Dünya petrol üretiminin bazı kaynaklara göre % 40’ını, bazı kaynaklara göre % 50-60’ını karşılayan petrol bölgesi, emperyalizmin egemenlik mücadelesinin en yoğun biçimde sürdüğü ve savaşların eksik olmadığı bir bölge olarak gündemden düşmüyor. Bir zamanlar İngiltere’nin nüfuz ve etki alanında bulunan bölge, ikinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Amerikan egemenliği altına girdi. ABD, dünyanın bu en çok ihtiyaç duyduğu hammadde kaynağını barındıran bölgeye yerleşmesiyle birlikte bir yandan bölgedeki konumunu sağlamlaştırmak ve bir daha bölgeden koparılmayacak biçimde yerleşmek, diğer yandan da bölgede faaliyet gösteren rakiplerini zayıflatmak, en azından etki alanlarını daraltmak ve bölgede tek güç haline gelebilmek için sürekli planlar geliştirdi. Ve bu planlar doğrultusunda her türlü yönteme başvurdu. Bölge dünyanın en karışık, en gergin, sürekli savaşların ve çatışmaların yaşandığı bölgesi olurken, tam anlamıyla bir silah deposuna döndü. Silah tekellerinin en çok satış yaptığı, en çok kâr elde ettikleri bir yer haline geldi. Birçok yeni kimyasal, biyolojik, nükleer silahın, füzenin denemesi bu bölgede yapıldı. Hatta o düzeye gelindi ki, dünya tarihinde ilk kez bir savaşın televizyonlardan naklen yayını bu bölgeden oldu.
Geçen ay Camp David görüşmeleriyle ve geçtiğimiz hafta içinde ABD Başkanı Clinton’un, “Irak’ı yine bombalayabiliriz” açıklamasıyla bir kez daha gündeme gelen dünyanın bu en çok ihtiyaç duyduğu hammaddesine sahip bölgesinin her gün yeni bir gelişmeyle dünya gündemine girmesi elbette tesadüfî değil. Çünkü bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik en büyük tekellerin, mali sermayenin egemenliğidir. Tekeller, hammadde kaynaklarını ele geçirdikleri zaman daha güçlü hale gelirken, kendilerini iyice sağlama alırlar ve rakiplerine karşı daha büyük bir güvence elde etmiş olurlar. Yalnızca sömürgelere, yarı sömürgelere, dolayısıyla hammadde kaynaklarına sahip olmak, tekellere rakipleriyle giriştikleri savaşta çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı güvencesi verir. Kapitalizm geliştikçe, sanayi ve teknoloji ilerledikçe ve yaygınlaştıkça hammadde eksikliği kendini o denli hissettirmekte, hammaddeye olan ihtiyaç o denli artmaktadır. Dolayısıyla rekabetin koşulları sertleşmekte, hammadde kaynakları üzerindeki egemenlik mücadelesi kızışmakta, amansız ve sınır tanımaz bir gaddarlığa sahne olmaktadır.
Bu nedenlerden ötürü Basra Körfezi’nin ve buna bağlı olarak Kızıldeniz ve Akdeniz’in önemi emperyalist devletler açısından her geçen gün daha da büyümektedir. Bölgeye en yakın durumda bulunan, petrol sevkıyatında stratejik öneme sahip olan Akdeniz’de kıyıları bulunan Türkiye’nin de, emperyalizm açısından önemi, diğer şeylerin yanı sıra -Kafkas, Balkanlar vb.- artmaktadır. Ve işte bu yüzden de küçük bir ada olmasına rağmen Kıbrıs üzerinde bu denli fırtınalar kopmaktadır.
PETROL BÖLGESİ VE ABD
Resmi rakamlara göre, 1996 yılı itibariyle ABD tükettiği petrolün % 32’sini, İngiltere % 45’ini, Japonya % 76’sını, Fransa % 89’unu bölgeden karşılıyordu. Bu rakamlar bile bölgenin emperyalistler için nasıl bir önem taşıdığını ve bölgedeki savaşların, hegemonya mücadelesinin nedenlerini anlayabilmek için yeterlidir aslında. Rakamlardan da anlaşılabileceği gibi, bölgeyi denetimi altında tutmak, petrol üretim ve dağıtımında söz sahibi olmak demek, ekonomik ve endüstriyel gelişme bakımından kendini garantiye almak, rakipler karşısında otomatikman bir üstünlük ve güç elde etmek demektir.
ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu politika doğrultusunda hareket etti. Eisenhower’in on yıllar önce söylediği gibi ABD’nin hedefi, “stratejik bakımdan dünyadaki bu en önemli bölge üzerinde” denetimi ele geçirmekti.
CIA’nın 1945 tarihli bölgeye ilişkin bir değerlendirmesinde, “ABD’nin stratejik çıkarlarının, Suudi Arabistan petrol sahalarının Yakındoğu çıkışlarıyla, Akdeniz yoluyla kurulan iletişim hattı üzerinde kontrolün elde tutulmasını gerekli kıldığı” söyleniyordu.
Nitekim ABD’nin, Ortadoğu politikaları tam da bu yönde gelişti. Hedef, bölgeyi tam bir denetim altına almak, rakipleri bölge dışına atmaktı. İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlü olarak çıkan ABD’nin, savaşta güç kaybeden rakiplerine karşı büyük avantajları vardı. Ve emperyalist paylaşımın genel kuralı gereği emperyalistler dünyayı, hammadde kaynaklarını, ekonomik güçleri oranında paylaşırlardı. Böylece ABD, emperyalist politikaları doğrultusunda bölgeye çıkarma yaptı. O zamana kadar bölgede hâkim güç olan İngiltere’nin yerini aldı. Diğer etkin güç Fransa’ya kapı gösterildi.
ABD, bir yandan güçlenirken bir yandan da rakiplerinin gücüne önemli darbeler indiriyor, karşısında güçlenmelerinin önünü kesiyordu.
Bu politikalarla hareket eden ABD, dünya petrol rezervleri üzerinde tam ve tartışmasız bir egemenlik kurmak için her yola başvurdu. Ekonomik gücünü kullanarak bölgeye çeşitli yaptırımlar uyguladı, baskı yaptı. Bölgesel çatışma ve savaşları kışkırttı. Bölgeye askeri bakımdan yerleşmek için provokasyonlara girişti. Amaçları doğrultusunda İsrail’i tam bir fedai gibi kullandı. Bölgede kendi hâkimiyetini sürdürecek ve kendi çıkarlarını koruyacak ittifaklar oluşturdu. Kendi çıkarlarının sürebilmesi için bölge ülkelerinin yönetimlerinde bulunan krallık ailelerine, Şah gibi kanlı diktatörlere çeşitli ayrıcalıklar, rüşvetler sağlandı. Mali sermayenin kendine sağladığı üstünlükten faydalanarak, aralarındaki alacak borç ilişkisini bir baskı ve şantaj aracı olarak kullanarak bölgede kendine bağımlı kıldığı ülke yönetimlerinin önüne ekonomik programlar koydu. Bu programların her biri bu ülkelerin ekonomisini ABD’ye bağımlı kılarken, ülkelerin petrol satımı karşılığı elde ettikleri gelirleri, silah, yüksek finansman gerektiren müteahhitlik hizmetleri, lüks tüketim malları, her çeşit ithal ürünleri vb. sayesinde fazlasıyla geri aldı, dahası borçlandırma yoluna gitti.
