, başlıca enerji kaynaklan (petrol) ve enerji nakil yolları (Ortadoğu ve L. Amerika) ABD tekellerinin ve Amerikan ordusunun tekeli ve denetimi altındadır. Ayrıca; dünyanın her yerine yayılmış ve şimdi Rusya dışında rakip tanımayan silahlı kuvvetleri, gelişmiş gizli servis ve diplomasi örgütleri ve bir önceki mücadele döneminde, hemen her önemli bölgede, Amerikan sermayesi üzerinden palazlanmış işbirlikçi burjuva gericilikler ve Amerikancı devletlerle kurulmuş ilişkiler, Amerikan emperyalizminin rakip ülkelere karşı mücadeledeki en önemli silahlarıdırlar. Ve ABD emperyalizmi, dünya emperyalizminin şimdiki savaş makinesi işlevini de görmektedir.
Olguların dile getirdiği son söz şudur: Kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ve tekelci kapitalist gruplann çıkartan, ABD emperyalizmini, yeni pazarlar ve etki alanları için ve dünyayı yeniden fethetmek için mücadeleye mahkûm etmektedir. Öte yandan; sivrilen ve yükselen emperyalizmin temsilcileri Japonya, Almanya ve yanı sıra Rusya, Fransa ve nispeten İngiltere, aynı dürtü ve nedenlerle Amerikancı “yeni dünya düzeni”nin dayattığı statülere karşı direnmeye; yeni pazarlar, yeni etki alanları ve çıkarlarına uygun statüler uğruna mücadeleye zorunlu durumdadır. (AET üyesi olmasına karşın, İngiltere, ABD ekonomisi ve “güvenlik” sistemleriyle olan bağımlılık ilişkileri nedeniyle, AET-ABD ilişkilerinde ve çoğu uluslararası sorunlarda, ABD ile aynı hat üzerinde bulunan politikalar izlemektedir. Bu, Ortadoğu’da ve Balkanlar’da açıkça görülmektedir. İngiltere, AET içindeki ABD “temsilciliği” gibi de hareket edebilmektedir. Ne var ki, AET içinde ve Topluluğun geleceği için ciddi zaaf unsuru olurken, ABD’den bağımsız çıkarlarının bulunduğuna kuşku yoktur. İngiltere, emperyalist bir ülkedir.)
Ortadoğu’daki emperyalist savaştan bu yana daha da artan çıkar ayrılıkları ve bu ayrılıklar üzerinden meydana gelmiş olan olgular, bu çarpıcı gerçeği kanıtlamaya yetmektedir. Şunlar gerçek birer olgudur: Ortadoğu ve Somali’ye müdahalede işbirliği yapan büyük emperyalist ülkeler, “statü” ve “çözüm” üzerinde anlaşamamışlar; anlaşmazlık ve çözümsüzlükler, çözülemeyen ve ertelenen yeni sorunlara yol açarak bugüne kadar devam ede-gelmiştir. (Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, ekonomik bakımdan olduğu gibi, hegemonya mücadelesi (politik, askeri) açısından da, dünyanın en önemli stratejik bölgelerinin başında gelmektedir. Bu bölgelerde yaşanan karışıklık ve çatışmaların gerisinde, emperyalist çıkar mücadelesi yatmaktadır. Emperyalist ülkeler, şu ya da bu “çözüm’ler üzerinde bugün anlaşsa ve hâlihazırdaki çatışmalar sona erse bile, çıkar ayrılıkları bitmiş, sorunlar çözülmüş ve bu bölgelerde istikrar tesis edilmiş olmayacaktır. Yeni mücadeleler ve çatışmalar, bu bölgeleri tehdit etmeye ve karışıklıklar artmaya devam edecektir. Çünkü emperyalist devletlerarasındaki çıkar mücadelesi, bu bölgeleri, başlıca mücadele alanları olmaya mahkûm etmiştir.) Balkanlar’daki çelişki ve çatışmaların patlak vermesinde ve bitirilip bitirilmemesi sorunlarında; aynı şekilde, emperyalist çıkar karşıtlıkları başlıca etken olmuş; “yeni dünya düzeni”, Slovenya, Hırvatistan ve Bosna’da Almanya’nın; Sırbistan’da Rusya, İngiltere ve nispeten ABD’nin değişiklikler gösteren çıkarlarıyla delinmiştir. İran ve Libya’yı “terörist ülke” ilan eden “uluslararası topluluk”, Almanya ve Fransa’nın bu ülkelerdeki “ilişkileri” ve “çıkarları”yla karşılaşmak zorunda kalmıştır. Rusya ve öteki emperyalist ülkelerin birbirlerini dışlayan çıkar mücadeleleri ile kışkırttıkları Kafkasya’daki şimdiki savaşlar “bitirilse” bile, mevcut düzen içinde çözümü olanaksız çelişkilerin, yeni çatışmalara yol açacak nitelikte çelişkiler olduğundan söz etmeye gerek olmadığı ise, herkesçe görülebilir bir gerçek durumundadır. Güney Asya’daki, Afrika’daki, Latin Amerika’daki ve dünyanın başka yerlerindeki karışıklık ve çatışmalardan ve emperyalist devletlerin, bu karışıklık ve çatışmalar içinde tuttukları mevzilerden söz etmeye hiç gerek yoktur. Emperyalist çıkar karşıtlıklarının şimdi yoğunlaşmış bulunduğu Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın, geçmişteki iki büyük paylaşım savaşına yol açan başlıca anlaşmazlık bölgeleri olduklarını vurgulamak, dünyadaki belirsizliği, istikrarsızlığı ve büyük güçler arasıdaki çelişki ve ilişkilerin gerçek içeriğini ve gelişme doğrultusunu açıklamaya yeterlidir.
Kaldı ki, emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme yönünü vurgulayan ekonomik ve politik olgular, sadece söz edilen bölgelerdeki gerginlikler, çatışmalar ve savaşlardan ibaret değildir. Kapitalizmin anavatanı ve emperyalizmin esin kaynağı Avrupa, kapitalist tekeller tarafından yeni pazar paylaşımı konusu haline getirilmiştir ve tekelci birlikler arasındaki yeni “ittifaklara” ve yeni karmaşık “ilişkilere” tanık olmaktadır. Göreceli olarak “istikrar” içindeki Avrupa’da, gerginlik, karışıklık ve çatışma bölgeleri olarak vurgulanan öteki bölgelerden farklı özellikler gösteren yeni bir savaşın ilk hazırlıkları yapılmış, ilk adımları atılmış ve ilk belirtileri ortaya çıkmıştır. Devlet tekelini de arkasına alan kapitalist tekeller ve mali sermaye grupları, öncelikle Avrupa’da, ardından ABD’de yoğunlaşan ve bütün uluslararası pazara yayılan yeni bir mücadele ve savaş dönemine kapıyı açmış durumdadır. Üstelik böylesine geniş çaplı bir mücadele ve savaş dönemi, kapitalizmin krizindeki yeni derinleşme sürecinin kendini kabul ettirdiği ve giderek derinleşen kriz tarafından tahrik edildiği koşullarda gündeme girmiştir. Ve giderek şiddetlenen tekelci gruplar arasındaki mücadelenin gerisinde ve aynı zamanda ön cephesinde, büyük emperyalist devletlerin egemenlik stratejileri ve mali, ekonomik, politik güçlerinin bulunduğuna kuşku yoktur.
Özet olarak altı çizilecek olursa; bir bölümüne yukarıda değinilen olgular, aklı başında hiç kimseye, “yeni dünya düzeni”, “barış” ve “işbirliği içinde gelişme” umutlarına kapılma olanağı tanımamaktadır. Gerçek olguların verdiği bilgi şudur ki; sadece kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkiler açısından bakılsa bile; “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in ekonomik, politik ve askeri kurumlarının, ekonomik ve politik temelleri oluşmadan yok olmuştur. Şimdiki dünyayı “temsil” eden kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin davranış biçimlerini, aralarındaki ilişkileri ve izleyecekleri politik, askeri stratejileri belirleyecek olan faktörler, “yeni dünya düzeni”nin uluslararası kurum ve örgütleri değil, kapitalist sermaye grupları ve emperyalist devletlerin eşitsiz gelişmesi açıkça su yüzüne çıkmış olan ekonomik, politik ve askeri güçleridir. Görülmekte olduğu gibi; ekonomik, politik ve askeri güç ve bu gücün tahrik ettiği çıkarlar; emperyalist dünyaya, “istikrar”, “barış” ve “küreselleşme” getirmemiş; tam aksine, belirsizlik, gerginlik, bölünme, gruplaşma, bloklaşma, çatışma ve savaş eğilimini dayatmıştır. Devrimci işçi ve gerçek komünistin, kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerden anladığı budur. Ve olguların doğruladığı da budur; bundan kuşku duymak için herhangi bir neden de yoktur.

II
EMPERYALİST “YENİ DÜNYA DÜZENİ”;
“UYUM” İÇİNDE “KALKINMA”, TOPLUMSAL “REFAH” VE KARŞIT SINIFLAR VE
EZEN VE EZİLEN HALKLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLER ÜZERİNE

