Barış üzerine değinmeler

1) 1 Eylül, 2. Dünya Savaşı’nın faşizm yenilgiye uğratılarak sona erdirilmesinin anısına, Dünya Barış Günü olarak ilan edilmiştir. 1945 Eylül’ünde, on milyonlarca cana ve dünyanın önemli bir bölümünün harap olmasına neden olan savaş, Sovyet Orduları’nın Berlin’e girmesiyle bitirildi.
Bundan 15 gün kadar önce ABD Japonya’ya atom bombası atarak milyonlarca insanın ölümü ve sakat kalması pahasına kendi hesabına yazılmak üzere bir “barış” gösterisi yapmış, bununla “barış” adına dünya halklarına gözdağı vermeye yönelmiştir.
Dünya Barış Günü’ne adını veren 1 Eylül, halk ve barış düşmanı saldırgan emperyalizmin ancak dişe diş bir mücadele ile alt edilmesi yoluyla barışın elde edilebileceğini göstermiştir.
2) Bugün ise, dünyada barış sadece tehdit edilmiyor; bölgesel savaşların yanında emperyalist devletlerin tek tek ya da birlikte çeşitli ülkelere yönelik silahlı saldırıları sürmektedir.
Körfez Savaşı’nın ardından, Yugoslavya’ya NATO müdahalesi gerçekleştirilmiş, Hırvatistan ve Slovenya’dan sonra Bosna ve Kosova bu ülkeden koparılarak emperyalist saldırganların nüfuz alanına girmiştir.
Afganistan’da savaş sürmektedir; Çeçenya’da Batılı emperyalistlerin kışkırttığı dinci milliyetçilere karşı Rusya bu ülkeye saldırmış, savaş devam etmektedir. Bu arada Haiti ve Somali müdahaleleri olmuş; Ruanda ve Kongo’da, emperyalistlerin birbirlerine karşı müdahaleleri sırasında kitlesel kırımlar yaşanmıştır.
3) Son yıllardaki emperyalist silahlı müdahalelerin orijinalitesi, “tek kutuplu dünya” sürecinde belli başlı emperyalist devletlerin ittifakıyla gerçekleştirilmeleridir. Rusya ve Çin’in çıkardığı çatlak seslerin bugün için belirleyici bir etkisi olmamaktadır. NATO’nun müdahale alanı bu çerçevede genişletilmiş, silahlı saldırılar BM adına yapılmaya başlanmıştır. Yine de Afrika’da ABD ile Fransa birbirlerine karşı değişik güçleri destekleyerek bir kapışma içindedirler. Sonradan ABD ile birlikte davranmayı tercih etseler de Körfez’de Almanya ve Fransa başlangıçta bölgedeki çıkar ve ilişkileri gereği ABD’den farklı bir politika izlemişlerdir.
Avrupa ülkelerinin güçlenmesinin yanında, Rusya’nın toparlanması ve Çin’in gelişmesine bağlı olarak, dünyanın yeniden çok kutuplu bir görüntü alması beklenebilir. Bunun anlamı, emperyalistler arası çelişmelerin, dünyanın yeniden paylaşılması çekişmesinin sertleşmesi ve dolayısıyla yeni bir emperyalist savaş tehlikesinin yükselmesidir.
4) Emperyalist silahlı saldırıların bir diğer orijinalitesi, “insan hakları”, “refah”, “demokrasi”, “barış” vb. taşıyıcılığı gerekçeleri ile düzenlenmeleridir.
Saddam ya da Miloseviç’in cellâtlığı üzerinden yükseltilen “insancıl” ve “barışçı” emperyalizm iddiası, emperyalizmin saldırgan doğası ile çelişmektedir. Dünyanın her yanında para-militer güçleri besleyip destekleyen, her ülkenin içişlerine burnunu sokan, işbirlikçileri yetersiz kaldığında darbeler düzenleyen, bu da yetmezse işgal birlikleri yollayan emperyalistlerin insan hakları ve barış laflarına inanılamaz. Emperyalistler, “insan hakları”, “barış” sözleri ederlerken, dişlerinden tırnaklarına kadar silahlanmakta, işbirlikçilerini ve birbirlerine karşı kışkırttıkları devletleri silahlandırmakta; hemen her ülkede üsler ve dinleme tesisleri bulundurmaktadırlar. Nükleer silahların imhası boş laf olmaktan öteye geçmemekte, tersine ABD’nin bir “nükleer şemsiye” oluşturmaya yönelik trilyon dolarlık “Yıldız Savaşları” projesi popülaritesini korumaktadır. Son yıl içinde silahlanmaya dolaysız olarak harcanan para 130 milyar dolardır. Orduların iaşesi, giydirilmesi, barındırılması vb. için yapılan harcamalar katıldığında hemen her ülkenin bütçesinin aslan payı askeri amaçlarla tüketilmektedir.
“Sosyalizmin öldüğü”, “tarihin sonunun geldiği” propagandalarının, sonucu olarak ileri sürülen kapitalist emperyalizmin “insancıllığı”, silahlanma harcamaları yanında, saldırılarda dökülen kanlar, bombalanan hastane ve diğer sivil hedeflerle boşa çıkmaktadır. Şimdiye kadar olduğu gibi, son silahlı saldırılarıyla da emperyalistler hiçbir yere ne refah, ne demokrasi, ne insan hakları ne de barış götürmüşlerdir.
5) Tersine emperyalizm, çağımızda, bütün diğer haksızlık ve kötülüklerin olduğu gibi, savaşın da kaynağıdır. Bunu görmek için, son yıllarda patlak veren herhangi bir savaşa ve çıkış nedenine yüzeysel bir göz atış yeterli olacaktır. Başta ABD ve özellikle onunla sürtüşmekten kaçınarak güç toplamaya çalışan Avrupalı emperyalistler, çıkarlarıyla çelişen en küçük tutumları bile savaş nedeni saymakta ve saldırıya geçmektedirler. Emperyalizmin temel özellikleri arasında olan hammadde kaynakları ve pazarlar için rekabet ve pazar ve nüfuz alanları peşinde koşma, bütün bu savaşların nedeni olmuştur. Dolayısıyla savaşın kaynağı ve barış karşıtı asıl güç, emperyalizmdir ve barış mücadelesi en başta emperyalizmi hedef almak zorundadır. Anti-emperyalist bir içeriğe sahip olmayan gerçek bir barış mücadelesi düşünülemez.
6) Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya, dünyanın en sorunlu ve çatışmalara en açık bölgelerinin başında gelmektedir.
Son emperyalist müdahaleler bu bölgede gerçekleşti. Avrasya konsepti olarak ileri sürülen ve bölgenin enerji deposu olarak sahip olduğu rolün yanında siyasal-stratejik konumuna da dayanan yaklaşım, hemen tüm emperyalistlerin dilindedir. Dünya jandarması olarak ABD, Doğu’ya açılmaya ve enerji kaynaklarına ulaşmaya çalışan Avrupa’nın büyük devletleri ve toparlanma uğraşındaki Rusya, bölgenin asıl aktörleri durumundadırlar ve aralarındaki işbirliği birbirleriyle kıyasıya rekabet etmelerini ve çatışan çıkarları doğrultusunda sürtüşmelerini engellememektedir.
7) Türkiye, bu çatışma bölgesinin göbeğinde durmaktadır, jeostratejik bir konuma sahiptir ve “enerji koridoru”nun “anahtarı” konumundadır. İçerde henüz tam bitmemiş bir savaşın sancılarını çekmekte olan Türkiye, bölgede, emperyalist çıkar ve politikaların yönlendirdiği hesaplar peşinde “taşeronluk” ve “koçbaşı” rolüne soyundurulmuştur. ABD-İsrail-Türkiye ittifakıyla bu rolü sağlama bağlanan Türkiye “yurtta sulh cihanda sulh” politikasını çoktan terk etmiş, içeride ve dışarıda gerginlik ve şiddeti politikalarının temeli edinmiştir. ABD ile işbirliği halinde dünyanın dört bir yanında operasyonlar düzenleyen ve bölgede kendi çıkarlarıyla birlikte ABD çıkarlarının bekçiliğini yapan İsrail’in rolüne benzer bir rol, belki daha büyük ölçekte Türkiye için tasarlanmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’ye “Yıldız Savaşları” kapsamında yeni silahlar konuşlandırılacağı ve 1000 mil yarıçaplı bir bölgenin ABD patronajında Türkiye’den sorulacağı artık medyaya yansıyan ABD planı durumundadır.
Emperyalistlerin dümen suyundaki Türkiye, özellikle bölgesel bir güç olmaya uğraştığı dünyanın bu en çatışmalı parçasında barışı tehdit eden savaş kışkırtıcısı güçler arasındadır. Bir ayağı K. Irak’tadır; Türkiye-Irak sınırı fiilen ortadan kalkmıştır, aralarında Türk uçakları da olan Türkiye’den kalkan müttefik uçakları Irak’ı durmadan bombalamakta, TSK birlikleri K. Irak’tan çıkmamaktadır. Bir ayağı, Bosna ve Kosova’dadır; iki ülkede de Türk askeri birlikleri bulunuyor. Diğer bir ayağı da; önüne uzatılmış yağlı bir parça olan Bakû-Ceyhan Boru Hattı ve enerji koridoru bekçiliği peşinde, özellikle Azerbaycan üzerinden, ucu Orta Asya’ya kadar uzanan petrol, doğalgaz ve ulusal sürtüşmeler bölgesi olan Kafkasya’dadır.
Türkiye, bu bölgede de, ajanları, askeri uzmanları, “misyonerleri”, uyuşturucu kaçakçıları, her işi yapan işadamları, okulları ve diğer yatırımlarıyla görev başındadır.
Emperyalizmin planları çerçevesinde soyunduğu “görevleriyle” Türkiye, bölgede çıkan ve çıkacak her çatışmanın içine çekilmektedir. NATO’nun genişlemesi ve faaliyet alanını “çeşitlendirmesi” ile birlikte 1000 mil yarıçaplı bölgenin ABD tarafından Türkiye’den ve Türkiye aracılığıyla kontrol edilecek olması, ülkeyi, bir daha kendini kurtaramayacağı bir savaş batağına sürüklemektedir. Bağlandığı emperyalist talan ve savaş arabasının kendisini sürüklediği bu bataklıkta ilerledikçe, Türkiye, bağımsızlığından daha çok şey kaybetmekte, sömürgeleşmesi derinleşmektedir.
8) Türkiye, Yunanistan’la tarihten gelen bir düşmanlık ilişkisi sürdürmüş; bu ilişki Balkanlar’daki çekişmeyi daha karmaşık hale getirmiştir. Emperyalistler, üzerinden çıkar sağladıkları ilişkinin bu biçimde sürmesini sürekli kışkırtmışlar, her iki ülkeyi silah deposuna çevirmiş, yine her ikisine “düşmanını” işaret ederek kendilerine daha fazla bağımlı kılmışlardır.
Yunan tekelci burjuvazisi, ilişkinin taraflarından biri olarak, iki ülkenin birbirine düşmanlaştırılmasında üzerine düşeni yapmıştır; ancak bu konuda “büyük taraf” olan ve neredeyse her şeyi “savaş nedeni” sayan saldırgan tutumuyla Türkiye esas rolü üstlenmiştir.
Ortadoğu ve Balkanların “Yeni Dünya Düzeni”ne uygun yeniden yapılandırılması çerçevesinde Türk-Yunan ilişkileri de, özellikle ABD politikası doğrultusunda yeni bir görünüm almaktadır. Deprem fırsat bilinerek iki ülke arasında estirilen “bahar havası”, Türkiye ve Yunanistan’ın ABD’nin ardında işbirliği yapmalarını öngörmektedir. Aralarındaki sürtüşme nedeni olan sorunlar çözülmeden ertelenmekte ve giderek ABD çıkarlarına uygun çözümlerin önü açılmaktadır.
Deprem sürecinde gelişen dayanışma, iki ülke halkı arasında hiçbir sorun olmadığını, sürtüşmelerin egemenler arasında olduğunu ve işlerine geldiğinde emperyalistler tarafından kışkırtıldığını göstermiştir. İki ülke halkı arasında kardeşlik ve dostluğun ve Ege’nin bir barış denizi olmasının önündeki engel, emperyalistler ve ülke gericilikleridir. Emperyalistlerin müdahalelerinin önünün alındığı koşullarda, kıta sahanlığı, Fır hattı, adalar ve Kıbrıs dâhil, iki ülke arasında halkların kardeşliği, ülkelerin bağımsızlığı ve egemenliği temelinde çözülemeyecek hiçbir sorun yoktur; bu, kuşkusuz, bu sorunların çözümünün emperyalizme karşı dayanışma halinde mücadeleden geçtiği anlamına gelmektedir.
Emperyalistlerin tahriklerinin ötesinde, Türk-Yunan ilişkilerinin olumsuz tarihsel şekillenişinde asıl rol Türkiye’nindir ve bu nedenle, ilişkilerin halkların çıkarına yeniden düzenlenmesinde, bir tarihsel gadre uğramışlığın telafi edilmesi ve halklar arasında güvenin yeniden tesis edilmesi de dâhil, asıl görev, Türkiye’ye düşmektedir.
9) Kıbrıs, Türk-Yunan ilişkilerini ilgilendirdiğinin ötesinde bağımsız bir sorun durumundadır. “Kıbrıs Sorunu”nu var eden, Kıbrıs’a dışarıdan yöneltilmiş müdahaleler ve yabancı güçlerin işbirlikçilerinin ülke içindeki halk karşıtı eylemleridir. Yüzyıllarca kardeşçe yaşamış Rum ve Türk kökeninden gelme Kıbrıs halkı, İngiliz, Amerikan emperyalistleriyle, Türk, Yunan ve Kıbrıs gericilerinin kışkırtma ve eylemleriyle sonunda iki ayrı “devlet” halinde yaşamaya geriletilmiştir. Şimdi Türkiye ile Yunanistan arasında estirilen “Bahar Havasına paralel olarak Kıbrıs Sorunu da emperyalistlerin hesabına uygun biçimde çözülmek üzere “yumuşatılma” sürecindedir. İki gerici; Denktaş ve Klerides özellikle ABD tarafından anlaşmaya zorlanmakta, bu arada özellikle KKTC’de demokrasi ve “Bağımsız Birleşik Kıbrıs” yanlıları ezilmeye çalışılmaktadır.
Emperyalistler ve bölge gericilikleri Kıbrıs’tan el çekmeden ve TSK da dâhil tüm yabancı birlikler ülkeden çekilmeden sağlanacak her “çözüm” yeni çözümsüzlükleri doğuracaktır. Çözüm, halkların kardeşliğine dayalı Bağımsız Birleşik Kıbrıs için emperyalizme ve bölge gericiliklerine karşı mücadeleden geçiyor. Kıbrıs, Kıbrıslılarındır; Kıbrıs sorunu Kıbrıslıların inisiyatifiyle çözülmelidir.
10) Bölgede barışı tehdit eden saldırgan bir pozisyon tutan Türkiye dışa karşı yayılmacı emellere sahipken ülke içinde de buna uygun politikalar izlemektedir.
Silahlanmaya harcadığı para 5 katrilyon lira ile devlet harcamalarının en büyük bölümünü oluşturmaktadır. Ülke savunmasının kesinlikle gereksinmediği kadar büyük çapta saldırı helikopteri, savaş uçağı, füze vb. alımları ihale aşamasındadır, başlı başına bu, şimdiden Türkiye’nin bölgede kendisine biçilen role uygun silahlanmakta olduğunu ortaya koymaktadır.
Derin devleti oluşturan çeteler, özellikle Kürt savaşı içinde palazlanmış, uyuşturucudan kumarhane rantçılığına kadar el atmadığı kirli iş kalmamış, milyarlarca dolarlık bir ekonomik-mali gücü kontrol eder hale gelmiş, binlerce “faili meçhul” cinayetin sorumlusu olarak ülkede demokrasi ve özgürlüklerin başlıca engelleri arasında yer almıştır. MGK, yalnızca devlet hayatını değil toplumu sürekli askerileştirilmekte, ülke silaha dayalı olarak yönetilmekte, şeriat karşıtı olarak takdim edilen 28 Şubat kararlarıyla halk sahte saflaşmalara itilerek bölünmeye çalışılmaktadır.
Demokratik haklar karşısında devletin tutumu, tümünü yok sayıcı, en küçük demokratik muhalefeti ezici içeriktedir. “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde uygulanan “küreselleşme” politikaları, ülkenin “dikensiz gül bahçesi”ne dönüştürülmesini dayatmakta ve hükümetler, özellikle gelmiş geçmiş en saldırgan halk ve emek düşmanı hükümet olan 57. hükümet bu konuda üzerine düşeni yapmaktadır. Grevler yasaklanmakta, sendikal örgütlenme hakkı dâhil örgütlenme özgürlüğü hiçe sayılmakta, partiler kapatılmakta, düşünce özgürlüğü tanınmamakta, kanun hükmünde kararnamelerle hakkını arayan binlerce memurun IMF politikaları doğrultusunda işten atılmasına çalışılmaktadır. Hukuk devleti acil bir ihtiyaç durumundadır. Binlerce muhalif ve “düşünce suçlusu” ile doldurulan cezaevlerinde devletin koruması altında olması gereken onlarca tutuklu kafaları kırılarak öldürülmüştür. Hücre esasına dayanan F Tipi Cezaevi uygulamasıyla “içeridekiler”in fiziki açıdan olduğu kadar ruhsal açıdan da yok edilmesi planlanmakta, muhaliflerin bu yönüyle de ezilmesine çalışılmaktadır.
Ülkede “iç barış”ın sağlanması adına, işçiler, emekçiler ve bütün ezilenlerin egemenler lehine tüm taleplerinden vazgeçmeleri ve onlar önünde tam diz çökmeleri, örneğin yüzde 25’lik hayali enflasyon hedefine uygun olarak ücret artışı istememeleri, IMF dayatmalarına karşı seslerini çıkarmamaları, özelleştirmelerle işsiz bırakılmayı, sigortasız, sağlık hakkından yoksun vb. yaşamayı kabullenmeleri zorlanmaktadır. “Toplumsal barış” adına sendikaların işveren örgütleriyle bir araya gelmeleri, Ekonomik Sosyal Konsey aracılığıyla emekçilere ihanet etmeleri, aydınların muhalif bir düşünce ileri sürmemeleri dayatılmaktadır. Ekmeğe, işe, özgürlüklere karşı böyle bir barış, “toplumsal barış”, barışseverlik adına savunulamaz. Tersine barıştan en çok çıkar sağlayacak olan işçi ve emekçilerin haklarına karşı yöneltilen saldırganlığa karşı mücadele yükseltilmeden ne barış ne de demokrasi savunuculuğu yapılabilir.
11)15 yıllık savaşın ardından Kürt sorunu önemini korumaktadır. Kimlik ve haklar sorunu acil çözümü dayatmakta, savaşın yaralarının sarılması ve köylerinden sürülenlerin aç, sefil, barınaksız durumu bu ihtiyacı büyütmektedir.
Kürt sorunu sadece Kürtlerin değil tüm Türkiye halkının sorunudur ve bu sorunun gönüllülük temelinde çözülmemesi, Türkler üzerindeki baskıların da sürmesini koşullandırmakta; “ezilen halklar üzerindeki baskıya karşı çıkmayan bir halkın kendisi de özgür olamaz” şiarı bir kez daha doğrulanmaktadır. Türkiye’nin demokrasiden nasibini almamış olmasının başlıca nedenleri arasında Kürtlere barış ve hakların reva görülmemesi olduğu kadar; bu sorunun çözümü de ülkenin demokratikleştirilmesi için mücadeleden geçmekte ve tümü emperyalizme karşı mücadelenin başarısına bağlanmaktadır. Barış için öncelikle gerekli olan budur.
Sorunun çözümü doğrultusunda adım atılabilmesi için, ülkenin demokratikleştirilmesinin bir parçası olarak OHAL kaldırılmalı ve bölgede yaşam normalleştirilmelidir. Savaşa dayalı önlemler bir an önce kaldırılmalı, savaştan zarar görenlerin zararları karşılanmalıdır.
12) Sonuç olarak, emperyalistlerle işbirliği halinde ülke içi ve dışında barışa yönelik tehditler karşısında bütün yönleriyle barışın savunulması, en başta emperyalist bağımlılık ilişkilerine son verilmesi için mücadelenin yükseltilmesini gerektirmektedir. Barışın esas düşmanı emperyalizme karşı mücadele edilmeden barış için mücadelenin lafta kalacağı açıktır. Bu nedenle tüm emperyalist kölelik anlaşmalarına son verilmesi, emperyalist ittifaklardan çıkılması ve emperyalistlerle tüm bağların koparılması zorunludur. Bu çerçevede AB’ye girilmemek, Gümrük Birliği’nden çıkılmalı; emperyalizme karşı uzlaşmaz bir mücadele sürdürülmelidir.
Demokrasi için mücadele edilmeden barış için mücadelenin yine lafın ötesine geçmeyeceği kesindir. Gerçek bir barışın sağlanmasının yolu, emperyalizme karşı mücadelenin yanı sıra, onların işbirlikçilerinin ülkeyi mahkûm ettiği karanlıktan kurtulma mücadelesini, demokrasi mücadelesini zorunlu kılar. Emperyalizmin peşinde barışı tehdit eden işbirlikçilerin egemenliğinin antidemokratik dayanakları yok edilmeden, barış hayal olmaktan çıkmayacaktır.
Tüm bu mücadelelerin esin kaynağı olan sömürüşüz, sınıfsız, baskı ve zordan arınmış bir toplum için mücadele, sosyalizm mücadelesi ise, kalıcı barışı garanti edecek temeli sağlayacaktır.
13) Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, barışın dolaysız güçleri; bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin, kuşkusuz en başta sınıfsız, sömürü ve baskıya dayanmayan bir toplum için mücadelenin güçleridir. Bu güçler, çıkarları, nesnel olarak, savaş kışkırtıcısı emperyalizm ve gericilikle zıtlık halindeki işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklardır.

Eylül 2000

Petrol bölgesinde savaş ve barış

Dünya petrol üretiminin bazı kaynaklara göre % 40’ını, bazı kaynaklara göre % 50-60’ını karşılayan petrol bölgesi, emperyalizmin egemenlik mücadelesinin en yoğun biçimde sürdüğü ve savaşların eksik olmadığı bir bölge olarak gündemden düşmüyor. Bir zamanlar İngiltere’nin nüfuz ve etki alanında bulunan bölge, ikinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Amerikan egemenliği altına girdi. ABD, dünyanın bu en çok ihtiyaç duyduğu hammadde kaynağını barındıran bölgeye yerleşmesiyle birlikte bir yandan bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak ve bir daha bölgeden koparılmayacak biçimde yerleşmek, diğer yandan da bölgede faaliyet gösteren rakiplerini zayıflatmak, en azından etki alanlarını daraltmak ve bölgede tek güç haline gelebilmek için sürekli planlar geliştirdi. Ve bu planlar doğrultusunda her türlü yönteme başvurdu. Bölge dünyanın en karışık, en gergin, sürekli savaşların ve çatışmaların yaşandığı bölgesi olurken, tam anlamıyla bir silah deposuna döndü. Silah tekellerinin en çok satış yaptığı, en çok kâr elde ettikleri bir yer haline geldi. Birçok yeni kimyasal, biyolojik, nükleer silahın, füzenin denemesi bu bölgede yapıldı. Hatta o düzeye gelindi ki, dünya tarihinde ilk kez bir savaşın televizyonlardan naklen yayını bu bölgeden oldu.
Geçen ay Camp David görüşmeleriyle ve geçtiğimiz hafta içinde ABD Başkanı Clinton’un, “Irak’ı yine bombalayabiliriz” açıklamasıyla bir kez daha gündeme gelen dünyanın bu en çok ihtiyaç duyduğu hammaddesine sahip bölgesinin her gün yeni bir gelişmeyle dünya gündemine girmesi elbette tesadüfî değil. Çünkü bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik en büyük tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir. Tekeller, hammadde kaynaklarını ele geçirdikleri zaman daha güçlü hale gelirken, kendilerini iyice sağlama alırlar ve rakiplerine karşı daha büyük bir güvence elde etmiş olurlar. Yalnızca sömürgelere, yarı sömürgelere, dolayısıyla hammadde kaynaklarına sahip olmak, tekellere rakipleriyle giriştikleri savaşta çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı güvencesi verir. Kapitalizm geliştikçe, sanayi ve teknoloji ilerledikçe ve yaygınlaştıkça hammadde eksikliği kendini o denli hissettirmekte, hammaddeye olan ihtiyaç o denli artmaktadır. Dolayısıyla rekabetin koşulları sertleşmekte, hammadde kaynakları üzerindeki egemenlik mücadelesi kızışmakta, amansız ve sınır tanımaz bir gaddarlığa sahne olmaktadır.
Bu nedenlerden ötürü Basra Körfezi’nin ve buna bağlı olarak Kızıldeniz ve Akdeniz’in önemi emperyalist devletler açısından her geçen gün daha da büyümektedir. Bölgeye en yakın durumda bulunan, petrol sevkıyatında stratejik öneme sahip olan Akdeniz’de kıyıları bulunan Türkiye’nin de, emperyalizm açısından önemi, diğer şeylerin yanı sıra -Kafkas, Balkanlar vb.- artmaktadır. Ve işte bu yüzden de küçük bir ada olmasına rağmen Kıbrıs üzerinde bu denli fırtınalar kopmaktadır.

PETROL BÖLGESİ VE ABD
Resmi rakamlara göre, 1996 yılı itibariyle ABD tükettiği petrolün % 32’sini, İngiltere % 45’ini, Japonya % 76’sını, Fransa % 89’unu bölgeden karşılıyordu. Bu rakamlar bile bölgenin emperyalistler için nasıl bir önem taşıdığını ve bölgedeki savaşların, hegemonya mücadelesinin nedenlerini anlayabilmek için yeterlidir aslında. Rakamlardan da anlaşılabileceği gibi, bölgeyi denetimi altında tutmak, petrol üretim ve dağıtımında söz sahibi olmak demek, ekonomik ve endüstriyel gelişme bakımından kendini garantiye almak, rakipler karşısında otomatikman bir üstünlük ve güç elde etmek demektir.
ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu politika doğrultusunda hareket etti. Eisenhower’in on yıllar önce söylediği gibi ABD’nin hedefi, “stratejik bakımdan dünyadaki bu en önemli bölge üzerinde” denetimi ele geçirmekti.
CIA’nın 1945 tarihli bölgeye ilişkin bir değerlendirmesinde, “ABD’nin stratejik çıkarlarının, Suudi Arabistan petrol sahalarının Yakındoğu çıkışlarıyla, Akdeniz yoluyla kurulan iletişim hattı üzerinde kontrolün elde tutulmasını gerekli kıldığı” söyleniyordu.
Nitekim ABD’nin, Ortadoğu politikaları tam da bu yönde gelişti. Hedef, bölgeyi tam bir denetim altına almak, rakipleri bölge dışına atmaktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü olarak çıkan ABD’nin, savaşta güç kaybeden rakiplerine karşı büyük avantajları vardı. Ve emperyalist paylaşımın genel kuralı gereği emperyalistler dünyayı, hammadde kaynaklarını, ekonomik güçleri oranında paylaşırlardı. Böylece ABD, emperyalist politikaları doğrultusunda bölgeye çıkarma yaptı. O zamana kadar bölgede hâkim güç olan İngiltere’nin yerini aldı. Diğer etkin güç Fransa’ya kapı gösterildi.
ABD, bir yandan güçlenirken bir yandan da rakiplerinin gücüne önemli darbeler indiriyor, karşısında güçlenmelerinin önünü kesiyordu.
Bu politikalarla hareket eden ABD, dünya petrol rezervleri üzerinde tam ve tartışmasız bir egemenlik kurmak için her yola başvurdu. Ekonomik gücünü kullanarak bölgeye çeşitli yaptırımlar uyguladı, baskı yaptı. Bölgesel çatışma ve savaşları kışkırttı. Bölgeye askeri bakımdan yerleşmek için provokasyonlara girişti. Amaçları doğrultusunda İsrail’i tam bir fedai gibi kullandı. Bölgede kendi hâkimiyetini sürdürecek ve kendi çıkarlarını koruyacak ittifaklar oluşturdu. Kendi çıkarlarının sürebilmesi için bölge ülkelerinin yönetimlerinde bulunan krallık ailelerine, Şah gibi kanlı diktatörlere çeşitli ayrıcalıklar, rüşvetler sağlandı. Mali sermayenin kendine sağladığı üstünlükten faydalanarak, aralarındaki alacak borç ilişkisini bir baskı ve şantaj aracı olarak kullanarak bölgede kendine bağımlı kıldığı ülke yönetimlerinin önüne ekonomik programlar koydu. Bu programların her biri bu ülkelerin ekonomisini ABD’ye bağımlı kılarken, ülkelerin petrol satımı karşılığı elde ettikleri gelirleri, silah, yüksek finansman gerektiren müteahhitlik hizmetleri, lüks tüketim malları, her çeşit ithal ürünleri vb. sayesinde fazlasıyla geri aldı, dahası borçlandırma yoluna gitti.
Lafa geldi mi insan hakları, demokrasi konusunda mangalda kül bırakmayan, insan hakları, demokrasi sözcüğünü kendine sadece daha fazla ayrıcalık ve çıkar sağlamak için bir silah olarak kullanan, söz konusu İran olduğunda “insan hakları”, “demokrasi” diye yeri göğü inleten ABD, kendi hizmetindeki krallıklara, kanlı diktatörlere her türlü desteği verdi. Sadece vermekle de kalmadı, bizzat bu ülkelerin yönetimlerinin baskı rejimi olarak sürmesini, kendi egemenliğinin devamı açısından gerekli gördü. Elbette bunda şaşılacak hiçbir yan yoktu. Çünkü ABD ve genel olarak emperyalizmin hegemonyacı politikalarının temeli buydu ve demokrasi sözcüğünün kitleleri uyutmaya yaradığı, emperyalist soygun ve talana bir engel teşkil etmediği sürece burjuvazi açısından hoş ve eğlenceli bir işlevi vardı. Yine ABD ve tüm emperyalistlerin şu anda Latin Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Güneydoğu Asya’ya kadar üzerinde anlaştıkları bir genel mutabakata göre, “Gelişmekte (siz sömürgeleşmekte anlayın) olan ülkelerin ihtiyacı demokrasi değil, ekonomik ilerlemedir. Eğer demokrasi ekonomik gelişmenin önünde engelse (ekonomik gelişmeden kastedilenin tekellerin aşırı kârları olduğu ortadadır.), -ki demokratik hak ve özgürlükler, sendikal örgütlenme vb. buna engeldir-, o zaman demokrasi gereksiz ve lükstür.”
ABD’nin emperyalist politikalarında ifadesini bulan bu görüş hiç şüphesiz petrol bölgesi açısından da geçerliydi. Daha 1948’lerde George Kannan, şöyle diyordu: “İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek dışı amaçlar hakkında konuşmayı bırakmalıyız; eğer olağanüstü zenginliğimizi diğerlerinin sefaletinden ayıran farklı konumumuzu sürdürmek istiyorsak, özgecilik ve bütün dünyanın yararı türü idealistçe sloganların aramızda dolaşmasına izin vermeden açık açık güç konseptine başvurmalıyız.”
Bölgedeki ve dünyanın diğer bölgelerindeki ABD politikaları tam da bu anlayışa uygun sürdü. Bölgede savaşlar, ABD’nin güç gösterileri hiç eksik olmadı.
Soğuk savaş diye adlandırılan dönem boyunca ABD, bölge üzerindeki egemenlik savaşını, bölgeye askeri bakımdan yerleşmesini, bölgeyi tam anlamıyla silah deposuna çevirmesini hep “Sovyet komünizmi gelir” korkuluğuyla sürdürdü. Avrupa emperyalistlerini, Japonya’yı bu tehdit ve şantaj ile hizaya getirdi; politikalarını desteklemeye zorladı. Ancak, Sovyetler Birliği’nin kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesinden sonra da ABD, politikalarında herhangi bir değişiklik olmadı. Bölgede gerginlik ve çatışmalar sürdü, silahlanma yarışı artarak devam etti. Hatta bölge ülkelerinin silah alımları en rekor düzeye 1990’larda, yani ABD’nin bıktırıcı biçimde tekrarladığı “kızıl tehlike” ortadan kalktıktan sonra oldu.

ABD’NİN BÖLGE ÜLKELERİNE BİÇTİĞİ EKONOMİK ROL
Kendisini dünyanın büyük patronu ilan etmesiyle birlikte, dünyanın her yerine müdahale etme hakkını kendinde gören ABD, petrol bölgesinde üretilen petrolde de hakkı olduğunu varsayıyor. Bütün politikalarını buna göre düzenleyen ABD, bölge ülkelerinin iç, dış politikalarına karışma hakkını, bunların ABD politikalarına ve çıkarlarına uygun olup olmadığını denetleme hakkını kendinde görüyor. Bölge ülkeleri üzerinde tam bir denetimin sağlanmasının yolunun da onların ekonomik olarak kendisine bağlanmasıyla, mali sermayenin gücü, alacak/borç ilişkisi aracılığıyla olacağını bilerek buna uygun ekonomik politikalar geliştiriyor. Bir yandan petrol (doğalgaz) gibi önemli ve dünyanın en çok gereksinim duyduğu hammaddeyi elinde bulunduran ülkeler üzerinde petrolün üretimi, dağıtımı, fiyatların belirlenmesinde söz sahibi oluyor, öbür taraftan da bölge ülkelerinin ekonomik anlamda güçlenmesini, kendisine karşı rekabete girişmesini önlemek için çeşitli yollara başvuruyor.
ABD’nin bölge ülkeleri için geliştirdiği ve benimsenmesini istediği ekonomi politikalarının özeti şöyledir: Endüstri ve teknoloji ABD ve batı tekellerinde olacak, bölge ülkeleri ise hammadde üretiminde uzmanlaşacaklardır.
Nitekim bölge ülkelerinin ekonomik yapılanmaları tam da buna uygun oldu. Sanayi ve teknoloji bakımından tam anlamıyla dışa bağımlılık, petrol üretimi dışında üretime yönelmeme, iğneden ipliğe neredeyse her şeyi ABD’den ve batıdan satın alma, silaha büyük yatırım; böylece petrolden gelen paraların diğer elle geri alınması… Nitekim bunca büyük petrol satışlarına karşın bölge ülkelerinin tamamı borç içindedir. Dış ticaret açıkları sürekli olarak büyümekte, daha fazla krediye ihtiyaç duymakta, daha fazla borçlanmaktadırlar. Buna karşın Arap kraliyet ailelerinin, petrol prenslerinin şatafatlı yaşamları, çılgınca tüketim, gösteriş için akıttıkları dolarlar dünya magazin basınının hâlâ en çok ilgi gösterdiği konular arasındadır.
Bölgede ABD’nin en sadık müttefiklerinden biri ve dünya petrol rezervlerinin % 20 kadarına tek başına sahip olan Suudi Arabistan’ın bile ödemeler dengesi ve mali sisteminde bozulmalar olmuştur. Elbette onlar da tüm soyguncuların yaptığı gibi, emperyalistlere ödenen haraçları kısıtlamak, bağımlılık ilişkilerine son vermek, şatafatı azaltmak yerine sosyal harcamalarda kesintilere gitmişlerdir. 1994 yılında eğitim, sağlık vb. sosyal harcamalar % 20 oranında kısıtlanmıştır. Ancak paralar dışarıya akmaya, bağımlılık ilişkileri güçlenmeye devam etmiştir.
1996 yılı itibarıyla Suudi Arabistan, ithalatının dörtte birini ABD ile yapmaktadır. Ancak bu rakamlara silah alımları dâhil değildir. Son yıllarda hızla silahlanan bu ülkenin ABD’li silah tekellerine ödediği paralar hesaba katıldığında ortaya muazzam bir tablo çıkmakta ve ABD’nin bu ülkenin petrol gelirlerine nasıl el koyduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
1983 yılına kadar Suudi Arabistan’ın yurtdışında 20 milyar doları bulunmaktaydı ve bu paranın her yıl 2 milyar dolar artacağı tahmin edilmekteydi. Bu paranın büyük bölümünün ABD’de olduğu tahmin ediliyordu.
1996 yılında Körfez ülkelerinin yurtdışında 1 trilyon doları olduğu tahmin edilmekteydi. Bunun en azından yarısının ABD’de olduğu varsayılmaktadır. Diğer yarısı ise Avrupa ülkelerindedir. Hiç şüphesiz bu paralar ülke yönetimlerini ellerinde bulunduran kraliyet ailelerine, petrol krallarına aittir ve bunlar, ABD’nin kendisine hizmetler sunan ailelere sağladığı ayrıcalıkların bir sonucu olarak devlet fonlarındadır, bir kısmı da finans piyasalarında, yatırımlarda, gayrimenkullerde, bankalardadır.