Lafa geldi mi insan hakları, demokrasi konusunda mangalda kül bırakmayan, insan hakları, demokrasi sözcüğünü kendine sadece daha fazla ayrıcalık ve çıkar sağlamak için bir silah olarak kullanan, söz konusu İran olduğunda “insan hakları”, “demokrasi” diye yeri göğü inleten ABD, kendi hizmetindeki krallıklara, kanlı diktatörlere her türlü desteği verdi. Sadece vermekle de kalmadı, bizzat bu ülkelerin yönetimlerinin baskı rejimi olarak sürmesini, kendi egemenliğinin devamı açısından gerekli gördü. Elbette bunda şaşılacak hiçbir yan yoktu. Çünkü ABD ve genel olarak emperyalizmin hegemonyacı politikalarının temeli buydu ve demokrasi sözcüğünün kitleleri uyutmaya yaradığı, emperyalist soygun ve talana bir engel teşkil etmediği sürece burjuvazi açısından hoş ve eğlenceli bir işlevi vardı. Yine ABD ve tüm emperyalistlerin şu anda Latin Amerika’dan Afrika’ya, Ortadoğu’dan Güneydoğu Asya’ya kadar üzerinde anlaştıkları bir genel mutabakata göre, “Gelişmekte (siz sömürgeleşmekte anlayın) olan ülkelerin ihtiyacı demokrasi değil, ekonomik ilerlemedir. Eğer demokrasi ekonomik gelişmenin önünde engelse (ekonomik gelişmeden kastedilenin tekellerin aşırı kârları olduğu ortadadır.), -ki demokratik hak ve özgürlükler, sendikal örgütlenme vb. buna engeldir-, o zaman demokrasi gereksiz ve lükstür.”
ABD’nin emperyalist politikalarında ifadesini bulan bu görüş hiç şüphesiz petrol bölgesi açısından da geçerliydi. Daha 1948’lerde George Kannan, şöyle diyordu: “İnsan hakları, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve demokratikleşme gibi belirsiz ve gerçek dışı amaçlar hakkında konuşmayı bırakmalıyız; eğer olağanüstü zenginliğimizi diğerlerinin sefaletinden ayıran farklı konumumuzu sürdürmek istiyorsak, özgecilik ve bütün dünyanın yararı türü idealistçe sloganların aramızda dolaşmasına izin vermeden açık açık güç konseptine başvurmalıyız.”
Bölgedeki ve dünyanın diğer bölgelerindeki ABD politikaları tam da bu anlayışa uygun sürdü. Bölgede savaşlar, ABD’nin güç gösterileri hiç eksik olmadı.
Soğuk savaş diye adlandırılan dönem boyunca ABD, bölge üzerindeki egemenlik savaşını, bölgeye askeri bakımdan yerleşmesini, bölgeyi tam anlamıyla silah deposuna çevirmesini hep “Sovyet komünizmi gelir” korkuluğuyla sürdürdü. Avrupa emperyalistlerini, Japonya’yı bu tehdit ve şantaj ile hizaya getirdi; politikalarını desteklemeye zorladı. Ancak, Sovyetler Birliği’nin kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesinden sonra da ABD, politikalarında herhangi bir değişiklik olmadı. Bölgede gerginlik ve çatışmalar sürdü, silahlanma yarışı artarak devam etti. Hatta bölge ülkelerinin silah alımları en rekor düzeye 1990’larda, yani ABD’nin bıktırıcı biçimde tekrarladığı “kızıl tehlike” ortadan kalktıktan sonra oldu.
ABD’NİN BÖLGE ÜLKELERİNE BİÇTİĞİ EKONOMİK ROL
Kendisini dünyanın büyük patronu ilan etmesiyle birlikte, dünyanın her yerine müdahale etme hakkını kendinde gören ABD, petrol bölgesinde üretilen petrolde de hakkı olduğunu varsayıyor. Bütün politikalarını buna göre düzenleyen ABD, bölge ülkelerinin iç, dış politikalarına karışma hakkını, bunların ABD politikalarına ve çıkarlarına uygun olup olmadığını denetleme hakkını kendinde görüyor. Bölge ülkeleri üzerinde tam bir denetimin sağlanmasının yolunun da onların ekonomik olarak kendisine bağlanmasıyla, mali sermayenin gücü, alacak/borç ilişkisi aracılığıyla olacağını bilerek buna uygun ekonomik politikalar geliştiriyor. Bir yandan petrol (doğalgaz) gibi önemli ve dünyanın en çok gereksinim duyduğu hammaddeyi elinde bulunduran ülkeler üzerinde petrolün üretimi, dağıtımı, fiyatların belirlenmesinde söz sahibi oluyor, öbür taraftan da bölge ülkelerinin ekonomik anlamda güçlenmesini, kendisine karşı rekabete girişmesini önlemek için çeşitli yollara başvuruyor.
ABD’nin bölge ülkeleri için geliştirdiği ve benimsenmesini istediği ekonomi politikalarının özeti şöyledir: Endüstri ve teknoloji ABD ve batı tekellerinde olacak, bölge ülkeleri ise hammadde üretiminde uzmanlaşacaklardır.
Nitekim bölge ülkelerinin ekonomik yapılanmaları tam da buna uygun oldu. Sanayi ve teknoloji bakımından tam anlamıyla dışa bağımlılık, petrol üretimi dışında üretime yönelmeme, iğneden ipliğe neredeyse her şeyi ABD’den ve batıdan satın alma, silaha büyük yatırım; böylece petrolden gelen paraların diğer elle geri alınması… Nitekim bunca büyük petrol satışlarına karşın bölge ülkelerinin tamamı borç içindedir. Dış ticaret açıkları sürekli olarak büyümekte, daha fazla krediye ihtiyaç duymakta, daha fazla borçlanmaktadırlar. Buna karşın Arap kraliyet ailelerinin, petrol prenslerinin şatafatlı yaşamları, çılgınca tüketim, gösteriş için akıttıkları dolarlar dünya magazin basınının hâlâ en çok ilgi gösterdiği konular arasındadır.
Bölgede ABD’nin en sadık müttefiklerinden biri ve dünya petrol rezervlerinin % 20 kadarına tek başına sahip olan Suudi Arabistan’ın bile ödemeler dengesi ve mali sisteminde bozulmalar olmuştur. Elbette onlar da tüm soyguncuların yaptığı gibi, emperyalistlere ödenen haraçları kısıtlamak, bağımlılık ilişkilerine son vermek, şatafatı azaltmak yerine sosyal harcamalarda kesintilere gitmişlerdir. 1994 yılında eğitim, sağlık vb. sosyal harcamalar % 20 oranında kısıtlanmıştır. Ancak paralar dışarıya akmaya, bağımlılık ilişkileri güçlenmeye devam etmiştir.
1996 yılı itibarıyla Suudi Arabistan, ithalatının dörtte birini ABD ile yapmaktadır. Ancak bu rakamlara silah alımları dâhil değildir. Son yıllarda hızla silahlanan bu ülkenin ABD’li silah tekellerine ödediği paralar hesaba katıldığında ortaya muazzam bir tablo çıkmakta ve ABD’nin bu ülkenin petrol gelirlerine nasıl el koyduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
1983 yılına kadar Suudi Arabistan’ın yurtdışında 20 milyar doları bulunmaktaydı ve bu paranın her yıl 2 milyar dolar artacağı tahmin edilmekteydi. Bu paranın büyük bölümünün ABD’de olduğu tahmin ediliyordu.
1996 yılında Körfez ülkelerinin yurtdışında 1 trilyon doları olduğu tahmin edilmekteydi. Bunun en azından yarısının ABD’de olduğu varsayılmaktadır. Diğer yarısı ise Avrupa ülkelerindedir. Hiç şüphesiz bu paralar ülke yönetimlerini ellerinde bulunduran kraliyet ailelerine, petrol krallarına aittir ve bunlar, ABD’nin kendisine hizmetler sunan ailelere sağladığı ayrıcalıkların bir sonucu olarak devlet fonlarındadır, bir kısmı da finans piyasalarında, yatırımlarda, gayrimenkullerde, bankalardadır.