Doğu Bloğu ve Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle kurulduğu öne sürülen “yeni dünya düzeni”; sadece, kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki “uyum”, “birlik” ve “barış” olarak değil; aynı zamanda, kapitalist toplumlardaki karşıt sınıflar ve dünyadaki ezen uluslarla ezilen halklar arasındaki “barış”, “birlik” ve “uyum” olarak da ilan edilmiştir. “Yeni dünya düzeni”nin, bu özellikleriyle de ilan edilebilmesinin, kuşkusuz “açıklayıcı” nedenleri vardır: Bu nedenlerden ilki, dünya işçi sınıfı hareketi ve halkların antiemperyalist mücadelesinin 1980’li yıllar sonlarında ve ’90’lı yıllar başlarında dibe vuran bir çizgiye gerilemesi; ikincisi ise, işçi sınıfı ve halkların hareketinin tarihte görülmemiş derecedeki bu gerilemesinin; uluslararası burjuvazi ve gericiliğe, 1950’lerin sonlarında yıkılan sosyalizmin ve emperyalizme karşı mücadelenin kazanımlarından geriye kalan kırıntıları toptan yok etme olanağı sunmasıdır.
Bir yanda, dünyanın yeniden paylaşılmasının (Doğu Bloğu’nun çökmesiyle) tamamlanması ve emperyalist devletlerarasında göreceli bir “denge” görüntüsü meydana gelmesi; öte yanda, ileri işçi sınıfı ve ezilen halkların hareketinin tarihte görülmemiş bir gerileme içine düşmesi: Biri ötekiyle bağlantılı başlıca bu iki olgu, topyekûn uluslararası birleşik saldırıya olanak verdiği gibi; ileri işçi sınıfı ve ezilen halkların, “yeni dünya düzeni” ile ilgili yanılsamaya sürüklenmelerine zemin oluşturan olgular da olmuşlardır. Sınıf mücadeleleri ve sosyalizmin tarihsel bir yanılgı ve artık geride kalmış ve aşılmış bir sapma olduğu; emperyalizmin, ulusal baskı ve ulusal eşitsizliklerin tarihsel bir hata olan sosyalizmden kaynaklandığı; ve kapitalizmin, çelişkilerini aşarak uyumlu ve refah vaat eden yeni bir toplumsal düzene dönüştüğü ile ilgili aldatıcı propaganda; başlıca bu iki olgunun, ileri işçi sınıfı ve geri halkları etkilemesi sayesinde güç bulmuştur. Uluslararası burjuvazi ve gericilik, uluslararası işçi ve hal-koyunu aldatma ve uyuşturmada, başlıca bu iki olguyu ve sonuçlarını büyük oranda kullanmıştır.
Fakat ne var ki; tıpkı kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik güç değişikliklerinin (sermaye birikimindeki oransızlık) kendini kabul ettirmesi ve dünyanın yeniden bölüşülmesini gündeme getirmesi gibi; ekonomik krizin yeni derinleşme döneminin şiddetlendirdiği birleşik top-yekûn saldırı girişimi (tarihsel kazanımların son kırıntılarının tasfiyesi); sınıf mücadelesi ve emperyalizmden kurtuluş hareketi ile ilgili yanılsamanın yıkılması sürecinin açılmasını da kaçınılamaz kılmıştır. Son bir iki yıldır, uluslararası proletarya ve dünya halkları saflarında, yeni bir uyanışın ilk belirtilerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Ve bunda, girilen dönemin gösterdiği özelliklerin, başlıca tahrik edici etkenler oldukları kesin bir gerçektir.
Gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerde başlatılmış bulunan saldırıların girilen yeni dönem koşullarındaki anlamı şudur ki; burjuvazi ve gericilikler, uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halkların yüz yıllık mücadele içinde elde ettikleri kazanımların son kalıntılarını da tehdit altına almışlar; işçi ve emekçi kitleleri, mutlak yoksulluk, mutlak sefalet ve mutlak sınıfsal ve ulusal köleliğe mahkûm bir konuma düşürmüşlerdir. Fakat bu topyekûn ve birleşik saldırının, karşıt toplumsal güçleri uyandıracak ve harekete geçirecek bir özellik kazanmaya başladığı da, bir gerçek olarak kendini kabul ettirmektedir. Ortadoğu’daki emperyalist abluka ve öteki bölgelerdeki gerici savaşların işçiler ve emekçiler dünyasında uyandırdığı duygular bir yana; yeniden derinleşmekte olan ekonomik kriz ve tekelci gruplar ve emperyalist devletlerarasında sertleşmekte olan mücadelenin faturasını, işçi sınıfı ve halklara yükleyen yeni saldırı kampanyasının, proleter sınıf mücadelesi ve halk kurtuluş hareketinin devrimci ve anti-emperyalist uyanış ve atılımının temel koşullarını hazırlayacak bir yöne girmiş olduğu görülmektedir. Bu saldırı kampanyasının, uluslararası proletarya ve ezilen halkların yaşantı ve duygularını etkilemesi kaçınılamaz bir olgu haline gelmiştir. Gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki proleter ve emekçi sınıfların yaşantısında görülen değişiklikler, sürecin gelişme yönüne işaret eden ilk veriler olarak görülmelidirler. Çünkü gerçekten de ilk veriler durumundadırlar.
Son bir iki yılın tanık olduğu olgulara bakıldığında; “yeni dünya düzeni” kampanyasından, daha ileri bir “refah” uman gelişmiş ülkeler ve eski “Doğu Bloğu” ülkeleri işçilerinin, derin hayal kırıklıkları içine düştükleri ve son otuz yıldakinin aksine, yönü değişen ve yenilenmiş dinamiklere dayanan yeni bir hareketlenme içine girdikleri görülmektedir. Aynı umutsuzluk ve hayal kırıklığı ve hareketlenme belirtileri, az çok gelişmiş bağımlı ülke işçi ve emekçileri açısından, kökleri çok daha derinlerde olan bir gerçeklik durumundadır. Bağımlı ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların; sınıf mücadelelerinden ve emperyalizme karşı direnişlerden, geçtiğimiz dönemde de çok fazla uzaklaşmadıkları bilinen bir gerçektir. Şimdi ise, giderek derinleşen bir kopuş ve umutsuzluk içindedirler ve devrim ve sosyalizme yakın duran bir platforma yönelmektedirler. Öte yandan; bütün bu (gelişmiş ve bağımlı) ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların gösterdiği hareketlenmenin; dinamikleri yenilenmiş, yeni başlayan ve geleceği bulunan bir hareketlenme olduğu görülmektedir. Dünya kapitalist ekonomisindeki krizin yeni bir derinleşme dönemine girdiği ve kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin etki ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılmasını gündeme yeniden aldıkları bugünkü koşullarda; gelişmiş kapitalist ülkelerde ve kapitalizmin oldukça geliştiği bağımlı ülkelerde, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıflarda görülen yeni hareketlenme belirtilerinin, gelip geçici belirtiler olarak görülemeyecekleri herkesçe kabul edilmek zorundadır. Bunu kabullenmemenin, olguları ve olgular ve olaylar arasındaki diyalektik ilişkileri inkar anlamına geleceği de son derece açıktır.
Görünen odur ki; çelişkisiz, çatışmasız “refah” ve “uyum” düzeni denilen “yeni dünya düzeni” bu yönüyle de; “sınıf mücadelesinden arınmış düzen” olması özelliğiyle de, kurulmadan bozulmuş ve tarih sahnesine çıkmadan tarihe karışmış bir “düzen” haline gelmiştir. Kapitalizm ve emperyalizmin çelişkileri; sınıf mücadeleleri ve emperyalizme karşı direnişler, kendilerini, her sınıfa, her ulusa ve herkese, daha bugünden kabul ettirmişlerdir. Toplumsal sınıflar arasındaki uyum ve uzlaşmanın simgesi; aynı zamanda, “yeni dünya düzeni”nin tek tek ülkelerdeki toplumsal-politik örgütlenmesi olarak gösterilen “liberal sosyal devlet”in artık “bittiği”nin; bizzat burjuvazinin sözcüleri tarafından ilan edilmesi, bu bakımdan da inkar edilemez bir kanıt durumundadır.
Kapitalizmin yeni kriz döneminde burjuvazinin saldırı planı ve işçi sınıfı hareketinin durumu ve gelişme yönü
İleri kapitalist ülkelerde ve kapitalizmin nispeten geliştiği bağımlı ülkelerde; burjuvazi ve gericiliklerin, işçi sınıfına (ve emekçilere) karşı başlattığı saldırı kampanyası, II. Savaş’tan bu yana süregelen olağan saldırılardan farklı özellikler taşımaktadır. Başlatılmış ve genişletilmekte olan saldırı kampanyası; ilkin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin sınıfa verdiği (devrimin önünü kesmek üzere verilmiş) kazanımların son kırıntılarını geri almayı; ikinci olarak, özellikle gelişmiş ülkelerde yoğunlaşarak derinleşmekte olan ekonomik krizin faturasının ağırlığını proleter ve emekçi kitlelerin sırtına yıkmayı; üçüncü olarak, kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasında genişlemekte olan paylaşım mücadelesinin bugünkü ve gelecekteki (tekeller ve devletler, gelecekteki mücadelenin güçlüklerini bugünden dikkate alarak yeniden örgütlenmeye ve yeniden mevzilenme-ye yönelmişlerdir) ihtiyaçlarını sınıfa ve halklara ödetmeyi öngörmektedir. Bu saldırı kampanyası, topyekûn ve uluslararası bir özellik taşıyor olması nedeniyle, son kırk yıldan bu yana ki saldırı kampanyalarından ayrılan bir kampanya durumundadır.
Burjuvazi ve gericiliklerin başlatmak zorunda kaldıkları bu saldırı kampanyası; şu ya da bu ülkede veya şu ya da bu bölgede başlatılmak zorunda kalınan değil; başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, sistemin bütün ülkelerinde başlatılan ve uluslararası tekelci sermaye kuruluşlarınca da desteklenen bir saldın kampanyasıdır. Ve vurgulanmalıdır ki; şu ya da bu hükümetin ve şu ya da bu sermaye grubunun iradi “tercih”inden bağımsız; kapitalizmin gelişme ve kriz yasalarının, içine girilen dönem için dayattığı acil ihtiyaçların bir ifadesi ve zorunluluğu durumundadır. Dolayısıyla, gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi kitleleri, kapitalizme karşı, sınıf olarak savaşa girmedikleri takdirde, herhangi bir egemen sınıf ya da herhangi bir sermaye grubunun, şu ya da bu yöndeki “tercihi”yle durdurulamayacak olan bir saldırı kampanyasıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Kapitalist ülkeler ve emperyalist dünyanın bugünkü koşullan, otuz kırk yıldan bu yana eşi görülmeyen bu saldırı kampanyasını, burjuvazi ve gericiliklere adeta dayatmış bulunmaktadır. Burjuvazi ve gericiliklerin, saldırıya geçmeye adeta mahkûm bir duruma düştükleri, görmezden gelinemez bir gerçeklik durumundadır.
Hangi sürece yayılarak ve ne gibi biçimler alarak gelişirse gelişsin; bu saldırı kampanyasının, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere, bütün ülkeler işçilerinin yaşantısını derinden etkilediği ve giderek daha derinden etkileyeceği son derece açıktır. Kapitalist sömürü altında olmasına karşın; kırk yıldan bu yana nispi bir “refah” (sömürü oranlarının nispi artışı altında) içinde olan ileri ülkeler işçisine bu saldırı kampanyasının dayattığı şey; mutlak artı-değer sömürüsü, mutlak yoksullaşma, yüksek oranlarla kitleselleşen işsizlik ve derinleşen fiziksel sefalettir. Ayrıca görülmektedir ki; bu geniş çaplı saldırının amacı, sadece, artı-değer sömürüsü ve tekelci kârların yeni ve topyekûn bir yükselişinden ibaret değildir; işçi ve emekçilerin, yoğunlaşan sömürü ve kötüleşen koşullara karşı direnişini baştan bastırmayı da öngörmektedir. “Sosyal refah devleti”nin “bittiği”nin ilan edilmesinden doğan sosyal-politik kısıtlamalar bir yana; “terörizme karşı mücadele” adına uluslararası ölçekte başlatılan ve tek tek “demokratik” ülkelerde dahi gerekleri şimdiden yerine getirilen polisiye önlemler ilk hazırlıklardır. Kaldı ki; işletmeler ve şirketlerin yeniden “reorganize” edilmesine girişilmesinin en önemli nedenlerinden birisi; kapitalistler ve tekelci grupların, işçilere karşı şiddetlendirmekte oldukları mücadelede, en avantajlı silahlarla yeniden donanmalarıdır. Sağından “sol”una burjuva partilerin, adeta bir blok (ve tek bir parti) halinde hareket etmeleri ve faşist hareketlerin yeni bir yükseliş dönemine girmeleri ise, kuşkusuz, sorunun başka bir boyutudur. Burjuvazi ve gericiliklerin, topyekûn sınıf savaşlarını göz ardı etmedikleri, aksine göze almakta ve hazırlanmakta oldukları görülmektedir.
Burjuvazi ve gericiliklerin sınıfa saldırısının çapı böylesine geniş bir alanı kucaklarken; ileri işçi sınıfı ve nispeten geri ülkelerdeki işçi sınıfı hareketinin, kırk yıl öncesinden bu yana, sendikalist bir platforma adım adım gerilediği ve 1980’lerin son yarısında dibe vurduğu, olgularla bilinmektedir. Ve burjuvazi ve gericiliklerin, üç-beş yıl önce hareketi dibe vurmuş ve hiç olmadığı oranda iktidarsızlaştırılmış işçi sınıfının durumundan güç aldıkları da bir gerçektir.
Ne var ki; gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi hareketinin durumu, bugün sadece, gerilik ve iktidarsızlıkla karakterize olan bir tablodan ibaret değildir. Avrupa’daki ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının saflarında, uluslararası ölçekte bir umut kırıklığı ve tedirginliğin şimdiden yayılmakta olduğuna daha önce işaret edilmişti. Fakat uluslararası işçi sınıfının saflarındaki yeni hareketlenme belirtileri, kuşkusuz, umut kırıklığı ve hoşnutsuzluğa işaret etmekle sınırlanan belirtiler durumunda değildir. Henüz durumunu ve geçmişten kalan kazanımlarını savunmakla sınırlı da olsa (sınıf mücadelesinin doğası böyledir); Avrupa’da ve Almanya, Fransa ve İtalya gibi belli başlı ülkelerde son bir iki yıldır görülen grevler ve genel grevler; gene aynı şekilde ve benzer nedenlerle, nispeten gelişmiş ülkelerde (Arjantin, Meksika, Brezilya, G. Kore ve Türkiye) meydana gelen grev ve direnişler, ileri ve nispeten ileri işçi sınıfı saflarındaki hoşnutsuzluk ve tedirginliği göstermesinin yanı sıra, hareketin girdiği eğilimin yönünü de vurgulamaktadırlar. İşçi sınıfının son bir iki yıl içinde gösterdiği hareketlenmenin, “gerileyen”, “yok olan”, “tarihe karışan” bir sınıfın, önceki dönemden geriye kalan, “gerileme” ve “yok oluş” eylemlerinden oluşan bir hareketlenme olmadığı son derece açıktır.
Şu tartışılamaz bir olgudur: İşçi sınıfının son bir iki yıldaki hareketlenmesi, dinamikleri yenilenmiş, yeni bir dönem açan ve yeni özellikler gösteren bir hareketlenmedir, Kuşku yoktur ki, dünya proletaryasının canlanmakta olan bugünkü mücadelesi, yeni ve özgün özellikler göstermektedir ve dezavantajlarının yanı sıra, önemli avantajlara da sahiptir.
• İlkin; gündemde ve genişlemekte olan uluslararası topyekûn saldırı, gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkeler işçilerini doğrudan (ve ilk) hedef haline getirmiş durumdadır. Uluslararası birleşik kampanyanın bu özelliğinin; gelişmiş ve bağımlı ülkeler proletaryalarının, aynı zaman dilimine yayılan mücadelelere girmeleri ve ortaklaşma ve dayanışma olanaklarını olağanüstü genişletmeleri anlamına geldiği ortadadır. Ve dolayısıyla, uluslararası burjuvazi ve gericilik, uluslararası proletaryanın birleşik ve eşzamanlı gelişen mücadelesiyle karşı karşıya kalma gibi bir talihsizliğe mahkûm olmuş durumdadır.
• İkinci olarak; ücretler ve yaşam koşullarının mutlak kötüleştirilmesi; kamu malı olarak görülen devlet işletmelerine tekelci kapitalist gruplarca el konulması ve tekelci kapitalist işletmelerin “taşeron” işletmeciliği gibi proletaryanın direnişten alıkonulması (sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme) ve ana kitlesinin dağıtılmasına olanak tanıyacak önlemlere başvurulması; bu girişimler, bu saldırı kampanyasının tipik özelliklerini vurgulamaktadır. Artı-değer sömürüsü ve kârların mutlak artışını gerçekleştirme ve mutlak sefalet ve işsizliği kabullendirmenin yanı sıra; temel hedef, proleterlerin sınıf olarak hareket etmesini baltalama ve birbirleriyle rekabete girmelerini eğilim haline getirme hedefidir. Ne var ki, proletaryanın hemen bütün ülkelerdeki bölüklerinin, tarihsel tecrübe ve sınıf sezgisi yoluyla, bu saldırının gerçek hedeflerinin farkına varmakta oldukları görülmektedir. Son bir iki yıl içinde görülen grev ve direnişler; proleter kitlelerin, sınıf olarak hareket etme yönünde ilerlediklerini; örgütlenmelerini, yeni temeller üzerinde yeniden oluşturma olanaklarını genişlettiklerini ve mücadele tarihlerini kendi usulleriyle yeniden öğrenmenin ilk adımlarını attıklarını göstermektedir. Bütün geriliği ve bütün zaaflarına karşın; hem ileri hem de geri ülkelerde görülen proleter sınıf direnişleri, kapitalizme (ve emperyalizme) karşı mücadelenin gelişme yönüyle ilgili ilk verileri ve hareketin yeni dönemindeki ilk avantajları vurgulamaktadır.
• Üçüncü olarak; bugünkü kapitalist ve emperyalist saldırı kampanyası, proleter sınıfları ezmek ve mutlak sefalete mahkûm etmekle yetinen ve yetinecek olan bir saldın kampanyası değildir. Gelişmiş ve nispeten gelişmiş bütün ülkelerde; küçük sermayeye dayanan üretici tabakalar ve köylü ve şehirli emekçi sınıflar, gerçek bir çöküntü, yıkım ve iflas tehdidi ve sefalet ve işsizlik tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş durumdadırlar. Bu saldırı kampanyasının; işçi sınıfı ve parçası olan işsizler ordusunun saflarını olağanüstü genişletmesi ve işçi (ve işsizler) hareketini tahrik etmesinin yanı sıra; öteki ezilen ve sömürülen sınıfları harekete geçirmesi de kaçınılamazdır. Uluslararası burjuvazi ve gericilik, başta emekçi köylü ve şehir yoksulları kitlesi olmak üzere, tekel dışı bütün öteki toplumsal katmanları karşısına almak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla, işçi sınıfı, dünyanın hemen her yerinde, sömürülen, ezilen ve iflasa sürüklenen sınıfların hareketi gibi bir müttefike, bugün her zamankinden daha fazla sahiptir. Devrim cephesiyle karşıdevrim cephesi arasındaki mücadelede yeni bir dönem açılırken, proletaryanın her ülkedeki kolunun sahip olduğu avantajlardan birisi de budur. Toplumun, tekelci burjuva sınıflar dışındaki öteki katmanlarının dikkatleri, işçi sınıfına, tarihte hiç olmadığı kadar dönmek zorundadır. Bu, olgunlaşmakta olan objektif koşulların zorunlu bir dayatmasıdır.
Burjuva kapitalist saldırıların çapı genişledikçe; işçi hareketinin daha geniş cepheden karşı koyuşa geçmesi ve sınıfın, iktidar için mücadele eden bir sınıf olduğunun farkına varması için, bütün koşullar olgunlaşmaktadır. Kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki; otuz kırk yıldan bu yana yürütülen ve “yeni dünya düzeni” ile zirveye ulaştırılan “sosyal refah” ve “toplumsal barış” devleti kampanyası, burjuvazi ve gericiliklerin ayaklarına dolanacaktır. Çünkü burjuvazi ve gericiliklerin demagojik kampanyalarıyla kışkırtılmış “sosyal refah1′ ve “toplumsal barış” özlemlerini, sadece devrim ve sosyalizm mücadelesinin karşılayabileceği her geçen gün daha fazla açığa çıkmaktadır. Yeni bir derinleşme dönemine giren ekonomik krizi ve yeni bir alana genişlemekte olan kapitalist tekeller ve büyük devletlerarasındaki çıkar mücadelelerinin ağırlaştırdığı insanlık dışı koşullar, proleterler sınıfını, dünyanın hemen bütün ülkelerinde, devrim ve sosyalizm mücadelesine, kaçınılamaz olarak yeniden hazırlamaktadır. Başlamış olan bu sürecin daha ileriye gitmesi önlenemez bir zorunluluk durumundadır.
İleri kapitalist toplumlarda ve nispeten gelişmiş ülkelerde; sertleşen ekonomik, ye toplumsal çelişkilerden doğan işçi hareketinin, mevcut durumu korumakla sınırlanan bir hareket olarak ortaya çıkmış olması, sınıfın girdiği sürecin gelişme yönünü asla değiştirmemektedir. Sınıf hareketinin ne biçimler alarak ve hangi yollardan geçerek ilerleyeceği üzerine “tahlillerle” uğraşmanın içi boş spekülasyon olarak kalacağı ve boşuna enerji harcama anlamına geleceği ortadadır. Bugün anlaşılması gereken şudur ki; son birkaç yılın tanık olduğu ekonomik, toplumsal ve politik olgular, kapitalist toplum ve emperyalist sistemin, geniş çaplı sınıf çarpışmalarına gebe olduğunu şimdiden göstermektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ve nispeten gelişmiş bağımlı ülkelerde, farklı özellikler göstererek ve farklı biçimler alarak genişleyen işçi hareketinin gelişme yönü, gerektiği kadar belirginleşmiş durumdadır. Ve gerilemeler ve atılımlar ve düşüşler ve yükselişler içinde ilerleyen işçi hareketinin, kesin hesaplaşmalara girmeden geriye atılması, ezilmesi veya başka bir yöne sürüklenmesi büyük oranda olanaksızlaşmaktadır. Burjuvazi ve gericiliklerin bu gerçeği anladıkları ve hazırlıklarını bu ihtimali göz önüne alarak yaptıkları koşullarda; işçi sınıfının, politik iktidar talep eden bir platforma geçmesi, güçlenen ve gelişen eğilim haline kaçınılamaz olarak gelecektir. Bazı ülkelerde, bunun ilk belirtileri bugünden görülmektedir. Neresinden bakılırsa bakılsın; kapitalist toplum ve uluslararası kapitalist sistem, yeni bir sınıf mücadeleleri ve toplumsal altüst oluşlar dönemine girmektedir. Başlangıç olarak, mücadelesi ne kadar yavaş ilerlerse ilerlesin, çelişki ve çatışmalara ilişkin veriler ne kadar zayıf görünürse görünsün, kapitalizm ve emperyalizmin ezdiği emekçi sınıflar, gözlerini şimdiden işçi sınıfına çevirme durumundadırlar. İşçi sınıfı hareketi yeni bir dönem açmaktadır; proleter devrimleri ve devrimci sınıf mücadeleleri dönemi, kapitalizm yandaşlarının “umutlarını” yıkarak geri gelmektedir. Ve onun bu geri gelişinin önlenemez olduğu ortadadır.
Emperyalist yeni sömürgecilik ve ezilen halkların anti-emperyalist kurtuluş hareketi
Emperyalizmin cephe gerisini oluşturan sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülkelerin, demokratik dönüşüm ve bağımsız ulusal gelişmelerini tamamlamadan, emperyalist boyunduruk altına düşmüş ülkeler oldukları bilinmektedir. Tekelci kapitalist ve emperyalist boyunduruğun, her birisi ulusal gelişme ve demokratik dönüşüm sürecinin değişik aşamasında olan bu ülkeler ulus ve halklarının hareketini, emperyalizme karşı mücadelenin en önemli ulusal ve toplumsal dayanaklarından biri haline getirdiğini son yüz yılın tarihi kanıtlamıştır. 1. Dünya Savaşı ve Ekim Proleter Devrimi’nin, tekelci kapitalizm ve emperyalizmin yıkılış çağını ilan etmesinden sonraki süreçte; sömürge ve bağımlı ulus ve halklar, ulusal kurtuluş ve demokratik dönüşümlerini; emperyalizme karşı mücadelede görmüşler ve yönlerini, işçi sınıfının sosyalist hareketine çevirmişlerdir. Yirminci yüzyılın başından son çeyreğine gelen dönem; sömürge ve bağımlı ulusların, modern proletarya sınıfıyla ittifakı ve emperyalizmden kurtuluş ve demokratik devrim mücadelesi dönemi olmuştur.
