Bir Eylem Kılavuzu Olarak Diyalektik Materyalizm

Özgürlük Dünyası’nın 64. sayısında yayınlanan “MARX’TA VE LENİN’DE DİYALEKTİK YÖNTEM” başlıklı yazımızın sonunda, diyalektik materyalizmin, esas olarak dünyayı devrimci tarzda değiştirmenin bilimsel ilkelerini verdiğini belirtmiştik. Bu açıdan ele alındığında, diyalektik materyalizmin, pratik siyasal mücadelede, yani, dünyayı değiştirme eyleminin bu en yoğun biçimi içinde nasıl kullanıldığının araştırılması büyük önem taşımaktadır.
Marksizm’in bir eylem kılavuzu olarak kavranması gerektiğini vurgulayan Leninist önerme, onun yalnızca bir araştırma ve inceleme yöntemi olarak kalması halinde, gerçekte sahip olduğu imkânların pek azının kullanılmış olacağını ve asıl işlevinin bir kenara bırakılması anlamına geleceğini öğretir.
Marksizm’i, bilimsel bir yöntem olarak kullanan pek çok burjuva bilim adamı, siyasetçi ya da asker vardır. Ama bu, Marksizm’in onlar için de bir “eylem kılavuzu” olduğu anlamına gelmez. Onu, dünyayı anlamanın ve değiştirmenin en genel ilkelerinin ve yöntemlerinin bir bütünü olarak görebilmek için, başlıca iki özellik gerekmektedir: Birincisi, mevcut toplumsal ilişkilerin değişmesi gerekliliğini bir sınıf tavrı olarak benimsemek ve ikincisi, toplumsal dönüşümü gerçekleştirebilecek biricik gücün işçi sınıfı olduğunu bilmek. Bir başka deyişle, “Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak benimsemek” demek, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesiyle Marksizm’i birleştirmek demektir. İşçi sınıfının devrimci militanı bakımından, Marksizm, elbette bilimsel araştırma yöntemi olarak da belirleyici bir önem taşımaktadır, fakat onun için, bunun yanı sıra, Marksizm; mücadelenin bütün alanlarında, sınıf mücadelesi tarihinin ve devrimci teorik birikimin bilimsel bir özeti ve deney hazinesi olarak kavranıp titizlikle uygulanması demektir. Özetle, yalnızca düşüncede değil, hayatın her alanında diyalektik yöntem ile silahlanmak demektir.
Marksizm yalnızca işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki konumunun ve dünya çapındaki devrimci eyleminin ana çizgilerini anlatan bir “kılavuz” değildir; insanlığın bütün tarihsel birikiminin kendisine kadar gelen zenginliğinin bir özeti ve yoğunlaşmış halidir. Öyle ki, bu yoğunluk, aynı zamanda, kendisinden sonraki gelişmelerin yönünü ve genel eğilimlerini de içermektedir. Yeni bir dünyanın kuruluşu ve yeni bir insanın doğuşu, Marksizm’in işçi sınıfına açtığı yoldan gerçekleşecektir.
Lenin, mücadelesinin her anında, yalnızca Marx’ın ve Engels’in eserlerini incelemekle, tekrar tekrar okumakla ve mücadelenin ihtiyaçları karşısında onlardan yararlanmakla kalmamış, en güç dönemlerde, “insanlık tarihinin bütün büyük beyinlerinin” eserlerini, klasik ve antik filozofların yazılarını da incelemiş, edebiyatta ve sanattaki gelişmeleri izlemiş ve bütün bir tarih boyunca oluşa-gelen kültürel birikimini, proletaryanın cephaneliğine aktarmak için çalışmıştır. Çünkü Lenin, Marksizm’i, Marx’ın kafasından çıkan bir teori olarak değil, bütün bir bilgi tarihinin işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesiyle birleşen özü, özeti olarak kavrıyor, onu bütün temelleriyle incelemeyi, uygulamada karşılaşabileceği tüm sorunların çözümünü bulabilmenin çıkış noktası olarak görüyordu. Bir bakıma, onun açısından, Marksizm’i incelemek demek, insanlığın tarihsel eyleminin bütün yönlerini incelemek demekti. Lenin, diyalektik materyalizmi, “dünyanın tüm somut muhtevasının, dünya hakkındaki bilginin gelişme yasalarının teorisi … dünya hakkındaki bilginin tarihinin dökümü” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, diyalektik materyalizmin öğrenilmesinin üç-beş basit formülü ezberlemek anlamına gelemeyeceğini anlatırken, onun uygulanmasının da ezberlenmiş formüllere göre eylemin düzenlenmesi olamayacağını öğretmektedir.
Bu yazının başlıca amacı, sınıf mücadelesi pratiği içinde, hareketin kendine özgü diyalektiğinin yakalanması ve eylemde diyalektik yöntemin kullanılışı üzerine bir özet sunmaktan ibarettir. Diyalektik üzerine yazılmış birçok kitap, onun ilke ve yasalarının açıklanmasını, doğa bilimlerinden örnekler üzerinden yapmaya çalışır. Biz, bunu, sınıf mücadelesinin içinden seçilmiş somut örnekler üzerinden yapmaya çalışacağız. Fakat asıl önemli olanın, her devrimcinin kendi mücadele alanında yöntemi uygulamayı ve genel dersler çıkarmayı başarabilmesidir.

DİYALEKTİĞİN TEMEL TAŞI: KARŞITLARIN MÜCADELESİ
Hegel diyalektiğinin en temel ve önemli özelliği, çelişkiyi, hayatın ve her türden varlığın kaynağı olarak görmesiydi. Lenin, “Evrenin bütün süreçlerini, ‘özdevinim’leri içinde bilebilmenin koşulu, bu süreçleri, karşıtların birliği olarak tanımaktır. Gelişim, karşıtların ‘mücadele’sidir… Karşıtların birliği… koşula bağlıdır, geçicidir, süreksizdir, görecelidir. Gelişim ve hareket nasıl mutlak iseler, birbirlerini karşılıklı dışlayan karşıtlar arasındaki mücadele de mutlaktır” diyordu.
Diyalektiğin, toplumsal dönüşüm için bir araç olarak kullanılabilme özelliği; karşıtlığı, hareketin ve değişmenin yasası olarak keşfetmiş olmasında yatmaktadır. Gerçekte, toplumu anlamak ve yorumlamak için, birçok yöntem kullanılabilir; fakat söz konusu olan toplumu değiştirmekse, onu karşıtların birliği ve mücadelesi yasası açısından ele almak zorunludur.
Bu, özellikle, Lenin’in teorik ve pratik eseri göz önünde tutulduğunda apaçık görülür. Hegel’in idealist tarzda da olsa, diyalektiğin temel yasalarını incelediği eseri olan “Büyük Mantık”, Lenin için, bu bakımdan önemliydi. Karşıtların mücadelesi yasasını, dünyaya bakışının temeline koymayan devrimcilerin, er geç bir oportünist uzlaşmacı haline geleceği hakkındaki öngörüsü de buna dayanmaktaydı. Onun, Plehanov hakkındaki şu değerlendirmesi, son derece önemlidir: “Plehanov, felsefe konusunda en az bin sayfa yazmıştır. Ama ‘Büyük Mantık’ konusunda hiçbir şey!” Hegel’in diyalektik yöntem ve özellikle karşıtların birliği ve mücadelesi üzerine en kapsamlı yapıtı olan “Büyük Mantık”ı, Plehanov’un okumamış olması düşünülemezdi. Ama, eserin önemini kavrayabilmek için, dünyaya ve topluma “değiştirilmesi gereken” bir şey olarak bakmak gerekiyordu. Plehanov’da eksik olan buydu.
Genel olarak evrimci ve reformist bir politika izleyen ve özellikle de partinin ve örgütlü proleter kitlelerin devrimci atılımından uzak duran “sosyalistlerin diyalektikle ilişkileri bakımından ileri sürülebilecek temel değerlendirmeler, Lenin’in, Plehanov hakkında söylediklerinde bulunabilir: Toplumu, karşıtların birliği ve mücadelesinin alanı olarak görmemek. Bir başka deyişle, gelişmenin ve ilerlemenin motor gücünü, sınıflar arasındaki devrimci mücadelede değil, kendiliğinden evrimde ve sınıflar arasındaki uzlaşmalarda görmek.