BÖLGESEL SAVAŞLAR VE YERLEŞİK GÜÇ HALİNE GELEN ABD
ABD’nin bölge planları şu ana unsurlar etrafında şekilleniyor: Petrol bölgesinin denetimini sağlamak. Petrol rezervlerinin kontrolünü elinde tutmak. Rakiplerinin bölgede güçlenmesini, bölgede mevzi tutmasını, ileride kendisine rakip olarak çıkmasını önlemek. Bunun için rakipleri bölge dışında tutmak. Bölge ülkelerinin bağımlılığını sağlamak. Petrol gelirlerini, silah ve diğer ürün ithalatı, yüksek maliyetli inşaat, müteahhitlik hizmetleri yoluyla geri almak. İsrail’in güvenliğini sağlamak.
Bu amaçlara ulaşmak için ABD, emperyalizmin bilinen ne kadar taktiği varsa hepsini sırası geldikçe devreye sokuyor. Bölge halklarının yakınlaşmasını, aralarında dostluk rüzgârlarının esmesini, ortak hareketlere girişmesini önlemek için bölgede sürekli gerilimi tırmandırıyor. Provokasyonlar düzenleyerek ülkeler arasında bölgesel çatışmaları ve savaşları körüklüyor. Böylece ekonomik olarak da güçlenmelerinin önünü kesmiş, bağımlılık ilişkilerini güçlendirmiş oluyor. Kendi uydusu olan kraliyet yönetimlerini tüm gücüyle destekler, İsrail’i kiralık katili olarak beslerken, kendi işine gelmeyen veya söz dinlemeyen ya da güven vermeyen yönetimleri devirmek, güçsüzleştirmek, köşeye sıkıştırmak için her türlü pis oyunu sahnelemekten çekinmiyor.
ABD, çıkarlarını garantiye almak için bölgeye askeri olarak da yerleşmiş durumda. Basra Körfezi, ABD’nin üssü durumunda. Her bölgesel savaş aslında ABD’nin bölgedeki ekonomik durumunu güçlendirirken, askeri bakımdan da bölgeye kalıcı biçimde yerleşmesini beraberinde getirdi.
ABD Savunma Bakanlığı’nın açıklamalarına göre, Güneybatı Asya’da askeri faaliyetler için ABD, 300 milyar dolar harcamıştır. Sadece petrol bölgesine indirgendiğinde “petrolü güvenceye almanın” ABD’ye maliyeti yıllık 70 milyar dolardır. Bu rakamlar bile ABD’nin bölgedeki askeri faaliyetlerinin büyüklüğünün anlaşılması açısından herhalde yeterlidir. Ve bölgenin nasıl bir kaynayan kazan olduğunu da göstermektedir. Elbette Pentagon’un savaş ağaları bölgedeki askeri giderlerini yine bölge ülkelerine ödetmek konusunda ustadırlar. Çünkü kendilerine uşaklık eden kraliyet ailelerine ve bölgeden petrol alan diğer emperyalistlere, aslında kendilerinin tüm emperyalistlerin ve kralların bölgesel çıkarlarını korudukları fikrini dayatmaktadırlar. Böyle olunca da masrafların paylaşılması doğal hale gelmektedir.
ABD’nin bölgedeki tetikçisi İsrail’le birlikte en büyük müttefiki Şah’ın başında bulunduğu İran’dı. Buna İsrail karşısında Filistin davasını satan ve en aşağılık düzeyde ABD işbirlikçiliğine soyunan Mısır eklenmişti. Türkiye öteden beri ABD’nin temel müttefiki olmakla birlikte, bölge açısından ABD tarafından öne sürülmesi esas olarak İran’da Şah’ın devrilmesinden sonra oldu.
İran devrimi ABD açısından son derece önemli bir kayıptı ve bölgede taşların yerinden oynaması anlamına geliyordu. Çünkü Şah’ın İran’ı, İsrail ile birlikte ABD’nin bölgedeki jandarma gücünü oluşturuyordu. Şah’ın devrilmesinden önce ABD’li silah tekellerinin en büyük müşterilerinden biri İran’dı. O dönemde İran ve Suudi Arabistan’da resmi rakamlara göre 150 bin Amerikalı “uzman” bulunuyordu. Bu “uzmanlar” İran ve Suudi Arabistan ordusunu eğitiyor, ordunun eksiklerini saptıyor, hangi silahların kimden satın alınacağına kadar her şeye karar veriyorlardı. Şah, devrildiği yıl ABD’li silah tekellerinden milyarlarca dolarlık silah almış ve 30 milyar dolarlık silah siparişi ise devrildiği için ortada kalmıştı.
ABD’li askeri “uzmanların” İran’da en ağırlık verdikleri işlerden biri, Rusya sınırında dinleme ve gözetleme istasyonları kurmak, casusluk faaliyetleri yürütmekti. Şah’ın devrilmesi ABD açısından büyük bir kayıptı. Hem bölgesel gücüne indirilmiş bir darbe, hem İsrail için tehlikeydi. En büyük endişelerinden biri de, bölge halkları arasında bağımsızlık fikrinin gelişmesi, son derece tehlikeli buldukları antiemperyalist, ABD karşıtı düşüncelerin etkin hale gelmesiydi.
Tam da bu dönemde Irak, İran’a karşı kışkırtıldı. ABD’nin bölgedeki propaganda merkezleri, CIA ve onun etkisi ve yönlendirmesindeki ülkelerin istihbarat örgütleri ve diplomatları aracılığıyla Irak yönetimini, İran’ın en güçsüz döneminde bulunduğuna, yeni yönetime karşı ülke halkının büyük bir hoşnutsuzluk duyduğuna, İran halkının en az yüzde ellisinin Humeyni yönetimine karşı ayaklanmaya hazır olduğuna, dolayısıyla İran’ın çok kolay pes edeceğine ikna ettiler.
Irak-İran savaşı tam sekiz yıl sürdü. Savaşın başında ABD’nin Irak’a büyük desteği oldu. Buna rağmen İran halkı büyük bir direnç gösterdi.
Savaşın sonunda her iki ülke de güçsüz düşmüş, petrol gelirleri silaha harcadıkları paraya yetmez olmuştu, dış borçlar azami seviyeye fırlamıştı.
Savaş sonu ABD kongresinde ortaya çıkan belgelerde, ABD’nin savaş sırasında İran’a da silah sattığı ortaya çıktı. Ama İran, savaşta kontrolü eline geçirmeye başladığı an, ABD, İran petrol platformlarını bombaladı. İran’a ait bir sivil yolcu uçağını düşürdü ve tam 290 sivil insanın ölümüne neden oldu. ABD’nin açıklaması bildik bir açıklamaydı; “yanlışlık olmuştu”. Tıpkı Bosna’da olduğu gibi! Ama bunun onda biri küçüklükte bir yanlışlığı Libya, İran vb. ABD’ye kukla olmayan ülkelerden biri yapmış olsaydı, bu “terörist devletler”, anında ABD, AB emperyalistleri tarafından elbirliği ile cezalandırılırlardı.
Böylece ABD’nin aslında bu savaşın galipsiz bitmesini istediği, ne İran’ın, ne de Irak’ın güçlenmesini istediği, hedefinin Humeyni rejimini devirmek olduğu, ya da en azından kendine muhtaç hale getirerek devreye girmek, ilişkilerini düzenlemek, İsrail’in bölgedeki varlığından rahatsızlık duyabilecek iki ülkeyi kafa kafaya vurdurarak güçsüz düşürmek, kendisine bağımlı hale getirmek istediği ortaya çıktı.