Fakat ne var ki; yüzyılın son çeyreği, ulusal hareketlerde farklı bir eğilimin; emperyalizmle uzlaşma eğiliminin güç bulmasına tanıklık etmiştir. Sömürge ve bağımlı ulusların ulusal hareketindeki antiemperyalizm ve demokrasinin en aza inmesi ve emperyalizmle uzlaşma eğiliminin güç kazanmasında; ileri işçi sınıfı ve sosyalizmin, 1950’li yılların ortalarında aldığı yenilgi kuşkusuz başlıca tayin edici faktör olmuştur. 1960’ların sonlarından bugüne gelen dönemde; sömürge devrimleri ve demokratik hareketler gündemde kalmasına karşın; ABD emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizmi, ezilen ulus ve halkların ulusal ve demokratik hareketlerini, özellikle Vietnam Devrimi’nin zaferinden sonraki dönemde istismar etmeyi, yanlarına çekmeyi ve bastırmayı yirmi yıl boyunca başarmıştır. Ulusal demokratik hareketin, emperyalizmin ve emperyalist blokların yedeği haline gelmesi süreci; Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgali ve 1980’lerin başında Polonya’ya müdahale etmesiyle birlikte yeni bir dönemece girmiş; “sosyalist” olarak tanıtılan Doğu Bloğu’nun 1980’lerin sonlarındaki çöküş döneminde, sömürge ve bağımlı ulusların, birbirleriyle rekabete ve emperyalizme yamanma eğilimine girmeleri sürecine dönüşmüştür.
Anti-emperyalist demokratik eğilim, bütünüyle yok olmamasına karşın ezilen ulus ve halkların ulusal hareketinin bugünkü özelliği şudur: Sömürge ve bağımlı ulus ve halklar, emperyalizmin tarihinde hiç görülmemiş bir yanılsama yaşamaktadırlar; ulusal varlıkları ve refahlarını, komşu küçük ulus ve halklarla rekabette (çatışma) ve emperyalist ülkeler nezdinde “itibar” sahibi olmakta görmektedirler; dolayısıyla, burjuva ve işbirlikçi sınıflar ve gerici ulusal önyargıların etkisi altında, ulusal bir yıkım ve yozlaşma yaşamaktadırlar. Ezilen ulus ve halkların bugünkü ulusal durumunu karakterize eden özellik; ulusal varoluş adına ulusal kölelik ve yozlaşma; ulusal yükseliş ve gelişme adına, ulusal çözülme ve ulusal umutsuzluktur. Emperyalist “yeni dünya düzeni”nin, bağımlı ulus ve halklar için öngördüğü ve onları mahkûm ettiği ulusal “varoluş” da gerçekte bu “var oluş”tur.
Sorunun şu yönü de görmezden gelinemez: Sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ulus ve halkların içine düştükleri yanılsama, emperyalizm ve gericiliklerin yeni saldırılarına yeni olanaklar sunmuş durumdadır. Tekelci kapitalizm ve emperyalizmin yeni saldırı kampanyası, sadece gelişmiş ve geri ülkeler işçilerini değil, ezilen ulus ve halkları da hedeflemektedir. Burjuvazi ve gericiliklerin ortaya attıkları “küreselleşme” ve uluslararası “entegrasyon”la ilgili sloganların anlamı, ezilen ulus ve halkları, ulusal ve sınıfsal kölelik ve teslimiyetin (çöküşün) son sınırına mahkum etmektir. “Gümrük duvarlarının indirilmesi”, “kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi” ve “sübvansiyonların kaldırılması” gibi emperyalist dayatmalar, geri ulusların anti-emperyalist mücadeleleri sonucu edindikleri ulusal zenginliklere toptan el konulmasını ve kır ve şehir emekçi sınıflarının, emperyalist tekellerin yağmalamalarına bütünüyle açılmasını öngörmektedir. Bu saldırı dalgasının anlamının, ekonomik olarak tam sömürgeleşme ve ulusal ekonomiyi temsil eden işletmelerin tam yıkımı, sonuna kadar yağmalanması ve ele geçirilmesi olduğu son derece açıktır. Ve yeni sömürge (sömürgeler ekonomik olarak yıkılmış ve toplumsal çözülme ve çatışma dönemi yaşamaktadırlar) ve bağımlı ülkeler işçi sınıfının yanı sıra; köylü kitleleri ve şehir emekçileri, tarihte görülmemiş bir iflas, yıkım ve işsizlik (ve hatta açlık) tehdidiyle karşı karşıyadır. Kapitalist tekeller ve emperyalist devletler; ezilen ulus ve halkların içinde bulundukları derin yanılsamadan da yararlanarak; geri ülkelerin ekonomi ve maliyelerini ve politik örgütlenmelerini doğrudan yönetme ve tıpkı eski sömürge rejimlerinde olduğu gibi, bu ülkelerin adeta “sahipleri” haline gelmeye yönelmişlerdir. Başlatılmış ve oldukça da ilerletilmiş bulunan yeni saldırı kampanyası nasıl bir sürece yayılarak gelişirse gelişsin; geri ve bağımlı ülkeler, yeni ve topyekûn bir yağmalama ve yıkım harekâtı ile karşı karşıya gelmiş durumdadırlar. Ve ulusal çözülme, toplumsal yozlaşma ve politik çürümeye, adeta mahkûm edilmişlerdir.
Fakat geri ve bağımlı ülkeler üzerindeki emperyalist boyunduruk ve ezilen ulus ve halkların bugünkü acıklı durumu, kuşkusuz madalyonun sadece bir yüzünü oluşturmaktadır. Ezilen uluslar ve halklar üzerindeki bugünkü yanılsama sürecek ve işçi, köylü ve öteki emekçi sınıflar, pervasızlaşan kapitalist yağmalama ve toptan yıkıma boyun eğecekler midir? Bu soru tersinden sorulursa; “yeni dünya düzeni” yanılsaması yıkılacak ve kapitalist tekellere, emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele, yeni bir dönem açma ve yeniden gündeme girme olanağına sahip olacak mıdır? Madalyonun öteki yüzü, işte bu sorunların yanıtları tarafından belirlenmiş durumdadır.
Ekonomik, toplumsal ve politik olguların vurguladığı şudur ki; bu ülkelerdeki ulusal hareketlerin gösterdiği şimdiki eğilim (emperyalizme yamanma, komşu uluslarla çatışma) ve halkların bilincinin bugünkü bulanıklığı geçicidir. Ezilen ulusların yaşantısındaki şimdiki soysuzlaşmanın tersine dönmesi ve ulusal hareketlenmelerin, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleye dönüşmesine yol açacak ekonomik, toplumsal ve politik faktörler, giderek daha da güçlenmektedir. Tekelci kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele; önümüzdeki dönemde, gerçekten devrimci olan sınıflara dayanarak ve daha önce görülmemiş güçte halkçı bir içerik kazanarak, dünyanın gündemine yeniden oturacaktır. Bu kaçınılamazdır ve ilk belirtilerinin, Latin Amerika ülkelerindeki yeni hareketlenmede, bugünden açığa çıktığı herkesçe görülmektedir.
•  İlk olarak; emperyalizm ve sosyal emperyalizm, özellikle son otuz yıldan bu yana, sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülkeleri sistematik olarak yağmalamış, bu ülkelerdeki ulusal üretici güçleri ve ulusal ekonomileri tarihte görülmemiş oranda tahrip etmiştir. Afrika ve Ön Asya, neredeyse baştan aşağı yıkılmış ve gerici çatışmalar içinde yok edilmektedir. Emperyalist yağmalama ve boyunduruğun, yüz milyonlarca nüfusu ve sayısız milliyet ve ulusu barındıran bu bölgeleri yüz yüze getirdiği bugünkü tehlike, mutlak yoksulluk, kitlesel açlık ve anlamsız savaşlar içinde yok olma tehlikesidir. Latin Amerika ülkeleri; ABD emperyalizmi tarafından yüz yıl boyunca soyulmuşlar; yanı sıra, altından kalkamayacakları bir borç batağına sürüklenmişler ve bütünüyle teslim olmaya zorlanmışlardır. Bütün zenginliklerine karşın; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkas ülkelerinin içinde bulundukları sefalet ve yoksulluğun gerisinde, emperyalist ülkelerin egemenlik mücadelesinin yattığı ise, inkâr edilemez bir olgu olarak orta yerde durmaktadır. Öte yandan, dünyanın neredeyse üçte birini oluşturan eski Doğu Bloğu halklarının; ulusal varlıklarını kaybetmeleri ve tekelci kapitalist gruplara ve büyük devletlere avuç açma ve yamanma gibi alçaltıcı bir duruma düşmelerinin; emperyalizm ve sosyal emperyalizmin bölgedeki hegemonyasından kaynaklandığını, olgular ve olaylar herhangi bir kuşkuya yer bırakmazcasına vurgulamaktadır.
Son otuz yılın ve bugünün gerçeği şudur ki; tekelci kapitalist gruplar ve emperyalist devletler, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki nispi “refah” ve “istikrar”ı ve devlet iktidarını, geri ve bağımlı ulus ve halkların soyulmaları, köleleştirilmeleri ve birbiriyle rekabete sürüklenmeleri üzerinden koruyabilmişlerdir. Dünyanın geri ve bağımlı ülkelerindeki bugünkü ekonomik, toplumsal ve ulusal çözülme ve soysuzlaşma ve bu çözülme ve soysuzlaşmayı vurgulayan bugünkü acıklı tablo, uzun süreli ve giderek pervasızlaşmış tekelci kapitalist ve emperyalist boyunduruğun bir ürünü olarak şekillenmiştir. Ve “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in kutsanması ve onaylanması olarak ilan edilmiştir.
Şu olgu kuşkusuz anlaşılmaz bir şey değildir: Bugün birbirleriyle rekabet ediyor ve “gelecek” ve “umutları”nı emperyalist ülkelere yakınlaşmada arıyor olsalar da; ezilen ulus ve halklar, içinde bulundukları ekonomik ve toplumsal durumla, bugünkü eylemleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın farkına kaçınılamaz ve önlenemez olarak varacaklardır. Bu ülkeleri otuz yıl boyunca mahkûm ettiği kölelik koşullarıyla; uluslararası burjuvazi ve gericilik, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesinde ve halkların devrimci demokratik hareketinde yeni bir atılımın dinamik ve olanaklarını bizzat kendisi hazırlamaktadır. Ezilen uluslar ve halklar, “yeni dünya düzeni” yanılsamasının ve otuz yıl boyunca mahkûm edildikleri sömürü ve baskının gerçek nedenlerinin (gerçek düşmanlarının) farkına önünde sonunda varacaklardır. Ve kesin olan şudur ki; bu otuz yıl sonunda alınmış olan ağır yenilginin dersleri; ezilen uluslar ve halkların, emperyalizme karşı yeni mücadele dalgasının, en önemli dinamiklerinden birisini oluşturacaktır. Bu kesindir: Çaresizliklerinin çareleri, emperyalizm tarafından, giderek daha belirgin olarak ulusların ve halkların önlerine getirilmektedir; emperyalizme karşı mücadelenin yeni döneminin belirtileri daha bugünden ortaya çıkmış durumdadır.  Ezilen ulus ve halklar, şimdiki ezilmişlik ve perişanlıklarının tarihsel nedenlerine dönme eğilimine şimdiden zorlanmaktadırlar. Ve yenilgi, acı ve yıkımdan ibaret de olsa, tarihsel deneyim ve tecrübe, ezilen ulus ve halkların, yön ve eğilimlerini, bugünkünün tersine çevirmelerine yol açacak dinamiklerden birisi durumundadır.
• İkinci ve daha önemli olarak; uluslararası kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin, ezilen ulus ve halklara dayattıkları, dayatmaya mahkûm oldukları yeni saldın kampanyasının; bu ulus ve halkların yeni bir uyanış içine girmelerine ve yeni bir mücadele dönemine adım atmalarına yol açması kaçınılamazdır. Kaçınılamazdır; çünkü bu yeni saldırı kampanyası, bu ülke ekonomilerini (dolayısıyla politikalarını) uluslararası kapitalist tekellere ve emperyalist devletlere bütünüyle devretmeyi öngörmektedir; bu uluslar ve halkların, ulus ve halk olarak yok oluşlarını gündeme getirmektedir. Tıpkı, Osmanlı “Duyun-u Umumiye” rejimi gibi; ekonomilerin mülkiyet ve yönetimini, uluslararası tekelci burjuvaziye devretme ve bir tür (tam) sömürgeleştirme girişimidir.
Kamu kuruluşlarının “özelleştirilmesi”, sübvansiyonlar ve gümrük duvarlarının “kaldırılması” ve devletin “küçültülmesi” gibi dayatmaları içeren saldırı kampanyası; sadece işçi sınıfını değil, ondan daha çok köylü kitlelerini, şehirli küçük üreticileri ve öteki emekçi tabakaları hedeflemekte; nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan bu sınıf ve tabakaları, yıkım, iflas ve işsizliğe mahkûm etmektedir. Hemen bütün bağımlı ülkelerde, nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan bu küçük burjuva emekçi tabakalar, herhangi bir “kamu” desteğinden (kredi, sübvansiyon, gümrük tarifeleri, destekleme alımı ve sigorta gibi) mahrum olarak, uluslararası kapitalist sermayenin tam tekeline ve sınırsızlaşmış yağmalamasına teslim edilmektedir.
Emperyalist genel saldırı koşullarındaki ekonomik yıkım ve iflas ve kitlesel işsizlik üzerinden gündeme gelen mutlak yoksullaşmanın; bu ülkelerdeki emekçi köylü kitleleri ve öteki küçük burjuva tabakaların yaşantı ve duygularını değiştirmesi; kapitalist tekellere ve emperyalizme karşı yeni bir hareketlenmeye teşvik etmesi ve ulusal kurtuluş sorununu, başta işçi sınıfları olmak üzere, her zamankinden daha fazla bu emekçi sınıfların sorunu haline getirmesi kaçınılamazdır. Bağımlı ve nispeten gelişmiş ülkelerde, anti-tekel, anti-emperyalist yeni bir hareketlenmenin patlak vermesi kaçınılmazdır; bu ülkelerdeki kır ve kent emekçisi sınıflardaki hareketlenmenin, anti-tekel ve anti-emperyalist bir mücadele olarak patlak vermesi ve güçlü demokratik ve halkçı bir karakter taşıması, gündemdeki saldırı kampanyası ve karşı karşıya gelen sınıfların doğalarının bir zorunluluğudur. Bunun anlamı şudur ki; ezilen ulus ve halkların emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketi, tarihte görülmemiş’ oranda güçlü bir işçi ve halk hareketi olma özelliği kazanmıştır. Çünkü geri ve bağımlı ülkelerdeki emekçi sınıfları hedefleyen bu son saldırı kampanyası, tarihi boyunca ulusal kurtuluşu yozlaştırmış “ulusal” burjuva sınıfların, uluslar ve halklar üzerindeki etkisinin yıkılmasına yol açacak objektif olguları hiç olmadığı kadar güçlendirmiştir. Ulusal kurtuluş, anti-tekel ve antiemperyalist mücadele olarak, şimdi her zamankinden daha olgun bir şekilde, işçi sınıfı ve halkın kurtuluşu sorunu olmuştur. Ulusal hareketin toplumsal ekonomik temelleri, bir anlamda ve emekçi sınıflar lehine (değişiklikler göstererek) yenilenmiş bulunmaktadır.
Öte yandan; kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin bağımlı ülkelerdeki şimdiki ekonomik saldırı kampanyası; Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye, Hindistan ve Kore vb. gibi en gelişmiş (bağımlı) ülkeleri öncelikli hedef haline getirmiştir. Ve bu ülkelerde, kitlesi oldukça büyümüş işçi sınıfı ile kır ve kent emekçilerinin, ulusal kurtuluşa damgasını basacak olan anti-tekel, anti-feodal ve antiemperyalist ittifakını (halk -ulusal- cephesi) hazırlayacak bütün koşulları olgunlaştırmaktır. Yukarıda adı geçen ülkelerdeki bugünkü mücadeleler, yeni bir anti-emperyalist demokratik mücadele dalgasının ilk verilerini, görmek isteyen herkese sunmaktadır.
• Üçüncü olarak; uluslararası burjuvazi ve gericilik, açılmakta olan yeni dönemde, emperyalizmin tarihindeki ender zamanlarda meydana gelen bir mahkûmiyetle karşı karşıyadır. Tarihte ender görülen bu mahkûmiyet şudur: Uluslararası burjuvazi ve gericilik; kapitalizmin krizindeki yeni bir derinleşme ve kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasında yeni bir hesaplaşma döneminin kendisini dayatmış olması nedeniyle; ileri ülkeler işçi sınıfını ve geri ülkeler halklarını mutlak yoksulluğa itecek olan ve iki cephede birden saldırıyı öngören bir kampanya başlatmaya; öte yandan, üç cephede birden yürüteceği, yıkıcı ve yıpratıcı bir (ekonomik, politik, diplomatik ve askeri) savaşı kabullenmeye mahkûm duruma düşmüştür.
Emperyalizmin yasasıdır: Burjuvazi ve gericiliğin en güçlü olduğu dönem, yeni saldırılara en fazla ihtiyaç duyduğu ve yıkılışının koşullarını en fazla olgunlaştırdığı en zayıf dönemidir. Kocamış ve bunamış ve bu nedenle de pervasızlaşmış burjuvazi ve gericilik; ileri işçi sınıfıyla bağımlı ulus ve halkları tarihin en elverişli koşullarına hazırlama; ileri işçi sınıfıyla geri ülkeler işçi ve emekçi sınıflarını aynı anda karşısına alma gibi sonu olmayan bir yola girmiştir. Çünkü ileri ülkeler işçileriyle geri ülkeler işçi ve emekçilerinin ittifak koşullarının (eşzamanlı saldırıya bağlı olarak) olgunlaşması ve elverişli hale gelmesi, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketinin devrimci atılımının en önemli avantajlarından biridir. Ve önümüzdeki dönem; ileri ülkelerdeki işçi hareketinin ezilen ulus ve halkların mücadelesini teşvik ettiği; buna karşılık, geri ülkelerdeki işçi ve emekçi kitlelerin ileri ülkeler işçilerine bulunmaz destekler sunduğu ve giderek şiddetlenen bir hegemonya mücadelesi içinde olan kapitalist devletlerin, iki cephede (kapitalist merkezler ve bağımlı ülkeler) birden savaşmaya mahkûm oldukları bir dönem olacaktır. Avrupa’daki ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfı ve halk hareketinde görülen yeni canlanma belirtileri, bu yöndeki olgunlaşmanın ilk görüntüleridir. Ve uluslararası burjuvazi ve gericilik, kendi egemenliğini pekiştirmek için başlattığı her girişimin sonunda, kendi yıkılışının temel güçlerini harekete geçirmeye mahkûm olduğu bir döneme adım atmış bulunmaktadır.
• Genel bir özet olarak vurgulanırsa; emperyalizm, ezilen ulus ve halklara karşı, içeriğinden yukarıda yer yer söz edilen geniş çaplı bir saldın kampanyası açmaya mahkûm duruma düşmüştür ve uluslararası burjuvazi, herhangi bir farklı “tercih”te bulunma olanağına büyük ölçüde sahip değildir. Çünkü kapitalist ülkelerde (ve kapitalizmde) emperyalizm eğilimini yaratan ve şiddetlendiren mali sermayenin (tekelci sermaye) dev boyutlara ulaşmış kitlesi, özellikle son otuz yıldan bu yana ki yağmalamasıyla olağanüstü büyümüş durumdadır. Büyük ülkeler tarafından yönetilen tekelci sermaye ve kulesindeki olağanüstü büyüme; sermaye ihracı ve öteki yollarla denetlenen deniz-aşırı pazarlan genişletme ve bu pazarlardaki azami kâr olanaklarını son sınırına kadar kullanma; geri ve bağımlı ülkelerde tam tekel kurma ve el konulabilir ne kalmışsa, tümüne el koyma ihtiyacını acil olarak dayatmıştır. Aksi takdirde, sermayenin kendini genişleterek yeniden üretmesinin (gerçekleştirmesinin -rant, faiz ve kâr olarak büyütmesinin) olanaksızlaşması gibi bir yakın tehlike gündemdedir. Dolayısıyla, uluslararası burjuvazi, topyekûn saldın dışında bir politik “tercih”te bulunma olanağından büyük ölçüde yoksundur. Öte yandan, ezilen ulus ve halkların işbirlikçi ve uzlaşmacı burjuva sınıfların etkisi altına düşmüş olmaları; kapitalist tekeller ve emperyalist devletleri, bu topyekûn saldırı kampanyasına teşvik etmektedir. Emperyalist “yeni dünya düzeninin, “küreselleşme” ve “entegrasyon” programının, sömürge ve bağımlı ulus ve halklara dayatılmasının anlamı, işte bu olgularda yatmaktadır. Ve ezilen ulus ve halklar, kendi durumlarının ve gerçek düşmanlarının farkına varmaya zorunlu bir pozisyona düşürülmüşlerdir.
Yukarıda üç ayrı noktada vurgulanan olguların gösterdiği gibi; emperyalist saldın kampanyası, kendi karşıtlarının harekete geçeceği, eğitim göreceği ve ayaklanacağı koşullan da hazırlayarak ve olgunlaştırarak gelişmektedir. Dünyanın kimi bölgelerinde; geri ve küçük uluslar, şu anda birbirleriyle çatışma içinde bulunsalar bile; kapitalizmin en fazla gelişmiş olduğu bağımlı ülkelerdeki emekçi sınıflarda görülen yeni hareketlenmeler ezilen ulus ve halkların yeni yönelimlerinin ilk belirtileri durumundadırlar. Ve son bir iki yıl içindeki bu hareketlenmeler, emperyalizmle ezilen ulus ve halklar arasındaki çelişkilerin yeni bir sertleşme ve keskinleşme dönemine işaret etmektedirler. Kaldı ki; karışıklık ve çatışma içine sürüklenmiş küçük uluslar, her ne kadar birbirleriyle rekabet içinde olsalar da, daha bugünden umutsuzluk ve bıkkınlık içindedirler. Bu ulus ve halklar, gerek ileri ülkelerdeki işçi hareketinin, gerekse nispeten gelişmiş ülkelerdeki anti-emperyalist hareketin gelişmesi sürecinde, gerçek düşmanlarını ve gerçek dostlarını acı deneyimlerle de olsa, görme ve öğrenme olanaklarını bulacaklardır. Emperyalizm, bu ulus ve halkları, birbirine karşı kışkırtmayı başarmışsa da, gerçekte, “yeni dünya düzeni”ne kazanabilmiş değildir. Boğazlaşan geri ulus ve halkların içinde bulundukları umutsuzluk ve saflarında yayılan bıkkınlık, ilk olgular durumundadır. Yaşadıkları ulusal ihanet ve sürüklendikleri ulusal felaketin nedenlerinin, kendi burjuva-gerici sınıflarının peşinden gitmelerinden ileri geldiği bilinci, bu ulus ve halklara, er geç kendini kabul ettirecektir.
Olgulardan çıkan sonuçlar vurgulanırsa, şimdiki durum ve süreç ne yönde gelişmektedir? ‘Teni dünya düzeni”, ileri ve gelişmiş ülkelerle bağımlı ve geri ülkeler arasındaki “uyum” ve “dayanışma” vb. bakımından da bugünden tarih olmuştur. Şimdiki durum, bu bakımdan da, esas olarak istikrarsızlık, belirsizlik, karışıklık ve kaos durumudur. Alttan alta kendini göstermekte olan yeni dönem; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin, ezilen ulus ve halklara karşı dizginlerini koparmış topyekûn saldırısı; buna karşılık, kapitalizmin en fazla geliştiği bağımlı ülkeler ulus ve halklarının, bu dizginsiz saldırı kampanyasına direnişiyle başlayan; giderek emperyalizme karşı mücadeleye dönüşen ve daha geriden gelen ulusları da harekete geçiren bir dönem olacaktır. Ulusal kurtuluş sorununun, emperyalizmden kurtuluşa yeniden bağlanması, önümüzdeki dönemin getireceği en önemli değişikliklerden birisi olacaktır.
Ezilen ulus ve halkların emperyalizme karşı mücadelesinin önümüzdeki döneminin karakteristik özelliği şudur ki; ezilen ulusların feodal-burjuva sınıfları, ulusal sorunları istismar etme olanağını tarihte görülmemiş oranda tüketmişlerdir; başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar, devrimci ve antiemperyalist ulus olarak hareket etmeye, tarihte hiç olmadığı oranda mahkûm duruma düşmüşlerdir. Bu kuşkusuz, hem ezilen ülkelerdeki kapitalizmin gelişme, sınıf yapısının değişme derecesi; hem burjuva-gerici sınıfların politik olanaklarını olağanüstü daraltmış olmaları; hem de, yeni emperyalist saldırı kampanyasının içeriği ile ilgili bir olgu olarak böyledir. Emperyalizmin “geleceği”nin vaat ettikleri şunlardır: Bir yanda, ileri işçi sınıfının kapitalizmin saldırısına karşı mücadelesi; öte yanda, bu işçi sınıfı hareketiyle zamandaş olarak gelişen antiemperyalist halk hareketi: Kapitalist ve emperyalist sistemin keskinleşen, sertleşen ve daha da olgunlaşan çelişkileri üzerinden yeni bir yükseliş dönemine giren ve işçi ve emekçi sınıfların ittifakına dayanan bu hareketin, kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki egemenlik kavgasının sunduğu olanaklardan sonuna kadar yararlanması… Kapitalist ve emperyalist dünyanın girmekte olduğu dönemin özelliği budur. Emperyalist sistem, yeni saldırı kampanyasıyla, antiemperyalist mücadele ve emperyalizmin yıkılışının olanaklarını yeniden hazırlamakta olduğu bir döneme girmiştir. Kesindir ki; ezilen ulus ve halkların antiemperyalist ayaklanmaları ve demokratik halk devrimleri dönemi, zorluklarla dolu ve çetin bir dönem de olsa, yeniden gelmektedir. Emperyalizme karşı savaş ve ulusal köleliğin yıkılışı kaçınılmazdır.