Daha önce, Lenin’in, “Bizim anladığımız anlamda diyalektik, nesnelerin özünde bulunan çelişkinin incelenmesidir” sözünü anmıştık. Bu, doğrudan doğruya nesnenin dönüştürülmesi eyleminin başlangıç ilkesi olarak anlaşılmalıdır. Olaylar, ilişkiler ya da nesneler, içlerinde bir karşıtlık taşıdıkları görüşünden bağımsız olarak ele alındıklarında, nerelerinden tutulup değiştirilecekleri bilinemez. Çelişki, her türden (doğal, toplumsal, ya da düşünceye ilişkin) varlığın ortaya çıkışının kaynağı olduğu gibi, gene her türden varlığın değişmesinin de kaynağıdır. Burada önemli olan, diyalektik materyalizmin, yalnızca çelişkileri esas alan bir “felsefe” olarak değil, mücadelesi içindeki sınıfın devrimci atılımım gerçekleştirecek olan çelişkileri yakalama bilimi olarak görülmüş olmasıdır. Marx, bütün tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu ve tarihsel ilerlemenin, bundan böyle de, ancak sınıflar arasındaki çatışmanın devrimci çözümü ile ilerleyeceğini söylerken, tarihle diyalektiği bir arada düşünmüş olarak konuşuyordu. Diyalektik-materyalizmin, devrimci sınıf için öneminin asıl burada yattığını keşfeden Marx, Hegel diyalektiğinin “metafizik kabuğunu kırarak” ondaki devrimci özü açığa çıkardı ve proletarya devriminin bir silahı haline getirdi. Marx ve Lenin’in Hegel’de buldukları ipucu, onların elinde şu açık anlamı kazandı: Bir şeyi “dönüştürmek için kavramak” demek; onu, kendi kendisiyle çelişkili bir şey olarak kavramak demektir.
Basitleştirerek örnekleyecek olursak, greve hazırlanan bir işçinin ilk farkına varacağı şey, kendisi ile patronu arasında bir çelişme bulunduğu olacaktır. Bu çelişme, olağan koşullarda bir bütünlük gibi görünen iş koşulları içinde bir hareket yaratmıştır ve bir şeylerin değişmesi için başlangıç noktası oluşturmuştur. Bu ilk farkında olma durumu, henüz, gerçek bütünün yani kapitalist üretim tarzının çelişmelerini ve bunların sistemin tümünün değiştirilmesi için ne gibi olanaklar taşıdığının bilinci değildir. Böyle bir kavrama, kapitalizmi oluşturan siyasi ve sosyal tüm olgulardaki ve tüm süreçlerdeki “çelişen, birbirlerini karşılıklı dıştalayan, karşıt eğilimlerin tanınması” (Lenin) düzeyine yükselmedikçe, basit bir işçi-patron sürtüşmesi olarak anlaşılacaktır. Fakat gene de, küçük bir grev süreci ve onun sonucunda elde edilen kazançlar, “gelişme, karşıtların ‘savaşımı’dır.” diyen Lenin’in sözlerine bir kanıt olacaktır. “Karşıtların birliği ye savaşımı yasası var olan her şeyin ‘özdeviniminin’ anahtarını verir; yalnız o (…) eskinin yıkılmasının ve yeninin doğuşunun anahtarını verir.”
– Çelişkinin Genelliği ve Bütünlüğü
Küçük çapta bir grev, çelişen tarafların kimler ya da neler olduğunun kolayca görülebileceği dar bir alanda gerçekleşir. Fakat eğer anlaşılması gereken olay, ülke ya da dünya çapında bir genişliğe sahipse, kimle kimin, neyle neyin savaştığı kolayca görülmez; üstelik gerçek çelişkileri saklayan, üstünü örten ya da başka şeyleri gerçek çelişmelermiş gibi gösteren bir burjuva propaganda saldırısı altında, bu iyice güçleşir. Örneğin, şu anda Türkiye derin bir siyasi ve ekonomik kriz altında bulunuyor. Burjuva basın, krizin temelinde yatan temel çelişmeyi, yani sermaye ile emek arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın kriz görünümü altında aldığı biçimleri saklamak için, sahte çelişmeleri öne çıkarıyor: Laiklerle dinciler, “dış düşmanlarla Türkiye arasında bir çelişme ve çatışma bulunduğu, bunların halledilmesiyle Türkiye’nin siyasi krizden kurtulabileceği ileri sürülüyor. Ya da, ekonomik krizin gerçek nedeninin, KİT’ler, yüksek işçi ücretleri olduğu iddia ediliyor. Çelişkilerin gerçek içeriklerinin saklanması, aslında, burjuvazinin de toplumsal çelişkilerin gücünü kabul ettiğinin bir ifadesidir.
Burjuvazi, gerçekte, tarihsel olarak sınıf mücadelesinin varlığını proletaryadan önce tanımıştır ve bu konudaki uluslararası deney birikimi, kurumsal ifade biçimleri kazanmıştır. Bundan dolayı da, çelişmenin devrimci gücünü bildiği için, sınıf mücadelesinin üstünü örtmeye çalışarak, nesnel çelişkilerin sosyal bir sınıf gücü halini almasını önlemeye çalışır. “Toplumsal uzlaşma”, “toplumsal barış”, “ulusal birlik ve beraberlik” gibi sloganlarla, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadeleyi, ezilen ulusların kurtuluş mücadelesini, dinsel ve siyasal baskıyı gizlemeye çaba gösterir.
Şu halde, çelişkinin farkında olmak, çelişkileri görmek, tek başına yeterli değildir. Önemli olan, toplumsal dönüşümün bütün olanaklarını bağrında taşıyan bu önemli gücün nasıl harekete geçirileceğini ve hangi sosyal sınıf elinde bir manivela halini alacağını bilebilmektir.
Özetle, görünüşte bir “bütün” olarak çelişmesiz ve çatışmasız gibi duran olayın, nesnenin ya da sürecin içindeki çelişkiyi görmek yetmez; çelişkiyi, çelişen yanlar birbirini dışlayacak ölçüde keskin nitelikler kazanıncaya dek derinleştirmek, böylece olayları, nesneleri ve süreçleri değişmek üzere harekete geçirmek gerekir. Bir başka deyişle, düşüncede kavranan çelişmeyi, eylemde bir hareket unsuru haline getirmek gerekir. Grev örneğini sürdürecek olursak, burada çelişkiler taşıyan birden fazla unsurun hareket halinde olduğu söylenebilir. Önce olayı basit “patron ve işçiler” düzeyinde kavrayan işçinin bilincindeki çelişkiler ele alınabilir. Bu dar ve çelişmeyi henüz sınıflar arasındaki çatışma düzeyinde görmeyen kavrayış, bir dizi yan çelişmeyle beslenmekte, iç içe geçmiş birçok geri ve ileri unsurun çatışmasını içermektedir. Süreçte karşılaşacağı yeni olaylar, kendi düşüncesinin gelişimi, sosyalist siyasal bilinçle bağlantısının düzeyi ve bunlar karşısında etkide bulunan burjuva egemen kültür ortamı, karşıdevrimci propagandalar, gündelik hayatının ilişkileri vs. çatışma halinde, onu geriye itecek ya da ilerletecek çelişkiler oluşturur. Onu ya da bu türden çelişkiler içinde bulunan işçileri, devrimci sosyalist bilinçle donatabilmek için, öncü işçilerin yararlanacağı hareket noktalarıdır bunlar. Eğer işçiler, bu türden çelişkileri yaşamıyorlarsa, onları ilerletebilmenin olanağı bulunamaz. Greve yol açan olaylar dizisi içinde, yalnızca bir ücret ve sosyal haklar anlaşmazlığı değil, aynı zamanda işyerinin içinde bulunduğu sektörün genel bir bunalım içinde olması da bulunabilir. Burjuvazinin kendi içindeki rekabet, banka ve kredi sistemlerinde tıkanıklık, borsa ilişkileri, hammadde darlığı vs. dolayısıyla, kapitalizmin kendi açmazlarının ortaya çıkardığı birçok başka çelişme de, aynı grev içinde görünür ve anlaşılır hale gelebilir. Bu noktada, örneğin “bizim patron”un, karşı fabrikanın patronu ile olan çelişkisi, grevin kırılması için patron tarafından kullanılabilir. “Ekmek kapımız” tehlikededir ve grev devam ederse patronumuz kötü duruma düşecektir! Öyleyse, ne yapmalı? Bu çelişkiyi nasıl kavramalı? İşçiler, çelişmenin genel karakterini görmezlerse, kendileriyle burjuvazi arasındaki çelişki olarak değil de “bizim patronla kendi aramızdaki mesele” olarak görürlerse, “karşı taraftaki patronun bizimkini ezmemesi için” grevden vazgeçebilirler. Veya patronun grevin uzamasından çıkarları vardır: Stokları eritmek, üretimi düşürerek denge sağlamak gibi ihtiyaçlar yüzünden, grevi uzatmaktadır. Gene, çelişmenin genel karakteri göz ardı edilirse, patronun oyunu sezilemez. Grev alanı, tek başına bir işletme, tek başına işyerinin ilişkileri olarak görülürse, grevin kaynağı ve hedefi doğru olarak görülemez.
Şu halde, bir olayın, sürecin ya da nesnenin içindeki çelişkileri, yol açacağı sonuçlarla birlikte görebilmek için, onu bağlı olduğu bütünün bağıntıları üzerindeki yeriyle birlikte, birlikte etkilendiği ve etkilediği bütün süreçlerle, olaylarla birlikte düşünmek gerekmektedir. Ne var ki, bu tür eylemler genellikle kendi sorunlarının çerçevesini aşabilecek bir geniş ufuktan yoksun olan sendikacılar ve yerel işçi önderleri tarafından yönetilmekte ve eylem, hiçbir zaman genel çelişkiler açısından ele alınamamaktadır. Bu görevi yerine getirebilecek tek örgüt, işçi sınıfının siyasal partisidir. Leninist parti, gerek ülke çapındaki mücadelesinde, gerekse tek tek her eylemde, diyalektiğin bu en temel yasasına dayanır. Her eylemin, her durumun kendine özgü çelişkisini, mücadelenin diğer alanlarındaki bağıntılarıyla birlikte düşünür ve örneğin, bir işyerindeki işçilerin geneli görememekten dolayı düştükleri hatalara düşmez.
