Kapitalizm ve emperyalizmin liberal savunucuları ve sosyalizmin eski ve yeni almaklarını da kapsayan küçük burjuva eleştiricilerini, dozajı gitgide artan ve oluşturmaya çalıştıkları “yeni toplum düzeni” teorilerini de etkileyen bir karamsarlık ve umutsuzluk duygusunun sarmakta olduğu görülüyor.
Kapitalizmin geleneksel yandaşlarıyla emperyalizmin sonradan dönme (ve sonradan görme) küçük burjuva eleştiricilerini; uluslararası burjuvazi ve gericiliğin bu “çağdaş” uşaklar topluluğunu, gitgide daha fazla etkisi altına alan bu karamsarlık ve umutsuzluk duygusuna yol açan olgular, hangi olgulardır? Daha birkaç yıl öncesinde büyük gürültülerle ilan edilmiş ve gerçek bir “barış” ve “refah” umudu olarak sunulmuş olan “yeni dünya düzeni” nereye gitmektedir? Burjuva ve küçük burjuva felsefeciler, ekonomistler, tarihçiler ve politikacılar takımını sarmakta olan karamsarlık ve umutsuzluğun nedenleri, işte bu sorularda yatmaktadır. Ortaya attıkları, kabul ettirmeye çalıştıkları ama henüz “teorisi”ni oluşturma fırsatı bile bulamadıkları “yeni dünya düzeni”nin, her köşesinden çatlamış ve temellerinden sarsılmış olmasının, bu paralı bilim, teori ve politika papazlarını karamsarlık ve umutsuzluk içine ittiği görülmektedir.
Emperyalist “yeni dünya düzeni”nin yandaşları, “tek kutuplu” dünyanın kurulduğunu; ulusların ve devletlerin “barış”, “işbirliği” ve “dayanışma” içinde “kalkınması” ve insanlığın uluslararası “refah”ının “demokratik” yoldan başarılması olanaklarının doğduğunu ileri sürmüşlerdi. Uluslararası burjuvazi ve gericiliğe ve emperyalizmin savunucuları ve yandaş “eleştiricileri”ne göre; aşırı üretim krizlerini, sınıf mücadelelerini ve uluslar arasındaki çatışma ve savaşları geride bırakan “yeni bir çağ” açılmıştı; toplumsal sınıflar arası “barış” ve “uyum” ve uluslararası “entegrasyon” ve “küreselleşme” çağı olan bu çağ; bütün toplumsal sınıfları ve bütün ulusları, “uluslararası toplum”da kaynaştıracak “evrensel refah” çağı olacaktı. Çünkü kapitalizm artık sosyalleşmiş, emperyalizm artık tarihte kalmıştı; artık mücadele halinde olan karşıt sınıflar dönemi kapanmış, özgür bireylerin yeteneklerine dayanarak rekabet ettikleri ve yükseldikleri yeni bir dönem açılmıştı; ulusların, ulusal özgürlük talep ettikleri koşullar artık ortadan kalkmış, ülkeler ve halkların, insanlığı temsil eden “uluslararası topluluk” çevresinde toplanmalarını zorunlu kılan koşullar oluşmuştu! Dünya insanlığının “önderi” durumunda olan devletlerarasındaki eski mücadeleler ise, sosyalizmin “iflas” etmesiyle birlikte gündemden çıkmıştı! ABD liderliğindeki bu ülkeler, öteki ülke ve ulusların, çevresinde toplanacakları “tek kutuplu” uluslararası bir toplum oluşturmuşlar ve insanlığın, “uyum” ve “dayanışma” içinde “refah”a ulaşması için gerekli koşulları yaratmışlardı! Ve bu “evrensel refah düzeni”ni yöneten uluslararası kurumların başında; bütün ulusların katıldığı “Birleşmiş Milletler” örgütü bulunacak; “uluslararası toplum”daki “barış”, “işbirliği” ve “kalkınma”nın ve uluslar arasındaki “eşitliğe” dayanan “adalet”in güvencesi olacaktı!
Kapitalizm ve emperyalizmin temsilcileri ve açık ve örtülü savunucuları, kapitalist ve emperyalist sistemin uzlaşmaz çelişkilerini örtbas etmeye girişmiş ve “yeni dünya düzeni” dedikleri “düzen”in, böylesine “insani” özelliklere sahip “yeni” ve gerçekçi bir “düzen” olduğunu ilan etmişlerdi. Oysa dünyadaki gerçek gelişme ve değişikliklerin, bu yönde meydana gelen gelişme ve değişiklikler olmadığı çok geçmeden görülmüştür. Kapitalizm ve emperyalizmin, uluslararası ölçekte ve tek tek ülkelerde yol açtığı ekonomik, toplumsal, politik, askeri ve diplomatik olgu ve olaylar, “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in, pespaye yalanlardan uydurulmuş ve proletarya ve halkları aldatmak için gündeme sürülmüş demagojik bir propagandadan ibaret olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır.
Kapitalizm ve emperyalizm söz konusu olduğunda; kuşkusuz genel soyut varsayımlar ve genel yasalardan söz etmekle yetinilemez; tam aksine, somut ekonomik ve toplumsal olgulara ve somut politik ve askeri olaylara dayanmak kesin bir zorunluluktur. O halde, “yeni dünya düzeni” demagojilerini yerle bir eden ve bütün insan dişiliği ile kapitalizm ve emperyalizmi vurgulayan somut olgu ve olaylar nelerdir ve hangi olgular, hangi olaylar ve ne gibi “ilişkiler” kapitalizm ve emperyalizmin çıkmaz ve çöküşünün belirtileridir? Kısaca da olsa bu olguları vurgulamak, gerçek durumu bütün çarpıcılığı ile ortaya koymak için, kuşkusuz yeterli olacaktır. Çünkü “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in, en olgunlaşmış kapitalizm ve en sınırsızlaşmış emperyalizm olduğunu kanıtlayan veriler gerçekte, yukarıdaki sorulara olgu ve olayların verdikleri yanıtlarda yatmaktadır.
İlk olarak; “yeni dünya düzeni” savunucularının, uluslararası ilişkiler bakımından ileri sürüp propaganda ettikleri bütün tez ve görüşler iflas etmiştir. Dünyanın en önemli stratejik bölgeleri olan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya, Kuzey ve Doğu Afrika ve Ön Asya’nın kaos ve karışıklıklara sürüklenmeleri bir yana; “tek kutuplu” dünyanın kapitalizm koşullarında olanaksız olduğu; ABD emperyalizminin karşısına yeni emperyalist rakipler çıktığı; ve kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki pazar ve etki alanları mücadelesinin, yeni bir alana sıçramış olarak, gündeme yeniden girdiği görülmektedir. Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya ve öteki bölgelerdeki emperyalist çıkar ayrılıklarından kaynaklanan parçalanma ve karı şıklıklar ve kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin, özellikle Avrupa ve ABD pazarlarında yoğunlaşan ve az çok gelişmiş bağımlı ülkelere öncelikle yayılan pazar, etki alanları ve nüfuz mücadelesinin doğurduğu olay ve olgular, “yeni dünya düzeni”nin uluslararası “güvenlik”, “barış”, “adalet” ve “küreselleşme” ile ilgili bütün “öngörü” ve “vaatleri”ni yerle bir etmiş ve bugünden çöpe atmış durumdadır.
İkinci olarak; uluslararası burjuvazi ve gericiliğin ileri proletarya ve ezilen halklara karşı başlattığı topyekûn birleşik saldırı; kapitalizm ve emperyalizmin ideolog, ekonomist, tarihçi ve politikacılar topluluğunun; karşıt toplumsal sınıflar ve ileri ve geri uluslar arasında “barış”, “uyum” ve “”dayanışma”ya dayanan “refah” toplumları (ve “refah” devletleri) döneminin başladığını ileri süren bütün demagojik tez ve görüşlerini şimdiden yerle bir etmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ve en önde gelen bağımlı ülkelerde, son bir iki yıldan bu yana yeniden canlanan proletarya ve halk hareketi; kapitalist toplum ve emperyalist sistemin karşıt çıkarlara sahip ve birbirleriyle mücadele halindeki sınıflar ve uluslardan oluştuğunu; bu toplum ve bu sistemdeki sömürülen sınıflar ve ezilen ulusların, sömüren sınıflara ve ezen uluslara karşı mücadeleye; mücadelelerini, sömüren sınıflar ve ezen ulusların sınıfsal ve ulusal baskı ve egemenliklerinin yıkılmasına genişletmeye mahkûm bulduklarını bugünden kanıtlamış durumdadır.
Üçüncü ve daha önemli olarak; tahrip edici ekonomik krizlerden ve bu krizlerin yıkıcı sonuçlarından artık “kurtulduğu” öne sürülen kapitalist ve emperyalist sistemin içinde bulunduğu ekonomik krizin; bir yandan, yeni ve köklü bir derinleşme dönemine girmesi; öte yandan, “yeni düzen”in “cenneti” olarak gösterilen gelişmiş kapitalist ülke ekonomilerini etkisi altına alması, kapitalizm ve emperyalizmin eski ve yeni yandaşlarını karamsarlık ve umutsuzluk içine sürükleyen en önemli olgulardan birisi olmuştur. Çünkü; bir yandan, ekonomik krizdeki yeni derinleşme belirtilerinin sistemin merkez ülkelerinde ortaya çıkması; öte yandan, sömürü ve mutlak fiziksel sefaleti dayatan saldırıları gündeme sokan özellikler göstermesi, kapitalizm ve emperyalizmin temel çelişkilerinde yeni bir sertleşme dönemine açıkça dikkat çekme anlamına gelmektedir. Ekonomik krizin, kapitalist ülkelerde yol açtığı bu değişiklik, kuşkusuz, proletarya ve halk hareketinin yön değiştirmesi, ileriye doğru gelişmesi ve iktidar mücadelesi eğilimi kazanmasında, koşulların giderek olgunlaşmasını vurgulayan bir değişikliktir.
Özet olarak altı çizilirse; bir yanda, kapitalist ekonominin krizinde yeni bir derinleşme döneminin açılması ve uluslararası burjuvazi ve gericiliği, ileri proletarya ve ezilen halklara karşı topyekûn ve birleşik bir saldırıya mahkûm etmesi. Öte yanda, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki güç ilişkisi değişikliklerinin gündeme getirdiği ve sistemin krizindeki yeni derinleşmenin ilk belirtileriyle genişleyen çıkar ayrılıklarının, bütün toplumsal sınıflar ve bütün ulusların yaşantısını derinden etkileyecek bir açıklıkla kendini dayatması olgusu… Bir yanda, ileri proletarya ve az çok gelişmiş bağımlı ülkeler halklarının, dayatılmış bulunulan topyekûn saldırıya karşı direnişi biçiminde ortaya çıkan ve daha geniş bir alana yayılacağı bugünden görülen mücadelesindeki yeni bir canlanma. Öte yanda, girilmekte olan yeni ekonomik kriz döneminin baskısıyla şiddetini artıran ve gittikçe daha çarpıcı hale gelen pazar ve etki alanları mücadelesinin kendini kabul ettirmesi… Dünyadaki ve sistemin başlıca ülke ve bölgelerindeki politik durumu karakterize eden olgular bugün işte bu olgulardır. Ve bu olguları güçlendiren etkenlerin, gittikçe çoğalmasının, kapitalizm ve emperyalizm savunucularını, karamsarlık ve umutsuzluk içine her geçen gün dana fazla sürüklemesi, kuşkusuz anlaşılamaz bir durum değildir.
Bütün bu olguların vurguladığı temel görüş şudur: Kapitalist ve emperyalist sistem, yeni sınıf savaşları, yeni anti-emperyalist ayaklanmalar ve yeni emperyalist mücadeleler dönemine adım atmıştır. Burjuvaziyle proletarya, emperyalist ülkelerle ezilen halklar ve emperyalist devletlerarasındaki sert mücadele ve çatışmalar; dolayısıyla, kesin hesaplaşmalara da varacak sınıf mücadeleleri, antiemperyalist ayaklanmalar ve emperyalist paylaşım savaşları, dünyanın gündemine yeniden girmektedir.
Birkaç cümleyle vurgulanırsa; kapitalist ve emperyalist sistem, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru, hızla yol almaktadır. Proleter devrimi ve emperyalizmden kurtuluş hareketi, kapitalist dünyanın başında, bir hayalet olarak dolaşmaya yeniden başlamaktadır. Ve kuşku yoktur ki, proletarya ve halk devrimi, tarihte hiç olmadığı kadar olgunlaşmış olanaklara sahip olduğu bir döneme girmektedir. Çünkü “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”, en fazla olgunlaşmış kapitalizm ve en fazla soysuzlaşmış emperyalizm “düzeni”nin kendisidir ve kapitalizme ve emperyalizme karşı direniş güçlerini sürekli tahrik eden bir döneme adım atmış bulunmaktadır.
I
“YENİ DÜNYA DÜZENİ”; KAPİTALİST TEKELLER VE EMPERYALİST DEVLETLER ARASINDAKİ “İŞBİRLİĞİ”, “BARIŞ” VE “DAYANIŞMA” SORUNU ÜZERİNE
Emperyalist dünyayı “birleştiren” uluslararası ekonomik, politik ve askeri örgüt ve kurumların; iki süper devlet (ABD ve Sovyetler Birliği) ve iki emperyalist blok (NATO ve Varşova Paktı) arasındaki mücadele (soğuk savaş denilen) dönemindeki ekonomik ve politik temel ve ilişkiler üzerinde şekillendikleri ve uluslararası ölçekte etkili oldukları bir gerçektir. Doğu Bloğu’nun çöküşünden sonra; bu uluslararası ekonomik, politik ve askeri örgüt ve kurumlar açısından yaşanan değişiklik; Doğu Bloğu’nu oluşturan ülkelerin, bu kurum ve örgütlerin şemsiyesi altında toplanmaları olmuştur.
Adına “yeni dünya düzeni” denilen kapitalist ve emperyalist “düzen”in bir önceki dönemin “düzeni”nden ayrılan başlıca özelliği; kapitalist ve emperyalist dünyayı temsil eden başlıca büyük ülkelerin; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve nispeten Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi ekonomik; Birleşmiş Milletler, AGİK ve nispeten Avrupa Birliği gibi politik ve NATO ve nispeten BAB gibi askeri örgüt ve kurumların “çatı”ları altında (karmaşık ve çelişkili bir ilişki içinde de olsa) toplanmış olmalarıdır. Başlıca büyük emperyalist devletlerin; özellikle Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi uluslararası örgüt ve kurumların ileri proletarya ve ezilen küçük uluslar ve halklar üzerindeki otoritelerini tanımaları ve emperyalist hegemonyanın “ortaklık” araçlarına dönüştürmeleri, “yeni dünya düzeni” üzerine yürütülen aldatıcı kampanyanın esasını oluşturmuştur. “Yeni dünya düzeni”nin, kapitalizm ve emperyalizmden ayrılan yeni bir “düzen” oluşturduğu ile ilgili başka herhangi bir kanıt gösterilemediği herkesçe bilinen bir olgudur.
Olgusal gerçekler kanıtlamaktadır ki; kapitalizm ve emperyalizmden ayrı yeni bir dünya düzeni yoktur; ve kapitalizm ve emperyalizmin yıkılışıyla taçlanan yeni devrimler gerçekleşmeden, yeni bir dünya düzeni asla olmayacaktır. Dünya tarihi, daha da önemlisi, kapitalizm ve emperyalizmin tarihi ve birlikte var olduğu ekonomik ve toplumsal olgular, bu gerçeğin yadsınamaz kanıtları durumundadırlar.
“Yeni dünya düzeni”nin uluslararası kurum ve örgütleri ve emperyalist ülkelerin güç ilişkilerindeki değişikliklerin kaçınılamaz sonuçları
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesinden sonra; büyük emperyalist ülkelerin, ABD liderliğinde ve “tek” bir blok olarak “Birleşmiş Milletler” şemsiyesi altında toplanmaları ve ortak hareket etmeleri, kuşkusuz, kapitalist emperyalist dünyadaki gerçek ekonomik ilişkilere (çıkarlara) uygun düşmüştür. Ne var ki, çok geçmeden, bu uygunluğun geçici olduğu görülmüştür. Nitekim Ortadoğu’daki emperyalist saldırı ve ardından meydana gelen ekonomik, politik ve askeri olgu ve olaylar, bu geçiciliğin ilk belirtilerini, giderek artan oranda su yüzüne çıkarmış bulunmaktadır. Yukarıda da vurgulandığı gibi; “yeni dünya düzeni”nin uluslararası örgüt ve kurumlan, bir önceki dönemi karakterize eden güç ilişkileri ve ekonomik çıkarlar üzerinde şekillenmiş örgüt ve kurumlar olarak kalmışlardır. Oysa emperyalist ve gerici hükümetleri bir araya toplayan ve “yeni” düzen içinde “disipline” eden bu örgüt ve kurumların üzerinde şekillendikleri ekonomik (ardından politik) ilişkiler değişmekte; bu örgüt ve kurumlar, ekonomik (ve giderek politik) dayanaklarını kaybetme süreci yaşamaktadırlar.
Şu gerçekler giderek kendilerini kabul ettirmekte ve dünyadaki bütün politik, diplomatik ve askeri ilişkileri kendi çıkarlarına doğrudan bağlamaktadırlar: Bir yanda, Batılı emperyalist kamp içinde bir önceki “mücadele” döneminde törpülenen fakat eski Doğu Bloğu ülkelerinin yağmalanması sürecinde büyüyerek açığa çıkan eşitsiz ekonomik gelişmenin ekonomik sonuçlan; öte yanda, hem bu ekonomik eşitsizliğin hem de yeni bir derinleşme dönemine girmekte olan ekonomik krizin beslediği kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki pazar ve etki alanları mücadeleleri; bu olgular, “yeni dünya düzeni”ni disipline eden uluslararası kurum ve örgütlerin ekonomik ve politik temellerini sarsan değişiklikler olarak kendilerini kabul ettirmişlerdir. Nitekim; işçi sınıfı ve halklara karşı ortak saldırının araçları olarak halen işlev gören İMF, Birleşmiş Milletler ve NATO gibi örgüt ve kurumların; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’daki “yeni” statüko ve şimdi özellikle kapitalist merkezlerde yoğunlaşan kapitalist tekeller arasındaki pazar mücadelesi gündeme geldiğinde otoritelerini yitirmeleri ve bir işe yaramaz hale gelmeleri, emperyalizm savunucularınca “istenmeyen” olgular olarak orta yerde durmaktadır. Ve açıkça kendilerini kabul ettiren bu olgusal değişiklikler, başka herhangi bir gerekçeyle açıklanamaz değişiklikler olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Propaganda edilen görüntü bir yana bırakılırsa; dünyadaki gerçek politik durum şudur: ABD emperyalizminin dünya çapındaki egemenliği ve bu egemenliğin “onaylanması” anlamına gelen “yeni dünya düzeni” kurulmamıştır; fakat kurulması öteki büyük güçler tarafından kabullenilmeden tarihe karışmıştır. Son kırk yıl boyunca, Batılı emperyalist kamp içinde hâkim olan ve lider rolü oynayan ABD emperyalizmi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesinin ardından, kapitalist dünyanın tek “hâkimi” olan bir ülke konumuna gelmiştir. Ne var ki, ABD emperyalizminin kökleri derinlerde olan zaaf ve zayıflıkları da açık bir şekilde bu dönemde dışa vurmuştur.