Savaşının sonucu, Irak’ın 80 milyar dolar dış borcu oldu. İran’ın zararı da Irak’tan az değildi.
Ve bir şey daha ortaya çıktı ki, aksi yönde ne kadar propaganda yapılırsa yapılsın, ne kadar umutsuzluk ve teslimiyet rüzgârları estirilmeye çalışılırsa çalışılsın halkların direngen gücü karşısında emperyalizm yenilgiye mahkûmdur. Emperyalizmle ezilenler arasındaki kavganın sonucunu belirleyen tek şey son tahlilde, ezilenlerin birliği ve zafere olan inancıdır.
İran Devrimi’nin ardından ABD, körfez ülkelerine karşı İran kozunu kullanmaya başladı. Ve körfez ülkelerinin koruyucusu pozlarında bölgeye daha fazla yerleşti. Elbette ülkelerini büyük bir keyfilik içinde yöneten, dillere destan bir şatafat içinde yaşayan, ülkelerinin petrol gelirlerine el koyan kralların, prenslerin, İran’daki Şah’a karşı olan halk ayaklanmasının kendi halklarını etkilemesinden ve kendilerine karşı da isyanların çıkmasından ve aynı şeylerin kendi başlarına gelmesinden yana korkuları büyüktü. ABD, bunu da kendine avantaj ve yeni ayrıcalıklar elde etmenin vesilesi olarak kullandı.
Bölgede bir savaş makinesi gibi hareket eden, kışkırtıcılık yapan ve provokasyonlar düzenleyen ABD, daha sonraki yıllarda yine bir provokasyona girişerek bu kez Irak’ın Kuveyt’e karşı hareketinde başrolü oynadı. Sonrasında ise Irak’ın geri çekilme önerileri ve bütün barış girişimleri bizzat devlet eliyle, ABD ve İngiltere’nin uzaktan kumandalı medyası tarafından son derece ısrarlı bir biçimde halktan gizlendi. Öyle ki, Irak’ın art arda sunduğu barış tekliflerinden, geri çekilme önerilerinden ABD halkının haberi bile olmadı. Tamamıyla CIA tarafından yönlendirilen ABD medyası tüm gerçekleri gizleyerek, çarpıtarak tam bir savaş kışkırtıcılığı yapıyordu.
Böylece ABD, her zaman ve her yerde barıştan değil savaştan yana olduğunu, kendi çıkarlarına denk düştüğünde en iğrenç oyunlarla savaşa başvurabileceğini bir kez daha göstermiş oluyordu.
ABD, Irak’ın bütün barış girişimlerini halktan saklamıştı. Bütün barış önerilerini geri çevirmişti. Çünkü ABD, bölgede sürekli bir gerginlik peşindeydi ve son zamanlarda İsrail’e karşı politikalar geliştirmeye, bölgesel bir ittifak kurulmasına öncülük etmeye çalışan ve bu yönde ciddi girişimlerde bulunan Irak’ın kafasının ezilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Kendini dünyanın jandarması ilan eden ve çıkarlarına dokunan her şeye ve her yere müdahale etme hakkını kendi kendinde bulan ABD, Irak’a saldırdı.
ABD, bu hakkı kendisine BM yasasının 51. maddesinin tanıdığını söylüyordu. Aslında, emperyalistleri korumak için düzenlenmiş olsa da bu madde elbette ne ABD’ye ne bir başka ülkeye böyle bir hak vermiyordu. Bu madde, “Güvenlik konseyi harekete geçinceye kadar, saldırıya uğrayan ülkenin, silahlı saldırıya karşı kendini savunma amacıyla kuvvet kullanma iznini verir.” diyordu ve bunu bile çok özel ve olağanüstü koşullara bağlamıştı.
ABD’nin yorumuna göre ise 51. madde kendine bu hakkı veriyordu. Yani, Irak, bölgeden 7000 km uzaktaki ABD’ye saldırmış oluyor, ABD de kendini korumak için kuvvete başvuruyordu!
Nitekim aynı ABD, 1989 yılında hoşlanmadığı, bölge için tehlikeli bulduğu, daha ileri değil, sadece sosyal demokrat fikirleriyle tanınan hükümetin işbaşında bulunduğu yönetimi devirmek için Panama’yı işgal ettiğinde aynı 51. maddeyi gerekçe göstermişti! ABD Adalet Bakanı yaptığı açıklamada, “ABD’ye gizlice sokulan uyuşturucular için bir merkez olarak kullanılmasını engellemek üzere, 51. maddenin” ABD’ye Panama’yı işgal etme hakkını verdiğini açıklamıştı. (Sanki uyuşturucu trafiğini dünyada bizzat CIA örgütlemiyormuş, bu iş resmi belgelerle ortaya çıkmamış gibi!)
ABD’nin Irak’a karşı savaş açtığı dönemde BM Güvenlik Konseyi tam bir savaş örgütü gibi çalıştı. ABD’nin bütün istekleri takılmadan geçti. İsrail’in saldırıları, İsrail’in bizzat BM mülteci kampını basıp Filistinlileri katletmesinde, Bosna’da, ABD’nin Panama işgalinde, Endonezya’nın Doğu Timor’daki katliamlarında vb. susan, adeta uyuyan Güvenlik Konseyi tam bir savaş ağası kesildi.
ABD’nin Irak’a müdahalesi Gorbaçov’un başında bulunduğu Sovyetler tarafından da onaylanmıştır.
ABD tarafından başlatılan “Çöl harekâtı” bizzat ABD başkanı tarafından ilan edildi. ABD başkanı tarafından ilan edilen harekâtın amaçları şöyle sıralanıyordu:
1. Irak’ın, derhal ve koşulsuz olarak Kuveyt’ten çekilmesi.
2. Meşru Kuveyt hükümetinin yeniden işbaşına gelmesi.
3. Diğer ülkelerdeki Amerikan vatandaşlarının korunması.
4. Amerikan ulusal çıkarları için yaşamsal öneme sahip olan bölgedeki istikrarın sağlanması.
Özet olarak kolayca anlaşılabileceği gibi bütün amaç bir tek noktada somutlanıyordu: ABD’nin ulusal çıkarları!
ABD, bölgeden binlerce km uzaktaydı ama ulusal çıkarları onun bomba atmasını gerektiriyordu. ABD, çıkarları söz konusu olunca her yol mubahtı ve diğer ulus ve halkların çıkarlarının lafı bile olmazdı!
Böylece burjuvazinin ve ABD emperyalistlerinin günde elli kez tekrar ettiği “istikrar” sözcüğünün ne anlama geldiği de bir kez daha ortaya çıkıyordu; emperyalist hegemonyanın sürmesi… Sömürünün devam etmesi… Halkların kökleştirilmesi… Her kim ki bu gidişe karşı çıkar, işte o istikrar bozucu, barış düşmanı olur!
Savaşın sonucu Irak için acı oldu; 100 binden fazla ölü, 175 binden fazla esir. 4000 tank, 2000 personel taşıyıcısı, 3000’e yakın ağır silah, 2000 top, 100 Scud füzesi ve 600 savaş uçağı ya tamamen yok edilmiş, ya da kullanılmayacak hale gelmişti.
Emperyalist koro Irak’ı aşırı şekilde silahlanmakla suçluyor. Bunu savaş gerekçesi yapıyor. Peki, öyleyse sormak lazım; bu silahları Irak’a kim sattı?