BÖLGESEL SAVAŞLAR VE YERLEŞİK GÜÇ HALİNE GELEN ABD
ABD’nin bölge planları şu ana unsurlar etrafında şekilleniyor: Petrol bölgesinin denetimini sağlamak. Petrol rezervlerinin kontrolünü elinde tutmak. Rakiplerinin bölgede güçlenmesini, bölgede mevzi tutmasını, ileride kendisine rakip olarak çıkmasını önlemek. Bunun için rakipleri bölge dışında tutmak. Bölge ülkelerinin bağımlılığını sağlamak. Petrol gelirlerini, silah ve diğer ürün ithalatı, yüksek maliyetli inşaat, müteahhitlik hizmetleri yoluyla geri almak. İsrail’in güvenliğini sağlamak.
Bu amaçlara ulaşmak için ABD, emperyalizmin bilinen ne kadar taktiği varsa hepsini sırası geldikçe devreye sokuyor. Bölge halklarının yakınlaşmasını, aralarında dostluk rüzgârlarının esmesini, ortak hareketlere girişmesini önlemek için bölgede sürekli gerilimi tırmandırıyor. Provokasyonlar düzenleyerek ülkeler arasında bölgesel çatışmaları ve savaşları körüklüyor. Böylece ekonomik olarak da güçlenmelerinin önünü kesmiş, bağımlılık ilişkilerini güçlendirmiş oluyor. Kendi uydusu olan kraliyet yönetimlerini tüm gücüyle destekler, İsrail’i kiralık katili olarak beslerken, kendi işine gelmeyen veya söz dinlemeyen ya da güven vermeyen yönetimleri devirmek, güçsüzleştirmek, köşeye sıkıştırmak için her türlü pis oyunu sahnelemekten çekinmiyor.
ABD, çıkarlarını garantiye almak için bölgeye askeri olarak da yerleşmiş durumda. Basra Körfezi, ABD’nin üssü durumunda. Her bölgesel savaş aslında ABD’nin bölgedeki ekonomik durumunu güçlendirirken, askeri bakımdan da bölgeye kalıcı biçimde yerleşmesini beraberinde getirdi.
ABD Savunma Bakanlığı’nın açıklamalarına göre, Güneybatı Asya’da askeri faaliyetler için ABD, 300 milyar dolar harcamıştır. Sadece petrol bölgesine indirgendiğinde “petrolü güvenceye almanın” ABD’ye maliyeti yıllık 70 milyar dolardır. Bu rakamlar bile ABD’nin bölgedeki askeri faaliyetlerinin büyüklüğünün anlaşılması açısından herhalde yeterlidir. Ve bölgenin nasıl bir kaynayan kazan olduğunu da göstermektedir. Elbette Pentagon’un savaş ağaları bölgedeki askeri giderlerini yine bölge ülkelerine ödetmek konusunda ustadırlar. Çünkü kendilerine uşaklık eden kraliyet ailelerine ve bölgeden petrol alan diğer emperyalistlere, aslında kendilerinin tüm emperyalistlerin ve kralların bölgesel çıkarlarını korudukları fikrini dayatmaktadırlar. Böyle olunca da masrafların paylaşılması doğal hale gelmektedir.
ABD’nin bölgedeki tetikçisi İsrail’le birlikte en büyük müttefiki Şah’ın başında bulunduğu İran’dı. Buna İsrail karşısında Filistin davasını satan ve en aşağılık düzeyde ABD işbirlikçiliğine soyunan Mısır eklenmişti. Türkiye öteden beri ABD’nin temel müttefiki olmakla birlikte, bölge açısından ABD tarafından öne sürülmesi esas olarak İran’da Şah’ın devrilmesinden sonra oldu.
İran devrimi ABD açısından son derece önemli bir kayıptı ve bölgede taşların yerinden oynaması anlamına geliyordu. Çünkü Şah’ın İran’ı, İsrail ile birlikte ABD’nin bölgedeki jandarma gücünü oluşturuyordu. Şah’ın devrilmesinden önce ABD’li silah tekellerinin en büyük müşterilerinden biri İran’dı. O dönemde İran ve Suudi Arabistan’da resmi rakamlara göre 150 bin Amerikalı “uzman” bulunuyordu. Bu “uzmanlar” İran ve Suudi Arabistan ordusunu eğitiyor, ordunun eksiklerini saptıyor, hangi silahların kimden satın alınacağına kadar her şeye karar veriyorlardı. Şah, devrildiği yıl ABD’li silah tekellerinden milyarlarca dolarlık silah almış ve 30 milyar dolarlık silah siparişi ise devrildiği için ortada kalmıştı.
ABD’li askeri “uzmanların” İran’da en ağırlık verdikleri işlerden biri, Rusya sınırında dinleme ve gözetleme istasyonları kurmak, casusluk faaliyetleri yürütmekti. Şah’ın devrilmesi ABD açısından büyük bir kayıptı. Hem bölgesel gücüne indirilmiş bir darbe, hem İsrail için tehlikeydi. En büyük endişelerinden biri de, bölge halkları arasında bağımsızlık fikrinin gelişmesi, son derece tehlikeli buldukları antiemperyalist, ABD karşıtı düşüncelerin etkin hale gelmesiydi.
Tam da bu dönemde Irak, İran’a karşı kışkırtıldı. ABD’nin bölgedeki propaganda merkezleri, CIA ve onun etkisi ve yönlendirmesindeki ülkelerin istihbarat örgütleri ve diplomatları aracılığıyla Irak yönetimini, İran’ın en güçsüz döneminde bulunduğuna, yeni yönetime karşı ülke halkının büyük bir hoşnutsuzluk duyduğuna, İran halkının en az yüzde ellisinin Humeyni yönetimine karşı ayaklanmaya hazır olduğuna, dolayısıyla İran’ın çok kolay pes edeceğine ikna ettiler.
Irak-İran savaşı tam sekiz yıl sürdü. Savaşın başında ABD’nin Irak’a büyük desteği oldu. Buna rağmen İran halkı büyük bir direnç gösterdi.
Savaşın sonunda her iki ülke de güçsüz düşmüş, petrol gelirleri silaha harcadıkları paraya yetmez olmuştu, dış borçlar azami seviyeye fırlamıştı.
Savaş sonu ABD kongresinde ortaya çıkan belgelerde, ABD’nin savaş sırasında İran’a da silah sattığı ortaya çıktı. Ama İran, savaşta kontrolü eline geçirmeye başladığı an, ABD, İran petrol platformlarını bombaladı. İran’a ait bir sivil yolcu uçağını düşürdü ve tam 290 sivil insanın ölümüne neden oldu. ABD’nin açıklaması bildik bir açıklamaydı; “yanlışlık olmuştu”. Tıpkı Bosna’da olduğu gibi! Ama bunun onda biri küçüklükte bir yanlışlığı Libya, İran vb. ABD’ye kukla olmayan ülkelerden biri yapmış olsaydı, bu “terörist devletler”, anında ABD, AB emperyalistleri tarafından elbirliği ile cezalandırılırlardı.
Böylece ABD’nin aslında bu savaşın galipsiz bitmesini istediği, ne İran’ın, ne de Irak’ın güçlenmesini istediği, hedefinin Humeyni rejimini devirmek olduğu, ya da en azından kendine muhtaç hale getirerek devreye girmek, ilişkilerini düzenlemek, İsrail’in bölgedeki varlığından rahatsızlık duyabilecek iki ülkeyi kafa kafaya vurdurarak güçsüz düşürmek, kendisine bağımlı hale getirmek istediği ortaya çıktı.
Savaşının sonucu, Irak’ın 80 milyar dolar dış borcu oldu. İran’ın zararı da Irak’tan az değildi.
Ve bir şey daha ortaya çıktı ki, aksi yönde ne kadar propaganda yapılırsa yapılsın, ne kadar umutsuzluk ve teslimiyet rüzgârları estirilmeye çalışılırsa çalışılsın halkların direngen gücü karşısında emperyalizm yenilgiye mahkûmdur. Emperyalizmle ezilenler arasındaki kavganın sonucunu belirleyen tek şey son tahlilde, ezilenlerin birliği ve zafere olan inancıdır.
İran Devrimi’nin ardından ABD, körfez ülkelerine karşı İran kozunu kullanmaya başladı. Ve körfez ülkelerinin koruyucusu pozlarında bölgeye daha fazla yerleşti. Elbette ülkelerini büyük bir keyfilik içinde yöneten, dillere destan bir şatafat içinde yaşayan, ülkelerinin petrol gelirlerine el koyan kralların, prenslerin, İran’daki Şah’a karşı olan halk ayaklanmasının kendi halklarını etkilemesinden ve kendilerine karşı da isyanların çıkmasından ve aynı şeylerin kendi başlarına gelmesinden yana korkuları büyüktü. ABD, bunu da kendine avantaj ve yeni ayrıcalıklar elde etmenin vesilesi olarak kullandı.
Bölgede bir savaş makinesi gibi hareket eden, kışkırtıcılık yapan ve provokasyonlar düzenleyen ABD, daha sonraki yıllarda yine bir provokasyona girişerek bu kez Irak’ın Kuveyt’e karşı hareketinde başrolü oynadı. Sonrasında ise Irak’ın geri çekilme önerileri ve bütün barış girişimleri bizzat devlet eliyle, ABD ve İngiltere’nin uzaktan kumandalı medyası tarafından son derece ısrarlı bir biçimde halktan gizlendi. Öyle ki, Irak’ın art arda sunduğu barış tekliflerinden, geri çekilme önerilerinden ABD halkının haberi bile olmadı. Tamamıyla CIA tarafından yönlendirilen ABD medyası tüm gerçekleri gizleyerek, çarpıtarak tam bir savaş kışkırtıcılığı yapıyordu.
Böylece ABD, her zaman ve her yerde barıştan değil savaştan yana olduğunu, kendi çıkarlarına denk düştüğünde en iğrenç oyunlarla savaşa başvurabileceğini bir kez daha göstermiş oluyordu.
ABD, Irak’ın bütün barış girişimlerini halktan saklamıştı. Bütün barış önerilerini geri çevirmişti. Çünkü ABD, bölgede sürekli bir gerginlik peşindeydi ve son zamanlarda İsrail’e karşı politikalar geliştirmeye, bölgesel bir ittifak kurulmasına öncülük etmeye çalışan ve bu yönde ciddi girişimlerde bulunan Irak’ın kafasının ezilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Kendini dünyanın jandarması ilan eden ve çıkarlarına dokunan her şeye ve her yere müdahale etme hakkını kendi kendinde bulan ABD, Irak’a saldırdı.
ABD, bu hakkı kendisine BM yasasının 51. maddesinin tanıdığını söylüyordu. Aslında, emperyalistleri korumak için düzenlenmiş olsa da bu madde elbette ne ABD’ye ne bir başka ülkeye böyle bir hak vermiyordu. Bu madde, “Güvenlik konseyi harekete geçinceye kadar, saldırıya uğrayan ülkenin, silahlı saldırıya karşı kendini savunma amacıyla kuvvet kullanma iznini verir.” diyordu ve bunu bile çok özel ve olağanüstü koşullara bağlamıştı.
ABD’nin yorumuna göre ise 51. madde kendine bu hakkı veriyordu. Yani, Irak, bölgeden 7000 km uzaktaki ABD’ye saldırmış oluyor, ABD de kendini korumak için kuvvete başvuruyordu!
Nitekim aynı ABD, 1989 yılında hoşlanmadığı, bölge için tehlikeli bulduğu, daha ileri değil, sadece sosyal demokrat fikirleriyle tanınan hükümetin işbaşında bulunduğu yönetimi devirmek için Panama’yı işgal ettiğinde aynı 51. maddeyi gerekçe göstermişti! ABD Adalet Bakanı yaptığı açıklamada, “ABD’ye gizlice sokulan uyuşturucular için bir merkez olarak kullanılmasını engellemek üzere, 51. maddenin” ABD’ye Panama’yı işgal etme hakkını verdiğini açıklamıştı. (Sanki uyuşturucu trafiğini dünyada bizzat CIA örgütlemiyormuş, bu iş resmi belgelerle ortaya çıkmamış gibi!)
ABD’nin Irak’a karşı savaş açtığı dönemde BM Güvenlik Konseyi tam bir savaş örgütü gibi çalıştı. ABD’nin bütün istekleri takılmadan geçti. İsrail’in saldırıları, İsrail’in bizzat BM mülteci kampını basıp Filistinlileri katletmesinde, Bosna’da, ABD’nin Panama işgalinde, Endonezya’nın Doğu Timor’daki katliamlarında vb. susan, adeta uyuyan Güvenlik Konseyi tam bir savaş ağası kesildi.
ABD’nin Irak’a müdahalesi Gorbaçov’un başında bulunduğu Sovyetler tarafından da onaylanmıştır.
ABD tarafından başlatılan “Çöl harekâtı” bizzat ABD başkanı tarafından ilan edildi. ABD başkanı tarafından ilan edilen harekâtın amaçları şöyle sıralanıyordu:
1. Irak’ın, derhal ve koşulsuz olarak Kuveyt’ten çekilmesi.
2. Meşru Kuveyt hükümetinin yeniden işbaşına gelmesi.
3. Diğer ülkelerdeki Amerikan vatandaşlarının korunması.
4. Amerikan ulusal çıkarları için yaşamsal öneme sahip olan bölgedeki istikrarın sağlanması.
Özet olarak kolayca anlaşılabileceği gibi bütün amaç bir tek noktada somutlanıyordu: ABD’nin ulusal çıkarları!
ABD, bölgeden binlerce km uzaktaydı ama ulusal çıkarları onun bomba atmasını gerektiriyordu. ABD, çıkarları söz konusu olunca her yol mubahtı ve diğer ulus ve halkların çıkarlarının lafı bile olmazdı!
Böylece burjuvazinin ve ABD emperyalistlerinin günde elli kez tekrar ettiği “istikrar” sözcüğünün ne anlama geldiği de bir kez daha ortaya çıkıyordu; emperyalist hegemonyanın sürmesi… Sömürünün devam etmesi… Halkların kökleştirilmesi… Her kim ki bu gidişe karşı çıkar, işte o istikrar bozucu, barış düşmanı olur!
Savaşın sonucu Irak için acı oldu; 100 binden fazla ölü, 175 binden fazla esir. 4000 tank, 2000 personel taşıyıcısı, 3000’e yakın ağır silah, 2000 top, 100 Scud füzesi ve 600 savaş uçağı ya tamamen yok edilmiş, ya da kullanılmayacak hale gelmişti.
Emperyalist koro Irak’ı aşırı şekilde silahlanmakla suçluyor. Bunu savaş gerekçesi yapıyor. Peki, öyleyse sormak lazım; bu silahları Irak’a kim sattı?
Şimdi Irak, kaybettiği silahlara sahip olabilmek için yeni silah siparişleri verecek. Ve kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın ki, Irak’ı aşırı şekilde silahlanmakla suçlayan emperyalistler ellerini ovuşturarak bu siparişleri karşılayacaklar.
Savaşın Irak’a maliyeti 200 milyar doları bulurken, Kuveyt’e maliyeti 100 milyar dolar oldu. Savaşın Pentagon’a maliyeti ise 75 milyar dolar olarak açıklandı. Ancak ABD, bölgede “kamu hizmeti”(!) yaptığını iddia edip masraflarına bölge ülkelerinin ve diğer emperyalistlerin ortak olmalarını dayattı. Sonuçta Pentagon, bunun 33 milyar dolarını Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten, 10 milyarlık bölümünü Japonya’dan, 3 milyar dolarlık bölümünü Birleşik Arap Emirlikleri’nden aldı.
ABD’nin vurucu güçlerinden biri olarak Türkiye bu savaşta ABD’nin yanında açıktan yer aldı ve ABD’nin tüm isteklerini ikiletmeden yerine getirdi. Böylece en yakın komşularıyla salt Amerikan çıkarları için düşman olurken, savaştan milyarlarca dolarlık bir mali kayıpla çıktı. Ancak BM ambargosunun hâlâ sürdüğü anımsanırsa, hem bu ülkeye olan ticaretinden hem de petrol boru hattını kapalı tutmasından dolayı bu zararın daha yukarılara çıktığı kolaylıkla tahmin edilebilir.
BM kararıyla Irak’a, bugüne kadar dünyada görülmemiş bir ambargo uygulandı. Havadan, karadan, denizden uygulanan bu ambargo sonucu ithalat ve ihracat yasaklandı. Dünya petrol rezervlerinin % 5’ini elinde bulunduran Irak’ın petrol satışı BM kararı ile yasaklandı. Sadece savaş tazminatlarını ödeyebilecek kadar bir petrol satışına izin verildi. Bu paraya da savaş tazminatı adı altında el kondu. Irak halkı büyük bir kıtlıkla karşılaştı. Silah yapımında kullanılabilir gerekçesiyle cerrahi müdahale için gerekli en temel öneme sahip pediatrik yatak ve kimyasal maddelerin, en gerekli ilaçların, çocuk mamalarının bile bu ülkeye satışı ve gönderilmesi yasaklandı. Bunun sonucu UNICEF’in açıkladığı rakamlara göre, ambargo sırasında her bin çocuktan 142’si yetersiz beslenme, ilaç yokluğu nedeniyle öldü. UNESCO’ya göre, Irak’ta 10 yılda 500 bin çocuk bu nedenden ötürü öldü. Büyüklerle birlikte bu sayı 1,5 milyonu geçiyordu.
Vahşet öyle boyutlara varmıştı ki, 1991 yılında ABD’nin eski adalet bakanlarından Ramsey Clark, bir açıklama yaparak, ABD’yi “savaş sırasında gerçek bir soykırım yapmakla” suçladı. Eski bakan açıklamasında, “ABD yönetiminin, savaşı önceden tasarlayarak, kitle iletişim araçlarını denetim altına alarak, BM’yi yönlendirerek, insanlığa, uluslararası hukuka, BM kuruluş yasasına karşı savaş suçu işlediğini” belirtti. Clark, ayrıca, “ABD’nin 1989 yılından itibaren Irak’ı savaşa sürüklemek için provokasyonlar düzenlediğini” öne sürdü.
Savaş sonunda kazanan ABD ve silah tekelleri oldu. 1993 yılında yalnızca Suudi Arabistan, ABD’li silah tekellerine 30 milyar dolarlık silah siparişi verdi.
Yine 1993 yılında ABD, çoğu Ortadoğu ülkelerine olmak üzere 34 milyar dolarlık silah ihracatı yaptı. Bu rakam o güne kadar ABD’nin silah ihracatında ulaştığı en büyük rakamdı.
Savaş sırası ve sonrasında diğer emperyalistler de boş durmamışlar, ganimetten pay kapma fırsatını kaçırmamışlardı. Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya bölgeye silah satan başlıca ülkelerdi.
Savaşlar sonucu, o ana kadar halklarının tepkisinden çekindikleri için ABD’nin, kıyılarında kalıcı üsler kurmasında çekingen davranan, ABD ordusunun ülkelerine askeri anlamda yerleşmesine açıkça evet diyemeyen bölgedeki ABD uydusu yönetimler, savaşların ardından bölgesel güvenlik gerekçesiyle ABD’nin, ülkelerinde kara, hava ve deniz üsleri kurmasını onayladılar. Böylece ABD, bölgeye askeri olarak da yerleşti. Suudi Arabistan, Bahreyn, Umman, Katar ve Kuveyt’le yeni askeri antlaşmalar yaptı. Bahreyn’de deniz üssü kurdu.
Savaşların ardından ABD, bölgede Çekiç Güç kurulmasını kabul ettirdi. 200 bin kişilik hazır kuvvet, 100 bin ihtiyattan oluşan bu savaş gücüne Güneybatı Asya’da bulunan iki uçak gemisi ile onlara bağlı deniz gücü eklendiğinde ortaya muazzam bir güç çıkıyor. Çekiç Güç’ün görev sahasının, Güney Asya, Basra Körfezi, Kuzey Denizi olarak geniş bir bölgeyi kapsadığı açıklandı. Bu doğrultuda ABD Çevik Gücünün Kenya ve Somali’de de üsleri bulunmaktadır.
ABD Çevik Gücü’nün (RDF) amaçlan, ABD yönetimince şu şekilde sıralanıyordu:
1. İsrail’in güvenliğini sağlamak.
2. Radikal devletlerin saldırılarına karşı Suudi Arabistan, Umman, Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap devletlerini desteklemek.
3. Ilımlı Arap ülkelerini iç ayaklanma veya yıkıcı faaliyetlere karşı desteklemek.
4. Bölgeye yönelik Sovyet etkisini sınırlamak.
5. Körfez’de söz konusu olabilecek bir Sovyet işgalini caydırmak.
Görüldüğü gibi, ABD, kendini bütün dünyanın bugünkü ve ahiretteki işlerinden sorumlu kılmış durumda! Bölgedeki ülkelerin dış ilişkilerinden içişlerine kadar müdahaleye kendine yetki vermiş.
Ilımlı ülkelerden anlaşılması gerekenin Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Bahreyn, Mısır vb. gibi ABD’ye neredeyse uşaklık düzeyinde bağlı ülkeler olduğu, radikal ülkeler sınıfında da ABD ve İsrail’e kolayca boyun eğmeyen ülkeler olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyor.
Bölge Çevik Gücü başka bir ülkenin halkına karşı savaş etmeye, katliamlar düzenlemeye yetkili kılınmış durumda. Ve o Çevik Güç’ün bir ayağı da Türkiye’de bulunuyor ve bölge halkının yanı sıra Türkiye halkının da başına çoraplar örmeye devam ediyor.
ABD’nin Irak’a saldırısının sürmesinin, bombalar yağdırmasının gerekçesi olarak, Irak’ın elinde olduğu iddia edilen kimyasal ve biyolojik silahlar gösterildi. ABD önderliğinde tüm dünya burjuva medyasında bu silahlar hakkında uzun uzun konuşuldu, TV ekranlarında boy gösteren “uzmanlar” bu silahların ne kadar insanın yaşamını mahvedebileceği üzerine hesaplamalar yaptılar.
Hiç şüphesiz bu silahların insanlık için ne kadar tehlikeli, nasıl vahşi silahlar olduğu tartışma götürmez. İnsanlıktan nasibini birazcık almış herkes bu silahların yasaklanmasından yanadır. Ancak şu da bir gerçektir ki, emperyalist politikalar dilek ve temennilerle değil, onun yeryüzünden silinmesiyle son bulabilir.
Emperyalistlerin yaygarasını yaptıkları bu silahlardan İsrail’de de fazlasıyla olduğunu bilmeyen yok. Ancak ne hikmetse İsrail’dekiler insanlık için herhangi bir tehlike arz etmiyor! Silahlar Irak’ın elinde olunca saldırgan amaçlı oluyor, İsrail’in elinde olunca ise sadece caydırıcı etkisinden bahsedilebiliyor!
Eğer bu silahların bulunması suçsa ve havadan, karadan, denizden, hem de on binlerce bebeğin ölümü pahasına ambargoyu, savaş suçlusu muamelesi görmeyi gerektiriyorsa, o zaman en başta yargılanması ve cezalandırılması gereken ülke ABD olmalıdır. Çünkü bizzat Amerikan kongresinde açıklanan belgelerde bu silahlardan, dünyadaki toplamından çok fazlasının ABD ordusunda olduğu ortaya çıktı. Açıklanan belgelere göre, ABD’nin elinde ikinci dünya savaşından 1968 yılına kadarki dönemde tam 30 bin ton sinir gazı, hardal gazı ve fosgen stoku bulunuyordu.
Belgelere göre, 1980’lerin sonundan itibaren ikili kimyasal silahlar geliştirilmişti.
Yani ikisi birleştirildiğinde ölümcül olan silahlar. Bunun nedeni ise şöyle açıklanıyordu: İnsanlığı korumak!
Körfez Savaşı sırasında bu ölüm silahları ilk kez denenmişti ve ABD Ordusu Çevre Politikaları Enstitüsü’nün verilerine göre, ABD’nin Irak’a saldırısı sırasında 940 binden fazla uranyum başlıklı 30 mm’lik mermi ve 14 binden fazla geniş kalibreli DU (seyreltilmiş uranyum) top mermisi harcanmıştı.
Bu uranyum saldırısıyla Kuveyt, Suudi Arabistan ve elbette fazlasıyla Irak topraklarına ve suyuna 300–800 ton arasında ‘DU’ taneciğinin yayıldığı tahmin ediliyor. Körfez Savaşı sırasında dünyada ilk kez ABD ordusu tarafından denenen bu “seyreltilmiş uranyum” saldırısı sonucu on binlerce insan çeşitli hastalıklara yakalandı, on binlerce insan sakat kaldı.
Bu silahlar yalnızca Iraklıları değil, savaşa katılan işgalci kuvvetlerin 100 bin askerini de etkiledi. Bu gün bu askerler çeşitli solunum yolu, karaciğer, böbrek hastalıkları, bellek yitirme, baş ağrıları, yüksek ateş ve tansiyon düşüklüğü gibi hastalık ve sorunlar yaşıyor.
Irak’ı elinde bulundurduğunu iddia ettikleri kimyasal ve biyolojik silahlar için suçlu ilan edenler, bu silahların çok daha gelişmişleri ve dünyayı birkaç kez yok edecek miktarını elinde bulunduruyor, ama bu suç olmuyor! Bu silahları yağmur gibi insanların üstüne yağdırıyor, yine suç olmuyor.
Daha 1919’da İngiltere Savaş Bakanı iken Churcill, Kahire’de bulunan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri Komutanlığı, “asi Araplar” üzerinde denemek için kimyasal silahları kullanmak için izin istediğinde, “vicdani çekinceyi gereksiz bularak” denemeye izin vermişti. Ve öfkelenerek, “gaz kullanımı konusunda bu çekinceleri anlayamıyorum.” demişti. “İlkel kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasına şiddetle taraftarım. Sadece en öldürücü gazların kullanılması zorunlu değil; büyük acılar tattırıp ağır bir terör havası estirmekle birlikte gaza maruz kalanlar üzerinde ciddi kalıcı etkiler yaratmayacak gazlar da kullanılabilir.”
Churcill, “Kimyasal silahların yalnızca batı biliminin modern savaş biçimine uygulanması olduğunu” söylüyordu.
Aradan on yıllar geçti. Ama emperyalizmin bütün temel özellikleri, dünyanın bölüşülmesi ve “küçük” ulusların kökleştirilmesi için can çekişen burjuvazinin azgınca saldırıları ve gaddarlığı artarak sürüyor.
Sadece yaşanan somut olaylardan buraya yansıyan çok küçük bölümü bile, “Kapitalizmin küreselleşmeyi getirdiği, küreselleşmenin savaşları yok edeceği ve uygarlığı dünyanın her yerine taşıyacağı, kapitalizmin mutluluk ve refahı her yere götüreceği” biçimindeki sözlerin nasıl büyük yalanlar olduğunu görebilmek için sanırız yeterlidir.

ABD’NİN BÖLGEDEKİ TAŞERONU VE KİRALIK KATİLİ İSRAİL
1948 yılında kurulan İsrail devleti, daha başından her şeyiyle ABD’nin tam desteğini arkasına alarak varlığını sürdürdü. İsrail’in bölgede ve dünyada giriştiği eylemlerin tamamının arkasında ABD oldu. Ekonomik ve askeri bakımından tamamen ABD tarafından desteklenen, bölgedeki rolü ABD tarafından belirlenen ve yönlendirilen İsrail’in bütün politikalarını ABD politikaları olarak değerlendirmek gerekir. İsrail’in ABD’den bağımsız bir politikası olabileceğini varsaymak son derece aptalca bir düşüncedir. İsrail ile ABD arasında zaman zaman farklı politikalar benimseniyormuş, ABD, İsrail’in Filistinlilere karşı sert tavırlarını benimsemiyormuş, ABD, bölgede İsrail’in zaman zaman yaptığı insan hakları ihlallerini desteklemiyormuş vb. türden açıklamalar ve yayılmaya çalışılan söylentiler asla gerçek değildir.
Kaldı ki, dünya halklarını köleleştirmek, bölge petrolünü denetimi altına almak, rakiplerini bölgeye sokmamak, halkları birbirine kırdırtmak gibi emperyalist politikalarla uğraşmak varken, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin bunları bir kenara bırakıp yoksulların dertleriyle, Filistin halkına yönelik insan hakları ihlalleriyle vs. vs. meşgul olacağını düşünmek, son derece çocukçadır ve emperyalizmi mazur gösterme çabalarından başka bir şey değildir.
Bölgeye kimyasal ve biyolojik ölüm silahları yağdıranların, ambargo adına en gerekli ilaçların, çocuk mamasının bile girişini yasaklayanların, milyonlarca Filistinliyi topraklarından kovanların, Latin Amerika’da, Asya’da kontrgerilla örgütleyip ölüm timleri kuranların, insan hakları diye bir dertlerinin olabileceğini ve bu yüzden İsrail’le ters düşeceklerini düşünmek aptallık değilse nedir?
ABD, bölgedeki bütün hesaplarını İsrail’i içine katarak planlıyor. Bölgesel savaşlar, çatışmalar, bölge halkları arasındaki düşmanlıkların körüklenmesi, birbirlerine düşürülmeleri ve birlik içine girememeleri, İsrail’in işini kolaylaştırıyor. Bölge ülkeleri birbirleriyle savaşırlarken İsrail hızla yol alıyor.
ABD yönetiminin ve Pentagon’un bütün harekât planlarının baş hedefleri arasında İsrail’in güçlendirilmesi yer alıyor. İsrail de efendisine bölgede ve bölge dışında, istenilen her yer ve zamanda tetikçilik yapıyor.
Bölgeye ilişkin bütün ABD planlarında, ABD çıkarları şu şekilde ifade ediliyor: İsrail’in güvenliğinin artması. Kalıcı bir bölge barışı. Bölgede istikrarın sürmesi.
Açıkça vurgulandığı gibi İsrail’in güvenliği ABD’nin güvenliği demektir. Bölge barışından da ABD’nin hegemonyasının sürmesi anlaşılmalıdır. ABD, bölgeyi iliklerine kadar sömürdüğü, petrol üretim ve dağıtımını denetimi altında tuttuğu, rakipleri bölgeye adım atmaya kalkmadığı sürece barış sağlanmış oluyor! Ama her kim ki, sömürülmeye, ulusal çıkarlarının ve onurunun ayaklar altına alınmasına, bölge ve Filistin halkının kan emicisi eli kanlı ABD ve İsrail’e karşı çıkıyor, saldırgan ve soykırımcı politikaları lanetliyor; işte o zaman bunlar barışa indirilmiş ağır bir darbe olarak niteleniyor! Ve bir anda bu ülke veya kurum ve kuruluşlar barış düşmanı oluveriyor! Bölgeye kimyasal bomba yağdıran ABD ve sivil, asker, yaşlı çocuk ayrımı yapmadan Filistinli öldüren, Amerika emredince ta dünyanın öbür ucuna gidip adam kaçıran, bomba atan, katliam yapan İsrail ise barışsever!
ABD, mali sermayenin gücünü ve alacak verecek ilişkisinin kendisine sağladığı avantajları kullanarak, kimi zaman tehdit, kimi zaman şantaj, kimi zaman kendisine bağlı yönetimler aracılığıyla İsrail’in bölge ve bölge dışı ilişkilerini genişletti. İsrail de, kelimenin tam anlamıyla ihtiyaç duyulan her yerde ABD’nin tetikçisi, kiralık katili rolünü üstlendi. Zaire’den Güney Afrika’nın ırkçı yönetimlerine kadar ilişkiler kurdu. Bir yandan Hitler’in ırkçılığına, soykırım girişimlerine, gaz odalarına lanetler yağdırıyor, aynı zamanda Güney Afrika’nın ırkçı diktatörlerinin en büyük dostluğunu üstleniyordu!
Bir yanda İran’ın Amerikan karşıtı yönetimine karşı düzenlenen darbe tezgahlarının başaktörüydü, diğer yanda CIA ile birlikte Zaire’de Mobutu’nun, Uganda’da da İdi Amin’in yönetime gelmesinde rol alıyordu.
Öbür tarafta Güneydoğu Asya’da ABD’nin isteği üzerine savaş uçaklarını gönderip Endonezya’nın kanlı diktatörü adına Doğu Timor’da halkın tepesine bomba yağdırıyor, Doğu Timor’un petrolüne el konuyordu.
İsrail’in ABD fedailiği bunlarla da sınırlı değildi. Aynı İsrail, Latin Amerika’da da ABD adına iş bitiriyor, CIA ile katliamlara ortak imza atıyordu. Somoza’nın 40 bin kişinin katili Ulusal Muhafızlarını eğiten ve yöneten CIA ile birlikte İsrail’di.
El Salvador’daki katliamlara doğrudan katılımı halk baskısıyla kongrede engellenince, ABD yönetimi, bu işi yine İsrail üzerinden sürdürdü ve tam bir katliamın yaşandığı ülkede İsrail, kiralık katil olarak görevini yaptı.
Aynı şekilde Nikaragua’da da İsrailli “uzmanlar”, Nikaragua halkına karşı görev basındaydılar.
Yine yakından tanık olunduğu biçimde PKK başkanı A. Öcalan’ı Kenya’da yakalayıp Türkiye’ye teslim edenler ABD ve İsrail’di.
Bu işleri yüzünden İsrail basınından bir yazar İsrail’i, “Her zaman büyük ve saygın bir işadamı olarak görünmeye çalışan ‘ babanın’ (yani ABD’nin) tetikçisi” olarak nitelendiriyor.
Bölgede tam bir karıştırıcı, ABD’nin ileri karakolu görevini üstlenen İsrail, bir yandan Mısır’a saldırıp, Mısır Hava Kuvvetlerini büyük ölçüde yok ediyor, öbür taraftan da Lübnan’a, Ürdün’e saldırılar gerçekleştiriyor, Filistin topraklarını işgal ediyor, milyonlarca Filistinliyi topraklarından kovuyor, kalanlara ise esir muamelesi yapıyordu.
İsrail politikaları gibi gözüken politikaların tümünün aslında Amerikan politikaları olduğunu daha önce belirtmiştik. Nitekim İsrail saldırısı Mısır’ı ABD’ye daha fazla yaklaştırmıştır. Bu anlamda ABD’nin, bölge ülkelerini yola getirmekte kullandığı fedai İsrail’di.
İsrailli mizah yazarı B. Michael kendi ülkesinin ABD ile ilişkisini şöyle ifade ediyor: “Efendim beni besler, ben de onun ısır dediklerini ısırırım!”
Herhalde ABD İsrail ilişkisi bu kadar açık ve çarpıcı biçimde başka türlü vurgulanamazdı!
İsrail, bölgede ABD açısından bir başka işlev daha görüyor; ABD’li silah tekelleri satışlarını arttırmanın yolu olarak bir yandan bölgeyi sürekli gergin ve savaş durumunda tutarken, diğer yandan yeni ürettikleri silahlardan bir miktarı önce İsrail’e hibe ediyor. Bu yolla bir taşla birkaç kuş birden vurulmuş oluyor. Bir yandan İsrail ordusu silah yönünden sürekli güçleniyor, yenileniyor, öbür yandan da İsrail’in aldığı silahlardan almak için Kraliyet aileleri, Mısır’ı, Türkiye’si ve diğerleri sıraya geçiyor.