Kimi zaman yumuşak ve belirsiz halde bulunan çelişmeleri keskinleştirmek, karşıtlığı apaçık hale getirmek gerekebilir. Böyle anlarda, uzlaşmaya ve hareketi geri çekmeye eğilimli unsurlar, çelişkiyi yok saymaya kadar gidebilirler. Parti, genellik ve bütünlük içinde çelişmeyi değerlendirerek, keskinleştirmenin ve belirgin hale getirmenin sonuçlarını tahmin ederek, hareketi ve işçi sınıfı kitlesini bir adım daha ileri götürebilecek bir tutum takınabilir. Ya da bunun tam tersi bir sonuca ulaşabilir: Bazen keskinleşmekte olan bir çelişki son noktasına kadar götürülmeden, hareketin belli bir noktada tutulması gerekebilir. Fakat hangi taktiğin izleneceğine karar vermek için, hem geçmişten gelen ilişkileri, hem geleceğe ilişkin hesapları, hem de devrimci gelişmenin o andaki ihtiyaçlarını, yani çelişkilerin geniş ve karmaşık ağını bir bütün olarak görebilmek gerekir. Bunu yapabilecek tek örgüt, partidir.
Bütün bir devrim süreci açısından bakıldığında, karşıtları keskinleştirmek sınıf çatışmasının ileri boyutlar kazanması için sınıf ayrılıklarının üzerine gitmek, esas yoldur. Karşıt yanları, olayın bütünlüğü içerisinde örtbas etmeye çalışmak; karşıtların bir arada-lığını savunmak, oportünist tutumdur.
-İç ve Dış Çelişkiler
Her olay, her süreç ve her nesne, hem kendisine temel niteliklerini kazandıran iç çelişmelerden hem de varlığını kuşatan, onu etkileyen dış çelişmelerden oluşan bir bütün içinde bulunur.
Genellikle, olgunun temel karakteristikleri onun iç çelişmeleri tarafından belirlenir. Bir bakıma, bu, tersinden de doğrudur: Yani, olayın temel özelliklerini belirleyen, ona gelişme doğrultusunu kazandıran çelişmelere, iç çelişmeler denir.
Olgunun gerçekleştiği ortamın özellikleri, onun kimi hareketlerini etkiler. Esas yönünü değiştirmemekle birlikte, niceliğini ve biçimini etkileyen bu türden çelişmelere dış çelişme adı verilir.
İç ve dış çelişmeler, zaman zaman birbirleriyle yer değiştirebilirler. Bir olgunun dış çelişkileri arasında yer alan bir unsur, içe geçebilir, bir başka deyişle onun temel özelliklerini ve niteliğini belirlemeye başlayabilir; ya da bir çelişme, dışa geçip yalnızca biçimsel özelliklerini ve niceliğini etkilemeye başlayabilir.
Gene, grev örneğine dönelim. Salt ekonomik sebeplerle ortaya çıkmış olan bir grevin, derindeki özünde bulunan genel ve temel çelişmesi, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişmedir. Bu çelişme, yalnızca bu grevde değil, toplumdaki diğer olayları da besleyen ve kendi ekseninde hareket ettiren bir etkiye sahiptir. Özel olarak bu grevin, işyerindeki ücret anlaşmazlığından ve sosyal haklar probleminden kaynaklandığını düşünelim. İşçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyi, işyeri koşullarındaki ve patronla ilişkilerdeki değişmeler, grevi belirleyen, onun yönelimlerini ve hedeflerini, mücadele biçim ve araçlarını tayin eden bu çelişmeler olacaktır. Grevin bir hak grevi olarak kalmasını sağlayan da, bu iç unsurlardır.
Fakat aynı zamanda, bu hak grevi, genel ülke ve dünya koşullarında gerçekleşmektedir: Yani, grevin genelleşip genelleşemeyeceğini, yol açabileceği diğer sonuçları etkileyen ve o grevin, o işyerinde ortaya çıkışını hazırlayan çelişkiler arasında bulunmayan başka çelişkilerle örülmüş bir dış dünya vardır. Örneğin, memurların sendikalaşma mücadelesi, Kürt halkının demokratik mücadelesi, özelleştirme programı ve buna karşı muhalefet, Filistin halkına karşı İsrail devletinin saldırısı vb. vb… Bunlar, grevin doğuş nedenleri ve hedefleri arasında olmamakla birlikte, süreç içinde, doğrudan doğruya grevin gelişme süreçlerini etkileyecek ve onun içeriğini değiştirecek bir rol oynamaya başladıklarında, grevin iç çelişkilerinden ayrı düşünemeyiz. İşçilerin greve başladıkları andaki talepleri arasında bulunmamasına karşın, ya da grevin doğuşunda bir etkisi bulunmadığı halde, bunlardan herhangi biri, örneğin çok uzaktaki İsrail zulmü, grevci işçilerin büyük tepkisini çekmiş olsun ve işçiler, eylem hedefleri arasında, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi koşulunu da koysunlar ve giderek grev, bunu başlıca hedefi olarak ilan etsin. Bu durumda, Filistin hakinin talepleri, bizim küçük grevimizin bir iç çelişmesi halini almış olacaktır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, iç ve dış ayrımlarının, ülkenin içi dışı, işyerinin içi dışı gibi ayrımlar temelinde yapılamayacağıdır. Olayın belirleyici etkeni durumunda bulunan bütün çelişmeler iç çelişmelerdir; olayı yalnızca nicelik ve biçim bakımından etkileyen çelişmeler ise, dış çelişmeler olarak kalacaklardır.

SOMUT DURUMUN SOMUT TAHLİLİ

“Her sorunu, verili olgunun tarih içinde nasıl ortaya çıktığı açısından, gelişiminin başlıca evrelerinin neler olduğu açısından, gelişimi açısından incelemek…” (Lenin), “somut durumun somut tahlili” denilen ilkenin kısa bir özetidir. Bir olgunun iç ve dış çelişmelerinin tespit edilmesi, yönelimlerinin ve olası sonuçlarının görülebilmesi için, onun hareket halindeki unsurlarını gözlemek gerekir.
Somut tahlil yapabilmek için, iki temel ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir. İlk olarak, her toplumsal olay veya süreç, kendine özgü hareketi içerisinde ele alınmalıdır. İkinci olarak, her toplumsal olay ya da süreç, bağımsız ve tek başına bir olgu olarak değil, etkilediği ve etkilendiği bütün toplam olgular içinde değerlendirilmelidir. Yazımızın geçen bölümünde, Lenin’in, diyalektik yöntemin özelliklerini özetlemek üzere sıraladığı maddeleri anmıştık. Orada, özellikle, ilk iki maddede Lenin’in dikkat çektiği özellikleri hatırlayalım:
“1. İncelemenin nesnelliği (örnek vermek yok, konu dışına çıkmak yok. Doğrudan doğruya kendi kendisinde şey var sadece.)
2. Bu şeyin, öbür şeylere olan katmerli ve çeşitli bağıntılarının hiç eksiksiz tümü.”
Burada iç içe geçmiş iki soyutlama düzeyi vardır. Birincisi, Lenin, “incelemenin nesnelliği”nin önkoşulu olarak, bir “çerçeveleme” gereğini ileri sürmektedir. Bunun nasıl yerine getirileceği ise 3, 4 ve 5. maddelerde açıklanmaktadır:
“3. Bu şeyin (ya da gene fenomenin) gelişimi, kendine özgü hareketi, kendine özgü hayatı.
4. Bu şeyin içindeki içsel bakımdan çelişkili olan eğilimler ve yönler.
5. Toplam olarak ve karşıtların birliği olarak şey (fenomen vs)”
Kısaca örnekleyecek olursak, bir grevi incelemek demek, ilk elde, onun dolaysız çelişkilerini, bağıntılarını ve nedenlerini araştırmak olacaktır. Lenin’in “örnek vermek yok, konu dışına çıkmak yok” biçimindeki uyarısı, buna yöneliktir. “Falanca tarihteki filanca grevde şunlar şunlar olmuştu, hatta o zamanlar bir sendika ağası Ahmet vardı…” İşte bu türden konuşmalar, somut tahlille ilgisi olmayan bir laf kalabalığıdır. Hem örnek verilmektedir, hem de konu dışına çıkılmaktadır. Oysa yapılması gereken, “grevin gelişimi, kendine özgü hareketi, kendine özgü hayatı, grevin içindeki içsel bakımdan çelişkili olan eğilimler ve yönler ve toplam olarak ve karşıtların birliği olarak” incelenmesidir. Yani, grev aşamasına gelinceye kadar yaşanan olaylar, ortaya çıkışında onu diğerlerinden ayıran ya da benzer kılan özellikler, işçilerin istek ve iradesinin durumu, patronun ve greve karşı olan işçilerin etkisi, yani “toplam olarak ve karşıtların birliği olarak” grev… Lenin, 6. maddede, karşıtların mücadelesini, incelenen olayın gelişimine ait öngörülerin kaynağı olarak gösteriyor. “6. Bu karşıtların mücadelesi, … açılıp yayılmaları, çelişkin özlemler vs.”