Şimdi Irak, kaybettiği silahlara sahip olabilmek için yeni silah siparişleri verecek. Ve kimsenin en ufak bir şüphesi olmasın ki, Irak’ı aşırı şekilde silahlanmakla suçlayan emperyalistler ellerini ovuşturarak bu siparişleri karşılayacaklar.
Savaşın Irak’a maliyeti 200 milyar doları bulurken, Kuveyt’e maliyeti 100 milyar dolar oldu. Savaşın Pentagon’a maliyeti ise 75 milyar dolar olarak açıklandı. Ancak ABD, bölgede “kamu hizmeti”(!) yaptığını iddia edip masraflarına bölge ülkelerinin ve diğer emperyalistlerin ortak olmalarını dayattı. Sonuçta Pentagon, bunun 33 milyar dolarını Suudi Arabistan ve Kuveyt’ten, 10 milyarlık bölümünü Japonya’dan, 3 milyar dolarlık bölümünü Birleşik Arap Emirlikleri’nden aldı.
ABD’nin vurucu güçlerinden biri olarak Türkiye bu savaşta ABD’nin yanında açıktan yer aldı ve ABD’nin tüm isteklerini ikiletmeden yerine getirdi. Böylece en yakın komşularıyla salt Amerikan çıkarları için düşman olurken, savaştan milyarlarca dolarlık bir mali kayıpla çıktı. Ancak BM ambargosunun hâlâ sürdüğü anımsanırsa, hem bu ülkeye olan ticaretinden hem de petrol boru hattını kapalı tutmasından dolayı bu zararın daha yukarılara çıktığı kolaylıkla tahmin edilebilir.
BM kararıyla Irak’a, bugüne kadar dünyada görülmemiş bir ambargo uygulandı. Havadan, karadan, denizden uygulanan bu ambargo sonucu ithalat ve ihracat yasaklandı. Dünya petrol rezervlerinin % 5’ini elinde bulunduran Irak’ın petrol satışı BM kararı ile yasaklandı. Sadece savaş tazminatlarını ödeyebilecek kadar bir petrol satışına izin verildi. Bu paraya da savaş tazminatı adı altında el kondu. Irak halkı büyük bir kıtlıkla karşılaştı. Silah yapımında kullanılabilir gerekçesiyle cerrahi müdahale için gerekli en temel öneme sahip pediatrik yatak ve kimyasal maddelerin, en gerekli ilaçların, çocuk mamalarının bile bu ülkeye satışı ve gönderilmesi yasaklandı. Bunun sonucu UNICEF’in açıkladığı rakamlara göre, ambargo sırasında her bin çocuktan 142’si yetersiz beslenme, ilaç yokluğu nedeniyle öldü. UNESCO’ya göre, Irak’ta 10 yılda 500 bin çocuk bu nedenden ötürü öldü. Büyüklerle birlikte bu sayı 1,5 milyonu geçiyordu.
Vahşet öyle boyutlara varmıştı ki, 1991 yılında ABD’nin eski adalet bakanlarından Ramsey Clark, bir açıklama yaparak, ABD’yi “savaş sırasında gerçek bir soykırım yapmakla” suçladı. Eski bakan açıklamasında, “ABD yönetiminin, savaşı önceden tasarlayarak, kitle iletişim araçlarını denetim altına alarak, BM’yi yönlendirerek, insanlığa, uluslararası hukuka, BM kuruluş yasasına karşı savaş suçu işlediğini” belirtti. Clark, ayrıca, “ABD’nin 1989 yılından itibaren Irak’ı savaşa sürüklemek için provokasyonlar düzenlediğini” öne sürdü.
Savaş sonunda kazanan ABD ve silah tekelleri oldu. 1993 yılında yalnızca Suudi Arabistan, ABD’li silah tekellerine 30 milyar dolarlık silah siparişi verdi.
Yine 1993 yılında ABD, çoğu Ortadoğu ülkelerine olmak üzere 34 milyar dolarlık silah ihracatı yaptı. Bu rakam o güne kadar ABD’nin silah ihracatında ulaştığı en büyük rakamdı.
Savaş sırası ve sonrasında diğer emperyalistler de boş durmamışlar, ganimetten pay kapma fırsatını kaçırmamışlardı. Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya bölgeye silah satan başlıca ülkelerdi.
Savaşlar sonucu, o ana kadar halklarının tepkisinden çekindikleri için ABD’nin, kıyılarında kalıcı üsler kurmasında çekingen davranan, ABD ordusunun ülkelerine askeri anlamda yerleşmesine açıkça evet diyemeyen bölgedeki ABD uydusu yönetimler, savaşların ardından bölgesel güvenlik gerekçesiyle ABD’nin, ülkelerinde kara, hava ve deniz üsleri kurmasını onayladılar. Böylece ABD, bölgeye askeri olarak da yerleşti. Suudi Arabistan, Bahreyn, Umman, Katar ve Kuveyt’le yeni askeri antlaşmalar yaptı. Bahreyn’de deniz üssü kurdu.
Savaşların ardından ABD, bölgede Çekiç Güç kurulmasını kabul ettirdi. 200 bin kişilik hazır kuvvet, 100 bin ihtiyattan oluşan bu savaş gücüne Güneybatı Asya’da bulunan iki uçak gemisi ile onlara bağlı deniz gücü eklendiğinde ortaya muazzam bir güç çıkıyor. Çekiç Güç’ün görev sahasının, Güney Asya, Basra Körfezi, Kuzey Denizi olarak geniş bir bölgeyi kapsadığı açıklandı. Bu doğrultuda ABD Çevik Gücünün Kenya ve Somali’de de üsleri bulunmaktadır.
ABD Çevik Gücü’nün (RDF) amaçlan, ABD yönetimince şu şekilde sıralanıyordu:
1. İsrail’in güvenliğini sağlamak.
2. Radikal devletlerin saldırılarına karşı Suudi Arabistan, Umman, Ürdün ve Mısır gibi ılımlı Arap devletlerini desteklemek.
3. Ilımlı Arap ülkelerini iç ayaklanma veya yıkıcı faaliyetlere karşı desteklemek.
4. Bölgeye yönelik Sovyet etkisini sınırlamak.
5. Körfez’de söz konusu olabilecek bir Sovyet işgalini caydırmak.
Görüldüğü gibi, ABD, kendini bütün dünyanın bugünkü ve ahiretteki işlerinden sorumlu kılmış durumda! Bölgedeki ülkelerin dış ilişkilerinden içişlerine kadar müdahaleye kendine yetki vermiş.
Ilımlı ülkelerden anlaşılması gerekenin Suudi Arabistan, Kuveyt, BAE, Bahreyn, Mısır vb. gibi ABD’ye neredeyse uşaklık düzeyinde bağlı ülkeler olduğu, radikal ülkeler sınıfında da ABD ve İsrail’e kolayca boyun eğmeyen ülkeler olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyor.
Bölge Çevik Gücü başka bir ülkenin halkına karşı savaş etmeye, katliamlar düzenlemeye yetkili kılınmış durumda. Ve o Çevik Güç’ün bir ayağı da Türkiye’de bulunuyor ve bölge halkının yanı sıra Türkiye halkının da başına çoraplar örmeye devam ediyor.
ABD’nin Irak’a saldırısının sürmesinin, bombalar yağdırmasının gerekçesi olarak, Irak’ın elinde olduğu iddia edilen kimyasal ve biyolojik silahlar gösterildi. ABD önderliğinde tüm dünya burjuva medyasında bu silahlar hakkında uzun uzun konuşuldu, TV ekranlarında boy gösteren “uzmanlar” bu silahların ne kadar insanın yaşamını mahvedebileceği üzerine hesaplamalar yaptılar.