III
KAPİTALİST EMPERYALİST SİSTEMİN GENEL BUNALIMININ YENİ AŞAMASI;
PROLETARYA VE HALKLARIN HAREKETİ VE DEVRİM VE SOSYALİZMİN YENİ OLANAKLARI ÜZERİNE

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesiyle “zafer” kazandığı ve “evrenselleştiği” öne sürülen Batılı kapitalist toplum nereye gidiyor? Bugünün en önemli fakat yanıtı herkesin görebileceği olgularla somutlaşarak basitleşmiş sorularından birisi budur.
Bu sorunun, sistemin özünü açıklar nitelikteki yanıtları, birbirleriyle bağlantılı ve biri diğerini doğrudan etkileyen başlıca şu üç olguda yatmaktadır: Dünya ekonomisinin, yeni bir derinleşme dönemine giren, kapitalizmin merkez ülkelerinde yoğunlaşarak cephe gerisi ülke ekonomilerini daha bugünden çöküntüyle tehdit özelliği kazanan; uluslararası burjuvazi ve gericiliği, geniş çaplı ve birleşik bir saldırı kampanyası başlatmaya mahkûm eden ve bütün ülkelerde proleter ve emekçi sınıfları mutlak yoksullaşma ve mutlak köleleşmeye zorlayan krizi. Hem gelişmiş hem de bağımlı ülkeleri kapsayan ve uluslararası proletarya ve ezilen halklara mutlak yoksullaşmayı ve bir tür ekonomik ve ticari sömürge rejimine boyun eğmeyi dayatan yeni saldın kampanyası; bu yeni saldırı kampanyası karşısında, direniş eğilimine giren proletarya ve ezilen halkların hareketindeki yön değişikliklerini vurgulayan yeni canlanma ve yükselme belirtileri. Kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasında, ekonomik krizdeki derinleşmenin ilk belirtileriyle genişleyen çıkar ayrılıkları; dünyayı pazar ve toprak olarak yeniden paylaşma mücadelesinin, yeni emperyalist merkezler ortaya çıkmasına yol açarak ve yeni emperyalist ittifakların koşullarını genişleterek, cepheden karşı karşıya gelişi de gündeme getirecek yeni bir alana sıçraması… Kapitalist toplum ve emperyalist sistemin nereye gittiğini vurgulayan olguların başlıcaları işte bunlardır ve yukarıdaki sorunun gerçek yanıtları, kuşkusuz bu olgularda yatmaktadır.
Okur, bu olgular ve yukarıdaki sorunun yanıtları üzerinde, önceki bölümlerde çoğu yönüyle durulduğu ve kapitalist dünyanın nereye gitmekte olduğunun vurgulandığını bilmektedir. Fakat kapitalizm ve emperyalizmin ekonomik özü ve politik içeriğini açıklayan bu olguların karşılıklı ilişkileri ve yol açtıkları olaylar üzerinde, özet olarak da olsa yeniden durmak gerekmektedir. Çünkü başlıca bu üç olgu, kapitalist ve emperyalist sistemin temel çelişkilerini vurguladığı gibi; proletaryanın öncüsünün izlemesi gereken çizgi ve yapacağı hazırlığın içeriğini de belirlemektedir.
İlkin, ekonomik krizdeki yeni derinleşmenin karakteristik özellikleri üzerinde durmak gerekiyor. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, 1970’li yıllardan bu yana, dünya kapitalist ekonomisinde, peş peşe gelen devresel (aşırı üretim) krizlerin yaşandığı bilinmektedir. Bu krizler; dünyanın şu ya da bu ülkesinde ve ekonominin şu ya da bu sektöründe etkili olmuş; ekonomik gelişme ve büyüme oranlarındaki düşüş ve durgunluklar biçimine bürünmüş; fakat genel ekonomik çöküntüye yol açacak bir derinliğe ulaşamadan, burjuvazi ve gericilik tarafından ertelenebilmiş krizler olmuşlardır. Batılı kapitalist ülkelerde, geçtiğimiz yirmi otuz yıl boyunca görülen bu devresel krizlerin, ileri kapitalist ülkelerden biri ya da birkaçında etkili olan ve sistemin bütün gelişmiş ülkelerini eşzamanlı olarak kucaklama özelliği göstermeyen krizler olduğu görülmektedir. Bir yandan, krizlerin yıkıcı etkileri dışında kalmış ve dünya ekonomisini sürüklemede belli bir rol üstlenmiş gelişmiş kapitalist ülkelerin varlığı; öte yandan, sömürge ve bağımlı ülkelerin iki emperyalist kamp tarafından istismar edilmeye açık bir pozisyonda kalmaları, son yirmi otuz yıldaki ekonomik krizlerin, genel bir çöküntüye yol açmadan savuşturulması ve yıkıcı sonuçlarının ertelenmesinin en önemli nedenlerinden bazıları olmuşlardır. Fakat son yirmi otuz yılda patlak veren krizlerin, genel bir çöküntüye yol açmadan savuşturulması ve sonuçlarının ertelenmesinin en önemli nedenleri gene de başka bir olguda yatmaktadır. Sovyetler Birliği ve bu ülkenin tekeli altındaki pazarların, 1960’lı yıllardan itibaren, giderek artan bir oranda Batılı emperyalist sermayeye açılması ve ekonomik krizlerin yükünün, giderek daha büyük ölçekte bu ülke halklarının sırtına yıkılması, Batılı kapitalist ekonomileri ve Batılı kapitalist tekelleri nispeten rahatlatan en önemli gelişme olmuştur denilebilir.
Başlıca bu nedenlerle, genel bir çöküntüden ve krizlerin tahrip edici sonuçlarından kaçınmayı başarabilmiş olmasına karşın; dünya kapitalist ekonomisi, kriz etkenlerinin aşın büyümesi ve dünya pazarının bir bölümünde de olsa, çöküntüler yaşamaktan, gene de kaçınamamıştır. Kendilerini, 1980’lerin sonlarında dışa vurmuş olan olgular çarpıcı kanıtlar durumundadır: Sömürge ve bağımlı ülke ekonomileri ya tamamen çökmüşler ya da bıçak sırtında “yaşamak” zorunda kalan ve “tıknefes” (kronikleşmiş krizler içinde) olan ekonomiler haline gelmişlerdir. Dünya kapitalizmini sürükleyen başlıca büyük ülke ekonomileri ise; 1929 bunalımından bu yana görülmeyen yeni kriz etkenlerinin baskısı altına düşmüşler; kronikleşmiş ve periyodunu hızlandırmış bir durgunluğun pençesinde kalan ekonomilere dönüşme tehlikesiyle yüz yüze gelmişlerdir. Daha da önemlisi şudur ki; dünya kapitalist pazarının aşağı yukarı üçte birini oluşturan Doğu Bloğu ekonomisi gerçek bir çöküntü içine düşmüş; ve dünyadaki üretici güçlerin bir bölümünün yıkımı ve yok olması anlamına gelen bir gerilemeye terk edilmiş durumdadır.
Gerek, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’ndaki beklenmedik ekonomik çöküntü; gerek, sömürge ve bağımlı ülkelerin yaşadığı yıkıntı ve şimdiki ağır ekonomik ve mali (borç) kriz; gerekse, gelişmiş kapitalist ülkelerin, özellikle birkaç yıldır pençesine düştükleri kronik (mutlak gerileme ve düşüş özelliği gösteren) durgunluk ve (otuz yıldan bu yana ilk defa) gitgide tehdit haline gelen ekonomik çöküntü tehlikesi; bütün bu ekonomik olgular, 1960’Iı yıllardan 1980’li yılların sonralarına kadar meydana gelmiş olan devresel aşırı üretim krizlerinin yarattığı tahribat ve biriktirdiği ve sonrasına devrettiği yeni kriz etkenleri durumundadırlar. Ve bu olgular, gelişmesi düşüşlü çıkışlı ve istikrarsız eğriler çizmiş olsa da, kapitalizmin ekonomik krizinin, geride kalan otuz yıl boyunca olgunlaşmaya devam ettiğini vurgulayan olgular durumundadır.
Dünya kapitalist ekonomisinin yeni dönemin başlangıcındaki durumu böyledir; ancak, son bir iki yıldır su yüzüne çıkan yeni ekonomik olgular ve bu olguların ayırt edici özellikleri, kapitalist ekonominin gidiş yönüyle ilgili yeni veriler sunacak nitelikler göstermektedirler. Dünya kapitalist ekonomisi, son bir iki yıldan bu yana, giderek etkisini artıran yeni bir aşırı üretim krizine girmiş durumdadır. Şimdiki krizi, daha önceki devresel krizlerden ayırt eden özellikler, her şeyden önce, kapitalizmin genel krizinde yeni bir dönemin açılmakta olduğunu vurgulamaktadırlar.
• Hâlihazırdaki ekonomik kriz; Almanya, ABD, Fransa, Japonya ve İngiltere gibi, dünya kapitalist ekonomisinin başlıca merkez ülkelerinin bütününü kucaklayarak ortaya çıkan; bağımlı ülkeleri bugünden etkisi altına alarak, dünya ekonomisinin bütününe yayılan bir kriz özelliği göstermektedir. Bu ekonomik kriz, değişen ağırlıklarla da olsa, kapitalizmin bütün merkez ülkelerini kucaklayan özelliği ile son yirmi otuz yılda görülen devresel krizlerden ayrılmaktadır.
• Güncel ekonomik kriz, dünya ekonomisinin şu ya da bu sektöründe ortaya çıkmış bir kriz değil, başlıca ekonomik ve mali sektörleri içine alması ve etkilemesiyle karakterize olan bir kriz olarak belirmiştir. Kapitalist sanayinin başlıca temel kollarında görülen bugünkü aşırı üretim krizinin ayırt edici en karakteristik özelliği; sadece maliye ve para sektörü ya da şu veya bu sanayi koluyla sınırlı kalmaması; başlıca ekonomik sektörleri kucaklaması ve kapitalist ekonomilerin büyüme oranlarındaki “mutlak düşüş”ü bugünden gündeme getirmiş olmasıdır. Bunun, hızla yaygınlaşan iflas, olağanüstü artan ve yaklaşan mevzi ve genel çöküş tehlikesi ve görülmemiş oranlarla büyüyen işsizlik anlamına geldiği ortadadır.
• Sömürü ve kâr oranlarının mutlak artırılmasını; dolayısıyla, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere bütün ülkeler proletarya ve halklarının mutlak yoksullaşmaya boyun eğmesini dayatması, bugünkü ekonomik krizin en önemli ayırt edici özelliklerinden bir başkasıdır. Özellikle gelişmiş ülkeler proletaryasının, sömürü oranlarındaki mutlak artış ve mutlak yoksullaşma tehdidiyle baş başa kalması, II. Büyük Savaş’tan bu yana ilk kez gündeme giren bir olgu durumundadır. Ve bu durumun, krizi derinleştiren ve çöküntüyü hızlandıran bir faktör olarak, son kırk yıldan daha farklı bir platformda gelişen proletarya hareketini teşvik etmesi kaçınılamazdır.
• Bir yandan, sömürge ve bağımlı ülkelerin yıkılmış ve derin ve çok yönlü bir krizin pençesine düşmüş olmaları; öte yandan, eski Doğu Bloğu ülkelerinin tahrip edici bir çöküntü ve karışıklık içinde bulunmaları; emperyalizmin cephe gerisinin içinde bulunduğu koşullar bunlardır. Bu ülkelerin karşı karşıya bulundukları ağır ekonomik ve politik faturanın bir kısmının, kriz derinleştirici ağırlıklar olarak, Batılı kapitalist ülkelere döneceği bir sürece girildiği kabul edilmek zorundadır. Sömürge ve bağımlı ülkeler ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin içinde bulundukları koşullar, kapitalist merkezlerde gündeme gelen krizi çevreleyen koşullar durumundadır. Ve bu ülkelerin durumunun, uluslararası burjuvazi için, uygunsuz koşullar oluşturduğu, açık bir şekilde görülmektedir.
Uluslararası kapitalist ekonominin içinde bulunduğu krizdeki yeni derinleşmeyi karakterize eden başlıca olgulardan önde gelenleri bunlardır. Uluslararası para ve borsa sistemleri ve mali sektörlerde periyodu hızlanan (istikrarsızlık) düşüş ve çıkışlar; temel üretim sektörlerinde şimdiden görülen mutlak gerileme belirtileri ve açığa çıkan durgunluk, düşüş ve dengesizlik gibi daha pek çok belirtiden söz edilebilir. Para ve sermaye piyasalarındaki olaylarla temel üretim sektörlerinde belirginleşen olgular arasındaki iç bağlantılar ele alınarak, güncel ekonomik krizin niteliği, özellikleri ve gelişme yönüyle ilgili karakteristik özellik gösteren başka karakteristik belirlemelere varılabilir. Ne var ki, bütün bunların burada ele alınmasının hem olanağı hem de gereği yoktur.
Şunu bir kez daha vurgulamak, mevcut ekonomik krizin bugünkü ağırlıklarını, gidişatını ve geleceğini görmek ve anlamak için herhalde yeterli olacaktır. Karakteristik özellikleri, kabaca da olsa burada ortaya konulmaya çalışılan bugünkü kriz, istikrarlı bir ekonomik, toplumsal ve politik yaşantıya sahip olan bir dünya sisteminde ortaya çıkan bir kriz değildir. Tam aksine, 1960lı yıllardan 1990’ların başına gelinceye kadarki dönemde; devresel olarak peş peşe gelen ekonomik krizlerin, sonraki dönemlere devrettikleri yeni istikrarsızlık ve kriz unsurlarıyla dinamiklerini aşındırmış; öte yandan, Batı ve Doğu Bloğu’ndaki cephe gerisi ülkelerini yıkmış ya da kronikleşmiş krizler içine sürüklemiş kapitalist dünyanın merkezlerinde dışa vuran bir kriz durumundadır, içinden doğduğu koşullardan oluşan uluslararası tablo yukarıda vurgulanan bu yeni ekonomik kriz; büyük kapitalist ülkeler arasındaki güç oransızlıklarının açıkça su yüzüne vurduğu ve aralarında yeni bir paylaşım mücadelesinin patlak verdiği bir dönemde gündeme gelmiştir. Bu tablodaki duruma düşmüş bir dünya sisteminde gündeme gelen ve yukarıda vurgulanan özelliklere sahip olan yeni ekonomik krizin; ekonomik, toplumsal ve politik sonuçları bakımından, son otuz yıldan bu yana görülenlerden farklı bir kriz olduğunu anlamak, kimse için zor olmasa gerektir.
Yukarıda vurgulanan olguların kanıtladığı şudur ki; dünya kapitalist ekonomisi, II. Büyük Savaş’tan (hatta 1929 krizinden) bu yana görülmeyen, giderek uluslararası sektörel ve genel çöküşleri de gündeme getirecek olan yem bir kriz dönemine girmiştir. Kapitalist emperyalist sistemin krizindeki bu yeni derinleşme gelip geçici bir olgu olarak görülemez. Dünyadaki ekonomik hayatın gidişinde ve sömüren ve sömürülen sınıfların yaşantısında, uluslararası ölçekte değişikliklere yol açacak yeni bir döneme işaret eden köklü bir olgu olarak görülmek zorundadır. Neresinden bakılırsa bakılsın; uluslararası kapitalist sistem, içinde bulunduğu krizin yeni bir derinleşme dönemiyle yüz yüze gelmiştir ve bütün olgusal veriler, uluslararası burjuvazi ve gericiliğin, krizden “korunma” ve krize karşı “mücadele” olanaklarını daha önceki dönemde büyük oranda tüketmiş olduğunu göstermektedir. Kapitalist burjuvazi, kapitalist ekonomideki krizin kapsamının farkına varmıştır ve bugünden “önlem” alma zorunluluğu duymaktadır. Uluslararası burjuvazi ve gericiliğin başlatmak zorunda kaldığı yeni saldırı kampanyasının; sadece, krizin hâlihazırdaki faturalarından kurtulmakla sınırlı olmadığı; aksine, ilerdeki aşamalarının yıkıcı ve genelleştirici sonuçlarına karşı “önlemler” içerdiği ve tekelci kapitalist grupları ve tekelci sermaye devletlerini genel ve çok yönlü çöküntü (ve mücadele) ihtimaline karşı sağlamlaştırma ve hazırlama hedefi güttüğü görmezden gelinemez bir gerçek durumundadır.
Son sınırına varmış emperyalizm eğilimi ve bu eğilimin, yeni ekonomik kriz koşullarındaki gelişme seyri
Tekelci kapitalizmin emperyalist kapitalizm olduğu; ondaki emperyalizm eğilimine, sistemin merkez ülkelerinde ve tekelci kapitalist grupların ellerinde yoğunlaşan dev boyutlardaki sermaye kitlesinin azami kâr dürtüsünün yol açtığı, tarihsel ve güncel ekonomik (ve politik) olgular tarafından kanıtlanmıştır ve kanıtlanmaktadır.
Proletarya ve halkların sömürülmesi ve i soyulmasıyla elde edilen ve tekelci kapitalist gruplar elinde (sermayenin tekelleşmesi süreci) ve kapitalizmin gelişmiş ülkelerinde toplanan sermaye, giderek çok çeşitli biçimlere bürünen sermaye ihracının, kapitalizmin başlıca özelliklerinden ve en temel eğilimlerinden birisi haline gelmesine yol açmıştır. Çünkü tekelci sermaye azami kâr peşinde koşmaktadır; dolayısıyla, ilgi alanı kendi ülkesindeki kâr olanaklarıyla (kâr oranlarındaki düşüş eğilimi bunun nedenlerinden biridir) sınırlı değildir; azami kâr olanağı sunan denizaşırı geri ülke ve bölgeler ve yüksek kâr oranlan ve rakip tekellerin varlıkları ve kârlarına el koyma imkânı veren gelişmiş uluslararası pazarlar, mali sermayenin mutlak eğilim gösterdiği alanlardır. Ayrıca, sermaye ihracı, kapitalizmin doğuşu, gelişmesi ve tekele dönüşmesinin en önemli sömürü ve birikim biçimlerinden birisi olan mal ihracını teşvik eden ve güvenceye alan ekonomik faktör ve politik bir güç durumundadır. Görülmüştür ve görülmektedir ki, ihraç yoluyla gittiği her yerde, tekelci sermaye, kapitalizmi geliştirmekte, bu temelde doğan sınıflara dayanarak politik bir güç haline gelmektedir. Sermaye ihracı, gerçekte, emperyalist boyunduruk ve emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin sömürge tekelinin ekonomik temelidir. Öncelikle, tekelci kapitalizmin yüz yıllık tarihi, bu olgusal gerçeğin yadsınamaz bir kanıtıdır.
Emperyalizm ve sömürgeciliğin “bittiği” ile ilgili propaganda, özellikle son yıllarda bir yanılsama yaratmış olmasına karşın, bugün de durum değişmemiştir. Azami kârın ele geçirilmesi, sermaye ihracı eğilimi ve bu eğilim üzerinden şekillenen emperyalizm ve emperyalist sömürgecilik, tekelci kapitalizmin mutlak ekonomik ve politik eğilimi ve özelliği olmaya devam edecektir. Söylenebilir ki; sermaye ihracıyla emperyalizm ve sömürge tekeli eğilimi arasındaki ilişki; dolayısıyla, kapitalizmin emperyalizm ve sömürgecilik eğilimi, tarihte hiç olmadığı oranda güçlenmiş bir eğilim, olgu durumundadır.
Geri ve bağımlı ülkelerin, bu ülkelere gelen tekelci sermayenin sömürüsü ve yarattığı bağımlılık ilişkileri sonucunda düştükleri durum ve tekelci kapitalist grup ve büyük devletlerin, kredi, borç ve yatırım vb. karşılığında dikte ettirdikleri sözleşmeler, sermayenin bugün de azami kâr güdüsüyle hareket ettiğini açık seçik ortaya koymaktadır. Gerek bu ülkelerde (ihraç yoluyla) yüz yıldır yerleşmiş sermaye, gerekse, çeşitli biçimler altında bugün ihraç edilen sermaye, bugün artık, “öküzü iki kez yüzmekle yetinmemektedir. Geri ve bağımlı ülkelere dayatılan koşullar, “bir öküzü” üç, beş kez “yüzme”, hatta büsbütün yutma koşullarıdır. Kaldı ki; ihraç edilen sermayenin, bu ülkelerde kazandığı gücün her türden “sözleşme”nin üzerinde olduğu; herhangi bir ülkedeki faaliyetinin, “mal ticaretindeki “serbestî”ye son verdiği ve tekel altına düşmesine yol açtığı ve politik bir güce dönüşerek, ülkenin ekonomik ve politik yaşantısını kendi çıkarlarına büsbütün bağlama eğilimi gösterdiği, sadece tarihten örneklerle değil, günümüzdeki örneklerle de kanıtlanan olgulardır. Neresinden bakılırsa bakılsın; geri ülkelere ihraç edilen sermaye, herhangi bir şekilde “karşılıklı yararlanma” ve “yardımlaşarak kalkınma” gibi bir güdü ve amaçla ihraç edilmemekte; tam tersine, kârların en azamisini yutmak, bu ülke ekonomilerini ve politik yönetimlerini daha sıkı bir denetim altına almak ve uluslararası kapitalizmin krizinin yükünü, bu ülke halklarının sırtına sarmak gibi güdü ve nedenler, sermaye ihracının (hareketinin) gerisinde yatan güdü ve nedenleri oluşturmaktadırlar.
Bu olgusal gerçekleri, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sermayenin, son bir iki yıl içinde gösterdiği hareketlenmeden, daha çarpıcı bir şekilde görmenin olanaklı olduğuna kuşku yoktur. ABD’den Almanya’ya, Japonya’dan Fransa’ya büyük kapitalist ekonomilerin, son bir iki yıldan bu yana derinleşen bir ekonomik kriz içinde oldukları herkes tarafından kabul edilmektedir. Öte yandan, ekonomik krizin, ekonomide derinleşen durgunluk, çeşitli sektörlerde düşüş ve daralma ve olağanüstü artan işsizlik biçiminde kendini gösterdiği, bizzat burjuvazinin akıl hocaları tarafından ilan edilmektedir. Eğer “yeni dünya düzeni” savunucularının ileri sürdükleri doğru olsaydı ve sermaye “kalkınma” ve “refah” güdüsüyle hareket etseydi; doğal olarak, geri kalmış ya da düşüş içindeki sektörleri “kalkındırma”, işsizliği ortadan kaldırma “fonları” olarak işlev görmesi ve kendi ülkesinde j “kalkınma” ve “refah” yatırımına dönüşmesi’ gerekirdi. Oysa böyle olmadığı; tekelci sermayenin, tam tersi bir eğilim gösterdiği yadsınamaz bir gerçektir.
Örneğin, kapitalizmin gelişmesi Almanya’da yavaşlamasına (durgunluk ve gerileme) ve “refah” seviyesi düşüş göstermesine karşın; Alman tekelleri ve Alman hükümetinin , “tercih”i, sermayenin sınır ötesi pazarlara gösterdiği eğilimi ve öteki ülkelere akışını teşvik yönünde bir “tercih” olmuştur. Alman’ tekelleri ve Alman hükümeti; Doğu ve Batı Avrupa ekonomilerinin bazı temel sektörleri ve bazı ülkelerini ele geçirmeyi; Rusya’ya 30 milyar DM’yi aşan krediler açmayı; denizaşırı öteki önemli ülkelere borçlar vermeyi, “yatırımlar “yapmayı ve “hibeler”de bulunmayı uygun görmüştür. Çünkü, tekelci sermaye.; azami kâr peşinden gitmektedir ve sınır ötesi pazarlar, birim sermaye kitlesine, maliyeti ucuz olan çok büyük kâr oranları sunmaktadır. Ayrıca denizaşırı kârları güvenceye alım ve Almanya’daki çıkarlarını (bu yolla) koruma ve güçlendirme güdüsü, sermayenin uluslararası hareketinin yönlendirici dürtüsü durumdadır. Dolayısıyla, Alman kapitalistleri ve Alman hükümetlerinin, farklı yönde bir “irade” ortaya koymaları olanaksızdır. Ve kabaca bakıldığında dahi; bütün öteki büyük kapitalist ülkeler ve uluslararası kapitalist tekellerin tutum ve “tercih”lerinin, Alman hükümeti ve sermayesinin tutum ve “tercih”lerinden farklı olmadığı görülmektedir. Bütün bu ülkeler ve uluslararası sermaye gruplarının, kendi ülkeleri ve kendi haklarını “kalkındırma” ve “refaha ulaştırma”dan önce, öteki ülkeleri “kalkındırma” ve halkları “refaha ulaştırma”yı öngörecek kadar “adaletli”, “insan-sever” ve “enternasyonalist” olduklarını, geri ülkelerdeki verili olgular karşısında, aklı başında hiç kimsenin iddia edemeyeceği ortadadır.
Yüz yıldır olup bittiği gibi bugün de olup biten şudur ki; tekelci sermaye, uluslararası pazarda azami kân ele geçirme dürtüsü ve bu kân güvenceye alacak ekonomik tekele varma güdüsüyle hareket etmekte; ve kendi ülkesindeki kapitalizmin gelişmesindeki yavaşlama pahasına da olsa, ekonomik ve politik imtiyazlar ele geçirerek, dünya pazarının tümünü kendine bağlama eğilimini sürekli artırmaktadır. Sermayenin sınır ötesi ve deniz-aşırı hareketindeki egemen biçimin, çok çeşitli yöntemler kullanarak gelişen sermaye ihracı olduğu; geri ve bağımlı ülkelere ve öteki ülkelere ihraç edilmiş ve sınır ötesi faaliyet içinde bulunan sermayenin tarihte görülmemiş büyüklükteki kitlesi (şu anda, sadece para sermaye olarak faaliyette olan miktarı 2 trilyon dolardan fazla) dikkate alındığında; “emperyalizmin bitmesi” ve “kapitalizmin sosyalleşmesi” ile ilgili tezlerin, emperyalizmi ve kapitalizmi gizleme ve meşrulaştırma çabasından başka bir anlam taşımadığı görülmektedir. Sermaye ihracı, emperyalizmin ve kapitalizmin sömürge (yeni sömürge) tekelinin ekonomik temelidir. Sınır ötesi ve deniz-aşırı pazar ve topraklara eğilim gösteren tekelci sermaye, gittiği her yere, emperyalizmi ve sömürgeciliği, tarihte görülmemiş oranda olgunlaştırarak taşımaktadır. Kısacası, sadece bir eğilim olarak değil, bir olgu olarak emperyalizm ve sömürge tekeli şimdi, her zamankinden daha geçerli, daha olgun ve daha yerleşmiş durumdadır.
Yüz yıl boyunca, gelişmiş kapitalist ülkelerden sınır ötesi pazarlara ve özellikle de geri ülkelere ihraç edilmiş sermaye, bu ülkelerin sömürülmesi yoluyla kendini yeniden üretmiş, aşın kârlarla büyümüş ve emperyalist tekeller ve büyük devletlerin kasalarında toplanarak, dünyadaki bütün ekonomik ve politik faaliyeti yönlendiren bir güç haline gelmiştir. Dolayısıyla bu süreç; geri ülkelerin sadece büyük boyutlardaki sömürülmesi süreci olmamış; aynı zamanda, ekonomik ve politik yaşantılarının, dünya kapitalist sistemine ve gelişmiş kapitalist ülkelere büsbütün bağlanmaları süreci de olmuştur. Ve bugünkü durum, emperyalizmin ekonomik ve politik egemenliğinin en fazla olgunlaşmış durumunu vurgulamaktadır. Öyle ki; “yeni dünya düzeni” savunucularının, “emperyalizm artık bitmiştir” dedikleri dönem, gerçekte, emperyalizmin ekonomik, toplumsal ve politik olarak, dünya tarihinde hiç olmadığı oranda hâkim olduğu ve yürürlükte bulunduğu döneme denk düşmüştür.
Gelişmiş ülkelerden sınır ötesine ve deniz-aşırı topraklara eğilim gösteren ve azami kâr için giden sermaye, iki yönde hareket içindedir. Onun iç içe geçmiş olan bu iki yöndeki hareketinin yönlerinden birincisi, gelişmiş kapitalist pazarlara doğru akışı; ikincisi ise, geri ve bağımlı ülkelere ihracıdır. Sermayenin bu iki yönlü hareketinin, peşinden getirdiği eğilim, kuşkusuz, ekonomik, politik ve askeri bakımdan egemen olma eğilimidir. Ve bu eğilim, kendini; bir yanda, geri ülkeler üzerindeki (ekonomik, politik, gerektiğinde askeri) boyunduruk; öte yanda, gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki paylaşma (ekonomik, politik ve askeri egemenlik) mücadelesi olarak ortaya koymaktadır. Emperyalizm budur; yüz yıldır böyle olmuştur ve kim ne derse desin, bugün çok daha büyümüş bir gerçekliktir. Sermayenin, eğilimini güçlendirdiği ve yoğunlaşmakta olduğu ülke ve bölgelerde merkezleşen ekonomik, politik ve askeri rekabet ve mücadeleler, bu bakımdan da yadsınamaz kanıtlar durumundadır.
Şu özellikler, egemenliğinin tarihi yüz yıla varan tekelci kapitalizmin mutlak özellikleridir: Emperyalizm olmadan kapitalizm olanaksızdır; tekelci sermayenin hareket ve gerçekleşme biçimi olan sermaye ihracı, kapitalizmin emperyalizm eğiliminin ekonomik koşuludur; emperyalizm, gelişmiş birkaç kapitalist ülkenin, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan ulus ve halkları sömürmeleri, yağmalamaları, baskı altına almaları ve her yönden kendilerine bağlamaları anlamına gelmektedir. Ve dünyayı; bir yanda egemen emperyalist uluslar (devletler); öte yanda, bu ulus ve ülkeler tarafından boyunduruk altında tutulan ulus ve halklar (ülkeler) olarak da ikiye bölmüş olan emperyalizm, iddia edilenlerin aksine, her zamankinden daha ilerlemiş olarak ayaktadır. Tekelci sermaye egemen olduğu sürece, emperyalizm de egemen olacak ve ayakta kalacaktır.
Uluslararası kapitalist ekonominin krizin-deki yeni derinleşme döneminin; geri ve bağımlı ülkeler üzerindeki emperyalist hegemonya ve kapitalist ülkeler arasındaki mücadele açısından ne getirip ne götüreceği sorununa, bazı yönleriyle ve kabaca da olsa, gelinen bu noktada değinmek gerekmektedir. Ekonomik krizin, kapitalizmin merkez ülkelerinde derinleşmesi ve en gelişmiş ekonomilerde daralma ve düşüşe ve hızla yükselen işsizliğe yol açarak açığa çıkmasının; kapitalist sermayenin iç pazarda yoğunlaşmasına ve ekonomilerin “istikrar” ve “istihdam” olanaklarını genişletme faaliyetine dönmesine yol açacağı; dolayısıyla, gelişmiş dış pazardaki rekabet ve mücadele ve geri ülkelerdeki sömürü ve baskının “hafifleme” sürecine gireceği gibi bir beklenti içine girilmesi, kuşkusuz bönce bir anlayışsızlık olacaktır. Bu yöndeki bir gelişme, kapitalizmin tarihinin bir döneminde olmadığı gibi bugün de olanaksızdır. Bu yönde bir gelişmenin, her şeyden önce, sermayenin doğasına aykırı olduğu ortadadır.
Bu aykırılık bir yana bırakılsa dahi, dünyada güçlenmekte olan ekonomik ve politik olgular şunu vurgulamaktadırlar: Önümüzdeki dönem; hem gelişmiş, hem de geri ve bağımlı ülkeleri kucaklayan genel (kapitalist ve emperyalist) bir saldırı; öte yandan, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasında giderek şiddetlenen bir mücadelenin kendini kabul ettirmesi dönemidir. Çünkü ilkin, ekonomik kriz, hem merkez ülkelerde, hem de cephe gerisini oluşturan nispeten gelişmiş ülkelerde birden şiddetlenmektedir; ikinci olarak, emperyalist hegemonya ve mücadelenin hangi ülke ve bölgelerde yoğunlaşacağı, bu bölgelerdeki (ya da oralara giden veya uluslararası pazardaki) sermaye kitlesinin büyüklüğü ve küçüklüğü ile her yönden doğru orantı içinde değildir. Emperyalist sömürü ve boyunduruğun ağırlaşması ve emperyalist rekabetin şiddetlenmesi, esas olarak, birim sermaye kitlesinin kâr oranlarındaki düşüş ve talep ettiği azami kâr oranlarındaki artış miktarlarında dile gelmektedir. Kapitalizmin krizindeki yeni dönemin belirginleşen özelliklerinin sonucu olarak; sermayenin acil çıkarları, hem gelişmiş hem de geri ülkelerde, sömürü oranları ve tekelci kârların mutlak artışını burjuvazi ve gericiliklere dayatmış durumdadır. Ve kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler; bir yandan, bu mutlak sömürü ve kâr oranlarına duyulan çok yönlü ihtiyaç; öte yandan, rakip tekeller ve ülkeler karşısında kendi kâr paylarını artırma ve pazara egemen olma zorunluluklarının ağır baskısı altına düşmüşlerdir. Kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin düştüğü bu durumun; geri ülkeler üzerindeki emperyalist sömürü ve baskının artması ve gelişmiş ülkeler ve kapitalist tekeller arasındaki egemenlik mücadelesinin şiddetlenmesi anlamına geldiği, herkesçe anlaşılabilir bir gerçekliktir.
Neresinden bakılırsa bakılsın; kapitalist dünyanın önündeki dönem sistemin bütün çelişkilerinin sertleştiği; bir yanda proletarya ve halklar üzerinde azgınlaşan sömürü ile at başı giden ve (özellikle direnişini geliştiği koşullarda) dalga biçimini alan baskı kampanyasının; öte yanda, kapitalist gruplar ve emperyalist ülkeler arasındaki dünyayı yeniden paylaşma ve pazara egemen olma mücadelesinin genişlediği ve kuvvete başvurmayı da gündeme alabilecek derecede şiddetlendiği bir dönem olacaktır. Dünyanın böyle bir döneme girdiğini vurgulayan olgular, herkesin gözüne çarpacak ölçüde belirginleşmiş olgular durumundadır.
Emperyalist hegemonyayı sağlamlaştırma kampanyası ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinin nasıl bir seyir izleyerek genişleyeceğini tartışmak bugün kuşkusuz anlamsız olacaktır. Sorun şudur ki; emperyalizm ve sömürgecilik tüm ağırlığı ile yürürlüktedir ve girilmekte olan yeni kriz dönemleriyle birlikte, sistemin bütün ekonomik ve toplumsal çelişkileri sertleşmekte ve keskinleşmektedir. Emperyalizmin tarihindeki son kırk yıldan bu yana görülmeyen; proletarya ve ezilen halkların mücadele ve direnişlerinin yenilendiği ve emekçi kitlelerin yönlerini kapitalizm ve emperyalizmin yıkılışına döndükleri; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki kavganın yeni bir alana sıçradığı ve alevlenerek şiddetlendiği yeni bir dönem açılmaktadır. Ve uluslararası burjuvazi ve gericilik; açılan bu yeni kriz dönemini, kapitalist sömürü ve emperyalist baskı ve girişimlerini artırarak karşılarken; proletarya ve ezilen halkların, artan kapitalist sömürü ve emperyalist baskıya karşı direniş ve mücadele eğilimine girdikleri görülmektedir. Görülmektedir ki; dünya kapitalizminin içine düştüğü yeni ekonomik kriz dönemi, proletarya ve halkların mücadelesinin yeni bir yön alması için gerekli koşulları olgunlaştıran bir dönem de olmaktadır.
Emperyalist sistemin genel bunalımının yeni aşaması ve proletarya ve halkların devrimci hareketi
Bu yazı boyunca vurgulanan ekonomik, toplumsal ve politik olgu ve olayların vurguladığı ve dikkat çektiği gerçek, kapitalist dünyanın yeni bir döneme girmekte olduğu gerçeğidir. Ancak, bu yeni dönemin, sadece, ekonomik krizdeki yeni bir derinleşmeyle karakterize olan ve bu alanda sınırlanan bir dönem olmadığı, gene olgular ve olaylar tarafından vurgulanan başka bir gerçek durumundadır. Öte yandan, “şiddetli ve altüst oluşlar dönemi” tanımlamasının, doğru olmakla birlikte, uluslararası durumdaki değişikliklerin ve bu değişikliklere damgasını basan olgu ve olayların gerçek içerik ve önemleriyle yansımadığı da anlaşılmak zorundadır. Bu yazı boyunca yapılmış tespit ve tanımlamaların, dünyadaki durum ve açılmakta olan yeni dönemin değişik özellikleri ve özel yönlerine dikkat çekmek için yapıldıkları ve dolayısıyla, dönemin bütün özelliklerini vurgulamakta yetersiz kaldıkları son derece açıktır.
O halde, kapitalizm ve emperyalizm nereye gitmektedir? Kapitalist dünya, kuşkusuz ekonomik krizdeki yeni bir derinleşme; yanı sıra, öteki olguların da vurguladıkları gibi, sert sınıf mücadeleleri ve alt üst oluşlara ve şiddetlenen emperyalist çatışmalara doğru gitmektedir. Daha tam ve eksiksiz; aynı zamanda, yapılmış tespit ve tanımlamaları birleştiren ve genelleştiren bir şekilde vurgulanırsa; emperyalizm, genel krizinin yeni bir aşamasına doğru hızla yol almaktadır. Sistemde meydana gelen ekonomik ve toplumsal olgu ve olaylar ve dışa vuran politik değişikliklerin vurguladığı gerçek budur. Sistemin genel krizinin yeni aşaması, nasıl bir süreçten geçilerek ve hangi olaylara yol açarak gelişirse gelişsin, kapitalist dünyanın önünde başka alternatifin bulunmadığı son derece açıktır. Ve uluslararası burjuvazi ve gericiliğe akıl hocalığı yapan çağdaş papazlar takımını, karamsarlık ve umutsuzluğa sürükleyen de, yeni bir aşamasına hızla yaklaşan genel krizin seyri karşısındaki bu alternatifsizliktir.
Dünyada meydana gelen olaylar ve etkilerini giderek hissettiren olgular, burjuvazi ve gericilik için gerçekten de umut kincidir. Görülmektedir ki; kapitalizmin merkez ülkelerinde dışa vuran yeni ekonomik kriz; krizin gösterdiği özellikler ve içinden doğduğu koşullar, sistemin ekonomik çelişkilerini keskinleştirmekle kalmamakta; aynı zamanda, toplumsal çelişkilerin sertleşmesi ve olgunlaşmasına yol açan olgular da yaratmaktadır. Kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasında, dünyayı yeniden bölüşme uğruna giderek genişleyen ve şiddetlenen mücadele; şiddetlenen mücadele ve derinleşen krizin dayattığı genel saldırı kampanyasına karşı direniş eylemi biçiminde ortaya çıkan ve genişleyeceği bugünden görülen proletarya ve halk hareketi: Bu toplumsal ve politik olgular, hâlihazırdaki ekonomik krizi daha da derinleştiren ve derinleştirecek olan faktörler olarak, kapitalist toplumların yaşantısına bugünden girmiş durumdadırlar. Ve daha önceki dönemden devralınmış çelişki ve anlaşmazlıkları da kendilerini bağlayarak; ekonomik krizin toplumsal ve politik krize doğru genişlemesini gündeme getiren dinamikler olarak güçlenmekte, olgunlaşmaktadır. Daha önce de işaret edildiği gibi, son otuz kırk yılın, sistemin ağırlıklarının birikmesi ve direniş olanaklarının tükenmesi, emperyalizmin genel krizinin olgunlaşması dönemi ve yeni bir aşamasına gidiş süreci olduğundan kuşku duyulmayacağı, herkesçe kabul edilmek zorundadır. Kapitalizmin genel krizinin yeni bir aşaması: Uluslararası burjuvazi ve gericiliği ve besleme ideolog, ekonomist, tarihçi ve politikacı takımını, karamsarlık ve umutsuzluğa mahkûm eden ve bu karamsarlık ve umutsuzlukta haklı kılan olgu işte budur.
“Yeni dünya düzeni” yandaşlarının görüş ve tezleri, olgular ve olaylar tarafından mahkûm edilmiş durumdadır. Ve sistemin bağrındaki çelişki ve çatışmaların olgunlaştığı koşullarda, ileri kitleler ve halklar üzerinde aldatıcı etkilerinin kırılması kolaylaşmıştır. Asıl sorun şudur ki; proletaryanın öncü bölükleri ve gerçek komünistler, dünyada meydana gelen değişikliklerden ve sistemin, genel krizinin yeni aşamasına doğru yol alışından ne gibi sonuçlar çıkarmakta ve talep ettiği görevleri hangi kavrayışla ele almaktadırlar; her devrimci proleter ve her gerçek komünistin dikkat ve enerjisini yoğunlaştıracağı sorun, bugün bu sorundur.
Emperyalizmin genel krizi, genel krizin olgunlaşma süreci ve yeni aşamasının özellikleri ve özgünlükleri üzerinde genel hatlarıyla da olsa durmak gerekmektedir. Çünkü bunlar, proletaryanın öncüsü ve komünist partisinin çalışması ve hazırlığı ile yakından ve doğrudan ilgili olan olgu ve süreçlerdir. Bu olgu ve süreçleri belirleyen dönemleri birbirlerinden ayırmadan ve birbirleriyle bağlantılarını dikkate almadan, devrimci bir çalışma yapmak ve devrimi ilerletmek olanaksızdır.
Tekelci kapitalizm, yani emperyalizm, genel kriz dönemine girmiş kapitalizmdir. Bunun anlamı, kapitalizmin genel krizi ve genel kriz aşamalarının, tekelci kapitalizm ve emperyalizm döneminin ürünü olduğudur. Kapitalizmin, tekelci kapitalizme ve emperyalizme dönüşmesiyle dünyanın yaşantısına giren genel kriz ve genel kriz aşamaları, emperyalizmin küçük burjuva eleştiricisi küçük burjuva sosyalizminin, “sürekli kriz” görüşüyle karıştırılmamalıdır. Kapitalizm ve emperyalizmin, genel kriz dönemine girmiş kapitalizm olması, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel, çelişkilerini son haddine kadar olgunlaştırmış ve sosyalizme dönüşmesinin bütün koşullarını yaratmış bir kapitalizm olması anlamına gelmektedir. Kısaca söylenirse; kapitalizmin, hasta yatağına düşmüş ve sosyalizmin arifesine dönüşmüş bir sistem haline gelmesini vurgulamaktadır.
Tekelci kapitalizm ve emperyalizmin; tek tek ülkeleri, emperyalist zincirin halkalarına dönüştürdüğü ve devresel aşırı üretim krizlerinin içinde doğduğu koşullarda, daha önceki dönemden ayrılan bazı değişikliklere yol açmış olması nedeniyle, genel kriz üzerine, kuşkusuz, başka ve somut belirlemeler ileri sürülebilir ve sürülmelidir de. Ne var ki, burada bunun olanağı olmadığı gibi, gereğinin bulunmadığı da takdir edilmek zorundadır. Gene de şu vurgulanmalıdır; kapitalizmin genel krizler çağına girmesinin anlamı, emperyalizmin yıkılışının objektif koşullarının olgun olması ve proletarya ve halkların, devrimi pratik bir sorun olarak önlerine almasıdır. Kapitalizmin genel krizi denildiğinde anlaşılması gereken budur. Ve bunu anlamayan kişinin, devrimci kalması ve devrimci bir rol oynaması olanaksızdır.
Emperyalizmin, genel krizinin yeni bir aşamasına doğru yol alış (genel krizin olgunlaşması üzerine) dönemine gelince; bu dönem, ekonomik krizin derinleşerek politik ve toplumsal bir krize yol açması; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki mücadelenin emperyalist bloklaşmalar ve savaş mihraklarının ortaya çıkacağı bir alana genişlemesi ve proletarya ve halk hareketinin, kapitalizm ve emperyalizme karşı doğrudan ve iktidar için mücadeleye dönüşmesi sürecine denk düşen bir dönemdir. Bu dönem ve bu sürecin, dünyada, karşıt iki etkenin; devrim ve savaş etkenlerinin olgunlaştıkları; devrimin güçleriyle karşıdevrimin güçlerinin karşılıklı mevzilendikleri bir dönem ve süreç olduğu herhalde açıktır.
Genel krizin yeni bir aşamasının patlak vermesi ya da olgunlaşmış olması ise; kapitalizmin belli başlı ülkelerinin veya genel olarak sistemin çözülmesi ve tam ve kesin altüst oluş ve hesaplaşma dönemini vurgulamaktadır. Emperyalist kampın parçalanması ve karşılıklı (açık savaş durumu doğması veya savaşa tutuşma) çatışmaya sürüklenmesi ve proletarya ve halkların, bu durumdan da yararlanan ve devrim ve iktidar için cepheden saldırıya geçmesi… Devrim cephesiyle karşıdevrim cephesini oluşturan kampların karşılıklı hazırlıklarını tamamlamaları, altüst oluş ve karşılıklı ezme hareketi dönemine fiilen adım atmaları… Emperyalist savaş mihraklarının kesin hesaplaşmaya girmeleri; bu hesaplaşma öncesinde veya sonrasında, uluslararası ölçekte ya da önemli ülkelerde devrimci durumun olgunlaşması… Yahut da, bütün bu olgu ve olasılıkların, tarihte meydana gelmemiş ve bugünden görülemeyecek biçimde iç içe geçerek ve karmaşık bir seyir izleyerek olgunlaşmaları… Bu olgu ve gelişmelerin, devrimci durumun olgunlaşması, emperyalist zincirin zayıf halkalarının açığa çıkması ve devrimin, şu ya da bu ülke veya ülkelerde patlak vermesi ve zafer kazanması koşulunun doğması anlamına geldiği bilinebilir bir şeydir.
Bugünkü koşullara dönülecek olursa; kapitalist ve emperyalist dünyanın girmekte olduğu dönem, kuşkusuz, genel krizin olgunlaşmış ve yeni aşamasının patlak vermiş olduğu bir dönem değildir. Girilen dönem, emperyalizmin genel krizinin yeni bir aşamasına doğru gidiş sürecini yeniden başlatan bir dönemdir ve sürecin henüz başlangıcında bulunulmaktadır. Bu süreci; hem burjuvazi ve gericiliğin “zafer” kazandığı ve proletarya ve halkların ağır ve uzun süreli yenilgiler aldığı dönemlerden; hem de, genel krizin yeni aşamasının olgunlaştığı (patlak verdiği) ve proletarya ve halk hareketinin cepheden saldırıya geçtiği dönemlerden ayırmak gerekmektedir.
Kapitalizm, bugün, yirmi otuz yıldır görülmeyen özellikler gösteren bir krize girmiştir; üstelik kırk yıldır birikmiş kriz etkenleri ve krize karşı korunma olanaklarının oldukça daraldığı koşullar üzerine gelmiştir. Öte yandan, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, yeni bir alana sıçrayan pazar ve etki alanları mücadelesi olarak sertleşmiş ve iddialı emperyalist ülkeler, uluslararası statükoya baş kaldırma eğilimine girmişlerdir. Burjuvazi ve gericiliğin, bu gelişmelerle genişleyen saldırısı, genel bir kampanyaya dönüşmüş ve proletarya ve halkların hareketinde yön değişikliği belirtileri gösteren bir canlanma ve ilerlemeye yol açmıştır. Bütün bunlar doğrudur ve bu gelişmeler, kuşkusuz, yaşanan sürecin gelişen yönünü vurgulamaktadır. Fakat ne var ki; ekonomik krizin genel bir çöküntü özelliği kazanmadığı; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasında kopuş, cepheleşme ve bloklaşmanın bütün yönleriyle henüz şekillenmediği; ve proletarya ve halkların, dizginlerini koparmış bir hareketlenme içine henüz girmediği de bir gerçektir. Dünyadaki gidişatın, sert sınıf mücadeleleri yönünde olduğu, fakat henüz sürecin başında bulunulduğu, kuşkusuz görmezden gelinmemelidir. Ve proletarya ve halk hareketinin, devrimci bir platforma genişlemesinin sürecin bütün yönleriyle kavranmasına bağlı olduğu anlaşılmak zorundadır.
Girilen dönemin; gerek ekonomik krizin gelişme seyri; gerek kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki mücadele; gerekse, proletarya ve halkların hareketinin izleyeceği çizgi açısından, nasıl ve hangi biçimler altında yaşanacağı, bugünden çok somut çizgileriyle, elbette ki kestirilemez. Anlaşılması ve kavranması gereken şudur ki; burjuvazi ve gericiliğin saldırı kampanyası, mutlak yoksullaşma ve mutlak sefaleti de gündeme getirerek gelişmektedir. Ve proletarya ve halkların direnişi, giderek gelişmekte ve genişlemektedir. Proletaryanın öncüsü, tutumunu, buna göre belirlemek, sınıfın bağımsız hareketi ve örgütlenmesinin gelişmesine yardım edecek bir çizgi izlemek zorundadır. Aksi takdirde, burjuvazi ve gericilik, işçi ve emekçi kitleleri aldatma, yenilgiye uğratma olanağına her zaman sahip olacaktır.