Bu noktanın ayrıntılı bir incelemesi, grevin, değişik bağıntılarının ve diğer etkiler karşısındaki durumunun da tespit edilmesini kolaylaştıracaktır. Çelişik özlemler, karşıtlıklar, yalnızca kendi içlerinde birbirlerini etkilemekle kalmayacak, ama olayın, kendi dışında olup bitenden de ne tarzda etkilenebileceğini gösterecektir. Örneğin, o anda bir “milli tehlike” propagandası yaygınsa, greve karşı olan işçiler, “ülkenin milli birlik ve beraberliğe ihtiyacı var” gibi bir gerekçeyi ileri sürebilirler. Böylece, aslında doğrudan doğruya ilgisi olmamakla beraber, çelişik görüşler, genel ve temel çelişme etrafında kendilerine gerekçeler bulmaya başlayabilirler. İşte bu olasılığı da görerek, somut durumun somut tahlili ilkesinin ikinci yönü üzerinde durulması gerekecektir. Yani, grevin, öbür şeylere olan katmerli ve çeşitli bağıntılarının hiç eksiksiz tümü araştırılacak, incelenecektir. Lenin, bu gerekliliği şöyle özetliyordu: “8. Her bir şeyin (fenomenin vs.) bağıntıları, sadece katmerli ve çeşitli değil, aynı zamanda evrenseldir de. Her şey (fenomen, süreç vs.) her başkaya bağlıdır.”
Burada ciddi bir sorun vardır: Her şeyin “hiç eksiksiz olarak” bilinebilmesi nasıl mümkün olabilir?
Kuşkusuz, bütün çelişmeler ve bağıntılar, gerçeklikte birbirlerinden kesin olarak ayrılamayacak bir bütünlük içinde bulunurlar ve ayrım, ancak belli bir soyutlama ile gerçekleştirilebilir. Önemli olan, bütün karmaşıklığı ve zenginliği, kalıcı ve temel unsurlar bakımından özetleyebilecek bir soyutlamanın yapılabilmesidir. Örneğin, bizim grevimizi incelerken, “acaba Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki sorun, patronun ve greve karşı olan işçilerin eğilimini nasıl etkiler” diye düşünmeye başlamak veya Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki planlarının, ücret artışı için girişilen bir mücadelede ilk elde nasıl bir rol oynayacağını hesaplamaya kalkışmak, tamamen gereksiz bir iştir. Olayı kendi çerçevesi içinde netleştirmek ve derece derece ona etki edebilecek dış unsurları tahlile dâhil etmek, bu türden zaman kayıplarını önler. Dolayısıyla, “hiç eksiksiz tümü” sözü, olayın doğrudan bağıntılı olduğu ilişkilerin “hiç eksiksiz tümü” olarak anlaşılmalıdır.
Son derece değişik yönlü ve siyasal ve toplumsal hayatın bütün koşullarıyla sıkı sıkıya bağlı bulunan olgu içinde, pratik görevlerin yerine getirilmesi için elverişli ipuçlarının bulunması önemlidir. Somut tahlilin başlıca hedefi budur. Somut görevlerin üzerini örten, erteleyen ya da olmadık bağıntılar göstererek ihmal edilmesine yol açan tahliller, devrimci değildir.
Bundan kurtulmak için, gene Lenin’in önerdiği son derece önemli bir yöntem ilkesi daha vardır.

ZİNCİRİN BELİRLEYİCİ HALKASINI BULMAK
“Zincirin belirleyici halkasını bulmak”, dar anlamda, işe nereden başlanacağını belirleyen çelişmeyi bulmak demek değildir. Belli bir anda ortaya çıkıveren bir sorunla uğraşmak ve onu çözene kadar diğer sorunları bekletmek veya sıraya koymak anlamına da gelmez.
Belirleyici halkanın bulunması demek, belli bir süreçte, mücadelenin bütününde veya belli bir alanında hareketi ileri götürecek çelişmeyi güçlendirmek, ya da hareketin gerilemesine yol açacak olguları etkisiz hale getirecek çelişmeyi ve bu çelişme üzerinde hareket etmenin yöntemini bulmak demektir. Böylece, diğer tüm sorunlara bu temel sorunla bağlantısı içerisinde yaklaşmak mümkün olacaktır. Belirli bir çelişmeye, “belirleyici halka” özelliği kazandıran şey, bu çelişmenin birçok başka çelişmenin de çözümünü kendi içinde taşıması ve çözüldüğü takdirde mücadeleyi bir bütün olarak sıçratacak nitelikte olmasıdır.
Lenin, her durumda, mücadelenin daha ileri gitmesinin önünü kesen temel sorunu formüle etmekte, mücadelenin bir üst aşamasına sıçrayabilmek için bu sorunun doğru çözümünü ortaya koymakta, bir kez bu yakalanan çelişmeyi çözene dek tüm teorik ve pratik ilgisini orada yoğunlaştırmakta, gerçek bir usta idi. Bu açıdan bakılınca, Bolşevik Devrimi’ne kadar uzanan bütün bir mücadele süreci, Lenin’in üzerinde yoğunlaştığı belli başlı birkaç “belirleyici halka”ya indirgenebilir. Örneğin, Lenin’in ekonomizme karşı mücadeleyi, en önemli sorun olarak görmesi ve siyasal mücadelenin belirleyici rolüne ilişkin görüşlerini geliştirerek, büyük bir mücadele başlatması, hareketin gelişmesinde son derece önemli bir rol oynamıştır. Bolşevik Partisi Tarihi, bu olayı şöyle özetlemektedir: “1899 yılında bir grup ‘Ekonomist’, bir manifesto yayınladılar. Devrimci Marksizm’e karşı çıktılar ve proletaryanın bağımsız siyasi partisinin yaratılmasından vazgeçmeyi, işçi sınıfının bağımsız siyasi taleplerinden vazgeçmeyi talep ettiler. ‘Ekonomistler’, siyasi mücadelenin liberal burjuvaziye düşen bir iş olduğu, işçilere gelince, işverenlere karşı iktisadi mücadelenin onlar için tamamıyla yeterli olduğu düşüncesindeydiler.
Lenin, bu oportünist belgeyi görür görmez, civar yerleşim birimlerindeki siyasi sürgünlerden Marksistlerin bir konferansını topladı ve başta Lenin olmak üzere, 17 yoldaş, sert bir protestoyla ‘Ekonomistlerin görüşlerini mahkum ettiler. Lenin tarafından kaleme alınan bu protesto, Rusya’daki Marksist örgütler arasında dağıtıldı ve Rusya’da Marksist düşüncenin ve Marksist partinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynadı. Rus ‘Ekonomistleri’ yurtdışındaki sosyal-demokrat partiler içindeki Marksizm düşmanlarıyla, Bernsteincılar denilenlerle, yani oportünist Bernstein’ın yandaşlarıyla, aynı görüşü vaaz ediyorlardı. Bu yüzden Lenin’in ‘Ekonomistler’e karşı mücadelesi, aynı zamanda uluslararası oportünizme karşı bir mücadeleydi.” (Stalin, Eserler, Inter Yayınları, 1990, C. 15, s. 39)
Bu olayda ve sonrasında gelişen olaylarda, “belirleyici halka” kavramına ilişkin olarak yukarıda saydığımız tüm özellikleri görebiliriz. Lenin, Rusya proletaryasının en acil sorununun örgütlenme olduğu bir süreçte, mücadelenin bütününde hareketi ileri götürecek çıkış noktasını yakalamış, aynı zamanda hareketin gerilemesine yol açacak olguyu etkisiz hale getirecek çelişmeyi ve bu çelişme üzerinde hareket etmenin yöntemini bulmuştur.