Açıkça su yüzüne çıkan olgusal gerçek şudur ki; ABD emperyalizmi, dünyaya tek başına egemen olabilecek bir ekonomik güce sahip değildir; hâkimiyetinin ve ekonomik avantajlar elde etmenin aracı olarak, kırk yıl boyunca geliştirdiği politik ilişkilerim ve aynı dönemde güçlendirip büyüttüğü ordusunu kullanmaktadır. ABD emperyalizminin bu ekonomik zaaf ve zayıflığı karşısında; Almanya, Fransa (AET) ve Japonya gibi büyük ekonomik güçlerin ve ekonomik gücünü şimdilik kullanamasa bile, eski ekonomik ve politik ilişkilerine ve elindeki güçlü orduya dayanan Rusya’nın, dünyanın şimdiki paylaşılma biçimine boyun eğmeleri olanaksızdır. Neresinden bakılırsa bakılsın; son birkaç yılda meydana gelen ekonomik, politik ve askeri olgu ve olaylar; dünyanın pazar ve toprak bakımından şimdiki bölüşülmüşlüğü ile onu bölüşmüş olan tekelci gruplar ve emperyalist devletlerin kapitalist gelişme (ekonomik güç) dereceleri arasındaki oransızlık üzerine oturan bir mücadele dönemine girildiğini açıkça ilan etmektedir.
Görülen ve yaşanan odur ki; kapitalist ekonomileri ve mali olanaklarıyla güçlü olan fakat politik ve askeri olarak henüz yeterince güçlü olmayan Almanya (AET) ve Japonya ve ekonomik bakımdan çözülmüş durumda olsa da büyük ekonomik olanaklara, büyük bir orduya ve dünyanın her yerinde ilişkilere sahip Rusya gibi devletler, ABD emperyalizminin rakipleri olarak, giderek hızını artıran bir egemenlik mücadelesi içindedirler. Örneğin; IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi kurumların ve GATT ve Maastricht gibi “anlaşmalar”ın karar ve “disiplin”ine karşın; kapitalist tekeller ve büyük devletler arasında hızlanan pazar rekabeti çarpıcı bir olgu durumundadır. Öte yandan, Ortadoğu’da, Balkanlarda ve Kafkasya’da, Amerikancı “çözümler”de karşılaşılan çıkmazlarının gerisinde, emperyalist çıkar ayrılıklarının yattığından, herhangi bir kuşku duyulamayacağı da ortadadır.
Uzlaşma, anlaşma ve barış içinde gelişme bir yana; rakip tekeller ve rakip devletlerarasında güç kullanmaya da varan yeni emperyalist mücadeleler, uluslararası gruplaşmalar ve sert çatışmalar, dünya emperyalizminin girdiği bugünkü eğilimi vurgulayan olgular durumundadır. Dolayısıyla; “yeni dünya düzeni” denilen bugünkü uluslararası “düzen”i temsil eden uluslararası ekonomik, politik ve askeri kurum ve örgütlerin ekonomik temelleri ve bu ekonomik temeller üzerinden şekillenmiş ve söz konusu örgüt ve kurumları oluşturmuş olan “uluslararası” ilişkiler baştan aşağı değişmiştir. Yaşanılan ve giderek derinleşen süreç; bu kurumların disipline edici ve harekete geçirici etki ve güçlerini yitirmeleri ve içten ve dıştan verilen mücadeleyle değişmeleri veya dağılmalarına yol açan bir süreç olacaktır. “Tek kutuplu dünya” ve “istikrar içinde barışçı gelişme” doğmadan “tarih” olmuştur. Kapitalizmin beslediği ve çoğalmakta olan sorunların ve emperyalizmin derinleştirdiği çelişki ye çatışmaların vurguladığı gerçek durum dünyada bugün budur.
(Tekelci kapitalizmin gelişme eğilimi, tek tekele doğru gidiş eğilimidir. Bu eğilimin, emperyalizmin birleşmesi ve tek bir emperyalist mihrakın oluşmasına temel yarattığı da bir gerçektir. Ne var ki, bu, kapitalizmin tek bir dünya tekeli olarak teşekkül edeceği ve tek mihraklı bir emperyalist dünyanın kurulacağı anlamına gelmemektedir. Çünkü, kapitalizmin eğilimleri, sadece tek tekele gidiş eğiliminden ibaret olmadığı gibi, sistemin bağrındaki karşıtlıklar, onun bu eğiliminin önünü, kaçınılamaz olarak kesen ve kesecek nitelikte olan karşıtlıklardır. Kapitalizmin, eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi, sistemin temel ekonomik ve toplumsal çelişkileri ve bu çelişkilerin yol açtığı ekonomik, toplumsal ve politik olgular, tek dünya tekeli ve birleşmiş (çelişkisiz) kapitalist dünyanın teşekkülünü baltalamakta ve olanaksızlaştırmaktadır. Dolayısıyla, tek tekele doğru gidiş ve “tek kutuplu” dünya, teorik bir varsayım olarak kalmakta ve pratikte gerçekleşen ise, tekelci gruplar ve emperyalist devletlerarasındaki parçalanma, mücadele ve savaş olmaktadır. Dünyadaki bölünme ve parçalanmaya, devrim ve sosyalizmin zaferinden başka herhangi bir şeyin son vermesi olanaksızdır. “Tek kutuplu dünya” tezleri, kapitalizm ve emperyalizmi örtbas etmek ve evrensel düzen olarak kutsamaktan başka bir anlam taşımamaktadır.)
Kapitalist tekeller ve büyük emperyalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme doğrultusu; yeni bir alana sıçrayan pazar ve etki alanları mücadeleleri ve yeni emperyalist gruplaşma eğilimleri
Büyük emperyalist devletlerarasında artmakta olan çelişki ve çoğalmakta olan ayrılıkların gerisinde, bu ülkelere ait kapitalist tekeller arasında şiddetlenmekte olan pazar ve etki alanları mücadelesi yatmaktadır. Dünya ekonomisine hâkim olan belli başlı kapitalist ülkelerin tekelci kapitalist grupları, daha önceki dönemden ayrılan özellikler gösteren yeni bir egemenlik mücadelesi dönemini başlatmış durumdadır. Bir yandan, derinleşmekte olan ekonomik krizin yüklerinden (proletarya ve halklara saldın) kurtulmak, öte yandan, sahip oldukları pazarlardaki egemenliklerini pekiştirirken rakip tekellerin gücünü özellikle kendi pazarlarında kırmak ve yeni pazarlara yayılmak için verilen mücadele, son otuz kırk yıldan bu yana görülmeyen yeni özellikler göstermektedir.
Kapitalist tekeller ve mali sermaye grupla-n; “liberalleşme”, “serbest piyasa” ve “serbest ticaret” adı altında; gerçekte, sermayenin yeni bir merkezileşmesi, yeni bir yoğunlaşması ve proletarya ve halkların sömürülmesinin, mutlak yoksullaşmayı da dayatan yeni bir yükselişi dönemini açmaktadırlar. Kapitalist tekeller ve mali sermaye grupları, daha esnek ama daha karmaşık ilişkiler içinde yeniden mevzilenmektedirler. Fakat kapitalist tekellerin gündemine girmiş olan yeni saldırı kampanyası ve yeniden örgütlenme ve yeniden mevzilenme girişimleri, sadece proletarya ve halklar üzerindeki sömürüyü artırmakla sınırlanan girişimler değildir. Aynı zamanda, kapitalist tekeller ve mali sermaye grupları arasında hızla artan çıkar ayrılıklarının dayattığı mücadelede gerektiği kadar güçlü olma girişimi anlamına da gelmektedir. Paylaşılması, Doğu Bloğu’nun çökmesiyle tamamlanmış olan dünya pazarı ve etki alanlarının, ekonomik güç oranları ve ülkelerin potansiyel gelişme derecelerine göre yeniden bölüşülmesi mücadelesi… Kapitalist tekeller ve mali sermaye gruplarının yeniden mevzilenmelerinin gerisinde yatan temel dürtülerden birisi de budur.
Başta sermaye ve para piyasası olmak üzere, otomotiv, metal, elektronik, telekomünikasyon, enerji ve kimya vb. sektörlerde derinleşen ve dünya ekonomisinin bütün dallarını kucaklama eğiliminde olan bu yeni tekelci rekabet dalgasının şimdiki çapı ve dayandığı yeni tekelci hazırlık ve stratejiler, bu bakımdan çarpıcı veriler durumundadır. Her yönüyle ortadadır ki; tekelci birlikler ve mali sermaye grupları arasında giderek derinleşen, sertleşen ve olgunlaşan çelişkiler ve artan çıkar ayrılıkları; hile ve zor dâhil, her türden aracı kullanmayı da içeren ve yeni ittifaklara ve kesin hesaplaşmalara da götürecek olan yeni bir egemenlik mücadelesi dönemini kaçınılamaz kılan özellikler kazanmış durumdadır.
Kapitalist devletlerarasındaki ilişkilerin gerisinde, kuşkusuz, tekelci kapitalist grupların pazar uğruna yürüttükleri tekel mücadelesi yatmaktadır. Ama ne var ki; kapitalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkiler, tek tek tekelci gruplar arasındaki ilişki ve çelişkilerden çok daha kapsamlı, çok daha karmaşıktır. Tekelci kapitalist devletler, bir yandan kapitalist tekeller tarafından yönetilirken, öte yandan, tek tek tekelci grupları, genel olarak sermayenin çıkarlarına göre yönlendiren ve rakip tekellere karşı mücadelelerinde örgütleyip disipline eden genel tekel olarak işlev görmektedir. Ve rakip kapitalist devletlerle ilişkilerinde, ortak tekelci çıkarların (devletin çıkarlarının) koruyucusu rolünü üstlenmektedirler. Büyük emperyalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerin durumunun, belirsizlik ve gerginlik ilişkileri ve yeni bir mücadele eğilimi tarafından karakterize edildiği, kimsenin inkâr edemeyeceği bir açıklıkla dışa vurmuş durumdadır. Başlıca emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme doğrultusunu, kabaca da olsa irdelemek, dünyadaki durumu anlamak için yetmektedir.
ABD’nin dünya hegemonyası ve özellikle enerji kaynaklan ve egemenlik mücadelesi için stratejik önem taşıyan bölgeler üzerindeki tekeline karşı yeni emperyalist mihraklar oluşmaktadır. Emperyalist yeni bloklaşma ve gruplaşma eğilimleri, çözülemeyen sorunları da çoğaltarak, her geçen gün güçlenmektedir. Daha önceki dönemde; ABD’nin desteği ile oluşturulmuş Avrupa Topluluğu, “yeni dünya düzeni”nin ilanından bu yana ABD’den bağımsızlaşma eğilimini giderek güçlendirmiş; ekonomik gücüne uygun düşen bir politik ve askeri nüfuz talep etme yoluna gitmiştir. Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği Avrupa emperyalizmi; bir yandan, dünyanın hemen bütün bölgelerindeki anlaşmazlıklara müdahale ederken; öte yandan, NATO’dan bağımsız, ayrı bir emperyalist ordu kurmuş durumdadır. Giderek iç çelişkileri çoğalsa da, “birleşik” Avrupa emperyalizmi, dünya egemenliği mücadelesinde, halen en önemli iki mihraktan biri durumundadır. Avrupa Topluluğu; Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük güçlerin Avrupa ve dünya pazarlarında ortak hareket etme ve ilerlemelerinin aracı olurken; ABD ve Japon tekellerine karşı korunma ve dünya ticaretini lehlerine çevirmede de önemli bir işlev görmektedir. Avrupa Topluluğu’nun patronu, kuşkusuz Almanya’dır ve Topluluk’un kural ve mekanizmalarını, öteki Avrupa büyüklerini sınırlayabilecek şekilde kullanma ağırlığı kazanmış durumdadır. Ekonomik ve politik “birlik” süreci bugün de devam etmesine karşın; Birleşik Avrupa, bizzat şimdi birlikten yana olan Almanya, Fransa, İngiltere gibi büyük kapitalist devletlerarasındaki çelişkiler ve Avrupa’daki Rusya faktörü nedeniyle olanaksız görünmektedir. (Birleşik Avrupa Devleti düşüncesinin (Kapitalist Avrupa) yüzyılın başlarında alevlendiği bilinmektedir. “Tek kutuplu” dünya sorunuyla ilgili olarak, bir önceki dipnotta vurgulandığı gibi, kapitalizm ve emperyalizm koşullarında, Avrupa’nın “tek tekel” ve tek bir devlet olarak birleşme “eğilimi”, sistemin bağrındaki çelişkiler ve eşitsiz gelişmenin doğurduğu olgular tarafından baltalanmaktadır. Avrupa Topluluğu, daha “birleşme” sürecinin başında bulunmasına karşın; Topluluk içi çelişkiler ve çatışmalar hızla çoğalmakta ve sürükleyici büyük güçlerin, Topluluk dışı büyük kapitalist ülkelerle ilişkileri, daha bugünden farklı yönlerde gelişme eğilimlerini sürekli güçlendirmektedir. Gelişmeler göstermektedir ki; Avrupa’nın tek devlet olarak birleşmesi bir yana, emperyalist bir politik ve askeri pakt olarak da, durumunu zora sokan olaylar yaşamak zorunda kalmaktadır. Peş peşe gelen “para krizleri”nde küçük ülkelerin sarsılması, İngiltere ve İtalya’nın sistemin dışına çıkmasına yol açacak ayrılıkların yaşanması; Topluluğun büyük güçlerinin uluslararası sorunlarda çıkar karşıtlıkları (Ortadoğu ve Balkanlar’da, İngiltere’nin ABD yanında ve Almanya ve Fransa karşısında yer alması) içine düşmesi; Topluluk organlarında onaylanan anlaşmaların tekeller ve hükümetler tarafından giderek daha fazla delinmesi ve içteki anlaşmazlık konularının çoğalması ve İngiltere’nin özellikle ABD ile ilişkileri ve Almanya’nın Rusya ile bağlantılarının (ortakların farklı yönde gelişen uluslararası ilişkileri) genişlemesinin yanı sıra, Alman, Fransız ve öteki ülke tekelleri arasındaki mücadelelerin giderek kendini hissettirmesi; bütün bu olgular ve Avrupa’nın büyük ülkelerinde derinleşen kriz ve yol açtığı (sınıf) mücadelelerin gelişme seyri, Avrupa Topluluğu’nun (ortak emperyalist pakt olarak dahi) geleceğini belirsizleştiren ve tehdit altına alan olgular durumundadır.) Fakat burada vurgulananlardan, Avrupa Topluluğu’nun dünya hegemonyası uğruna mücadele eden emperyalist bir blok olamayacağı ve bu bakımdan geleceğinin bulunmadığı sonucu elbette çıkarılmamalıdır. Sorun şudur ki; Avrupa Topluluğu, dünyanın bir önceki döneminin güç ilişkileri üzerinden şekillenmiş bir topluluktur. İngiltere’nin ABD ile olan ekonomik ve politik bağımlılıkları, Almanya’nın Rusya ile gelişen ilişkileri ve gene Almanya’nın Fransa ile olan rekabeti vb. nedenlerle, geleceği belirsizliklerle doludur ve iç çelişkileri, giderek artmaktadır. Emperyalist bir blok olarak, Avrupa Topluluğu’nun geleceği; dünyanın girmekte olduğu dönemdeki (ekonomik, politik) egemenlik mücadeleleri, Avrupa’daki sınıf savaşları ve daha pek çok etkenin; emperyalist devletleri, hangi ittifaklara ve ne türden bloklaşmalara zorlayarak karşı karşıya getireceğine bağlanmış, belirsiz bir gelecek durumundadır. Öte yandan, AET bugünden, geleceğin emperyalist bloklarından birisi olarak, kuşkusuz mutlaklaştırılmamalıdır.
* Alman emperyalizmi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesinden ve Ortadoğu’daki savaştan bu yana, öteki emperyalist ülkeler ve özellikle ABD karşısında hızla yayılmış ve avantajlar kazanmış bir ülke haline gelmiştir. Avrupa Topluluğu’na patronluk yapan, öte yandan ondan bağımsız hareket eden bu ülke, Batı Avrupa ve Doğu Avrupa’da; Rusya’da, Kafkasya’da, İran’da ve Balkanlar’da ve hâttâ L. Amerika’da yeni ve önemli (ekonomik ve politik) mevziler tutmuş durumdadır. Görülmektedir ki; Hitler’ci Almanya’nın silah gücüyle ele geçirmeye çalıştığı pazarları ve ülkeleri, bugünkü Almanya, şimdilik, ekonomik gücüyle istila etme stratejisi izlemektedir. Almanya’nın, Doğu Avrupa, Rusya ve Kafkasya pazarlarındaki yayılması ve açık ve örtülü siyasal ilişkiler geliştirmesinin ilginçliği şuradadır ki; özellikle ABD emperyalizminin dünya egemenliğine; Doğu Asya’da (özellikle Çin) ilerleyen Japon ve ABD kapitalizmine ve iç çelişkileri çoğalmakta olan Avrupa Topluluğu’nun büyük ülkelerinin direniş ve rekabetlerine karşı, muhtemeldir ki, gelecekteki Almanya-Rusya ittifakının temellerini atmaktadır. (Burada ileri sürülenlerden, Alman-Rus ittifakının mutlak olarak gerçekleştiği, ya da mutlak olarak gerçekleştirileceği sonucu çıkarılmamalıdır. Dünyadaki emperyalist gruplaşma ve ittifakların gerçekleşmesi, pek çok faktörün uygun gelişmesine bağlıdır. Gelişmelerin farklı bir yön almaları da olanak dahilindedir. Gözden kaçmaması gereken şudur ki; hem Avrupalı emperyalist devletlerin büyük öteki devletlerle ilişkileri ve hem de Almanya’nın alternatifli eğilim ve yönelimleri, tarihte olmuş bitmiş olandan farklılıklar göstermektedir. Mevcut ittifakları, yanı sıra artan belirsizlikleri ve bugünkü ekonomik ve politik ilişki ve eğilimleri dikkate almak gerekmektedir. Almanya ve Rusya, bu iki ülke, hem Avrupa’daki en iddialı rakip, hem de muhtemel müttefik pozisyonundadırlar. II. Büyük Savaş’tan önceki dönemde, emperyalist kampların (iki büyük savaştaki her iki emperyalist kampın) liderlikleri Avrupa’da oluşmuş ve merkezileşmişti. Bugünkü dünya, bu bakımdan da farklıdır. Ve Rusya ve Almanya arasındaki ilişkiler, bir yandan bu farklılık, öte yandan, Avrupa dışındaki emperyalist ülkelerle güç ve ilişkileri bakımdan da önem taşımaktadır.) Alman emperyalizmi, en gelişmiş olan Avrupa pazarlarında tuttuğu mevzilerle ve Doğu Avrupa ve Rusya’da, ABD’yi ve öteki emperyalistleri adeta saf dışı bırakan ilerlemesiyle, dünya hegemonyası peşinde koşan ve yeni emperyalist gruplaşmalarda, lider rolü oynayan en önemli emperyalist güç durumundadır. Alman kapitalizminin derinleşen krizinin, bu ülkedeki yayılmacı eğilim ve girişimleri kışkırttığı dikkate alınırsa; dünyada yeni bir savaş mihrakının oluşmasında başlıca rolü oynayacak ülkelerin başında Almanya’nın bulunacağı anlaşılır bir şey olacaktır.