Nisan 1994

Bir Eylem Kılavuzu Olarak Diyalektik Materyalizm

Özgürlük Dünyası’nın 64. sayısında yayınlanan “MARX’TA VE LENİN’DE DİYALEKTİK YÖNTEM” başlıklı yazımızın sonunda, diyalektik materyalizmin, esas olarak dünyayı devrimci tarzda değiştirmenin bilimsel ilkelerini verdiğini belirtmiştik. Bu açıdan ele alındığında, diyalektik materyalizmin, pratik siyasal mücadelede, yani, dünyayı değiştirme eyleminin bu en yoğun biçimi içinde nasıl kullanıldığının araştırılması büyük önem taşımaktadır.
Marksizm’in bir eylem kılavuzu olarak kavranması gerektiğini vurgulayan Leninist önerme, onun yalnızca bir araştırma ve inceleme yöntemi olarak kalması halinde, gerçekte sahip olduğu imkânların pek azının kullanılmış olacağını ve asıl işlevinin bir kenara bırakılması anlamına geleceğini öğretir.
Marksizm’i, bilimsel bir yöntem olarak kullanan pek çok burjuva bilim adamı, siyasetçi ya da asker vardır. Ama bu, Marksizm’in onlar için de bir “eylem kılavuzu” olduğu anlamına gelmez. Onu, dünyayı anlamanın ve değiştirmenin en genel ilkelerinin ve yöntemlerinin bir bütünü olarak görebilmek için, başlıca iki özellik gerekmektedir: Birincisi, mevcut toplumsal ilişkilerin değişmesi gerekliliğini bir sınıf tavrı olarak benimsemek ve ikincisi, toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilecek biricik gücün işçi sınıfı olduğunu bilmek. Bir başka deyişle, “Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak benimsemek” demek, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesiyle Marksizm’i birleştirmek demektir. İşçi sınıfının devrimci militanı bakımından, Marksizm, elbette bilimsel araştırma yöntemi olarak da belirleyici bir önem taşımaktadır, fakat onun için, bunun yanı sıra, Marksizm; mücadelenin bütün alanlarında, sınıf mücadelesi tarihinin ve devrimci teorik birikimin bilimsel bir özeti ve deney hazinesi olarak kavranıp titizlikle uygulanması demektir. Özetle, yalnızca düşüncede değil, hayatın her alanında diyalektik yöntem ile silahlanmak demektir.
Marksizm yalnızca işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki konumunun ve dünya çapındaki devrimci eyleminin ana çizgilerini anlatan bir “kılavuz” değildir; insanlığın bütün tarihsel birikiminin kendisine kadar gelen zenginliğinin bir özeti ve yoğunlaşmış halidir. Öyle ki, bu yoğunluk, aynı zamanda, kendisinden sonraki gelişmelerin yönünü ve genel eğilimlerini de içermektedir. Yeni bir dünyanın kuruluşu ve yeni bir insanın doğuşu, Marksizm’in işçi sınıfına açtığı yoldan gerçekleşecektir.
Lenin, mücadelesinin her anında, yalnızca Marx’ın ve Engels’in eserlerini incelemekle, tekrar tekrar okumakla ve mücadelenin ihtiyaçları karşısında onlardan yararlanmakla kalmamış, en güç dönemlerde, “insanlık tarihinin bütün büyük beyinlerinin” eserlerini, klasik ve antik filozofların yazılarını da incelemiş, edebiyatta ve sanattaki gelişmeleri izlemiş ve bütün bir tarih boyunca oluşa-gelen kültürel birikimini, proletaryanın cephaneliğine aktarmak için çalışmıştır. Çünkü Lenin, Marksizm’i, Marx’ın kafasından çıkan bir teori olarak değil, bütün bir bilgi tarihinin işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesiyle birleşen özü, özeti olarak kavrıyor, onu bütün temelleriyle incelemeyi, uygulamada karşılaşabileceği tüm sorunların çözümünü bulabilmenin çıkış noktası olarak görüyordu. Bir bakıma, onun açısından, Marksizm’i incelemek demek, insanlığın tarihsel eyleminin bütün yönlerini incelemek demekti. Lenin, diyalektik materyalizmi, “dünyanın tüm somut muhtevasının, dünya hakkındaki bilginin gelişme yasalarının teorisi … dünya hakkındaki bilginin tarihinin dökümü” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, diyalektik materyalizmin öğrenilmesinin üç-beş basit formülü ezberlemek anlamına gelemeyeceğini anlatırken, onun uygulanmasının da ezberlenmiş formüllere göre eylemin düzenlenmesi olamayacağını öğretmektedir.
Bu yazının başlıca amacı, sınıf mücadelesi pratiği içinde, hareketin kendine özgü diyalektiğinin yakalanması ve eylemde diyalektik yöntemin kullanılışı üzerine bir özet sunmaktan ibarettir. Diyalektik üzerine yazılmış birçok kitap, onun ilke ve yasalarının açıklanmasını, doğa bilimlerinden örnekler üzerinden yapmaya çalışır. Biz, bunu, sınıf mücadelesinin içinden seçilmiş somut örnekler üzerinden yapmaya çalışacağız. Fakat asıl önemli olanın, her devrimcinin kendi mücadele alanında yöntemi uygulamayı ve genel dersler çıkarmayı başarabilmesidir.

DİYALEKTİĞİN TEMEL TAŞI: KARŞITLARIN MÜCADELESİ
Hegel diyalektiğinin en temel ve önemli özelliği, çelişkiyi, hayatın ve her türden varlığın kaynağı olarak görmesiydi. Lenin, “Evrenin bütün süreçlerini, ‘özdevinim’leri içinde bilebilmenin koşulu, bu süreçleri, karşıtların birliği olarak tanımaktır. Gelişim, karşıtların ‘mücadele’sidir… Karşıtların birliği… koşula bağlıdır, geçicidir, süreksizdir, görecelidir. Gelişim ve hareket nasıl mutlak iseler, birbirlerini karşılıklı dışlayan karşıtlar arasındaki mücadele de mutlaktır” diyordu.
Diyalektiğin, toplumsal dönüşüm için bir araç olarak kullanılabilme özelliği; karşıtlığı, hareketin ve değişmenin yasası olarak keşfetmiş olmasında yatmaktadır. Gerçekte, toplumu anlamak ve yorumlamak için, birçok yöntem kullanılabilir; fakat söz konusu olan toplumu değiştirmekse, onu karşıtların birliği ve mücadelesi yasası açısından ele almak zorunludur.
Bu, özellikle, Lenin’in teorik ve pratik eseri göz önünde tutulduğunda apaçık görülür. Hegel’in idealist tarzda da olsa, diyalektiğin temel yasalarını incelediği eseri olan “Büyük Mantık”, Lenin için, bu bakımdan önemliydi. Karşıtların mücadelesi yasasını, dünyaya bakışının temeline koymayan devrimcilerin, er geç bir oportünist uzlaşmacı haline geleceği hakkındaki öngörüsü de buna dayanmaktaydı. Onun, Plehanov hakkındaki şu değerlendirmesi, son derece önemlidir: “Plehanov, felsefe konusunda en az bin sayfa yazmıştır. Ama ‘Büyük Mantık’ konusunda hiçbir şey!” Hegel’in diyalektik yöntem ve özellikle karşıtların birliği ve mücadelesi üzerine en kapsamlı yapıtı olan “Büyük Mantık”ı, Plehanov’un okumamış olması düşünülemezdi. Ama, eserin önemini kavrayabilmek için, dünyaya ve topluma “değiştirilmesi gereken” bir şey olarak bakmak gerekiyordu. Plehanov’da eksik olan buydu.
Genel olarak evrimci ve reformist bir politika izleyen ve özellikle de partinin ve örgütlü proleter kitlelerin devrimci atılımından uzak duran “sosyalistlerin diyalektikle ilişkileri bakımından ileri sürülebilecek temel değerlendirmeler, Lenin’in, Plehanov hakkında söylediklerinde bulunabilir: Toplumu, karşıtların birliği ve mücadelesinin alanı olarak görmemek. Bir başka deyişle, gelişmenin ve ilerlemenin motor gücünü, sınıflar arasındaki devrimci mücadelede değil, kendiliğinden evrimde ve sınıflar arasındaki uzlaşmalarda görmek.
Daha önce, Lenin’in, “Bizim anladığımız anlamda diyalektik, nesnelerin özünde bulunan çelişkinin incelenmesidir” sözünü anmıştık. Bu, doğrudan doğruya nesnenin dönüştürülmesi eyleminin başlangıç ilkesi olarak anlaşılmalıdır. Olaylar, ilişkiler ya da nesneler, içlerinde bir karşıtlık taşıdıkları görüşünden bağımsız olarak ele alındıklarında, nerelerinden tutulup değiştirilecekleri bilinemez. Çelişki, her türden (doğal, toplumsal, ya da düşünceye ilişkin) varlığın ortaya çıkışının kaynağı olduğu gibi, gene her türden varlığın değişmesinin de kaynağıdır. Burada önemli olan, diyalektik materyalizmin, yalnızca çelişkileri esas alan bir “felsefe” olarak değil, mücadelesi içindeki sınıfın devrimci atılımım gerçekleştirecek olan çelişkileri yakalama bilimi olarak görülmüş olmasıdır. Marx, bütün tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu ve tarihsel ilerlemenin, bundan böyle de, ancak sınıflar arasındaki çatışmanın devrimci çözümü ile ilerleyeceğini söylerken, tarihle diyalektiği bir arada düşünmüş olarak konuşuyordu. Diyalektik-materyalizmin, devrimci sınıf için öneminin asıl burada yattığını keşfeden Marx, Hegel diyalektiğinin “metafizik kabuğunu kırarak” ondaki devrimci özü açığa çıkardı ve proletarya devriminin bir silahı haline getirdi. Marx ve Lenin’in Hegel’de buldukları ipucu, onların elinde şu açık anlamı kazandı: Bir şeyi “dönüştürmek için kavramak” demek; onu, kendi kendisiyle çelişkili bir şey olarak kavramak demektir.
Basitleştirerek örnekleyecek olursak, greve hazırlanan bir işçinin ilk farkına varacağı şey, kendisi ile patronu arasında bir çelişme bulunduğu olacaktır. Bu çelişme, olağan koşullarda bir bütünlük gibi görünen iş koşulları içinde bir hareket yaratmıştır ve bir şeylerin değişmesi için başlangıç noktası oluşturmuştur. Bu ilk farkında olma durumu, henüz, gerçek bütünün yani kapitalist üretim tarzının çelişmelerini ve bunların sistemin tümünün değiştirilmesi için ne gibi olanaklar taşıdığının bilinci değildir. Böyle bir kavrama, kapitalizmi oluşturan siyasi ve sosyal tüm olgulardaki ve tüm süreçlerdeki “çelişen, birbirlerini karşılıklı dıştalayan, karşıt eğilimlerin tanınması” (Lenin) düzeyine yükselmedikçe, basit bir işçi-patron sürtüşmesi olarak anlaşılacaktır. Fakat gene de, küçük bir grev süreci ve onun sonucunda elde edilen kazançlar, “gelişme, karşıtların ‘savaşımı’dır.” diyen Lenin’in sözlerine bir kanıt olacaktır. “Karşıtların birliği ye savaşımı yasası var olan her şeyin ‘özdeviniminin’ anahtarını verir; yalnız o (…) eskinin yıkılmasının ve yeninin doğuşunun anahtarını verir.”
– Çelişkinin Genelliği ve Bütünlüğü
Küçük çapta bir grev, çelişen tarafların kimler ya da neler olduğunun kolayca görülebileceği dar bir alanda gerçekleşir. Fakat eğer anlaşılması gereken olay, ülke ya da dünya çapında bir genişliğe sahipse, kimle kimin, neyle neyin savaştığı kolayca görülmez; üstelik gerçek çelişkileri saklayan, üstünü örten ya da başka şeyleri gerçek çelişmelermiş gibi gösteren bir burjuva propaganda saldırısı altında, bu iyice güçleşir. Örneğin, şu anda Türkiye derin bir siyasi ve ekonomik kriz altında bulunuyor. Burjuva basın, krizin temelinde yatan temel çelişmeyi, yani sermaye ile emek arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın kriz görünümü altında aldığı biçimleri saklamak için, sahte çelişmeleri öne çıkarıyor: Laiklerle dinciler, “dış düşmanlarla Türkiye arasında bir çelişme ve çatışma bulunduğu, bunların halledilmesiyle Türkiye’nin siyasi krizden kurtulabileceği ileri sürülüyor. Ya da, ekonomik krizin gerçek nedeninin, KİT’ler, yüksek işçi ücretleri olduğu iddia ediliyor. Çelişkilerin gerçek içeriklerinin saklanması, aslında, burjuvazinin de toplumsal çelişkilerin gücünü kabul ettiğinin bir ifadesidir.
Burjuvazi, gerçekte, tarihsel olarak sınıf mücadelesinin varlığını proletaryadan önce tanımıştır ve bu konudaki uluslararası deney birikimi, kurumsal ifade biçimleri kazanmıştır. Bundan dolayı da, çelişmenin devrimci gücünü bildiği için, sınıf mücadelesinin üstünü örtmeye çalışarak, nesnel çelişkilerin sosyal bir sınıf gücü halini almasını önlemeye çalışır. “Toplumsal uzlaşma”, “toplumsal barış”, “ulusal birlik ve beraberlik” gibi sloganlarla, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadeleyi, ezilen ulusların kurtuluş mücadelesini, dinsel ve siyasal baskıyı gizlemeye çaba gösterir.
Şu halde, çelişkinin farkında olmak, çelişkileri görmek, tek başına yeterli değildir. Önemli olan, toplumsal dönüşümün bütün olanaklarını bağrında taşıyan bu önemli gücün nasıl harekete geçirileceğini ve hangi sosyal sınıf elinde bir manivela halini alacağını bilebilmektir.
Özetle, görünüşte bir “bütün” olarak çelişmesiz ve çatışmasız gibi duran olayın, nesnenin ya da sürecin içindeki çelişkiyi görmek yetmez; çelişkiyi, çelişen yanlar birbirini dışlayacak ölçüde keskin nitelikler kazanıncaya dek derinleştirmek, böylece olayları, nesneleri ve süreçleri değişmek üzere harekete geçirmek gerekir. Bir başka deyişle, düşüncede kavranan çelişmeyi, eylemde bir hareket unsuru haline getirmek gerekir. Grev örneğini sürdürecek olursak, burada çelişkiler taşıyan birden fazla unsurun hareket halinde olduğu söylenebilir. Önce olayı basit “patron ve işçiler” düzeyinde kavrayan işçinin bilincindeki çelişkiler ele alınabilir. Bu dar ve çelişmeyi henüz sınıflar arasındaki çatışma düzeyinde görmeyen kavrayış, bir dizi yan çelişmeyle beslenmekte, iç içe geçmiş birçok geri ve ileri unsurun çatışmasını içermektedir. Süreçte karşılaşacağı yeni olaylar, kendi düşüncesinin gelişimi, sosyalist siyasal bilinçle bağlantısının düzeyi ve bunlar karşısında etkide bulunan burjuva egemen kültür ortamı, karşıdevrimci propagandalar, gündelik hayatının ilişkileri vs. çatışma halinde, onu geriye itecek ya da ilerletecek çelişkiler oluşturur. Onu ya da bu türden çelişkiler içinde bulunan işçileri, devrimci sosyalist bilinçle donatabilmek için, öncü işçilerin yararlanacağı hareket noktalarıdır bunlar. Eğer işçiler, bu türden çelişkileri yaşamıyorlarsa, onları ilerletebilmenin olanağı bulunamaz. Greve yol açan olaylar dizisi içinde, yalnızca bir ücret ve sosyal haklar anlaşmazlığı değil, aynı zamanda işyerinin içinde bulunduğu sektörün genel bir bunalım içinde olması da bulunabilir. Burjuvazinin kendi içindeki rekabet, banka ve kredi sistemlerinde tıkanıklık, borsa ilişkileri, hammadde darlığı vs. dolayısıyla, kapitalizmin kendi açmazlarının ortaya çıkardığı birçok başka çelişme de, aynı grev içinde görünür ve anlaşılır hale gelebilir. Bu noktada, örneğin “bizim patron”un, karşı fabrikanın patronu ile olan çelişkisi, grevin kırılması için patron tarafından kullanılabilir. “Ekmek kapımız” tehlikededir ve grev devam ederse patronumuz kötü duruma düşecektir! Öyleyse, ne yapmalı? Bu çelişkiyi nasıl kavramalı? İşçiler, çelişmenin genel karakterini görmezlerse, kendileriyle burjuvazi arasındaki çelişki olarak değil de “bizim patronla kendi aramızdaki mesele” olarak görürlerse, “karşı taraftaki patronun bizimkini ezmemesi için” grevden vazgeçebilirler. Veya patronun grevin uzamasından çıkarları vardır: Stokları eritmek, üretimi düşürerek denge sağlamak gibi ihtiyaçlar yüzünden, grevi uzatmaktadır. Gene, çelişmenin genel karakteri göz ardı edilirse, patronun oyunu sezilemez. Grev alanı, tek başına bir işletme, tek başına işyerinin ilişkileri olarak görülürse, grevin kaynağı ve hedefi doğru olarak görülemez.
Şu halde, bir olayın, sürecin ya da nesnenin içindeki çelişkileri, yol açacağı sonuçlarla birlikte görebilmek için, onu bağlı olduğu bütünün bağıntıları üzerindeki yeriyle birlikte, birlikte etkilendiği ve etkilediği bütün süreçlerle, olaylarla birlikte düşünmek gerekmektedir. Ne var ki, bu tür eylemler genellikle kendi sorunlarının çerçevesini aşabilecek bir geniş ufuktan yoksun olan sendikacılar ve yerel işçi önderleri tarafından yönetilmekte ve eylem, hiçbir zaman genel çelişkiler açısından ele alınamamaktadır. Bu görevi yerine getirebilecek tek örgüt, işçi sınıfının siyasal partisidir. Leninist parti, gerek ülke çapındaki mücadelesinde, gerekse tek tek her eylemde, diyalektiğin bu en temel yasasına dayanır. Her eylemin, her durumun kendine özgü çelişkisini, mücadelenin diğer alanlarındaki bağıntılarıyla birlikte düşünür ve örneğin, bir işyerindeki işçilerin geneli görememekten dolayı düştükleri hatalara düşmez.
Kimi zaman yumuşak ve belirsiz halde bulunan çelişmeleri keskinleştirmek, karşıtlığı apaçık hale getirmek gerekebilir. Böyle anlarda, uzlaşmaya ve hareketi geri çekmeye eğilimli unsurlar, çelişkiyi yok saymaya kadar gidebilirler. Parti, genellik ve bütünlük içinde çelişmeyi değerlendirerek, keskinleştirmenin ve belirgin hale getirmenin sonuçlarını tahmin ederek, hareketi ve işçi sınıfı kitlesini bir adım daha ileri götürebilecek bir tutum takınabilir. Ya da bunun tam tersi bir sonuca ulaşabilir: Bazen keskinleşmekte olan bir çelişki son noktasına kadar götürülmeden, hareketin belli bir noktada tutulması gerekebilir. Fakat hangi taktiğin izleneceğine karar vermek için, hem geçmişten gelen ilişkileri, hem geleceğe ilişkin hesapları, hem de devrimci gelişmenin o andaki ihtiyaçlarını, yani çelişkilerin geniş ve karmaşık ağını bir bütün olarak görebilmek gerekir. Bunu yapabilecek tek örgüt, partidir.
Bütün bir devrim süreci açısından bakıldığında, karşıtları keskinleştirmek sınıf çatışmasının ileri boyutlar kazanması için sınıf ayrılıklarının üzerine gitmek, esas yoldur. Karşıt yanları, olayın bütünlüğü içerisinde örtbas etmeye çalışmak; karşıtların bir arada-lığını savunmak, oportünist tutumdur.
-İç ve Dış Çelişkiler
Her olay, her süreç ve her nesne, hem kendisine temel niteliklerini kazandıran iç çelişmelerden hem de varlığını kuşatan, onu etkileyen dış çelişmelerden oluşan bir bütün içinde bulunur.
Genellikle, olgunun temel karakteristikleri onun iç çelişmeleri tarafından belirlenir. Bir bakıma, bu, tersinden de doğrudur: Yani, olayın temel özelliklerini belirleyen, ona gelişme doğrultusunu kazandıran çelişmelere, iç çelişmeler denir.
Olgunun gerçekleştiği ortamın özellikleri, onun kimi hareketlerini etkiler. Esas yönünü değiştirmemekle birlikte, niceliğini ve biçimini etkileyen bu türden çelişmelere dış çelişme adı verilir.
İç ve dış çelişmeler, zaman zaman birbirleriyle yer değiştirebilirler. Bir olgunun dış çelişkileri arasında yer alan bir unsur, içe geçebilir, bir başka deyişle onun temel özelliklerini ve niteliğini belirlemeye başlayabilir; ya da bir çelişme, dışa geçip yalnızca biçimsel özelliklerini ve niceliğini etkilemeye başlayabilir.
Gene, grev örneğine dönelim. Salt ekonomik sebeplerle ortaya çıkmış olan bir grevin, derindeki özünde bulunan genel ve temel çelişmesi, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişmedir. Bu çelişme, yalnızca bu grevde değil, toplumdaki diğer olayları da besleyen ve kendi ekseninde hareket ettiren bir etkiye sahiptir. Özel olarak bu grevin, işyerindeki ücret anlaşmazlığından ve sosyal haklar probleminden kaynaklandığını düşünelim. İşçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi, işyeri koşullarındaki ve patronla ilişkilerdeki değişmeler, grevi belirleyen, onun yönelimlerini ve hedeflerini, mücadele biçim ve araçlarını tayin eden bu çelişmeler olacaktır. Grevin bir hak grevi olarak kalmasını sağlayan da, bu iç unsurlardır.
Fakat aynı zamanda, bu hak grevi, genel ülke ve dünya koşullarında gerçekleşmektedir: Yani, grevin genelleşip genelleşemeyeceğini, yol açabileceği diğer sonuçları etkileyen ve o grevin, o işyerinde ortaya çıkışını hazırlayan çelişkiler arasında bulunmayan başka çelişkilerle örülmüş bir dış dünya vardır. Örneğin, memurların sendikalaşma mücadelesi, Kürt halkının demokratik mücadelesi, özelleştirme programı ve buna karşı muhalefet, Filistin halkına karşı İsrail devletinin saldırısı vb. vb… Bunlar, grevin doğuş nedenleri ve hedefleri arasında olmamakla birlikte, süreç içinde, doğrudan doğruya grevin gelişme süreçlerini etkileyecek ve onun içeriğini değiştirecek bir rol oynamaya başladıklarında, grevin iç çelişkilerinden ayrı düşünemeyiz. İşçilerin greve başladıkları andaki talepleri arasında bulunmamasına karşın, ya da grevin doğuşunda bir etkisi bulunmadığı halde, bunlardan herhangi biri, örneğin çok uzaktaki İsrail zulmü, grevci işçilerin büyük tepkisini çekmiş olsun ve işçiler, eylem hedefleri arasında, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi koşulunu da koysunlar ve giderek grev, bunu başlıca hedefi olarak ilan etsin. Bu durumda, Filistin hakinin talepleri, bizim küçük grevimizin bir iç çelişmesi halini almış olacaktır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, iç ve dış ayrımlarının, ülkenin içi dışı, işyerinin içi dışı gibi ayrımlar temelinde yapılamayacağıdır. Olayın belirleyici etkeni durumunda bulunan bütün çelişmeler iç çelişmelerdir; olayı yalnızca nicelik ve biçim bakımından etkileyen çelişmeler ise, dış çelişmeler olarak kalacaklardır.