FİLİSTİN’İN DURUMU VE CAMP DAVID GÖRÜŞMELERİ
Geçtiğimiz ay içersinde Camp David görüşmeleri nedeniyle bu antlaşma ve İsrail-Filistin meselesi bir kez daha dünyanın gündemine geldi. ABD Başkanı Clinton’un başkanlığında bir araya gelen İsrail ve Filistinli yetkililer antlaşma sağlayamadan dağıldılar.
Hiç şüphesiz antlaşma sağlanmış olduğu açıklamaydı bile, bu bölgede barışın sağlandığı anlamına asla gelmeyecekti. Çünkü nasıl ki, bundan önce bölgede yapılmış pek çok antlaşma barışı sağlamak bir yana, var olan çelişkileri daha da artırmış, yeni savaşların ön hazırlığı niteliği taşımışsa bu da diğerlerinden farklı olmayacaktı.
Gerçekten de gerek bölgede gerekse bölge dışında emperyalistlerin dayatması sonucu imzalanan bütün antlaşmalar, demokratik, halkların özgür iradesini yansıtan antlaşmalar değil, tersine, emperyalist tahakkümü pekiştiren, güçlüye “güçsüz” üzerinde daha zorbaca baskı kurma fırsatı sağlayan antlaşmalar olmuştur. Ve dolayısıyla gerçekten kalıcı bir barışın değil yeni çatışma ve savaşların habercisi olmaktan başka bir işlev görmemişlerdir.
Bölgede değişik zamanlarda, değişik ülkeler arasında imzalanan barışlar da tam da böyle olmuş, sorunları çözmek yerine var olan düşmanlıkları artırmıştır.
Filistin’e, ABD ve onun tetikçisi İsrail tarafından dayatılan ve çevredeki Arap devletleri tarafından gizlice onaylanan Camp David’in bundan önceki antlaşmasında olduğu gibi son görüşmeler de, aslında Filistin halkının İsrail’e kayıtsız şartsız boyun eğmesini dayatan bir şartnameden başka bir şey değildi.
Bundan önceki Camp David antlaşması, sonradan dünyadaki ABD’li yetkililerin bile kabul ettiği gibi, İsrail’i bölgede yeni saldırganlıklar için cesaretlendiren ve serbest bırakan bir antlaşmaydı. Mısır’ın İsrail’i onaylaması, ABD yalakalığına soyunması ile birlikte 1978–79 Camp David antlaşmaları, İsrail’e yeni saldırılar için cesaret vermiştir. Böylece İsrail, Lübnan’a karşı bir savaş başlatmakta serbest olduğunu hissetmiştir. Bu Camp David antlaşmalarından önce İsrail’in bu kadar rahat cesaret edemeyeceği bir şeydi. Görüşmeleri yakından takip etmiş bir İsrailli uzmanın dediği gibi; “Mısır’ın bu tavrının (yani siz ihanet anlayın) sonucu, İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim faaliyetleri kadar, Lübnan’da FKÖ’ye karşı askeri operasyonları sürdürmekte serbest kalmış olması idi.”
Kısaca, “barış antlaşması” aslında açıkça savaşın yolunu açmıştır. Nitekim Camp David görüşmelerine katılan Harald Saunder, yıllar sonra bu durumu itiraf ederek şu sözleri söylüyordu: “Camp David antlaşmaları Filistinlilerin çıkarlarını gözetiyormuş gibi gözükmekle birlikte, aslında İsrail’deki Likud hükümetini Batı Şeria ve Gazze’deki mevzilerini güçlendirmesi için serbest bıraktı. Aynı şekilde Mısır-İsrail barışı, İsrail’i 1982’de (tıpkı 1978’de olduğu gibi) FKÖ’yü yok etmek ya da ülkeden söküp çıkarmak için Lübnan’ı işgal etmekte serbest bıraktı.”
İşte bu “barış antlaşmaları” ve Mısır ve diğer Arap devletlerinin ihanetleri sonucu İsrail saldırganlıkta yeni güç elde eder, cesaretlenirken, üç milyondan fazla Filistinli sürgüne gönderildi. Topraklarına el konan Filistinlilerden geride kalanlar ise tam bir İsrail terörü ve zulmü altında esir muamelesine tabi tutularak yaşamak zorunda bırakıldılar.
Öyle ki, verimli ve sulak arazilerin ve de suyun neredeyse tamamına İsrail tarafından el konulmuş durumda. Batı Şeria’da Filistinlilere su kuyusu açma izni bile yok. Filistin yerleşim birimlerinde halk susuzluktan kırılır, İsraillilerin çok pahalıya sattıkları suyu satın almak zorunda kalırken, birkaç kilometre ileride İsrail mahallelerinde İsrailliler evlerinin havuzlarında yüzüyor.
İsrail devletinin Filistin yerleşim birimlerine yerleştirdiği İsrailliler, çevrelerinde tam bir terör ve provokasyon havası estiriyorlar. Filistinli kurşunlamaktan dayağa, ağır küfürlerden ev kundaklamaya kadar pek çok iğrenç yola başvurarak bölgeyi Filistinlilerden temizlemek istiyorlar. Tüm bunlara İsrail ordusu destek veriyor. Bir İsrailli’yi bir Filistinli öldürürken görse, İsrail subayı Katil İsrailli’ye, ordunun gizli emri gereği ateş açamaz. Ama aynı İsrailli subay, “barış karşıtı” olduğunu varsaydığı bir çocuğu öldürebilir.
Geçtiğimiz ay gerçekleşen ve anlaşmazlıkla sonuçlanan Camp David antlaşmasına gitmeden önce İsrail Başbakanı Ehud Barak, şu beş şartı açıkladı:
1. 5 Haziran 1967 öncesindeki sınırlara geri dönüşe hayır.
2. Kudüs’ün bölünmesine hayır.
3. Yahudi yerleşim merkezlerinin kaldırılmasına hayır.
4. Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmelerine hayır.
5. Filistin’de İsrail ordusu dışında bir ordu kurulmasına hayır.
Bu açıklamalardan sonra konuşacak konu kalmadığından bu görüşmelerin niçin yapılacağı sorusu akla geliyor! Soyguncu sizin cüzdanınızı, paranızı, evinizi, arsanızı gasp ediyor. Sonra size diyor ki, bunlar artık benim oldu, asla geri vermem. Ama bir görüşelim. Eğer bu görüşmede sen davadan vazgeçeceğini, cüzdanını, paralarını, ev ve arsanı bana verdiğini kabul edersen barış sağlanmış olur. Aksi takdirde aramızda barış olmaz ve sen de barış düşmanı ilan edilirsin.
İşte İsrail’in istediği barış tam da böyle bir barıştır.
Görüşmelerde Arafat’ın dile getirdiği Filistin devleti ilanı kabul görmedi. Aslında kabul görmüş olsaydı da, bunun Filistinliler açısından bir anlamı olamayacaktı. Sadece Arafat’ın göz boyama numaralarından biri olarak kendisine belki bir avantaj sağlayabilirdi. Çünkü bu devlet hiçbir hakkı, yetkisi olmayan kâğıt üzerinde bir devletten öteye geçemeyecekti. Üstelik bu devletin toprak bütünlüğü bile olmayacaktı. İsrail’in, Filistinlilere bıraktığı bölgeler birbirinden kopuk ve dağınık. Birinden diğerine gitmek isteyen bir Filistinli, İsrail işgali altındaki topraklardan geçmek ve izin almak zorunda. Ve dahası bu devletin ordusu bile olmayacak. Ordu sadece İsrail’in.
Arafat, eğer Filistin devleti kabul görürse bunu bir zafer gibi sunmak ve bugüne kadarki ihanetlerini unutturmak istiyor. Oysa bu olası devletin bugünkü özerk yönetimden hiçbir farkı yok.
İsrailli bir gazeteci olan Danny Rubinstein, “İsrail’in önerdiği özerklik, tutsakların müdahale olmadan yemeklerini pişirip kültürel etkinlikler düzenlemekte serbest oldukları bir esir kampı içindeki özerkliktir.” derken, durumu son derece açık bir biçimde tarif ediyor.
Yine gerek Camp David’de gerekse sonrasında yoğun biçimde tartışılan Kudüs’ün durumuna gelince; Batı Kudüs İsrail’indir. Doğu Kudüs’ün ise % 86’sı Araplar için kullanılmayacak hale getirilmiş durumdadır. Yani Filistinlilere ait olduğu söylenen bu bölgenin sadece % 14’ünde Filistinliler yaşayabiliyor. Ancak kuralları yine İsrail’in belirlediği bu bölgede Filistinliler tam bir esir statüsünde barınabiliyor. Örneğin burada Arapların ev yapmasını yasaklayan kanunlar nedeniyle, İsrail’in nüfusu Filistinlileri geçmiş durumda. İsrail hükümeti, Doğu Kudüs’e iskân imkânı sağlamış ve yapılacak konut sayılarını ve dağılımlarını belirlemiş; 60 bin konut İsraillilere, 555 konut Filistinlilere! Nasıl adaletli dağılım!
Clinton yönetimi döneminde de İsrail ordusu silah bakımından ABD tarafından sürekli desteklendi ve yenilendi. ABD tarafından İsrail’e verilen en son teknoloji ile donatılmış 25 adet savaş uçağı ile İsrail’in vurucu gücü en üst seviyeye çıkartıldı. Böylece İsrail elindeki uçaklarla İran, Irak, Cezayir ve Libya’yı bombalama gücüne erişti.
Clinton yönetimi, eğer Camp David antlaşmasını imzalarsa Filistin’e parasal destek sağlayacağını açıkladı. Yani, vatanlarını satmaları karşılığı rüşvet önerdi. Aynı ABD, antlaşma karşılığı İsrail’e 15 milyar dolarlık askeri yardım yapacağını, İsrail ordusunun silahlarının yenileceğini ve ordunun modernizasyonunun sağlanacağını açıkladı. Tam da ABD’ye yakışan bir barış ödülü! “Barış” antlaşması karşılığı daha çok insanı öldürebilecek, İsrailli daha saldırgan ve baş belası hale getirecek yeni silahlar!
ABD ve İsrail’in Filistin’den istediği şeylerden birisi de, Filistin’in terörizmi lanetlediğini ve bir zamanlar FKÖ’nün de terörist eylemler yaptığını itiraf etmesidir. (Burada Terörist eylemler yaptığı suçlamasına muhatap olan FKÖ, ABD ve İsrail işgaline karşı savaşan FKÖ’dür.)
Bir ülke halkının işgale karşı direnmesi, yurdunu, topraklarını savunması, emperyalist politika ve dayatmalara boyun eğmemesi, emperyalizme göre teröristliktir. Nitekim ABD ve İsrail’e karşı mücadeleyi bırakan ve teslim bayrağını çeken FKÖ, onlara göre artık terörist değildir.
Ancak İsrail’in bölge ve dünyadaki eylemlerinin sadece küçük bir bölümüne göz atmak gerçek teröristin kim olduğu konusunda açık bir fikir vermektedir:
1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail, kanalı ele geçirmek üzere harekete geçti. İsrail, Sina’yı işgal etti.
5 Haziran 1967’de İsrail, ani bir saldırıyla Mısır Hava Kuvvetleri’ni imha etti. Aynı anda Suriye ve Ürdün’e saldırdı.
Mart 1978’de İsrail, Güney Lübnan’ı işgal etti.
Haziran 1982’de İsrail, Lübnan topraklarını yeniden işgal etti.
16 Eylül 1982’de İsrail, Beyrut’ta bulunan Sabra ve Şatila mülteci kamplarını basarak, silahsız 2000 Filistinliyi katletti
1985’de Tunus’a saldırdı.
Aralık 1987’de İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze’de karşı intifada ayaklanmaları başladı. Taş atanlara silahla yanıt veren İsrail, çocuklar da dâhil olmak üzere tam 20 bin Filistinliyi katletti.
Temmuz 1993’de İsrail, Güney Lübnan’a ağır silahlar, top ve tanklarla saldırdı. 300 bin Lübnanlı sivil göç ettirildi.
Nisan 1996’da BM üssünü basan İsrail, üsse sığınmış olan 800 sivilden 100’ünü öldürdü.
Bunlar İsrail’in bölgede yaptıklarının sadece küçük bir bölümüdür. Bunlara İsrail’in bölge dışında ABD adına, Güney Afrika, Uganda, Zaire, El Salvador ve Latin Amerika, Endonezya vb. yerlerde yaptıkları bombalamalar, adam kaçırmalar, ölüm timleri eğitmeler vs. vs. eklendiğinde gerçek teröristin kim olduğu, ezilen halkların düşmanının, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketlerinin düşmanlarından en azılılarından birisinin ABD’nin taşeronu İsrail’in olduğu meydandadır.

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ
ABD, bölgede temel dayanak olarak kendine daha önceleri İran’ı seçmişti. Türk-Arap ilişkilerinin tarihsel kökenlerinin çatışmalarla dolu olduğunu ve her iki tarafın da aslında birbirlerine güvenmediklerini biliyordu. Üstelik Türkiye’deki halk muhalefetinin boyutları, anti-emperyalist mücadelenin etkisi, ilişkilerin şimdiki gibi açıkça yürütülmesine engel teşkil ediyordu. Hem bu gerekçeler yüzünden, ama elbette esas olarak kendisi de bizzat bölgede yer alması ve petrol üreticisi olması bakımından tercihini İran’dan yana kullanmıştı. Bu bakımdan faaliyetini esas olarak İsrail ve İran üzerinden sürdürüyordu. Daha sonraları Mısır’ın bu kafileye katılmasıyla bu ikiliye bir kardeş daha eklendi. Her ne kadar Suudi Arabistan ve Kuveyt her zaman ABD’nin temel dayanakları olmuşlarsa da, gerek bölgedeki konumları, gerekse halkların baskısı yüzünden hiçbir zaman İran kadar cüretkâr hareket edememişlerdi.
Şah’ın devrilmesi Amerikan’ın politikalarını yeniden gözden geçirmesine yol açtı. Ve İran’ın yerine hazır asker Türkiye devreye sokuldu.
Böylelikle İsrail-Türkiye ilişkilerinde büyük bir sıçrama yaşandı. 20 yıl öncesinde daha gizli ve alttan alta yürütülen ilişkiler giderek alenen yürütülmeye başlandı. İsrail ve Türkiye karşılıklı büyükelçilik açtılar. Artık karşılıklı ticaret ve askeri ilişkiler en üst seviyeye ulaşmış bulunuyor. ABD aracılığı ve yardımıyla İsrail, her bir yana sızmış durumda, İsrail’in kanlı istihbarat örgütü MOSSAD’ın Ankara’da irtibat büroları bulunuyor. Basındaki ilişkileri aracılığıyla İran, Irak, Suriye düşmanlığını körükleyen yalan yanlış haberler yayınlatıyor, sahte İran, Irak ajan operasyonları düzenletiyor. Bu arada özellikle son dönemlerde İsrail ile övgü dolu haberlerin, İsrail’e göç etmiş eski İstanbullu Yahudilerin, İstanbul’u ve Türkiye’yi öven, İsrail-Türkiye dostluğu üzerine nutuklar attığı röportajların neredeyse günaşırı Türkiye gazete ve televizyonlarında yer alması da durduk yerde olmuyor. Herhalde birden aynı zamanlarda bütün burjuva gazete ve televizyon genel yayın yönetmenlerinin aklına İsrail’de röportajlar yapmak gelmiyor!
1996 Martı’nda İsrail’i ziyaret eden Demirel’in imzaladığı askeri işbirliği antlaşması, Türkiye-İsrail ilişkilerinde önemli bir sıçramayı teşkil etmektedir.
Önceleri gizli tutulan bu antlaşmanın içeriği sonradan alıştıra alıştıra basına sızdırıldı. Bu antlaşmanın dışa sızdırılan belgelerine göre; Türk hava sahası ve askeri üsleri İsrail ordusunun kullanımına açılıyordu.
Yine bu antlaşmaya göre, İsrail subayları İran, Irak ve Suriye sınırındaki Türk askerlerine eğitim verecek. İki ordu (Türk ve İsrail orduları) ortak tatbikatlar yapacak. Türk Hava Kuvvetleri’nin 50 adet F–4 Fantom savaş uçağı İsrail tarafından 750 milyon dolar karşılığı yenilenecek. Ayrıca istihbarat işbirliğine gidilecek. İsrail, İran, Irak ve Suriye hakkında, Türkiye’nin bu ülkelerle olan sınırlarında istihbarat çalışması yapacak ve Türkiye’yi bilgilendirecektir.
Bu antlaşma, Türkiye’nin düştüğü durumu ve kimlere sırtını dayadığını göstermek bakımından uzun söze gerek bırakmayacak kadar açıktır. İran, Irak ve Suriye sınırlarındaki askerlerin eğitimlerini ve buralarda İsrail’in elini kolunu serbest bırakmakla, Türkiye dış politikası bu ülkeleri düşman olarak gördüğünü ilan etmektedir. Peki, Türkiye bu ülkelere niçin düşmandır? Çünkü ABD’nin düşmanları Türkiye’nin de düşmanlarıdır. Ve Türkiye, ABD ve İsrail için kendini ateşin ortasına atmaktadır. Tıpkı Bosna’da olduğu gibi, tıpkı Rusya’ya karşı olduğu gibi.
Doğal olarak bu antlaşma, İran, Irak ve Suriye tarafından tepkiyle karşılanarak, ABD, İsrail ve Türkiye’nin Kızıldeniz ve Akdeniz’e yönelik hegemonya peşinde koşması olarak değerlendirildi.
Bu antlaşma o zaman henüz muhalefette bulunan ve lafa geldi mi “Siyonist İsrail’e demediğini bırakmayan ve Filistin dostluğu üzerine günde beş vakit nutuklar atan Erbakan tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Erbakan, “hükümet oldukları gün bu antlaşmayı yırtıp atacaklarını” ilan etmiş ve “Türkiye topraklarında İsrail üslerinin varlığını büyük bir utanç olarak” nitelemişti. O günkü hükümeti de, “ABD ve İsrail’in güdümüne girmekle” suçlamıştı.
Ama Refah Partisi’nin, Çiller ile kurdukları hükümette başbakan olduğu sırada Erbakan, bırakın o antlaşmayı yırtıp atmayı, Türkiye tarihinde o güne kadar görülmemiş kapsamlı yeni bir Türkiye-İsrail antlaşmasının altına imza attı. Bu antlaşmayla Türkiye, Erbakan’ın o utanç verici dediği antlaşmadan çok daha ağırına ve İsrail’e tarihin en büyük ayrıcalıklarını tanıyan antlaşmaya imza atmak şerefine erişti!
İsrail’e tanınan ayrıcalıklar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bu ayrıcalıklardan biri de, Türkiye’nin en verimli ve sulu topraklarında, yani GAP’da binlerce dönümlük arazinin ABD ile birlikte İsrail’e tahsis edilmesidir.
Ayrıca uzun bir süredir Manavgat suyunun İsrail’e satılması gündemde. Eğer bu antlaşma gerçekleşirse, Türkiye halkı ve köylüsü susuzluk çekerken su İsrail’e peşkeş çekilmiş olacak. Öte yandan bu su Türkiye’nin başına yeni dertler açacak. Bir diğeri uluslararası tahkim gereği, Türkiye ileride bu işten vazgeçmeye kalkamayacak.
Ayrıca F–4 Fantom uçaklarının yenilenmesi antlaşmasından sonra tankların yenilenmesi işi de İsrail’e verildi. Bu antlaşma karşılığı Türkiye İsrail’e 400 milyon dolar ödeyecek.
Bunun dışında yeni askeri ve uydu ihalelerinin İsrail’e verilmesi söz konusu.
Türkiye’yi yönetenler rotalarını açıkça İsrail’den yana çizmişlerdir. Vatanlarından atılan, katledilen, soykırıma uğratılan Filistin halkından değil, işgalci, katil İsrail’den yanadırlar. Türkiye’nin Suriye, İran ve Irak sınırlarını İsrail’e açmışlar, İsrail’in casusluk faaliyetlerine ve provokasyonlarına izin vermişlerdir. Ayrıca Urfa ve bölge yoksul köylüsüne toprak yoktur, ama ABD’ye, İsrail’e on binlerce dönüm toprak vardır!

ATEŞE SÜRÜLEN TÜRKİYE
Ortadoğu’da ABD, İsrail ve Mısır ile birlikte ittifak oluşturan, petrol bölgesinde, Kızıldeniz’de ve Akdeniz’de bu ittifakla ABD’nin ileri karakolluğuna soyunan Türkiye, Irak savaşı sırasında ABD’nin yanında ilk yer olan ülkelerden biri olarak tarihe geçti. BM ambargo kararını hemen hiç vakit kaybetmeden ertesi gün devreye sokarak Yumurtalık boru hattını kapattı. Bu çabukluğuyla böyle bir şeye hazırlıklı olduğu, ABD’nin bölge planlarına kayıtsız şartsız uyacağını çok önceden taahhüt ettiği ortaya çıktı. Savaş sırasında İncirlik üssünden kalkan ABD uçakları Irak’a bomba yağdırdı. Böylece Türkiye de açıkça ABD’nin yanında savaşta yer almış oldu. Savaşın ardından ABD Çekiç Gücü Türkiye’nin bölge sınırlarına kalıcı olarak yerleşti. Bu savaş ordusuna ülke topraklarında üs verildi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Özal, “bir koyup üç alacağız” diyerek savaşa katılmanın gerekçesini açıkladı. Bu durum, bir ülkenin para karşılığında bir başka ülke adına savaşa katıldığını itiraf etmesi bakımından herhalde yeryüzünün sayılı örneklerinden biridir. Gerçi sonuçta Türkiye, bir koyup üç alamadı, koyduklarıyla kaldı ve milyarlarca liralık bir yük Türkiye emekçilerinin sırtına yüklendi. Ama ülkeyi yönetenlerin nasıl bir zihniyette olduklarının, ülkenin her şeyini satılığa çıkardıklarının görülmesi bakımından çarpıcı bir örnektir.
ABD’nin bölgeye yönelik diğer planlarında da Türkiye aktif biçimde yer almaktadır. Bu yüzden güneydoğu ve kuzey komşularıyla ilişkileri bozuk ve gergindir.
ABD, bölge politikaları nedeniyle Suriye, İran ve Irak’ı kara listeye almıştır. Öyle olunca bu ülkeler Türkiye’nin de kara listesindedir. ABD, bu ülkelere boyun eğdirmek için çabalamakta, kuşatma ve teslim alma harekâtı sürdürmektedir.
Örneğin son zamanlarda İran’da reform beklentileri üzerine tüm dünyayı kaplayan yoğun bir ABD propagandası yürütülmektedir. Bu propagandaya göre, “İran’ın tek kurtuluşu bu reform planlarını uygulamasındadır.”
Oysa ille de reform gerekiyorsa, Afganistan’a reform İran’dan daha fazla gereklidir. Afganistan yönetimi İran yönetiminden çok daha tutucu ve bağnazdır. Ama nedense Afganistan’a reform gerekliliği medyada İran’ın onda biri kadar bile yer almamaktadır. Çünkü Afganistan yönetiminin ardında Amerika vardır ve o bağnaz ve zalim yönetimi oraya ABD getirmiştir! Aynı şeyler Suudi Arabistan, Kuveyt vb. için de geçerlidir.
Öyleyse İran’dan reform adına beklenen şey açıktır: Petrol sahalarını ABD’li tekellerin kullanımına açması. Petrol üretim ve dağıtımının Amerikan tekellerinin denetimine geçmesi.
Türkiye, ABD’nin bu sıkıştırma operasyonlarında yine başroldedir ve Türkiye’nin ikide birde İran aleyhine Mumcu, İpekçi, Aksoy vb. operasyonlar yapmasında bu ABD istekleri rol oynamaktadır.
Yine A. Öcalan vesile edilerek Türkiye’nin Suriye’ye neredeyse savaş ilan edecek duruma gelmesinde, ortalığın bir anda hareketlenmesinde o sıralar İsrail’le masaya oturan, ama antlaşmaya yanaşmayan Suriye’nin sıkıştırılmasının, ABD’ye teslim olmasının istenmesinin payını kimse yadsıyamaz.
Irak meselesi ise zaten herkesin malumudur.
Öte yandan Rusya ile ilişkilerde Türkiye yine tam da ABD politikaları çerçevesinde hareket etmektedir. Azerbaycan, Türkmenistan, Çeçenya, Tacikistan, Kırgızistan, Abazya vb. yerlerde CIA ve Türk istihbaratı beraber çalışıyor. Buraların içişlerine müdahale ediyor, bazılarında başarısız da olsa darbeler tezgâhlıyorlar. Ama sonuçta Türkiye çok sayıda düşman kazanıyor.
Türk istihbarat birimleri yine CIA’nın yönlendirmesinde bir kolunu Çin’in Sinkiang Uygur Özerk bölgesine uzatmış durumda. Burada Uygur Türklerini Çin’e karşı kışkırtıyor. Bu yüzden Türkiye, Çin tarafından sık sık protesto ediliyor.
Bunlar da kâfi gelmiyor Türkiye’ye ve bir kolunu da Bosna’ya uzatıyor.
Diğer yandan yeniden toparlanmaya başlayan Rusya’nın gelişimine engel olmak, önünü kesmek için ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı bu bölge sınırlarına ve Rusya’nın Akdeniz’e açılan kapısına bekçi dikme hesapları yapıyor. Nitekim yıllardır kedi ile köpek gibi olan Türkiye ile Yunanistan devletlerinin birden sevgi gösterilerine başlamasının altında ABD’nin bu plan ve baskıları yatıyor.
Bu planlar çerçevesinde Rusya ile olası bir savaşta Türkiye en önde yer alacak ve Rusya’nın önüne dikilecek. Türkiye’nin son yıllarda olağanüstü artan silahlanması, milyarlarca doları silah için ayırmasında, IMF-Dünya Bankası gibi kuruluşların borçlanmayı artırarak ülkeyi daha fazla bağımlı hale getirme, ülke ekonomisini tam anlamıyla tahrip etme ve silah tekellerine olağanüstü kârlar sağlama isteklerinin yanı sıra, hem Ortadoğu’da, hem Rusya karşısında Türkiye’nin ABD’nin öncü müfrezesi olarak yer alması isteği bulunuyor.
Bu doğrultuda Türkiye’nin silah harcamalarında olağanüstü bir artış var. Türkiye, 1999’da savunmaya 8,9 milyar dolar ayırdı. Böylelikle milli gelir sıralamasında Afrika’nın en fakir ülkeleriyle aynı sıralarda, 103. olan Türkiye silahlanmaya kaynak ayıran ülkeler içinde 14. sırada yer alıyor.
Türkiye’nin askeri harcamalar için ayırdığı pay 1998’de 6 milyar dolardı. Sadece bir yıl içinde bu miktar % 50’Iik bir artış gösterdi.
Avrupa Birliği ülkeleri bütçelerinin % 5’ini silahlanmaya ayırırken, Türkiye % 10’dan fazlasını ayırıyor.
Bu oran giderek artıyor. Önümüzdeki 8 yıllık dönem içinde Türkiye, 30 milyar dolarlık yeni silah harcaması yapacak. Bunun için ihaleler açılmaya başlandı.
Böylece Türkiye silahlanmaya en çok harcama yapan ülkelerden biri olarak dünyanın sayılı ülkeleri arasındaki yerini koruyor ve daha üstlere çıkmak için mücadelesini sürdürüyor!
Ekonominin düzelmesi için kamu açıklarının kısıtlanması gerektiğini birinci şart olarak ileri süren, bunun için kamu emekçilerinin sayısının azaltılması, yani on binlerce memurun işine son verilmesi, özelleştirilmelerin hızlandırılması, işçi ücretlerinin kısıtlanması, tarım alanlarının daraltılması, taban fiyatlarının düşük tutulması, tarım-kredilerinin azaltılması ve piyasa şartlarına uygun faizler belirlenmesi, tarımda destekleme alımları ve sübvansiyonların kaldırılması, sağlık ve eğitim alanının özelleştirilmesi, devletin buralardan desteğini çekmesi, tüketim maddelerine sürekli zam yapılması ve çalışanların vergi yükünün arttırılmasını savunan ve şart koşan IMF ve Dünya Bankası, silah harcamalarının artmasını olumluyor. Bu harcamaların dış borçların artmasına yol açacağından tek kelime söz etmiyor. Tersine silahlanmayla birlikte dış borçların artması tam anlamıyla teşvik ediliyor. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri yoksullaşırken, silah tekelleri ve onların aracı kurumları milyarlarca doları kapıp götürüyor. Hükümetler ise Türkiye halkına fedakârlık çağrıları yapıyor.

SAVAŞIN KAYNAĞI EMPERYALİZMDİR
Emperyalist kapitalizmin ideologları, kapitalizmin iğrenç yüzünü gizlemek, çirkinliklerini törpülemek isteyen burjuva demagoglar, kapitalizmin küreselleştiğini, küreselleşmenin ise kavgayı, savaşları sona erdireceğini, barışı sağlayacağını söylüyorlar. Onlara göre, küreselleşme, uygarlığı, bilgi ve teknolojiyi dünyanın en ücra köşelerine taşıyacak, bilinçlenen toplumlar da kavga yapmak yerine dostlukları geliştireceklerdi. Ayrıca gelişmek ve ilerlemek isteyen kapitalizm de savaşların kendisine bir yarar sağlamadığını, tersine zarar verdiğini, zaman kaybına yol açtığını görmüştü. Üstelik Sovyetlerde kapitalist yola girdiğini açıklamış, böylece dünya tek kutuplu olmuştu. Kapitalist birleşmeler kapitalizmi tek bir dünya şirketine doğru götürüyordu. Dolayısıyla kim kiminle kavga edecekti? vs.
Hiç şüphesiz konuyla ilgili olanlar, bu savların hiç de yeni olmadığını, Kautsky’nin bir asır önce zırvaladığı paçavralar olduğunu hatırlar. Bu “ultra emperyalizm” teorilerinin üzerinden çok yıllar ve bu yıllarla birlikte bir İkinci Dünya Savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlar geçti ve oportünizmin bu teorisi bizzat hayatın kendisi tarafından çöpe atıldı. Buna rağmen burjuvalar bu teoriyi çöplükten çıkarıp, ambalajlayarak sanki yeni bir şeymiş gibi piyasaya sürüyorlar.
Sovyetler Birliği’nin varlığında kapitalistler her türlü silahlanma yarışının ve savaşların nedenini ona bağlamayı adet edinmişlerdi. Şimdi artık o bahane yok. Onların mantığına göre silahlanmanın durması, silah fabrikalarının kapanması, buraya harcanan paraların sağlık, eğitim vb. yerlere harcanması gerekirdi. Ama hiç de böyle olmadı. Tersine ABD’nin silahlanma bütçesi arttı. Clinton döneminde ABD’nin silahlanmaya ayırdığı para, tarihindeki en üst seviyeye çıktı. ABD’nin 1999 bütçesinde askeri harcamalara ayırdığı para 281 milyar dolardır. Buna karşın sağlığa ayırdığı para ise sadece 8 milyar dolardır. (Rakamlar ortadadır ve hiç de denildiği gibi küreselleşmenin insanların refah ve mutluluğu için kafa patlatmadığını, ama hâlâ hegemonya, hammadde kaynaklarına el koyma ve var olanları koruma peşinde olduğunu kanıtlamaktadır.)
Üstelik ABD, silah harcamalarına ayıracağı payı 2005 yılına kadar 112 milyar dolar daha arttırmayı planlamıştır.
Silah sanayisi en kârlı dönemlerinden birini yaşamaktadır. ABD, bağımlı ülkelerin silah pazarının % 57’sini tek başına ele geçirmiş durumdadır.
ABD’li silah tekelleri tarihlerinin en büyük satışlarını gerçekleştirirken, dünyanın en büyük uçak üreticisi Boing firması, en büyük kârları, askeri işlerden kazandı.
Kapitalizmin tek kutuplu hale geldiği, artık savaş çıkmayacağı fikrine gelince. Bu savaşları, sadece iradi bir meseleye, emperyalizmin dışında, kötü niyetli kapitalistlere bağlamak, aslında emperyalizmi aklamaktan başka bir şey değildir Oysa kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu içlerindeki hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurmak zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı mevcut sermayeleri oranında paylaşıyorlar. Çünkü mali sermaye ve büyük güçlerin dış politikası, dünyanın ekonomik ve siyasal yönden paylaşılmasıdır. Bu yüzden emperyalizmin ya da küreselleşmenin mevcut çelişkileri azalttığı, bu yüzden savaşların çıkmayacağı, insanlığa ve toplumlara barış geldiği düşüncesi tam bir oportünizm ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Bu kapitalizmin gelişme yasalarına gözlerini kapamak, kapitalizmin her yerde aynı ve eşit şekilde gelişeceği fikrine aptalca inanmaktır. Oysa mali sermaye ve tekeller, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Kapitalist düzende dünyayı paylaşanların güçlerinin hiç değişmeden aynı kalacağı, sanayilerinin, tekellerin, ülkelerin aynı ve eşit biçimde gelişecekleri düşünülemez. Sanayileşme ve endüstriyel gelişmelere bağlı olarak, hammadde kaynaklarına olan ihtiyaç da artar. Emperyalizm bir yandan ihtiyacını duyduğu hammadde kaynakları üzerinde egemenlik mücadelesi verirken, diğer yandan da kendisi için olmasa bile, rakiplerini hammadde kaynaklarından mahrum bırakmak, onları hammadde kaynaklarının dışına atmak için çabalar. İşte bu durumda emperyalizm, sorunun çözümü için savaşı şart görür.
Bir zamanlar dünyanın efendisi rolü İngiltere’ye aitti. Sonra İngiltere güçten düştü. Amerika ileri fırladı. Almanya büyük bir atak içinde. Japonya etkin bir düzeyde. Fransa son dönemlerde, bir zamanların sömürgeci günlerini hatırlatır biçimde daha yüksek perdeden konuşuyor. Neredeyse ABD’ye karşı AB’nin sözcülüğüne soyunmuş durumda.
Rusya yeniden toparlanıyor. Çin ile ilişkilerini geliştiriyor. Hem askeri, hem ticari antlaşmalara ortak imzalar atıyorlar. Diğer yandan Japonya ile ilişkilerini düzenlemek için ciddi bir hareketlenme içinde olan Rusya, Güneydoğu Asya’daki pozisyonunu güçlendirmek için manevralarını hızlandırdı. Arka bahçesini düzenlemeye, kendini sağlama almaya çalışıyor.
Güneydoğu Asya’nın güçlenen ve atağa geçen ülkesi Çin, bölgede ağırlığını giderek daha fazla hissettiriyor. Dünyanın en kalabalık bu ülkesi, Amerikan’ın önünü kesmesine karşı ittifaklar politikası geliştiriyor. Bu çerçevede Rusya ile ilişkilerini güçlendiriyor.
Almanya ve Fransa, Güneydoğu Asya’da pay kapmak için ciddi bir atağa kalkmış durumdalar.
15–20 yıl sonra (belki daha önce) Çin’in ya da Rusya’nın veya Almanya’nın süper bir güç olarak ABD’nin karşısına dikilmeyeceğini, dünya jandarmalığına soyunmayacağını kim iddia edebilir?
Çin, Japonya ve diğerleri sanayi olarak geliştikçe enerjiye olan talepleri artıyor. Japonya petrolün büyük bölümünü petrol körfezinden karşılıyor. Çin, İran’a silah veriyor, karşılığında petrol alıyor.
Fransa, petrol tekeli Total’in, ABD’nin baskılarına karşın İran’dan çıkmayacağını açıkladı. Ve Fransa, çok sert bir açıklama yaparak, ABD’yi, “bugün ekonomik, parasal, askeri, teknolojik kültürel alanların hepsinde egemen olmak istiyor. Modern tarihte bunun hiçbir örneği yoktur.” diye suçladı.
Balkanlar tam bir kaynayan kazan. Yugoslavya’nın paylaşılması sürüyor. Almanya, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’yı arka bahçesi haline getirmeye uğraşıyor. Ama ABD de Avrupa’da kalıcı bir yer tutabilmek için bastırıyor. Son Bosna savaşında askeri olarak bölgeye çıkartma yaptı.
ABD, NATO’nun, “belli bir toprağı savunan ittifaktan”, “ortak çıkarları savunan” bir ittifak dönüştürülmesini savunuyor. Yani yalnız Avrupa’da değil gereken her yerde müdahalede bulunacak statüye kavuşturulmasını, esnek hale getirilmesini ve BM’nin onayım almadan müdahale edebilme yasallığını kazanmasını istiyor.
Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği AB ise, ortak bir Avrupa ordusunun kurulması için harekete geçti bile.
Şu yukarıdaki tabloda dünyadaki gelişmelerin çok küçük bir bölümünün yansımasına bakıldığında, acaba küreselleşme savunucularının söyledikleri masallara benzer bir tablo var mıdır? Dünya tek kutuplu bir dünya mıdır ve barış rüzgârları her tarafı sarmış mıdır? Öyleyse bu silahlanma yarışı, tekeller arasındaki rekabet, gırtlak gırtlağa pazar kavgaları, şirket evlilikleri adı altında rakip şirketi yutmalar, bölgesel savaşlar, enerji ve hammadde kaynakları üzerinde döndürülen numaralar, askeri paktlar ve yeni arayışlar, ittifak girişimleri, gümrük engellemeleri, vs. vs. neden? Eğer bunlar barışsa, o zaman sorulmalıdır ki; savaş ve savaş hazırlığı denen şey nasıl olmaktadır?
Hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki, enerjiye ihtiyaç duyan, yeni pazarlar arayan Çin, bölgesini kaptırmamak isteyen ve ABD’nin nefesini hep ensesinde hisseden Japonya, yeniden toparlanmaya çalışan ve bunu sağladığı anda dişlerini yeniden gösterecek olan ve Akdeniz’e inme hazırlığı yapan Rusya, her zamankinden daha aktif ve atak davranan Almanya, Fransa bir gün mutlaka gırtlak gırtlağa geleceklerdir. Bunların şimdilik aynı ittifaklar içinde yer alması, aynı tarafta gözükmesi hiçbir şey ifade etmemektedir. Bunların hepsi bir bütün olarak savaşlar arasındaki dönemlerin mütarekeleri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedirler. Emperyalizm çağında barışçı ittifaklar, savaşları hazırlarlar ve savaşlardan doğarlar. Çünkü savaş politikanın başka araçlarla devamıdır ve birkaç büyük devletin dünyanın diğer bütün uluslarını egemenlik altında tutması, bir avuç tekelin dünyanın tüm zenginliklerine el koyması demek olan kapitalizmde sonuçta çelişkilerin çözümünde savaştan başka yol yoktur.