Bu yakalanan ilk “belirleyici halka”nın ardından, Lenin, Rusya çapında büyük bir illegal Marksist gazetenin kuruluşunu tasarlamaya başladı. Bu da, o anda yakalanacak belirleyici halka özelliği gösteriyordu. Rusya çapındaki küçük Marksist çevrelerin ve örgütlerin birbirleriyle bağı yoktu ve her yerde, amatörlük, yerellik, ideolojik kafa karışıklığı egemendi. Bütün bunların üstesinden gelebilmek ve gerçek bir proletarya partisini kurabilmek için, çıkış noktası böyle bir gazete olabilirdi. Ne var ki, bu tasan, yalnızca bir “gazete çıkarmak”tan ibaret değildi. İç içe geçmiş bir dizi sorunu birlikte getiren ve her birinin çözümü için ayrı örgütlenmeler, ilişkiler ve mücadeleler gerektiren bir süreçti. Bu sürecin, “karşıtların birliği ve mücadelesi” ve “belirleyici halka” kavramları açısından ayrıca incelenmesi öğretici olacaktır. Daha sonraki gelişmeler, Lenin’in her adımda “can alıcı nokta”yı nasıl büyük bir başarıyla yakaladığının örnekleridir. “Ne Yapmalı?”nın yazılması, Parti içinde Menşevizmin alt edilmesi, Marksist devrimci proleter partinin örgütsel temellerinin atılması vs. Bu sürecin son noktası olarak, Lenin’in “Nisan Tezleri” başlığı altında toplanan çalışmaları da ayrıca incelenmeye değer. Orada, yeni bir durum karşısında, eski formülleri, eski taktikleri bir yana bırakarak, tarihsel durumun ihtiyaçlarına en uygun sloganları, örgütlenme ve mücadele biçimlerini yaratmanın en parlak örneklerini görürüz. Bu örneklerden çıkarılacak temel ilke şöyle özetlenebilir: “Belirleyici halkayı bulmak”, bir sorunu, bir çelişmeyi temel çıkış noktası olarak ele alıp, diğer sorun ve çelişmelerin çözümünü de içeren bir genel yol izlemek demektir. Böylece, belli bir anda “belirleyici halkayı oluşturan” sorunun çözümünden diğerlerine geçiş, bir zincirin halkalarını sırayla ve teker teker elden geçirmek gibi değildir. Her halka, bir diğerinin içindedir ve birinin çözümü diğerinde de ilerleme ve basan olasılığını yükseltir.
“Belirleyici halkayı bulma” ilkesi, esas olarak, karşıtların birliği ve mücadelesi yasasının pratik bir sonucu olarak doğduğuna göre, çelişmelerin hareket tarzına uygun olarak hayata geçecektir. Mücadelenin tek yönlü bir çizgi gibi ilerlemediği, zikzaklar, geri dönüşler ve sıçramalar halinde geliştiği göz önünde tutulduğunda, bir dönem için, çözümü en acil, en zorunlu olarak kendini kabul ettiren bir sorunun, hemen bir an sonra, ikincil bir sorun haline gelebileceğini görürüz.
Özetle, “zincirin belirleyici halkası”, her    \ durumda somut durumun somut tahliliyle bulunabilir.

ÖZ VE GÖRÜNÜŞ
Marksist diyalektiğin araştırma yöntemi  olarak genel ve temel ilkesinin, “soyuttan somuta” doğru ilerleyen bir süreci önerdiğini, yazımızın önceki bölümünde ele almıştık. Bu ilke, “öz ve görünüş” kategorisi içinde, nesnel ve pratik bir anlam kazanır. Herhangi bir olayın, sürecin ya da nesnenin, birbirinden ayrılmayan iki yanı olduğu düşüncesi, antik çağdan bu yana bütün felsefi sistemlerde işlenmiştir. Biri, hemen algılanabilen, dolaysız olarak görülebilen, değişken ve geçici yan,  diğeri ise, derinde, kalıcı ve değişmeye karşı görece dirençli bir diğer yan. Devrimci pratik açısından, olayların, nesnelerin ya da düşüncelerin değişmesi ve dönüşmesi, onların özsel olarak değişmeleri demektir. Görünüşün değişmesi, her zaman özün değişmesi demek değildir. Fakat özdeki herhangi bir değişiklik, mutlak olarak görünüşte de değişmeye yol açar. Şu halde, devrimci eylemin esas yöneleceği hedef, her türden varlığın özü olacaktır.
Diğer yandan, eylemin hedefini bulabilmek için, izlenecek genel yol, “görünüşten öze doğru” olacaktır.
Bu, hiç nedensiz ortaya çıkıvermiş ya da rasgele bir araya yığılmış gibi görünen olay ya da süreçlerden yola çıkarak, onların hareketlerini ve gelişimlerini belirleyen iç bağıntılarına ve bu bağıntıların aralarındaki nedensel, zorunlu ve görece kalıcı-sağlam bağıntılara ulaşmak demektir.
Öz, daima bir çelişme halinde kendisini ele verir. Bu, diyalektik materyalizmin, diğer felsefi sistemlerin “öz” kavramına yaklaşımlarının tam karşıtı olarak ileri sürdüğü bir tezdir. Eski sistemlerde, öz “değişmeden kalan ve her türden değişikliğin kaynağında bulunan” olarak anlaşılırdı. Diyalektik materyalizm ise, “değişmeden kalma” özelliğinin görece olduğunu saptarken, bunu da özün çelişkili oluşu ile açıklamaktadır. Çelişkili olan bir şey, hareketsiz ve değişmez olamaz. Tüm dünyaya dönüştürülmesi gereken bir şey olarak bakan Marksist diyalektik, değiştirme ve dönüştürme eyleminin hedefi olarak da olayların ve olguların özünü koyar. Bunun karşısında, burjuva ya da küçük burjuva tarzda siyaset, görünüşteki değişikliklerle yetinir. Bunun tipik örneği, reformizmdir. Kapitalizmin özünün yani emek ve sermaye arasındaki çelişmenin, ya da üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişmenin devam ettiği koşullarda, “sosyal devlet”, “refah toplumu”, “katılımcı demokrasi” gibi görünüşe ilişkin değişiklikler yapılabileceğini ileri sürmek ve bunları siyasi hedef olarak görmek, reformculuktur. Kapitalizm, kendisini adaletsizlik, eşitsizlik, yoksulluk, bürokratik devlet egemenliği vs. biçimler altında gösterir. Bu görünüşe takılıp kalmak ve bunların giderilmesiyle sömürünün kalkabileceğini düşünmek, “derinde yatan çelişmeyi” görmemek demektir. Fakat eğer görünüş özellikleri doğru değerlendirilemezse, özü yakalamak da mümkün olmayacaktır. Çünkü öz, görünüşün içindedir ve ondan ayrı bir varoluşu yoktur. Somut, görünür olaylardan yola çıkarak, bunlar arasındaki zorunlu bağıntıları, kökendeki “kalıcı” ilişkileri bulmak gerekir. Lenin, şöyle der: “Görünüş, özün belirtmelerinin birinin içinde, ilişkilerinin birinin içinde, anların birinin içinde bulunmaktadır”.
Bu birliğin görülmemesi, bir yandan reformizme yol açarken, diğer yandan “sol” oportünizme de kaynaklık eder. Görünüş, gündelik hayatın ilişkileri içinde kapitalizmin kitleler tarafından kavranışının belirli bir düzeyini verir. Kitlelerin kapitalizme karşı muhalefetlerinin esasını bu görünüş özellikleri oluşturur. Bunu ihmal eden bir devrimci çalışma tarzı, yani yalnızca özü esas alan, kitlelerin gerçek yaşam koşullarının pratik görünümünü bir yana bırakan eylem ve siyaset, “sol” oportünizmdir. Oysa diyalektik materyalizm, öz üzerinde ancak görünüş aracılığıyla etkide bulunabileceğimizi öğretmektedir. Sosyalist siyasal bilinç düzeyine yükselmiş bir işçi için sadece görünüşe ait özellikler olan olaylar, geniş kitleler açısından “öz” gibi kavranabilir. Önemli olan, bütün “kötü-lüklerin ve aksaklıkların” kaynağını, bu kötülük ve aksaklıkların teşhiri temelinde gösterebilmektir. Bugün halkın çok büyük bir çoğunluğu, burjuva partilerden ve kurumlardan herhangi bir çözüm gelemeyeceğine inanıyor. Partiler işlevsizdir, parlamento çökmüştür, ordunun herhangi bir ilerleme getiremeyeceği görülmüştür vs. Fakat gene aynı kitleler, bunun nedenini, idarecilerin yeteneksizliğinde, ahlaksızlığında, hırsızlığında, tembelliğinde vs. vs. görmektedir.
Devrimci ajitasyon ve propaganda açısından önemli olan; özü, bu görünüşten yola çıkarak gösterebilmektir.

OLANAK VE GERÇEKLİK

İnsanlığın bütün ilerleme tarihi, elde bulunan, ulaşılabilir ve kullanılabilir nesnelerden ya da ilişkilerden, yeni ve değişik türde nesneler ve ilişkiler yaratmak olarak özetlenebilir. Devrimci eylem de, aynı çizgiyi izler. Hiç yoktan, sıfır varlıktan bir ilerleme, bir devrimci sıçrayış, kitleselleşme ya da örgütlenme doğmaz. Bütün bunlar, kapitalizmin yarattığı çelişmelerin sunduğu “olanaklar”ın, belli bir amaç doğrultusunda yeniden düzenlenip işlenmesi ve değiştirilmesi ile gerçekleştirilir.
Burada üç önemli nokta vardır:
-Birincisi, hangi olanakların hangi gerçekliğe ulaşabileceğini bilmek;
-İkincisi, olanağın gerçekleşmesini sağlayacak gücün ne olduğunu bilmek;
-Üçüncüsü, belli bir olanaklar toplamını belli bir gerçekliğe ulaştırılmasının yöntemini ve araçlarını bilmek.