SOMUT DURUMUN SOMUT TAHLİLİ

“Her sorunu, verili olgunun tarih içinde nasıl ortaya çıktığı açısından, gelişiminin başlıca evrelerinin neler olduğu açısından, gelişimi açısından incelemek…” (Lenin), “somut durumun somut tahlili” denilen ilkenin kısa bir özetidir. Bir olgunun iç ve dış çelişmelerinin tespit edilmesi, yönelimlerinin ve olası sonuçlarının görülebilmesi için, onun hareket halindeki unsurlarını gözlemek gerekir.
Somut tahlil yapabilmek için, iki temel ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir. İlk olarak, her toplumsal olay veya süreç, kendine özgü hareketi içerisinde ele alınmalıdır. İkinci olarak, her toplumsal olay ya da süreç, bağımsız ve tek başına bir olgu olarak değil, etkilediği ve etkilendiği bütün toplam olgular içinde değerlendirilmelidir. Yazımızın geçen bölümünde, Lenin’in, diyalektik yöntemin özelliklerini özetlemek üzere sıraladığı maddeleri anmıştık. Orada, özellikle, ilk iki maddede Lenin’in dikkat çektiği özellikleri hatırlayalım:
“1. İncelemenin nesnelliği (örnek vermek yok, konu dışına çıkmak yok. Doğrudan doğruya kendi kendisinde şey var sadece.)
2. Bu şeyin, öbür şeylere olan katmerli ve çeşitli bağıntılarının hiç eksiksiz tümü.”
Burada iç içe geçmiş iki soyutlama düzeyi vardır. Birincisi, Lenin, “incelemenin nesnelliği”nin önkoşulu olarak, bir “çerçeveleme” gereğini ileri sürmektedir. Bunun nasıl yerine getirileceği ise 3, 4 ve 5. maddelerde açıklanmaktadır:
“3. Bu şeyin (ya da gene fenomenin) gelişimi, kendine özgü hareketi, kendine özgü hayatı.
4. Bu şeyin içindeki içsel bakımdan çelişkili olan eğilimler ve yönler.
5. Toplam olarak ve karşıtların birliği olarak şey (fenomen vs)”
Kısaca örnekleyecek olursak, bir grevi incelemek demek, ilk elde, onun dolaysız çelişkilerini, bağıntılarını ve nedenlerini araştırmak olacaktır. Lenin’in “örnek vermek yok, konu dışına çıkmak yok” biçimindeki uyarısı, buna yöneliktir. “Falanca tarihteki filanca grevde şunlar şunlar olmuştu, hatta o zamanlar bir sendika ağası Ahmet vardı…” İşte bu türden konuşmalar, somut tahlille ilgisi olmayan bir laf kalabalığıdır. Hem örnek verilmektedir, hem de konu dışına çıkılmaktadır. Oysa yapılması gereken, “grevin gelişimi, kendine özgü hareketi, kendine özgü hayatı, grevin içindeki içsel bakımdan çelişkili olan eğilimler ve yönler ve toplam olarak ve karşıtların birliği olarak” incelenmesidir. Yani, grev aşamasına gelinceye kadar yaşanan olaylar, ortaya çıkışında onu diğerlerinden ayıran ya da benzer kılan özellikler, işçilerin istek ve iradesinin durumu, patronun ve greve karşı olan işçilerin etkisi, yani “toplam olarak ve karşıtların birliği olarak” grev… Lenin, 6. maddede, karşıtların mücadelesini, incelenen olayın gelişimine ait öngörülerin kaynağı olarak gösteriyor. “6. Bu karşıtların mücadelesi, … açılıp yayılmaları, çelişkin özlemler vs.”
Bu noktanın ayrıntılı bir incelemesi, grevin, değişik bağıntılarının ve diğer etkiler karşısındaki durumunun da tespit edilmesini kolaylaştıracaktır. Çelişik özlemler, karşıtlıklar, yalnızca kendi içlerinde birbirlerini etkilemekle kalmayacak, ama olayın, kendi dışında olup bitenden de ne tarzda etkilenebileceğini gösterecektir. Örneğin, o anda bir “milli tehlike” propagandası yaygınsa, greve karşı olan işçiler, “ülkenin milli birlik ve beraberliğe ihtiyacı var” gibi bir gerekçeyi ileri sürebilirler. Böylece, aslında doğrudan doğruya ilgisi olmamakla beraber, çelişik görüşler, genel ve temel çelişme etrafında kendilerine gerekçeler bulmaya başlayabilirler. İşte bu olasılığı da görerek, somut durumun somut tahlili ilkesinin ikinci yönü üzerinde durulması gerekecektir. Yani, grevin, öbür şeylere olan katmerli ve çeşitli bağıntılarının hiç eksiksiz tümü araştırılacak, incelenecektir. Lenin, bu gerekliliği şöyle özetliyordu: “8. Her bir şeyin (fenomenin vs.) bağıntıları, sadece katmerli ve çeşitli değil, aynı zamanda evrenseldir de. Her şey (fenomen, süreç vs.) her başkaya bağlıdır.”
Burada ciddi bir sorun vardır: Her şeyin “hiç eksiksiz olarak” bilinebilmesi nasıl mümkün olabilir?
Kuşkusuz, bütün çelişmeler ve bağıntılar, gerçeklikte birbirlerinden kesin olarak ayrılamayacak bir bütünlük içinde bulunurlar ve ayrım, ancak belli bir soyutlama ile gerçekleştirilebilir. Önemli olan, bütün karmaşıklığı ve zenginliği, kalıcı ve temel unsurlar bakımından özetleyebilecek bir soyutlamanın yapılabilmesidir. Örneğin, bizim grevimizi incelerken, “acaba Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki sorun, patronun ve greve karşı olan işçilerin eğilimini nasıl etkiler” diye düşünmeye başlamak veya Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki planlarının, ücret artışı için girişilen bir mücadelede ilk elde nasıl bir rol oynayacağını hesaplamaya kalkışmak, tamamen gereksiz bir iştir. Olayı kendi çerçevesi içinde netleştirmek ve derece derece ona etki edebilecek dış unsurları tahlile dâhil etmek, bu türden zaman kayıplarını önler. Dolayısıyla, “hiç eksiksiz tümü” sözü, olayın doğrudan bağıntılı olduğu ilişkilerin “hiç eksiksiz tümü” olarak anlaşılmalıdır.
Son derece değişik yönlü ve siyasal ve toplumsal hayatın bütün koşullarıyla sıkı sıkıya bağlı bulunan olgu içinde, pratik görevlerin yerine getirilmesi için elverişli ipuçlarının bulunması önemlidir. Somut tahlilin başlıca hedefi budur. Somut görevlerin üzerini örten, erteleyen ya da olmadık bağıntılar göstererek ihmal edilmesine yol açan tahliller, devrimci değildir.
Bundan kurtulmak için, gene Lenin’in önerdiği son derece önemli bir yöntem ilkesi daha vardır.

ZİNCİRİN BELİRLEYİCİ HALKASINI BULMAK
“Zincirin belirleyici halkasını bulmak”, dar anlamda, işe nereden başlanacağını belirleyen çelişmeyi bulmak demek değildir. Belli bir anda ortaya çıkıveren bir sorunla uğraşmak ve onu çözene kadar diğer sorunları bekletmek veya sıraya koymak anlamına da gelmez.
Belirleyici halkanın bulunması demek, belli bir süreçte, mücadelenin bütününde veya belli bir alanında hareketi ileri götürecek çelişmeyi güçlendirmek, ya da hareketin gerilemesine yol açacak olguları etkisiz hale getirecek çelişmeyi ve bu çelişme üzerinde hareket etmenin yöntemini bulmak demektir. Böylece, diğer tüm sorunlara bu temel sorunla bağlantısı içerisinde yaklaşmak mümkün olacaktır. Belirli bir çelişmeye, “belirleyici halka” özelliği kazandıran şey, bu çelişmenin birçok başka çelişmenin de çözümünü kendi içinde taşıması ve çözüldüğü takdirde mücadeleyi bir bütün olarak sıçratacak nitelikte olmasıdır.
Lenin, her durumda, mücadelenin daha ileri gitmesinin önünü kesen temel sorunu formüle etmekte, mücadelenin bir üst aşamasına sıçrayabilmek için bu sorunun doğru çözümünü ortaya koymakta, bir kez bu yakalanan çelişmeyi çözene dek tüm teorik ve pratik ilgisini orada yoğunlaştırmakta, gerçek bir usta idi. Bu açıdan bakılınca, Bolşevik Devrimi’ne kadar uzanan bütün bir mücadele süreci, Lenin’in üzerinde yoğunlaştığı belli başlı birkaç “belirleyici halka”ya indirgenebilir. Örneğin, Lenin’in ekonomizme karşı mücadeleyi, en önemli sorun olarak görmesi ve siyasal mücadelenin belirleyici rolüne ilişkin görüşlerini geliştirerek, büyük bir mücadele başlatması, hareketin gelişmesinde son derece önemli bir rol oynamıştır. Bolşevik Partisi Tarihi, bu olayı şöyle özetlemektedir: “1899 yılında bir grup ‘Ekonomist’, bir manifesto yayınladılar. Devrimci Marksizm’e karşı çıktılar ve proletaryanın bağımsız siyasi partisinin yaratılmasından vazgeçmeyi, işçi sınıfının bağımsız siyasi taleplerinden vazgeçmeyi talep ettiler. ‘Ekonomistler’, siyasi mücadelenin liberal burjuvaziye düşen bir iş olduğu, işçilere gelince, işverenlere karşı iktisadi mücadelenin onlar için tamamıyla yeterli olduğu düşüncesindeydiler.
Lenin, bu oportünist belgeyi görür görmez, civar yerleşim birimlerindeki siyasi sürgünlerden Marksistlerin bir konferansını topladı ve başta Lenin olmak üzere, 17 yoldaş, sert bir protestoyla ‘Ekonomistlerin görüşlerini mahkum ettiler. Lenin tarafından kaleme alınan bu protesto, Rusya’daki Marksist örgütler arasında dağıtıldı ve Rusya’da Marksist düşüncenin ve Marksist partinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynadı. Rus ‘Ekonomistleri’ yurtdışındaki sosyal-demokrat partiler içindeki Marksizm düşmanlarıyla, Bernsteincılar denilenlerle, yani oportünist Bernstein’ın yandaşlarıyla, aynı görüşü vaaz ediyorlardı. Bu yüzden Lenin’in ‘Ekonomistler’e karşı mücadelesi, aynı zamanda uluslararası oportünizme karşı bir mücadeleydi.” (Stalin, Eserler, Inter Yayınları, 1990, C. 15, s. 39)
Bu olayda ve sonrasında gelişen olaylarda, “belirleyici halka” kavramına ilişkin olarak yukarıda saydığımız tüm özellikleri görebiliriz. Lenin, Rusya proletaryasının en acil sorununun örgütlenme olduğu bir süreçte, mücadelenin bütününde hareketi ileri götürecek çıkış noktasını yakalamış, aynı zamanda hareketin gerilemesine yol açacak olguyu etkisiz hale getirecek çelişmeyi ve bu çelişme üzerinde hareket etmenin yöntemini bulmuştur.
Bu yakalanan ilk “belirleyici halka”nın ardından, Lenin, Rusya çapında büyük bir illegal Marksist gazetenin kuruluşunu tasarlamaya başladı. Bu da, o anda yakalanacak belirleyici halka özelliği gösteriyordu. Rusya çapındaki küçük Marksist çevrelerin ve örgütlerin birbirleriyle bağı yoktu ve her yerde, amatörlük, yerellik, ideolojik kafa karışıklığı egemendi. Bütün bunların üstesinden gelebilmek ve gerçek bir proletarya partisini kurabilmek için, çıkış noktası böyle bir gazete olabilirdi. Ne var ki, bu tasan, yalnızca bir “gazete çıkarmak”tan ibaret değildi. İç içe geçmiş bir dizi sorunu birlikte getiren ve her birinin çözümü için ayrı örgütlenmeler, ilişkiler ve mücadeleler gerektiren bir süreçti. Bu sürecin, “karşıtların birliği ve mücadelesi” ve “belirleyici halka” kavramları açısından ayrıca incelenmesi öğretici olacaktır. Daha sonraki gelişmeler, Lenin’in her adımda “can alıcı nokta”yı nasıl büyük bir başarıyla yakaladığının örnekleridir. “Ne Yapmalı?”nın yazılması, Parti içinde Menşevizmin alt edilmesi, Marksist devrimci proleter partinin örgütsel temellerinin atılması vs. Bu sürecin son noktası olarak, Lenin’in “Nisan Tezleri” başlığı altında toplanan çalışmaları da ayrıca incelenmeye değer. Orada, yeni bir durum karşısında, eski formülleri, eski taktikleri bir yana bırakarak, tarihsel durumun ihtiyaçlarına en uygun sloganları, örgütlenme ve mücadele biçimlerini yaratmanın en parlak örneklerini görürüz. Bu örneklerden çıkarılacak temel ilke şöyle özetlenebilir: “Belirleyici halkayı bulmak”, bir sorunu, bir çelişmeyi temel çıkış noktası olarak ele alıp, diğer sorun ve çelişmelerin çözümünü de içeren bir genel yol izlemek demektir. Böylece, belli bir anda “belirleyici halkayı oluşturan” sorunun çözümünden diğerlerine geçiş, bir zincirin halkalarını sırayla ve teker teker elden geçirmek gibi değildir. Her halka, bir diğerinin içindedir ve birinin çözümü diğerinde de ilerleme ve basan olasılığını yükseltir.
“Belirleyici halkayı bulma” ilkesi, esas olarak, karşıtların birliği ve mücadelesi yasasının pratik bir sonucu olarak doğduğuna göre, çelişmelerin hareket tarzına uygun olarak hayata geçecektir. Mücadelenin tek yönlü bir çizgi gibi ilerlemediği, zikzaklar, geri dönüşler ve sıçramalar halinde geliştiği göz önünde tutulduğunda, bir dönem için, çözümü en acil, en zorunlu olarak kendini kabul ettiren bir sorunun, hemen bir an sonra, ikincil bir sorun haline gelebileceğini görürüz.
Özetle, “zincirin belirleyici halkası”, her    \ durumda somut durumun somut tahliliyle bulunabilir.

ÖZ VE GÖRÜNÜŞ
Marksist diyalektiğin araştırma yöntemi  olarak genel ve temel ilkesinin, “soyuttan somuta” doğru ilerleyen bir süreci önerdiğini, yazımızın önceki bölümünde ele almıştık. Bu ilke, “öz ve görünüş” kategorisi içinde, nesnel ve pratik bir anlam kazanır. Herhangi bir olayın, sürecin ya da nesnenin, birbirinden ayrılmayan iki yanı olduğu düşüncesi, antik çağdan bu yana bütün felsefi sistemlerde işlenmiştir. Biri, hemen algılanabilen, dolaysız olarak görülebilen, değişken ve geçici yan,  diğeri ise, derinde, kalıcı ve değişmeye karşı görece dirençli bir diğer yan. Devrimci pratik açısından, olayların, nesnelerin ya da düşüncelerin değişmesi ve dönüşmesi, onların özsel olarak değişmeleri demektir. Görünüşün değişmesi, her zaman özün değişmesi demek değildir. Fakat özdeki herhangi bir değişiklik, mutlak olarak görünüşte de değişmeye yol açar. Şu halde, devrimci eylemin esas yöneleceği hedef, her türden varlığın özü olacaktır.
Diğer yandan, eylemin hedefini bulabilmek için, izlenecek genel yol, “görünüşten öze doğru” olacaktır.
Bu, hiç nedensiz ortaya çıkıvermiş ya da rasgele bir araya yığılmış gibi görünen olay ya da süreçlerden yola çıkarak, onların hareketlerini ve gelişimlerini belirleyen iç bağıntılarına ve bu bağıntıların aralarındaki nedensel, zorunlu ve görece kalıcı-sağlam bağıntılara ulaşmak demektir.
Öz, daima bir çelişme halinde kendisini ele verir. Bu, diyalektik materyalizmin, diğer felsefi sistemlerin “öz” kavramına yaklaşımlarının tam karşıtı olarak ileri sürdüğü bir tezdir. Eski sistemlerde, öz “değişmeden kalan ve her türden değişikliğin kaynağında bulunan” olarak anlaşılırdı. Diyalektik materyalizm ise, “değişmeden kalma” özelliğinin görece olduğunu saptarken, bunu da özün çelişkili oluşu ile açıklamaktadır. Çelişkili olan bir şey, hareketsiz ve değişmez olamaz. Tüm dünyaya dönüştürülmesi gereken bir şey olarak bakan Marksist diyalektik, değiştirme ve dönüştürme eyleminin hedefi olarak da olayların ve olguların özünü koyar. Bunun karşısında, burjuva ya da küçük burjuva tarzda siyaset, görünüşteki değişikliklerle yetinir. Bunun tipik örneği, reformizmdir. Kapitalizmin özünün yani emek ve sermaye arasındaki çelişmenin, ya da üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişmenin devam ettiği koşullarda, “sosyal devlet”, “refah toplumu”, “katılımcı demokrasi” gibi görünüşe ilişkin değişiklikler yapılabileceğini ileri sürmek ve bunları siyasi hedef olarak görmek, reformculuktur. Kapitalizm, kendisini adaletsizlik, eşitsizlik, yoksulluk, bürokratik devlet egemenliği vs. biçimler altında gösterir. Bu görünüşe takılıp kalmak ve bunların giderilmesiyle sömürünün kalkabileceğini düşünmek, “derinde yatan çelişmeyi” görmemek demektir. Fakat eğer görünüş özellikleri doğru değerlendirilemezse, özü yakalamak da mümkün olmayacaktır. Çünkü öz, görünüşün içindedir ve ondan ayrı bir varoluşu yoktur. Somut, görünür olaylardan yola çıkarak, bunlar arasındaki zorunlu bağıntıları, kökendeki “kalıcı” ilişkileri bulmak gerekir. Lenin, şöyle der: “Görünüş, özün belirtmelerinin birinin içinde, ilişkilerinin birinin içinde, anların birinin içinde bulunmaktadır”.
Bu birliğin görülmemesi, bir yandan reformizme yol açarken, diğer yandan “sol” oportünizme de kaynaklık eder. Görünüş, gündelik hayatın ilişkileri içinde kapitalizmin kitleler tarafından kavranışının belirli bir düzeyini verir. Kitlelerin kapitalizme karşı muhalefetlerinin esasını bu görünüş özellikleri oluşturur. Bunu ihmal eden bir devrimci çalışma tarzı, yani yalnızca özü esas alan, kitlelerin gerçek yaşam koşullarının pratik görünümünü bir yana bırakan eylem ve siyaset, “sol” oportünizmdir. Oysa diyalektik materyalizm, öz üzerinde ancak görünüş aracılığıyla etkide bulunabileceğimizi öğretmektedir. Sosyalist siyasal bilinç düzeyine yükselmiş bir işçi için sadece görünüşe ait özellikler olan olaylar, geniş kitleler açısından “öz” gibi kavranabilir. Önemli olan, bütün “kötü-lüklerin ve aksaklıkların” kaynağını, bu kötülük ve aksaklıkların teşhiri temelinde gösterebilmektir. Bugün halkın çok büyük bir çoğunluğu, burjuva partilerden ve kurumlardan herhangi bir çözüm gelemeyeceğine inanıyor. Partiler işlevsizdir, parlamento çökmüştür, ordunun herhangi bir ilerleme getiremeyeceği görülmüştür vs. Fakat gene aynı kitleler, bunun nedenini, idarecilerin yeteneksizliğinde, ahlaksızlığında, hırsızlığında, tembelliğinde vs. vs. görmektedir.
Devrimci ajitasyon ve propaganda açısından önemli olan; özü, bu görünüşten yola çıkarak gösterebilmektir.