GERÇEK BARIŞ İÇİN TEK YOL, EMPERYALİZMİN TARİH SAHNESİNDEN SİLİNMESİ İÇİN MÜCADELE
ABD, kurduğu haydutluk düzeniyle sanayi ve endüstriyel gelişmenin en çok ihtiyaç duyduğu enerjinin en önemli bölgesini şimdilik denetimi altında tutmaktadır. Bölgede bitmek bilmeyen çatışmalar, sürekli gerginlik ortamı, muazzam boyutlardaki silahlanma göstermektedir ki, ABD ve diğer emperyalist haydutların sözünü etmekten çok hoşlandığı “bölgesel sürekli barış” sözcüğü aslında “sürekli çatışma” anlamına gelmektedir. Her savaşın ardından imzalanan “barış” antlaşması yeni bir savaşın, yeni bir çatışmanın habercisidir. Savaş dönemini geçici “barış” dönemi, onu da yine savaş takip etmektedir. Savaşın biçimleri değişmektedir, ama özü, sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmeyecektir. Bu bakımdan bölgeden emperyalizm kovulmadıkça ve emperyalizmin sadık hizmetkârları işbirlikçi asalak yönetimler yerle bir edilip işçi sınıfı önderliğinde ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin gerçek sahipleri iktidara gelmedikçe halklar arasında gerçek ve kalıcı dostluk, kardeşlik gerçekleşmeyecek, kalıcı ve demokratik bir barış hayal olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bu bakımdan, barışsever olduğunu söylemek, günde beş vakit barış isteğini tekrarlamak yetmez. Bunu herkesten fazla bağırmak da, ezilenlerin tarafında olunduğu, geniş halk yığınlarının çıkarlarının savunulduğu anlamına gelmez.
Bir yandan barış diye bağırıp, diğer yandan, dünya halkalarını birbirine kırdırtan, herkesin gözünün önünde bölge halklarının tepesine bomba yağdıran, kimyasal silahlarla ölüm kusan, on binlerce insanı sadece ve sadece kendi çıkarı, egemenliği için katleden, gıdasızlık ve ilaçsızlık nedeniyle binlerce bebeğin ölümüne neden olan, bölgeyi silah deposuna dönüştüren, Balkanlar’da ve dünyanın dört bir yanında savaş tezgâhlayan, en kanlı diktatörlere yol veren, ulusal kurtuluş mücadelelerini kana boğan, Filistin ve ezilen halkların katili ABD’nin büyükelçisini Diyarbakır’a buyur etmek, barışı değil, ama yeni belaları davet etmekten başka bir şey değildir. Bu tavır, halkı kandırmaktan başka bir anlam taşımaz. Ve bu tavır, hegemonyacı emperyalistlerin, savaş ağalarının işini kolaylaştırmaktan başka bir şey sağlamaz.
Gerçekten sürekli ve demokratik bir bölge barışı isteyenler, emperyalizme ve onun içteki uzantılarına karşı açık bir mücadele içinde olmak, gerçekleri gizlemek yerine, halka emperyalizmin niyetlerini ve gerçek yüzünü anlatmak zorundadır.
Anlatılmalıdır ki, ABD büyükelçisinin bölgeye gelmesi, İsrail’in sınırda istihbarat toplaması, provokasyonlar düzenlemesi, ABD’nin yeni planlar ve emeller peşinde olduğunu göstermektedir.
Anlatılmalıdır ki, Kürt yoksul köylüsü köylerinden göç ettirilir, toprakları ellerinden alınırken, topraksız, aç ve işsizken, ABD’li tekellere ve İsrail’e GAP’da binlerce dönümlük toprak ikram edilmesi, bölge halkının daha da yoksullaşması, başına yeni belalı çorapların örülmesi demektir.
Artık, HADEP yöneticileri, yoksul Kürt köylüsünün toprak taleplerine neden sahip çıkmadıklarının, adaletli ve gerçek bir toprak reformu talebi için seslerini yükseltmediklerinin yanıtını vermelidirler.
Ve yine, İsrail ve ABD’li tekellere GAP’da binlerce dönüm arazi verilmesine sessiz kalmalarının nedenlerini halka açıklamalıdırlar.
Ve bütün herkes şu sorunun yanıtını vermelidir: ABD ve İsrail’in olduğu yerde ne zaman halklar arasında barış olmuş, halklar ulusal bağımsızlıklarını kazanmışlardır?
ABD ve İsrail, yıllardan beri bulundukları bölgede ve diğer yerlerde hangi ezilen sınıf ve tabakalara, yoksullara huzur ve refahı getirmiştir?
Kürt ve Türk yoksul köylüsü ABD’nin çek senet tahsilâtçısı IMF ve Dünya Bankası’nın elinde oyuncak hale getirilmişken, tütününe, şeker pancarına kota koyulur, ekim alanları sınırlandırılır, taban fiyatları en düşük düzeye çekilirken, GAP’ın en verimli arazilerinin ABD ve İsrail’e verilmesi, Kürt yoksullarına nasıl bir barış, mutluluk ve huzur getirecektir?
Diyarbakır halkı ve Kürt köylüsü susuzluktan kıvranırken, suyun İsrail’e akıtılması nasıl bir barış ve huzur getirecektir?
Suriye, İran, Irak gibi sınır boyu ülkelerle ABD çıkarları için çıkacak bir savaş, en önce oradaki halkı etkileyeceğine göre, ABD ve tüm emperyalistler bölgeden kovulmadan Kürt emekçileri kendilerini nasıl güvenli ve kalıcı bir barış içinde hissedebilir?
Ve Filistin halkını kana boğanlar, topraklarından kovan işgalciler ve efendileri, nasıl olur da ezilen ulus ve halklardan yana ve “barışçı” olabilirler? Bunlarla nasıl bir barış sağlanabilir?
Ve de yıllardan beri bölgede Musa Anter, Vedat Aydın gibi Kürt aydınlarını ve yüzlerce Kürt insanını faili meçhul cinayetlerde katleden ölüm timlerini örgütleyen ABD ve İsrail değil midir?
Gerçek ve kalıcı bir barışın yolu, ezilenlerin emperyalizme ve onun faili burjuvaziye karşı ortak ve inançlı mücadelesinden geçmektedir. Başka da bir yol yoktur.

Eylül 2000

Çin: devrimden emperyalizme

Bir süre önce ABD ile Çin arasında, Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kapılarını Çin’e açan bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmayla Çin, uzunca bir süredir ilerlediği dizginsiz kapitalizm yolunda pazarını artık uluslararası tekellerin sömürü ve talanına tamamen açmış oldu.
Mao döneminde izlediği emperyalizmin önüne dikilme ve ülkesinde kooperatiflere vb. dayanan bağımsız ekonomisini (bir tür devlet kapitalizmi) geliştirme yolundan ayrılarak borsası, yerli-yabancı özel şirketleri, bir yanda on milyonlarca işsizi diğer yanda milyarderleri ile emperyalistlerle işbirliğini ve “piyasa sosyalizmi” adı takılan Batı kapitalizmini ekonomik örgütlenmesinin temeli haline getiren Çin; uluslararası sermayeyi çekerek ekonomiyi canlandırma ve ihraç etmek istediği malların önündeki engellerin kaldırılması için WTO’ya üye olmak istediğini açıklarken buna karşı uluslararası tekeller de Çin pazarının kendilerine sınırsız açılması koşulunu öne sürdüler. Sonunda, Çin, kendi egemenlerinin ihtiyaçlarını da karşıladığı için gönüllü olarak uluslararası baskıya boyun eğdi; birkaç on yıldır uygulanan “piyasa sosyalizminin bir sonucu olarak iç ve dış faktörlerin de etkisiyle uluslararası sermayeyle tam entegrasyon için dönemeç niteliğinde bir adım daha attı.
Uluslararası tekellerin ve büyük emperyalist güçlerin 21. yüzyıl stratejisinde Çin ekonomik bölgesi özel önemi olan pazarlardan biridir. Üstelik merkezinde Çin’in yer aldığı bölge, sahip olduğu pazar olanaklarının ötesinde siyasal-stratejik açıdan da büyük öneme sahiptir. Hatta bu durum ve dünya üzerindeki paylaşım çatışmasının Avrasya’dan bu bölgeye doğru kaymasını hareket noktası alan ABD stratejistleri, henüz tartışma halinde de olsa bir konsept değişikliğinin bile sözünü etmektedirler. Nitekim ABD’nin bölgeyi temel alan yeni bir konsepti geçtiğimiz aylarda deklare de edilmiştir.
1,2 milyarlık nüfuslu ucuz işgücü potansiyeli, devasa pazarı ve hızla gelişen dinamik ekonomisiyle Çin’in, uluslararası tekellerin 21. yüzyılda kıyasıya rekabetine sahne olacağı kuşkusuzdur. Çin, ABD ile yaptığı antlaşma gereği, WTO’nun yolunu düzleyerek ülke pazarını -enerjiden tarıma, otomotiv, hizmet ve iletişimden petro-kimya, elektronik alanlarına, bankacılık alanından sigorta sektörü, bilgisayar, bilgisayar cipleri alanlarına kadar- uluslararası tekellere açmış durumda. Bunun için gerekli vergi indirimleri ve gümrük duvarlarını aşamalı olarak aşağı çekilmesi ÇKP’nin 15. Kongresi’nde karar altına alındı ve hemen uygulamaya geçti.
ABD ye Avrupalı emperyalistler açısından Asya Pasifik bölgesi ekonomik, siyasi ve askeri açıdan stratejik önemdedir. Çin pazarına dadanan emperyalist devletler; hem toplam artı değerden en fazla payı almak için Çin pazarını sınırsız bir şekilde yağmalama ve paylaşma yarışına girmekte hem de dünya pazarındaki payları için bu ülkeyi de denetim altında tutmak, bölgedeki ekonomik-siyasi ve askeri güç ve etkisini sınırlamak gibi amaçlar güdüyorlar. Çin’in zengin hammadde kaynaklarıyla ucuz işgücü bolluğunun sunduğu olanakları kullanmak da işin cabası.
Öte yandan Çin emperyalizmi de, pazarını uluslararası tekellere açar ve Çin ekonomisinin yabancı sermaye yatırımlarına ihtiyaç duyduğunu hatta bunun zorunluluğunu açıklarken kendi yayılmacı emellerini gizlemiyor. Oldukça büyük ölçekte dış yatırımlara gidiyor ve Asya’yı “yaşam alanı” olarak gördüğünü ilan ediyor; bu amaçla siyasi ve askeri açıdan güç toplamaya çalıştığı da biliniyor.
Çin’in dünya pazarıyla, kapitalist emperyalist dünyayla entegrasyonunun başlıca yollarından biri özelleştirmedir. 1990’ın başından itibaren çok sayıda uluslararası tekel, Çin pazarına girmek için kıyasıya rekabete girdi.

* * *
Çin’i 20–25 yıllık argümanlarla ya da hiç tartışmadan ön kabul olarak sosyalist sayan ve uygulamalarını ilginç “sosyalizm” yorumlarıyla açıklamaya çalışanlara hâlâ rastlanıyor. Sosyalistler arasında Çin, Mao döneminin prestijine sahip olmasa bile bazı burjuva sosyalistleri hâlâ “Çin sosyalizminden söz edebiliyorlar.
Bu nedenle, bugünkü Çin’i dünya pazarıyla entegrasyona götüren ekonomik siyasal ilişkilerin tarihsel sürecine bir göz atmak yararlı ve bugünkü durumu açıklayıcı olacaktır. Üstelik Çin’in bugünkü emperyalist konumunu yeri geldiğinde “sosyalizm”le, “piyasa sosyalizmi” ile açıklaması yer yer yanılsama unsuru da olmaktadır. Dolayısıyla ’80’lerden başlayan örtük olmayan kapitalist ekonomi politikaları ve özel mülkiyet ilişkilerinin gelişimi üzerinde durmak da bir ihtiyaca cevap olacaktır.

ÇİN’DE EMPERYALİZMİN EGEMENLİĞİ VE ÇİN DEVRİMİ
Çin, yüzyılın başında çeşitli emperyalist ülkelerin ekonomik bakımdan paylaştıkları, geniş bölgelerini askeri işgal altına alıp sömürdükleri, sömürge ülke konumuna getirmeye çalıştıkları, yarı feodal üretim ilişkilerinin hâkim olduğu, halkının sefalet içinde yaşadığı bir ülkeydi.
Kır nüfusunun yüzde 5-6’lık kısmını oluşturan büyük toprak sahipleri tüm toprağın yarısından fazlasını ellerinde bulunduruyorlardı. Kır nüfusunun yüzde 90’ını oluşturan yoksul ve orta köylülük ise toprağın yalnızca yüzde 30’una sahipti. Çin ekonomisinin önemli sektörleri doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalistlerin denetimi altındaydı. Çin bu süreçte ABD, İngiliz ve Japon emperyalistlerine güçlü bir şekilde bağımlıydı. Toplam sermaye yatırımlarının yüzde 75’i yabancı sermayenin, yüzde 25’i ise yerli sermayenin elindeydi.
Çin yönetimi, işbirlikçi büyük burjuva kliği ve büyük toprak sahiplerinin ellerindeydi. Yerli sermaye, toplam tarım ve sanayi üretiminin ancak yüzde 10’unu gerçekleştirebiliyordu. Büyük toprak sahipleri aynı zamanda Çin halkının azgınca sömürülmesinde ve ülke zenginliklerinin talan edilmesinde emperyalistlerin temel dayanaklarıydı. Emperyalizmle işbirliği içinde palazlanan ve Çin ulusal ekonomisini yabancı sermaye ile birlikte talan eden işbirlikçi büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleriyle birlik halindeydi ve giderek etki alanını genişletmekteydi.
Büyük toprak sahibi ve işbirlikçi burjuva sınıflar, Çin halkını alabildiğine sömürdüler ve devlet zoruyla halkı baskı altında tuttular. Emperyalizme bağımlılık, sömürü ve boyunduruk sınıflar-arası karşıtlığı iyice keskinleştirdi. Ülke, iktisadi ve politik olarak bir türlü kurtulamadığı krizlerin içine yuvarlandı. Özellikle kapitalizmin nispeten geliştiği kıyı şehirleri ve güney bölgeleri tarım, sanayi ve ticarette kısa aralıklarla tekrarlanan krizlerin pençesindeydi. Bu koşullarda ezilen yığınlar insanca yaşam için ayağa kalktılar. Halkın bu ayağa kalkışı gittikçe emperyalizmi, feodal despotizmi ve imparatoru hedeflemeye başlamıştı. Mao ve ÇKP önderliğinde sürdürülen uzun süreli halk savaşı sonucu 1949 yılında büyük toprak sahiplerinin ve işbirlikçi burjuva sınıfların iktidarı yıkılarak Çin Halk Devrimi gerçekleştirildi. Çin Halk Devrimi; feodal despotizmin iktidarına son vermekle demokratik, emperyalistleri ülkeden kovup bağımlılık ve sömürü ilişkilerine son vermekle antiemperyalist bir karakter taşıyordu.

ÇİN DEVRİMİNİN BAŞARILARI VE AÇMAZI
Çin devrimiyle, emperyalistlere tanınan tüm imtiyazlar ortadan kaldırıldı. Büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konularak büyük toprak mülkiyetine son verilip bu topraklar topraksız köylülere dağıtıldı. Orta ve küçük köylü sınıfların toprak üzerindeki mülkiyeti devam etti. İşgücünün seferberliği yoluyla işsizliğin üzerine yüründü. Yoksulluğa karşı savaş ilan edildi. Savaş sürecinde yıkılmış ülke ekonomisinin yeniden inşa edilmesi doğrultusunda ciddi adımlar atıldı.
Sanayi ve tarımda üretimi üstlenen çok sayıda “komün” kuruldu. Özellikle tarımda bunların ezici çoğunluğu kooperatifler niteliğindeydi. 1952’de ağır sanayinin yüzde 80’i ve hafif sanayinin yüzde 50’si devletin elindeydi. Toplam ithalat ve ihracatın yüzde 90’ını devlet gerçekleştiriyordu.
Çin yönetimi, bu süreçte uygulayacağı ekonomi politikasını, “tüm alanlarda üretici güçlerin geliştirilmesi, tarımsal üretimin geliştirilmesi ve bu esaslar üzerinde ağır sanayinin inşa edilmesi” şeklinde formüle’ etti.
Halk demokrasisinin ilk 5 yıllık sürecinde, devlet mülkiyeti; el konup ulusallaştırılan büyük kapitalist işletmeler, yeni kurulan fabrikalar, maden ocakları, ulaştırma, haberleşme ve telefon sektörleri, santraller, yollar vb.yi kapsıyordu. Kooperatif mülkiyeti yaygındı; ancak burada, yalnızca toprak değil üretim aletleri ve üretilen ürün de kapitalist mülkiyet olarak kalmaktaydı. Bunların yanı sıra bireysel küçük mülkiyet ve çeşitli biçimler altında kapitalist özel mülkiyet varlığını sürdürdü.
1957 yılına gelindiğinde orta köylülüğün (orta tabakası) ciddi oranda büyümüştü. Yine aynı yıllarda küçük meta üretimi ekonomideki ağırlığını korumaktaydı. Bu tabaka ve meta üretimi, sayıları giderek artan kapitalist unsurların gelişmesine zemin oluşturdu. Zaten sınıf olarak tasfiye edilmemiş ve daha çok kooperatiflere girmeye yöneltilmiş eski burjuvalarla birlikte kapitalist sınıf etki gücünü gittikçe artırdı. Üstelik değer yasasının sınırlandırılıp denetim altına alınması yoluna da gidilmemiş, bu yasanın denetimsiz işleyişi de kapitalizmin gelişmesini teşvik etmişti.
Çin’in kurtuluşu üzerinden on yıl geçtiğinde, üretim araçları üzerindeki özel kapitalist mülkiyet, sanayi işletmelerinin, köydeki orta ve büyük ölçekli köylü işletmelerinin (büyük tarım işletmelerinin bir kısmı tasfiye edilmemişti) ve ticaret sermayesinin girişimlerini kapsamaktaydı ve Çin ekonomik yaşamında büyük ağırlığa sahipti.
1917 Ekim Devrimi’nden sonra dünya çapında ikinci büyük etkiyi Çin devrimi yaratmış; 650 milyonluk nüfusuyla Çin, kapitalist emperyalist cepheyi yarıp sosyalizmin önderlik ettiği anti-emperyalist demokratik devrimler cephesine dâhil olmuştu. Dünyadaki dengelerin değişmesine önemli etkide bulunan Çin devrimi, kapitalist emperyalizmi darbelerken, bağımsızlık ve hatta sosyalizm mücadelesinde ezilen halklara ilham kaynağı oldu.
Sanayi, tarım ve kültürel yaşamda atılan adımlar ve sağlanan başarılarla Çin demokratik devrimi, SSCB ile yakınlığı, dünya koşullarının elverişliliğine ve görünüşte önderliği tarafından sosyalizmin savunulmasına rağmen sosyalizm yönünde bir gelişme içine girmedi, ülkede sosyalizmin inşasına girişilmedi. Çin bağımsız ve demokratik bir ülke olmanın ötesine geçemedi. Sosyalizm, kapitalist üretim ve değişim ilişkilerinin tasfiyesini emrederken, Çin’de ise bu süreç bu ilişkilerin doğal bir sonucu olan bölüşüm ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi, bölüşümdeki bozukluğun, yoksulluğun giderilerek toplumsal refahın sağlanması olarak kavrandı. Çin devriminde burjuvazi ve kapitalizmin yok edilmesi öngörülmedi. Burjuvazinin yedeklenmesi, Mao’nun deyişiyle “sosyalizmle bütünleşmesi” savunuldu ve burjuvazi ile uzlaşmaya gidildi. “Emekle sermayenin uyumunu sağlamak” ve işçileri “hem devlet sektörünün ve özel sektörün hem de emekle sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye ikna etmek” anlayış ve tutumları Çin’in ekonomi politikalarının temel unsurları olarak benimsenip uygulandı.
Çin devrimi’nin tüm süreci boyunca kapitalist meta üretiminin yaygınlaşması, tasfiye edilmeyen burjuvazinin sınıf olarak varlığı ve gittikçe güçlenen bir konuma sahip olması, yaygın kapitalist özel mülkiyetin varlığı, bunun bir uzantısı olarak, burjuvazinin siyasal iktidardan uzaklaştırılmasına girişilmemesi, halk demokrasisinden sosyalizme geçişi engellediği gibi ileriye yürümeyen devrimin süreç içinde gericileşmesinin maddi temelini oluşturdu.
Burjuvazi özel teşebbüs sahibi olarak varlığını sürdürdüğü gibi aynı zamanda devlet ortaklı işletmelerin de sahip ve yöneticiliğini sürdürmüştür. Kendisine karşı mücadele geliştirilmeyen burjuvazi giderek tüm mal-mülklerini geri alabilmiş ve özellikle Mao’dan sonra Çin, kapılarını emperyalist tekellere de yavaş yavaş açmaya başlamıştır. Büyük ölçekli üretim ve ağır sanayiye değil ama küçük ölçekli üretime, tarım ve hafif sanayiye tanınan öncelikler, bu gelişmenin nedenleri arasında yer aldı. Çin’de “özel sermayenin devletle ortak yönetimi yoluyla sosyalizmle bütünleşmesi” olarak formüle edilen ekonomik-politika sonuç olarak kapitalizmi daha da güçlendirerek, kapitalizmle “bütünleşme” ile sonuçlandı.

SOVYET KARŞITLIĞI ÜZERİNDEN EMPERYALİST HESAPLAR
Halk önderi Mao’nun ölümünden sonra başa geçen Deng, özellikle 1980’li yıllarda uyguladığı ekonomik “reformlar”la Çin’i bir anda dünyanın en gözde pazarı haline getirdi. Bu süreçte sosyalizm adına yapıldığı propaganda edilen ekonomik ve siyasal düzenlemeler, ülkede kapitalizmin önünü tamamen açan, bölgede emperyalist hâkim bir güç haline gelme ve dünya pazarına göz dikme amaçlarına bağlanan düzenlemeler olmuştur.
Dünya çapında süper bir güç olmak, gelişmiş büyük sanayiye, güçlü bir ekonomiye ve güçlü bir askeri güce sahip olmayı gerektirir. Ancak Çin bu aşamada bunlara sahip değildi. Çin, bu hedeflere, daha temkinli politikalar güderek süreç içinde ulaşmayı hedefledi. Dünya pazarı ve sömürgelerin öteki emperyalist güçlerin ellerinde olduğu koşullarda Çin, süper devlet haline gelmek için dolambaçlı bir yoldan yürümek zorundaydı. ABD emperyalizmi ve diğer ileri kapitalist ülkelerden kredi ve yardım arama, ülke zenginliklerini değerlendirmek için söz konusu emperyalist ülkelerden modern teknoloji satın alma bu dolambaçlı yürüyüşün yöntemlerindendi. Bunun sonucu olarak ülke zenginliklerinin büyük bir bölümü yardım karşılığında kredi açanların ellerine geçmeye başladı.
Çin revizyonistleri bu süreçte ABD emperyalizmine dayanmayı uygun buldular. ABD emperyalizminin ekonomi, mali, teknoloji, örgütlenme ve askeri alanlarda kendilerine yardımcı olacağını tahmin eden Çin yöneticileri, dış politikalarını da daha çok ABD’ye yaslanma ihtiyacı temelinde oluşturdu.
Dünya coğrafyası üzerinde kıyasıya bir rekabet içinde olan ABD ile kapitalizmin restorasyonunu gerçekleştiren ve sosyalizm lafı ardında dünya hegemonyası peşinde koşan bir emperyalist devlet haline gelen Sovyetler Birliği, etki alanlarını birbirleri aleyhine geliştirmede karşı karşıya bulunan iki süper güçtüler. Bu ikisi arasındaki dünyanın paylaşılması kapışmasında, karşıtlardan birinin yanında yer almayı politika edinen Çin, ABD’ye yaklaşarak kendi etki alanlarını da genişletmeyi hedefliyordu. Dünyanın başta bu iki emperyalist güç olmak üzere emperyalist güçler tarafından paylaşılmış olmasından dolayı, Çin yöneticileri, ancak bir emperyalist gücün geriletilmesi ile kendileri için yeni pazar olanakları açılabileceğini düşünüyorlardı ki bu doğruydu.
Hem SSCB ve hem de ÇHC sosyalizm maskesi kullanıyorlardı. SB sosyalizm maskesi ile sömürgeciliğini geliştirmeye çalışırken, onun karşısında Çin de, aynı şekilde, sosyalizm maskesiyle emperyalist emellerine ulaşmayı amaçlıyor; geriletilmesi gerekli güç olarak SSCB’yi görüyordu. Bu amaçla “üçüncü dünya ülkeleri” diye adlandırdığı az gelişmiş ülkeleri kendi etrafında toplamaya çalışıyor ve bu ülkeler üzerinde elde ettiği güç ile dünya pazarından daha fazla pay kapmayı amaçlıyordu.
Sosyalizm adına SB ile Çin arasında oynanan “oyun”, sosyalist ve antiemperyalist güçlerin bir yandan diğer yana savruldukları, sonuçları açısından kafa karıştırıcı ve tehlikeliydi. Çin, bir yandan bağımsızlığını kazanmış ülkelere yöneliyor, bağımsızlıklarına destek olmak adına Suriye, Vietnam, K. Kore vb. ile girdiği ilişkileri dayanak olarak kullanıp “üçüncü dünya ülkelerini” kendi etrafında toplamaya çalışıyor; diğer yandan da anti-emperyalist yardım ve dayanışma adı altında çeşitli ülkelerdeki bağımsızlık hareketleriyle ilişkiler geliştirmeyi, bu ilişkiler aracılığıyla devrimci demokratik hareketleri kendi uzantısı haline getirerek, onlar aracılığıyla etkinliğini güçlendirmeyi amaçlıyordu. Çin, bu dayanakları aynı zamanda başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlere karşı da hem bir koz hem de daha büyük çıkarlar söz konusu olduğunda peşkeş çekerek kullandı.
SB’yi “baş düşman” ilan ederek bu ülkeye karşı diğer emperyalistlerle ittifak geliştirmeyi amaçlayan Çin, bu süreçte ABD, Japonya ve Almanya ile yakınlaştı. Pasifik ve Güneydoğu Asya’da Japonya ile işbirliği içinde olan ama onunla çekişmeye de başlayan ABD, Japonya’yı denetimde tutmak için bir “denge” unsuru olarak Çin’le ilişkilerini geliştirdi. Japonya ise bölge üzerinde egemenlik emelleri olan SB’ye karşı Çin-Japon ittifakını geliştirmeyi ve Sovyetleri Sibirya’dan, Moğolistan’dan atmayı, Asya ve Okyanusya ve tüm ASEAN ülkeleri üzerindeki etkisini yok etmeyi amaçlıyordu. Bu aynı zamanda ABD’nin desteklediği bir stratejiydi. Çin’in emperyalistlerle ittifak arayışlarına en açık cevap veren bir diğer emperyalist güç ise Almanya oldu. İki Almanya’yı birleştirmek ve Avrupa’nın hâkim gücü haline gelebilmek için Çin ile özellikle ticari ilişkileri öne çıkaran Almanya, Çin’e teknoloji ve modern silahlar sağlamada başı çekti.

GELİŞEN ÇİN KAPİTALİZMİNİN DIŞA AÇILMASI
SB’den sonra Çin’in de boydan boya kapitalizme saplanması ve emperyalist bir siyaset izlemesi, belli başlı bütün emperyalist ülkeleri tüm dengeleri yeniden kurmak üzere hareketlendirdi.
Emperyalist güçlerin en temel amaçlarından birisi, Çin pazarının kendilerine açılmasıydı. Emperyalistlerin bu talebi Çin kapitalistlerinin yabancı sermayeyi ülke içine çekme istekleriyle çakışınca, Çin pazarı 1980’li yılların ilk yarısında uluslararası sermayenin hizmetine açıldı. Çin pazarı ABD, Japonya, Almanya tekellerine açıldığında, bu tekeller Çin’e girmekte tereddüt etmediler. Özellikle petrol ve kömürün aranması, çıkarılması ve piyasaya sunulması, yöneldikleri sektör oldu. Alman kömür tekelleri hemen milyonlarca mark tutarında antlaşmalar yaptılar. Uluslararası sermayenin hiçbir engelle karşılaşmaması için Çin, 1980 yılında beş bölgeye “özel ekonomi statüsü” verdi. Kurulan serbest ticaret bölgelerinin en önemlisi olan Kanton ve diğerleri ticaretin yanı sıra sanayi, bankacılık, altyapı ve hizmet sektörü gibi alanlarda da yabancı sermaye emdiler. “Özel ekonomi statüsü” denen bölgelere yabancı sermaye akarken Çin yöneticileri bu durumun ülke bağımsızlığına ve sosyalizme zarar vermeyeceğini ileri sürmeye devam ettiler. Onlara göre, tersine, bu bölgeler sosyalizmi geliştirmeye hizmet edecekti. Gerekçelerini, devletten devlete borç almadıkları, dolayısıyla bağımsızlıklarına halel gelmeyeceği ve ülke ekonomisinin yabancıların etkisine girmeyeceği iddiaları üzerinde temellendirdiler. Bu gülünç bir gerekçeydi, ancak kısa bir süre sonra Çin yöneticileri devletten devlete kredi alabileceklerini de açıkladılar.
Çin, iktisadi olarak henüz geriydi. 1980’de işgücünün yüzde 70’i halen tarımda istihdam ediliyordu. Diğer yandan büyük ölçekli üretimin olmayışı ve modern tarım tekniklerinin kullanılmamasının bir sonucu olarak GSYİH’da tarımın payı hâlâ yüzde 30 civarındaydı. Bu, aynı zamanda köylülerin aşırı yoksulluğu anlamına geliyordu.
Çin’in kapitalizmi geliştirme çabaları ilk elde ülke ekonomisinin gelişimini yavaşlattı. 1960–‘70 arası ortalama ekonomik kalkınma hızı yüzde 3,5 civarında kaldı. Bu yıllarda henüz Çin’in dış ticareti 2 milyar dolardı; ihracat 1,8 milyar dolarken, ithalat ise çok düşüktü. Çin’in emperyalist ülkelerde geliştirdiği ilişkilerle birlikte dış ticaret hacmi büyüyerek 1978 yılında 20,6 milyar dolara çıktı; ihracatı 9,7 milyar dolara, ithalatı ise 10,9 milyar dolara yükseldi. Bu süreçte Batılı tekeller Çin’e doluştu: 1980’lerin ortalarında Çin’de 45 bin yabancı sermaye kuruluşu vardı.