* Şu anda ekonomik ve politik kriz ve toplumsal çözülmenin baskı ve kaosu altında olan Rusya; bağımsız sanayi temeli, askeri gücü ve hâlihazırdaki etki alanlarıyla Almanya ile müttefik (aynı zamanda rakip) olabilecek bir ülke olduğu gibi; kim ne gözle bakarsa baksın, dünya hegemonyası peşinde koşmaktan geri kalmayan ve kalmayacak olan bir ülke konumundadır. Üzerindeki uluslararası baskıya ve ağır ekonomik ve politik krize karşın; Kafkas ve Orta Asya Cumhuriyetleri’ni hizaya getirmeyi başarmış; Baltık’ı ve Ortadoğu ülkelerini etki ve nüfuz alanı ilan etmiş ve Balkanlardaki çatışmalarda “taraf olarak kendini bütün ötekilere kabul ettirmiştir. Olup bitenlerden anlaşılan şudur ki; “Birleşik Avrupa” süreci şimdilik “devam” etse bile, Rusya olmadan Avrupa’nın birleşmesinden söz edilemeyeceği gibi; Rusya’nın olduğu koşullarda da, o çok “umut” bağlanan Avrupa Birliği (Birleşmiş Avrupa Devleti) büyük oranda olanaksız görünmektedir. Kim ne derse desin; büyük ekonomik-teknolojik gücü, gelişmiş silah sanayisi ve Çarlıktan devraldığı emeller ve çelişkilerle Rusya, Avrupa, Uzak Asya ve Ortadoğu’da, en İddialı emperyalist devletlerden biri olarak, dünyanın gündemindeki yerini şimdiden almış durumdadır. Rusya, şu anda, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerden de yararlanarak, hem iç sorunlarını hafifletme ve hem de, yeni mevziler ve avantajlar kazanma politikası izlemektedir. Ve önemli sayılabilecek adımlar da atmaktadır.
* ABD emperyalizminin hegemonyasına ve Amerikancı “yeni dünya düzenine karşı mücadele içinde olan emperyalist devletler kuşkusuz bunlardan ibaret değildir. Arkasına uzun süre ABD desteği almış olan Japonya, son on yıldan bu yana yükselen ve yayılma temposunu hızlandıran başka bir emperyalist ülke olarak pazar ve etki alanları mücadelesi içindedir. Doğu Asya’da tekel sahibi olan bu ülke; Avrupa ve Amerika pazarlarında yayılırken, hem ABD tekellerinin geride kalması, hem de Çin’in açıktan açığa kapitalizme dönmesi sayesinde büyük bir ekonomik (ve politik) güç haline gelmiştir. Hızla yayıldığı Çin’i sömürgeleştirme ve yedeklemede ABD desteği (çıkarlarının zorlaması sonucu) bulan Japonya, rakip ülkelerle bizzat kendi merkezlerinde (Avrupa ve ABD) mücadele etmektedir. (Çin, kuşkusuz, sadece, sömürgeleştirilmeye çalışılan ve sömürgeleşecek bir ülke değildir. Emperyalist ülkeler için, büyük bir pazar olan ve onları buralarda rekabet ve mücadeleye zorlayan Çin ekonomisi, dünyadaki büyük ve potansiyelli ekonomilerden biridir. Ne var ki, Çin’in durumu, bir yönüyle, Ekim Devrimi öncesindeki Rusya’nın öteki ülkeler karşısındaki durumunu andırmaktadır. Çin’in, hem geri, hem gelişen; hem sömürgeleştirilme süreci yaşayan ve hem de, emperyalist emelleri ve özellikleri olan bir ülke olduğunu unutmamak gerekmektedir. Ve dünya politikasında, kuşkusuz önemli bir yere sahiptir.) Ve rakiplerini, gelişmiş Avrupa ve ABD pazarında vurduğu ölçüde öteki ülkelerde güç alacağını hesap eden bir politika izlemektedir. Bütün yönlerden belirginleşmemiş de olsa Japonya, ABD’nin (Avrupa ve Almanya’ya karşı) hem müttefiki, hem de, en önemli rakiplerinden biri durumundadır. Japon emperyalizmi hegemonya mücadelesi içindedir; bağımsız ordusunu güçlendirmeye ve savaş sanayisini geliştirmeye yönelmesi, gelişmekte olan bu hegemonya mücadelesinin bir unsuru olarak gündemine girmiştir. Uzakdoğu “ortak pazarı” girişimi, Japonya açısından sadece bir ilk adımdır. Japonya, dünya hegemonyası peşinde koşan ve şu anda, dünyadaki en büyük iki üç ekonomik güçten birisidir.
* Emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerde meydana gelen bu değişiklikler karşısında, ABD emperyalizminin kayıtsız kaldığı ya da geri çekilme içinde bulunduğundan kuşkusuz söz edilemez. ABD emperyalizminin, bugünkü ekonomik gücüyle, dünya ölçeğindeki politik ve askeri hegemonyası arasında bir oransızlığın bulunduğu, öteki büyük emperyalist ülkelerin bu oransızlıktan yararlanma politikası izledikleri bir gerçektir. Son birkaç yıl içinde meydana gelen olgu ve olaylar; Amerikan kapitalizmi ve ABD emperyalizminin, bütün olanakları ve bütün araçları kullanarak pazar ve etki alanlarını koruma ve pekiştirme; yeni pazarlar ve etki alanlarına yayılma ve Amerikancı dünya statükosunu her yerde dayatma çizgisi izlemekte olduğunu göstermektedir.
Dünyadaki tek süper devlet olarak kalan ABD emperyalizmi, özellikle Japon ve Alman yayılmasına karşı kendi pazarını koruma; dinamizmini önemli oranda yitirmesine rağmen büyüklüpnü hâlâ koruyan ekonomisini yeni teşviklerle destekleme ve öncelikle “arka bahçesizini sağlama alma çizgisi izlemektedir. NAFTA’nın alelacele kuruluşu ve Latin Amerika’daki ekonomik ve politik “istikrar”ı sağlamaya yönelik girişimler; bir yandan, tekelci kapitalist gruplara yeni hamle gücü kazandırmayı hedeflerken; öte yandan, bu pazarlarda yayılan Japonya, Almanya ve öteki ülkelere ait tekelleri durdurma anlamına da gelmektedir. ABD emperyalizmi, gerek bu “arka bahçe”sini sağlamlaştırıcı önlemlere; gerek Japonya’yla ilişkilerine ve Çin’de artmakta olan etkisine; ve gerekse, İngiltere ve Avrupa’daki ekonomik mevzileri ve politik ilişkilerine dayanarak Avrupa pazarında yeni ataklar içindedir; Almanya’nın ve öteki Avrupa büyüklerinin (özellikle Fransa) Doğu Avrupa, Balkanlar, Rusya ve Kafkasya’da ilerlemelerini durdurma mücadelesi vermektedir.
Almanya’nın (şimdilik) ekonomik olan ve sürekli artan yayılması karşısında; ABD emperyalizmi, Doğu Avrupa, Balkanlar, Rusya ve Kafkasya’da asla ilgisiz değildir. Politik ve askeri nüfuzunu kullanarak; bu bölgelerde mevzi kazanma ve köprübaşı olabilecek yeni etki alanları ele geçirme mücadelesi vermektedir. Ekonomisi, dinamiklerini aşındırmış ve derinleşen kriz içinde bir ekonomi olmasına karşın; bu mücadelede ABD’nin rakiplerine karşı kullandığı ve kullanacağı silahlar; bir dönem için de olsa, son derece etkili silahlar durumundadır. ABD, bağımsız sanayi temeline sahip (öteki ülke Rusya’dır) başlıca iki büyük ülkeden biridir ve halen, önemli bazı sanayi dallarındaki yüksek teknoloji tekelini elinde bulundurmaktadır. Öte yandan, başlıca enerji kaynaklan (petrol) ve enerji nakil yolları (Ortadoğu ve L. Amerika) ABD tekellerinin ve Amerikan ordusunun tekeli ve denetimi altındadır. Ayrıca; dünyanın her yerine yayılmış ve şimdi Rusya dışında rakip tanımayan silahlı kuvvetleri, gelişmiş gizli servis ve diplomasi örgütleri ve bir önceki mücadele döneminde, hemen her önemli bölgede, Amerikan sermayesi üzerinden palazlanmış işbirlikçi burjuva gericilikler ve Amerikancı devletlerle kurulmuş ilişkiler, Amerikan emperyalizminin rakip ülkelere karşı mücadeledeki en önemli silahlarıdırlar. Ve ABD emperyalizmi, dünya emperyalizminin şimdiki savaş makinesi işlevini de görmektedir.
Olguların dile getirdiği son söz şudur: Kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ve tekelci kapitalist gruplann çıkartan, ABD emperyalizmini, yeni pazarlar ve etki alanları için ve dünyayı yeniden fethetmek için mücadeleye mahkûm etmektedir. Öte yandan; sivrilen ve yükselen emperyalizmin temsilcileri Japonya, Almanya ve yanı sıra Rusya, Fransa ve nispeten İngiltere, aynı dürtü ve nedenlerle Amerikancı “yeni dünya düzeni”nin dayattığı statülere karşı direnmeye; yeni pazarlar, yeni etki alanları ve çıkarlarına uygun statüler uğruna mücadeleye zorunlu durumdadır. (AET üyesi olmasına karşın, İngiltere, ABD ekonomisi ve “güvenlik” sistemleriyle olan bağımlılık ilişkileri nedeniyle, AET-ABD ilişkilerinde ve çoğu uluslararası sorunlarda, ABD ile aynı hat üzerinde bulunan politikalar izlemektedir. Bu, Ortadoğu’da ve Balkanlar’da açıkça görülmektedir. İngiltere, AET içindeki ABD “temsilciliği” gibi de hareket edebilmektedir. Ne var ki, AET içinde ve Topluluğun geleceği için ciddi zaaf unsuru olurken, ABD’den bağımsız çıkarlarının bulunduğuna kuşku yoktur. İngiltere, emperyalist bir ülkedir.)
Ortadoğu’daki emperyalist savaştan bu yana daha da artan çıkar ayrılıkları ve bu ayrılıklar üzerinden meydana gelmiş olan olgular, bu çarpıcı gerçeği kanıtlamaya yetmektedir. Şunlar gerçek birer olgudur: Ortadoğu ve Somali’ye müdahalede işbirliği yapan büyük emperyalist ülkeler, “statü” ve “çözüm” üzerinde anlaşamamışlar; anlaşmazlık ve çözümsüzlükler, çözülemeyen ve ertelenen yeni sorunlara yol açarak bugüne kadar devam ede-gelmiştir. (Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, ekonomik bakımdan olduğu gibi, hegemonya mücadelesi (politik, askeri) açısından da, dünyanın en önemli stratejik bölgelerinin başında gelmektedir. Bu bölgelerde yaşanan karışıklık ve çatışmaların gerisinde, emperyalist çıkar mücadelesi yatmaktadır. Emperyalist ülkeler, şu ya da bu “çözüm’ler üzerinde bugün anlaşsa ve hâlihazırdaki çatışmalar sona erse bile, çıkar ayrılıkları bitmiş, sorunlar çözülmüş ve bu bölgelerde istikrar tesis edilmiş olmayacaktır. Yeni mücadeleler ve çatışmalar, bu bölgeleri tehdit etmeye ve karışıklıklar artmaya devam edecektir. Çünkü emperyalist devletlerarasındaki çıkar mücadelesi, bu bölgeleri, başlıca mücadele alanları olmaya mahkûm etmiştir.) Balkanlar’daki çelişki ve çatışmaların patlak vermesinde ve bitirilip bitirilmemesi sorunlarında; aynı şekilde, emperyalist çıkar karşıtlıkları başlıca etken olmuş; “yeni dünya düzeni”, Slovenya, Hırvatistan ve Bosna’da Almanya’nın; Sırbistan’da Rusya, İngiltere ve nispeten ABD’nin değişiklikler gösteren çıkarlarıyla delinmiştir. İran ve Libya’yı “terörist ülke” ilan eden “uluslararası topluluk”, Almanya ve Fransa’nın bu ülkelerdeki “ilişkileri” ve “çıkarları”yla karşılaşmak zorunda kalmıştır. Rusya ve öteki emperyalist ülkelerin birbirlerini dışlayan çıkar mücadeleleri ile kışkırttıkları Kafkasya’daki şimdiki savaşlar “bitirilse” bile, mevcut düzen içinde çözümü olanaksız çelişkilerin, yeni çatışmalara yol açacak nitelikte çelişkiler olduğundan söz etmeye gerek olmadığı ise, herkesçe görülebilir bir gerçek durumundadır. Güney Asya’daki, Afrika’daki, Latin Amerika’daki ve dünyanın başka yerlerindeki karışıklık ve çatışmalardan ve emperyalist devletlerin, bu karışıklık ve çatışmalar içinde tuttukları mevzilerden söz etmeye hiç gerek yoktur. Emperyalist çıkar karşıtlıklarının şimdi yoğunlaşmış bulunduğu Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın, geçmişteki iki büyük paylaşım savaşına yol açan başlıca anlaşmazlık bölgeleri olduklarını vurgulamak, dünyadaki belirsizliği, istikrarsızlığı ve büyük güçler arasıdaki çelişki ve ilişkilerin gerçek içeriğini ve gelişme doğrultusunu açıklamaya yeterlidir.
Kaldı ki, emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme yönünü vurgulayan ekonomik ve politik olgular, sadece söz edilen bölgelerdeki gerginlikler, çatışmalar ve savaşlardan ibaret değildir. Kapitalizmin anavatanı ve emperyalizmin esin kaynağı Avrupa, kapitalist tekeller tarafından yeni pazar paylaşımı konusu haline getirilmiştir ve tekelci birlikler arasındaki yeni “ittifaklara” ve yeni karmaşık “ilişkilere” tanık olmaktadır. Göreceli olarak “istikrar” içindeki Avrupa’da, gerginlik, karışıklık ve çatışma bölgeleri olarak vurgulanan öteki bölgelerden farklı özellikler gösteren yeni bir savaşın ilk hazırlıkları yapılmış, ilk adımları atılmış ve ilk belirtileri ortaya çıkmıştır. Devlet tekelini de arkasına alan kapitalist tekeller ve mali sermaye grupları, öncelikle Avrupa’da, ardından ABD’de yoğunlaşan ve bütün uluslararası pazara yayılan yeni bir mücadele ve savaş dönemine kapıyı açmış durumdadır. Üstelik böylesine geniş çaplı bir mücadele ve savaş dönemi, kapitalizmin krizindeki yeni derinleşme sürecinin kendini kabul ettirdiği ve giderek derinleşen kriz tarafından tahrik edildiği koşullarda gündeme girmiştir. Ve giderek şiddetlenen tekelci gruplar arasındaki mücadelenin gerisinde ve aynı zamanda ön cephesinde, büyük emperyalist devletlerin egemenlik stratejileri ve mali, ekonomik, politik güçlerinin bulunduğuna kuşku yoktur.
Özet olarak altı çizilecek olursa; bir bölümüne yukarıda değinilen olgular, aklı başında hiç kimseye, “yeni dünya düzeni”, “barış” ve “işbirliği içinde gelişme” umutlarına kapılma olanağı tanımamaktadır. Gerçek olguların verdiği bilgi şudur ki; sadece kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkiler açısından bakılsa bile; “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in ekonomik, politik ve askeri kurumlarının, ekonomik ve politik temelleri oluşmadan yok olmuştur. Şimdiki dünyayı “temsil” eden kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin davranış biçimlerini, aralarındaki ilişkileri ve izleyecekleri politik, askeri stratejileri belirleyecek olan faktörler, “yeni dünya düzeni”nin uluslararası kurum ve örgütleri değil, kapitalist sermaye grupları ve emperyalist devletlerin eşitsiz gelişmesi açıkça su yüzüne çıkmış olan ekonomik, politik ve askeri güçleridir. Görülmekte olduğu gibi; ekonomik, politik ve askeri güç ve bu gücün tahrik ettiği çıkarlar; emperyalist dünyaya, “istikrar”, “barış” ve “küreselleşme” getirmemiş; tam aksine, belirsizlik, gerginlik, bölünme, gruplaşma, bloklaşma, çatışma ve savaş eğilimini dayatmıştır. Devrimci işçi ve gerçek komünistin, kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasındaki ilişki ve çelişkilerden anladığı budur. Ve olguların doğruladığı da budur; bundan kuşku duymak için herhangi bir neden de yoktur.
II
EMPERYALİST “YENİ DÜNYA DÜZENİ”;
“UYUM” İÇİNDE “KALKINMA”, TOPLUMSAL “REFAH” VE KARŞIT SINIFLAR VE
EZEN VE EZİLEN HALKLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLER ÜZERİNE
Doğu Bloğu ve Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle kurulduğu öne sürülen “yeni dünya düzeni”; sadece, kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki “uyum”, “birlik” ve “barış” olarak değil; aynı zamanda, kapitalist toplumlardaki karşıt sınıflar ve dünyadaki ezen uluslarla ezilen halklar arasındaki “barış”, “birlik” ve “uyum” olarak da ilan edilmiştir. “Yeni dünya düzeni”nin, bu özellikleriyle de ilan edilebilmesinin, kuşkusuz “açıklayıcı” nedenleri vardır: Bu nedenlerden ilki, dünya işçi sınıfı hareketi ve halkların antiemperyalist mücadelesinin 1980’li yıllar sonlarında ve ’90’lı yıllar başlarında dibe vuran bir çizgiye gerilemesi; ikincisi ise, işçi sınıfı ve halkların hareketinin tarihte görülmemiş derecedeki bu gerilemesinin; uluslararası burjuvazi ve gericiliğe, 1950’lerin sonlarında yıkılan sosyalizmin ve emperyalizme karşı mücadelenin kazanımlarından geriye kalan kırıntıları toptan yok etme olanağı sunmasıdır.
Bir yanda, dünyanın yeniden paylaşılmasının (Doğu Bloğu’nun çökmesiyle) tamamlanması ve emperyalist devletlerarasında göreceli bir “denge” görüntüsü meydana gelmesi; öte yanda, ileri işçi sınıfı ve ezilen halkların hareketinin tarihte görülmemiş bir gerileme içine düşmesi: Biri ötekiyle bağlantılı başlıca bu iki olgu, topyekûn uluslararası birleşik saldırıya olanak verdiği gibi; ileri işçi sınıfı ve ezilen halkların, “yeni dünya düzeni” ile ilgili yanılsamaya sürüklenmelerine zemin oluşturan olgular da olmuşlardır. Sınıf mücadeleleri ve sosyalizmin tarihsel bir yanılgı ve artık geride kalmış ve aşılmış bir sapma olduğu; emperyalizmin, ulusal baskı ve ulusal eşitsizliklerin tarihsel bir hata olan sosyalizmden kaynaklandığı; ve kapitalizmin, çelişkilerini aşarak uyumlu ve refah vaat eden yeni bir toplumsal düzene dönüştüğü ile ilgili aldatıcı propaganda; başlıca bu iki olgunun, ileri işçi sınıfı ve geri halkları etkilemesi sayesinde güç bulmuştur. Uluslararası burjuvazi ve gericilik, uluslararası işçi ve hal-koyunu aldatma ve uyuşturmada, başlıca bu iki olguyu ve sonuçlarını büyük oranda kullanmıştır.
Fakat ne var ki; tıpkı kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki ekonomik güç değişikliklerinin (sermaye birikimindeki oransızlık) kendini kabul ettirmesi ve dünyanın yeniden bölüşülmesini gündeme getirmesi gibi; ekonomik krizin yeni derinleşme döneminin şiddetlendirdiği birleşik top-yekûn saldırı girişimi (tarihsel kazanımların son kırıntılarının tasfiyesi); sınıf mücadelesi ve emperyalizmden kurtuluş hareketi ile ilgili yanılsamanın yıkılması sürecinin açılmasını da kaçınılamaz kılmıştır. Son bir iki yıldır, uluslararası proletarya ve dünya halkları saflarında, yeni bir uyanışın ilk belirtilerinin ortaya çıktığı görülmektedir. Ve bunda, girilen dönemin gösterdiği özelliklerin, başlıca tahrik edici etkenler oldukları kesin bir gerçektir.
Gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerde başlatılmış bulunan saldırıların girilen yeni dönem koşullarındaki anlamı şudur ki; burjuvazi ve gericilikler, uluslararası işçi sınıfı ve ezilen halkların yüz yıllık mücadele içinde elde ettikleri kazanımların son kalıntılarını da tehdit altına almışlar; işçi ve emekçi kitleleri, mutlak yoksulluk, mutlak sefalet ve mutlak sınıfsal ve ulusal köleliğe mahkûm bir konuma düşürmüşlerdir. Fakat bu topyekûn ve birleşik saldırının, karşıt toplumsal güçleri uyandıracak ve harekete geçirecek bir özellik kazanmaya başladığı da, bir gerçek olarak kendini kabul ettirmektedir. Ortadoğu’daki emperyalist abluka ve öteki bölgelerdeki gerici savaşların işçiler ve emekçiler dünyasında uyandırdığı duygular bir yana; yeniden derinleşmekte olan ekonomik kriz ve tekelci gruplar ve emperyalist devletlerarasında sertleşmekte olan mücadelenin faturasını, işçi sınıfı ve halklara yükleyen yeni saldırı kampanyasının, proleter sınıf mücadelesi ve halk kurtuluş hareketinin devrimci ve anti-emperyalist uyanış ve atılımının temel koşullarını hazırlayacak bir yöne girmiş olduğu görülmektedir. Bu saldırı kampanyasının, uluslararası proletarya ve ezilen halkların yaşantı ve duygularını etkilemesi kaçınılamaz bir olgu haline gelmiştir. Gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki proleter ve emekçi sınıfların yaşantısında görülen değişiklikler, sürecin gelişme yönüne işaret eden ilk veriler olarak görülmelidirler. Çünkü gerçekten de ilk veriler durumundadırlar.
Son bir iki yılın tanık olduğu olgulara bakıldığında; “yeni dünya düzeni” kampanyasından, daha ileri bir “refah” uman gelişmiş ülkeler ve eski “Doğu Bloğu” ülkeleri işçilerinin, derin hayal kırıklıkları içine düştükleri ve son otuz yıldakinin aksine, yönü değişen ve yenilenmiş dinamiklere dayanan yeni bir hareketlenme içine girdikleri görülmektedir. Aynı umutsuzluk ve hayal kırıklığı ve hareketlenme belirtileri, az çok gelişmiş bağımlı ülke işçi ve emekçileri açısından, kökleri çok daha derinlerde olan bir gerçeklik durumundadır. Bağımlı ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların; sınıf mücadelelerinden ve emperyalizme karşı direnişlerden, geçtiğimiz dönemde de çok fazla uzaklaşmadıkları bilinen bir gerçektir. Şimdi ise, giderek derinleşen bir kopuş ve umutsuzluk içindedirler ve devrim ve sosyalizme yakın duran bir platforma yönelmektedirler. Öte yandan; bütün bu (gelişmiş ve bağımlı) ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların gösterdiği hareketlenmenin; dinamikleri yenilenmiş, yeni başlayan ve geleceği bulunan bir hareketlenme olduğu görülmektedir. Dünya kapitalist ekonomisindeki krizin yeni bir derinleşme dönemine girdiği ve kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin etki ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşılmasını gündeme yeniden aldıkları bugünkü koşullarda; gelişmiş kapitalist ülkelerde ve kapitalizmin oldukça geliştiği bağımlı ülkelerde, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıflarda görülen yeni hareketlenme belirtilerinin, gelip geçici belirtiler olarak görülemeyecekleri herkesçe kabul edilmek zorundadır. Bunu kabullenmemenin, olguları ve olgular ve olaylar arasındaki diyalektik ilişkileri inkar anlamına geleceği de son derece açıktır.
Görünen odur ki; çelişkisiz, çatışmasız “refah” ve “uyum” düzeni denilen “yeni dünya düzeni” bu yönüyle de; “sınıf mücadelesinden arınmış düzen” olması özelliğiyle de, kurulmadan bozulmuş ve tarih sahnesine çıkmadan tarihe karışmış bir “düzen” haline gelmiştir. Kapitalizm ve emperyalizmin çelişkileri; sınıf mücadeleleri ve emperyalizme karşı direnişler, kendilerini, her sınıfa, her ulusa ve herkese, daha bugünden kabul ettirmişlerdir. Toplumsal sınıflar arasındaki uyum ve uzlaşmanın simgesi; aynı zamanda, “yeni dünya düzeni”nin tek tek ülkelerdeki toplumsal-politik örgütlenmesi olarak gösterilen “liberal sosyal devlet”in artık “bittiği”nin; bizzat burjuvazinin sözcüleri tarafından ilan edilmesi, bu bakımdan da inkar edilemez bir kanıt durumundadır.
Kapitalizmin yeni kriz döneminde burjuvazinin saldırı planı ve işçi sınıfı hareketinin durumu ve gelişme yönü
İleri kapitalist ülkelerde ve kapitalizmin nispeten geliştiği bağımlı ülkelerde; burjuvazi ve gericiliklerin, işçi sınıfına (ve emekçilere) karşı başlattığı saldırı kampanyası, II. Savaş’tan bu yana süregelen olağan saldırılardan farklı özellikler taşımaktadır. Başlatılmış ve genişletilmekte olan saldırı kampanyası; ilkin, devrim ve sosyalizm mücadelesinin sınıfa verdiği (devrimin önünü kesmek üzere verilmiş) kazanımların son kırıntılarını geri almayı; ikinci olarak, özellikle gelişmiş ülkelerde yoğunlaşarak derinleşmekte olan ekonomik krizin faturasının ağırlığını proleter ve emekçi kitlelerin sırtına yıkmayı; üçüncü olarak, kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasında genişlemekte olan paylaşım mücadelesinin bugünkü ve gelecekteki (tekeller ve devletler, gelecekteki mücadelenin güçlüklerini bugünden dikkate alarak yeniden örgütlenmeye ve yeniden mevzilenme-ye yönelmişlerdir) ihtiyaçlarını sınıfa ve halklara ödetmeyi öngörmektedir. Bu saldırı kampanyası, topyekûn ve uluslararası bir özellik taşıyor olması nedeniyle, son kırk yıldan bu yana ki saldırı kampanyalarından ayrılan bir kampanya durumundadır.
Burjuvazi ve gericiliklerin başlatmak zorunda kaldıkları bu saldırı kampanyası; şu ya da bu ülkede veya şu ya da bu bölgede başlatılmak zorunda kalınan değil; başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, sistemin bütün ülkelerinde başlatılan ve uluslararası tekelci sermaye kuruluşlarınca da desteklenen bir saldın kampanyasıdır. Ve vurgulanmalıdır ki; şu ya da bu hükümetin ve şu ya da bu sermaye grubunun iradi “tercih”inden bağımsız; kapitalizmin gelişme ve kriz yasalarının, içine girilen dönem için dayattığı acil ihtiyaçların bir ifadesi ve zorunluluğu durumundadır. Dolayısıyla, gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi kitleleri, kapitalizme karşı, sınıf olarak savaşa girmedikleri takdirde, herhangi bir egemen sınıf ya da herhangi bir sermaye grubunun, şu ya da bu yöndeki “tercihi”yle durdurulamayacak olan bir saldırı kampanyasıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Kapitalist ülkeler ve emperyalist dünyanın bugünkü koşullan, otuz kırk yıldan bu yana eşi görülmeyen bu saldırı kampanyasını, burjuvazi ve gericiliklere adeta dayatmış bulunmaktadır. Burjuvazi ve gericiliklerin, saldırıya geçmeye adeta mahkûm bir duruma düştükleri, görmezden gelinemez bir gerçeklik durumundadır.
Hangi sürece yayılarak ve ne gibi biçimler alarak gelişirse gelişsin; bu saldırı kampanyasının, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere, bütün ülkeler işçilerinin yaşantısını derinden etkilediği ve giderek daha derinden etkileyeceği son derece açıktır. Kapitalist sömürü altında olmasına karşın; kırk yıldan bu yana nispi bir “refah” (sömürü oranlarının nispi artışı altında) içinde olan ileri ülkeler işçisine bu saldırı kampanyasının dayattığı şey; mutlak artı-değer sömürüsü, mutlak yoksullaşma, yüksek oranlarla kitleselleşen işsizlik ve derinleşen fiziksel sefalettir. Ayrıca görülmektedir ki; bu geniş çaplı saldırının amacı, sadece, artı-değer sömürüsü ve tekelci kârların yeni ve topyekûn bir yükselişinden ibaret değildir; işçi ve emekçilerin, yoğunlaşan sömürü ve kötüleşen koşullara karşı direnişini baştan bastırmayı da öngörmektedir. “Sosyal refah devleti”nin “bittiği”nin ilan edilmesinden doğan sosyal-politik kısıtlamalar bir yana; “terörizme karşı mücadele” adına uluslararası ölçekte başlatılan ve tek tek “demokratik” ülkelerde dahi gerekleri şimdiden yerine getirilen polisiye önlemler ilk hazırlıklardır. Kaldı ki; işletmeler ve şirketlerin yeniden “reorganize” edilmesine girişilmesinin en önemli nedenlerinden birisi; kapitalistler ve tekelci grupların, işçilere karşı şiddetlendirmekte oldukları mücadelede, en avantajlı silahlarla yeniden donanmalarıdır. Sağından “sol”una burjuva partilerin, adeta bir blok (ve tek bir parti) halinde hareket etmeleri ve faşist hareketlerin yeni bir yükseliş dönemine girmeleri ise, kuşkusuz, sorunun başka bir boyutudur. Burjuvazi ve gericiliklerin, topyekûn sınıf savaşlarını göz ardı etmedikleri, aksine göze almakta ve hazırlanmakta oldukları görülmektedir.
Burjuvazi ve gericiliklerin sınıfa saldırısının çapı böylesine geniş bir alanı kucaklarken; ileri işçi sınıfı ve nispeten geri ülkelerdeki işçi sınıfı hareketinin, kırk yıl öncesinden bu yana, sendikalist bir platforma adım adım gerilediği ve 1980’lerin son yarısında dibe vurduğu, olgularla bilinmektedir. Ve burjuvazi ve gericiliklerin, üç-beş yıl önce hareketi dibe vurmuş ve hiç olmadığı oranda iktidarsızlaştırılmış işçi sınıfının durumundan güç aldıkları da bir gerçektir.
Ne var ki; gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi hareketinin durumu, bugün sadece, gerilik ve iktidarsızlıkla karakterize olan bir tablodan ibaret değildir. Avrupa’daki ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfının saflarında, uluslararası ölçekte bir umut kırıklığı ve tedirginliğin şimdiden yayılmakta olduğuna daha önce işaret edilmişti. Fakat uluslararası işçi sınıfının saflarındaki yeni hareketlenme belirtileri, kuşkusuz, umut kırıklığı ve hoşnutsuzluğa işaret etmekle sınırlanan belirtiler durumunda değildir. Henüz durumunu ve geçmişten kalan kazanımlarını savunmakla sınırlı da olsa (sınıf mücadelesinin doğası böyledir); Avrupa’da ve Almanya, Fransa ve İtalya gibi belli başlı ülkelerde son bir iki yıldır görülen grevler ve genel grevler; gene aynı şekilde ve benzer nedenlerle, nispeten gelişmiş ülkelerde (Arjantin, Meksika, Brezilya, G. Kore ve Türkiye) meydana gelen grev ve direnişler, ileri ve nispeten ileri işçi sınıfı saflarındaki hoşnutsuzluk ve tedirginliği göstermesinin yanı sıra, hareketin girdiği eğilimin yönünü de vurgulamaktadırlar. İşçi sınıfının son bir iki yıl içinde gösterdiği hareketlenmenin, “gerileyen”, “yok olan”, “tarihe karışan” bir sınıfın, önceki dönemden geriye kalan, “gerileme” ve “yok oluş” eylemlerinden oluşan bir hareketlenme olmadığı son derece açıktır.
Şu tartışılamaz bir olgudur: İşçi sınıfının son bir iki yıldaki hareketlenmesi, dinamikleri yenilenmiş, yeni bir dönem açan ve yeni özellikler gösteren bir hareketlenmedir, Kuşku yoktur ki, dünya proletaryasının canlanmakta olan bugünkü mücadelesi, yeni ve özgün özellikler göstermektedir ve dezavantajlarının yanı sıra, önemli avantajlara da sahiptir.
• İlkin; gündemde ve genişlemekte olan uluslararası topyekûn saldırı, gelişmiş ve nispeten gelişmiş ülkeler işçilerini doğrudan (ve ilk) hedef haline getirmiş durumdadır. Uluslararası birleşik kampanyanın bu özelliğinin; gelişmiş ve bağımlı ülkeler proletaryalarının, aynı zaman dilimine yayılan mücadelelere girmeleri ve ortaklaşma ve dayanışma olanaklarını olağanüstü genişletmeleri anlamına geldiği ortadadır. Ve dolayısıyla, uluslararası burjuvazi ve gericilik, uluslararası proletaryanın birleşik ve eşzamanlı gelişen mücadelesiyle karşı karşıya kalma gibi bir talihsizliğe mahkûm olmuş durumdadır.
• İkinci olarak; ücretler ve yaşam koşullarının mutlak kötüleştirilmesi; kamu malı olarak görülen devlet işletmelerine tekelci kapitalist gruplarca el konulması ve tekelci kapitalist işletmelerin “taşeron” işletmeciliği gibi proletaryanın direnişten alıkonulması (sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme) ve ana kitlesinin dağıtılmasına olanak tanıyacak önlemlere başvurulması; bu girişimler, bu saldırı kampanyasının tipik özelliklerini vurgulamaktadır. Artı-değer sömürüsü ve kârların mutlak artışını gerçekleştirme ve mutlak sefalet ve işsizliği kabullendirmenin yanı sıra; temel hedef, proleterlerin sınıf olarak hareket etmesini baltalama ve birbirleriyle rekabete girmelerini eğilim haline getirme hedefidir. Ne var ki, proletaryanın hemen bütün ülkelerdeki bölüklerinin, tarihsel tecrübe ve sınıf sezgisi yoluyla, bu saldırının gerçek hedeflerinin farkına varmakta oldukları görülmektedir. Son bir iki yıl içinde görülen grev ve direnişler; proleter kitlelerin, sınıf olarak hareket etme yönünde ilerlediklerini; örgütlenmelerini, yeni temeller üzerinde yeniden oluşturma olanaklarını genişlettiklerini ve mücadele tarihlerini kendi usulleriyle yeniden öğrenmenin ilk adımlarını attıklarını göstermektedir. Bütün geriliği ve bütün zaaflarına karşın; hem ileri hem de geri ülkelerde görülen proleter sınıf direnişleri, kapitalizme (ve emperyalizme) karşı mücadelenin gelişme yönüyle ilgili ilk verileri ve hareketin yeni dönemindeki ilk avantajları vurgulamaktadır.
• Üçüncü olarak; bugünkü kapitalist ve emperyalist saldırı kampanyası, proleter sınıfları ezmek ve mutlak sefalete mahkûm etmekle yetinen ve yetinecek olan bir saldın kampanyası değildir. Gelişmiş ve nispeten gelişmiş bütün ülkelerde; küçük sermayeye dayanan üretici tabakalar ve köylü ve şehirli emekçi sınıflar, gerçek bir çöküntü, yıkım ve iflas tehdidi ve sefalet ve işsizlik tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş durumdadırlar. Bu saldırı kampanyasının; işçi sınıfı ve parçası olan işsizler ordusunun saflarını olağanüstü genişletmesi ve işçi (ve işsizler) hareketini tahrik etmesinin yanı sıra; öteki ezilen ve sömürülen sınıfları harekete geçirmesi de kaçınılamazdır. Uluslararası burjuvazi ve gericilik, başta emekçi köylü ve şehir yoksulları kitlesi olmak üzere, tekel dışı bütün öteki toplumsal katmanları karşısına almak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla, işçi sınıfı, dünyanın hemen her yerinde, sömürülen, ezilen ve iflasa sürüklenen sınıfların hareketi gibi bir müttefike, bugün her zamankinden daha fazla sahiptir. Devrim cephesiyle karşıdevrim cephesi arasındaki mücadelede yeni bir dönem açılırken, proletaryanın her ülkedeki kolunun sahip olduğu avantajlardan birisi de budur. Toplumun, tekelci burjuva sınıflar dışındaki öteki katmanlarının dikkatleri, işçi sınıfına, tarihte hiç olmadığı kadar dönmek zorundadır. Bu, olgunlaşmakta olan objektif koşulların zorunlu bir dayatmasıdır.
Burjuva kapitalist saldırıların çapı genişledikçe; işçi hareketinin daha geniş cepheden karşı koyuşa geçmesi ve sınıfın, iktidar için mücadele eden bir sınıf olduğunun farkına varması için, bütün koşullar olgunlaşmaktadır. Kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki; otuz kırk yıldan bu yana yürütülen ve “yeni dünya düzeni” ile zirveye ulaştırılan “sosyal refah” ve “toplumsal barış” devleti kampanyası, burjuvazi ve gericiliklerin ayaklarına dolanacaktır. Çünkü burjuvazi ve gericiliklerin demagojik kampanyalarıyla kışkırtılmış “sosyal refah1′ ve “toplumsal barış” özlemlerini, sadece devrim ve sosyalizm mücadelesinin karşılayabileceği her geçen gün daha fazla açığa çıkmaktadır. Yeni bir derinleşme dönemine giren ekonomik krizi ve yeni bir alana genişlemekte olan kapitalist tekeller ve büyük devletlerarasındaki çıkar mücadelelerinin ağırlaştırdığı insanlık dışı koşullar, proleterler sınıfını, dünyanın hemen bütün ülkelerinde, devrim ve sosyalizm mücadelesine, kaçınılamaz olarak yeniden hazırlamaktadır. Başlamış olan bu sürecin daha ileriye gitmesi önlenemez bir zorunluluk durumundadır.
İleri kapitalist toplumlarda ve nispeten gelişmiş ülkelerde; sertleşen ekonomik, ye toplumsal çelişkilerden doğan işçi hareketinin, mevcut durumu korumakla sınırlanan bir hareket olarak ortaya çıkmış olması, sınıfın girdiği sürecin gelişme yönünü asla değiştirmemektedir. Sınıf hareketinin ne biçimler alarak ve hangi yollardan geçerek ilerleyeceği üzerine “tahlillerle” uğraşmanın içi boş spekülasyon olarak kalacağı ve boşuna enerji harcama anlamına geleceği ortadadır. Bugün anlaşılması gereken şudur ki; son birkaç yılın tanık olduğu ekonomik, toplumsal ve politik olgular, kapitalist toplum ve emperyalist sistemin, geniş çaplı sınıf çarpışmalarına gebe olduğunu şimdiden göstermektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ve nispeten gelişmiş bağımlı ülkelerde, farklı özellikler göstererek ve farklı biçimler alarak genişleyen işçi hareketinin gelişme yönü, gerektiği kadar belirginleşmiş durumdadır. Ve gerilemeler ve atılımlar ve düşüşler ve yükselişler içinde ilerleyen işçi hareketinin, kesin hesaplaşmalara girmeden geriye atılması, ezilmesi veya başka bir yöne sürüklenmesi büyük oranda olanaksızlaşmaktadır. Burjuvazi ve gericiliklerin bu gerçeği anladıkları ve hazırlıklarını bu ihtimali göz önüne alarak yaptıkları koşullarda; işçi sınıfının, politik iktidar talep eden bir platforma geçmesi, güçlenen ve gelişen eğilim haline kaçınılamaz olarak gelecektir. Bazı ülkelerde, bunun ilk belirtileri bugünden görülmektedir. Neresinden bakılırsa bakılsın; kapitalist toplum ve uluslararası kapitalist sistem, yeni bir sınıf mücadeleleri ve toplumsal altüst oluşlar dönemine girmektedir. Başlangıç olarak, mücadelesi ne kadar yavaş ilerlerse ilerlesin, çelişki ve çatışmalara ilişkin veriler ne kadar zayıf görünürse görünsün, kapitalizm ve emperyalizmin ezdiği emekçi sınıflar, gözlerini şimdiden işçi sınıfına çevirme durumundadırlar. İşçi sınıfı hareketi yeni bir dönem açmaktadır; proleter devrimleri ve devrimci sınıf mücadeleleri dönemi, kapitalizm yandaşlarının “umutlarını” yıkarak geri gelmektedir. Ve onun bu geri gelişinin önlenemez olduğu ortadadır.