OLANAK VE GERÇEKLİK

İnsanlığın bütün ilerleme tarihi, elde bulunan, ulaşılabilir ve kullanılabilir nesnelerden ya da ilişkilerden, yeni ve değişik türde nesneler ve ilişkiler yaratmak olarak özetlenebilir. Devrimci eylem de, aynı çizgiyi izler. Hiç yoktan, sıfır varlıktan bir ilerleme, bir devrimci sıçrayış, kitleselleşme ya da örgütlenme doğmaz. Bütün bunlar, kapitalizmin yarattığı çelişmelerin sunduğu “olanaklar”ın, belli bir amaç doğrultusunda yeniden düzenlenip işlenmesi ve değiştirilmesi ile gerçekleştirilir.
Burada üç önemli nokta vardır:
-Birincisi, hangi olanakların hangi gerçekliğe ulaşabileceğini bilmek;
-İkincisi, olanağın gerçekleşmesini sağlayacak gücün ne olduğunu bilmek;
-Üçüncüsü, belli bir olanaklar toplamını belli bir gerçekliğe ulaştırılmasının yöntemini ve araçlarını bilmek.
“Gerçeklik”in, pek çok tanımı yapılabilir. Fakat bizim konumuz açısından “Gerçeklik”, devrimci partinin ulaşılması gereken hedef olarak formüle ettiği durumdur. Kısacası, temel gerçeklik, devrim ve sosyalizmdir. Birinci nokta açısından bakıldığında, bu gerçeğe ulaşmak için, kapitalizm içinde hangi olanakların bunu hazırlayabileceğini bilmek gerekmektedir. Marx öncesinde de, insanlığın eşit, özgür ve sömürüşüz bir toplumda yaşaması için birçok tasarı ve siyasi plan geliştirilmişti. Ancak bütün bunlar, kapitalizmin doğasını, işçi sınıfının rolünü ve ulaşılacak hedefin niteliklerini tanımadığı için, bilimsel bir yol önermekten uzak kalmışlardı. Marx, kapitalizmin sosyalizme zemin hazırlayan bir olanaklar toplamı olduğunu, onun çelişkilerini açığa çıkararak gösterdi. Kapitalizmin yıkılmasının hangi temel çelişme dolayısıyla olacağını buldu.
Gene Marx öncesi sosyalistler, sosyalizmi kuracak sosyal gücün ne olduğu konusunda tam bir belirsizlik içindeydiler. “İyi niyetli burjuvaların” fabrika koşullarını ve sosyal hayat tarzını değiştirerek yoksulluğa son verebileceklerine inanıyorlardı. Marx, sınıf mücadelesi teorisini ortaya koydu ve işçi sınıfının tarihin ilerletici gücü olduğunu ileri sürerek, sosyalizm gerçeğine hangi güçle varılabileceğini gösterdi.
Kapitalizmin ortaya çıkardığı olanakların hangi araçlarla sosyalizm gerçekliğine dönüştürülebileceği sorusunun cevabını da gene ilk kez Marx verdi. Enternasyonal işçi sınıfı örgütleri ve devrimci sınıf mücadelesinin aygıtı olarak işçi sınıfı partisi, fikri, yöntem ve araç sorusunun cevabını oluşturdu. Daha sonra Stalin, bu fikri, Leninist parti teorisinin ışığında şöyle formüle etti: “Olanak henüz gerçeklik değildir. Bir olanağı gerçeklik haline getirmek için öncelikle ‘kendiliğinden’ gidiş oportünist teorisini reddetmek gerekir… Bir olanağı gerçeklik haline getirmek için, aralarında Parti çizgisinin ve bu çizginin doğru uygulanışının hiç de sonuncu rolü oynamadığı bir dizi önkoşul gereklidir.”
Lenin, devrimci bir eylemin önkoşulu olarak, nesnel durumun sunduğu olanakların değerlendirilmesi gereğini pek çok kez vurgulamıştır.
Gerek Stalin’in yukarıda andığımız sözlerinde, gerekse Lenin’in genel tavrında, olanak ve gerçeklik arasındaki ilişkiye daima etkili bir özne açısından bakıldığını görüyoruz. Devrimci bir programın ve planların yürütülmesinde, olanakların kendi başlarına bir gerçekliğe ulaşamayacakları, onlar üzerinde bilinçli ve örgütlü bir sosyal gücün işlem yapmasının zorunlu olduğu göz önünde tutulur. Önemli olan, hangi olanağın, hangi gerçekliğe, hangi güç eliyle ulaştırılabileceğinin ve bu gücün hangi yöntem ve araçları kullanacağının tespit edilmesidir.
Toplumsal olanaklar, daima bir çelişme halinde kendilerini gösterirlerken, aynı zamanda çelişen güçlerin karşıt planları için  aynı derecede “olanak” olabilirler. Özellikle, işçi sınıfı açısından, daima devrimin ciddi bir sorunu olagelmiş olan ara sınıflar, hem işçi sınıfı için, hem de karşıdevrimci burjuvazi için, bir olanaktır. İşçi sınıfı, ittifak kurmak, devrimi birlikte yürütmek ve zafere ulaşmak için ara sınıfları, yani orta ve yoksul köylülüğü, küçük burjuvaziyi, işsizler kitlesini kendi yanına çekmeye çalışır. Onların tekelci kapitalizmle olan çelişkilerini, sosyalizmi gerçekleştirmek için bir olanak olarak görür. Diğer yandan burjuvazi de, işçi sınıfının toplumsal etkisini sınırlandırmak, onu yalnız bırakmak ve kapitalizmin siyasi iktidarını sürdürmek için, aynı kitlelerin gücünü kendi olanağı olarak kullanmaya çalışır. Almanya’da ve İtalya’da faşizm, bu ara sınıf ve tabakaların mülkiyetle olan ilişkileri dolayısıyla komünizmden korkan yönlerine seslenerek (bir başka deyişle, onların içinde bulundukları çelişmenin karşıdevrimci yönüne abanarak) büyük ölçüde bu kitleleri komünist işçi hareketine karşı seferber edebildiği için başarıya ulaşmıştır. İşçi sınıfının iktidara geldiği ülkelerde ise tam tersi gerçekleşmiştir. İşçi sınıfı ara sınıf ve tabakaları burjuvaziden koparabildiği ölçüde zafere yaklaşmaktadır. İşte, ortada bir olanak vardır: Ara sınıf ve tabakaların kitlesel sosyal gücü! Bunun hangi temel güç tarafından hangi gerçeklik için ve hangi yöntem ve araçlarla harekete geçirileceği, belirleyici bir sorun halindedir.
Bu model, en basit bir grevden bir sokak eylemine kadar değişik devrimci eylem biçimlerinde gözetilecek temel ilkeleri görmeye elverişlidir. Kendi halinde herhangi bir sosyal güç ifade etmeyen, ama karşıt sınıfların elinde birbirlerine karşı kullanabilecekleri maddi bir güç haline geliveren çelişkileri yakalamak,  çelişmenin devrimci yönüne abanmak işçi sınıfının siyasal partisinin en genel taktik çizgisidir.
Diğer taraftan, her gerçeklik, aynı zamanda bir olanaktır.
Bu ilke, hareketin sürekliliğinin ve bir aşamadan diğerine geçişin iç çizgisini tanımamız bakımından önemlidir. “Gerçek” ve “olanak” birbirinden kopuk değil, iç içedirler. Her gerçek, nasıl “bir olanağın gerçekleşmesi” ise, olanak da, “gerçek olgu ve olayların içindeki nesnel gelişme eğilimi” olarak kavranmalıdır.
Genel olarak, “olanaklı” kavramı, “gerçekleşmesi için gerekli koşulların sağlanmasıyla ya da gerçekleşmesini engelleyen koşulların yok edilmesiyle gerçekleşecek olan” diye tanımlanır. Bu tanım, olanaklı olanın gerçek haline gelebilmesi için, bir öznel etkenin gerekli, hatta zorunlu olduğunu ortaya koyar. Fakat bu, bir olanağın içindeki “zaten hazır olan” bir şeyin açığa çıkarılacağı, ya da her olanağın tek bir yönde gerçekliğe doğru gelişeceği biçiminde anlaşılamaz. Olanağın içinde bulunan, gerçeğin kendisi değil, onu oluşturacak olan unsurlar ve dinamiklerdir.
“Olanaklı” kavramının karşıtı, “olanaksız”dır. Bu, nesnel hareket yasalarına, nesnel gelişme eğilimlerine aykırı olan, gerçekleşemez olan anlamına gelir. Örneğin, Marx, bir soyutlama düzeyinde, kapitalizmin olanaklarının sonuna kadar olgunlaşmadığı koşullarda, sosyalizmin olanaksız olduğunu düşünüyordu. Fakat Lenin, görece geri bir Asya ülkesinde, sosyalist devrim için, ulusal ve uluslararası başka dinamiklerin bulunabileceğini gösterdi. Şu halde olanak ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi doğru kurabilmek için “somut durumun somut tahlili” büyük önem taşımaktadır. Bu, bir olanağı, mevcut bir gerçeklik olarak görmek demektir.
Genellikle, nesnel olarak bir belirsizlik aşamasında bulunulduğu, ya da nesnel eğilimlerin yönü ve gerçekleşme gücü yeterince açıklık kazanmadığı durumlarda, olanak henüz, bir “soyut olanak”tır. Pratik etkinliğin başlıca konusu, “soyut olanağı”, “somut olanak” haline getirmektir. Öyleyse, devrimci pratik, esası bakımından bir somut olanağı gerçeklik haline getirirken, soyut olanakları da, somut olanak olarak belirginleştirir. Bu açıklığın sağlanmaması, olanağın gerçeklikten koparılması sonucunu doğurur. Böylece, nesnel eğilimlerle uyuşmayan tasarılarla ve özlemlerle, gerçek dışı düşüncelerle, yanılsamalarla, güç ve zaman kaybedilir.
Bununla birlikte, yalnızca gerçekleşebilir olanaklar üzerinde çalışmak da, devrimci bir tutum değildir. Lenin şöyle der: “Özlemi duyulacak savaşım, olanaklı olan savaşımdır ve olanaklı olan savaşım, belli bir anda verilmekte olan savaşımdır! Bu, kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünist eğilimin ta kendisidir.”
Devrimci hayal gücü ve ayaklanan yığınların enerjisi, kendisini 1968 olaylarında şu sloganla ifade ediyordu: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” Oysa genellikle “gerçekçilik” ancak olabilecek olanın istenmesi diye tanımlanır. Bu sloganda, Lenin’in “oportünist eğilimin ta kendisi” olarak tanımladığı o türden gerçekçiliğe, kökten bir başkaldırma vardır.
“Savaşımın kaderini önceden tamı tamına hesaplamaya yönelik her girişim, şarlatanlık ve affedilmez bir ukalalık olur” der, Lenin. “Kazanmayacağımız savaşa girmeyiz” diyerek, her türden mücadeleyi “olanaksız” gösteren oportünist ve revizyonist siyasi akımlar, bir savaşın kazanılma olanaklarının savaşarak elde edilebileceğini göz ardı etmektedir. Lenin, “Marksizm’i tüm diğer sosyalist teorilerden ayıran şey, nesnel durumun ve nesnel evrim çizgisinin tamamen bilimsel bir incelemesi ile kitlelerin -ve de tabii ki, sınıf ile aktif ilişki kurabilen bireylerin, grupların, örgütlerin ve partilerin- devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının en etkili bir kabulünü fevkalade bir şekilde birleştirmesidir” derken, koşulları tamı tamına hesaba katan bir sübjektif etkenin atılganlığını da, devrimci bir olanak olarak tanımlamaktadır. Öyleyse, yalnızca nesnel ve dış koşullar değil; bizzat sınıfın örgütlü gücü ve bu gücü seferber edecek, ileri doğru atılımını gerçekleştirecek irade de, olanaklar cümlesinin içindedir.

NEDENSELLİK
Olanak ile gerçeklik arasında, birinden diğerine geçerken rol oynayan bağıntılardan biri çelişme ise, diğeri nedenselliktir.
Nedensellik, metafizik sistemlerde, özellikle pozitivizm tarafından, bir dönem boyunca “evrenin temel yasası” olarak adlandırıldı ve “belirli koşullarda, belirli nedenler, aynı sonuçlan doğranırlar” biçiminde formüle edildi. Bu tanım, özellikle fizik ve kimya gibi doğa bilimlerinin laboratuar deneylerinin bir özetini vermekteydi ve toplumsal olaylar bakımından bir geçerliliği yoktu. Fakat sosyolojinin kurucusu olarak anılan Auguste Comte, toplumsal olayların da fizik olaylar gibi kesin neden-sonuç bağıntılarıyla gerçekleştiğini savunarak, bir kez temel nedenler bulunur ve değiştirilirse, devrimlerin de önlenebileceğini ileri sürdü. Ancak, bir dönem sonra, özellikle de fizikte, atom-altı hareket biçimleri keşfedilince, nedensellik yasası, eski itibarlı yerini kaybetti. Auguste Comte’un rüyası ise hiçbir zaman gerçekleşemedi. Çünkü toplumsal olaylar, mekanik neden-sonuç ilişkileri biçiminde gerçekleşmiyor, birçok bağıntı ve çelişme, farklı koşullar yarattığı gibi, aynı nedenlerden aynı sonuçların doğmasını da engelliyordu.; Gerçekten, henüz fizikte söz konusu gelişmeler doğmadan önce, toplumların diyalektiğini göz önünde tutan Engels, şöyle diyordu: “Hareket halindeki maddeyi gözden geçirirken dikkatimize çarpan ilk şey, ayrı cisimlerin kendi hareketlerinin karşılıklı bağlantısı, bunların birbirleriyle belirlenmeleridir. Ama belirli bir hareketi bir başkasının izlediğini bulmakla kalmayız, hareketin doğada meydana gelmesini sağlayan koşulları meydana getirerek belirli bir hareketi sağlayabildiğimizi, hatta doğada hiç bulunmayan hareketleri de (sanayi), hiç değilse başka bir biçimde meydana getirebildiğimizi, bu hareketlere önceden saptanmış bir yönü ve yaygınlığı verebildiğimizi de görürüz. Bu yoldan, insanların faaliyeti ile nedensellik fikri, bir hareketin başka bir hareketin nedeni olduğu fikri kurulur.”
Basitçe, bir hareketi diğerinin izlemesi ve birincinin diğerinin nedeni, ikincinin ise, öncekinin sonucu olarak görünmesi, doğada ve toplumda bir “nedensellik” bağıntısı bulunduğu düşüncesini yaratmıştır. Bazı olaylar arasındaki etkileşimlerin düzenli bir tekrarlanma görünüşü verdiğini biliriz. Isıtılan metaller genleşir, yere bırakılan taş düşer; ya da ekonomide, arz ve talep arasındaki ilişki, fiyat dengesini belirler gibi…
Bu örneklerde ‘73 önceki olguların sonrakilere yol açtığını tekrar tekrar gözlemleyebilmemiz, birinci olgularla ikinciler arasında birer nedensellik bağıntısı kurmamıza olanak sağlar. Toplumsal olgular arasında ise, nedensellik bağıntısı, çelişki, olanak ve gerçeklik bağıntılarının içinde ve onların hareketinin bir unsuru olarak önem kazanır. Mekanik, idealist nedensellik anlayışı, doğa bilimlerindeki kesinliğine yakın bir nedenselliği toplumda da arar ve her olayı bu bağıntı aracılığıyla açıklamaya çalışır. Diyalektik açıdan, belli bir toplumsal olayın nedenini bulabilmek demek, onun “aynı koşullarda tekrarlanabileceğim” kesinlikle bilmek anlamına gelmez. Tarihsel-toplumsal olayların başlıca özelliği, “tekrarlanamaz” oluşudur. Fizik ve kimyanın “belli nedenler, belli koşullarda aynı sonuçlan doğururlar” biçimindeki kuralı, toplumsal hareketlerde, ancak, “belli nedenlerin, kendilerine özgü koşullarda, belli sonuçları doğurabilmesi bir olasılıktır” biçimini alabilir. Örneğin, eğer bir toplusözleşme dönemi, sert ekonomik kriz koşullarına denk gelmişse, bundan bir genel grev çıkabileceğini düşünebiliriz. Çünkü tarihte, diğer ülkelerde buna benzer olaylar yaşanmıştır. Fakat bu yaşanmışlık, olayın tekrarlanmasını zorunlu kılmaz. Kriz koşullarında, siyasi durum ve işçilerin bir genel greve hazır olup olmamaları, bu “neden”in, o “sonuç”a ulaşmasını sağlayabilir de sağlayamayabilir de. Geçmişte böyle bir bağıntının bulunması, şimdi de onun tekrarlanacağı anlamına gelmez. Fakat devrimci eylem, bu olayda, geçmişte olup bitenlerin hangi koşulları gerektirdiğini araştırarak, eksik koşulları tamamlamaya yönelir. Nedensellik bağıntısının rolü burada önem kazanır.
Toplumsal olarak nedensellik bağıntısının sınanabileceği ve geliştirilebileceği tek yer eylem alanıdır. Çünkü doğa bilimlerinde tanımlandığı biçimiyle nedensellik bağıntılarının toplumsal süreçleri açıklama gücü sınırlıdır ve mekanizme düşmeden, çoğu kez salt nedensellikle açıklanabilecek hiçbir toplumsal olay yoktur. Engels şöyle der: “Tek tek olayları anlamak için onları genel iç bağıntıdan ayırmak, tecrit edilmiş halde ele almak zorundayız ve o zaman değişen hareketler biri neden, öteki sonuç olarak görünür (…) Aynı biçimde, neden ve sonucun, ancak özel bir duruma uygulandıklarında geçerliliği bulunan kavramlar olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağıntısı içinde düşünmeye başladığımız andan itibaren, bu kavramların, neden ve sonuçların sürekli olarak görev değiştirdikleri, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da sonra neden -ve tersi-, durumuna geldiği evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini görürüz.” Lenin, Engels’in sözlerine şu yorumu ekler: “Böylece, insanın neden ve sonuç kavramı, bir tek evrensel sürecin şu ya da bu yanını yapay olarak yalıtarak ancak yaklaşıklık içinde yansıttığı doğa görüngülerinin nesnel ilişkilerini her zaman biraz yalınlaştırır.”
Mekanik düşünce tarzı, toplumsal süreçleri sadece mekanik neden-sonuç tepkimelerine indirger. Böylece, örneğin, bir gerilla mücadelesi, belli bir ülkede, belirli tarihsel koşullarda belli bir başarıya yol açmışsa, aynı nedensellik ilişkilerinin geçerli olduğunu düşünerek, onu tekrarlamaya kalkışır. En sık görülen “sol” ya da sağ oportünist taktiklerin temelinde, bu geçersiz nedensellik düşüncesi yatmaktadır. Diyalektik düşünme tarzı ise, nedensellik bağıntısının, karmaşık sosyo-ekonomik süreçleri anlamada bir sadeleştirme kolaylığı sunması açısından önemli bulur; fakat bunun nesnel ilişkilere ancak soyut ve kaba bir yaklaşım olduğunu da bilir.

BAŞLICA HATALI UYGULAMALAR VE DİYALEKTİĞİN MİLİTAN TARZDA KULLANILMASI

Diyalektiğin militan tarzda uygulanması, onu yalnızca bir eylem kılavuzu olarak benimseyip yalnızca eylem alanının sorunlarına uygularken değil, düşünürken ve tartışırken de, dünyayı kavramanın ve değiştirmenin aracı olduğunun bilincinde olmakla mümkündür. Fakat çoğu kez diyalektik, özellikle kolaylaştırmak amacıyla yazılmış el kitaplarının etkisiyle, verimsiz tartışmaların dolgusu haline gelebilmektedir. Diyalektiğin demagojik tarzda kullanılması, kendini çabuk ele verir. Bir de, iyi niyetle, fakat bilgisizlik dolayısıyla diyalektiği bozmak ya da yanlış kullanmak söz konusu olabilir. Bu bölümde, bu türden hataların en sık rastlananlarına dikkat çekeceğiz.
Somut Tahlil Yerine, Kurmaca (Felsefî) Çıkarsamalar Yapmak:
Lenin, somut durumun somut tahlili ilkesini öne sürerken, devrimci sınıf hareketine ilişkin her türden çalışmanın, “masa başında uydurulmasına” da karşı çıkıyordu. Bu, doğrudan doğruya, eylemin doğasının yakından bilinmesini öneren devrimci bir ilkedir. Hareketin dışında, onun gerçek güç ilişkilerini ve çelişkilerini tam olarak bilmeden, hareketin her anında değişebilecek durumlara uygun yöntem ve araçlar geliştirme olanağını taşımadan, hareketin geçmişini ve şimdiki durumunu kesin veriler düzeyinde bilmeden geleceğe ilişkin çıkarsamalar yapmak, yollar yöntemler önermek, devrimci sorumlulukla bağdaşmaz. Diğer yandan bu türden çıkarsamalar ve öneriler, hemen hemen her zaman, çok genel ve soyut formüllere dayanılarak yapılır. Bu, kitle hareketinden kopuk, sınıf hareketinin dışında kalmış küçük burjuva siyasi hareketlerin genel özelliğidir. Bunun tipik örneği, geçmişteki THKP-C belgeleri ve teorik yazılarıdır. Bunlarda, devrimci bir örgütün taktik ve strateji sorunlarının mı tartışıldığı yoksa felsefi bir sorunun mu tartışıldığı kolayca fark edilemez. Diyalektiği, düşünmenin ve davranmanın içeriği olarak değil de, düşünceyi ve davranmayı açıklamanın dış biçimi olarak kavrayan herkes, aynı hatayı işleyecektir.
Bu türden bir başka hata, toplumsal ve siyasal olayları diyalektik tarzda açıklamak adına, sürekli olarak doğa bilimlerinden örnekler vermek biçiminde görülmektedir. Suyun kaynaması ile toplumsal devrim arasında kurulan benzetme, bir yandan toplumsal devrimin karmaşık ve çok yönlü ilişkilerini göz ardı eden bir kolaylaştırmaya yol açmaktadır, bir yandan da, diyalektiğin başlıca yasalarından birinin, nicelikten niteliğe geçiş yasasının, kaba ve mekanik bir tarzda anlaşılıp yorumlanmasını yaygınlaştırmaktadır. Ya da, biyolojinin, genetiğin yasalarını, toplumsal gelişmenin yasaları gibi kabul ederek, iki ayrı hareket biçimi birbirine eşlene-bilmektedir.
Diyalektik materyalizm, doğada, toplumda ve bilinçte meydana gelen tüm hareket biçimlerinin en genel yasalarını bulmaya çalışır. Ama bu, bir hareket biçiminde geçerli olan özel yasaların diğerlerine uygulanabileceği anlamına gelmez.
Toplumsal ve siyasal olaylar, yalnızca toplumsal ve siyasal ilişkiler zemini üzerinde geçerli olan yasalarla yorumlanıp açıklanabilir. Fakat bu, genellikle bu ilişkileri yakından izlemeyi, geniş bir ufukla yorumlayabilecek bir birikimi gerektirir. Oysa lise kitaplarında okunan bir kaç doğa bilimi yasasıyla toplumsal olayları açıklamaya çalışmak kolay görünür. İlginçtir, doğa bilimlerinden örneklerle toplumsal ve siyasal hayatı açıklamaya çalışanlar, nedense, toplumsal ve siyasal hayatın olaylarından yola çıkarak biyolojik ve fiziksel olayları açıklamaya hiç çalışmazlar!
– Geçersiz, Mekanik Nedensellik İlişkileri Kurmak:
Basit nedensellik ilişkileri kurmak, çoğu kez durumu açıklamayı ve bir hatayı ya da bir tezi savunmayı kolaylaştırır. Çoğu kez, yanlışlığı açıkça görülebilen kimi görüşler, düşünce tembellerini ya da diyalektik cahillerini kandırabilmek için, nedenselliğin kesinliğine sığınılarak savunulurlar. Örneğin, başka ülkelerde ve başka tarihsel dönemlerde başarılı bir devrime ulaşan savaşım yöntemlerinin aynısını, bugün Türkiye’de uygulamaya çalışanların yaptığı da işte budur: Çin, yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülkeydi, Halk Savaşı taktikleri uygulandı ve zafere ulaşıldı; Türkiye de yan-sömürge ve yarı-feodal bir ülkedir, öyleyse burada da Halk Savaşı taktikleri uygulanmalıdır! Veya Fidel ve Che, dağa çıktıklarında on iki kişiydiler ve Küba’da, devrim kazandı; biz de on iki kişi ve çıkacak bir dağ bulursak, devrimi yaparız! gibi. Bu kadar basit olmayan ve yanlışlığı kolay kolay görülemeyen başka ve karmaşık nedensellik bağıntılarının kurulduğu durumlar da vardır. Dergimizin önceki sayılarında “Ankara yürüyüşleri” hakkındaki eleştirilerde sözü edilen taklitçi eğilimler, geçersiz nedensellik ilişkileri kurmaya bir başka örnektir.
– Yöntemi, eylemin doğasından çıkarmak yerine, örneklerden veya kafadan uydurmak
Diyalektik, tarihte icat edilmiş diğer bütün yöntemlerden, canlılığı ve değişkenliği mümkün bütün boyutlarıyla ve derinlemesine kavramaya yönelmiş olmasıyla ayrılır. Gerek doğa bilimlerinde gerekse sosyoloji gibi insan bilimlerinde kullanılagelen yöntemler, hemen hemen tümüyle kapalı sistemler içinde, deneysel ortamlarda geçerli yöntemlerdir. Toplumsal hareket alanı ise, deney olanağı tanımaz. Değişmez olan hiçbir şey yoktur. Bu yüzden de, belli olay tipleri için her yerde ve her zaman geçerli bir toplumsal mücadele yöntemi olamaz. Bu yüzden, diğer metafizik sistemlerin aksine, diyalektik, yöntem (ya da taktik) kalıplan önermez; hareketin canlı ve değişken doğasını yakından izleyerek geçerli yöntemleri hareketin içinden çıkarmayı öğretir. Bir başka deyişle diyalektik, sadece sınıf mücadelesinin yöntemlerini değil, bu yöntemlerin geliştirilme yollarım öğretir.

SONUÇ
Bir dergi yazısının sınırlan içinde, diyalektik materyalizmin belli başlı kategorilerinin pratik görünümlerini bütün yönleriyle vermenin olanağı yoktur. Zaten, böyle bir çaba, çoğu kez, pratiği reçetelere bağlamak gibi bir anlayışı besleyeceği için, yararlı da olmaz. Bu yazının başlıca amacı, gerek kendi deneylerimizden, gerekse doğrudan doğruya, Marx, Lenin ve Stalin’in devrimci örgütçülük pratiğinden diyalektik materyalizm bakımından sonuçlar çıkarabilmenin başlıca yollarını gösterebilmekten ibarettir. Özellikle dünya proletaryasının büyük öğretmenlerinin eserlerinin ve mücadele süreçlerinin incelenmesi sırasında dikkat edilmesi gereken başlıca özelliklere dikkat çekmeye çalıştık.
Marx’ın KAPİTAL’i, diyalektik mantığın başyapıtı olarak, inceleme süreçlerinin olduğu kadar, eylem süreçlerinin de temel yöntemleri hakkında en genel ve temel bilgileri içermektedir. Ondan, yalnızca birkaç ekonomi politik kategorisini öğrenmek için değil, bu “mantığı” anlamak için de yararlanmak gereklidir.
Özellikle Lenin’in ve Stalin’in eserlerinde, belli bir sorunu ele alış, çözümleme, tartışma ve bir başka soruna bağlayarak genelleştirme yöntemleri açısından ele almak bunun için özel bir dikkat harcayarak okumak, önem taşımaktadır.
Diyalektiği, belli başlı kuralları ve ana çizgileri bakımından tanımış her devrimci, ustaların eserlerinde diyalektiğin bir içerik olarak ne tarzda kullanıldığını araştırmaya yönelmelidir. Diyalektiği, doğrudan doğruya, konuya ilişkin eserlerden ezberleyerek değil, onun devrimci pratik içinde kazandığı büyük değeri tanıyarak öğrenmek gerekmektedir.