ÇİN “KÜRESELLEŞMESİ”
Çin özel sektör sermayesinin Çin ekonomik yaşamındaki ağırlığı 1980’lerden sonra artarak sürdü. 1980’lerin ortalarından itibaren Çin ekonomisinin stratejik sektörleri de aşama aşama yabancı sermaye tarafından talan edildi.
Günümüzde Çin ekonomisinin neredeyse yarısına ulaşan özel sektör, 1980’den itibaren inişli çıkışlı bir gelişme gösterdi. 1980–1995 arasında Çin’de özel sermayenin tüm Çin ekonomisine oranı, yüzde 40’tan, 35 ve 33’e indikten sonra yeniden yüzde 45 ve 47’ye yükseldi.
Özel sermaye ’80’in ilk yıllarında ilkin küçük kamu işletmelerine katılabiliyordu. Bu, anonim şirketler kurulması ve burjuvaların hissedar oldukları şirketlerin kurulması yoluyla gerçekleşti.
1993 yılında 13.000 kamu işletmesi, özel sermayenin katılımıyla anonim şirketlere dönüştürülmüştü. İlkin küçük KİT’lerde başlayan bu yeniden yapılanma, 80’li yılların sonlarında devletin temel sektörlerinde faal olan en büyük KİT’leri de kapsadı. 1994’te anonim şirkete dönüştürülen KİT sayısı 25.800’e, Eylül 1997 itibariyle de 414.000’e çıkarıldı. Özel sermayenin katılımıyla KİT’ler anonim şirketlere dönüştürülürken görünüşte hukuki olarak mülkiyet hakkı devletin elindeydi. Oysa özel sermayenin katılımıyla anonim şirketlere dönüştürülen KİT’lerde birkaç yıl sonra özel teşebbüs pratikte mülkiyet hakkına da kavuştu.
Şirketlere dönüştürülmüş KİT’lerde çalışanların hisseleri ilkin dışarıya, özel sermaye satılmazken, kısa bir süre sonra devletin açık-gizli teşvikleriyle bu da gündeme geldi. 1995’lere gelindiğinde özel mülkiyet bütün mülkiyetin yüzde 90’ını oluşturuyordu.
1993-’94 yıllarında Çin yöneticileri, devlet sektörünün özelleştirmeler yoluyla küçültülmesinin kaçınılmazlığını ilan ettiler. Özel sermayenin girdiği ancak büyük ortağın hâlâ devlet olduğu ekonominin bel kemiğini oluşturan sektörlerde özelleştirmeler hız kazandı. Özel sermayenin yanı sıra yabancı sermaye bu sektörlere damgasını vurdu. Bu aynı zamanda, kitlesel işçi kıyımları, sendikasızlaştırma ve açlık anlamına geldi.
Özel sermayenin devletin elindeki temel sektörlere girmesi ilk zamanlar özel sermayenin KİT kuruluşlarına eşit hisseli ortak olması şeklinde oldu.
Ancak 1997 yılında ÇKP’nin 15. Kongresi’nde alınan yeni ekonomik kararlar, bu eşit “paylaşımı” da yerli ve yabancı sermaye lehine eşitsizliğe dönüştürdü. (Bkz. Tablo 1.)

Kayıtlı Özel Ekonomi Tablosu – TABLO-1
İstihdam     Kayıtlı Serm.     End. Aktif     Per. Satış     İhracat
(10000)     (100m)        (100m)        (100m)        (USD 100m)
Yab. Serm. Teşeb.        4124        63        1095        21431(?)    700
Topl. Özel Serm. Yat.        666(?)        25868        9210        6425        709,3
Topl. Ulusal Serm.        33352        98219        58797        20598        1488
Özel/Ulusal Ek. Oranı        % 20        % 26,3        % 15,7        %31,2        % 47,7
1995 verileridir. (Sınıf ve Kapital dergisi, İngilizce.)

WTO sonrası Çin’in ülke kapılarını uluslararası sermayeye ardına kadar açmasıyla devlet sektörünün hızla küçüleceği ve ekonomik yaşamı belirleyenin uluslararası sermaye ve ülke içindeki uzantıları olan işbirlikçi sermayeye bağlı olarak tablodaki göstergelerin özel sermaye lehine hızla değişeceği ortadadır.
Alttaki tablonun göstergeleri şimdiden bu yöndeki eğilimi ortaya koymakta, özel sermayenin istikrarlı geliştiğini göstermektedir. Ancak gerçek veriler bu tabloda ortaya konanların çok üzerindedir. (Bkz. Tablo 2)

1988–1998 yılları arasında 8 ve 8’den fazla işçi çalıştıran
lisanslı özel teşebbüslerin gelişim tablosu – TABLO-2
Sayı         İstihdam     Kayıtlı Sermaye
(10 Milyon)    (m)        (100 Milyon Yuan)
1988    4,1        0,73        –
1992    14,0        0,32        2,21
1995    66,5        9,56        2621
1997    96,0        13,40        –
1998    104,0        14,57        6554

Sovyetler Birliği’ni baş düşman ilan edip diğer emperyalistlerle girdiği ittifak süreci ile 1989’da Sovyetler Birliği’nin çöküşü, dünyadaki tüm güç ve ilişkilerin olduğu kadar Çin’in durumunu da farklılaştırdı.
Çin, değişen ilişkiler içinde, bir “düşmana karşı” desteklediği diğerlerinin yedeği haline gelme konumunu yitirdi. Emperyalist güçler de Sovyetler Birliği’ne karşı yedekledikleri bu ülkenin elindeki “kozu” yitirmesiyle birlikte, Çin’in bir bütün olarak uluslararası sermayenin hizmetine sunulması için baskılarını yoğunlaştırmaya başladılar. ABD, Japonya ve Avrupalı emperyalist ülkeler, aynı zamanda kendi aralarında Çin pazarı üzerinde kıyasıya bir rekabete giriştiler.

EMPERYALİST ÇEKİŞME İÇİNDE YENİ RUS-ÇİN YAKINLAŞMASI
Bugün ABD bu bölgede de süper güç olma rolünü sürdürürken Çin, ABD ve Japonya’nın etkin güç olma çabasının yarattığı çelişkilerden yaralanıp bir denge unsuru haline gelmek için yoğun çaba harcamakta ve bir süper güç haline gelmek için önünü açmaya uğraşmaktadır. Bu kez henüz bir baş düşman bulamayan Çin, tüm emperyalist ülkelerle çelişkilere bağlı olarak farklı ilişkiler geliştirmektedir. Bir yandan bölgede etkin güç olan ABD ve Japonya’ya karşı Avrupa’nın emperyalist ülkeleriyle artan oranda ekonomik, mali ve siyasi ilişkilerini geliştirmeye devam ederken, diğer yandan da Rusya ile ilişkilerini geliştirme eğilimindedir. Jiang Zemin, Eylül 1995’te Moskova’yı ziyaret ederken Rusya ile işbirliğinin derinleştirileceğini ve bir dizi ticaret ve işbirliği antlaşmasına imza attıklarını kamuoyuna açıklamıştı, iki ülke liderleri, nükleer silahların bundan böyle birbirlerini hedeflemeyeceğini deklare eden siyasi bir bildiriyi imzalamışlardı. Öte yandan, Çin hâlâ Rusya’nın önemli ticaret ortaklarından biridir. 1992’de 5 milyar doları aşan toplam ticaret hacmi 1996’da 7.68 milyar dolara çıkarken, iki ülke arasında 2000’de toplam ticaret hacminin 20 milyar doları bulacağı tahmin edilmektedir.
1996 yılında Rusya-Çin arasında Batılı emperyalistlere karşı “stratejik ortaklık” antlaşması imzalanmıştı. Bu görüşmede, iki ülke, ABD’yi “dünyada hegemonyacı eğilimlerden uzak durmaya” çağırdılar. Bu ikili görüşmede Çin’de nükleer enerji santrali kurulması, Sibirya’dan Çin’e bir doğalgaz boru hattı inşası gibi dev yatırım projelerine imza atıldı.
Çin; ABD emperyalizminin gerek dünya hegemonyasına, gerekse Asya Pasifik’te en etkili güç olma yönelimine ve ittifaklarına karşı, ABD’yi cepheden karşısına alamasa da, kimi zaman Rusya’yla, kim zaman Avrupa emperyalist güçleriyle antlaşmalara girerek ve kendi pazarını tavizler karşılığında ABD tekellerine açarak uzlaşma yolunu benimseyip bir “denge” tutturmaya çalışmaktadır. Japonya’nın ABD ile her yakınlaşma hamlesine karşı ise Çin, Rusya ile ekonomik, siyasi ilişkilerini derinleştirmeye yöneliyor.
9 Aralık 1999’da bir kez daha Çin-Rusya görüşmesine tanık olundu. Bu görüşme, Rusya’nın Çeçenya’ya savaş açıp işgal ettiği ve başta ABD olmak üzere batılı emperyalist devletlerin tepkisini çektiği bir sürece denk geldi. Bu görüşme, iki ülke arasındaki sınır sorunlarının çözümünü ve sınırdaki bazı nehirler üzerinde bulunan adalardan ortak yararlanmayı öngören 3 antlaşmanın imzalanmasıyla sonuçlandı. Rusya, Tayvan sorununu Çin’in iç meselesi olarak gördüğünü üstü nispeten kapalı olarak ilan ederken, Çin ise, Çeçenya sorununu açıkça Rusya’nın iç meselesi olarak gördüğünü kamuoyuna duyurdu. Yeltsin-Jiang arasında iki gün süren bu görüşmelerden sonra yayınlanan ortak bildiride; ABD ve Japonya kastedilerek “bazı ülkelerin Asya Pasifik bölgesinde füze savunma sistemi kurma planı bölgenin barış ve istikrarını zedeleyecektir” mesajı da yer alıyordu.
Üstelik, Çin ve Rusya; global stratejik dengeyi bozan girişimlere karşı ortak eyleme geçeceklerini de açıkladılar.
Görüşme sonrası Yeltsin, “Rusya’nın nükleer bir güç olduğu ve ABD’nin bunu yadsımaması gerektiğini, çok kutuplu dünyanın her şeyin temeli olduğunu” söyleyerek ekledi: “Nasıl yaşamak gerektiği konusunda Clinton yalnız başına dikte edemez. Biz de dikte edeceğiz.”
J. Zemin de; “Rusya ile birlikte Orta Asya’da istikan pekiştirmeye hazır olduklarını” açıklarken, aslında Çin emperyalizminin Orta Asya’yı yaşam alanı olarak gören düşünceleri ifade ediyordu.

FARKLI HESAPLARLA ABD VE ÇİN’İN BİRBİRLERİNİ KULLANMA YÖNTEMLERİ
Çin’in ABD ile Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesinin önünü açan antlaşmayı yapması ve bunun önkoşulu olarak Çin pazarını uluslararası tekellere açmasına bağlı gelişmeler; emperyalistler-arası ittifak ve antlaşmaların geçici, çelişkilerin ise mutlak olduğunu bir kez daha doğruladı. ABD-Çin arasında ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amaçlı yakınlaşma durumuna karşı, bu kez Japon emperyalizmi, Rusya ile ilişkilerini arttırma manevrasına girişti. Pazar paylaşımı, hammadde kaynaklarının talanı, emekçi halkın sömürülerek işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilmesi, azami tekel kârlarının elde edilmesi ve istikrara kavuşturulması amacıyla emperyalist güçlerin aralarındaki kıyasıya rekabet, çelişki, çatışmalara karşın, uzlaşma ve ittifaklara gitmeleri emperyalist kapitalizmin doğası gereğidir.
Aynı şekilde Çin de, ABD ile Japonya’nın çelişkilerinden yararlanmak ve bölge üzerindeki etkinliğini Japonya aleyhine ve kendi lehine çevirmek için ABD ile ilişkilerini geliştirmektedir. Ancak Japonya ile olan çelişkilerine rağmen, Çin-Japonya ilişkileri daha sert olduğunda avantajlı durumda olan ABD, Çin’e karşı sürekli yeni koşullar ileri sürmektedir. 1949 iç savaşında Çin’den ayrılan ve -bugün dünyanın üçüncü büyük döviz rezervlerine sahip olan Tayvan’ı ülkenin bir parçası olarak gören Çin, ABD’den burası için kendisine ödün vermesini istiyor. ABD ise, Çin’in nükleer enerji, yüksek teknoloji ve askeri alanlarda kendisine tavizler vermesi halinde Tayvan konusunda esnek tutum alacağını ima etmektedir.
Clinton ile Zemin arasında ’97 yılı Ekim sonu Kasım başı toplam dokuz gün süren bir görüşme gerçekleşti. Kimilerinin “tarihi görüşme” olarak nitelendirdiği bu görüşmeye, kimileri pek önem vermedi. Ancak Çin’in dünya pazarına entegre olma kararı, 1,2 milyarlık bir pazara sahip olması, yoğun bir işgücünü barındırması, Asya ve Pasifik’te önümüzdeki süreçte oynayacağı rol, büyük emperyalist devletlerin gözünü bu pazara dikmiş olması, Rusya ile Çin’in yakınlaşma eğilimlerinin ortaya çıkması türünden gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde, Çin-ABD görüşmesi, birçok bakımdan önem kazanmaktadır.
Üstünlük ABD’de de olsa ABD, Japonya ve Çin, Asya ve Pasifik bölgesindeki rekabette öne çıkan güçlerdir.
ABD-Japonya arasında geçen aylarda yenilenen Askeri işbirliği Antlaşması, iki ülke arasındaki ittifak ilişkisini pekiştiren bir rol oynamıştı. Ancak bu antlaşma, ABD-Japonya arasındaki gerek bölge gerekse dünya pazarına yönelik rekabet ve çelişkileri azaltmadı. Bu iki emperyalist gücün bölgede oluşturdukları “statüko” karşısında, Çin daha çok kendi iç pazarı üzerinden üçüncü bir güç olarak ortaya çıkmayı amaçlamaktadır. Çin bu istemine kavuşmak için, bir yandan ABD ve Japonya ile ekonomik, ticari ve diplomasi ilişkilerini geliştirmeye devam etmekte, öte yandan başka bir emperyalist güçle (şimdi Rusya ile) kuracağı ilişkilerle bu ilişkilerin getireceği avantajları bu amaç doğrultusunda kullanmak istemektedir. Bu süreç işlerken emperyalistlerin Çin’den tavizler koparması kaçınılmazdır. Yakın zamanda Çin’in Rusya ile yakınlaşma eğilimine girmesi ve Rus tekellerinin Çin pazarına balıklama dalmaya başlamaları, bir anlamda Çin’in yakın hedeflerinin doğurduğu ihtiyacın bir ürünüdür. Bu olguyla da birlikte ele alındığında, Çin-ABD görüşmesinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Bilindiği üzere, son yıllara kadar Çin’de yatırım yapan yabancı sermayeli şirketlerin üretimlerinin önemli bir oranını ihraç malları oluşturmaktadır. Çin, ihraç malların önündeki engellerin kaldırılması için Dünya Ticaret Örgütü’ne girmek istemektedir. Uluslararası sermaye ise, Çin’in bu isteğine karşı Çin pazarının kendilerine tamamen açılması koşulunu ileri sürmektedir. Clinton-Zemin görüşmesinin en önemli gündem maddelerinden biri de, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne dâhil edilmesi açısından ABD’nin ikna edilmesi oldu. Bu zamana kadar Çin; uluslararası sermayenin isteklerini, gümrük duvarlarını aşamalı olarak indirmeye yönelerek, vergi oranlarını düşürerek ve ekonomisinin bel kemiğini oluşturan kamu kuruluşlarını özelleştirmeye açıp uluslararası tekellere yeni kârlı pazar alanları oluşturarak asgari ölçülerde yerine getirmeye başlamış; ancak emperyalistler atılan bu adımları yeterli görmemişlerdi.
ABD-Çin arasında gerçekleşen görüşmenin amaç ve sonuçlarının oluşturduğu tablo şöyledir:
Clinton-Zemin görüşmesinin ilk raundundan sonra Zemin, “ABD ile güçlendirilmiş bir ekonomik işbirliği, genişletilmiş bir ticaret ve iki ülke arasındaki politik ilişkilerin ilerlemesine katkıda bulunacaktır” şeklinde bir açıklama yaptı. Aynı açıklamada Zemin, ABD tekellerinin Çin pazarına girmeleri için çağrıda bulunmayı da ihmal etmedi.
ABD, Çin’in İran’la nükleer işbirliğine girmesinden ciddi rahatsızlıklar duyuyordu. Zaten antlaşmanın en önemli maddesi, Çin’in İran’la nükleer işbirliğini durdurmasına ve Çin’in ABD yapımı nükleer güç reaktörü satın almasına olanak tanınması konusunda görüş birliğine varmalarına ilişkin olanı oldu. Bu antlaşmadan sonra Clinton yaptığı basın açıklamasında “ABD’nin, Çin’e sivil amaçlı nükleer silah teknolojisi ve malzeme satışına izin verecek, İran gibi ülkelerin nükleer silah teknolojisi satın almalarını ise engelleyecek bir zafer antlaşmasına vardıklarını” bildirmişti. Clinton, bu antlaşmanın ABD’nin ulusal güvenlik, çevre ve ekonomik çıkarlarına hizmet edeceğini açıklamaktan geri durmadı. Bilindiği gibi Çin, nükleer enerji ve füze teknolojisi satan önemli ülkelerden biridir. ABD, bu antlaşmayla, bir bakıma Çin’in silah pazarındaki mevcut durumunu sınırlandırma ve denetim altına alma konusunda ciddi avantajlar elde etti. Aynı zamanda Çin’e satacağı nükleer teknoloji ve malzemeyle muazzam kârlar elde etme olanağına da kavuşacak. Çin ise, dünya pazarıyla entegrasyonu geliştirerek bilgisayar, bilgisayar cipleri ve telekomünikasyon ekipmanlarına uyguladığı gümrük tarifelerini tamamen ortadan kaldıracağını açıkladı. Zemin, ABD’yi ziyaretinin dördüncü gününde, Coca Cola, General Electric ve Motorola tekelleri temsilcileriyle yaptığı toplantılar ve bu tekelleri Çin pazarına davet etmekle, yanı sıra Boeing uçak tekeliyle 3 milyar dolarlık bir antlaşma imzalamakla, bu ziyaretin gerçek amacını ortaya koydu. Bu görüşme, başta ABD tekelleri olmak üzere uluslararası tekellere Çin kapılarının tamamen açılmaya başlandığını bildirme amacı taşımaktaydı. Bugünkü gelişmeler, Çin’in dünyanın en hızlı büyüyen nükleer enerji pazarı olacağını gösteriyor. Çin’in enerji ihtiyacı için önümüzdeki on yıllık süre içinde 50–60 milyar dolarlık harcama yapması gerektiği düşünülmektedir. Bu, uluslararası tekellerin iştahını kabartmakta ve Çin pazarının önümüzdeki süreçte uluslararası tekellerin kıyasıya rekabetine de sahne olacağını göstermektedir. Bunun için şimdiden ABD’li Coca Cola, General Electric, Motorola, Westinghouse, Compustione, Engineering, Boeing tekelleri, Fransız Framatom ve Kanadalı AECL tekelleri hazırda beklemektedirler. Rus tekelleri de Çin pazarına girmiş bulunmaktadır. ABD, Çin ile yaptığı bu görüşmeyle ve bu görüşme çerçevesinde yapılan antlaşmalarla Rusya’nın Çin pazarına ve Asya bölgesine yönelik ataklarını engelleme amacını da taşımaktadır. ABD, Çin-Rusya ilişkisinin ittifak düzeyine çıkıp çıkmayacağından bağımsız olarak, bugünkü koşullarda, Rusya ve Avrupalı emperyalistlerin Çin pazarı ve bölge ülkeleri üzerindeki mevcut etkilerini sınırlama uğraşındadır. Yanı sıra bu görüşmeyle ABD, Japonya’ya da mesaj vermiştir. Bu mesaj; Japonya’nın ABD ile ittifakına sadık kalması, ABD ile olan çelişkilerini gündeme getirmemesi isteklerini dikte etmektedir.
Çin, bölgesel amaçlarına bağlı olarak Asya’nın doğusunda yer alan Paracel ve Spratley takımadalarıyla Güney Çin Denizi üzerinde hak iddia etmektedir. 1974’de Vietnam denetimindeki Paracel takımadalarının bir bölümüne el koymuş, 1988’de Spratley adalarının 7’sini işgal etmiş, 1991’de 8 adaya daha el koymuştur. Bu takımadalar zengin petrol yatakları bulundurması ve stratejik bir konuma sahip olması dolayısıyla Çin tarafından işgal edilmiştir. Güney Çin Denizi ise, önemli ticaret yollarının geçit yeri olması itibariyle Çin ile Japonya arasında sürekli bir gerginlik alanıdır.
Diğer yandan Çin, son dönemlerde Yeni Zelanda, G. Kore, Japonya ve Avustralya ile ticari kısıtlamaların kaldırılmasıyla ilgili antlaşmalar imzalamıştır.
Çin’in gelişimini denetim altında tutmak, bölgedeki gücünü sınırlamak ve kendisinin ASEAN ülkeleri üzerindeki hâkimiyetini korumak ve arttırmak için ABD, askeri gücünü de aktif halde tutuyor. ABD, Asya ve Pasifik’te askeri güç bulundururken, bunu yeterli görmeyerek Japonya ile önceden yapmış olduğu Askeri İşbirliği Antlaşması’nı bu nedenle yeniledi. Bu antlaşmada yapılan değişikliklerle ABD, hem bölgedeki askeri gücünü arttırıyor, hem de Japonya’nın çevresindeki ülkelerde kendisi aleyhine doğacak tehlikelere müdahale etmek hakkına sahip oluyor.
Tek süper güç olma konumunu sürdürmeye çalışan ABD’ye karşı dünya pazarında daha fazla pay sahibi olma uğraşındaki Japonya ve Almanya’nın yanı sıra, diğer emperyalist ülkelerle birlikte, Çin de, büyük bir emperyalist güç olma emel ve iddiasını güçlendirerek sürdürme çabasındadır. Çin, büyük emperyalist güç olma umudunu Sovyetler Birliği karşıtlığında araması boşa düştükten sonra, bu kez uluslararası sermayenin açık pazarı haline gelerek bu güce ulaşmayı hedeflemeye başladı. Zaten önceki süreçte attığı adımlar ve esas olarak dünya kapitalist sistemi içinde bulunduğu açmazdan kurtulmak için izlediği yeni sermaye birikimi rejimi ile Çin pazarına duyduğu ihtiyacın önemi çok büyük oranda arttı. (Bkz. Tablo 3)

1991 verilerine göre Çin’in temel ekonomik göstergeleri – TABLO-3

Nüfus                1.151.000.000
Aktif Nüfus            567.420.000
Tarım                % 61
Sanayi                % 22
Hizmet                % 15
KİŞİ Başı GSMH        370 USD
Yıllık Ort. Büyüme        % 7,8
Enflasyon            % 4
Kamu Dış Borcu        42,6 milyar USD
Ticaret Haddi            +8,7 milyar USD

1997 yılına gelindiğinde nüfus 1,2 milyar, yıllık ortalama büyüme yüzde 10–12 dolayındadır. Bugün Çin, 837 milyar dolarlık GSMH ile ABD ve Japonya’dan sonra dünyanın en büyük üçüncü ekonomisidir. 1997 yılı için öngörülen dış ticaret hacmi 310 milyar dolardır. (Bkz. Tablo 4)

’98 yılı satın-alma gücü paritesine göre
en büyük 6 ekonominin tablosu – TABLO-4
GSMH            Kişi Başı GSMH
(milyar dolar)        (dolar)
1. ABD        7.992.6        29.340
2. Çin        3.983.6        3220
3. Japonya    2.928.4        23.130
4. Almanya    1.708.5        20.810
5. Hindistan    1.660.9        1.700
6. Fransa    1.312.0        22.320

UCUZ İŞGÜCÜ CENNETİ OLARAK ÇİN
Doğal ki Çin’in uluslararası sermayenin temel bir ilgi alanı olması, bu rakamların ortaya koydukları ile sınırlı değildir. Esas olan, Çin emek-gücü pazarının kendisidir. Günümüzde sanayileşmiş ülkeler (Dünya Rekabet Gücü Raporu’na göre) ortalama saat ücreti 18 dolar üzerinden 350 milyon kişiyi istihdam etmektedir. Öte yandan geçtiğimiz on yıl içinde uluslararası sermaye, Çin, eski Sovyetler Birliği, Hindistan gibi geniş ve yüksek nüfuslu ülkelere girme fırsatını yakaladı. Böylece, tümü düşünüldüğünde, ortalama saat ücreti maliyeti 2 doların hatta birçok bölgede 1 doların altında olan yaklaşık 1 milyar 200 milyon kişilik işgücüne kavuşmuş oldu. Bu standartlar göz önünde tutulduğunda, ortalama saat ücretinin 4,3 dolar olduğu Güneydoğu Asya kaplanları bile “pahalı” hale geldi. Zira sanayileşmiş dünya 350 milyon kişiye saatte 6 milyar 300 milyon dolar ödemektedir. Teorik olarak, aynı işgücü dünya ekonomisine yeni katılmış ülkelerde istihdam edilmiş olsaydı ödenecek tutar 700 milyon dolardan ibaret olurdu. (FIET, 1995, s. 21; 95–96 Petrol-İş Prof. Dr. Meryem KORAY’ın makalesinden alınmıştır.)
Bu ucuz işgücü, Çin kapitalistlerinin uluslararası pazara çıkardıkları başlıca “ürünleri” olmaktadır. Bu ucuz emek gücünü emperyalistlerle birlikte sömürebilmek için, 1988 yılında Çin’in kuzeyden güneye 300 km.lik sahil şeridinin tümü özel ticaret bölgesi ilan edilerek 292 şehir ve yerleşim birimi uluslararası sermayenin hizmetine açıldı. Yabancı sermaye yatırımları; sanayi tesislerinin yoğun olduğu, asgari düzeyde altyapıya sahip olan ve diğer bölgeler ile çevre ülkelere ulaşımın kolay olduğu bu serbest ticaret bölgelerine akmaya başlarken kendisine ucuz emek-gücünün yanı sıra başka kolaylıklar da sağlandı. Getirilen vergi muafiyetiyle, Çinlilerle ortak ya da tümüyle yabancı sermayeli kuruluşların bölgedeki üretim ve faaliyetlerinden sağlanan kâr payını yabancı ortaklar vergiden muaf olarak dışarıya çıkarabiliyor. Faaliyetlerini 10 yıl sürdüren şirketlere kâr elde ettikleri ilk 2 yıl vergi uygulanmamakta, bunu izleyen 3 yıl ise vergi oranında yüzde 50 indirim uygulanmaktadır. Üretimin yüzde 70’ini ihraç eden yabancı sermayeli şirketlere uygulanan vergi oranı ise, ancak yüzde 15 civarındadır. Ulaşım ve enerji sektöründe faaliyet gösteren şirketlere, bölgelerinde en az 10 yıl faaliyet gösteren banka ve mali kuruluşlara yüzde 25 oranında vergi uygulandı. Kârlarını yeniden yatırıma dönüştüren yabancı sermayeli şirketlere yatırımlara dönüştürülen gelirden aldıkları verginin yüzde 40’ı iade edildi. 1995 yılına kadar bu vergi oranları yüzde 5–15 arası değişkenlik gösterdi.
Serbest ticaret bölgelerinde tarım arazileri yağmalanmaktadır. Bu bölgelerdeki belediyeler, yabancı sermaye yatırımlarına tahsis etmek üzere tarım arazilerine el koymaktadır. Fabrikalara el koymanın yanı sıra tarım ürünleri fiyatlarına zam yapılmamakta ve tarım girdi fiyatları sürekli yükseltilmektedir. Gübre fiyatları 1 yılda (1992) yüzde 24 artış gösterdi. Köylülerin üretip sattığı ürünlerin ödemesi ise, geciktirilmektedir. Bu uygulamaların sonucu 1993’te tahıl üretim arazilerinde 2 milyar hektarlık bir daralma yaşanmıştır. Nüfusun yüzde 74’ü kırda yaşıyor olmasına rağmen, tarımın GSMH’deki payı yüzde 27’ye gerilemiştir.
Tarım alanlarına el koyup uluslararası sermayeye peşkeş çekmenin yanı sıra, kırdaki bu uygulamaların diğer bir önemli nedeni ise, nüfusun yüzde 70 civarında olan önemli kesimini şehirlere sürme çabasıdır. Çünkü serbest ticaret bölgelerinde uluslararası sermayenin temel talebi, esnekliğe sahip bir işgücünün var olmasıdır. Kuşkusuz bu alandaki esneklik, merkez kapitalist ülkelerdekinden farklılık arz etmektedir. Burada esneklik için istenen, akışkan bir nüfusun varlığı, bundan dolayı köylülerin sanayiye ucuz işgücü olarak sunulması ve sürekli artan nispi nüfus fazlası çalışma zamanında, işe alma ve atmada hiçbir sosyal hak tanımadan çalıştırılmaya uygun zemin hazırlanmasıdır.
Çin emek-gücü pazarı, başka özellikleriyle de uluslararası sermayeyi cezp ediyor. Tekeller bu özellikleri daha önceden Japonya ve Asya ülkelerinin emek gücü pazarlarından biliyorlar. Alttan yukarıya doğru bağımlılığın varlığı, buradan kaynaklanan itaatle birlikte bütün enerjinin işe verilmesi ve işyerine manevi bağlılık gibi değerler, Japonya ve “Asya Kaplanlarının uluslararası sermaye ile birlikte üzerinde yükseldikleri değerlerdi. Hatta “kalite kontrol çemberleri”, 1946-’50 yıllarında Amerika’da geliştirilen bir yöntem olmasına rağmen, bu değerlerden dolayı en verimli şekilde ve en başta bu ülkelerde hayata geçirilme imkânı buldu.
Kapitalist toplum öncesi toplumsal şekillenme ve dinsel ideoloji, batıda kapitalizmin gelişimi önünde engel teşkil ederken, Japonya ve Çin gibi ülkelerde kapitalizmin gelişiminin kaldıraçları olmaktadır. Özellikle Asya’da kapitalizm öncesi süreçte toplumsal alanda planlı işbölümünün hâkim olması, kişiye bağımlılık ve itaatkârlık; bu kez toplumsal alandan alınarak kapitalist işletmeye aktarılmaktadır. Japonya ve Güneydoğu Asya ülkelerinde bu geçiş kolayca başarılmıştır. Ama Çin farklılıklar göstermektedir. Çünkü demokratik halk devrimi ile birlikte, halk demokrasisinin değerlerini yaşamış, üstelik halkın kulağı sosyalist söylemle de dolmuştur. Bundan dolayı Çin ve onunla birlikte uluslararası sermaye, halk demokrasisinin yarattığı tüm değerleri yok etmeye ve toplumun derinliklerinde olan feodal değerleri etkin hale getirerek bu “değerlerden” kapitalist “değerlere” doğrudan bir bağlantı sağlamaya çalışmaktadır. Bunu sağlamak için sarıldıkları ideoloji, Konfiçyüsçülük oldu. Konfiçyüsçülükle kişiye ve her türlü kuruma sadakat, göreve bağlılık, ailede ataerkillik en yüksek değerler olarak öne çıkarılıyor. Hatta daha da ileri gidilerek “Konfiçyüs Kapitalizmi” tanımı yapılmaya bile başlandı. Bu özellikler sadece işyerinde değil, aynı zamanda, siyasal ve toplumsal alanda da esas alınmaktadır. Bölgede başta Çin olmak üzere tüm baskıcı otoriter rejimler, sürekliliklerini korumak için bu değerlere sarılmaktadırlar.
Bir dönem Singapur başbakanının söylediği “Bir ülkede geliştirilmesine ihtiyaç duyulan şey demokrasi değil, disiplindir” sözleri, bunun iyi bir izahı olsa gerek. Bu ülkelerde baskıcı otoriter rejimlerin varlığı ve sürdürülen yüksek oranlı ekonomik büyüme, gelişme için demokrasinin şart olmadığı tespiti, yine bu ülkelerden hareketle genel bir kanı haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Emek-gücü piyasasının uygunluğu ve 1 milyar 200 milyon nüfusuyla geniş bir pazar oluşu, Çin’i, dünyanın en gözde pazarı haline getirdi.
1996 yılında dünyada doğrudan yatırım için yapılan toplam sermaye ihracı 350 milyar dolardır. Bunun 208 milyar doları gelişmiş kapitalist ülkelere akarken, 141 milyar doları ise 163 ülkeye gitmiştir. 141 milyar doların 129 milyar dolarını 25 ülke paylaşmıştır. Bu 129 milyar doların da 42,3 milyar doları (Hong Kong’la birlikte hesaplandığında, 44,8 milyar dolar) Çin’e gitmiştir. Özetle, 163 ülkeye yönelik sermaye ihracının yaklaşık üçte biri Çin’e ulaşmıştır.
Çin, zengin maden yataklarıyla da önem taşıyor. Sermaye yatırımları serbest ticaret bölgelerinin yanı sıra ülkenin batısında altın ve petrol yataklarının bulunduğu bölgelere de gitmektedir. Sadece Japon şirketi NEC, bu bölgede silikona dayalı üretim yapacak bir tesis kurmak için Çin’le 1 milyar dolarlık antlaşma yaptı.