Emperyalist yeni sömürgecilik ve ezilen halkların anti-emperyalist kurtuluş hareketi
Emperyalizmin cephe gerisini oluşturan sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülkelerin, demokratik dönüşüm ve bağımsız ulusal gelişmelerini tamamlamadan, emperyalist boyunduruk altına düşmüş ülkeler oldukları bilinmektedir. Tekelci kapitalist ve emperyalist boyunduruğun, her birisi ulusal gelişme ve demokratik dönüşüm sürecinin değişik aşamasında olan bu ülkeler ulus ve halklarının hareketini, emperyalizme karşı mücadelenin en önemli ulusal ve toplumsal dayanaklarından biri haline getirdiğini son yüz yılın tarihi kanıtlamıştır. 1. Dünya Savaşı ve Ekim Proleter Devrimi’nin, tekelci kapitalizm ve emperyalizmin yıkılış çağını ilan etmesinden sonraki süreçte; sömürge ve bağımlı ulus ve halklar, ulusal kurtuluş ve demokratik dönüşümlerini; emperyalizme karşı mücadelede görmüşler ve yönlerini, işçi sınıfının sosyalist hareketine çevirmişlerdir. Yirminci yüzyılın başından son çeyreğine gelen dönem; sömürge ve bağımlı ulusların, modern proletarya sınıfıyla ittifakı ve emperyalizmden kurtuluş ve demokratik devrim mücadelesi dönemi olmuştur.
Fakat ne var ki; yüzyılın son çeyreği, ulusal hareketlerde farklı bir eğilimin; emperyalizmle uzlaşma eğiliminin güç bulmasına tanıklık etmiştir. Sömürge ve bağımlı ulusların ulusal hareketindeki antiemperyalizm ve demokrasinin en aza inmesi ve emperyalizmle uzlaşma eğiliminin güç kazanmasında; ileri işçi sınıfı ve sosyalizmin, 1950’li yılların ortalarında aldığı yenilgi kuşkusuz başlıca tayin edici faktör olmuştur. 1960’ların sonlarından bugüne gelen dönemde; sömürge devrimleri ve demokratik hareketler gündemde kalmasına karşın; ABD emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizmi, ezilen ulus ve halkların ulusal ve demokratik hareketlerini, özellikle Vietnam Devrimi’nin zaferinden sonraki dönemde istismar etmeyi, yanlarına çekmeyi ve bastırmayı yirmi yıl boyunca başarmıştır. Ulusal demokratik hareketin, emperyalizmin ve emperyalist blokların yedeği haline gelmesi süreci; Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgali ve 1980’lerin başında Polonya’ya müdahale etmesiyle birlikte yeni bir dönemece girmiş; “sosyalist” olarak tanıtılan Doğu Bloğu’nun 1980’lerin sonlarındaki çöküş döneminde, sömürge ve bağımlı ulusların, birbirleriyle rekabete ve emperyalizme yamanma eğilimine girmeleri sürecine dönüşmüştür.
Anti-emperyalist demokratik eğilim, bütünüyle yok olmamasına karşın ezilen ulus ve halkların ulusal hareketinin bugünkü özelliği şudur: Sömürge ve bağımlı ulus ve halklar, emperyalizmin tarihinde hiç görülmemiş bir yanılsama yaşamaktadırlar; ulusal varlıkları ve refahlarını, komşu küçük ulus ve halklarla rekabette (çatışma) ve emperyalist ülkeler nezdinde “itibar” sahibi olmakta görmektedirler; dolayısıyla, burjuva ve işbirlikçi sınıflar ve gerici ulusal önyargıların etkisi altında, ulusal bir yıkım ve yozlaşma yaşamaktadırlar. Ezilen ulus ve halkların bugünkü ulusal durumunu karakterize eden özellik; ulusal varoluş adına ulusal kölelik ve yozlaşma; ulusal yükseliş ve gelişme adına, ulusal çözülme ve ulusal umutsuzluktur. Emperyalist “yeni dünya düzeni”nin, bağımlı ulus ve halklar için öngördüğü ve onları mahkûm ettiği ulusal “varoluş” da gerçekte bu “var oluş”tur.
Sorunun şu yönü de görmezden gelinemez: Sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ulus ve halkların içine düştükleri yanılsama, emperyalizm ve gericiliklerin yeni saldırılarına yeni olanaklar sunmuş durumdadır. Tekelci kapitalizm ve emperyalizmin yeni saldırı kampanyası, sadece gelişmiş ve geri ülkeler işçilerini değil, ezilen ulus ve halkları da hedeflemektedir. Burjuvazi ve gericiliklerin ortaya attıkları “küreselleşme” ve uluslararası “entegrasyon”la ilgili sloganların anlamı, ezilen ulus ve halkları, ulusal ve sınıfsal kölelik ve teslimiyetin (çöküşün) son sınırına mahkum etmektir. “Gümrük duvarlarının indirilmesi”, “kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi” ve “sübvansiyonların kaldırılması” gibi emperyalist dayatmalar, geri ulusların anti-emperyalist mücadeleleri sonucu edindikleri ulusal zenginliklere toptan el konulmasını ve kır ve şehir emekçi sınıflarının, emperyalist tekellerin yağmalamalarına bütünüyle açılmasını öngörmektedir. Bu saldırı dalgasının anlamının, ekonomik olarak tam sömürgeleşme ve ulusal ekonomiyi temsil eden işletmelerin tam yıkımı, sonuna kadar yağmalanması ve ele geçirilmesi olduğu son derece açıktır. Ve yeni sömürge (sömürgeler ekonomik olarak yıkılmış ve toplumsal çözülme ve çatışma dönemi yaşamaktadırlar) ve bağımlı ülkeler işçi sınıfının yanı sıra; köylü kitleleri ve şehir emekçileri, tarihte görülmemiş bir iflas, yıkım ve işsizlik (ve hatta açlık) tehdidiyle karşı karşıyadır. Kapitalist tekeller ve emperyalist devletler; ezilen ulus ve halkların içinde bulundukları derin yanılsamadan da yararlanarak; geri ülkelerin ekonomi ve maliyelerini ve politik örgütlenmelerini doğrudan yönetme ve tıpkı eski sömürge rejimlerinde olduğu gibi, bu ülkelerin adeta “sahipleri” haline gelmeye yönelmişlerdir. Başlatılmış ve oldukça da ilerletilmiş bulunan yeni saldırı kampanyası nasıl bir sürece yayılarak gelişirse gelişsin; geri ve bağımlı ülkeler, yeni ve topyekûn bir yağmalama ve yıkım harekâtı ile karşı karşıya gelmiş durumdadırlar. Ve ulusal çözülme, toplumsal yozlaşma ve politik çürümeye, adeta mahkûm edilmişlerdir.
Fakat geri ve bağımlı ülkeler üzerindeki emperyalist boyunduruk ve ezilen ulus ve halkların bugünkü acıklı durumu, kuşkusuz madalyonun sadece bir yüzünü oluşturmaktadır. Ezilen uluslar ve halklar üzerindeki bugünkü yanılsama sürecek ve işçi, köylü ve öteki emekçi sınıflar, pervasızlaşan kapitalist yağmalama ve toptan yıkıma boyun eğecekler midir? Bu soru tersinden sorulursa; “yeni dünya düzeni” yanılsaması yıkılacak ve kapitalist tekellere, emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele, yeni bir dönem açma ve yeniden gündeme girme olanağına sahip olacak mıdır? Madalyonun öteki yüzü, işte bu sorunların yanıtları tarafından belirlenmiş durumdadır.
Ekonomik, toplumsal ve politik olguların vurguladığı şudur ki; bu ülkelerdeki ulusal hareketlerin gösterdiği şimdiki eğilim (emperyalizme yamanma, komşu uluslarla çatışma) ve halkların bilincinin bugünkü bulanıklığı geçicidir. Ezilen ulusların yaşantısındaki şimdiki soysuzlaşmanın tersine dönmesi ve ulusal hareketlenmelerin, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleye dönüşmesine yol açacak ekonomik, toplumsal ve politik faktörler, giderek daha da güçlenmektedir. Tekelci kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele; önümüzdeki dönemde, gerçekten devrimci olan sınıflara dayanarak ve daha önce görülmemiş güçte halkçı bir içerik kazanarak, dünyanın gündemine yeniden oturacaktır. Bu kaçınılamazdır ve ilk belirtilerinin, Latin Amerika ülkelerindeki yeni hareketlenmede, bugünden açığa çıktığı herkesçe görülmektedir.
• İlk olarak; emperyalizm ve sosyal emperyalizm, özellikle son otuz yıldan bu yana, sömürge, yeni sömürge ve bağımlı ülkeleri sistematik olarak yağmalamış, bu ülkelerdeki ulusal üretici güçleri ve ulusal ekonomileri tarihte görülmemiş oranda tahrip etmiştir. Afrika ve Ön Asya, neredeyse baştan aşağı yıkılmış ve gerici çatışmalar içinde yok edilmektedir. Emperyalist yağmalama ve boyunduruğun, yüz milyonlarca nüfusu ve sayısız milliyet ve ulusu barındıran bu bölgeleri yüz yüze getirdiği bugünkü tehlike, mutlak yoksulluk, kitlesel açlık ve anlamsız savaşlar içinde yok olma tehlikesidir. Latin Amerika ülkeleri; ABD emperyalizmi tarafından yüz yıl boyunca soyulmuşlar; yanı sıra, altından kalkamayacakları bir borç batağına sürüklenmişler ve bütünüyle teslim olmaya zorlanmışlardır. Bütün zenginliklerine karşın; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkas ülkelerinin içinde bulundukları sefalet ve yoksulluğun gerisinde, emperyalist ülkelerin egemenlik mücadelesinin yattığı ise, inkâr edilemez bir olgu olarak orta yerde durmaktadır. Öte yandan, dünyanın neredeyse üçte birini oluşturan eski Doğu Bloğu halklarının; ulusal varlıklarını kaybetmeleri ve tekelci kapitalist gruplara ve büyük devletlere avuç açma ve yamanma gibi alçaltıcı bir duruma düşmelerinin; emperyalizm ve sosyal emperyalizmin bölgedeki hegemonyasından kaynaklandığını, olgular ve olaylar herhangi bir kuşkuya yer bırakmazcasına vurgulamaktadır.
Son otuz yılın ve bugünün gerçeği şudur ki; tekelci kapitalist gruplar ve emperyalist devletler, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki nispi “refah” ve “istikrar”ı ve devlet iktidarını, geri ve bağımlı ulus ve halkların soyulmaları, köleleştirilmeleri ve birbiriyle rekabete sürüklenmeleri üzerinden koruyabilmişlerdir. Dünyanın geri ve bağımlı ülkelerindeki bugünkü ekonomik, toplumsal ve ulusal çözülme ve soysuzlaşma ve bu çözülme ve soysuzlaşmayı vurgulayan bugünkü acıklı tablo, uzun süreli ve giderek pervasızlaşmış tekelci kapitalist ve emperyalist boyunduruğun bir ürünü olarak şekillenmiştir. Ve “yeni dünya düzeni” denilen “düzen”in kutsanması ve onaylanması olarak ilan edilmiştir.
Şu olgu kuşkusuz anlaşılmaz bir şey değildir: Bugün birbirleriyle rekabet ediyor ve “gelecek” ve “umutları”nı emperyalist ülkelere yakınlaşmada arıyor olsalar da; ezilen ulus ve halklar, içinde bulundukları ekonomik ve toplumsal durumla, bugünkü eylemleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın farkına kaçınılamaz ve önlenemez olarak varacaklardır. Bu ülkeleri otuz yıl boyunca mahkûm ettiği kölelik koşullarıyla; uluslararası burjuvazi ve gericilik, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesinde ve halkların devrimci demokratik hareketinde yeni bir atılımın dinamik ve olanaklarını bizzat kendisi hazırlamaktadır. Ezilen uluslar ve halklar, “yeni dünya düzeni” yanılsamasının ve otuz yıl boyunca mahkûm edildikleri sömürü ve baskının gerçek nedenlerinin (gerçek düşmanlarının) farkına önünde sonunda varacaklardır. Ve kesin olan şudur ki; bu otuz yıl sonunda alınmış olan ağır yenilginin dersleri; ezilen uluslar ve halkların, emperyalizme karşı yeni mücadele dalgasının, en önemli dinamiklerinden birisini oluşturacaktır. Bu kesindir: Çaresizliklerinin çareleri, emperyalizm tarafından, giderek daha belirgin olarak ulusların ve halkların önlerine getirilmektedir; emperyalizme karşı mücadelenin yeni döneminin belirtileri daha bugünden ortaya çıkmış durumdadır. Ezilen ulus ve halklar, şimdiki ezilmişlik ve perişanlıklarının tarihsel nedenlerine dönme eğilimine şimdiden zorlanmaktadırlar. Ve yenilgi, acı ve yıkımdan ibaret de olsa, tarihsel deneyim ve tecrübe, ezilen ulus ve halkların, yön ve eğilimlerini, bugünkünün tersine çevirmelerine yol açacak dinamiklerden birisi durumundadır.
• İkinci ve daha önemli olarak; uluslararası kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin, ezilen ulus ve halklara dayattıkları, dayatmaya mahkûm oldukları yeni saldın kampanyasının; bu ulus ve halkların yeni bir uyanış içine girmelerine ve yeni bir mücadele dönemine adım atmalarına yol açması kaçınılamazdır. Kaçınılamazdır; çünkü bu yeni saldırı kampanyası, bu ülke ekonomilerini (dolayısıyla politikalarını) uluslararası kapitalist tekellere ve emperyalist devletlere bütünüyle devretmeyi öngörmektedir; bu uluslar ve halkların, ulus ve halk olarak yok oluşlarını gündeme getirmektedir. Tıpkı, Osmanlı “Duyun-u Umumiye” rejimi gibi; ekonomilerin mülkiyet ve yönetimini, uluslararası tekelci burjuvaziye devretme ve bir tür (tam) sömürgeleştirme girişimidir.
Kamu kuruluşlarının “özelleştirilmesi”, sübvansiyonlar ve gümrük duvarlarının “kaldırılması” ve devletin “küçültülmesi” gibi dayatmaları içeren saldırı kampanyası; sadece işçi sınıfını değil, ondan daha çok köylü kitlelerini, şehirli küçük üreticileri ve öteki emekçi tabakaları hedeflemekte; nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan bu sınıf ve tabakaları, yıkım, iflas ve işsizliğe mahkûm etmektedir. Hemen bütün bağımlı ülkelerde, nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan bu küçük burjuva emekçi tabakalar, herhangi bir “kamu” desteğinden (kredi, sübvansiyon, gümrük tarifeleri, destekleme alımı ve sigorta gibi) mahrum olarak, uluslararası kapitalist sermayenin tam tekeline ve sınırsızlaşmış yağmalamasına teslim edilmektedir.
Emperyalist genel saldırı koşullarındaki ekonomik yıkım ve iflas ve kitlesel işsizlik üzerinden gündeme gelen mutlak yoksullaşmanın; bu ülkelerdeki emekçi köylü kitleleri ve öteki küçük burjuva tabakaların yaşantı ve duygularını değiştirmesi; kapitalist tekellere ve emperyalizme karşı yeni bir hareketlenmeye teşvik etmesi ve ulusal kurtuluş sorununu, başta işçi sınıfları olmak üzere, her zamankinden daha fazla bu emekçi sınıfların sorunu haline getirmesi kaçınılamazdır. Bağımlı ve nispeten gelişmiş ülkelerde, anti-tekel, anti-emperyalist yeni bir hareketlenmenin patlak vermesi kaçınılmazdır; bu ülkelerdeki kır ve kent emekçisi sınıflardaki hareketlenmenin, anti-tekel ve anti-emperyalist bir mücadele olarak patlak vermesi ve güçlü demokratik ve halkçı bir karakter taşıması, gündemdeki saldırı kampanyası ve karşı karşıya gelen sınıfların doğalarının bir zorunluluğudur. Bunun anlamı şudur ki; ezilen ulus ve halkların emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketi, tarihte görülmemiş’ oranda güçlü bir işçi ve halk hareketi olma özelliği kazanmıştır. Çünkü geri ve bağımlı ülkelerdeki emekçi sınıfları hedefleyen bu son saldırı kampanyası, tarihi boyunca ulusal kurtuluşu yozlaştırmış “ulusal” burjuva sınıfların, uluslar ve halklar üzerindeki etkisinin yıkılmasına yol açacak objektif olguları hiç olmadığı kadar güçlendirmiştir. Ulusal kurtuluş, anti-tekel ve antiemperyalist mücadele olarak, şimdi her zamankinden daha olgun bir şekilde, işçi sınıfı ve halkın kurtuluşu sorunu olmuştur. Ulusal hareketin toplumsal ekonomik temelleri, bir anlamda ve emekçi sınıflar lehine (değişiklikler göstererek) yenilenmiş bulunmaktadır.
Öte yandan; kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin bağımlı ülkelerdeki şimdiki ekonomik saldırı kampanyası; Meksika, Brezilya, Arjantin, Türkiye, Hindistan ve Kore vb. gibi en gelişmiş (bağımlı) ülkeleri öncelikli hedef haline getirmiştir. Ve bu ülkelerde, kitlesi oldukça büyümüş işçi sınıfı ile kır ve kent emekçilerinin, ulusal kurtuluşa damgasını basacak olan anti-tekel, anti-feodal ve antiemperyalist ittifakını (halk -ulusal- cephesi) hazırlayacak bütün koşulları olgunlaştırmaktır. Yukarıda adı geçen ülkelerdeki bugünkü mücadeleler, yeni bir anti-emperyalist demokratik mücadele dalgasının ilk verilerini, görmek isteyen herkese sunmaktadır.
• Üçüncü olarak; uluslararası burjuvazi ve gericilik, açılmakta olan yeni dönemde, emperyalizmin tarihindeki ender zamanlarda meydana gelen bir mahkûmiyetle karşı karşıyadır. Tarihte ender görülen bu mahkûmiyet şudur: Uluslararası burjuvazi ve gericilik; kapitalizmin krizindeki yeni bir derinleşme ve kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasında yeni bir hesaplaşma döneminin kendisini dayatmış olması nedeniyle; ileri ülkeler işçi sınıfını ve geri ülkeler halklarını mutlak yoksulluğa itecek olan ve iki cephede birden saldırıyı öngören bir kampanya başlatmaya; öte yandan, üç cephede birden yürüteceği, yıkıcı ve yıpratıcı bir (ekonomik, politik, diplomatik ve askeri) savaşı kabullenmeye mahkûm duruma düşmüştür.