Hiç şüphesiz bu silahların insanlık için ne kadar tehlikeli, nasıl vahşi silahlar olduğu tartışma götürmez. İnsanlıktan nasibini birazcık almış herkes bu silahların yasaklanmasından yanadır. Ancak şu da bir gerçektir ki, emperyalist politikalar dilek ve temennilerle değil, onun yeryüzünden silinmesiyle son bulabilir.
Emperyalistlerin yaygarasını yaptıkları bu silahlardan İsrail’de de fazlasıyla olduğunu bilmeyen yok. Ancak ne hikmetse İsrail’dekiler insanlık için herhangi bir tehlike arz etmiyor! Silahlar Irak’ın elinde olunca saldırgan amaçlı oluyor, İsrail’in elinde olunca ise sadece caydırıcı etkisinden bahsedilebiliyor!
Eğer bu silahların bulunması suçsa ve havadan, karadan, denizden, hem de on binlerce bebeğin ölümü pahasına ambargoyu, savaş suçlusu muamelesi görmeyi gerektiriyorsa, o zaman en başta yargılanması ve cezalandırılması gereken ülke ABD olmalıdır. Çünkü bizzat Amerikan kongresinde açıklanan belgelerde bu silahlardan, dünyadaki toplamından çok fazlasının ABD ordusunda olduğu ortaya çıktı. Açıklanan belgelere göre, ABD’nin elinde ikinci dünya savaşından 1968 yılına kadarki dönemde tam 30 bin ton sinir gazı, hardal gazı ve fosgen stoku bulunuyordu.
Belgelere göre, 1980’lerin sonundan itibaren ikili kimyasal silahlar geliştirilmişti.
Yani ikisi birleştirildiğinde ölümcül olan silahlar. Bunun nedeni ise şöyle açıklanıyordu: İnsanlığı korumak!
Körfez Savaşı sırasında bu ölüm silahları ilk kez denenmişti ve ABD Ordusu Çevre Politikaları Enstitüsü’nün verilerine göre, ABD’nin Irak’a saldırısı sırasında 940 binden fazla uranyum başlıklı 30 mm’lik mermi ve 14 binden fazla geniş kalibreli DU (seyreltilmiş uranyum) top mermisi harcanmıştı.
Bu uranyum saldırısıyla Kuveyt, Suudi Arabistan ve elbette fazlasıyla Irak topraklarına ve suyuna 300–800 ton arasında ‘DU’ taneciğinin yayıldığı tahmin ediliyor. Körfez Savaşı sırasında dünyada ilk kez ABD ordusu tarafından denenen bu “seyreltilmiş uranyum” saldırısı sonucu on binlerce insan çeşitli hastalıklara yakalandı, on binlerce insan sakat kaldı.
Bu silahlar yalnızca Iraklıları değil, savaşa katılan işgalci kuvvetlerin 100 bin askerini de etkiledi. Bu gün bu askerler çeşitli solunum yolu, karaciğer, böbrek hastalıkları, bellek yitirme, baş ağrıları, yüksek ateş ve tansiyon düşüklüğü gibi hastalık ve sorunlar yaşıyor.
Irak’ı elinde bulundurduğunu iddia ettikleri kimyasal ve biyolojik silahlar için suçlu ilan edenler, bu silahların çok daha gelişmişleri ve dünyayı birkaç kez yok edecek miktarını elinde bulunduruyor, ama bu suç olmuyor! Bu silahları yağmur gibi insanların üstüne yağdırıyor, yine suç olmuyor.
Daha 1919’da İngiltere Savaş Bakanı iken Churcill, Kahire’de bulunan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri Komutanlığı, “asi Araplar” üzerinde denemek için kimyasal silahları kullanmak için izin istediğinde, “vicdani çekinceyi gereksiz bularak” denemeye izin vermişti. Ve öfkelenerek, “gaz kullanımı konusunda bu çekinceleri anlayamıyorum.” demişti. “İlkel kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasına şiddetle taraftarım. Sadece en öldürücü gazların kullanılması zorunlu değil; büyük acılar tattırıp ağır bir terör havası estirmekle birlikte gaza maruz kalanlar üzerinde ciddi kalıcı etkiler yaratmayacak gazlar da kullanılabilir.”
Churcill, “Kimyasal silahların yalnızca batı biliminin modern savaş biçimine uygulanması olduğunu” söylüyordu.
Aradan on yıllar geçti. Ama emperyalizmin bütün temel özellikleri, dünyanın bölüşülmesi ve “küçük” ulusların kökleştirilmesi için can çekişen burjuvazinin azgınca saldırıları ve gaddarlığı artarak sürüyor.
Sadece yaşanan somut olaylardan buraya yansıyan çok küçük bölümü bile, “Kapitalizmin küreselleşmeyi getirdiği, küreselleşmenin savaşları yok edeceği ve uygarlığı dünyanın her yerine taşıyacağı, kapitalizmin mutluluk ve refahı her yere götüreceği” biçimindeki sözlerin nasıl büyük yalanlar olduğunu görebilmek için sanırız yeterlidir.
ABD’NİN BÖLGEDEKİ TAŞERONU VE KİRALIK KATİLİ İSRAİL
1948 yılında kurulan İsrail devleti, daha başından her şeyiyle ABD’nin tam desteğini arkasına alarak varlığını sürdürdü. İsrail’in bölgede ve dünyada giriştiği eylemlerin tamamının arkasında ABD oldu. Ekonomik ve askeri bakımından tamamen ABD tarafından desteklenen, bölgedeki rolü ABD tarafından belirlenen ve yönlendirilen İsrail’in bütün politikalarını ABD politikaları olarak değerlendirmek gerekir. İsrail’in ABD’den bağımsız bir politikası olabileceğini varsaymak son derece aptalca bir düşüncedir. İsrail ile ABD arasında zaman zaman farklı politikalar benimseniyormuş, ABD, İsrail’in Filistinlilere karşı sert tavırlarını benimsemiyormuş, ABD, bölgede İsrail’in zaman zaman yaptığı insan hakları ihlallerini desteklemiyormuş vb. türden açıklamalar ve yayılmaya çalışılan söylentiler asla gerçek değildir.
Kaldı ki, dünya halklarını köleleştirmek, bölge petrolünü denetimi altına almak, rakiplerini bölgeye sokmamak, halkları birbirine kırdırtmak gibi emperyalist politikalarla uğraşmak varken, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin bunları bir kenara bırakıp yoksulların dertleriyle, Filistin halkına yönelik insan hakları ihlalleriyle vs. vs. meşgul olacağını düşünmek, son derece çocukçadır ve emperyalizmi mazur gösterme çabalarından başka bir şey değildir.
Bölgeye kimyasal ve biyolojik ölüm silahları yağdıranların, ambargo adına en gerekli ilaçların, çocuk mamasının bile girişini yasaklayanların, milyonlarca Filistinliyi topraklarından kovanların, Latin Amerika’da, Asya’da kontrgerilla örgütleyip ölüm timleri kuranların, insan hakları diye bir dertlerinin olabileceğini ve bu yüzden İsrail’le ters düşeceklerini düşünmek aptallık değilse nedir?
ABD, bölgedeki bütün hesaplarını İsrail’i içine katarak planlıyor. Bölgesel savaşlar, çatışmalar, bölge halkları arasındaki düşmanlıkların körüklenmesi, birbirlerine düşürülmeleri ve birlik içine girememeleri, İsrail’in işini kolaylaştırıyor. Bölge ülkeleri birbirleriyle savaşırlarken İsrail hızla yol alıyor.