Nisan 1994

Alman halkının büyük bir evladı, Alman proletaryasının savaşçı önderi, seçkin enternasyonalist: ERNST THAELMANN

Ünlü Gestapo şefi General Göring, son bir kez daha -belki ikna ederim düşüncesiyle- Thaelmann’ı, Berlin Moabit Cezaevi’nde ziyaret etmek ister. Yüksek düzeydeki devlet adamlarıyla birlikte, olağanüstü güvenlik önlemleri eşliğinde hücresine girer. “Soruşturma tutanaklarını okudum. Böyle çaresiz bir durumda, Thaelmann’ın nasıl davrandığını görmek için geldim.” der Göring. “Şimdi biliyorsunuz o halde!” diye karşılık verir Thaelmann. Göring: “Şunu söylemek zorundayım: Daha önce nasıldıysanız, mahkûm olarak da hep öyle kaldınız -en tehlikeli rakip!-” der. Kısa bir aradan sonra konuşmasına devam eder: ‘Bana sadece iki seçenek bırakıyorsunuz: Ya sizi öldürmeliyim ya da serbest bırakmalıyım.” Yüzündeki ifadeleri okumak istercesine çabuk çabuk konuşmasını sürdürdü: “Tek bir şartla serbest bırakırım, ileride politik faaliyette bulunmayacağınıza dair söz verirseniz…!” “Asla!” diye haykırır Thaelmann. “Ben de bu yanıtı beklemiştim. Hayatınızı neden bir kenara fırlatıp atıyorsunuz? Bakın hâlâ sağlıklı, gençsiniz. Elbette daha hoş geçirmek istediğiniz yıllar var. Sakin ve ailenizle birlikte. Neden yaşamınızı böyle feda ediyorsunuz?” “Bu soruyu neden soruyorsunuz? Sizin gibiler benim cevabımı anlayamazlar ki!” “Yine de bilmek istiyorum.” Thaelmann kendisine açıyormuş gibi bakan iğrenç yaratığa yönelerek: “Ben hayatımı seviyorum. İşkence zindanlarınızda her nefes, her düşünce bana çok pahalıya da gelse, ben yaşamı seviyorum. Sınıfımın kaderi, yeryüzündeki insan kardeşlerimin geleceği benim yaşamımın üzerindedir. Proleter onurum, kendi yaşamımdan daha üstündür.” Göring omuzlarından soluk alırcasına sandalyesinden kalkar: “Cesaretinize hayranım Thaelmann! Böyle sizin gibi yüz tane adamım olsaydı, dünya yarın başka türlü görünürdü!” “Benim gibi olan on milyonlar var. Fakat onları hiçbir zaman kendi safınıza alamayacaksınız.” “Çok yazık Thaelmann, Almanya için çok yazık!” “Tam tersine! Onlar Almanya için tek umut. Onlar sizin boynunuzu kıracak! Stalin de Hitler’in boynunu kıracak!”
Ernst Thaelmann 16 Nisan 1886’da Hamburg’da doğdu. O zamanki Alman İmparatorluğunun ikinci büyük kenti olan Hamburg, bir sanayi ve ticaret merkeziydi. Diğer yandan Almanya sosyal demokrasisinin de kalesiydi. Çocukluk ve gençlik yıllan Alman emperyalizminin palazlanan, zorla dünyayı yeniden paylaşma çabalarını sürdürdüğü bir döneme rastlar.
Daha, çok genç yaşta, doğduğu kentte keskin sosyal çelişkileri yaşadı ve gördü. Okuduğu kitaplar, izlediği tiyatro yapıtları ve özellikle Schiller’in yapıtları onu derinden etkiledi. Kafasındaki sorulara, anne ve babasının evinde yanıt bulamıyordu. 16 yaşında evinden ayrıldı. İş aradı. Limanda ve nakliye işlerinde geçici olarak çalıştı. İşçi sınıfının sosyalizm için örgütlü mücadelesinden ilk kez bu sırada haberdar oldu.
17 yaşındayken Almanya Sosyal Demokrat Partisi’ne üye oldu. Bu dönemde partinin 16500 üyesinden 300’ünü gençler oluşturuyordu. Sendikaya girdi ve limandaki genç işçileri sendikaya kazanmak için çalışmalara katıldı. İleride kişilik özelliklerini oluşturacak olan, sınıf kardeşlerine karşı fedakârlık, güçlüklerin üstesinden gelebilmek için sabırlı ve inatçı bir çalışma anlayışı ve sağlam iradeye sahip olma yeteneklerini ve bilgilerini bu yaşlarda kazanmaya başladı. Bu özellikleriyle, Hamburg polisinin de hemen gözüne çarpan genç Thaelmann hakkındaki ilk dosya, açılmış bulunuyordu.
Sosyal Demokrat Parti içinde de gittikçe tanınan ve sivrilen Thaelmann, sendika içi demokrasi ve parti içindeki oportünist zihniyetlere karşı mücadele etti.
1. Emperyalist Savaş’ın öngününde, Ernst Thaelmann 28 yaşında Hamburg’da tanınan ve işçiler tarafından sevilip sayılan doğal bir önder durumundadır. Onun sınıfına bağlılığı, proleter sınıfa tavrı çok geçmeden parti içindeki oportünist öğeleri rahatsız etti.
Ağustos 1914. Alman emperyalizmi dünya savaşını başlatıyor. Sosyal demokratların sağa ve oportünist önderleri, açıkça kendi burjuvazilerinin yanında yer aldılar ve savaş politikasını desteklediler. Parti içinde ve tüm toplantılarda Ernst Thaelmann aynı görüşteki yoldaşları ile birlikte parti içindeki oportünistlere karşı mücadele etti. Savaş nedeniyle birçok sınıf bilinçli işçi cepheye alındı ve bu parti içi mücadeleyi daha da güçleştirdi. 1915yılı Ocak ayında Ernst Thaelmann da askere çağrıldı. Birliğine hareketinden önce, işçi Rosa Koch ile evlendi. Rosa, sadece onun yaşam arkadaşı değil, aynı zamanda da mücadele yoldaşıydı.
Thaelmann ordu içinde de boş durmadı. Emperyalist savaşa, ordudaki kölece disipline ve keyfi uygulamalara karşı koydu. Emperyalizme ve militarizme karşı kini daha da bilendi ve uzlaşmaz bir tavır takındı. Muhalif gruplardan Spartaküs grubunun yayınları eline geçiyordu. Onları takip etti. Ayrıca arkadaşlarının yolladığı bildiri ve diğer yayınları okuyordu. 1917 Nisanı’nda izin nedeniyle geldiği Hamburg’da yoldaşlarıyla buluştu. Aynı yılın Ocak ayında SPD’nin, savaş politikasını reddeden tüm grup ve örgütleri partiden ihraç etmesi üzerine, yine Nisan ayında merkezciler önderliğinde Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD) kurulur. Spartaküs grubu da politik-ideolojik bağımsızlığının korunması şartıyla USPD’ye katılır. Politik örgütlü işçilerin çoğunluğu USPD’ye geçer, ancak gene çoğunluk SPD’de kalır. Thaelmann, kendini USPD’nin üyesi olarak kabul eder, fakat asker olması nedeniyle resmen üye olamaz.
1917 yılının sonbaharında ağır hastalığı nedeniyle askeri hastaneye kaldırıldı. Buradayken kendisine çok sevindirici bir haber ulaşır: Rusya’da proleter devrimin zaferinin ilan edilişi. İnsanlık için yeni bir çağ açılıyordu. Tüm dünya işçi ve emekçileri için Büyük Sosyalist Ekim Devrimi bir dönüm noktasıydı. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bu devrim, Almanya’da da işçilere güç verdi ve esin kaynağı oldu. Kızıl Ekim’den bir yıl sonra, devrimci Alman işçi ve askerleri, monarşiyi devirerek savaşa son vermeye zorladılar.
Vatanındaki devrimci yükselişler üzerine haber alan Thaelmann da, on binlerce asker gibi, 9 Kasım 1919 tarihinde savaşa kendi başına son vererek birliğini terk eder. Aynı gün Karl Liebknecht, Berlin’de Sosyalist Cumhuriyeti ilan ediyordu. Ve yine aynı gün, SPD ve USPD’nin sağcı önderleri Halk Temsilcileri Meclisi’nin kurulması konusunda anlaştılar. Oysa bu sözde “Devrim Hükümeti”nin esas amacı, devrimi boğmaktı. Devrimci işçi ve askerlere, Spartaküs grubunun ileri gelenlerine ve diğer sol gruplara ve onların devrimi, sosyalist bir devrime dönüştürme çabalarına engel olmaya çalıştılar. 11 Kasım 1918’de Thaelmann tekrar Hamburg’a gelir ve karşıdevrime karşı yürütülen mücadelenin içinde yer alır. Sovyetlerle dayanışma için ve devrimin sürdürülmesi için mücadele eder. USPD önderlerinin sağcı, çelişkili ve tutarsız tavırlarını eleştirir.
Karşı-devrimin ateşi içinde, 1918/19 yıldönümünde Almanya proletaryasının en kararlı devrimci güçleri, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg önderliğinde, nihayet örgütsel olarak da oportünizmden ayrılırlar ve
Almanya Komünist Partisi’ni (KPD) oluştururlar. Böylece, Alman proletaryası ilk kez, kendini proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmi kurma mücadelesine adayan, emperyalizme ve emperyalist savaşa karşı savaşan, proletarya enternasyonalizminin sağlam zeminine dayanan ve sakınmadan ilk sosyalist devlet ve Leninist parti ile yakın bir mücadele birliğine girdiğini ilan eden devrimci bir partiye sahip olur.
Ernst Thaelmann da USPD’de örgütlü başka işçiler gibi KPD’de, ortak düşmana karşı mücadele yoldaşını gördü ve ortak eylemler için çaba sarf etti. Fakat henüz KPD ile birlikte, proletaryanın zafere ulaşması için yeni tipte bir parti oluştuğunu kavrayamıyordu. 1919 baharından bu yana USPD içindeki devrimci güçler, oportünist önderlerin politikasına karşı daha kararlılıkla mücadele ediyorlardı.
Komintern, 1919 Martı’nda Lenin’in önderliğinde kuruldu. Tüm dünya proletaryasına uluslararası işçi sınıfının deneylerim aktardı; özellikle Leninist partinin mücadele deneylerini aktaracak ve siyasi, ideolojik ve örgütsel olarak sınıf savaşının strateji ve taktiklerinin geliştirilmesine katkıda bulundu. 1919 yazından itibaren USPD’de, II.Enternasyonal’e mi, yoksa Komünist Enternasyonale mi katılınacağı üzerinde şiddetli tartışmalar yaşanır. 1920 sonbaharına kadar USPD içindeki ayrışmalar, Enternasyonal tartışmaları çerçevesinde daha çok belirginleşir. İki kanat vardır. Ernst Thaelmann, Komintern’e katılma ve KPD’yle birleşmeyi savunan sol kanadı temsil ediyordu. Fakat acele etmek istememektedir. Sadece bir çekirdeğin değil, üye tabanının da KPD’yle birleşmesini sağlamaya çalışır. Ekim 1920’de USPD’nin Olağanüstü Kongre’si toplanır. Thaelmann diğer sol kanat delegeleriyle birlikte Komintern’e hemen katılmayı ve bunun için de KPD ile birleşmeye oy verir. Oylama, çoğunluk oyu ile kabul edilmesi üzerine, USPD sağ kanadı, çoğunluğun kararına uymayıp kongreyi terk etti. Bunun üzerine kalanlar USPD (Sol) adını alır. Thaelmann önderliğindeki USPD(Sol), KPD ile birleşme sürecini hızlandırır. USPD (Sol) ile KPD 1920 Aralık’ında Berlin’de ortak bir parti kongresi toplayarak uzun süredir süregelen birleşme sürecini Almanya Birleşik Komünist Partisi’ni kurarak sonuçlandırdılar. Thaelmann, bu birleşmede Merkez Komitesi işlevi gören geçici merkezi kurula seçildi. Asıl faaliyet alanı Hamburg’du. Yorulmak bilmeden gece gündüz çalışıyordu: Hamburg yerel örgütünün başkanlığı, Birleşik Komünist Parti’nin meclis grubu başkanı… Bunların dışında günlük sendika ve işyeri çalışmaları, Komintern belgelerinin, Lenin, Marx ve Engels’in yapıtlarının incelenmesi. Tüm bunların yanı sıra limanda bulduğu geçici işlerde de çalışıyordu.
1921 yılı Haziran ve Temmuz aylarında Komintern’in III. Kongresi’ne katılmak için delege olarak Sovyetler Birliği’ne gitti. Bu, onun dünyanın ilk sosyalist ülkesine ilk gidişiydi. Lenin’le tanıştı ve tüm dünyada süren sınıf mücadelelerinin gelişmelerinden haberdar oldu, deneylerini öğrendi.
1923 yılı Mayısı’nda, Ernst Thaelmann, KPD Merkezi’ne seçildi. Böylece partinin en üst yönetim organında yer alıyordu ve partinin genel politikasına etki ve katkıda bulunuyordu. Bütün zamanını partiye adayabilmek için işini de bıraktı. 1923 Ağustosu’nda sınıf çatışmaları daha da sertleşti. KPD tarafından yönetilen çok güçlü bir grev sonucu Cuno hükümeti devrildi. Fakat sosyal-demokrat sağcı önderler, koşar adımlarla tekelci sermayenin yardımına yetiştiler. Diğer burjuva partileriyle birlikte hükümet kurup devrimci mücadeleyi engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Kitlelerin durumu daha da kötüye gidiyor ve SPD içinde güçlü bir muhalefet yükseliyordu.
Komünist Enternasyonal’in de onayı ile KPD, kararlı bir sınıf çatışmasına yöneldi. Ayaklanma planına göre, 21 Ekim’de genel greve gidilmesi ve silahlı ayaklanmanın ardından Saksonya, Halle-Merseburg, Wasserkante ve Mecklenburg gibi yerlerde yönetimin ele geçirilmesi planlanıyordu. Ayaklanma, Alman proletaryasının yenilgisiyle sonuçlandı. Alman emperyalizmi kazanmıştı. KPD önemli deneyler kazandı fakat tekellerin iktidarına son verebilecek kadar geniş bir cephe örgütünden yoksundu ve geniş bir güce sahip değildi.
1925 yılı ilkbaharında, Thaelmann, Reich Başkanlığı seçimlerine aday oldu. Aday olarak, 25 kentte kendisini tanıttı, partisinin ve sosyalizmin propagandasını yaptı. Birkaç hafta içinde yüz binlerin sempatisini kazandı; alkışlandı, ilgiyle izlendi ve popüler bir 1 önder oldu.
1925 Temmuzu’nda Berlin’de yapılan KPD 10. Kongresi’nde “… Sendika çalışmasının partinin en önemli görevi olduğunu” vurgulayarak, “… Komünistlerin en iyi birer sendikacı olarak işçilerin haklarını ve çıkarlarını savunmaları gerektiğini…” belirtti.
1 Eylül 1925’te, KPD yönetimine seçilenlerin başında Thaelmann geliyordu. Thaelmann, parti üst yönetimine geldiğinde 39 yaşındaydı. Birkaç yıl içinde KPD önderi olmuştu. Thaelmann önderliğindeki KPD, Komintern’in en güçlü ve en tecrübeli seksiyonlarından biri durumuna gelmişti.
1929 yılı sonunda kapitalist ekonomi derin bir kriz içine girdi. Kapitalizmin, o güne kadar yaşadığı krizlerin en sancılısı ve en uzunu olan 1929 krizi süresince işsizlik çığ gibi arttı. Dünya çapındaki bu kriz, emekçilere korkunç bir sefalet ve yokluk getirdi. 1930 yılında, Almanya’da 3,2 milyon işsiz vardı. Sermaye sınıfı, şiddetle ve hızlı bir biçimde faşistleştirme hareketine yöneldi. Daha sonraki yıllar, KPD açısından en zorlu ve en çetin mücadelelerle dolu yıllardı. Gittikçe artan faşistleştirmenin köklerinin sermayeye dayandığını açıklayan Thaelmann, faşistleştirmenin sadece Hitler çeteleriyle açıklanamayacağını, sanayi kesiminin, devlet politikasının ve var olan demokratik hakların ortadan kaldırılmasıyla bir bütünlük içinde ele alınması gerektiğini vurguladı. Hitler’in partisini finans kapitalin en tehlikeli ve en kirli aracı olarak tanımladı.
1930 yılı seçimleri, KPD’nin faşistleştir-meyle ilgili uyarılarında ne kadar haklı olduğunu bir kez daha doğruladı. 1928 yılındaki seçimlerde 800 bin oy alan Naziler, bu seçimlerde 6,4 milyon oy aldılar. Thaelmann, faşistlerin küçümsenmemesi gerektiğine dikkat çekerken, parti içinde de karamsarlık yayılmaması gerektiğine işaret etti. İşçi sınıfının diğer emekçilerle birlikte ortaklaşa mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu ve partinin giderek güç topladığını da 1.33 milyonluk oy artışıyla ortaya koyuyordu. 1932 yılı Mart ve Nisan aylarında birinci ve ikinci kademe seçimlerle Reich Başkanlığı seçimleri yapıldı. SPD, “ehvenişer” politikası güderek o güne kadar başkan olan eski mareşal Paul von Hindenburg’a oy verilmesi çağrısında bulundu. KPD, böyle bir karara kesin bir şekilde karşı çıktı ve Thaelmann’ı aday gösterdi. Haftalarca ve aylarca oradan oraya koşturan ve artık gücünün sonuna gelen Thaelmann, faşizme ve savaşa karşı kitlelerin kazanılması hedefiyle seçimlere katıldı. KPD, ilerideki gelişmeleri daha şimdiden görerek emekçileri çok önceden şu parolalarla uyardı:   “Hindenburg’u seçen Hitler’i seçer!” ve “Hitler’i seçen savaşı seçer!” Ernst Thaelmann 5 milyon oy alırken; 19,4 milyon oyla Hindenburg Başkanlığa seçilmiş, Hitler de 13,4 milyon oy almıştı.
Thaelmann, bu sonuçları, faşistlerin hızla güç toplaması, devrimcilerin ise yavaş oy kaybı olarak değerlendirdi. 1932 yılında emperyalizme ve faşizme karşı daha geniş bir antifaşist cephenin kurulmasını önerdi. Çeşitli kentlerde komünistlerle sosyal demokratların eylem birlikleri gerçekleşti.
20 Temmuz’da sosyal-demokrat Otto Braun yönetimindeki hükümet, Reich Başkanı tarafından görevden alındı. Bunun üzerine, Thaelmann, SPD’ye çağrıda bulunarak bu darbeye karşı birlikte genel greve gidilmesini önerdi. SPD yönetimi bu öneriyi reddetti. Birçok sosyal-demokrat bu darbeye karşı mücadeleye hazır olmasına rağmen, SPD yaklaşmakta olan seçimleri çözüm olarak gösteriyordu. Böylece, Papen’i devirmek ve faşizmi engellemek için büyük bir fırsat kaçırılmış oldu.
1932 yılındaki Reich Başkanlık seçimlerinde, gerçi Naziler 1930 yılına oranla oylarını ikiye katladılar fakat Nisan ayındaki Eyalet seçimlerine oranla yeni oy kazanmamışlardı. KPD’nin oyunda bu seçimde 700 bin artış oldu. Teslimiyetçi tavrı nedeniyle SPD 600 bin oy kaybetti.
1932 sonbaharında Almanya’da durum daha da kötüye gitti. 7 milyondan fazla işsiz vardı. Ücretler, emekli aylıkları, maaşlar ve işsizlik paraları daha da düşürüldü. Bu saldırılara karşı işçiler en başta grevlerle cevap verdiler. Thaelmann, partinin öncelikle işyerlerindeki ve sendikalardaki çalışmalarına dikkat çekti. Fakat çalışmalar zorlaşıyordu, çünkü işten atılanlar çoğunlukla komünist işçiler oluyordu.
Milliyetçi ve ırkçı propagandaya karşı çıkmak ve proletarya enternasyonalizminin propagandasını yapmak için Thaelmann; Fransa, Polonya ve diğer ülkelerdeki işçilerle ortak eylemler yapma çağrısında bulundu. Bu amaçla 1932 Ekimi’nde gizlice Paris’e gitti. Orada Fransız komünistleriyle yapılan toplantıda Alman emperyalizminin saldırgan politikasını mahkûm etti ve Alman ve Fransız emperyalistlerine karşı ortak mücadele çağrısında bulundu.
1932 yılında Meclis seçimlerinin sonuçları komünistlerin kararlı anti-faşist mücadelelerinin başarılı olduğunu ortaya koyuyordu. Naziler, 2 milyon oy kaybına uğradı. KPD, oyunu 600 binin üzerinde arttırdı. Papen hükümeti istifa etmek zorunda kaldı. General Kurt von Schleicher başkanlığında -Thaelmann’ın deyimiyle Hitler’e yer hazırlayan- bir hükümet kuruldu. KPD, savaş tehlikesine ve şovenizme karşı kampanya başlattı ve grevler ve diğer eylemlerle mücadeleyi sürdürdü; illegal mücadele için hazırlıklara girişti. 1933 yılı başlarında sermaye sınıfının en gerici, en saldırgan çevreleri, Hitler’in devreye sokulmasıyla faşist diktatörlüğün kurulması için kolları sıvadılar. Tekelci sermaye temsilcileri Hitler ile birlikte bir hükümet kurulması yolunda anlaştılar.
28 Ocak 1933 tarihinde Schleicher hükümeti istifa etti. 29 Ocak günü, KPD yayın organı Rote Fahne, bu faşist genel saldırıya karşı, birlik cepheyle karşı konulması gerektiğini ilan etti.
30 Ocak 1933 tarihinde, Hitler, Reich Başkanı Paul von Hindenburg tarafından Reich Şansölyeliği’ne (başbakanlığına) atandı. Aynı gün KPD, SPD’ye bir öneri götürerek, Hitler hükümetinin devrilmesi için birlikte genel grev çağrısında bulundu. Bildiri olarak da yayınlanan bu öneri, Hitler hükümetini açık faşist diktatörlük olarak niteliyordu ve emekçilere yönelik en barbar, en kanlı bir savaş ilanı demek olduğunu belirtiyordu. Bu koşullarda da, SPD, bu öneriyi yine reddetti.
Thaelmann, KPD Merkez Komitesi’nin 7 Şubat 1933’te Berlin’in güneyindeki Ziegenhals’ta yaptığı illegal bir toplantıda, bu organın önünde son kez konuşma yaptı. Legal hayallere kapılmamak gerektiğini belirterek, partinin, tarihinde ilk kez bu kadar zor ve ağır koşullar altında mücadeleyle karşı karşıya olduğuna dikkatleri çekti. Faşist diktatörlüğe karşı, birlik cephesinin yaratılarak yapılması gereken her şeyin zaman geçirmeden yerine getirilmesi gerektiğini söyledi.
27 Şubat’ta, faşistler, bir provokasyon düzenleyerek Meclis’i ateşe verdiler ve ardından da bunu kullanarak büyük bir terör ve tutuklama dalgası başlattılar. 3 Mart 1933 günü, parti yönetiminin ülkeyi terk etmesi için karar almasından iki gün önce Thaelmann da faşistlerin eline düştü. İşkenceler, soruşturmalar ve Gestapo’nun onu, arkadaşlarını ve yoldaşlarını suçlayabilmek için giriştikleri komploların ardı arkası kesilmiyordu. Thaelmann, davasına ve yoldaşlarına sonuna kadar bağlı kaldı ve daha önce nasıl yaşamış ve mücadele etmişse, aynı şekilde Alman işçi sınıfının er geç zafere ulaşacağına inancını koruyarak boyun eğmedi, dimdik ayakta kalmayı başardı.
Berlin, Hannover ve Bautzen’de tutuklu kaldığı dönemlerde ailesiyle, yoldaşları ve partisiyle bağlarını korudu. Eşi ve kızı (kızı şu anda hâlâ yaşamakta ve bir antifaşist olarak mücadelesini sürdürmektedir) aracılığıyla parti ile ilişkisini sürdürdü. Mahkemede nasıl tavır takınması gerektiği konusunda partisinden tavsiyeler aldı. Faşizmi teşhir eden ve KPD’yi savunan bir savunma yapmaya hazırlanıyordu. Fakat faşistler, Dimitrov’un yaptığı savunmadan ders almış olacaklar ki, onu mahkemeye çıkarmadılar. Oysa o, tüm dünyanın gözleri önünde faşizme karşı nasıl savaşmak gerektiğini açıklayarak faşistleri teşhir edecekti. Komintern Kongresi’nin 1935 yazında toplanacağı haberini alınca, önerilerini hazırlayıp göndermişti. Kongre’nin, emperyalizme, faşizme ve emperyalist savaşa karşı birlik ve halk cephesi oluşturulması yönündeki kararları, onun düşünceleriyle tam bir uyum gösteriyordu. Yine aynı şekilde KPD’nin 1935 yılı Ekim ayındaki Brüksel’de yapılan konferansındaki kararlara da olduğu gibi katılıyordu.
Thaelmann’ın tutuklanması tüm dünyada büyük bir yankı ve tepki yarattı. Yüzlerce burjuva demokrat, aydın, yazar, sanatçı bu protestolara katıldı ve onun serbest bırakılmasını imzalarla, protesto mektuplarıyla talep ettiler. Thaelmann’ın serbest bırakılması için yürütülen kampanya, tüm yeryüzünü sardı. O, barış, demokrasi ve insanlık için bir sembol haline geldi. Sovyetlerdeki işçi ve kolhozlardaki köylülerden dünyanın diğer ülkelerindeki komünistlere, sosyalistlere, burjuva demokratlara, sendikacılara her sınıf ve tabakadan insana kadar yüz binlerce insan, onun özgürlüğü için mücadele etti.
Sağlığı gittikçe bozulmuştu. Tek kişilik hücrede her türlü baskı altında yaşamaya mecbur bırakılmıştı. KPD’nin birkaç kez kaçırma denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. O, hiçbir zaman cesaretini kaybetmedi. Binlerce dayanışma mesajı, mektup, ziyaretler, kampanyalar ile ilgili haberler ve bilgiler ona cesaret verdi. 1939 yılında Almanya ile Sovyetler arasındaki “Saldırmazlık Paktını”, Sovyetlere karşı oluşturulan birlik cephesinin dağıtılması denemesinin Sovyet halkına ve tüm dünya devrimci hareketine yararı nedeniyle olumlu olarak değerlendirdi.
Thaelmann 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın çıktığını ve Alman emperyalizminin başlardaki başarıyla ilgili haberleri içerdeyken öğrendi. Ona ulaşan en kötü haber de, Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne karşı savaş ilan etmesiydi. Alman faşizminin tüm bunlara rağmen Sovyet ordularının karşısında yenilip yok olacağına kesin olarak inanıyordu. Alman faşistleri, nihayet onun beklediği gibi Sovyet Kızıl Ordusu karşısında dağılmaya ve yenilmeye başlayınca, içerde faşistler, KPD ve diğer muhalif güçlere karşı yok etme ve saldırma hareketlerini daha da yoğunlaştırdılar. “Stalin Hitler’in boynunu kıracak!” diyerek Sovyetlere olan sonsuz güven ve inancını dile getiren Thaelmann, demokrat, sosyal-demokrat, ilerici, anti-faşist, muhalif din adamları vb. milyonlarca savaş kurbanı gibi, toplama kamplarından sonra Hitler’in emriyle 18 Ağustos 1944 tarihinde barbarca katledildi.
Bugün hâlâ ayakta duran anıtları, sokaklara verilen adı ve kütüphanelerde raflar dolusu yapıtları ve geriye bıraktığı mücadele, inanç ve örnek önder tavırlarıyla Alman halkının yiğit bir evladı, Alman proletaryasının savaşçı bir önderi ve seçkin proleter enternasyonalist olarak sonsuza kadar yaşayacak, unutulmayacaktır.

Nisan 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