Emperyalizmin yasasıdır: Burjuvazi ve gericiliğin en güçlü olduğu dönem, yeni saldırılara en fazla ihtiyaç duyduğu ve yıkılışının koşullarını en fazla olgunlaştırdığı en zayıf dönemidir. Kocamış ve bunamış ve bu nedenle de pervasızlaşmış burjuvazi ve gericilik; ileri işçi sınıfıyla bağımlı ulus ve halkları tarihin en elverişli koşullarına hazırlama; ileri işçi sınıfıyla geri ülkeler işçi ve emekçi sınıflarını aynı anda karşısına alma gibi sonu olmayan bir yola girmiştir. Çünkü ileri ülkeler işçileriyle geri ülkeler işçi ve emekçilerinin ittifak koşullarının (eşzamanlı saldırıya bağlı olarak) olgunlaşması ve elverişli hale gelmesi, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketinin devrimci atılımının en önemli avantajlarından biridir. Ve önümüzdeki dönem; ileri ülkelerdeki işçi hareketinin ezilen ulus ve halkların mücadelesini teşvik ettiği; buna karşılık, geri ülkelerdeki işçi ve emekçi kitlelerin ileri ülkeler işçilerine bulunmaz destekler sunduğu ve giderek şiddetlenen bir hegemonya mücadelesi içinde olan kapitalist devletlerin, iki cephede (kapitalist merkezler ve bağımlı ülkeler) birden savaşmaya mahkûm oldukları bir dönem olacaktır. Avrupa’daki ve nispeten gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfı ve halk hareketinde görülen yeni canlanma belirtileri, bu yöndeki olgunlaşmanın ilk görüntüleridir. Ve uluslararası burjuvazi ve gericilik, kendi egemenliğini pekiştirmek için başlattığı her girişimin sonunda, kendi yıkılışının temel güçlerini harekete geçirmeye mahkûm olduğu bir döneme adım atmış bulunmaktadır.
• Genel bir özet olarak vurgulanırsa; emperyalizm, ezilen ulus ve halklara karşı, içeriğinden yukarıda yer yer söz edilen geniş çaplı bir saldın kampanyası açmaya mahkûm duruma düşmüştür ve uluslararası burjuvazi, herhangi bir farklı “tercih”te bulunma olanağına büyük ölçüde sahip değildir. Çünkü kapitalist ülkelerde (ve kapitalizmde) emperyalizm eğilimini yaratan ve şiddetlendiren mali sermayenin (tekelci sermaye) dev boyutlara ulaşmış kitlesi, özellikle son otuz yıldan bu yana ki yağmalamasıyla olağanüstü büyümüş durumdadır. Büyük ülkeler tarafından yönetilen tekelci sermaye ve kulesindeki olağanüstü büyüme; sermaye ihracı ve öteki yollarla denetlenen deniz-aşırı pazarlan genişletme ve bu pazarlardaki azami kâr olanaklarını son sınırına kadar kullanma; geri ve bağımlı ülkelerde tam tekel kurma ve el konulabilir ne kalmışsa, tümüne el koyma ihtiyacını acil olarak dayatmıştır. Aksi takdirde, sermayenin kendini genişleterek yeniden üretmesinin (gerçekleştirmesinin -rant, faiz ve kâr olarak büyütmesinin) olanaksızlaşması gibi bir yakın tehlike gündemdedir. Dolayısıyla, uluslararası burjuvazi, topyekûn saldın dışında bir politik “tercih”te bulunma olanağından büyük ölçüde yoksundur. Öte yandan, ezilen ulus ve halkların işbirlikçi ve uzlaşmacı burjuva sınıfların etkisi altına düşmüş olmaları; kapitalist tekeller ve emperyalist devletleri, bu topyekûn saldırı kampanyasına teşvik etmektedir. Emperyalist “yeni dünya düzeninin, “küreselleşme” ve “entegrasyon” programının, sömürge ve bağımlı ulus ve halklara dayatılmasının anlamı, işte bu olgularda yatmaktadır. Ve ezilen ulus ve halklar, kendi durumlarının ve gerçek düşmanlarının farkına varmaya zorunlu bir pozisyona düşürülmüşlerdir.
Yukarıda üç ayrı noktada vurgulanan olguların gösterdiği gibi; emperyalist saldın kampanyası, kendi karşıtlarının harekete geçeceği, eğitim göreceği ve ayaklanacağı koşullan da hazırlayarak ve olgunlaştırarak gelişmektedir. Dünyanın kimi bölgelerinde; geri ve küçük uluslar, şu anda birbirleriyle çatışma içinde bulunsalar bile; kapitalizmin en fazla gelişmiş olduğu bağımlı ülkelerdeki emekçi sınıflarda görülen yeni hareketlenmeler ezilen ulus ve halkların yeni yönelimlerinin ilk belirtileri durumundadırlar. Ve son bir iki yıl içindeki bu hareketlenmeler, emperyalizmle ezilen ulus ve halklar arasındaki çelişkilerin yeni bir sertleşme ve keskinleşme dönemine işaret etmektedirler. Kaldı ki; karışıklık ve çatışma içine sürüklenmiş küçük uluslar, her ne kadar birbirleriyle rekabet içinde olsalar da, daha bugünden umutsuzluk ve bıkkınlık içindedirler. Bu ulus ve halklar, gerek ileri ülkelerdeki işçi hareketinin, gerekse nispeten gelişmiş ülkelerdeki anti-emperyalist hareketin gelişmesi sürecinde, gerçek düşmanlarını ve gerçek dostlarını acı deneyimlerle de olsa, görme ve öğrenme olanaklarını bulacaklardır. Emperyalizm, bu ulus ve halkları, birbirine karşı kışkırtmayı başarmışsa da, gerçekte, “yeni dünya düzeni”ne kazanabilmiş değildir. Boğazlaşan geri ulus ve halkların içinde bulundukları umutsuzluk ve saflarında yayılan bıkkınlık, ilk olgular durumundadır. Yaşadıkları ulusal ihanet ve sürüklendikleri ulusal felaketin nedenlerinin, kendi burjuva-gerici sınıflarının peşinden gitmelerinden ileri geldiği bilinci, bu ulus ve halklara, er geç kendini kabul ettirecektir.
Olgulardan çıkan sonuçlar vurgulanırsa, şimdiki durum ve süreç ne yönde gelişmektedir? ‘Teni dünya düzeni”, ileri ve gelişmiş ülkelerle bağımlı ve geri ülkeler arasındaki “uyum” ve “dayanışma” vb. bakımından da bugünden tarih olmuştur. Şimdiki durum, bu bakımdan da, esas olarak istikrarsızlık, belirsizlik, karışıklık ve kaos durumudur. Alttan alta kendini göstermekte olan yeni dönem; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin, ezilen ulus ve halklara karşı dizginlerini koparmış topyekûn saldırısı; buna karşılık, kapitalizmin en fazla geliştiği bağımlı ülkeler ulus ve halklarının, bu dizginsiz saldırı kampanyasına direnişiyle başlayan; giderek emperyalizme karşı mücadeleye dönüşen ve daha geriden gelen ulusları da harekete geçiren bir dönem olacaktır. Ulusal kurtuluş sorununun, emperyalizmden kurtuluşa yeniden bağlanması, önümüzdeki dönemin getireceği en önemli değişikliklerden birisi olacaktır.
Ezilen ulus ve halkların emperyalizme karşı mücadelesinin önümüzdeki döneminin karakteristik özelliği şudur ki; ezilen ulusların feodal-burjuva sınıfları, ulusal sorunları istismar etme olanağını tarihte görülmemiş oranda tüketmişlerdir; başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar, devrimci ve antiemperyalist ulus olarak hareket etmeye, tarihte hiç olmadığı oranda mahkûm duruma düşmüşlerdir. Bu kuşkusuz, hem ezilen ülkelerdeki kapitalizmin gelişme, sınıf yapısının değişme derecesi; hem burjuva-gerici sınıfların politik olanaklarını olağanüstü daraltmış olmaları; hem de, yeni emperyalist saldırı kampanyasının içeriği ile ilgili bir olgu olarak böyledir. Emperyalizmin “geleceği”nin vaat ettikleri şunlardır: Bir yanda, ileri işçi sınıfının kapitalizmin saldırısına karşı mücadelesi; öte yanda, bu işçi sınıfı hareketiyle zamandaş olarak gelişen antiemperyalist halk hareketi: Kapitalist ve emperyalist sistemin keskinleşen, sertleşen ve daha da olgunlaşan çelişkileri üzerinden yeni bir yükseliş dönemine giren ve işçi ve emekçi sınıfların ittifakına dayanan bu hareketin, kapitalist tekeller ve emperyalist devletler arasındaki egemenlik kavgasının sunduğu olanaklardan sonuna kadar yararlanması… Kapitalist ve emperyalist dünyanın girmekte olduğu dönemin özelliği budur. Emperyalist sistem, yeni saldırı kampanyasıyla, antiemperyalist mücadele ve emperyalizmin yıkılışının olanaklarını yeniden hazırlamakta olduğu bir döneme girmiştir. Kesindir ki; ezilen ulus ve halkların antiemperyalist ayaklanmaları ve demokratik halk devrimleri dönemi, zorluklarla dolu ve çetin bir dönem de olsa, yeniden gelmektedir. Emperyalizme karşı savaş ve ulusal köleliğin yıkılışı kaçınılmazdır.
III
KAPİTALİST EMPERYALİST SİSTEMİN GENEL BUNALIMININ YENİ AŞAMASI;
PROLETARYA VE HALKLARIN HAREKETİ VE DEVRİM VE SOSYALİZMİN YENİ OLANAKLARI ÜZERİNE
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesiyle “zafer” kazandığı ve “evrenselleştiği” öne sürülen Batılı kapitalist toplum nereye gidiyor? Bugünün en önemli fakat yanıtı herkesin görebileceği olgularla somutlaşarak basitleşmiş sorularından birisi budur.
Bu sorunun, sistemin özünü açıklar nitelikteki yanıtları, birbirleriyle bağlantılı ve biri diğerini doğrudan etkileyen başlıca şu üç olguda yatmaktadır: Dünya ekonomisinin, yeni bir derinleşme dönemine giren, kapitalizmin merkez ülkelerinde yoğunlaşarak cephe gerisi ülke ekonomilerini daha bugünden çöküntüyle tehdit özelliği kazanan; uluslararası burjuvazi ve gericiliği, geniş çaplı ve birleşik bir saldırı kampanyası başlatmaya mahkûm eden ve bütün ülkelerde proleter ve emekçi sınıfları mutlak yoksullaşma ve mutlak köleleşmeye zorlayan krizi. Hem gelişmiş hem de bağımlı ülkeleri kapsayan ve uluslararası proletarya ve ezilen halklara mutlak yoksullaşmayı ve bir tür ekonomik ve ticari sömürge rejimine boyun eğmeyi dayatan yeni saldın kampanyası; bu yeni saldırı kampanyası karşısında, direniş eğilimine giren proletarya ve ezilen halkların hareketindeki yön değişikliklerini vurgulayan yeni canlanma ve yükselme belirtileri. Kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasında, ekonomik krizdeki derinleşmenin ilk belirtileriyle genişleyen çıkar ayrılıkları; dünyayı pazar ve toprak olarak yeniden paylaşma mücadelesinin, yeni emperyalist merkezler ortaya çıkmasına yol açarak ve yeni emperyalist ittifakların koşullarını genişleterek, cepheden karşı karşıya gelişi de gündeme getirecek yeni bir alana sıçraması… Kapitalist toplum ve emperyalist sistemin nereye gittiğini vurgulayan olguların başlıcaları işte bunlardır ve yukarıdaki sorunun gerçek yanıtları, kuşkusuz bu olgularda yatmaktadır.
Okur, bu olgular ve yukarıdaki sorunun yanıtları üzerinde, önceki bölümlerde çoğu yönüyle durulduğu ve kapitalist dünyanın nereye gitmekte olduğunun vurgulandığını bilmektedir. Fakat kapitalizm ve emperyalizmin ekonomik özü ve politik içeriğini açıklayan bu olguların karşılıklı ilişkileri ve yol açtıkları olaylar üzerinde, özet olarak da olsa yeniden durmak gerekmektedir. Çünkü başlıca bu üç olgu, kapitalist ve emperyalist sistemin temel çelişkilerini vurguladığı gibi; proletaryanın öncüsünün izlemesi gereken çizgi ve yapacağı hazırlığın içeriğini de belirlemektedir.
İlkin, ekonomik krizdeki yeni derinleşmenin karakteristik özellikleri üzerinde durmak gerekiyor. Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, 1970’li yıllardan bu yana, dünya kapitalist ekonomisinde, peş peşe gelen devresel (aşırı üretim) krizlerin yaşandığı bilinmektedir. Bu krizler; dünyanın şu ya da bu ülkesinde ve ekonominin şu ya da bu sektöründe etkili olmuş; ekonomik gelişme ve büyüme oranlarındaki düşüş ve durgunluklar biçimine bürünmüş; fakat genel ekonomik çöküntüye yol açacak bir derinliğe ulaşamadan, burjuvazi ve gericilik tarafından ertelenebilmiş krizler olmuşlardır. Batılı kapitalist ülkelerde, geçtiğimiz yirmi otuz yıl boyunca görülen bu devresel krizlerin, ileri kapitalist ülkelerden biri ya da birkaçında etkili olan ve sistemin bütün gelişmiş ülkelerini eşzamanlı olarak kucaklama özelliği göstermeyen krizler olduğu görülmektedir. Bir yandan, krizlerin yıkıcı etkileri dışında kalmış ve dünya ekonomisini sürüklemede belli bir rol üstlenmiş gelişmiş kapitalist ülkelerin varlığı; öte yandan, sömürge ve bağımlı ülkelerin iki emperyalist kamp tarafından istismar edilmeye açık bir pozisyonda kalmaları, son yirmi otuz yıldaki ekonomik krizlerin, genel bir çöküntüye yol açmadan savuşturulması ve yıkıcı sonuçlarının ertelenmesinin en önemli nedenlerinden bazıları olmuşlardır. Fakat son yirmi otuz yılda patlak veren krizlerin, genel bir çöküntüye yol açmadan savuşturulması ve sonuçlarının ertelenmesinin en önemli nedenleri gene de başka bir olguda yatmaktadır. Sovyetler Birliği ve bu ülkenin tekeli altındaki pazarların, 1960’lı yıllardan itibaren, giderek artan bir oranda Batılı emperyalist sermayeye açılması ve ekonomik krizlerin yükünün, giderek daha büyük ölçekte bu ülke halklarının sırtına yıkılması, Batılı kapitalist ekonomileri ve Batılı kapitalist tekelleri nispeten rahatlatan en önemli gelişme olmuştur denilebilir.
Başlıca bu nedenlerle, genel bir çöküntüden ve krizlerin tahrip edici sonuçlarından kaçınmayı başarabilmiş olmasına karşın; dünya kapitalist ekonomisi, kriz etkenlerinin aşın büyümesi ve dünya pazarının bir bölümünde de olsa, çöküntüler yaşamaktan, gene de kaçınamamıştır. Kendilerini, 1980’lerin sonlarında dışa vurmuş olan olgular çarpıcı kanıtlar durumundadır: Sömürge ve bağımlı ülke ekonomileri ya tamamen çökmüşler ya da bıçak sırtında “yaşamak” zorunda kalan ve “tıknefes” (kronikleşmiş krizler içinde) olan ekonomiler haline gelmişlerdir. Dünya kapitalizmini sürükleyen başlıca büyük ülke ekonomileri ise; 1929 bunalımından bu yana görülmeyen yeni kriz etkenlerinin baskısı altına düşmüşler; kronikleşmiş ve periyodunu hızlandırmış bir durgunluğun pençesinde kalan ekonomilere dönüşme tehlikesiyle yüz yüze gelmişlerdir. Daha da önemlisi şudur ki; dünya kapitalist pazarının aşağı yukarı üçte birini oluşturan Doğu Bloğu ekonomisi gerçek bir çöküntü içine düşmüş; ve dünyadaki üretici güçlerin bir bölümünün yıkımı ve yok olması anlamına gelen bir gerilemeye terk edilmiş durumdadır.
Gerek, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’ndaki beklenmedik ekonomik çöküntü; gerek, sömürge ve bağımlı ülkelerin yaşadığı yıkıntı ve şimdiki ağır ekonomik ve mali (borç) kriz; gerekse, gelişmiş kapitalist ülkelerin, özellikle birkaç yıldır pençesine düştükleri kronik (mutlak gerileme ve düşüş özelliği gösteren) durgunluk ve (otuz yıldan bu yana ilk defa) gitgide tehdit haline gelen ekonomik çöküntü tehlikesi; bütün bu ekonomik olgular, 1960’Iı yıllardan 1980’li yılların sonralarına kadar meydana gelmiş olan devresel aşırı üretim krizlerinin yarattığı tahribat ve biriktirdiği ve sonrasına devrettiği yeni kriz etkenleri durumundadırlar. Ve bu olgular, gelişmesi düşüşlü çıkışlı ve istikrarsız eğriler çizmiş olsa da, kapitalizmin ekonomik krizinin, geride kalan otuz yıl boyunca olgunlaşmaya devam ettiğini vurgulayan olgular durumundadır.
Dünya kapitalist ekonomisinin yeni dönemin başlangıcındaki durumu böyledir; ancak, son bir iki yıldır su yüzüne çıkan yeni ekonomik olgular ve bu olguların ayırt edici özellikleri, kapitalist ekonominin gidiş yönüyle ilgili yeni veriler sunacak nitelikler göstermektedirler. Dünya kapitalist ekonomisi, son bir iki yıldan bu yana, giderek etkisini artıran yeni bir aşırı üretim krizine girmiş durumdadır. Şimdiki krizi, daha önceki devresel krizlerden ayırt eden özellikler, her şeyden önce, kapitalizmin genel krizinde yeni bir dönemin açılmakta olduğunu vurgulamaktadırlar.
• Hâlihazırdaki ekonomik kriz; Almanya, ABD, Fransa, Japonya ve İngiltere gibi, dünya kapitalist ekonomisinin başlıca merkez ülkelerinin bütününü kucaklayarak ortaya çıkan; bağımlı ülkeleri bugünden etkisi altına alarak, dünya ekonomisinin bütününe yayılan bir kriz özelliği göstermektedir. Bu ekonomik kriz, değişen ağırlıklarla da olsa, kapitalizmin bütün merkez ülkelerini kucaklayan özelliği ile son yirmi otuz yılda görülen devresel krizlerden ayrılmaktadır.
• Güncel ekonomik kriz, dünya ekonomisinin şu ya da bu sektöründe ortaya çıkmış bir kriz değil, başlıca ekonomik ve mali sektörleri içine alması ve etkilemesiyle karakterize olan bir kriz olarak belirmiştir. Kapitalist sanayinin başlıca temel kollarında görülen bugünkü aşırı üretim krizinin ayırt edici en karakteristik özelliği; sadece maliye ve para sektörü ya da şu veya bu sanayi koluyla sınırlı kalmaması; başlıca ekonomik sektörleri kucaklaması ve kapitalist ekonomilerin büyüme oranlarındaki “mutlak düşüş”ü bugünden gündeme getirmiş olmasıdır. Bunun, hızla yaygınlaşan iflas, olağanüstü artan ve yaklaşan mevzi ve genel çöküş tehlikesi ve görülmemiş oranlarla büyüyen işsizlik anlamına geldiği ortadadır.