WTO KAPISINA DAYANAN DOLUDİZGİN KÜRESELLEŞME
Uluslararası sermaye tüm bu avantajlarının yanında Çin’in, katı merkezî devlet politikasından, bütünüyle gümrük duvarlarından vazgeçmesini ve vergi oranlarının daha da düşürülmesini istiyordu. Bu istekleri karşılamak için, Çin yöneticileri, 1992–93 yıllarında ithalat ve ihracat mevzuatını yeniden gözden geçirdiler, merkezi yönetimin ağırlığını azaltıp yerel yönetimlerin “özyönetim hakkı”nı genişlettiler. 1997 yılında ise, yerli veya yabancı tüm şirketlerin ithalat ve ihracat yapmalarının önündeki engeller kaldırılarak tüm şirketlerin ithalat ve ihracat yapmalarına izin verilmiştir.
Uluslararası sermayenin Çin’in kârlılığını kanıtlayan sektörlerinde dayattığı ve 370 bin işletmeyi kapsayan özelleştirmeler başta olmak üzere ileri sürdüğü istekler, Eylül ’97’de yapılan ÇKP’nin 15. Kongresi’nin içeriğini oluşturdu. Bu kongre, taleplerine ne oranda cevap verileceği beklentisiyle uluslararası sermayenin ilgi odağı oldu. Devlet Başkanı J. Zemin, “küreselleşen çağda Çin ekonomisinin sistemle entegrasyona gitmesinin zorunlu olduğunu” açıklarken, kongre şu temel kararlan aldı:
— İlk aşamada hemen 1100 şirketin özelleştirilmesi,
— Ticaretin serbestleştirilmesi,
— Gümrük oranlarında indirim,
— Serbest piyasaya entegrasyon,
— Devletin ekonomideki payının azaltılması,
— Teknolojik gelişme ve ekonominin yeniden yapılandırılması için işgücü istihdamının daraltılması,
— İş güvenliğinin serbest rekabet koşullarına terk edilmesi,
— Sosyal güvenliğin tasfiyesi.
Özelleştirme kararıyla birlikte uluslararası tekeller hemen kıyasıya bir rekabete başladılar. Çin, 1997 Ekim ayında özelleştirmeye açtığı altyapı ihalelerinin bir kısmını Avrupalı tekellere verdi. Diğer yandan Hong Kong’da mevzilenmiş tekeller en yüksek payı alma çabasında. Sadece New World Development tekelinin şimdiye kadar Çin’e yaptığı yatırım 4 milyar dolar düzeyindedir.
Örgütsüz, sosyal haklardan mahrum, günde 10–12 saat çalıştırılan, yoğun bir işsizler kitlesiyle sürekli baskılanan ve feodal-kapitalist geri kültürel değer yargılarıyla kuşatılmış yoğun bir işgücünün varlığı, uluslararası tekelleri en fazla cezbeden unsurlardandır. Ancak, uluslararası tekeller için Çin’in cezp ediciliği, sadece ucuz işgücü cenneti olmasıyla sınırlı değildir. Çin, 1,2 milyarlık nüfusuyla dev bir pazardır da. 1990’lı yılların ortalarına kadar Çin’in temel sanayileri devlet tekeli şeklindeydi ve uluslararası tekellerin bu alanda pay sahibi olma olanakları çok sınırlıydı. ’80’lerin başından bu yana uygulanan dizginsiz kapitalist ekonomi politikalarının zorunlu sonucu olan özelleştirmelerden serbest ticaret bölgelerinin kurulmasına, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinden köylülerin köylerinden sürülmesine varıncaya dek geliştirilen politikalar, ÇKP’nin 15. Kongresi’nde alınan kararlarla daha da güçlendirildi. Emperyalist devletler ve uluslararası tekeller, adımların olumlu olduğunu fakat bunları yeterli görmediklerini açıklamış, baskılarını arttırmışlardı. Şimdi, WTO’ya üyelik yolunu açan antlaşmanın imzalanmasının önkoşulu olarak, Çin’in global sisteme entegrasyonu adına devletin temel sanayileri de dahil tüm KİT’ler özelleştirilme yoluyla uluslararası tekellere açılmıştır.
“Ekonomi Çarı” olarak da tanıtılan Zhu Rongji, 1998 yılı Martı’nda iktidara gelir gelmez, yüz binlerce kamu emekçisi işten atıldı. Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler evlendirildi. KİT özelleştirmeleri tüm hızıyla sürdü.
Mart-Nisan 1998 tarihlerinde, Liaoning eyaletinde KİT’lerin üçte biri satışa çıkarıldı. Bunlardan 1000 tanesi kâr getiren KİT’lerdir. Heilong Jiang eyaletinde 3583 KİT’in 1000 tanesi satışa çıkarıldı. Özelleştirmelerle birlikte sanayi alanında istihdam edilen 113 milyonluk işgücü, sanayi alanında istihdam dışı kalacak.
Asya’da ve özel olarak Çin’de enerji ve enerji hammadde kaynaklarına olan talep sürekli artmaktadır. Önümüzdeki 2 yıl içinde dünya enerji talebindeki artışın yüzde 53’ünün Asya’dan geleceği, dünya enerji tüketiminde Asya’nın payının yüzde 24’ten, yüzde 35’e çıkacağı tahmin ediliyor. Asya’da petrol tüketimi, yine aynı tahminlere göre, 1995–2000 dönemi arasında yüzde 25, doğalgaz tüketimi yüzde 36 ve kömür tüketimi yüzde 33 artacak. Çin, toplam enerji talep artışının yüzde 46’sının kaynaklandığı ülke olarak, uluslararası enerji tekelleri için, özellikle bu son düzenlemelerden sonra çok cazip bir pazar haline geldi.
Üstelik bugünkü ve gelecekteki enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla Çin; Hazar bölgesi ve Irak petrollerinden pay alma ataklarını arttırdı. Sadece Kazakistan’ın Özen petrol yataklarının işletilmesi için 9,5 milyar dolarlık bir antlaşma imzaladı. Çin, Irak’ta Haziran 1998 tarihinde 1,2 milyar dolarlık petrol antlaşması yapmıştı.
1994 yılının ikinci yarısında ABD Ticaret Bakanı Brown, bir uçak dolusu şirket temsilcisiyle yaptığı Çin ziyaretinde 6 milyar dolarlık ihale bağlantısı yapıldı, peşinden ABD Enerji Bakanı’nın Çin’i ziyaretinde de 5 milyar dolarlık elektrik santrali ihalesi imzalandı. Aynı tarihlerde Alman firmaları Çin’le 3 milyar dolarlık yatırım antlaşmaları yaparlarken, Çin ile Fransa arasında 1996 yılında 2 milyar dolarlık ihale antlaşması yapılmış ve Fransa’dan 30 adet Airbus-A–320 uçağının alınması kararlaştırılmıştı.
Çin pazarı birçok açıdan uluslararası tekellere azami kârlar kazandıracak cazip olanaklara sahip. Bu olanaklardan önemli birisi de Çin’in askeri yönelimleri ve geliştirmeye yöneldiği ordusudur. Büyük bir orduya sahip olan Çin; ordusunu modernize etme ve savaş gücünü yükseltme çabasındadır. Çin’e nükleer savaş teknolojisi ve araçlarını satmak için ABD, Rus ve Fransız tekelleri kıyasıya bir rekabet içindedirler. Bu bölgede Çin, savunmaya, savaş araç ve teknolojisine bütçesinden en fazla payı arttıran ülkelerin başında gelmektedir. Çin’in bu tutumu, Japonya ve bölgenin diğer ülkelerinin de silahlanmalarını teşvik ederek yine uluslararası silah tekellerine geniş bir pazar alanı yaratmaktadır. Öte yandan yüksek kâr oranı ve kitlesi elverişli bir alan olan Çin, sadece uluslararası sermaye tekellerinin değil, her şeyden önce Çin tekellerinin sömürü alanıdır ve Çinli yöneticiler, başlıca kendi pazar olanakları üzerinden büyük emperyalist bir güç oluşturmayı kurgulamaktadırlar.
Çin, 350 milyona yakın insanının yoksulluk sınırında yaşadığı. 25 milyon kişinin özelleştirmeler sonucu sokağa atılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı, kırsal alanda emekçilerin üçte birinin işsiz olduğu ve on milyonlarca emekçinin iş için şehirlere göç etmek zorunda kaldığı, küçük köylülüğün hızla tasfiye edildiği: buna karşılık, devletin desteğiyle burjuvazinin yoğun bir sermaye birikimini şimdiden gerçekleştirdiği bir ülkedir. Dolayısıyla sınıflar arasındaki uzlaşmaz karşıtlık alabildiğine keskinleşmiştir. 3.8.1998 tarihli verilere bakıldığında, Çin’deki nüfusun yüzde 3’ü bankalardaki toplam paranın yüzde 4045’ine sahiptir. Burjuvazinin elindeki bu muazzam sermaye, işçi ve emekçilerin kölelik koşullarında çalıştırılıp sömürülmesiyle oluşturuldu.
Dünyaya egemen emperyalist bir güç olma çabasındaki Çin, 1995 yılı itibariyle dünyanın 8. büyük sermaye yatırımcısı durumuna gelmiştir. Halen yurtdışında 4500’ü aşkın işletmeye 17 milyar dolarlık sermaye yatırdığı biliniyor. Çok önemli bir dış ticaret hacmine ulaştı. ’96-’97 verilerine göre Çin’in dış ticaret hacmindeki artış, dünya ticaretindeki artışın üç misli oranında gerçekleşmiştir. 1978 yılında 20,6, 1986 yılında 30,3 milyar dolar olan dış ticaret hacmi; 1994 yılında 121 milyar doları ihracat, 115,7 milyar doları ithalat olmak üzere toplan 236 milyar dolara çıkmıştır. 2000 yılı için belirlenen dış ticaret hedefi ise, 400 milyar dolardır.
Çin dışarıdan önemli oranda üretim teknolojisi ile savaş teknolojisi satın almaktadır. Özellikle satın aldığı savaş teknolojisiyle daha 1985 yılında dünyanın 3. büyük gücü haline gelen konvansiyonel denizaltı filosunu (107 denizaltı) oluşturdu. Nükleer teknolojisini olağanüstü bir hızla geliştirirken roket ve nükleer silah üretimini gerçekleştirebilmektedir. Nükleer silahlara ve koca bir orduya sahip olarak bölgede politik ve askeri etkisi yükselirken, geliştirdiği savaş teknolojisiyle başta Iran, Suriye, K. Kore, Pakistan ve Hindistan olmak üzere çok sayıda ülkeye aralarında roket, füze ve füze parçaları da olan silahlar satmaktadır.
Bütün bu gelişmeler Çin’i Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) kapısına getirdi.
WTO’nun, emperyalizmin Yeni Dünya Düzenini tüm dünyaya hakim kılmak, uluslararası tekellerin sömürüsünün önündeki engelleri “serbest ticaret” ve “küreselleşme” adı altında tümüyle ortadan kaldırarak sınırsız sömürü olanakları yaratmak için işçi sınıfına ve ezilen dünya halklarına karşı kurulduğu biliniyor. Çin emperyalizmi yaklaşık 15 yıldır bu örgüte girmek istiyordu. ABD ile yapmış olduğu antlaşmasıyla Çin, WTO’ya giriş için ABD’den onay da almış oldu.

ABD İLE ÇİN ARASINDAKİ ANLAŞMANIN ANA NOKTALARİ
— Uluslararası telefon şirketleri, WTO’ya girişinden başlayarak Çin’deki telefon şirketlerinin yüzde 49 hissesine sahip olabilecek.
— Şirketler, kamu kuruluşlarının ve görevlilerinin aracılığına gerek kalmaksızın ihracat ve ithalat yapabilecek, mallarını Çinli tüketicilere doğrudan ulaştırabilecekler.
— ABD bankaları, Çin’in WTO’ya katılışından iki yıl sonra Çin pazarında hizmet verebilecek.
— Otomotiv şirketleri, Çin pazarında tam dağıtım ve ticaret haklarına sahip olacak. Çin yabancı otolara bugün uyguladığı yüzde 80 ve yüzde 100 oranındaki gümrük vergilerini ilk elde yüzde 25’e çekecek.
— Tarımsal ürünlerde gümrük vergileri yüzde 14,5 ile yüzde 15 oranına indirilecek.
— Çin, uyguladığı bütün ihracat teşviklerini kaldıracak.
— Bu antlaşma gereği yabancı yatırımcılar telekomünikasyon dahil, birçok alanda ilk elde yüzde 49, bir yıl sonra da yüzde 50 hisse sahibi olabilecekler.
— Tarım sektöründe dış ticaret, özellikle mısır, buğday, pamuk, soya fasulyesi ithalatı serbestleşecek.
— İlk elde ABD’nin Çin’e ihracatı yüzde 15 artacak.
— Otomotiv, petrokimya, tarım, elektronik, bankacılık, sigorta sektörü (özelleştirmeler yoluyla) yeniden yapılandırılacak.
Tarım malları ithalatının hızlanmasıyla, tarımda anında yaklaşık 10 milyon köylünün işsiz kalacağı hesaplanıyor.
Yalnız hububat olarak Çin’in 14 milyar dolar ithalat yaptığını dikkate alırsak; dünyanın en büyük hububat, buğday ihracatçısı ABD’ye açılan pazarı ile birlikte gerek ülke tarımı ve gerekse küçük üreticinin yıkımla karşı karşıya kalacağı bugünden bellidir.
ABD ve batılı emperyalistler, kendi tarım tekelleri için sübvansiyon ve desteklemeyi sürdürüp yabancı tekellere karşı kota uygularken, dev bir pazar olan Çin’e kotaları kaldırmasını, sübvansiyon ve desteklemeden vazgeçmesini, vergi oranlarını sıfırlamasını ve ithalatın serbestleşmesini dayatıyorlar. Son antlaşmayla istediklerini büyük oranda aldılar.

SONUÇ OLARAK
Yüzyılın başlarında emperyalistler tarafından işgal edilen Çin, halk devrimiyle emperyalistleri yenilgiye uğratmış, ülkenin bağımsızlığıyla birlikte halk demokrasisini kurmuştu. Ancak sosyalizm yolunda ilerleyemeyince gelişen kapitalizm oldu. Bu gelişme, emperyalizme götürmeden edemedi ve Çin dünya hegemonyası hesapları yapan bir ülkeye dönüştü; dünya halklarının dostu Çin, halkların düşmanı, emperyalistlerin ve uluslararası sermayenin müttefiki oldu.
Tüm bu ilişkiler ve gelişmelerin ardından Çin, diğer emperyalist ülkelerle ve uluslararası sermayeyle birlikte dünya coğrafyası üzerinde önemli bir güç haline gelmiştir ve yakaladığı bu güçle yalnızca bölge üzerinde egemenlik peşinde koşmakla kalmayacak, dünyanın yeniden paylaşılması için emperyalistler-arası uzlaşmaz çelişkide belirgin bir taraf olarak önümüzdeki süreçte çok daha fazla öne çıkacaktır. Ancak Çin’in orijinalitesi, bir süre daha büyük emperyalist devletler ve uluslararası tekellerin muazzam kârlar elde edecekleri bir pazar ve bölgedeki etki alanlarını büyütecekleri bir olanak olmaya devam edecek olmasındadır.

Eylül 2000

Bilim mücadelesi tarihinden

Bu sayımızda, bilim alanındaki mücadelenin tarihinden yeni bir belge daha yayınlıyoruz. Temmuz 1952 tarihli bu belge, Sovyet filozoflarından G. Aleksandrov’a ait. Okuyucularımız, bu makaleyi 101. Sayıda yayınladığımız D. Troşin’in 1953 tarihli makalesi ile birlikte ele aldıklarında, 50 yıl önce zirveye ulaşan bilimdeki mücadelede iki sınıfın -işçi sınıfı ile tekelci burjuvazinin- sınıfsal çıkarlarıyla dünya görüşünün bilim üzerindeki etkisinin hangi yönde olduğu; bilime hangi toplumsal işlevleri yüklediği; bilimi nasıl teşvik ettiği ve bilimsel sorunları çözmekle uğraşan bilim adamlarına nasıl yardımcı olduğu, onların arasında ve dolayısıyla bir bütün olarak bilimde hangi değer ve gelenekleri egemen kılmaya çalıştığı vb. konularda açık bir kıyaslama imkânı bulabileceklerdir.
Kuşkusuz bu bakımdan söylenmesi gereken çok şey vardır. Ancak belgeleri dikkatlice irdeleyen her okur, tekelci burjuvaziyle ideologlarının bu konularda ileri sürdükleri tüm iddiaların ne kadar asılsız olduğunu kendiliğinden fark edecektir.
Bununla birlikte, emperyalizmin 50 yıllık anti-komünist propagandası, başvurduğu demagojiler ve bütün bunların işçi ve emekçilerin bilincinde komünizm hakkında yarattığı önyargıları dikkate alarak, burada özellikle bir noktanın altını çizmek istiyoruz: Bugün emperyalizmin hizmetindeki yayın organlarının bile “tarihten sayfalar” vb. program ve dizilerinde Batıdaki anti-komünist histeriyi, satır aralarında da olsa “abartmalı” kabul ettikleri anti-komünist propagandaya inanılırsa, Sovyetler Birliği’nde eleştiri özgürlüğünün esamisi okunmuyordu! Özellikle aydınlardan (sanatçılar, bilim adamları vb.) gelen “en küçük itiraz’ bile hapisle, “çalışma kampı”yla veya “tasfiye”yle sonuçlanıyordu! “Problems of Comunism” veya “Ostprobleme” gibi doğrudan CIA ve özel askeri istihbarat teşkilatlarınca çıkarılan yayınlarda, “komünizm zulmü” altında inleyen sayısız yazar ve aydına “fikir özgürlüğü” adına “sahip çıkılıyordu”!
G. Aleksandrov’un makalesi bu bakımdan önemlidir. Çünkü G. Aleksandrov; emperyalist propagandanın ve onun beş paralık kalemşorlarının “cadı avı”nın yayıldığı dönem olarak tabir ettikleri Jdanov’un 1946’dakı konuşmasını izleyen dönemin en tanınan simalarındandır. Zira Aleksandrov, bu makalesinde de belirttiği felsefe tartışmalarına vesile olan kitabın yazarıdır. Yani şu zulmün kurbanları arasındadır! Ama yalnızca Aleksandrov mu? Ünlü besteci Şostakoviç, Prokofyev ve başkaları da Batının anti-komünist propagandasında “kurban” ilan edilirken, onlar kendi yurtlarında eserlerini üretmeye devam ettikleri gibi, Sovyet kamuoyu önünde yapılan tartışmalardan değerli sonuçlar çıkartarak yeni şeref ödüllerine layık görülüyorlardı.
Emperyalizmin ve onun “sol”da görünen yardakçılarının anti-komünist propagandası baştan sona yalan ve demagojiye dayanmaktadır. İleride, özellikle edebiyat ve sanattaki tartışma ve mücadelelerle ilgili belgelerde bu konuyu daha yakından İrdeleme olanağı olacaktır.

Sovyet biliminin bir gelişme yasası
G. ALEXANDROV
Çeviren: Ahmet Cengiz
(Sovyet filozoflarından G. Alexandrov’un bu makalesi, “Neue Welt’in Temmuz 1952 tarihli 14. sayısında yayınlanmıştır. “Neue Welt”, 1946-1954 yılları arasında Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (Berlin) yayınlanan iki haftalık bir Sovyet dergisidir. Derginin çıkarılış amacı, başta Doğu Almanya halkı olmak üzere Almanca konuşulan ülkelerin kamuoyunu bir taraftan Sovyetler Birliği’nin; devlet yaşantısı ve politikası, ekonomik-sosyal ve bilimsel-kültürel yaşantısı hakkında bilgilendirmek, diğer taraftan SB ve sosyalizm hakkındaki emperyalist propagandanın yaydığı yalan ve tahrifatları açığa çıkartmaktı. G. Alexandrov’un makalesini çok az kısaltarak yayınlıyoruz. (Özgürlük Dünyası) )

Stalin’in, hiçbir bilimin fikir mücadelesi ve eleştiri özgürlüğü olmaksızın gelişemeyeceği doğrultusundaki tezi, Sovyet biliminin bir gelişme yasasıdır.
Bilimin tarihi çok açık bir biçimde, bilimdeki fikir mücadelesinin ve -toplumun yeni pratiği ve yeni ekonomik ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı- ilerici düşüncelerin; eskiyen, gerileyen, bilginin gelişimini engelleyen fikirlere karşı mücadelesinin, her zaman, bilimin gelişmesinin ana koşullarından biri olduğunu kanıtlıyor. Bilim, ulaşmış olduğu bilgilerle yetinemez, gelişmesini kaçınılmaz olarak sürdürür. Üretimin gelişmesi, pratiğin kendisi ve insanın kendi çevresindeki dünya hakkındaki bilgisinin genişlemesi, eski teorilerin aşılmasını ve bilimde yeni, daha ilerici düşüncelerin üstün çıkmasını koşulluyor. Büyük Mitçurin haklı olarak şöyle diyordu: Suni bir biçimde bir yerde tutulmaya çalışılan her şey, kaçınılmaz olarak yaşam tarafından silinip süpürülür.
İnsan, kendisini çevreleyen nesnel dünyanın bilgisine ulaşma sürecinde, hiçbir zaman, doğanın ve toplumsal yaşamın bütün zenginliğini birden kavrayamaz. Bilim, toplumun ve doğanın gelişmesinin sürekli yeni yönlerini, özelliklerini ve yasalarını keşfediyor ve göreli hakikatten, nesnel gerçekliği daha tam ve daha zengin yansıtan hakikatlere ulaşıyor. Doğanın bilgisine ulaşmadaki her oyalanma; ilerlemenin ve doğanın nesnel yasaları ve bağıntılarını daha derinden kavrama zorunluluğunun her inkârı; bilimde durgunluğa, rutine ve krize yol açar. Bilimde fikir mücadelesi, özgür tartışma ve şu veya bu teoriye dönük eleştiri, bilimin eski düşüncelerden kurtulmasına, bilginin daha yüksek bir aşamasına yükselmesine ve doğanın nesnel gelişme yasalarını bulmada bir adım daha ilerlemesine hizmet eder. Buradan çıkan sonuç, toplum ve doğadaki gelişme yasalarının bilimsel bilgisine ulaşma sürecinin, bilimdeki fikir mücadelesinden, yeninin eskiyle mücadelesinden ve bilimde yeninin üstün gelmesi ve eskinin aşılmasından ayrı ele alınamayacağıdır…
Aristoteles ve Ptolemy’nin dünya merkezli görüşlerini çürüten Kopernikus ve Galilei, bilimde yeni ve ilerici olan için mücadele ettiler. Onlar, teologların ve bilimde alışılageleni savunanların saldırgan direnişleriyle karşılaştılar. Ancak kazanan onlar oldu, çünkü bilimde yeni ve ilerici olanı temsil ediyorlardı. Büyük Rus bilgini M.V. Lomonossov, dünyanın “yaratıldığı”, bir başlangıcı ve sonu olduğuna dair dinci görüşleri sarsan yasaları; doğadaki hareketin ve maddenin sakinimi yasasını keşfetti, ilerici bilim adamlarının, Lomonossov tarafından keşfedilen yasaların bilimde egemen kılınması uğruna gericilere karşı verdikleri mücadele yüz yıldan fazla sürdü. Ve sonuçta Lomonossov’un görüşleri galip geldi, çünkü görüşleri sayısız araştırmada her bakımdan doğrulandı. Benzer şeyler; Mendeleyev, Lobatçevski, Setçenov, Pavlov ve başka seçkin bilim adamlarının yaptığı keşiflerle ilgili de söylenebilir.
Sovyet döneminde, Lenin ve Stalin’in Sovyet toplumun gelişmesinde bilimin rolü ve doğa bilimi öğretisinin Marksist felsefe bilimi temelinde değişimi hakkındaki düşüncelerini kendilerine kılavuz edinen Pavlov ve Mitçurin, Williams ve Komarov, Gubkin ve Karpinskiy, Vavilov, Lisenko ve başkaları, ilerici bilimsel görüşlerin geri ve yanlış düşüncelere karşı mücadelesine önderlik ettiler…
Kapitalizm koşullarında bilim egemen sınıfın bencil çıkarlarına hizmet etmektedir. Burjuva bilim adamının çalışması, kapitalist üretimin gelişmesinin de bağlı olduğu yasalara tabidir. Pazarda hükmeden acımasız rekabet yasası genellikle bilimde de geçerlidir. Ve kapitaliste hizmet eden bilim adamı, işvereninin ahlakını da benimser: İnsan insanın kurdudur.
Bilimde görüşlerin mücadelesi kapitalizm koşullarında kendiliğinden gelişir. Bu süreçte, tekellerin devletiyle onların gerici partileri aktif bir biçimde sahte bilimi desteklerken, ilerici düşünceler gericilikle keskin bir mücadele içerisinde gelişebilmektedirler ancak. Modern kapitalizm koşullarında burjuva devleti, ilerici görüşlerin bilimde gelişmesini her yol ve yöntemle engellemektedir. Bu bakımdan, burjuva “bilimi”nin eskimiş ve gerici dogmalarına -Malthusçuluk, öjenik, Weismanizm-Morganizm vb.- karşı koyan ilerici bilim adamlarının zorla ortadan kaldırılması ender görülen olaylardan değildir. Burjuva devleti, ilerici bilimsel düşünceleri, sözüm ona bilimsel dogmaların bulanık suyunda boğmak ve yok etmek amacıyla, gerici görüşlerin yaygınlaştırılması için bütün olanaklarını harekete geçiriyor. Gerici dogmalara karşı sesini yükselten ilerici bilim adamları hakkında iftira üstüne iftira atılıyor; ya bilimsel enstitülerden uzaklaştırılıyorlar (Fransa’da Joliot Curie örneği); ya da parayla satın alınmış “bilim” kalemşorları sürüsünün saldırısına maruz bırakılıyorlar (İngiltere’de Bernal ve Cornforth’a yapıldığı gibi); veya yabancı ülkelerin ajanları olmakla suçlanıyorlar (ABD’de Profesör Dubois’in suçlanması örneğinde olduğu gibi) vb.
Bu olguların da ortaya koyduğu gibi, bilimde “eleştiri özgürlüğü” hakkı burjuva ülkelerinde, yalnızca ilerici bilim adamlarına ve onların düşüncelerine karşı mücadele eden gerici görüşlerin temsilcileri için geçerlidir.
Uzlaşmaz karşıtlıklar içeren toplumlardaki bilimin gelişmesinin diğer bir çarpıcı özelliği de, doğa bilgisi ve sosyolojinin egemen sınıflara hizmet eden temsilcilerinin, görüşlerini; yeni gelişmelere açık olmayan, ebedi, nihai hakikatler olarak göstermeleridir. Yeni bilimsel araştırmaların doğrulamadığı kökleşmiş gelenekleri cesaretle yıkan gerçek ilerici bilim adamlarıdır ki, kendi teorilerine karşı da eleştirel bir tutum sergileyebilmektedirler. Ünlü Rus kimyacısı Butlerov, özellikle de mevcut teorilerle çelişen olguları bilim için oldukça değerli görürdü, çünkü ona göre bunlar, olguların yeni bir yorumunun, yeni genellemelerin ve böylelikle bilimin kendisinin gelişmesinin önünü açıyordu.
Gerçek anlamda eleştiri özgürlüğünü ancak sosyalizm olanaklı kıldı. Bilimde bu özgürlük, ilerici olanın zaferine, gerici ve geri olanın yenilgisi ve tasfiyesine dayanmaktadır. Sovyet toplumunda, birbirini yok etmeye çalışan antagonist güç ve sınıflar yoktur. Ve bilimdeki fikir mücadelesi, sömürücü sınıfların çıkarları tarafından engellenmemekte veya bu çıkarlar tarafından biçimlenmemektedir. Sömürücü sınıfların tasfiyesi, Sovyet toplumunun etik ve politik birliğinin oluşmasını sağladı. Marksist-Leninist dünya görüşü, tüm Sovyet halkının çıkarlarını dile getirmektedir…
Peki, o halde, bazı Sovyet bilimcilerin görüşlerinin; ilerici Sovyet bilim adamlarının kararlılıkla mücadele ettiği geri düşünceler, idealist teori ve tezler, kozmopolitik, objektivist ve başka hatalar içermesi nasıl açıklanabilir? Bu soruya ancak Sovyet toplumunun gelişmesinin dış koşulları -kapitalist kuşatma- ve bilimin kendi gelişme yasalarının özgünlükleri göz önünde tutulduğunda net bir yanıt verilebilir.
Sovyet insanları çevrelerinden yalıtılmış ve ilişkisiz bir şekilde çalışıp üretmiyorlar. Bir dizi ülkede emperyalistler iktidardadırlar. Emperyalistler, kapitalist ülkelerin emekçilerinin bilincini yıkıcı ideolojileriyle zehirleyebilmek ‘için büyük bir enerjiyle çalışıyorlar. Emperyalistlerin ideolojik paralı askerleri, Sovyet insanlarını da etkileyebilmek için yoğun bir çaba sarf ediyorlar. Sovyet bilim adamları ve kültür emekçilerinde görülen idealist ve diğer sözüm ona bilimsel görüş ve eğilimlerin, burjuva ideolojisinin etkisinin sonuçları olduğu her türlü şüpheden uzaktır. Öte yandan, bilimin gelişme yasalarının özgünlüğü de burada dikkate alınmalıdır. Örneğin doğa bilimleri, tek bir kuşağın çalışmasının ürünü veya tek başına herhangi bir dönemin gelişmesinin bir sonucu değildir. Tersine doğa bilimleri, yüzyılları kapsayan bir sürede ortaya çıkıp geliştikleri için, önceki egemen sınıfların ideologları tarafından şu veya bu bilim dalına taşınan düşünceleri de içerebilirler. Bazı insanlar, bilimsel gelişmenin sonuçlarını irdelerken, önceki bilim tarafından ortaya çıkarılmış şeyleri eleştirisiz bir şekilde kabul etmekte ve dolayısıyla Sovyet biliminin gelişmesi sürecinde reddedilmiş geri ve yanlış şeyleri de böylelikle devralmaktadırlar. Tek tek Sovyet bilim adamlarında görülen ve ilerici Sovyet biliminin ilkeli direnişiyle karşılaşan idealist, kozmopolitik ve başka oldukça yanlış tezler çoğu kez yukarıda belirtilenlerden kaynaklanmaktadır.
Söylenenlerden SSCB’deki bilimsel tartışmaların karakteri ve doğrultusu da açıklık kazanıyor: Bilimde ilerici görüşleri ve akımı temsil edenler, Komünist Parti’nin ve tüm kamuoyunun da desteğiyle, bilimde önder pozisyonları ele geçiriyor, bilimin gelişmesini yönlendiriyor ve bilime tek tek bilginlerin çalışmasındaki hata ve eksiklikleri gidermede ve burjuva ideolojisinin etkisi sonucu şu veya bu Sovyet aydınında beliren yanlış fikirleri aşmada ve bertaraf etmede yardımcı oluyorlar. Demek ki, bilimde eleştiri ve özeleştiri; eski ile yeni, ölmekte olanla yeni oluşan arasında bir mücadeleyi beraberinde getiriyor; bu mücadelede, yeni olan eski olanı aşıyor, üzerinde zafer elde ediyor ve böylelikle bilimin gelişmesinde ortaya çıkan çelişkileri çözüyor.
Dolayısıyla şu denilebilir: Sovyet koşullarında ilerici bilimin gelişme yasası bilinçli uygulanmaktadır ve eleştiri özgürlüğü burada, ilerici olanı desteklemeye ve gerici ve geri olanı tasfiye etmeye dönüktür.
Yalnızca sosyalizm, bilimin gelişmesini sınırlayan özel mülkiyetin bağlarını koparmaktadır. Halkın hizmetinde olan bilim, dar çerçeveyi parçalamakta, kendisini dar çıkarlardan kurtarmakta ve kazanımlarını içtenlikle ve gönüllü olarak genel davanın hizmetine, komünizmin inşası davasının hizmetine sunmaktadır. Sovyet bilim adamlarının kendi keşif ve çalışmalarına yönelik eleştirel bir tutuma ilgi göstermeleri de buradan kaynaklanmaktadır…
Komünizm, tüm modern toplum ve doğa bilimlerinin en ileri kazanımlarına dayandığı için, Komünist Parti ve Sovyet devleti; bilimin tüm güçleri ve olanaklarını tam geliştirmek, bilimde ilerici olanın önünü açmak ve eski, zamanını doldurmuş görüş ve teorileri yıkmak, kaldırıp atmak için etkin önlemlere başvurmaktadır. “Bilim, -diyor Stalin- fetişler tanımadığı, zamanını doldurmuş olana, eskiyene karşı çıkmaktan korkmadığı ve deneyimin, pratiğin sesine duyarlı olduğu için, bilime bilim denmektedir. Bu böyle olmasaydı, bizde o zaman hiçbir bilim olmazdı. Sözgelimi o zaman astronomi olmazdı ve biz hâlâ Ptolemy’nin çürümüş sistemiyle yetinmek zorunda kalırdık. O zaman biyoloji olmazdı ve biz hâlâ insanın yaratıldığına dair efsaneyi kabullenmek durumunda kalırdık. Kimya da olmazdı ve biz hâlâ simyacıların kehanetleriyle yetinir dururduk.
(J.W. Stalin, Leninizm’in Sorunları, 11. baskı, Dietz Verlag, Berlin 1950, sf. 607.)