“Gerçeklik”in, pek çok tanımı yapılabilir. Fakat bizim konumuz açısından “Gerçeklik”, devrimci partinin ulaşılması gereken hedef olarak formüle ettiği durumdur. Kısacası, temel gerçeklik, devrim ve sosyalizmdir. Birinci nokta açısından bakıldığında, bu gerçeğe ulaşmak için, kapitalizm içinde hangi olanakların bunu hazırlayabileceğini bilmek gerekmektedir. Marx öncesinde de, insanlığın eşit, özgür ve sömürüşüz bir toplumda yaşaması için birçok tasarı ve siyasi plan geliştirilmişti. Ancak bütün bunlar, kapitalizmin doğasını, işçi sınıfının rolünü ve ulaşılacak hedefin niteliklerini tanımadığı için, bilimsel bir yol önermekten uzak kalmışlardı. Marx, kapitalizmin sosyalizme zemin hazırlayan bir olanaklar toplamı olduğunu, onun çelişkilerini açığa çıkararak gösterdi. Kapitalizmin yıkılmasının hangi temel çelişme dolayısıyla olacağını buldu.
Gene Marx öncesi sosyalistler, sosyalizmi kuracak sosyal gücün ne olduğu konusunda tam bir belirsizlik içindeydiler. “İyi niyetli burjuvaların” fabrika koşullarını ve sosyal hayat tarzını değiştirerek yoksulluğa son verebileceklerine inanıyorlardı. Marx, sınıf mücadelesi teorisini ortaya koydu ve işçi sınıfının tarihin ilerletici gücü olduğunu ileri sürerek, sosyalizm gerçeğine hangi güçle varılabileceğini gösterdi.
Kapitalizmin ortaya çıkardığı olanakların hangi araçlarla sosyalizm gerçekliğine dönüştürülebileceği sorusunun cevabını da gene ilk kez Marx verdi. Enternasyonal işçi sınıfı örgütleri ve devrimci sınıf mücadelesinin aygıtı olarak işçi sınıfı partisi, fikri, yöntem ve araç sorusunun cevabını oluşturdu. Daha sonra Stalin, bu fikri, Leninist parti teorisinin ışığında şöyle formüle etti: “Olanak henüz gerçeklik değildir. Bir olanağı gerçeklik haline getirmek için öncelikle ‘kendiliğinden’ gidiş oportünist teorisini reddetmek gerekir… Bir olanağı gerçeklik haline getirmek için, aralarında Parti çizgisinin ve bu çizginin doğru uygulanışının hiç de sonuncu rolü oynamadığı bir dizi önkoşul gereklidir.”
Lenin, devrimci bir eylemin önkoşulu olarak, nesnel durumun sunduğu olanakların değerlendirilmesi gereğini pek çok kez vurgulamıştır.
Gerek Stalin’in yukarıda andığımız sözlerinde, gerekse Lenin’in genel tavrında, olanak ve gerçeklik arasındaki ilişkiye daima etkili bir özne açısından bakıldığını görüyoruz. Devrimci bir programın ve planların yürütülmesinde, olanakların kendi başlarına bir gerçekliğe ulaşamayacakları, onlar üzerinde bilinçli ve örgütlü bir sosyal gücün işlem yapmasının zorunlu olduğu göz önünde tutulur. Önemli olan, hangi olanağın, hangi gerçekliğe, hangi güç eliyle ulaştırılabileceğinin ve bu gücün hangi yöntem ve araçları kullanacağının tespit edilmesidir.
Toplumsal olanaklar, daima bir çelişme halinde kendilerini gösterirlerken, aynı zamanda çelişen güçlerin karşıt planları için  aynı derecede “olanak” olabilirler. Özellikle, işçi sınıfı açısından, daima devrimin ciddi bir sorunu olagelmiş olan ara sınıflar, hem işçi sınıfı için, hem de karşıdevrimci burjuvazi için, bir olanaktır. İşçi sınıfı, ittifak kurmak, devrimi birlikte yürütmek ve zafere ulaşmak için ara sınıfları, yani orta ve yoksul köylülüğü, küçük burjuvaziyi, işsizler kitlesini kendi yanına çekmeye çalışır. Onların tekelci kapitalizmle olan çelişkilerini, sosyalizmi gerçekleştirmek için bir olanak olarak görür. Diğer yandan burjuvazi de, işçi sınıfının toplumsal etkisini sınırlandırmak, onu yalnız bırakmak ve kapitalizmin siyasi iktidarını sürdürmek için, aynı kitlelerin gücünü kendi olanağı olarak kullanmaya çalışır. Almanya’da ve İtalya’da faşizm, bu ara sınıf ve tabakaların mülkiyetle olan ilişkileri dolayısıyla komünizmden korkan yönlerine seslenerek (bir başka deyişle, onların içinde bulundukları çelişmenin karşıdevrimci yönüne abanarak) büyük ölçüde bu kitleleri komünist işçi hareketine karşı seferber edebildiği için başarıya ulaşmıştır. İşçi sınıfının iktidara geldiği ülkelerde ise tam tersi gerçekleşmiştir. İşçi sınıfı ara sınıf ve tabakaları burjuvaziden koparabildiği ölçüde zafere yaklaşmaktadır. İşte, ortada bir olanak vardır: Ara sınıf ve tabakaların kitlesel sosyal gücü! Bunun hangi temel güç tarafından hangi gerçeklik için ve hangi yöntem ve araçlarla harekete geçirileceği, belirleyici bir sorun halindedir.
Bu model, en basit bir grevden bir sokak eylemine kadar değişik devrimci eylem biçimlerinde gözetilecek temel ilkeleri görmeye elverişlidir. Kendi halinde herhangi bir sosyal güç ifade etmeyen, ama karşıt sınıfların elinde birbirlerine karşı kullanabilecekleri maddi bir güç haline geliveren çelişkileri yakalamak,  çelişmenin devrimci yönüne abanmak işçi sınıfının siyasal partisinin en genel taktik çizgisidir.
Diğer taraftan, her gerçeklik, aynı zamanda bir olanaktır.
Bu ilke, hareketin sürekliliğinin ve bir aşamadan diğerine geçişin iç çizgisini tanımamız bakımından önemlidir. “Gerçek” ve “olanak” birbirinden kopuk değil, iç içedirler. Her gerçek, nasıl “bir olanağın gerçekleşmesi” ise, olanak da, “gerçek olgu ve olayların içindeki nesnel gelişme eğilimi” olarak kavranmalıdır.
Genel olarak, “olanaklı” kavramı, “gerçekleşmesi için gerekli koşulların sağlanmasıyla ya da gerçekleşmesini engelleyen koşulların yok edilmesiyle gerçekleşecek olan” diye tanımlanır. Bu tanım, olanaklı olanın gerçek haline gelebilmesi için, bir öznel etkenin gerekli, hatta zorunlu olduğunu ortaya koyar. Fakat bu, bir olanağın içindeki “zaten hazır olan” bir şeyin açığa çıkarılacağı, ya da her olanağın tek bir yönde gerçekliğe doğru gelişeceği biçiminde anlaşılamaz. Olanağın içinde bulunan, gerçeğin kendisi değil, onu oluşturacak olan unsurlar ve dinamiklerdir.
“Olanaklı” kavramının karşıtı, “olanaksız”dır. Bu, nesnel hareket yasalarına, nesnel gelişme eğilimlerine aykırı olan, gerçekleşemez olan anlamına gelir. Örneğin, Marx, bir soyutlama düzeyinde, kapitalizmin olanaklarının sonuna kadar olgunlaşmadığı koşullarda, sosyalizmin olanaksız olduğunu düşünüyordu. Fakat Lenin, görece geri bir Asya ülkesinde, sosyalist devrim için, ulusal ve uluslararası başka dinamiklerin bulunabileceğini gösterdi. Şu halde olanak ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi doğru kurabilmek için “somut durumun somut tahlili” büyük önem taşımaktadır. Bu, bir olanağı, mevcut bir gerçeklik olarak görmek demektir.
Genellikle, nesnel olarak bir belirsizlik aşamasında bulunulduğu, ya da nesnel eğilimlerin yönü ve gerçekleşme gücü yeterince açıklık kazanmadığı durumlarda, olanak henüz, bir “soyut olanak”tır. Pratik etkinliğin başlıca konusu, “soyut olanağı”, “somut olanak” haline getirmektir. Öyleyse, devrimci pratik, esası bakımından bir somut olanağı gerçeklik haline getirirken, soyut olanakları da, somut olanak olarak belirginleştirir. Bu açıklığın sağlanmaması, olanağın gerçeklikten koparılması sonucunu doğurur. Böylece, nesnel eğilimlerle uyuşmayan tasarılarla ve özlemlerle, gerçek dışı düşüncelerle, yanılsamalarla, güç ve zaman kaybedilir.
Bununla birlikte, yalnızca gerçekleşebilir olanaklar üzerinde çalışmak da, devrimci bir tutum değildir. Lenin şöyle der: “Özlemi duyulacak savaşım, olanaklı olan savaşımdır ve olanaklı olan savaşım, belli bir anda verilmekte olan savaşımdır! Bu, kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünist eğilimin ta kendisidir.”
Devrimci hayal gücü ve ayaklanan yığınların enerjisi, kendisini 1968 olaylarında şu sloganla ifade ediyordu: “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” Oysa genellikle “gerçekçilik” ancak olabilecek olanın istenmesi diye tanımlanır. Bu sloganda, Lenin’in “oportünist eğilimin ta kendisi” olarak tanımladığı o türden gerçekçiliğe, kökten bir başkaldırma vardır.