ABD yönetiminin ve Pentagon’un bütün harekât planlarının baş hedefleri arasında İsrail’in güçlendirilmesi yer alıyor. İsrail de efendisine bölgede ve bölge dışında, istenilen her yer ve zamanda tetikçilik yapıyor.
Bölgeye ilişkin bütün ABD planlarında, ABD çıkarları şu şekilde ifade ediliyor: İsrail’in güvenliğinin artması. Kalıcı bir bölge barışı. Bölgede istikrarın sürmesi.
Açıkça vurgulandığı gibi İsrail’in güvenliği ABD’nin güvenliği demektir. Bölge barışından da ABD’nin hegemonyasının sürmesi anlaşılmalıdır. ABD, bölgeyi iliklerine kadar sömürdüğü, petrol üretim ve dağıtımını denetimi altında tuttuğu, rakipleri bölgeye adım atmaya kalkmadığı sürece barış sağlanmış oluyor! Ama her kim ki, sömürülmeye, ulusal çıkarlarının ve onurunun ayaklar altına alınmasına, bölge ve Filistin halkının kan emicisi eli kanlı ABD ve İsrail’e karşı çıkıyor, saldırgan ve soykırımcı politikaları lanetliyor; işte o zaman bunlar barışa indirilmiş ağır bir darbe olarak niteleniyor! Ve bir anda bu ülke veya kurum ve kuruluşlar barış düşmanı oluveriyor! Bölgeye kimyasal bomba yağdıran ABD ve sivil, asker, yaşlı çocuk ayrımı yapmadan Filistinli öldüren, Amerika emredince ta dünyanın öbür ucuna gidip adam kaçıran, bomba atan, katliam yapan İsrail ise barışsever!
ABD, mali sermayenin gücünü ve alacak verecek ilişkisinin kendisine sağladığı avantajları kullanarak, kimi zaman tehdit, kimi zaman şantaj, kimi zaman kendisine bağlı yönetimler aracılığıyla İsrail’in bölge ve bölge dışı ilişkilerini genişletti. İsrail de, kelimenin tam anlamıyla ihtiyaç duyulan her yerde ABD’nin tetikçisi, kiralık katili rolünü üstlendi. Zaire’den Güney Afrika’nın ırkçı yönetimlerine kadar ilişkiler kurdu. Bir yandan Hitler’in ırkçılığına, soykırım girişimlerine, gaz odalarına lanetler yağdırıyor, aynı zamanda Güney Afrika’nın ırkçı diktatörlerinin en büyük dostluğunu üstleniyordu!
Bir yanda İran’ın Amerikan karşıtı yönetimine karşı düzenlenen darbe tezgahlarının başaktörüydü, diğer yanda CIA ile birlikte Zaire’de Mobutu’nun, Uganda’da da İdi Amin’in yönetime gelmesinde rol alıyordu.
Öbür tarafta Güneydoğu Asya’da ABD’nin isteği üzerine savaş uçaklarını gönderip Endonezya’nın kanlı diktatörü adına Doğu Timor’da halkın tepesine bomba yağdırıyor, Doğu Timor’un petrolüne el konuyordu.
İsrail’in ABD fedailiği bunlarla da sınırlı değildi. Aynı İsrail, Latin Amerika’da da ABD adına iş bitiriyor, CIA ile katliamlara ortak imza atıyordu. Somoza’nın 40 bin kişinin katili Ulusal Muhafızlarını eğiten ve yöneten CIA ile birlikte İsrail’di.
El Salvador’daki katliamlara doğrudan katılımı halk baskısıyla kongrede engellenince, ABD yönetimi, bu işi yine İsrail üzerinden sürdürdü ve tam bir katliamın yaşandığı ülkede İsrail, kiralık katil olarak görevini yaptı.
Aynı şekilde Nikaragua’da da İsrailli “uzmanlar”, Nikaragua halkına karşı görev basındaydılar.
Yine yakından tanık olunduğu biçimde PKK başkanı A. Öcalan’ı Kenya’da yakalayıp Türkiye’ye teslim edenler ABD ve İsrail’di.
Bu işleri yüzünden İsrail basınından bir yazar İsrail’i, “Her zaman büyük ve saygın bir işadamı olarak görünmeye çalışan ‘ babanın’ (yani ABD’nin) tetikçisi” olarak nitelendiriyor.
Bölgede tam bir karıştırıcı, ABD’nin ileri karakolu görevini üstlenen İsrail, bir yandan Mısır’a saldırıp, Mısır Hava Kuvvetlerini büyük ölçüde yok ediyor, öbür taraftan da Lübnan’a, Ürdün’e saldırılar gerçekleştiriyor, Filistin topraklarını işgal ediyor, milyonlarca Filistinliyi topraklarından kovuyor, kalanlara ise esir muamelesi yapıyordu.
İsrail politikaları gibi gözüken politikaların tümünün aslında Amerikan politikaları olduğunu daha önce belirtmiştik. Nitekim İsrail saldırısı Mısır’ı ABD’ye daha fazla yaklaştırmıştır. Bu anlamda ABD’nin, bölge ülkelerini yola getirmekte kullandığı fedai İsrail’di.
İsrailli mizah yazarı B. Michael kendi ülkesinin ABD ile ilişkisini şöyle ifade ediyor: “Efendim beni besler, ben de onun ısır dediklerini ısırırım!”
Herhalde ABD İsrail ilişkisi bu kadar açık ve çarpıcı biçimde başka türlü vurgulanamazdı!
İsrail, bölgede ABD açısından bir başka işlev daha görüyor; ABD’li silah tekelleri satışlarını arttırmanın yolu olarak bir yandan bölgeyi sürekli gergin ve savaş durumunda tutarken, diğer yandan yeni ürettikleri silahlardan bir miktarı önce İsrail’e hibe ediyor. Bu yolla bir taşla birkaç kuş birden vurulmuş oluyor. Bir yandan İsrail ordusu silah yönünden sürekli güçleniyor, yenileniyor, öbür yandan da İsrail’in aldığı silahlardan almak için Kraliyet aileleri, Mısır’ı, Türkiye’si ve diğerleri sıraya geçiyor.
FİLİSTİN’İN DURUMU VE CAMP DAVID GÖRÜŞMELERİ
Geçtiğimiz ay içersinde Camp David görüşmeleri nedeniyle bu antlaşma ve İsrail-Filistin meselesi bir kez daha dünyanın gündemine geldi. ABD Başkanı Clinton’un başkanlığında bir araya gelen İsrail ve Filistinli yetkililer antlaşma sağlayamadan dağıldılar.
Hiç şüphesiz antlaşma sağlanmış olduğu açıklamaydı bile, bu bölgede barışın sağlandığı anlamına asla gelmeyecekti. Çünkü nasıl ki, bundan önce bölgede yapılmış pek çok antlaşma barışı sağlamak bir yana, var olan çelişkileri daha da artırmış, yeni savaşların ön hazırlığı niteliği taşımışsa bu da diğerlerinden farklı olmayacaktı.
Gerçekten de gerek bölgede gerekse bölge dışında emperyalistlerin dayatması sonucu imzalanan bütün antlaşmalar, demokratik, halkların özgür iradesini yansıtan antlaşmalar değil, tersine, emperyalist tahakkümü pekiştiren, güçlüye “güçsüz” üzerinde daha zorbaca baskı kurma fırsatı sağlayan antlaşmalar olmuştur. Ve dolayısıyla gerçekten kalıcı bir barışın değil yeni çatışma ve savaşların habercisi olmaktan başka bir işlev görmemişlerdir.
Bölgede değişik zamanlarda, değişik ülkeler arasında imzalanan barışlar da tam da böyle olmuş, sorunları çözmek yerine var olan düşmanlıkları artırmıştır.