**
Son yıllarda bilimin çeşitli dallarıyla ilgili olarak bilimsel sorunlar üzerine gerçekleştirilen tartışmalar ve toplantılar, bilimin gelişmesi açısından olağanüstü öneme sahiptir. Bu tartışma ve toplantılar, bilimin gelişmesi uğruna mücadelede Lenin ve Stalin’in eleştiri ve özeleştiri ilkesinin parlak örneklerini sunmaktadırlar. Sovyetler Birliği’nde dilbilimin, felsefenin, biyolojinin, fizyolojinin, kozmogoninin vb. sorunları üzerine gerçekleşen tartışmalar, bilimin gelişmesinde dönüm noktaları, kilometre taşları idiler. Zira bu tartışmaların, yanlış görüş ve çalışma yöntemlerinin aşılmasında, Sovyetlerde bilimin atılıma geçmesinin belirleyici bir etkisi oldu.
SBKP(B) Merkez Komitesi’nin ideolojik sorunlar üzerine kararları ve sözü edilen tartışmalar, Stalin’in, bilimin fikir alışverişi ve eleştiri özgürlüğü olmaksızın gelişemeyeceğine dair tezinin önemini açık bir biçimde doğrulamaktadır.
SBKP(B) Merkez Komitesi tarafından 1947 yılında, G. Aleksandrov’un Batı Avrupa Felsefesi Tarihi adlı kitabıyla (Sözü edilen kitap, bu makalenin yazarına aittir, -çn.) ilgili başlatılan tartışma, felsefe bilimi ve diğer toplum ve doğa bilimlerinin gelişmesinde çok büyük bir rol oynadı. Aslında bu tartışmayla SBKP(B) Merkez Komitesi Sovyet aydınlarına ve tüm Sovyet kamuoyuna, bilimin sorunlarının nasıl cesaretle ve yaratıcı bir şekilde ele alınabileceğinin, nasıl yanlış görüşlerin eleştirilip mahkûm edilebileceğinin ve Marksist-Leninist çizginin bilimsel çalışmada kadrolara nasıl öğretilebileceğinin bir örneğini sundu. A. Jdanov SBKP(B) Merkez Komitesi adına yaptığı parlak ve derin konuşmasında yalnızca Aleksandrov’un kitabının içerdiği hataları çok yönlü Marksist bir eleştiriden geçirmedi, aynı zamanda Marksist-Leninist felsefe bilimini nasıl geliştirmek ve teşvik etmek gerektiğini de ortaya koydu.
SBKP(B) Merkez Komitesi 1948 yılında “Büyük Dostluk” operası üzerine önemli bir karar aldı. Bu kararda, V. Muradeli, D. Şostakoviç, S. Prokofyev vd.nin çalışmalarındaki deformasyon ve hatalar eleştiriye tabi tutuldu. Tüm Sovyet müzik kültürünün yükseltilmesi açısından bu kararın çok belirleyici bir anlamı vardı. Bunu izleyen yıllarda, eserleri eleştirilenler de dâhil olmak üzere çok sayıda besteciye üstün çalışmalarından ötürü Stalin ödüllerinin verilmiş olması gerçeği, bestecilerin çalışmalarındaki deformasyon ve hatalarla ilgili partinin getirdiği eleştirilerin, Sovyet müziğini yükseliş yoluna sokan güçlü bir dürtü olduğunu kanıtlamaktadır.
Sovyet biliminin gelişmesi açısından, biyolojinin sorunları üzerine 1948’de Lenin Akademisi Tarım Bilimleri Konferansı’nda yapılan tartışmanın büyük bir rolü oldu. Akademi üyesi Lisenko bu konferansta “Biyoloji bilimindeki durum üzerine” bir rapor sundu. Bu tartışmanın bir sonucu olarak, Weismanist-Morganistlerin bilimsel olmayan, gerici, idealist görüşleri çürütüldü. Ve Mitçurin’in ilerici biyoloji bilimi tam bir zafer elde etti. Bu tartışma; biyolojinin çok yönlü gelişmesinin önünü açtı, idealist sahte bilimcilerin bilimin gelişmesinin önüne koyduğu tüm engelleri ortadan kaldırdı ve Sovyet biyologlarının önüne sosyalist tarımın pratiğiyle yakın bir ilişkiye girme görevini koydu.
Biyolojide yüz yılı aşkın bir süre boyunca “hücre hücreden oluşur” düşüncesi çürütülemez olarak görülürdü. Fakat seçkin Sovyet bilimcisi Lepeçinskaya bu düşüncenin yanlış olduğunu kanıtladı. O, yaptığı deneylerle, hücresel olmayan maddeden yeni hücrelerin oluşma sürecinin doğada gerçekleştiğini saptadı ve böylelikle canlı maddenin hücresel olmayan durumunun önemini ortaya çıkardı. Bazı bilim adamlarının; eski görüşlerde diretmeleri, biyolojideki idealizmle bağlarını koparamamaları ve eski görüşlere eleştirel yaklaşma ve yaratıcı bir şekilde yeni olana bilimde değer verme yeteneğini gösterememeleri, Lepeçinskaya’nın teorisine karşı bir mücadeleyi başlattı. Sürdürülen açık tartışma; eski, geri ve yanlış görüşlerle bilimsel yeni bilgiler arasındaki karşıtlığı su yüzüne çıkarttı; eski anlayışı yıktı ve biyolojideki yeni bilimsel teoriyi temellendirdi.
1950’de SSCB Bilimler Akademisi’nde fizyolojinin sorunları ve Pavlov’un öğretisinin fizyoloji, tıp, psikoloji ve diğer bilim dallarının gelişiminde taşıdığı anlam üzerine düzenlenen toplantı, Akademi üyeleri Orbeli, Beritaçvili ve başkalarının anti-Pavlovcu idealist yaklaşımlarını çürüttü ve Pavlov’un öğretisinin engellenmeksizin geliştirilmesinin koşullarını hazırladı, fizyoloji bilimindeki dar bir çevrenin kurduğu tekeli kırdı ve Sovyet fizyologlarının doğru, bilimsel ve materyalist bir ideolojik temel üzerinde birleşmesini sağladı.
1951’de ise kozmogoninin sorunları üzerine bir tartışma gerçekleşti. Kozmogoni biliminin gelişmesinde bu tartışmanın etkisi büyük oldu. Tartışma sürecinde, başta Akademi üyesi O. Simit olmak üzere Sovyet kozmogonisi tarafından yeryüzünün ve gezegenlerin oluşumuyla ilgili geliştirilen teorinin, burjuva ülkelerindeki astronomiyi çıkmaz yola sokan oldukça karmaşık birçok sorunlara açıklık getirdiği görüldü. Sovyetlerdeki materyalist kozmogonik teori, astronominin gelişmesi açısından yeni perspektifler sundu ve idealist dünya görüşüne yeni bir darbe daha vurdu.
SSCB Bilimler Akademisi’nde kimyanın sorunları üzerine yapılan tartışmada; başta Butlerov ve Mendeleyev olmak üzere Rus bilim adamlarının kimya biliminin gelişmesinde oynadıkları üstün rol değerlendirildi, kimyasal yapıyla ilgili sorunların diyalektik materyalizm temelinde şüphe götürmez bir biçimde irdelenmesinin yönü belirlendi, bilim-dışı idealist “rezonans” ve “mezomeri” teorisi çürütülüp mahkûm edildi ve ABD’li Pauling gibi bilim adamlarının gerici, idealist görüşleri uğruna bilimi tahrif etmekten kaçınmadıkları ortaya koyuldu.
Sovyetler Birliği’nde son yıllarda yaşanan en büyük olaylardan birisi de, dilbilimin sorunları üzerine Stalin’in de katıldığı Pravda sayfalarındaki tartışmaydı. Bu tartışma sonucunda N.J. Marr’ın anti-Marksist görüşleri çürütüldü ve Marr yandaşlarının dil bilimine soktukları “Araktçeyev rejimi” açığa çıkartılıp tasfiye edildi. Stalin’in dilbilimin sorunları üzerine çalışmaları sayesinde, bu bilim çok yönlü bir Marksist temellendirmeye kavuştu ve bütün sosyoloji yeni tez ve sonuçlarla daha da zenginleşti.
Bilimsel sorunlarla ilgili buraya kadar belirtilen bütün tartışma ve toplantılar; Sovyetler Birliği’ndeki fikir alışverişinin bilimsel enstitülerin yaşantısının bir parçası olduğunu, bilimin gelişmesine ve bu gelişme sürecinde ortaya çıkan çelişkilerin aşılmasına hizmet eden başarılı, sosyalist bir yöntem olduğunu göstermektedir.
Sovyet biliminde eleştirinin yayılması bilimin ilerlemesini oldukça güçlü bir şekilde teşvik ediyor, zira bu eleştiri bilim adamlarının önüne; sosyalist inşa pratiğini ayrıntılı bir şekilde genelleştirme, yaşamla bağı koruma ve komünist toplumu inşa davasına hizmet etme hedefini koyuyor.
Sovyetler Birliği’nde sürdürülen bilimsel tartışmaların ve bilimde gelişen fikir teatisinin ayırt edici bir diğer özelliği de, Sovyet aydınlarının geniş kesiminin bilimsel sorunlarla ilgili tartışmalara katılımı ve kent ve kır emekçilerinin bilimin sorunlarına gösterdikleri yoğun ilgidir.
Bilim alanında gerçekleşen tartışmalar, bilimsel kitaplar üzerine yapılan değerlendirme toplantıları ve düzenlenen bilimsel konferanslar Sovyet halkının en geniş kesimlerinin ilgisini toplamaktadır. Bilimsel sorunları ele alan yazılar yüksek tirajlarda basılmakta, üstelik yalnızca uzmanlara yönelik dergilerde değil, aynı zamanda kitlelerin okuduğu basında ve genel politik dergi ve organlarda yayınlanmaktadır. Felsefeyle ilgili tartışmanın sonuçları, parti örgütlerinde ve Sovyet aydınlarının tüm kesimlerinde geniş bir şekilde değerlendirildi. Biyoloji alanında yapılan tartışma, gerek bilimsel enstitülerin çalışanlarının, gerekse bu alanda pratik olarak çalışanların doğrudan ilgisini çekti. Lenin Akademisi Tarım Bilimleri Konferansı’nın sonuçları ve Akademi üyesi Lisenko’nun sunduğu rapor üzerine ülkenin kolhoz ve sovhozlarında olduğu gibi biyoloji enstitüleri ve fakültelerinde de canlı tartışmalar yapıldı. Dilbilimin sorunları üzerine Pravda’da yayınlanan tartışma bütün halkın ilgisini topladı.
Bütün bunlar, SSCB’deki bilimin konumunun kapitalist ülkelerindekinden temelden farklı olduğunu gösteriyor ve aynı zamanda Sovyet insanının yüksek kültürel seviyesini ortaya koyuyor. İlerici Fransız dergisi Europe, Lenin Akademisi Konferansı’nın ardından haklı olarak şunları yazıyordu: “İnsanlık tarihinde hiçbir dönem ve hiçbir ülkede bir bilimsel tartışma bu denli geniş bir kamuoyunun önünde yürütülmedi; hiçbir zaman milyonlarca insan tarafından izlenmedi. Bizde böyle bir şeyin olması düşünülemez. Hiçbir gazete bu tür yazıları yayınlamayı üstlenmez.” Dergi, Fransa’da bir gazetenin bilimsel tartışmayla ilgili yazıları yayınlamayı göze alsa bile, yeterli sayıda okuyucu bulamayacağını vurguluyor. Derginin çıkardığı sonuca göre, Sovyetler Birliği’nde, bilimsel tartışmaya ilgi duyma, izleme ve katılma yeteneğine sahip yeni bir aydın tabakası yaratılmıştır.
Lenin’in bilimin sosyalizmde halka hizmet ettiğine dair parlak tezini geliştiren Stalin, Mayıs 1938’de Yüksekokul çalışanlarını kabul ederken yaptığı konuşmasında, partinin; “kendisini halktan soyutlamayan, ona uzak durmayan, aksine halka hizmet etmeye ve ona bilimin tüm kazanımlarını sunmaya hazır olan, zorla değil gönüllü olarak, sevinç duyarak hizmet eden bir bilimin” serpilip gelişmesi için mücadele ettiğini söylemişti. (J. W. Stalin, “Lenin Özerine”, Moskova 1946, sf. 87.) Sovyet bilim adamları Stalin’in bu uyarısını coşkuyla karşıladılar ve yaşam ve çalışmalarının amacı haline getirdiler.
Sovyetler Birliği’nin kaydettiği gelişmenin tarihsel deneyleri göstermektedir ki, bilim; kendisini ilerici düşüncelerle, Komünist Parti’nin düşünceleriyle donattığında, halkın hizmetine bilinçli olarak girdiğinde ve bilim adamları gerek bilimin ve gerekse halkın gerçek geleceğini ve bu ikisinin uyumluluk içinde içten kaynaşmasını sosyalizm ve komünizmde görmeye başladıklarında halka tam hizmet etmektedir. Sovyetler Birliği’nin kaydettiği gelişmenin tarihsel deneyleri kanıtlamaktadır ki, Marksist-Leninist dünya görüşünü özümsemiş olan bir bilim ancak emekçilere kararlılıkla hizmet edebilir ve onların ekonomik ve düşünsel kölelikten kurtuluşlarına katkıda bulunabilir. Marksist-Leninist bilimi özümseyen ve doğanın ve toplumsal yaşamın gelişme yasalarını kavrayan bilim adamları, bilimde, olgulardan tüm sonuçları çıkarma yeteneğine sahip, edinilen bilgileri halkın refahı için uygulamada ve araştırmada korkusuz olan gerçek devrimciler haline gelmektedirler.
Stalin, eleştiride ilkeli davranmak ve Marksizm’e düşman olan “teoriler”le mücadelede tek tek bilim adamlarının, yazarların ve kültür emekçilerinin görüşlerindeki hataları tam ve cesurca ortaya koymak gerektiğini öğretmektedir.
Sovyet bilimi ve kültürün çeşitli kollarının gelişiminde, bilim adamları ve yazarların çalışma ve eserlerindeki büyük hataların yanlış bir “dostluk” duygusuyla örtbas edildiği olaylarla sık sık karşılaşılmıştır. Aslında böylelikle sonuçta hem bilim ve edebiyat, hem de hataları açık ve dürüst bir eleştiriye tabi tutulmayanlar zarar görmüştür.
Bilimin şu veya bu sorunu üzerine bir tartışmada Sovyet bilim adamları için en önemli sorunu, esas olarak neyin üzerine tartışıldığı, ele alınan sorunun politik, teorik ve bilimsel püf noktasının ne olduğu teşkil etmektedir. Sovyet bilim adamı; bir edebiyat eserinin, bir bilimsel keşfin veya bir sorunun değerlendirilmesi ve irdelenmesinde yalnızca devletin, bilimin ve halkın çıkarlarından hareket edebilir.
Sovyet biliminde eleştiri ve özeleştirinin ve verimli fikir teatisinin gelişmesi, komünizmin çıkarları için çaba sarf eden insanlarla komünizme karşı mücadele eden insanların bilim adamları topluluğunda aynı haklarla hareket edebilecekleri anlamına gelmemektedir asla. Stalin, Sovyet toplumunun her eleştiri ve özeleştiriye ihtiyacının olmadığını, ancak; davayı ileriye götüren ve komünizmin inşasındaki başarılara katkı sunan, işçi sınıfının kültürel düzeyini yükselten, onun mücadele ruhunu geliştiren, zafere olan inancını pekiştiren, gücünü artıran ve ülkenin gerçek efendisi olmasına yardımcı olan eleştiri ve özeleştiriye gereksinim duyduğunu öğretir.
SSCB’de sosyalizm ve komünizmin inşasının tüm deneyleri gösterir ki, bilim ve kültürün gelişmesinde yönetici, örgütleyici ve esin kaynağı olan güç; Komünist Partisi, onun bilge, uzak görüşlü önderi Stalin ve yönetici mücadele kurmayı -Merkez Komitesi’dir.
Sovyetler Birliği emekçilerinin öncü müfrezesi olarak SSCB Komünist Partisi, Sovyet halkının saflarındaki en ileri güçleri bağrında toplamaktadır. Sovyet insanları, onurla, partinin çağımızın vicdanı, şerefi ve beyni olduğundan söz ediyorlar. Parti, bütün Sovyet halkını birleştirmekte ve komünist toplumu -en ileri toplumsal düzeni- inşa etmede ona ilham vermektedir. Parti, bilim adamları ve kültür emekçilerine olduğu gibi tüm Sovyet aydın tabakasına da komünizmin zaferi için olabildiğince akıllı ve etkin mücadele etmesinde yardımcı olmaktadır. Komünist Parti bizzat bu bakış açısıyla, Sovyet bilim adamlarının, yazar, ressam, besteci, sinema ve tiyatro sanatçılarının çalışmasındaki hata, eksiklik ve olumsuzlukları zamanında düzeltmekte ve onlara yanlış görüş ve çalışma yöntemlerinden kurtulmada yardımcı olmaktadır.
Bilimde fikir mücadelesi ve eleştiri özgürlüğü, bilimi komünizmin hizmetine sokma, bilimin gelişmesinde ve tek tek bilim adamlarının çalışmasında ortaya çıkan hata ve eksiklikleri cesurca ve temelli bir biçimde gün ışığına çıkarma ve aşma olanağını vermektedir. Fikir mücadelesi bilimin yaratıcı bir şekilde geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi açısından çok güçlü bir kaldıraçtır; ilerlemesi için doğru olan yoldur. Fikirler-arası mücadele ve eleştiri özgürlüğü, bazı Sovyet bilimcilerinde hâlâ var olan yanlış görüşlerin kararlılıkla açığa çıkartılması ve aşılmasının, burjuva ideolojisinin her türlü etkisinin yıkılmasının bir aracıdır.
Stalin dilbilim sorunları üzerine çalışmasıyla, Marksist teoride yapılan çeşitli tahrifatlara karşı ilkeli ve derin bilimsel eleştirinin parlak bir örneğini sundu. Aynı zamanda bilimin yaratıcı bir şekilde sürekli gelişiminin güvencesi olan güçlü bir aracı gösterdi. Bilimde durgunluğu engellemenin ve gelişme hızını yükseltmenin de aracı olan bu araç, Bolşevik eleştiri ve özeleştiridir. Marksist teorinin bu tezinin mükemmelleştirilmesi, muzaffer sosyalizm ülkesindeki bilimin gelişmesi için en geniş perspektifleri sunmaktadır.

Eylül 2000

Emekçi halkın bir evladı: Ernest Thaelmann

Çeviren: Semra Çelik

Alman proletaryasının önderlerinden KPD Başkanı Thaelmann 11,5 yıl süren tutukluluktan sonra 18 Ağustos 1944 ‘te Nazilerce katledildi. Ölümünün 56. yılında bu büyük devrimciyi iki belgeye yer vererek yayınlıyoruz. İlk belge, KPD yöneticilerinden Pieck’in Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde yazdığı makale. Pieck bu makalede, Thaelmann’ın yaşamının temel çizgilerini çarpıcı şekilde özetliyor. Türkçede ilk olarak yayınlanan ikinci belge ise, Thaelmann’ın tutuklu bulunduğu hapishaneden dışarıdaki yoldaşlarına yazdığı bir mektup. Thaelmann bu mektubunda faşizmin iktidara gelişine olanak sağlayan koşulları ve bu süreçte KPD’nin rolünü irdeliyor ve SSCB’nin Nazi Almanyası ile imzaladığı saldırmazlık antlaşmasının isabetliliği üzerinde duruyor. Bu mektup, hem komünistlerin sosyal demokratlarla ittifakı konularında hem de SSCB’nin Nazi Almanyası ile imzaladığı anlaşma konusunda yaratılan spekülasyonlara yanıt niteliğindedir. Büyük devrimcilerin yaşamı, mücadeleci kuşaklara sadece cesaret ve yiğitlik aşılamaz. Bu yaşamlar, devrimci teorinin yaşama uygulanmasının somut örnekleri olmaları bakımından çok daha geniş bir öğreticiliğe sahiptirler, Thaelmann, hiç kuşkusuz bu tarzda devrimcilerdendir. Onun mücadelesinin tüm yönleriyle incelenmesi, devrimci kuşaklara yiğitlik ve cesaret aşılamanın yanında geniş bilgiler ve zengin dersler de kazandıracaktır, “Alman Proletaryasının Önderi Ernst Thaelmann” adıyla yayınlanan kitap Thaelmann’ın yaşamını ve mücadelesini daha yakından tanımak isteyen okuyucular için önemli bir kaynaktır.

Almanya’da Sosyalistler Yasası’nın yürürlüğe sokulduğu ilk yıllarda Holsteinlı genç toprak kölesi Jan Thaelmann, Hamburg’a yerleşir. Fabrikaları, gemileri, tersaneleri ve limanıyla gelişmekte olan ticaret merkezi, her türlü haktan yoksun on binlerce köylü çocuğu gibi, onu da kendine çekmişti. Hamburg’da görülmemiş bir hızla peş peşe fabrikalar kuruluyor, Hamburg tersanelerinde inşa edilmiş ilk gemiler, dünyayı zengin tüccarlar için fethetmek üzere suya indiriliyordu. Görünüşe bakılırsa Hamburg’un taşı toprağı altındı, sokaklarda para toplamak mümkün görünüyordu. (“Sosyalistlere Karşı Olağanüstü Yasa” – Kısaca “Sosyalistler Yasası” olarak anılır; 1878’de Almanya’da Bismarck hükümeti tarafından yürürlüğe konmuştur. Bu yasayla sosyal demokrat partinin tüm örgütleri, işçilerin tüm kitle örgütleri ve işçi basını yasaklandı. Binlerce sosyal demokrat cezaevine konuldu ya da sınır dışı edildi. Alman sosyal demokratlarının en kararlı unsurları A. Bebel, W. Liebknecht önderliğinde kapsamlı bir illegal faaliyete başladı ve partinin işçi kitleleri üzerindeki etkisi azalmak bir yana, arttı. 1890 Reichstag seçimlerinde sosyal demokratlar yaklaşık 1,5 milyon oy kazandılar. İşçilerin kitlesel protesto gösterilerinin etkisiyle bu yasa aynı yıl yürürlükten kaldırıldı.)
Rençber Jan Thaelmann, yarım milyonluk bu kentte ayakta kalabilmek için, ağır şartlarda çalışmak gerektiğini çabuk anladı. Şehrin kaderini, emekçilerin “acı biber çuvalı” adını taktığı, oy hakkına sahip 20 bin tüccar belirlemekteydi. Özgür ve Hansa kenti olan Hamburg aynı zamanda eyaletti. Gelişmekte olan işçi hareketine duyulan derin nefret, kentin gerçek iktidar sahipleri olan senatörlerini, Prusya-Alman monarşisiyle ittifaka yöneltmişti. Hamburglu işverenler, işçilerin, özünü kusursuzca niteleyerek “Kışkırtma Birliği” adıyla andığı işveren birliğini kurdular. İllegal çalışmaya mahkûm edilen Sosyal Demokrat Parti, büyük ustalıkla demokratik hak ve özgürlük taleplerini, fabrika, tersane ve liman işçilerinin günlük mücadelesiyle birleştirmeyi bilmiş ve 20. yüzyıl arifesinde yapılan seçimlerde Hamburgluların sosyal demokratları seçmelerini başarmıştı.
İşte böylesi günlerde, bu kentte 16 Nisan 1886’da Ernst Thaelmann doğdu. Babası deneyimleriyle, Hamburg’da kimin emekçilerin haklarını savunduğunu ve kimin onları hiçbir hakka sahip olmaksızın köleliğe mahkûm etmek istediğini ayırt etmeyi öğrenmişti. Sosyalistler Yasası’yla yasaklanan Sosyal Demokrat Parti’nin üyesi olmuştu. Hamburglu bir işçi kızı olan eşiyle kendisinin biriktirdiği birkaç kuruşla, içki satma ruhsatı alarak küçük bir lokal işletmeye başladı. Açtığı meyhane, benzeri düzinelercesi gibi, illegal parti çalışmasının merkezlerinden biri oldu. Yoldaşları burada, eğlence ya da küçük tasarruf birlikleri üyeleri görünümü altında buluşurdu, arka odalardaki gizli bölmelerde ise yasak yayınlar saklanırdı. Başka şehir ve hatta dış ülkelerden gelen kuryeler bağlantılarını burada kurarlardı. Yoldaş Jan görevini yerine getirmekteydi. Bir gün, kovuşturma altındaki kişilere yataklık yaptığı gerekçesiyle tutuklandı, hapis cezasına çarptırıldı ve içki satma ruhsatı da elinden alındı, iki yaşındaki oğlu ve eşi yalnız kalmıştı. Kadın yoldaş Thaelmann ise, oğlu Ernst ve kendisinin günlük ekmeğini kazanmak için yaşam mücadelesine atıldı.
Sosyalistler Yasası’nın kaldırılması baba Thaelmann’ı özgürlüğüne kavuşturdu; ne var ki yaşamda kalabilmek için verilen mücadele olanca acımasızlığıyla sürüyordu. Yasadışı çalışma nedeniyle cezaya çarptırılanlar kara listeye alındığı için, kimse ona iş vermiyordu. Böylece Thaelmann ailesi manavlığa başladı. Baba sabah saat dörtte kalkıp hale gidiyor, mal getiriyor, anne de dükkânı işletiyordu. Ernst ise küçük yaştan itibaren yardım etmek zorundaydı. Öğrenci Ernst, büyük bir tutkuyla kitap okuyordu, özellikle de gezi anlatılarını. Okulu bitirir bitirmez, uzak ülkelerin kendisine çekici gelmesi ondandı. Kömürcü olarak çalıştığı bir gemiyle Amerika’ya gitti, geçici işçilik yaptı ve kısa sürede sevgili kenti Hamburg’a geri döndü.

SENDİKACI THAELMANN
Dayanışma ve örgütlülük, ilk gençlik yıllarından beri onun yaşam ilkeleri haline gelmişti. Babası örgütü için hapse atılmıştı ve dayanışma olmaksızın emekçilerin kendilerini sömürü boyunduruğundan kurtarmaları olanaksızdı. Bunu da babası ve kendi genç yaşamı öğretmişti. Sendikaya üye olmak bu yüzden onun için doğal bir gereklilikti. Taşıma işçileri birliğinde gençliğinin tüm coşkusuyla görevler aldı. Çekirdekten yetişerek sendikaların yapısını ve iç yaşamını ayrıntılarıyla öğrendi. Sosyalist yayınlan genç yaşta okumaya başlamış, sosyalizmin bilimsel öğretileriyle donanmış genç bir işçi olarak, resmi sendika yönetimi için rahatsız edici bir sendikacı oldu. Genç işçiler arasındaki çalışmasıyla, taşıma işçileri birliğinin gençlik örgütünün üye sayısının 300’den 1500’e çıkmasını sağladı. Sendikanın 1914’te yapılan kongresinde, sendika gençliği adına örgüt içinde eşit haklar talebini kararlılıkla dile getirdi. Aynı kongrede Thaelmann, yöneticilerle üyeler arasında gerçek bir güven ortamının yaratılması için, sendika çalışanlarının atamayla değil, demokratik seçimlerle belirlenmesini istedi.
Sendika görevlisi bu genç, çoktan patronunun gözüne batan bir diken olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’ndan birkaç yıl önce genç Thaelmann, büyük bir çamaşırhanede arabacı olarak çalışıyordu, işyerinde sendikal örgütlülük gelişkin olduğundan ücretler de ortalamanın üstündeydi. Çamaşırhane patronu, sendika yöneticisi Thaelmann’dan “gürültüsüzce” kurtulmak istiyordu. Ona, yüksek bir ücretle şube müdürlüğü teklif etti. Thaelmann, bu öneriyi tereddütsüz reddetti, patronu da tereddüt etmeden onu işten atmanın bir yolunu buldu. Proleter dayanışma tavrı, babası gibi kara listeye alınarak, uzun süre işsiz bırakılarak cezalandırıldı.
Savaş, Thaelmann’ın sendikal faaliyetine ara vermesine yol açtı. Kasım Devrimi patlak verdiğinde Hamburg işçi ve askerler kuruluna seçildi. Bu dönemdeki politik ve sendikal çalışmasının tümü, işçileri silahlı karşıdevrime karşı örgütlemeye yoğunlaşmıştı. Taşıma işçileri Birliği’nin 1919 yılındaki 10. Kongresinde, “sendikaları politik sorunlardan uzak tutmanın olanaksız olduğuna” dikkat çekerek, “sendikaların yeniden sınıf mücadelesi ruhuyla donatılmasını” talep etti. Kararlı ve ısrarlı bir biçimde, birlik arkadaşlarına, çıkarlarının patronlarla uzlaşarak değil, ancak bütün işçilerin sömüren sınıfa karşı birleşik mücadelesiyle savunulabileceğini tekrar tekrar vurgulayarak, onların haklarının korunması için mücadele etti. Buradan kendi adına çıkardığı sonuç, savaş yıllarında SPD’den istifa edip Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye (USDP) katılmak oldu. USDP Hamburg örgütü, Thaelmann’ın yönetiminde 1920’de Almanya Komünist Partisi’yle (KPD) birleşme kararı aldı. 1923’te KPD Merkez Komitesi’ne seçildi, 1925’te de başkanı oldu.
Sendikal çalışmada edindiği zengin pratik deneyim, parti ile sendikalar arasındaki ilişki sorununda hiçbir zaman yalpalama göstermemesini sağladı. Sosyal demokrat işçilerin, sendikal ve politik örgütlerine bakışı hakkında bilgisini yine bu büyük birikiminden edinmiş ve kendi partisinin üyelerine, sosyal demokrat parti üyeleri ile yöneticileri arasında kesin bir ayrım yapmalarını hep yeniden salık vermiştir. Bir yandan SPD yönetiminin işçi düşmanı politikasına karşı kararlı ve sabırlı mücadele sürdürürken, diğer yandan SPD üyesi işçileri, işçi sınıfının zaferi için, onun birliğinin zorunlu olduğuna ikna için de canla başla çaba harcamak esastı. Bu onun, gerçekleştirilmesi bugün bizim görevimiz olmayı sürdüren temel ilkesiydi.

SAVAŞA VE FAŞİZME KARŞI MÜCADELE
Ernst Thaelmann’ın savaşa ve faşizme karşı mücadelesi acemi er, asker, komünist, faşizme karşı cephenin örgütleyicisi ve öldürüldüğü geceye kadar hücresinde Hitler’in tutsağı olarak sürdü. Genç sosyal demokrat, askerliğini Köln’de bulunan 9. Topçu Alayı’nda yaptı. Yaşamının her döneminde olduğu gibi burada da baştan “vatansız” olarak damgalanmıştı. Böylece, türlü eziyetlere, hücre hapsine ve yiğit, genç bir işçiyi dize getirmek için Prusya kışlalarında alışageldik tüm yöntemlere başvuruldu. Ancak tüm bunlar Ernst Thaelmann’ı dize getiremedi. Teskeresini, “hasta olduğu gerekçesiyle” vaktinden önce verdiler. Militarizm okulu, bu genç sosyalisti kararlı bir anti-militarist yaptı, imparatorluk donanmasında hizmet gören deniz erleri arasında bildiriler dağıtarak savaş gemilerindeki dayanılmaz durumu teşhir etti. Askerlik yapan işçi çocuklarını, imparatorun ve silah tüccarlarının savaşı uğruna kendilerini kullandırtmamaya çağırdı.
Savaşın, işçi sınıfına karşı işlenmiş bir suç olduğu inancı sarsılmazken, SPD yöneticilerinin 4 Ağustos 1914’te savaşa onay vermeleri kendisi ve sosyal demokrat işçi yığınları için korkunç bir darbe oldu ve derin hayal kırıklığına yol açtı. “Uğruna mücadele ettikleri, inandıkları şey, parti ve enternasyonal yoktu artık” diye yazıyordu Thaelmann, işçi hareketinin bu kara gününü anarak. Bu hayal kırıklığına rağmen Thaelmann geri adım atmadı. 1914’te savaşın çıkmasının hemen ardından, parti toplantılarında yaptığı konuşmalarda, parti yönetiminin savaş politikasına karşı çıktı ve aynı mücadeleyi, nefret ettiği imparatorluk savaş üniformasını giyerken de sürdürdü.
Her yerde “kızıl sosyal demokrat” olarak tanınıyordu. Bir yandan gizlice muhalif parti yayınlarını dağıtırken, diğer yandan da askerlerle yaptığı tartışmalarda halkın kanı ve canına mal olan savaşa karşı olduğunu korkusuzca açıklıyordu. Batı cephesinde birçok çatışmaya katılmasına ve iki kez yaralanmasına karşın, iki buçuk yıl boyunca bir gün bile izine çıkarılmadı. Ne madalya aldı, ne de rütbesi yükseltildi, ama hücre hapsiyle cezalandırıldı, hatta “delil yetersizliğinden” serbest bırakıldığı divanı harbe gönderildi.
Savaş, Thaelmann için acılarla dolu bir okul oldu. Yalnızca bir insan olarak başka insanları öldürmeye direndiği için değil, bir Marksist olarak emperyalizm çağında kapitalist hükümetlerin savaşlarının yalnızca tekellerin çıkarlarına hizmet ettiğini bildiğinden savaştan nefret etti. Bu nedenle Ernst Thaelmann, daha 20’li yıllarda büyük bir kararlılıkla yeni bir savaş tehlikesine karşı mücadele etti. Engin öngörüsüyle, kapitalist sistemin kriz olgularıyla, dünya burjuvazisinin bu krizden çıkış yolunu dünyanın paylaşılmasına yönelik yeni bir savaşta bulma girişimleri arasındaki doğrudan bağlantıyı gözler önüne serdi. 1930’da yayınlanan bir seçmenler gazetesinde şunları yazmıştı: “Kapitalist istikrarın çürük sistemi, ekonomik krizin darbeleri altında sarsılıyor. Amerikan dolar emperyalizminin içinde bulunduğu güçlüklerle birlikte, emperyalist çelişkiler de büyüyor, dünya pazarlarını ele geçirmek uğruna rekabet görülmedik bir şiddetle keskinleşiyor ve savaş tehlikesi korkunç bir hızla büyüyor.”
Ernst Thaelmann’ın Birinci Dünya Savaşı’nın sorumlularına ve halkı ideolojik olarak yeni bir dünya savaşına hazırlama çabalarına karşı uzlaşmaz mücadelesi, terörist, faşist çeteleri rahatsız etmekteydi. Daha 1922 yılında bombalı bir suikastla “ortadan kaldırılmak” istendi. Thaelmann yara almadan kurtuldu, ama bu, onun için bir uyarı işareti oldu ve saldırının perde arkasında kimlerin bulunduğunu kavradı. Nasyonal sosyalizm bir kitle hareketine dönüştüğünde, bir an olsun onun gerçek niteliğinden şüphe duymadı. Nasyonal sosyalizmi, Alman büyük sermayesinin terör örgütü olarak tanımladı. Sözü edilen seçmenler gazetesinde Nasyonal sosyalizmi değerlendirdi: “Büyük kapitalistlerin paralarıyla beslenerek yetiştirilen, Hitler çetelerinin ölümcül vebası, terörist faaliyetlerini yayıyor. Amaç, işçi sınıfının güçlerini bölmek, açlığa ve burjuvazinin faşist saldırılarına karşı yükselen proleter direnişi parçalamaktır.”
Thaelmann, Alman burjuvazisi için nasyonal sosyalizmin sınıfsal niteliğini ve rolünü göstermekle yetinmedi. Partiyi, nasyonal sosyalist demagojiyi, büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla teşhir etme görevine çağırdı. Nasyonal sosyalistler, onları besleyenlerin isteği doğrultusunda, Versay Barış Antlaşmasının sonuçlarından, vahşi şovenist bir dalga yaratmak için yararlandılar ve Almanya’nın doğusu ile batısındaki komşu halklara karşı savaş kışkırtıcılığı yaptılar. KPD, sonraları yaptığı özeleştiriyle, Alman halkının ulusal bağımsızlığı uğruna mücadelenin önemini küçümsediğini kabul etti. Versay Antlaşması’nın etkilerine karşı mücadeleyi yetersiz araçlarla yürüttü ve nasyonal sosyalistlerin kendilerini Alman halk kitleleri karşısında, Versay’ın zincirlerine karşı mücadele eden savaşçılar olarak maskelenmelerine fırsat verdi. KPD’nin, nasyonal sosyalizmin demagojisine karşı verdiği mücadelede Thaelmann’ın rolü kesinlikle belirleyicidir. Thaelmann, Alman halkına, Versay’a karşı nasyonal sosyalistlerle omuz omuza savaşılabileceği yanılgısına kapılmaması uyarısında bulundu: “Nasyonal sosyalistler, Almanya Versay’ın zincirlerini söküp attığında içinde bulunduğu krizden de kurtulacağını iddia ediyorlar. Bu yavan bir aldatmacadır. Alman halkının kurtuluşu için yabancı sermayenin kovulması yetmez, ülke içindeki yerli sermayenin de yıkılması zorunludur. “
Ernst Thaelmann, Versay Antlaşması’nın kaldırılması ve Alman halkının ulusal ve sosyalist kurtuluşunun ana koşulunun işçi sınıfı ve emekçilerin enternasyonal birliği olduğunu vurguluyordu.
Sosyalist işçi hareketinin aktif üyesi olarak Ernst Thaelmann, politik doğrulardan örgütsel sonuçların çıkarılmasının zorunluluğuna hep yeniden dikkat çekiyordu. Bize, halkı faşizme karşı mücadeleye çağırmanın yetmeyeceğini, mücadeleye hazır emekçileri de örgütlemenin gerektiğini söylüyordu. Çünkü başarıyı sağlayacak olan tek şey örgütlülüktü. Bu nedenle, Ernst Thaelmann, mücadelesinin hiçbir döneminde, işçi sınıfının birliğini sağlama, sosyalist işçileri ortak hedefleri için tek cephede örgütleme perspektifini ihmal etmedi. Sosyal demokrat yöneticilerle sosyal demokrat işçilerin aynılaştırılmasına şiddetle karşı çıktığı gibi, nasyonal sosyalizmden etkilenen kitlelerle, NSDAP’nin başındaki çeteciler ve onların iplerini ellerinde tutanları daima birbirinden ayırmayı bildi. Konuşmalarında, makalelerinde, mitinglerde ve parti toplantılarında hep yeniden, komünist ile sosyal demokrat işçilerin birleşik cephesinin sağlanmasının propagandasını yaptı. 1932’de faşist terör geniş boyutlara vardığında, Ernst Thaelmann, bağlı oldukları parti ve dünya görüşünden bağımsız olarak tüm sosyalist ve demokrat güçleri birleştirmeyi amaçlayan antifaşist cephenin girişimcisi ve örgütleyicisi oldu.
Almanya’daki anti-faşist güçler, faşizmin zaferini engelleyemedi. Bunun temel nedeni, işçilerin birliğinin, sosyal demokrat parti ve sendika yöneticilerinin sabotajı nedeniyle gerçekleşememesiydi. İşçi sınıfının ve anti-faşist güçlerin birliğinin yorulmaz savunucusu olan Thaelmann, faşist zaferin ilk kurbanlarından oldu. 3 Mart 1933’te tutuklandı ve yaklaşık 11,5 yıl en kötü koşullarda hücrede tutuldu. Gestapo çetelerinin terörüne, açlığa, kırbaçlanmaya, en çirkef tekliflere ve en iğrenç kara çalmalara karşın kahramanca mücadelesi, zindan dehlizinden tüm dünyaya yayıldı. Hücresinde Alman faşizminin iktidar aygıtına karşı tek başına direndi ve sınıf bilinçli bir işçi olarak mücadelesinde ölümüne değin, bir an olsun yılgınlığa kapılmadı.
Faşistler, Ernst Thaelmann’dan korkuyorlardı. Toplantılarını dağıtmak için defalarca girişimde bulundular, ama hiçbir zaman başarı elde edemediler. Hitler rejimi, ayakları zincire vuruluyken bile bu anti-faşist savaşçıdan korktu. Birçok kez ilan edilmesine karşın, onu yargılamaya cesaret edemediler. 1933’te Goebbels, Thaelmann’ın yargılanmasıyla KPD’nin de yargılanacağını ve Almanya’da Marksizm’in yok edileceğini ilan etmişti. Hitler hükümetinin korkusu, öldürülüşünden sonra bile sürdü. Müttefiklerin Buchenwald toplama kampını bombalaması sırasında öldüğü yalanını uydurdular. Alman, Çek ve Polonyalı tutukluların yeminli ifadeleri, katledilmek üzere faşistlerce krematoryuma götürüldüğünü kanıtladı. Cellâtlığı SS ve Gestapo şefleri üstlenmişlerdi. İsimleri bilinmektedir. Halkımızın bu yiğit evladını katledenleri yargılamak, demokratik Alman adaletinin görevidir.