“Savaşımın kaderini önceden tamı tamına hesaplamaya yönelik her girişim, şarlatanlık ve affedilmez bir ukalalık olur” der, Lenin. “Kazanmayacağımız savaşa girmeyiz” diyerek, her türden mücadeleyi “olanaksız” gösteren oportünist ve revizyonist siyasi akımlar, bir savaşın kazanılma olanaklarının savaşarak elde edilebileceğini göz ardı etmektedir. Lenin, “Marksizm’i tüm diğer sosyalist teorilerden ayıran şey, nesnel durumun ve nesnel evrim çizgisinin tamamen bilimsel bir incelemesi ile kitlelerin -ve de tabii ki, sınıf ile aktif ilişki kurabilen bireylerin, grupların, örgütlerin ve partilerin- devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının en etkili bir kabulünü fevkalade bir şekilde birleştirmesidir” derken, koşulları tamı tamına hesaba katan bir sübjektif etkenin atılganlığını da, devrimci bir olanak olarak tanımlamaktadır. Öyleyse, yalnızca nesnel ve dış koşullar değil; bizzat sınıfın örgütlü gücü ve bu gücü seferber edecek, ileri doğru atılımını gerçekleştirecek irade de, olanaklar cümlesinin içindedir.

NEDENSELLİK
Olanak ile gerçeklik arasında, birinden diğerine geçerken rol oynayan bağıntılardan biri çelişme ise, diğeri nedenselliktir.
Nedensellik, metafizik sistemlerde, özellikle pozitivizm tarafından, bir dönem boyunca “evrenin temel yasası” olarak adlandırıldı ve “belirli koşullarda, belirli nedenler, aynı sonuçlan doğranırlar” biçiminde formüle edildi. Bu tanım, özellikle fizik ve kimya gibi doğa bilimlerinin laboratuar deneylerinin bir özetini vermekteydi ve toplumsal olaylar bakımından bir geçerliliği yoktu. Fakat sosyolojinin kurucusu olarak anılan Auguste Comte, toplumsal olayların da fizik olaylar gibi kesin neden-sonuç bağıntılarıyla gerçekleştiğini savunarak, bir kez temel nedenler bulunur ve değiştirilirse, devrimlerin de önlenebileceğini ileri sürdü. Ancak, bir dönem sonra, özellikle de fizikte, atom-altı hareket biçimleri keşfedilince, nedensellik yasası, eski itibarlı yerini kaybetti. Auguste Comte’un rüyası ise hiçbir zaman gerçekleşemedi. Çünkü toplumsal olaylar, mekanik neden-sonuç ilişkileri biçiminde gerçekleşmiyor, birçok bağıntı ve çelişme, farklı koşullar yarattığı gibi, aynı nedenlerden aynı sonuçların doğmasını da engelliyordu.; Gerçekten, henüz fizikte söz konusu gelişmeler doğmadan önce, toplumların diyalektiğini göz önünde tutan Engels, şöyle diyordu: “Hareket halindeki maddeyi gözden geçirirken dikkatimize çarpan ilk şey, ayrı cisimlerin kendi hareketlerinin karşılıklı bağlantısı, bunların birbirleriyle belirlenmeleridir. Ama belirli bir hareketi bir başkasının izlediğini bulmakla kalmayız, hareketin doğada meydana gelmesini sağlayan koşulları meydana getirerek belirli bir hareketi sağlayabildiğimizi, hatta doğada hiç bulunmayan hareketleri de (sanayi), hiç değilse başka bir biçimde meydana getirebildiğimizi, bu hareketlere önceden saptanmış bir yönü ve yaygınlığı verebildiğimizi de görürüz. Bu yoldan, insanların faaliyeti ile nedensellik fikri, bir hareketin başka bir hareketin nedeni olduğu fikri kurulur.”
Basitçe, bir hareketi diğerinin izlemesi ve birincinin diğerinin nedeni, ikincinin ise, öncekinin sonucu olarak görünmesi, doğada ve toplumda bir “nedensellik” bağıntısı bulunduğu düşüncesini yaratmıştır. Bazı olaylar arasındaki etkileşimlerin düzenli bir tekrarlanma görünüşü verdiğini biliriz. Isıtılan metaller genleşir, yere bırakılan taş düşer; ya da ekonomide, arz ve talep arasındaki ilişki, fiyat dengesini belirler gibi…
Bu örneklerde ‘73 önceki olguların sonrakilere yol açtığını tekrar tekrar gözlemleyebilmemiz, birinci olgularla ikinciler arasında birer nedensellik bağıntısı kurmamıza olanak sağlar. Toplumsal olgular arasında ise, nedensellik bağıntısı, çelişki, olanak ve gerçeklik bağıntılarının içinde ve onların hareketinin bir unsuru olarak önem kazanır. Mekanik, idealist nedensellik anlayışı, doğa bilimlerindeki kesinliğine yakın bir nedenselliği toplumda da arar ve her olayı bu bağıntı aracılığıyla açıklamaya çalışır. Diyalektik açıdan, belli bir toplumsal olayın nedenini bulabilmek demek, onun “aynı koşullarda tekrarlanabileceğim” kesinlikle bilmek anlamına gelmez. Tarihsel-toplumsal olayların başlıca özelliği, “tekrarlanamaz” oluşudur. Fizik ve kimyanın “belli nedenler, belli koşullarda aynı sonuçlan doğururlar” biçimindeki kuralı, toplumsal hareketlerde, ancak, “belli nedenlerin, kendilerine özgü koşullarda, belli sonuçları doğurabilmesi bir olasılıktır” biçimini alabilir. Örneğin, eğer bir toplusözleşme dönemi, sert ekonomik kriz koşullarına denk gelmişse, bundan bir genel grev çıkabileceğini düşünebiliriz. Çünkü tarihte, diğer ülkelerde buna benzer olaylar yaşanmıştır. Fakat bu yaşanmışlık, olayın tekrarlanmasını zorunlu kılmaz. Kriz koşullarında, siyasi durum ve işçilerin bir genel greve hazır olup olmamaları, bu “neden”in, o “sonuç”a ulaşmasını sağlayabilir de sağlayamayabilir de. Geçmişte böyle bir bağıntının bulunması, şimdi de onun tekrarlanacağı anlamına gelmez. Fakat devrimci eylem, bu olayda, geçmişte olup bitenlerin hangi koşulları gerektirdiğini araştırarak, eksik koşulları tamamlamaya yönelir. Nedensellik bağıntısının rolü burada önem kazanır.
Toplumsal olarak nedensellik bağıntısının sınanabileceği ve geliştirilebileceği tek yer eylem alanıdır. Çünkü doğa bilimlerinde tanımlandığı biçimiyle nedensellik bağıntılarının toplumsal süreçleri açıklama gücü sınırlıdır ve mekanizme düşmeden, çoğu kez salt nedensellikle açıklanabilecek hiçbir toplumsal olay yoktur. Engels şöyle der: “Tek tek olayları anlamak için onları genel iç bağıntıdan ayırmak, tecrit edilmiş halde ele almak zorundayız ve o zaman değişen hareketler biri neden, öteki sonuç olarak görünür (…) Aynı biçimde, neden ve sonucun, ancak özel bir duruma uygulandıklarında geçerliliği bulunan kavramlar olduklarını, ama bu özel durumu, dünyanın bütünü ile genel bağıntısı içinde düşünmeye başladığımız andan itibaren, bu kavramların, neden ve sonuçların sürekli olarak görev değiştirdikleri, şimdi ya da burada sonuç olanın, başka yerde ya da sonra neden -ve tersi-, durumuna geldiği evrensel karşılıklı etki görünümü içinde birleştiklerini, birbirlerine dönüştüklerini görürüz.” Lenin, Engels’in sözlerine şu yorumu ekler: “Böylece, insanın neden ve sonuç kavramı, bir tek evrensel sürecin şu ya da bu yanını yapay olarak yalıtarak ancak yaklaşıklık içinde yansıttığı doğa görüngülerinin nesnel ilişkilerini her zaman biraz yalınlaştırır.”
Mekanik düşünce tarzı, toplumsal süreçleri sadece mekanik neden-sonuç tepkimelerine indirger. Böylece, örneğin, bir gerilla mücadelesi, belli bir ülkede, belirli tarihsel koşullarda belli bir başarıya yol açmışsa, aynı nedensellik ilişkilerinin geçerli olduğunu düşünerek, onu tekrarlamaya kalkışır. En sık görülen “sol” ya da sağ oportünist taktiklerin temelinde, bu geçersiz nedensellik düşüncesi yatmaktadır. Diyalektik düşünme tarzı ise, nedensellik bağıntısının, karmaşık sosyo-ekonomik süreçleri anlamada bir sadeleştirme kolaylığı sunması açısından önemli bulur; fakat bunun nesnel ilişkilere ancak soyut ve kaba bir yaklaşım olduğunu da bilir.