• Sömürü ve kâr oranlarının mutlak artırılmasını; dolayısıyla, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere bütün ülkeler proletarya ve halklarının mutlak yoksullaşmaya boyun eğmesini dayatması, bugünkü ekonomik krizin en önemli ayırt edici özelliklerinden bir başkasıdır. Özellikle gelişmiş ülkeler proletaryasının, sömürü oranlarındaki mutlak artış ve mutlak yoksullaşma tehdidiyle baş başa kalması, II. Büyük Savaş’tan bu yana ilk kez gündeme giren bir olgu durumundadır. Ve bu durumun, krizi derinleştiren ve çöküntüyü hızlandıran bir faktör olarak, son kırk yıldan daha farklı bir platformda gelişen proletarya hareketini teşvik etmesi kaçınılamazdır.
• Bir yandan, sömürge ve bağımlı ülkelerin yıkılmış ve derin ve çok yönlü bir krizin pençesine düşmüş olmaları; öte yandan, eski Doğu Bloğu ülkelerinin tahrip edici bir çöküntü ve karışıklık içinde bulunmaları; emperyalizmin cephe gerisinin içinde bulunduğu koşullar bunlardır. Bu ülkelerin karşı karşıya bulundukları ağır ekonomik ve politik faturanın bir kısmının, kriz derinleştirici ağırlıklar olarak, Batılı kapitalist ülkelere döneceği bir sürece girildiği kabul edilmek zorundadır. Sömürge ve bağımlı ülkeler ve eski Doğu Bloğu ülkelerinin içinde bulundukları koşullar, kapitalist merkezlerde gündeme gelen krizi çevreleyen koşullar durumundadır. Ve bu ülkelerin durumunun, uluslararası burjuvazi için, uygunsuz koşullar oluşturduğu, açık bir şekilde görülmektedir.
Uluslararası kapitalist ekonominin içinde bulunduğu krizdeki yeni derinleşmeyi karakterize eden başlıca olgulardan önde gelenleri bunlardır. Uluslararası para ve borsa sistemleri ve mali sektörlerde periyodu hızlanan (istikrarsızlık) düşüş ve çıkışlar; temel üretim sektörlerinde şimdiden görülen mutlak gerileme belirtileri ve açığa çıkan durgunluk, düşüş ve dengesizlik gibi daha pek çok belirtiden söz edilebilir. Para ve sermaye piyasalarındaki olaylarla temel üretim sektörlerinde belirginleşen olgular arasındaki iç bağlantılar ele alınarak, güncel ekonomik krizin niteliği, özellikleri ve gelişme yönüyle ilgili karakteristik özellik gösteren başka karakteristik belirlemelere varılabilir. Ne var ki, bütün bunların burada ele alınmasının hem olanağı hem de gereği yoktur.
Şunu bir kez daha vurgulamak, mevcut ekonomik krizin bugünkü ağırlıklarını, gidişatını ve geleceğini görmek ve anlamak için herhalde yeterli olacaktır. Karakteristik özellikleri, kabaca da olsa burada ortaya konulmaya çalışılan bugünkü kriz, istikrarlı bir ekonomik, toplumsal ve politik yaşantıya sahip olan bir dünya sisteminde ortaya çıkan bir kriz değildir. Tam aksine, 1960lı yıllardan 1990’ların başına gelinceye kadarki dönemde; devresel olarak peş peşe gelen ekonomik krizlerin, sonraki dönemlere devrettikleri yeni istikrarsızlık ve kriz unsurlarıyla dinamiklerini aşındırmış; öte yandan, Batı ve Doğu Bloğu’ndaki cephe gerisi ülkelerini yıkmış ya da kronikleşmiş krizler içine sürüklemiş kapitalist dünyanın merkezlerinde dışa vuran bir kriz durumundadır, içinden doğduğu koşullardan oluşan uluslararası tablo yukarıda vurgulanan bu yeni ekonomik kriz; büyük kapitalist ülkeler arasındaki güç oransızlıklarının açıkça su yüzüne vurduğu ve aralarında yeni bir paylaşım mücadelesinin patlak verdiği bir dönemde gündeme gelmiştir. Bu tablodaki duruma düşmüş bir dünya sisteminde gündeme gelen ve yukarıda vurgulanan özelliklere sahip olan yeni ekonomik krizin; ekonomik, toplumsal ve politik sonuçları bakımından, son otuz yıldan bu yana görülenlerden farklı bir kriz olduğunu anlamak, kimse için zor olmasa gerektir.
Yukarıda vurgulanan olguların kanıtladığı şudur ki; dünya kapitalist ekonomisi, II. Büyük Savaş’tan (hatta 1929 krizinden) bu yana görülmeyen, giderek uluslararası sektörel ve genel çöküşleri de gündeme getirecek olan yem bir kriz dönemine girmiştir. Kapitalist emperyalist sistemin krizindeki bu yeni derinleşme gelip geçici bir olgu olarak görülemez. Dünyadaki ekonomik hayatın gidişinde ve sömüren ve sömürülen sınıfların yaşantısında, uluslararası ölçekte değişikliklere yol açacak yeni bir döneme işaret eden köklü bir olgu olarak görülmek zorundadır. Neresinden bakılırsa bakılsın; uluslararası kapitalist sistem, içinde bulunduğu krizin yeni bir derinleşme dönemiyle yüz yüze gelmiştir ve bütün olgusal veriler, uluslararası burjuvazi ve gericiliğin, krizden “korunma” ve krize karşı “mücadele” olanaklarını daha önceki dönemde büyük oranda tüketmiş olduğunu göstermektedir. Kapitalist burjuvazi, kapitalist ekonomideki krizin kapsamının farkına varmıştır ve bugünden “önlem” alma zorunluluğu duymaktadır. Uluslararası burjuvazi ve gericiliğin başlatmak zorunda kaldığı yeni saldırı kampanyasının; sadece, krizin hâlihazırdaki faturalarından kurtulmakla sınırlı olmadığı; aksine, ilerdeki aşamalarının yıkıcı ve genelleştirici sonuçlarına karşı “önlemler” içerdiği ve tekelci kapitalist grupları ve tekelci sermaye devletlerini genel ve çok yönlü çöküntü (ve mücadele) ihtimaline karşı sağlamlaştırma ve hazırlama hedefi güttüğü görmezden gelinemez bir gerçek durumundadır.
Son sınırına varmış emperyalizm eğilimi ve bu eğilimin, yeni ekonomik kriz koşullarındaki gelişme seyri
Tekelci kapitalizmin emperyalist kapitalizm olduğu; ondaki emperyalizm eğilimine, sistemin merkez ülkelerinde ve tekelci kapitalist grupların ellerinde yoğunlaşan dev boyutlardaki sermaye kitlesinin azami kâr dürtüsünün yol açtığı, tarihsel ve güncel ekonomik (ve politik) olgular tarafından kanıtlanmıştır ve kanıtlanmaktadır.
Proletarya ve halkların sömürülmesi ve i soyulmasıyla elde edilen ve tekelci kapitalist gruplar elinde (sermayenin tekelleşmesi süreci) ve kapitalizmin gelişmiş ülkelerinde toplanan sermaye, giderek çok çeşitli biçimlere bürünen sermaye ihracının, kapitalizmin başlıca özelliklerinden ve en temel eğilimlerinden birisi haline gelmesine yol açmıştır. Çünkü tekelci sermaye azami kâr peşinde koşmaktadır; dolayısıyla, ilgi alanı kendi ülkesindeki kâr olanaklarıyla (kâr oranlarındaki düşüş eğilimi bunun nedenlerinden biridir) sınırlı değildir; azami kâr olanağı sunan denizaşırı geri ülke ve bölgeler ve yüksek kâr oranlan ve rakip tekellerin varlıkları ve kârlarına el koyma imkânı veren gelişmiş uluslararası pazarlar, mali sermayenin mutlak eğilim gösterdiği alanlardır. Ayrıca, sermaye ihracı, kapitalizmin doğuşu, gelişmesi ve tekele dönüşmesinin en önemli sömürü ve birikim biçimlerinden birisi olan mal ihracını teşvik eden ve güvenceye alan ekonomik faktör ve politik bir güç durumundadır. Görülmüştür ve görülmektedir ki, ihraç yoluyla gittiği her yerde, tekelci sermaye, kapitalizmi geliştirmekte, bu temelde doğan sınıflara dayanarak politik bir güç haline gelmektedir. Sermaye ihracı, gerçekte, emperyalist boyunduruk ve emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin sömürge tekelinin ekonomik temelidir. Öncelikle, tekelci kapitalizmin yüz yıllık tarihi, bu olgusal gerçeğin yadsınamaz bir kanıtıdır.
Emperyalizm ve sömürgeciliğin “bittiği” ile ilgili propaganda, özellikle son yıllarda bir yanılsama yaratmış olmasına karşın, bugün de durum değişmemiştir. Azami kârın ele geçirilmesi, sermaye ihracı eğilimi ve bu eğilim üzerinden şekillenen emperyalizm ve emperyalist sömürgecilik, tekelci kapitalizmin mutlak ekonomik ve politik eğilimi ve özelliği olmaya devam edecektir. Söylenebilir ki; sermaye ihracıyla emperyalizm ve sömürge tekeli eğilimi arasındaki ilişki; dolayısıyla, kapitalizmin emperyalizm ve sömürgecilik eğilimi, tarihte hiç olmadığı oranda güçlenmiş bir eğilim, olgu durumundadır.
Geri ve bağımlı ülkelerin, bu ülkelere gelen tekelci sermayenin sömürüsü ve yarattığı bağımlılık ilişkileri sonucunda düştükleri durum ve tekelci kapitalist grup ve büyük devletlerin, kredi, borç ve yatırım vb. karşılığında dikte ettirdikleri sözleşmeler, sermayenin bugün de azami kâr güdüsüyle hareket ettiğini açık seçik ortaya koymaktadır. Gerek bu ülkelerde (ihraç yoluyla) yüz yıldır yerleşmiş sermaye, gerekse, çeşitli biçimler altında bugün ihraç edilen sermaye, bugün artık, “öküzü iki kez yüzmekle yetinmemektedir. Geri ve bağımlı ülkelere dayatılan koşullar, “bir öküzü” üç, beş kez “yüzme”, hatta büsbütün yutma koşullarıdır. Kaldı ki; ihraç edilen sermayenin, bu ülkelerde kazandığı gücün her türden “sözleşme”nin üzerinde olduğu; herhangi bir ülkedeki faaliyetinin, “mal ticaretindeki “serbestî”ye son verdiği ve tekel altına düşmesine yol açtığı ve politik bir güce dönüşerek, ülkenin ekonomik ve politik yaşantısını kendi çıkarlarına büsbütün bağlama eğilimi gösterdiği, sadece tarihten örneklerle değil, günümüzdeki örneklerle de kanıtlanan olgulardır. Neresinden bakılırsa bakılsın; geri ülkelere ihraç edilen sermaye, herhangi bir şekilde “karşılıklı yararlanma” ve “yardımlaşarak kalkınma” gibi bir güdü ve amaçla ihraç edilmemekte; tam tersine, kârların en azamisini yutmak, bu ülke ekonomilerini ve politik yönetimlerini daha sıkı bir denetim altına almak ve uluslararası kapitalizmin krizinin yükünü, bu ülke halklarının sırtına sarmak gibi güdü ve nedenler, sermaye ihracının (hareketinin) gerisinde yatan güdü ve nedenleri oluşturmaktadırlar.
Bu olgusal gerçekleri, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sermayenin, son bir iki yıl içinde gösterdiği hareketlenmeden, daha çarpıcı bir şekilde görmenin olanaklı olduğuna kuşku yoktur. ABD’den Almanya’ya, Japonya’dan Fransa’ya büyük kapitalist ekonomilerin, son bir iki yıldan bu yana derinleşen bir ekonomik kriz içinde oldukları herkes tarafından kabul edilmektedir. Öte yandan, ekonomik krizin, ekonomide derinleşen durgunluk, çeşitli sektörlerde düşüş ve daralma ve olağanüstü artan işsizlik biçiminde kendini gösterdiği, bizzat burjuvazinin akıl hocaları tarafından ilan edilmektedir. Eğer “yeni dünya düzeni” savunucularının ileri sürdükleri doğru olsaydı ve sermaye “kalkınma” ve “refah” güdüsüyle hareket etseydi; doğal olarak, geri kalmış ya da düşüş içindeki sektörleri “kalkındırma”, işsizliği ortadan kaldırma “fonları” olarak işlev görmesi ve kendi ülkesinde j “kalkınma” ve “refah” yatırımına dönüşmesi’ gerekirdi. Oysa böyle olmadığı; tekelci sermayenin, tam tersi bir eğilim gösterdiği yadsınamaz bir gerçektir.
Örneğin, kapitalizmin gelişmesi Almanya’da yavaşlamasına (durgunluk ve gerileme) ve “refah” seviyesi düşüş göstermesine karşın; Alman tekelleri ve Alman hükümetinin , “tercih”i, sermayenin sınır ötesi pazarlara gösterdiği eğilimi ve öteki ülkelere akışını teşvik yönünde bir “tercih” olmuştur. Alman’ tekelleri ve Alman hükümeti; Doğu ve Batı Avrupa ekonomilerinin bazı temel sektörleri ve bazı ülkelerini ele geçirmeyi; Rusya’ya 30 milyar DM’yi aşan krediler açmayı; denizaşırı öteki önemli ülkelere borçlar vermeyi, “yatırımlar “yapmayı ve “hibeler”de bulunmayı uygun görmüştür. Çünkü, tekelci sermaye.; azami kâr peşinden gitmektedir ve sınır ötesi pazarlar, birim sermaye kitlesine, maliyeti ucuz olan çok büyük kâr oranları sunmaktadır. Ayrıca denizaşırı kârları güvenceye alım ve Almanya’daki çıkarlarını (bu yolla) koruma ve güçlendirme güdüsü, sermayenin uluslararası hareketinin yönlendirici dürtüsü durumdadır. Dolayısıyla, Alman kapitalistleri ve Alman hükümetlerinin, farklı yönde bir “irade” ortaya koymaları olanaksızdır. Ve kabaca bakıldığında dahi; bütün öteki büyük kapitalist ülkeler ve uluslararası kapitalist tekellerin tutum ve “tercih”lerinin, Alman hükümeti ve sermayesinin tutum ve “tercih”lerinden farklı olmadığı görülmektedir. Bütün bu ülkeler ve uluslararası sermaye gruplarının, kendi ülkeleri ve kendi haklarını “kalkındırma” ve “refaha ulaştırma”dan önce, öteki ülkeleri “kalkındırma” ve halkları “refaha ulaştırma”yı öngörecek kadar “adaletli”, “insan-sever” ve “enternasyonalist” olduklarını, geri ülkelerdeki verili olgular karşısında, aklı başında hiç kimsenin iddia edemeyeceği ortadadır.
Yüz yıldır olup bittiği gibi bugün de olup biten şudur ki; tekelci sermaye, uluslararası pazarda azami kân ele geçirme dürtüsü ve bu kân güvenceye alacak ekonomik tekele varma güdüsüyle hareket etmekte; ve kendi ülkesindeki kapitalizmin gelişmesindeki yavaşlama pahasına da olsa, ekonomik ve politik imtiyazlar ele geçirerek, dünya pazarının tümünü kendine bağlama eğilimini sürekli artırmaktadır. Sermayenin sınır ötesi ve deniz-aşırı hareketindeki egemen biçimin, çok çeşitli yöntemler kullanarak gelişen sermaye ihracı olduğu; geri ve bağımlı ülkelere ve öteki ülkelere ihraç edilmiş ve sınır ötesi faaliyet içinde bulunan sermayenin tarihte görülmemiş büyüklükteki kitlesi (şu anda, sadece para sermaye olarak faaliyette olan miktarı 2 trilyon dolardan fazla) dikkate alındığında; “emperyalizmin bitmesi” ve “kapitalizmin sosyalleşmesi” ile ilgili tezlerin, emperyalizmi ve kapitalizmi gizleme ve meşrulaştırma çabasından başka bir anlam taşımadığı görülmektedir. Sermaye ihracı, emperyalizmin ve kapitalizmin sömürge (yeni sömürge) tekelinin ekonomik temelidir. Sınır ötesi ve deniz-aşırı pazar ve topraklara eğilim gösteren tekelci sermaye, gittiği her yere, emperyalizmi ve sömürgeciliği, tarihte görülmemiş oranda olgunlaştırarak taşımaktadır. Kısacası, sadece bir eğilim olarak değil, bir olgu olarak emperyalizm ve sömürge tekeli şimdi, her zamankinden daha geçerli, daha olgun ve daha yerleşmiş durumdadır.
Yüz yıl boyunca, gelişmiş kapitalist ülkelerden sınır ötesi pazarlara ve özellikle de geri ülkelere ihraç edilmiş sermaye, bu ülkelerin sömürülmesi yoluyla kendini yeniden üretmiş, aşın kârlarla büyümüş ve emperyalist tekeller ve büyük devletlerin kasalarında toplanarak, dünyadaki bütün ekonomik ve politik faaliyeti yönlendiren bir güç haline gelmiştir. Dolayısıyla bu süreç; geri ülkelerin sadece büyük boyutlardaki sömürülmesi süreci olmamış; aynı zamanda, ekonomik ve politik yaşantılarının, dünya kapitalist sistemine ve gelişmiş kapitalist ülkelere büsbütün bağlanmaları süreci de olmuştur. Ve bugünkü durum, emperyalizmin ekonomik ve politik egemenliğinin en fazla olgunlaşmış durumunu vurgulamaktadır. Öyle ki; “yeni dünya düzeni” savunucularının, “emperyalizm artık bitmiştir” dedikleri dönem, gerçekte, emperyalizmin ekonomik, toplumsal ve politik olarak, dünya tarihinde hiç olmadığı oranda hâkim olduğu ve yürürlükte bulunduğu döneme denk düşmüştür.
Gelişmiş ülkelerden sınır ötesine ve deniz-aşırı topraklara eğilim gösteren ve azami kâr için giden sermaye, iki yönde hareket içindedir. Onun iç içe geçmiş olan bu iki yöndeki hareketinin yönlerinden birincisi, gelişmiş kapitalist pazarlara doğru akışı; ikincisi ise, geri ve bağımlı ülkelere ihracıdır. Sermayenin bu iki yönlü hareketinin, peşinden getirdiği eğilim, kuşkusuz, ekonomik, politik ve askeri bakımdan egemen olma eğilimidir. Ve bu eğilim, kendini; bir yanda, geri ülkeler üzerindeki (ekonomik, politik, gerektiğinde askeri) boyunduruk; öte yanda, gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki paylaşma (ekonomik, politik ve askeri egemenlik) mücadelesi olarak ortaya koymaktadır. Emperyalizm budur; yüz yıldır böyle olmuştur ve kim ne derse desin, bugün çok daha büyümüş bir gerçekliktir. Sermayenin, eğilimini güçlendirdiği ve yoğunlaşmakta olduğu ülke ve bölgelerde merkezleşen ekonomik, politik ve askeri rekabet ve mücadeleler, bu bakımdan da yadsınamaz kanıtlar durumundadır.
Şu özellikler, egemenliğinin tarihi yüz yıla varan tekelci kapitalizmin mutlak özellikleridir: Emperyalizm olmadan kapitalizm olanaksızdır; tekelci sermayenin hareket ve gerçekleşme biçimi olan sermaye ihracı, kapitalizmin emperyalizm eğiliminin ekonomik koşuludur; emperyalizm, gelişmiş birkaç kapitalist ülkenin, dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan ulus ve halkları sömürmeleri, yağmalamaları, baskı altına almaları ve her yönden kendilerine bağlamaları anlamına gelmektedir. Ve dünyayı; bir yanda egemen emperyalist uluslar (devletler); öte yanda, bu ulus ve ülkeler tarafından boyunduruk altında tutulan ulus ve halklar (ülkeler) olarak da ikiye bölmüş olan emperyalizm, iddia edilenlerin aksine, her zamankinden daha ilerlemiş olarak ayaktadır. Tekelci sermaye egemen olduğu sürece, emperyalizm de egemen olacak ve ayakta kalacaktır.