SOVYETLER BİRLİĞİNİN DOSTU
Rusya’da işçi ve köylülerin Bolşevik Parti önderliğindeki zaferi, Sovyet iktidarının kurulması, genç Sovyet devletinin karşı-devrime ve dış müdahalelere karşı başarılı mücadelesi, KPD içinde sosyalist bilincin güçlenmesinde büyük bir rol oynadı. Thaelmann, sosyalist inşa sırasında SBKP(B)’nin yürüttüğü mücadeleyi büyük bir ciddiyetle araştırdı. Sosyalizmin inşası sürecinde emekçi halka önderlik etmede SBKP(B)’nin oynadığı rolü örnek göstererek, Ernst Thaelmann, proletarya partisinin görevleri üzerine Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretilerinin kazandığı büyük önemi açıklıyordu. Devrimci bir partinin esas olarak fabrikalara dayanması gerektiği görüşünü Bolşevik Partiden alıp benimsedi. Thaelmann, parti yöneticilerine çalışmanın ağırlığının fabrika hücrelerine verilmesi gerektiğini hep yeniden anımsatıyordu. Partinin yönetici organlarından, her parti kararının fabrika çalışmasının şartlarına uygun olarak somutlaştırılmasını talep ediyordu. Ernst Thaelmann, bize, partinin, kitlelerin kendi gerçek çıkarları uğruna mücadelesine önderlik görevini, ancak fabrikalardaki işçilerle sımsıkı bir bağ kurarak başarıyla yerine getirebileceğini söylüyordu.
Devrimci bir partinin ancak, Marksizm’i saptıranlara karşı acımasız bir mücadele yürüterek ayakta kalabileceği bilincine dayanarak Ernst Thaelmann, partideki Troçkistleri ve aymaz Troçkizm uzlaşmacılarını partiden ihraç etti. Kuşkusuz, burjuva demokrat bir cumhuriyet koşullarında bir devrimci partinin strateji ve taktiği üzerine yapılan ideolojik tartışmalar sırasında politik ve örgütsel hatalara düşüldüğü de oldu. KPD başkanı olarak, yapılan hataları çekinmeden ortaya koyması ve yinelenmemeleri için uyarıda bulunması, Ernst Thaelmann’ın en güçlü özelliklerinden biriydi.
1929’daki dünya ekonomik krizi, bu krizin Almanya’ya getirdiği özellikle yıkıcı sonuçlar, Thaelmann’ı, kapitalist ülkelerle Sovyetler Birliği’ndeki gelişmenin gösterdiği temel farklılıkları hep yeniden açıklamaya sevk etti. 19 Şubat 1932’de yapılan KPD Merkez Komitesi toplantısında, o günkü süreçte SB’nin önemini şöyle vurgulamaktaydı:
“Dünya çapındaki devrimci yükselişin en güçlü etkeni, yaşadığımız sürecin tümünü belirleyen tarihsel önemdeki etken, SB’nin zafer dolu başarılarıdır. Ekonomik, politik ve kültürel gelişmenin bütün sorunlarına, ikinci beş yıllık planın bütün alanlarda ortaya koyduğu tarzda eğilmek ve böylelikle Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin büyük başarılarından devrimci propagandamız için yararlanmalıyız. Sosyalizmin zaferi bizim için de, yalnızca gerçeklerin olağanüstü şiddeti dolayısıyla karşı konulmaz bir güç kaynağı oluşturmaktadır… İşte, ekonomik kriz yaşamayan Sovyetler Birliği, İşte işsizliği yüzde yüz yenen, halkın yaşam düzeyini sürekli yükselten, barış politikası yürüten tek güç olan, faşizmin en ufak tohumuna tahammül etmeyen, emekçiler için en büyük toplumsal, kültürel, ekonomik kazanımları sağlayan ve güvence altına alan proletarya diktatörlüğü; bu örnek karşı konulmaz bir kanıtlama gücüne sahiptir. “
Thaelmann, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist güçlerin hızlı gelişimini hep yeniden örnek vererek, sermayenin ulusal ve uluslararası boyunduruğundan kurtulan bir halkın nelere yetenekli olduğunu gösterdi. Sovyetler Birliği’nin barışın en güçlü kalesi olduğunu ve bu nedenle tüm dünya işçileri tarafından savunulması gerektiğini ısrarla vurguladı. Zindandaki acı ve tecritle dolu uzun yıllar boyunca da SB’ye inancını yitirmedi. Sovyetler Birliği’ne saldırı haberini kendisine 22 Haziran 1941’de veren SS subayına, “Stalin Hitler’in boynunu kıracaktır” yanıtı, onun Sovyetler Birliği’nin Hitler Almanya’sını alt edeceğine dair sağlam inancının en iyi örneğidir. Sosyalizmin SB’deki başarılarını, Lenin’in “Marksizm her şeye kadirdir. Çünkü o gerçektir” sözlerinin doğrulanması olarak görüyordu.

ULUSAL ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI
Ernst Thaelmann’ın yaşamı ve mücadelesi, Marksizm-Leninizm’in ilkesi olan emekçi halkın çıkarlarının gerçek ulusal çıkarlarla örtüştüğünün kanıtıdır. Ernst Thaelmann’ın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Karl Liebknecht’in etkisiyle militarizme ve savaşa karşı mücadele etmesi, Alman proletaryasının çıkarlarına denk düşüyordu. Alman militarizmi, savaşa, kaosa ve halkın yoksullaşmasına yol açmaktaydı; dolayısıyla, savaştan önce ve savaş sırasında tutarlı Marksistlerin yürüttüğü savaş karşıtı mücadele de kesinlikle Alman halkının ulusal çıkarlarına denk düşmekteydi. Weimar Cumhuriyeti’nde Thaelmann, işçi sınıfının birliğinin, demokratik hak ve özgürlüklerin korunması, faşizmin yenilgisi için bir önkoşul olduğu ilkesini savundu. Demokratik güçlerin ortak mücadelesi faşizmi durdurabilir ve Alman ağır sanayisinin krizden çıkma yolunu yeni bir savaşta arama çabasını engelleyebilirdi. Thaelmann’ın bu öngörüleri emekçi halkın yaşamsal çıkarlarıyla örtüşmekteydi ve faşizmin zaferiyle yeni bir savaşın, Alman halkını felakete götüreceği bilinci ile doluydu. Thaelmann’ın Weimar Cumhuriyeti döneminde verdiği mücadele, emekçi halkın çıkarlarıyla ulusun gerçek çıkarlarına yine denk düşüyordu.
Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman proletaryası ve onun öncüsü KPD, ulusal sorunda yanlış yaklaşımlara sahipti. Devrimci bir partinin emekçileri toplumsal zincirlerinden kurtuluşu politikasıyla, bütün ulusun ulusal baskıdan kurtuluşu politikası arasındaki kopmaz bağı ortaya koyan Thaelmann oldu: “Bizim proleter enternasyonalizmimizle, her bir ülke proletaryasının toplumsal baskıdan kurtulma mücadelesi arasında bir çelişki yoktur.” 31 Ekim 1932’de Parisli işçilere yönelik konuşması tarihsel bir önem kazandı: “Alman işçi ve köylüleri sizin düşmanlarınız değil, doğal müttefikinizde. Alman emekçilerine de, Fransız işçi ve emekçilerinin kendilerinin asla düşmanı değil, sınıf arkadaşı, yoldaşı olduğunu söylüyoruz. Alman işçilerinin temsilcileri olarak bizleri, Alman sermayesine bağlayan hiçbir şey yoktur. Onlar bizim ölümcül düşmanlarımızdır. Sizlerle, yani Fransız halkının sömürülen kuleleriyle bizi birbirine bağlayansa her şeydir. Emperyalist savaş hazırlığına karşı mücadeleyi ancak birlikte başarıyla yürütebilir ve işçi sınıfının zaferiyle kitleleri savaşın gazabından koruyabiliriz.” Bu sözler, uluslararası sınıf mücadelesinin, proletaryanın kendi çıkarları için sürdürdüğü mücadelenin, aynı zamanda emperyalizmin köleleştirdiği ve tehdit altında tuttuğu halkların ulusal özgürlük mücadelesi olduğunu gösteren birçok tarihi örneklerden biridir.

ERNST THAELMANN’IN VASİYETİ
Nazi haydutlar Thaelmann’ı katlettiler ve böylece, onun mücadelesini Alman halkının belleğinden silebileceklerini sandılar. Yanıldılar. Onu öldürerek Alman halkından, barışçı bir Almanya’nın yaratılması için mücadele eden, en cesur, en öngörülü, en yiğit ve en onurlu savaşçılarından birini aldılar. Ancak Thaelmann, yalnızca bizim halkımızı değil, dünyanın bütün barışsever halklarını da her zamankinden daha fazla etkilemektedir. Bugünlerde dünyanın dört köşesinde işçiler, emekçiler, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, öğrenciler, barışın, toplumsal ve ulusal baskıdan kurtuluşun bir sembolü olarak Ernst Thaelmann anısına törenler düzenlediler. Onun marşı düzinelerce dilde söylenmektedir. Özgür Alman Gençliği, Budapeşte’de düzenlenen Dünya Gençlik Festivali’ne, onun adını taşıyan bayrağıyla katıldı ve böylece gençliğin dostu ve öğretmeni Ernst Thaelmann’a duyduğu gurur dolu bağlılığı dile getirdi. SB’nin denetimindeki Alman bölgelerinde birçok fabrika, makina ödünç alma yeri, tatil yurdu, onun adını taşıyor. İşçiler, halkımızın yaşam düzeyini yükseltmek için daha verimli bir çalışma yaratmada yarışıyorlar. Burada Almanya’daki herkes ve dünyanın tüm barışsever emekçi insanlarının bulunduğu her yerde, barışı korumaya ve Thaelmann’ın vasiyetini yerine getirmeye yardım ediyorlar. Krizlerin, savaşların olmadığı, emekçilerin kendi kaderlerini kendi ellerine aldıkları bir dünyayı yaratma mücadelesi veriyorlar.

Eylül 2000

EK:
Hapishaneden yazdığı mektup
Çeviren Olcay Geridönmez
1940 Haziran ortaları
Sana ve sana sadık kalan bazı yoldaşların politik bilgilendirilmesine
Şu sıralar, Almanya’daki politik durumu, Hitler’in iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanan gelişmeleri ve aynı zamanda yol açacağı sonuçlarıyla birlikte Avrupa’daki mevcut durumu gözden geçirdiğimde, sadık yoldaşların sana açıkladığı ve ilettiği bazı politik değerlendirmeler benim için çok daha büyük bir açıklık kazandı.
Ve son görüşmemiz sırasında bana, alışıldık yolla, “Senin mevcut duruma ilişkin değerlendirmelerini benim aracılığımla öğrenirlerse, bu yoldaşlar ne düşünürler, neler söylerlerdi; tamamıyla çaresizliğe kapılmazlar mı?” demiştin. Ya da anlaşılır bir Almancayla ifade edecek olursak, onlar benden de, öngörülebilir gelişmeye ilişkin acı ama gerçek bir değerlendirme yerine, durum hakkında rahatlatıcı fi kirler, hayali sözler duymak İstiyorlar. Burada açıklanması önem taşıyan şu sorunu ortaya atıyorum: Yedi küsur yıllık zindandaki uzun tutukluluğuma karşın, günümüz ve gelecek üzerine bu soğukkanlı ama doğru anlayışımı nasıl koruyorum, neden karamsarlığa kapılmıyorum? Basit, açık bir yanıt sizi aydınlatacaktır: Devrimci, tutarlı, aynı zamanda da mantıklı düşündüğüm için. Hayallere kapılmaksızın, uluslararası durumu değerlendirirken sağlam İlkelerden hareket ettiğim için. Komünizme ilişkin sorunlarda ve Sovyet iktidarının dış politikasını değerlendirirken kesinlikle yalpalama ve sapma diye bir şey bilmediğim ve kabul etmediğim için. Fakat düşün bir kez, şüpheciliğe ve bulanık düşüncelere kapılmış bu yoldaşların, yalnızca kendi hayallerinin gerçekleşmemesine dayanarak, giderek daha belirgin bir çaresizliğe kapılmaları anlaşılır değil midir? Bugünkü durumun tablosuna ilişkin benim de görüşümün açık olmadığını varsayalım; benim yanlış öngörülerimin -bu durumda- gerçekleşmemesi karşısında, onlar daha da büyük bir çaresizliğe itilmiş olmazlar mıydı? Böyle olmaması çok iyi! Gerçekleri söylemek, acı ve rahatsızlık verici bir etkiye sahip olduklarında, çoğu zaman zordur. Fakat yine de başkalarının seraplarının esiri olup anlamsızca sürüklendiğini elin kolun bağlı izlemektense, gerçekleri söylemek yeğdir.
Şimdi de kısaca Hitler’in iktidarı ele geçirmesine varan Almanya’daki politik gelişmelere ilişkin düşüncelerimi açıklayayım:
Öncelikle tamamen Ortodoks anlamda konuşmak için, KPD (Almanya Komünist Partisi -çev.), NSDAP’nin (Nasyonal Sosyalist Alman işçi Partisi (Hitlerci Faşist Parti) -çev.) ilerleyişini ve yükselişini engellemediği için, KPD’nin uzun süreli önderi olarak Thaelmann’ın sorumluluk payı yok mudur? sorusunu ortaya atmak istiyorum.
Son yüz yüze görüşmelerimizden birinde, “daha radikal” ya da “daha solcu” ifadelerini kullanmıştın. Kapitalist partiler hareketi için bu ifadeler daha sık kullanılabilir. Bizim hareketimizde ise bu tür ifadeler yalnızca, parti içindeki bir muhalefeti özel olarak tanımlamak için ya da parti çizgisinden sapmalar vb. söz konusu olduğunda kullanılır. Çünkü komünist parti ilkelerine göre, resmi parti önderliğinin politikasına ilişkin ne “daha radikal” ne de “daha solcu” diye bir şey yoktur. Kuşkusuz, o zamanlar da, açıkça ifade edilmese de SPD’yle (Almanya Sosyal Demokrat Partisi -çev.) ortak hareket etmeye karşı olan muhalif parti yöneticileri vardı. NSDAP’nin sonraki gelişimine ilişkin bu “radikaller” olarak anılanlar öylesine “aşırı radikal” bir tavra giriştiler ki, örneğin bunlardan biri olan Heinz Neumann, “Almanya’da proleter devrimin zaferinin ancak, faşist diktatörlüğün kuruluşundan sonra (sen, Hitler iktidarı aldıktan sonra da) geleceğine” dair karşı-devrimci teoriyi vaaz ediyordu. Ya da SPD önderlerinin o zamanlar yürüttükleri, “Faşizmin Almanya’da önce iflas etmesi gerektiği” propagandası. Yani, Heinz Neumann ve sosyal demokrat önderler, “Bırak faşistler iktidara gelsin, biz meyveleri sonra toplarız” tezini ortaya attılar. Almanya’da toplanan meyvelerin ne olduğunu, artık yeterince biliyoruz; bu uğursuz gelişmeyi tanımlamaya yetecek kelimeleri bulmak neredeyse olanaksız. Bunlara şimdilerde de, çaresizliğe düşmüş yoldaşların, “Hitler’in askeri zaferinin ardından proleter devrimin geleceği” teorisi eklenmektedir. Burada sözü edilen her üç teori de açık bir saçmalık olduğu gibi, baştan sona da yanlıştır, ilk ikisi açık bir biçimde karşıdevrimcidir, saflarımızda tehlikeli yanılsamalar doğurmakta ve aynı zamanda geçmişte kazanılmış devrimci mücadele temellerini yıpratmaktadır.
Daha o zamanlardan NSDAP’nin Almanya’daki proleter hareket için oluşturduğu tehlike, bizim tarafımızdan ve kısmen dostlarımız tarafından az çok küçümsendi. Ancak 1932 yılında, artık geç kalmışken, bu konudaki bakışımız netlik kazandı. Sonra Eylül 1932’de Yürütme Komitesi (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi -çev.) toplantısında, politik çizgi, özellikle sosyal demokrasiye ve acil proleter devrim doğrultusunda 180 derece yön değiştirdiğinde, stratejik manevra açısından her ikisi için de ne yazık ki çok geç kalınmıştı. Çünkü bunun gerçekleştirilmesi için Naziler fazla güçlenmiş ve Almanya’nın her yanında, SA ve SS bünyesinde, silahlı askeri gruplar halinde örgütlenmişlerdi. Öte yandan SPD, bizimle birlikte Naziler’e karşı açık bir mücadele yürütmeye istekli de değildi. Ama daha 1926–1928 yıllarında, SPD ile ortak bir hükümet kurma olasılığını da içeren bir ittifak kurduğumuzu düşünelim? Almanya’daki gelişmeler, gerçekte olduğundan önemli oranda farklı mı olacaktı? Bu sorunun yanıtı zor olmadığından açık bir biçimde verilebilir. Çünkü bu, öncelikle SPD’nin bugüne kadar yürüttüğü politikada kapsamlı bir değişiklik yapmaya istekli olup olmayışıyla ilgilidir. Almanya’da sonraki gelişmelerin yönünü kesinlikle etkileyebilecek ilginç bir mesele! Yani SPD’ye karşı politikamızı (Hitler’in iktidara gelişinden yıllar önce) değiştirdik, ama ilkesel politikamızı değiştirmedik. Ama eğer kapitalizme karşı ortak ve kararlı bir mücadele aktif bir biçimde yaratılacaksa, sosyal demokrasi daha önce yürüttüğü ilkesel politikasını doğal olarak değiştirmek zorundaydı, değil mi? Belki şimdi kimileri, SPD zaten her zaman sosyalizmin zaferini savunmaya ve dolayısıyla kapitalizme karşı mücadele etmeye istekli değil miydi? diye soracaktır!
Hayır! Çünkü özellikle Almanya’da, kapitalizmi ortadan kaldırmaksızın sosyalizmi gerçekleştirmek istiyordu (ki aynı şeyi Naziler de, sözüm ona başka bir biçimde de olsa, yaptıklarını öne sürmektedirler). Ya da Leipzig’de Reich Mahkemesi’nin karşısında neredeyse aynı teoriyi şu sözlere döken Brandler’i dinlediğimizde ortaya çıktığı gibi: “Proleter devrimi, anayasa temelinde hayata geçirmek istiyordum.” KPD, bu noktada açık bir programa sahiptir: “Kapitalizm koşullarında, anayasa temelinde ya da kapitalist (Naziler ikiyüzlülükle kendi ekonomilerini sosyalist olarak adlandırıyor) ekonominin korunmasıyla değil, ancak ve ancak kapitalizmin, uygun koşullarda, yani devrimci bir durumda yıkılması suretiyle muzaffer sosyalizme ulaşılabilir.”
Çünkü yaklaşan proleter devrimin, kapitalizmi tehdit edecek boyutlara varması durumunda, kapitalizm, kendi zemininde hareket eden bütün politik güçleri, proleter devrimi oluşturan güçlere karşı harekete geçmeye zorlayacaktır.
Bugün, bunlar üzerinde sakin kafayla ve kendime daha büyük bir güvenle düşündüğüm zaman, SPD ile ittifak yapılmış olsaydı, daha ilk günlük pratikte, devrimci görevlerin yerine getirilmesinde KPD ile SPD’nin programlarının çatışmaya gireceği sonucuna varıyorum. Eğer, SPD tarihsel gelişmeden dersler çıkarmaya hazır olsaydı, o zaman, o güne kadarki programları neyi gerektirirdi? SPD, programını, devrimci hareket yararına değiştirebilir miydi, ya da değiştirmeyi ister miydi? Ya da ondan fedakârlık etmeyi, hatta terk etmeyi? İddia ediyorum ki: “Hayır!” Çünkü bir yandan, kapitalizm sınırları çerçevesinde iktidar ya da muhalefet partisi olarak kalmak İstiyordu, öte yandan da politikasında kimi taktik değişiklikleri yapmış KPD politikasında eritmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Uluslararası sosyal demokrasi ne yazık ki, nasyonal sosyalizmin zaferine yol açan Almanya’daki tarihsel gelişmenin büyük derslerinden bile, Komintern’in büyük ölçüde yaptığı ve uyguladığı gibi, gerekli sonuçları çıkarmadı. Almanya’da faşizmin zafere ulaşmasına katkı sağlayan yıkıcı politikası, bugün uluslararası ölçekte biraz farklı bir biçimde sürmektedir. Buna ilişkin birkaç çarpıcı örnek:
1) Danimarka’nın Alman birliklerince işgalinin hemen ardından sosyal demokrat başbakan Scavenius, sosyal demokrat ve demokratlardan oluşan hükümetini (Danimarka parlamentosunda sosyal demokratlar ve demokratlar mutlak çoğunluğa sahip olmasına karşın), muhalefetteki muhafazakâr ve Venstra’dan üçer temsilciyle genişletti.
2) İsveç’te 1 Mayıs 1940, ilk kez “Vatandaş Günü” olarak kutlandı. Sosyal demokratlar, iki sağ parti ve tüm öteki burjuva partileriyle birlikte gösteri düzenlediler.
3) Mayıs 1940 başında Chamberlain hükümetinin çekilmesi üzerine, kabine Churchill tarafından yeniden oluşturuldu, İngiltere’nin, başbakan Churchill’in liderliğindeki yeni hükümetin bileşimi, devlet bakanları da dâhil olmak üzere şöyledir: 29 muhafazakâr, 11 Labour Party temsilcisi (yani sosyal demokratlar), 4 Simon liberali, 3 liberal muhalefet temsilcisi, 1 Ulusal işçi Partisi temsilcisi ve 7 bağımsız.
Muhafazakâr kabinede, başkalarının yanı sıra Labour Party’nin liderlerden Attlee, Greenwood, Bevin, Morrison, Alexander ve Dalton yer almaktadır.
Muhafazakârların savaş kabinesinde Churchill ve Chamberlain’in yanı başında, Labour Party’nin başkanı sosyal demokrat Attlee ile İngiliz sendikalarının başkanı olan partili yoldaşı Bevin oturmaktadır.
Daha 14 yıl önce (yani 1926’da) Stalin’in söylediklerini anımsatmakta yarar var: “İngiliz imparatorluğu’nu parçalayabilecek ve mutlaka parçalayacak olan bir güç vardır. Bunlar İngiliz muhafazakârlarıdır. Bunlar, Britanya İmparatorluğu’nun kaçınılmaz olarak çöküşe sürükleyecek olan güçlerdir.”
Uluslararası sosyal demokratlar bugün hâlâ, kapitalizm koşulları çerçevesinde ve sık sık burjuvazinin en gerici temsilcileriyle işbirliği yaparak sosyalizmi getirmek istiyorlar. Son birkaç on yıldaki gelişmelerin tarihinden herhangi bir şey öğrenmiş değiller ya da öğrenmek istemiyorlar. Büyük ve tarihsel belirleyiciliğe sahip iki ders karşımızda duruyor: Bir yanda, 1917’de Rusya’daki muzaffer proleter devrim ve onun gerçek sosyalizme doğru olağanüstü gelişimi ve öte yanda, 1933’te gericiliğin gelişimi ve onun faşist sonuçlarıyla birlikte Almanya’daki nasyonal sosyalist altüst oluş. Bugün, her dürüst Marksist ve sosyalist için, Bolşevik Partisinin önderliğinde elde edilmiş ve kazanılmış olan Rus, yani biricik proleter devrimin, yalnızca kapitalizmin radikal bir biçimde alaşağı edilmesiyle olanaklı olduğu ve gerçekleştirildiği açık olmalıdır.
O dönemde, sosyal demokrat önderliğin ve onunla birlikte yöneticilerinin belirleyici bir bölümünün, Almanya’da, ulusal özelliklerin ve koşulların özellikle gözetilmesi koşuluyla, muzaffer Rus devriminin dersleri, deneyimleri ve hareket yasalarına uygun olacak muhalif bir çizgiye yönelecek kavrayışa ve kararlılığa sahip oldukları ciddi bir biçimde düşünülebilir mi? İddia ediyorum ki: Hayır, asla!
Almanya’da nasyonal sosyalizmin zafer kazanmasına katkıda bulunan tarihsel trajedi işte budur! Uluslararası ölçekte bakıldığında bile, sosyal demokrasinin politikası, Almanya’daki derslere rağmen, hemen hiç değişmemiştir. Sosyal demokrasinin, Rusya’daki muzaffer Ekim Devrimi’ne karşı yanlış tutumu, onun burjuva kapitalist toplumsal düzeni ve buna uygun olarak kapitalist sistem üzerine yanlış programatik bakış açısından çıkan doğal bir sonucudur. Alman sosyal demokratları, son zamanlarda neden yeniden Sovyet iktidarının dış politikasına saldırmaktadır? Çünkü Sovyetler Birliği’nin, Bolşevik Partisi’nin önderliğindeki proleter devrim aracılığıyla, kapitalizmin tasfiyesini başarıyla gerçekleştiren, işçi sınıfının kapitalizmden kurtuluşunu sağlayan ve sosyalizmin özgür gelişimini pratiğe geçiren dünyadaki tek ülke olduğunu anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar.
Yoksa Marksistlerin en cüretli rüyalarının bile aşılmış olmasından dolayı mı, bu sistemin şaşırtıcı, kusursuz gelişimini kavramak istemiyorlar? Bu tarihsel gelişimin büyük önemi, özellikle bu günlerde, daha büyük bir açıklık kazanıyor, çünkü Hitler’in Avrupa’da kazandığı askeri zaferle birlikte faşizmin zorunlu yayılması kaçınılmazdır. Salt bu nedenle dahi her dürüst Marksist, Sovyet iktidarının dış politikada başvurduğu, ülkeye artan askeri bir güvence, stratejik açıdan daha uygun konuma sahip yeni alanlar ve genel yararlar sağlayan her yöntemin -Sovyet iktidarı bu yararlan, faşist görüşteki güçlerle yapılan zorunlu ittifaklar yoluyla olsa da, elde etmeyi ve gerçekleştirmeyi bilmişse- doğru olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini görmelidir. Çünkü Sovyetler Birliği halklarının barış ve mutluluk içindeki yaşamlarının güvence altına alınması doğrultusunda alınan ya da belki bundan sonra da alınmak zorunda kalınacak önlemler, gelecekte dünya devrimci hareketine de yararlar sağlayacaktır.
Bu tutumları kavrayamayan ve gerekli anlayışı gösteremeyen devrimciler, bazen ne kadar da dar bir ufka ve ahmakça bir yavanlığa sahip olabiliyorlar. Bugünkü durumu, bir kez olsun ciddi bir biçimde, herhangi bir duygusallığa kapılmadan gözler önüne serelim: Birçok şeyi açıklamaya yetecek yalnızca üç çarpıcı nokta üzerinde duracağız:
1) Geçmişte Stalin’in İngiltere ve Fransa’yla ittifak kurduğunu varsayalım. Böyle bir durumda Almanya’nın kesinlikle Fransa karşısında, ama aynı zamanda İngiltere karşısında da zafer kazanacağı büyük bir olasılık değil midir? O zaman Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni de yeneceği sorusu gerçi fazlasıyla kuşku götürürdü; ama yine de Sovyetler Birliği, şimdiki son derece elverişli ve pekiştirilmiş durumuna göre, daha elverişsiz bir durumda olurdu. Sovyetler Birliği, o zaman, barışın getirdiği nimetlerden yararlanamaz, kendini devletinin iç inşasına veremezdi. Uzun süreli bir savaş dönemi kaçınılmaz olurdu. Buna bir de yenilenlerle müttefik olmanın getireceği prestij kaybı da eklenecekti. Ve son olarak, savaşın seyri içerisinde Almanya’nın Doğu denizinden ve Finlandiya açıklarından, Polonya, Litvanya, Estonya, Letonya ve belki de Finlandiya topraklarından Sovyetler Birliği’ne saldırma tehlikesi olacaktı.
2) Fransa ve İngiltere’nin yenilgisinden sonra da Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasının zemininin varlığını hâlâ sürdürdüğü doğrudur, ama pek de önemsiz olmayan bir farkla doğrudur. Bu fark, bugün Almanya’nın egemenliğine geçmiş bölgelerden, Sovyetler Birliği’ne saldırmasının çok daha güçleşmiş olmasından ibarettir. Çünkü bir yandan Sovyetler Birliği’nin yeni sınırlarıyla askeri açıdan büyük ölçüde avantajlı ve stratejik olarak sağlamlaşmış konumu ve öte yandan, bütün alanlarda askeri donanımın tamamlandığı görüldüğü barış döneminin sağladığı yararlar sayesinde ülkenin askeri sağlamlığına önemli bir güç kazandırılmıştır.
3) Almanya’yla imzalanan ticaret anlaşması Sovyetler Birliği’ne, sosyalist inşasını o güne kadar olduğu gibi hızla sürdürme olanağı tanımıştır ki bu Fransa ve İngiltere’yle girilen bir ittifak koşullarında tamamen olanaksız olurdu.
4) Bu güçlerle ittifak yapmış olsaydı, Avrupa kıtasının egemenlik alanında iki büyük gücün devre dışı bırakılmasıyla birlikte, Sovyetler Birliği doğal olarak belli oranda zayıflatılmış olmayacak mıydı? Bunun da ötesinde, sosyalist Sovyetler Birliği’nin istikrarının zarar görmesi aynı zamanda Avrupa’daki ve tüm dünyadaki Marksist hareketin de aleyhine olmaz mıydı?
5) Almanya’nın önderliğindeki anti-Komintern güçlerin politikasının yanı sıra Sovyetler Birliği’ne karşı yıllarca sürdürülen kuşatma politikası, bu dış politika sayesinde delinmiş ve Sovyet iktidarınca parçalanmıştır. Sovyet iktidarının genel dış politikası ve 1939’un yazında Rus-Alman anlaşmasının imzalanmasıyla hayata geçen dış politika çizgisi, bize büyük bir devlet adamı ve devrimci olan Stalin’in parlak dehasını açıkça göstermektedir. En yakın ve değerli arkadaşı, yoldaşı Molotov’la birlikte Fransa ve İngiltere için yıkıcı olan o gelişmeyi ve Almanya’nın zaferini öngören Stalin, herhangi bir imtiyaz tanımaksızın, faşist şeytanla geçici bir birlik kurarak da olsa, Sovyetler Birliği için doğan avantajlardan ustalıkla yararlanmayı bilerek, dünya devrimci hareketinin çıkarları doğrultusunda akıllıca ve kararlılıkla hareket etmiştir. Sovyetler Birliği halkları, devrimci ve Marksist olarak Rusya’nın tarihini yönlendirecek yolu bulan ve sosyalist Sovyetler Birliği halklarının kaderini tek doğru kanala yönlendirmeyi bilmesinde ifade bulan devlet adamına yaraşır öngörüye sahip Stalin’e büyük bir sevgi ve saygı duymaktadırlar. Ve bu sorunda kararsız yoldaşlar, iradeleri dışında etkilendikleri sosyal demokrat eğilimlerden olabildiğince çabuk sıyrılmakla ve bunun ötesinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin halkları ve onun Bolşevik yönetimiyle tam dayanışmalarını dile getirmekle iyi ediyorlar.
Çünkü hatalı ve yanlış bir bakış açısında ısrar etmek, onların yeni çelişkilere düşmesine yol açar. İşte buna ilişkin sayısız örneklerden yalnızca biri:
Sovyet birlikleri Finlandiya’ya girdiklerinde, aslında son derece sağlam arkadaşlarımızda, Sovyet iktidarının tıpkı Hitler’in Avrupa’nın başka bir yerinde yaptığı gibi hareket ettiği anlayışı belirdi. Ne var ki, iki kişi aynı şeyi yapsa da (siz hatalı kavrayışınızla bunu öne sürüyorsunuz) bu her zaman aynı şey değildir. Bunu göremediniz ve kavrayamadınız. Çünkü bugün, Sovyetler Birliği’ne duyduğunuz içten sempatiden hareketle, Hitler Fransa ve İngiltere’yi yenmişse, hepsi birlikte Sovyetler Birliği’nin üzerine yürürler diyorsunuz. Oysa Stalin, bu türden olası bir gelişmenin bilge öngörüsüyle, Sovyetler Birliği’nin Hitler’in egemenlik alanının hemen yanı başındaki bazı noktalarda, askeri ve stratejik konumunu genişletmeyi ve iyileştirmeyi bilmişse, o zaman bu, sizi konuşturacak olursam, Hitler’in şurada ya da burada yaptığıyla aynı şeydir. Hayır, sevgili yoldaşlarım. Bu, farklı türde iki tutumdur. Çünkü mantıklı ve devrimci bir tarzda düşünürseniz, olasılıklar değerlendirildiğinde, durumun tersine dönebileceğini hemen anlardınız. Çünkü Sovyet iktidarının, bugünkü koşullardan ustalıkla yararlanarak Sovyetler Birliği’nin askeri güvenliği için yaptıkları ve gerçekleştirdikleri, Sovyetler Birliği’ne karşı açılabilecek bir savaşta düşman güçlerin ülkeye girmesini zorlaştıracak, hatta belki de olanaksız kılacak yeni kurulmuş donanma, hava vb. üslere sahip yeni bir stratejik temeldir. Sovyetler Birliği’nin son yıllarda bu alanda yaptığı her şey Almanya’yla anlaşma çerçevesinde gerçekleştirildi; fakat bu, Sovyetler Birliği’nin bu yeni savunma ve saldırı temellerinin, Almanya karşısında da stratejik öneme sahip olduğunu dıştalar mı?
Buradan çıkarılacak büyük ders, bu olgulara bir küçük burjuva olarak değil, tersine bir devrimci olarak ve bu nedenle de herhangi bir yalpalamaya düşmeksizin bakmak olacaktır.
Bu yazı elinize geçtikten sonra, Sovyet iktidarının bütün bu faaliyetleri, devrimci geleneğinizin ruhuna, komünizme ve Sovyetler Birliği karşısındaki genelde doğru bakışınıza tamamen denk düştüğü için, alınan önlemlerin mutlak zorunluluğu konusunda tamamen ikna olacağınızı umuyorum.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