BAŞLICA HATALI UYGULAMALAR VE DİYALEKTİĞİN MİLİTAN TARZDA KULLANILMASI

Diyalektiğin militan tarzda uygulanması, onu yalnızca bir eylem kılavuzu olarak benimseyip yalnızca eylem alanının sorunlarına uygularken değil, düşünürken ve tartışırken de, dünyayı kavramanın ve değiştirmenin aracı olduğunun bilincinde olmakla mümkündür. Fakat çoğu kez diyalektik, özellikle kolaylaştırmak amacıyla yazılmış el kitaplarının etkisiyle, verimsiz tartışmaların dolgusu haline gelebilmektedir. Diyalektiğin demagojik tarzda kullanılması, kendini çabuk ele verir. Bir de, iyi niyetle, fakat bilgisizlik dolayısıyla diyalektiği bozmak ya da yanlış kullanmak söz konusu olabilir. Bu bölümde, bu türden hataların en sık rastlananlarına dikkat çekeceğiz.
Somut Tahlil Yerine, Kurmaca (Felsefî) Çıkarsamalar Yapmak:
Lenin, somut durumun somut tahlili ilkesini öne sürerken, devrimci sınıf hareketine ilişkin her türden çalışmanın, “masa başında uydurulmasına” da karşı çıkıyordu. Bu, doğrudan doğruya, eylemin doğasının yakından bilinmesini öneren devrimci bir ilkedir. Hareketin dışında, onun gerçek güç ilişkilerini ve çelişkilerini tam olarak bilmeden, hareketin her anında değişebilecek durumlara uygun yöntem ve araçlar geliştirme olanağını taşımadan, hareketin geçmişini ve şimdiki durumunu kesin veriler düzeyinde bilmeden geleceğe ilişkin çıkarsamalar yapmak, yollar yöntemler önermek, devrimci sorumlulukla bağdaşmaz. Diğer yandan bu türden çıkarsamalar ve öneriler, hemen hemen her zaman, çok genel ve soyut formüllere dayanılarak yapılır. Bu, kitle hareketinden kopuk, sınıf hareketinin dışında kalmış küçük burjuva siyasi hareketlerin genel özelliğidir. Bunun tipik örneği, geçmişteki THKP-C belgeleri ve teorik yazılarıdır. Bunlarda, devrimci bir örgütün taktik ve strateji sorunlarının mı tartışıldığı yoksa felsefi bir sorunun mu tartışıldığı kolayca fark edilemez. Diyalektiği, düşünmenin ve davranmanın içeriği olarak değil de, düşünceyi ve davranmayı açıklamanın dış biçimi olarak kavrayan herkes, aynı hatayı işleyecektir.
Bu türden bir başka hata, toplumsal ve siyasal olayları diyalektik tarzda açıklamak adına, sürekli olarak doğa bilimlerinden örnekler vermek biçiminde görülmektedir. Suyun kaynaması ile toplumsal devrim arasında kurulan benzetme, bir yandan toplumsal devrimin karmaşık ve çok yönlü ilişkilerini göz ardı eden bir kolaylaştırmaya yol açmaktadır, bir yandan da, diyalektiğin başlıca yasalarından birinin, nicelikten niteliğe geçiş yasasının, kaba ve mekanik bir tarzda anlaşılıp yorumlanmasını yaygınlaştırmaktadır. Ya da, biyolojinin, genetiğin yasalarını, toplumsal gelişmenin yasaları gibi kabul ederek, iki ayrı hareket biçimi birbirine eşlene-bilmektedir.
Diyalektik materyalizm, doğada, toplumda ve bilinçte meydana gelen tüm hareket biçimlerinin en genel yasalarını bulmaya çalışır. Ama bu, bir hareket biçiminde geçerli olan özel yasaların diğerlerine uygulanabileceği anlamına gelmez.
Toplumsal ve siyasal olaylar, yalnızca toplumsal ve siyasal ilişkiler zemini üzerinde geçerli olan yasalarla yorumlanıp açıklanabilir. Fakat bu, genellikle bu ilişkileri yakından izlemeyi, geniş bir ufukla yorumlayabilecek bir birikimi gerektirir. Oysa lise kitaplarında okunan bir kaç doğa bilimi yasasıyla toplumsal olayları açıklamaya çalışmak kolay görünür. İlginçtir, doğa bilimlerinden örneklerle toplumsal ve siyasal hayatı açıklamaya çalışanlar, nedense, toplumsal ve siyasal hayatın olaylarından yola çıkarak biyolojik ve fiziksel olayları açıklamaya hiç çalışmazlar!
– Geçersiz, Mekanik Nedensellik İlişkileri Kurmak:
Basit nedensellik ilişkileri kurmak, çoğu kez durumu açıklamayı ve bir hatayı ya da bir tezi savunmayı kolaylaştırır. Çoğu kez, yanlışlığı açıkça görülebilen kimi görüşler, düşünce tembellerini ya da diyalektik cahillerini kandırabilmek için, nedenselliğin kesinliğine sığınılarak savunulurlar. Örneğin, başka ülkelerde ve başka tarihsel dönemlerde başarılı bir devrime ulaşan savaşım yöntemlerinin aynısını, bugün Türkiye’de uygulamaya çalışanların yaptığı da işte budur: Çin, yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülkeydi, Halk Savaşı taktikleri uygulandı ve zafere ulaşıldı; Türkiye de yan-sömürge ve yarı-feodal bir ülkedir, öyleyse burada da Halk Savaşı taktikleri uygulanmalıdır! Veya Fidel ve Che, dağa çıktıklarında on iki kişiydiler ve Küba’da, devrim kazandı; biz de on iki kişi ve çıkacak bir dağ bulursak, devrimi yaparız! gibi. Bu kadar basit olmayan ve yanlışlığı kolay kolay görülemeyen başka ve karmaşık nedensellik bağıntılarının kurulduğu durumlar da vardır. Dergimizin önceki sayılarında “Ankara yürüyüşleri” hakkındaki eleştirilerde sözü edilen taklitçi eğilimler, geçersiz nedensellik ilişkileri kurmaya bir başka örnektir.
– Yöntemi, eylemin doğasından çıkarmak yerine, örneklerden veya kafadan uydurmak
Diyalektik, tarihte icat edilmiş diğer bütün yöntemlerden, canlılığı ve değişkenliği mümkün bütün boyutlarıyla ve derinlemesine kavramaya yönelmiş olmasıyla ayrılır. Gerek doğa bilimlerinde gerekse sosyoloji gibi insan bilimlerinde kullanılagelen yöntemler, hemen hemen tümüyle kapalı sistemler içinde, deneysel ortamlarda geçerli yöntemlerdir. Toplumsal hareket alanı ise, deney olanağı tanımaz. Değişmez olan hiçbir şey yoktur. Bu yüzden de, belli olay tipleri için her yerde ve her zaman geçerli bir toplumsal mücadele yöntemi olamaz. Bu yüzden, diğer metafizik sistemlerin aksine, diyalektik, yöntem (ya da taktik) kalıplan önermez; hareketin canlı ve değişken doğasını yakından izleyerek geçerli yöntemleri hareketin içinden çıkarmayı öğretir. Bir başka deyişle diyalektik, sadece sınıf mücadelesinin yöntemlerini değil, bu yöntemlerin geliştirilme yollarım öğretir.

SONUÇ
Bir dergi yazısının sınırlan içinde, diyalektik materyalizmin belli başlı kategorilerinin pratik görünümlerini bütün yönleriyle vermenin olanağı yoktur. Zaten, böyle bir çaba, çoğu kez, pratiği reçetelere bağlamak gibi bir anlayışı besleyeceği için, yararlı da olmaz. Bu yazının başlıca amacı, gerek kendi deneylerimizden, gerekse doğrudan doğruya, Marx, Lenin ve Stalin’in devrimci örgütçülük pratiğinden diyalektik materyalizm bakımından sonuçlar çıkarabilmenin başlıca yollarını gösterebilmekten ibarettir. Özellikle dünya proletaryasının büyük öğretmenlerinin eserlerinin ve mücadele süreçlerinin incelenmesi sırasında dikkat edilmesi gereken başlıca özelliklere dikkat çekmeye çalıştık.
Marx’ın KAPİTAL’i, diyalektik mantığın başyapıtı olarak, inceleme süreçlerinin olduğu kadar, eylem süreçlerinin de temel yöntemleri hakkında en genel ve temel bilgileri içermektedir. Ondan, yalnızca birkaç ekonomi politik kategorisini öğrenmek için değil, bu “mantığı” anlamak için de yararlanmak gereklidir.
Özellikle Lenin’in ve Stalin’in eserlerinde, belli bir sorunu ele alış, çözümleme, tartışma ve bir başka soruna bağlayarak genelleştirme yöntemleri açısından ele almak bunun için özel bir dikkat harcayarak okumak, önem taşımaktadır.
Diyalektiği, belli başlı kuralları ve ana çizgileri bakımından tanımış her devrimci, ustaların eserlerinde diyalektiğin bir içerik olarak ne tarzda kullanıldığını araştırmaya yönelmelidir. Diyalektiği, doğrudan doğruya, konuya ilişkin eserlerden ezberleyerek değil, onun devrimci pratik içinde kazandığı büyük değeri tanıyarak öğrenmek gerekmektedir.

Nisan 1994

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