Uluslararası kapitalist ekonominin krizin-deki yeni derinleşme döneminin; geri ve bağımlı ülkeler üzerindeki emperyalist hegemonya ve kapitalist ülkeler arasındaki mücadele açısından ne getirip ne götüreceği sorununa, bazı yönleriyle ve kabaca da olsa, gelinen bu noktada değinmek gerekmektedir. Ekonomik krizin, kapitalizmin merkez ülkelerinde derinleşmesi ve en gelişmiş ekonomilerde daralma ve düşüşe ve hızla yükselen işsizliğe yol açarak açığa çıkmasının; kapitalist sermayenin iç pazarda yoğunlaşmasına ve ekonomilerin “istikrar” ve “istihdam” olanaklarını genişletme faaliyetine dönmesine yol açacağı; dolayısıyla, gelişmiş dış pazardaki rekabet ve mücadele ve geri ülkelerdeki sömürü ve baskının “hafifleme” sürecine gireceği gibi bir beklenti içine girilmesi, kuşkusuz bönce bir anlayışsızlık olacaktır. Bu yöndeki bir gelişme, kapitalizmin tarihinin bir döneminde olmadığı gibi bugün de olanaksızdır. Bu yönde bir gelişmenin, her şeyden önce, sermayenin doğasına aykırı olduğu ortadadır.
Bu aykırılık bir yana bırakılsa dahi, dünyada güçlenmekte olan ekonomik ve politik olgular şunu vurgulamaktadırlar: Önümüzdeki dönem; hem gelişmiş, hem de geri ve bağımlı ülkeleri kucaklayan genel (kapitalist ve emperyalist) bir saldırı; öte yandan, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasında giderek şiddetlenen bir mücadelenin kendini kabul ettirmesi dönemidir. Çünkü ilkin, ekonomik kriz, hem merkez ülkelerde, hem de cephe gerisini oluşturan nispeten gelişmiş ülkelerde birden şiddetlenmektedir; ikinci olarak, emperyalist hegemonya ve mücadelenin hangi ülke ve bölgelerde yoğunlaşacağı, bu bölgelerdeki (ya da oralara giden veya uluslararası pazardaki) sermaye kitlesinin büyüklüğü ve küçüklüğü ile her yönden doğru orantı içinde değildir. Emperyalist sömürü ve boyunduruğun ağırlaşması ve emperyalist rekabetin şiddetlenmesi, esas olarak, birim sermaye kitlesinin kâr oranlarındaki düşüş ve talep ettiği azami kâr oranlarındaki artış miktarlarında dile gelmektedir. Kapitalizmin krizindeki yeni dönemin belirginleşen özelliklerinin sonucu olarak; sermayenin acil çıkarları, hem gelişmiş hem de geri ülkelerde, sömürü oranları ve tekelci kârların mutlak artışını burjuvazi ve gericiliklere dayatmış durumdadır. Ve kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler; bir yandan, bu mutlak sömürü ve kâr oranlarına duyulan çok yönlü ihtiyaç; öte yandan, rakip tekeller ve ülkeler karşısında kendi kâr paylarını artırma ve pazara egemen olma zorunluluklarının ağır baskısı altına düşmüşlerdir. Kapitalist tekeller ve emperyalist ülkelerin düştüğü bu durumun; geri ülkeler üzerindeki emperyalist sömürü ve baskının artması ve gelişmiş ülkeler ve kapitalist tekeller arasındaki egemenlik mücadelesinin şiddetlenmesi anlamına geldiği, herkesçe anlaşılabilir bir gerçekliktir.
Neresinden bakılırsa bakılsın; kapitalist dünyanın önündeki dönem sistemin bütün çelişkilerinin sertleştiği; bir yanda proletarya ve halklar üzerinde azgınlaşan sömürü ile at başı giden ve (özellikle direnişini geliştiği koşullarda) dalga biçimini alan baskı kampanyasının; öte yanda, kapitalist gruplar ve emperyalist ülkeler arasındaki dünyayı yeniden paylaşma ve pazara egemen olma mücadelesinin genişlediği ve kuvvete başvurmayı da gündeme alabilecek derecede şiddetlendiği bir dönem olacaktır. Dünyanın böyle bir döneme girdiğini vurgulayan olgular, herkesin gözüne çarpacak ölçüde belirginleşmiş olgular durumundadır.
Emperyalist hegemonyayı sağlamlaştırma kampanyası ve dünyayı yeniden paylaşma mücadelesinin nasıl bir seyir izleyerek genişleyeceğini tartışmak bugün kuşkusuz anlamsız olacaktır. Sorun şudur ki; emperyalizm ve sömürgecilik tüm ağırlığı ile yürürlüktedir ve girilmekte olan yeni kriz dönemleriyle birlikte, sistemin bütün ekonomik ve toplumsal çelişkileri sertleşmekte ve keskinleşmektedir. Emperyalizmin tarihindeki son kırk yıldan bu yana görülmeyen; proletarya ve ezilen halkların mücadele ve direnişlerinin yenilendiği ve emekçi kitlelerin yönlerini kapitalizm ve emperyalizmin yıkılışına döndükleri; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki kavganın yeni bir alana sıçradığı ve alevlenerek şiddetlendiği yeni bir dönem açılmaktadır. Ve uluslararası burjuvazi ve gericilik; açılan bu yeni kriz dönemini, kapitalist sömürü ve emperyalist baskı ve girişimlerini artırarak karşılarken; proletarya ve ezilen halkların, artan kapitalist sömürü ve emperyalist baskıya karşı direniş ve mücadele eğilimine girdikleri görülmektedir. Görülmektedir ki; dünya kapitalizminin içine düştüğü yeni ekonomik kriz dönemi, proletarya ve halkların mücadelesinin yeni bir yön alması için gerekli koşulları olgunlaştıran bir dönem de olmaktadır.
Emperyalist sistemin genel bunalımının yeni aşaması ve proletarya ve halkların devrimci hareketi
Bu yazı boyunca vurgulanan ekonomik, toplumsal ve politik olgu ve olayların vurguladığı ve dikkat çektiği gerçek, kapitalist dünyanın yeni bir döneme girmekte olduğu gerçeğidir. Ancak, bu yeni dönemin, sadece, ekonomik krizdeki yeni bir derinleşmeyle karakterize olan ve bu alanda sınırlanan bir dönem olmadığı, gene olgular ve olaylar tarafından vurgulanan başka bir gerçek durumundadır. Öte yandan, “şiddetli ve altüst oluşlar dönemi” tanımlamasının, doğru olmakla birlikte, uluslararası durumdaki değişikliklerin ve bu değişikliklere damgasını basan olgu ve olayların gerçek içerik ve önemleriyle yansımadığı da anlaşılmak zorundadır. Bu yazı boyunca yapılmış tespit ve tanımlamaların, dünyadaki durum ve açılmakta olan yeni dönemin değişik özellikleri ve özel yönlerine dikkat çekmek için yapıldıkları ve dolayısıyla, dönemin bütün özelliklerini vurgulamakta yetersiz kaldıkları son derece açıktır.
O halde, kapitalizm ve emperyalizm nereye gitmektedir? Kapitalist dünya, kuşkusuz ekonomik krizdeki yeni bir derinleşme; yanı sıra, öteki olguların da vurguladıkları gibi, sert sınıf mücadeleleri ve alt üst oluşlara ve şiddetlenen emperyalist çatışmalara doğru gitmektedir. Daha tam ve eksiksiz; aynı zamanda, yapılmış tespit ve tanımlamaları birleştiren ve genelleştiren bir şekilde vurgulanırsa; emperyalizm, genel krizinin yeni bir aşamasına doğru hızla yol almaktadır. Sistemde meydana gelen ekonomik ve toplumsal olgu ve olaylar ve dışa vuran politik değişikliklerin vurguladığı gerçek budur. Sistemin genel krizinin yeni aşaması, nasıl bir süreçten geçilerek ve hangi olaylara yol açarak gelişirse gelişsin, kapitalist dünyanın önünde başka alternatifin bulunmadığı son derece açıktır. Ve uluslararası burjuvazi ve gericiliğe akıl hocalığı yapan çağdaş papazlar takımını, karamsarlık ve umutsuzluğa sürükleyen de, yeni bir aşamasına hızla yaklaşan genel krizin seyri karşısındaki bu alternatifsizliktir.
Dünyada meydana gelen olaylar ve etkilerini giderek hissettiren olgular, burjuvazi ve gericilik için gerçekten de umut kincidir. Görülmektedir ki; kapitalizmin merkez ülkelerinde dışa vuran yeni ekonomik kriz; krizin gösterdiği özellikler ve içinden doğduğu koşullar, sistemin ekonomik çelişkilerini keskinleştirmekle kalmamakta; aynı zamanda, toplumsal çelişkilerin sertleşmesi ve olgunlaşmasına yol açan olgular da yaratmaktadır. Kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerarasında, dünyayı yeniden bölüşme uğruna giderek genişleyen ve şiddetlenen mücadele; şiddetlenen mücadele ve derinleşen krizin dayattığı genel saldırı kampanyasına karşı direniş eylemi biçiminde ortaya çıkan ve genişleyeceği bugünden görülen proletarya ve halk hareketi: Bu toplumsal ve politik olgular, hâlihazırdaki ekonomik krizi daha da derinleştiren ve derinleştirecek olan faktörler olarak, kapitalist toplumların yaşantısına bugünden girmiş durumdadırlar. Ve daha önceki dönemden devralınmış çelişki ve anlaşmazlıkları da kendilerini bağlayarak; ekonomik krizin toplumsal ve politik krize doğru genişlemesini gündeme getiren dinamikler olarak güçlenmekte, olgunlaşmaktadır. Daha önce de işaret edildiği gibi, son otuz kırk yılın, sistemin ağırlıklarının birikmesi ve direniş olanaklarının tükenmesi, emperyalizmin genel krizinin olgunlaşması dönemi ve yeni bir aşamasına gidiş süreci olduğundan kuşku duyulmayacağı, herkesçe kabul edilmek zorundadır. Kapitalizmin genel krizinin yeni bir aşaması: Uluslararası burjuvazi ve gericiliği ve besleme ideolog, ekonomist, tarihçi ve politikacı takımını, karamsarlık ve umutsuzluğa mahkûm eden ve bu karamsarlık ve umutsuzlukta haklı kılan olgu işte budur.
“Yeni dünya düzeni” yandaşlarının görüş ve tezleri, olgular ve olaylar tarafından mahkûm edilmiş durumdadır. Ve sistemin bağrındaki çelişki ve çatışmaların olgunlaştığı koşullarda, ileri kitleler ve halklar üzerinde aldatıcı etkilerinin kırılması kolaylaşmıştır. Asıl sorun şudur ki; proletaryanın öncü bölükleri ve gerçek komünistler, dünyada meydana gelen değişikliklerden ve sistemin, genel krizinin yeni aşamasına doğru yol alışından ne gibi sonuçlar çıkarmakta ve talep ettiği görevleri hangi kavrayışla ele almaktadırlar; her devrimci proleter ve her gerçek komünistin dikkat ve enerjisini yoğunlaştıracağı sorun, bugün bu sorundur.
Emperyalizmin genel krizi, genel krizin olgunlaşma süreci ve yeni aşamasının özellikleri ve özgünlükleri üzerinde genel hatlarıyla da olsa durmak gerekmektedir. Çünkü bunlar, proletaryanın öncüsü ve komünist partisinin çalışması ve hazırlığı ile yakından ve doğrudan ilgili olan olgu ve süreçlerdir. Bu olgu ve süreçleri belirleyen dönemleri birbirlerinden ayırmadan ve birbirleriyle bağlantılarını dikkate almadan, devrimci bir çalışma yapmak ve devrimi ilerletmek olanaksızdır.
Tekelci kapitalizm, yani emperyalizm, genel kriz dönemine girmiş kapitalizmdir. Bunun anlamı, kapitalizmin genel krizi ve genel kriz aşamalarının, tekelci kapitalizm ve emperyalizm döneminin ürünü olduğudur. Kapitalizmin, tekelci kapitalizme ve emperyalizme dönüşmesiyle dünyanın yaşantısına giren genel kriz ve genel kriz aşamaları, emperyalizmin küçük burjuva eleştiricisi küçük burjuva sosyalizminin, “sürekli kriz” görüşüyle karıştırılmamalıdır. Kapitalizm ve emperyalizmin, genel kriz dönemine girmiş kapitalizm olması, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel, çelişkilerini son haddine kadar olgunlaştırmış ve sosyalizme dönüşmesinin bütün koşullarını yaratmış bir kapitalizm olması anlamına gelmektedir. Kısaca söylenirse; kapitalizmin, hasta yatağına düşmüş ve sosyalizmin arifesine dönüşmüş bir sistem haline gelmesini vurgulamaktadır.
Tekelci kapitalizm ve emperyalizmin; tek tek ülkeleri, emperyalist zincirin halkalarına dönüştürdüğü ve devresel aşırı üretim krizlerinin içinde doğduğu koşullarda, daha önceki dönemden ayrılan bazı değişikliklere yol açmış olması nedeniyle, genel kriz üzerine, kuşkusuz, başka ve somut belirlemeler ileri sürülebilir ve sürülmelidir de. Ne var ki, burada bunun olanağı olmadığı gibi, gereğinin bulunmadığı da takdir edilmek zorundadır. Gene de şu vurgulanmalıdır; kapitalizmin genel krizler çağına girmesinin anlamı, emperyalizmin yıkılışının objektif koşullarının olgun olması ve proletarya ve halkların, devrimi pratik bir sorun olarak önlerine almasıdır. Kapitalizmin genel krizi denildiğinde anlaşılması gereken budur. Ve bunu anlamayan kişinin, devrimci kalması ve devrimci bir rol oynaması olanaksızdır.
Emperyalizmin, genel krizinin yeni bir aşamasına doğru yol alış (genel krizin olgunlaşması üzerine) dönemine gelince; bu dönem, ekonomik krizin derinleşerek politik ve toplumsal bir krize yol açması; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki mücadelenin emperyalist bloklaşmalar ve savaş mihraklarının ortaya çıkacağı bir alana genişlemesi ve proletarya ve halk hareketinin, kapitalizm ve emperyalizme karşı doğrudan ve iktidar için mücadeleye dönüşmesi sürecine denk düşen bir dönemdir. Bu dönem ve bu sürecin, dünyada, karşıt iki etkenin; devrim ve savaş etkenlerinin olgunlaştıkları; devrimin güçleriyle karşıdevrimin güçlerinin karşılıklı mevzilendikleri bir dönem ve süreç olduğu herhalde açıktır.
Genel krizin yeni bir aşamasının patlak vermesi ya da olgunlaşmış olması ise; kapitalizmin belli başlı ülkelerinin veya genel olarak sistemin çözülmesi ve tam ve kesin altüst oluş ve hesaplaşma dönemini vurgulamaktadır. Emperyalist kampın parçalanması ve karşılıklı (açık savaş durumu doğması veya savaşa tutuşma) çatışmaya sürüklenmesi ve proletarya ve halkların, bu durumdan da yararlanan ve devrim ve iktidar için cepheden saldırıya geçmesi… Devrim cephesiyle karşıdevrim cephesini oluşturan kampların karşılıklı hazırlıklarını tamamlamaları, altüst oluş ve karşılıklı ezme hareketi dönemine fiilen adım atmaları… Emperyalist savaş mihraklarının kesin hesaplaşmaya girmeleri; bu hesaplaşma öncesinde veya sonrasında, uluslararası ölçekte ya da önemli ülkelerde devrimci durumun olgunlaşması… Yahut da, bütün bu olgu ve olasılıkların, tarihte meydana gelmemiş ve bugünden görülemeyecek biçimde iç içe geçerek ve karmaşık bir seyir izleyerek olgunlaşmaları… Bu olgu ve gelişmelerin, devrimci durumun olgunlaşması, emperyalist zincirin zayıf halkalarının açığa çıkması ve devrimin, şu ya da bu ülke veya ülkelerde patlak vermesi ve zafer kazanması koşulunun doğması anlamına geldiği bilinebilir bir şeydir.
Bugünkü koşullara dönülecek olursa; kapitalist ve emperyalist dünyanın girmekte olduğu dönem, kuşkusuz, genel krizin olgunlaşmış ve yeni aşamasının patlak vermiş olduğu bir dönem değildir. Girilen dönem, emperyalizmin genel krizinin yeni bir aşamasına doğru gidiş sürecini yeniden başlatan bir dönemdir ve sürecin henüz başlangıcında bulunulmaktadır. Bu süreci; hem burjuvazi ve gericiliğin “zafer” kazandığı ve proletarya ve halkların ağır ve uzun süreli yenilgiler aldığı dönemlerden; hem de, genel krizin yeni aşamasının olgunlaştığı (patlak verdiği) ve proletarya ve halk hareketinin cepheden saldırıya geçtiği dönemlerden ayırmak gerekmektedir.
Kapitalizm, bugün, yirmi otuz yıldır görülmeyen özellikler gösteren bir krize girmiştir; üstelik kırk yıldır birikmiş kriz etkenleri ve krize karşı korunma olanaklarının oldukça daraldığı koşullar üzerine gelmiştir. Öte yandan, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki rekabet, yeni bir alana sıçrayan pazar ve etki alanları mücadelesi olarak sertleşmiş ve iddialı emperyalist ülkeler, uluslararası statükoya baş kaldırma eğilimine girmişlerdir. Burjuvazi ve gericiliğin, bu gelişmelerle genişleyen saldırısı, genel bir kampanyaya dönüşmüş ve proletarya ve halkların hareketinde yön değişikliği belirtileri gösteren bir canlanma ve ilerlemeye yol açmıştır. Bütün bunlar doğrudur ve bu gelişmeler, kuşkusuz, yaşanan sürecin gelişen yönünü vurgulamaktadır. Fakat ne var ki; ekonomik krizin genel bir çöküntü özelliği kazanmadığı; kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasında kopuş, cepheleşme ve bloklaşmanın bütün yönleriyle henüz şekillenmediği; ve proletarya ve halkların, dizginlerini koparmış bir hareketlenme içine henüz girmediği de bir gerçektir. Dünyadaki gidişatın, sert sınıf mücadeleleri yönünde olduğu, fakat henüz sürecin başında bulunulduğu, kuşkusuz görmezden gelinmemelidir. Ve proletarya ve halk hareketinin, devrimci bir platforma genişlemesinin sürecin bütün yönleriyle kavranmasına bağlı olduğu anlaşılmak zorundadır.
Girilen dönemin; gerek ekonomik krizin gelişme seyri; gerek kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasındaki mücadele; gerekse, proletarya ve halkların hareketinin izleyeceği çizgi açısından, nasıl ve hangi biçimler altında yaşanacağı, bugünden çok somut çizgileriyle, elbette ki kestirilemez. Anlaşılması ve kavranması gereken şudur ki; burjuvazi ve gericiliğin saldırı kampanyası, mutlak yoksullaşma ve mutlak sefaleti de gündeme getirerek gelişmektedir. Ve proletarya ve halkların direnişi, giderek gelişmekte ve genişlemektedir. Proletaryanın öncüsü, tutumunu, buna göre belirlemek, sınıfın bağımsız hareketi ve örgütlenmesinin gelişmesine yardım edecek bir çizgi izlemek zorundadır. Aksi takdirde, burjuvazi ve gericilik, işçi ve emekçi kitleleri aldatma, yenilgiye uğratma olanağına her zaman sahip olacaktır.
Nisan 1994