Filistin’e, ABD ve onun tetikçisi İsrail tarafından dayatılan ve çevredeki Arap devletleri tarafından gizlice onaylanan Camp David’in bundan önceki antlaşmasında olduğu gibi son görüşmeler de, aslında Filistin halkının İsrail’e kayıtsız şartsız boyun eğmesini dayatan bir şartnameden başka bir şey değildi.
Bundan önceki Camp David antlaşması, sonradan dünyadaki ABD’li yetkililerin bile kabul ettiği gibi, İsrail’i bölgede yeni saldırganlıklar için cesaretlendiren ve serbest bırakan bir antlaşmaydı. Mısır’ın İsrail’i onaylaması, ABD yalakalığına soyunması ile birlikte 1978–79 Camp David antlaşmaları, İsrail’e yeni saldırılar için cesaret vermiştir. Böylece İsrail, Lübnan’a karşı bir savaş başlatmakta serbest olduğunu hissetmiştir. Bu Camp David antlaşmalarından önce İsrail’in bu kadar rahat cesaret edemeyeceği bir şeydi. Görüşmeleri yakından takip etmiş bir İsrailli uzmanın dediği gibi; “Mısır’ın bu tavrının (yani siz ihanet anlayın) sonucu, İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim faaliyetleri kadar, Lübnan’da FKÖ’ye karşı askeri operasyonları sürdürmekte serbest kalmış olması idi.”
Kısaca, “barış antlaşması” aslında açıkça savaşın yolunu açmıştır. Nitekim Camp David görüşmelerine katılan Harald Saunder, yıllar sonra bu durumu itiraf ederek şu sözleri söylüyordu: “Camp David antlaşmaları Filistinlilerin çıkarlarını gözetiyormuş gibi gözükmekle birlikte, aslında İsrail’deki Likud hükümetini Batı Şeria ve Gazze’deki mevzilerini güçlendirmesi için serbest bıraktı. Aynı şekilde Mısır-İsrail barışı, İsrail’i 1982’de (tıpkı 1978’de olduğu gibi) FKÖ’yü yok etmek ya da ülkeden söküp çıkarmak için Lübnan’ı işgal etmekte serbest bıraktı.”
İşte bu “barış antlaşmaları” ve Mısır ve diğer Arap devletlerinin ihanetleri sonucu İsrail saldırganlıkta yeni güç elde eder, cesaretlenirken, üç milyondan fazla Filistinli sürgüne gönderildi. Topraklarına el konan Filistinlilerden geride kalanlar ise tam bir İsrail terörü ve zulmü altında esir muamelesine tabi tutularak yaşamak zorunda bırakıldılar.
Öyle ki, verimli ve sulak arazilerin ve de suyun neredeyse tamamına İsrail tarafından el konulmuş durumda. Batı Şeria’da Filistinlilere su kuyusu açma izni bile yok. Filistin yerleşim birimlerinde halk susuzluktan kırılır, İsraillilerin çok pahalıya sattıkları suyu satın almak zorunda kalırken, birkaç kilometre ileride İsrail mahallelerinde İsrailliler evlerinin havuzlarında yüzüyor.
İsrail devletinin Filistin yerleşim birimlerine yerleştirdiği İsrailliler, çevrelerinde tam bir terör ve provokasyon havası estiriyorlar. Filistinli kurşunlamaktan dayağa, ağır küfürlerden ev kundaklamaya kadar pek çok iğrenç yola başvurarak bölgeyi Filistinlilerden temizlemek istiyorlar. Tüm bunlara İsrail ordusu destek veriyor. Bir İsrailli’yi bir Filistinli öldürürken görse, İsrail subayı Katil İsrailli’ye, ordunun gizli emri gereği ateş açamaz. Ama aynı İsrailli subay, “barış karşıtı” olduğunu varsaydığı bir çocuğu öldürebilir.
Geçtiğimiz ay gerçekleşen ve anlaşmazlıkla sonuçlanan Camp David antlaşmasına gitmeden önce İsrail Başbakanı Ehud Barak, şu beş şartı açıkladı:
1. 5 Haziran 1967 öncesindeki sınırlara geri dönüşe hayır.
2. Kudüs’ün bölünmesine hayır.
3. Yahudi yerleşim merkezlerinin kaldırılmasına hayır.
4. Filistinli mültecilerin yurtlarına dönmelerine hayır.
5. Filistin’de İsrail ordusu dışında bir ordu kurulmasına hayır.
Bu açıklamalardan sonra konuşacak konu kalmadığından bu görüşmelerin niçin yapılacağı sorusu akla geliyor! Soyguncu sizin cüzdanınızı, paranızı, evinizi, arsanızı gasp ediyor. Sonra size diyor ki, bunlar artık benim oldu, asla geri vermem. Ama bir görüşelim. Eğer bu görüşmede sen davadan vazgeçeceğini, cüzdanını, paralarını, ev ve arsanı bana verdiğini kabul edersen barış sağlanmış olur. Aksi takdirde aramızda barış olmaz ve sen de barış düşmanı ilan edilirsin.
İşte İsrail’in istediği barış tam da böyle bir barıştır.
Görüşmelerde Arafat’ın dile getirdiği Filistin devleti ilanı kabul görmedi. Aslında kabul görmüş olsaydı da, bunun Filistinliler açısından bir anlamı olamayacaktı. Sadece Arafat’ın göz boyama numaralarından biri olarak kendisine belki bir avantaj sağlayabilirdi. Çünkü bu devlet hiçbir hakkı, yetkisi olmayan kâğıt üzerinde bir devletten öteye geçemeyecekti. Üstelik bu devletin toprak bütünlüğü bile olmayacaktı. İsrail’in, Filistinlilere bıraktığı bölgeler birbirinden kopuk ve dağınık. Birinden diğerine gitmek isteyen bir Filistinli, İsrail işgali altındaki topraklardan geçmek ve izin almak zorunda. Ve dahası bu devletin ordusu bile olmayacak. Ordu sadece İsrail’in.
Arafat, eğer Filistin devleti kabul görürse bunu bir zafer gibi sunmak ve bugüne kadarki ihanetlerini unutturmak istiyor. Oysa bu olası devletin bugünkü özerk yönetimden hiçbir farkı yok.
İsrailli bir gazeteci olan Danny Rubinstein, “İsrail’in önerdiği özerklik, tutsakların müdahale olmadan yemeklerini pişirip kültürel etkinlikler düzenlemekte serbest oldukları bir esir kampı içindeki özerkliktir.” derken, durumu son derece açık bir biçimde tarif ediyor.
Yine gerek Camp David’de gerekse sonrasında yoğun biçimde tartışılan Kudüs’ün durumuna gelince; Batı Kudüs İsrail’indir. Doğu Kudüs’ün ise % 86’sı Araplar için kullanılmayacak hale getirilmiş durumdadır. Yani Filistinlilere ait olduğu söylenen bu bölgenin sadece % 14’ünde Filistinliler yaşayabiliyor. Ancak kuralları yine İsrail’in belirlediği bu bölgede Filistinliler tam bir esir statüsünde barınabiliyor. Örneğin burada Arapların ev yapmasını yasaklayan kanunlar nedeniyle, İsrail’in nüfusu Filistinlileri geçmiş durumda. İsrail hükümeti, Doğu Kudüs’e iskân imkânı sağlamış ve yapılacak konut sayılarını ve dağılımlarını belirlemiş; 60 bin konut İsraillilere, 555 konut Filistinlilere! Nasıl adaletli dağılım!
Clinton yönetimi döneminde de İsrail ordusu silah bakımından ABD tarafından sürekli desteklendi ve yenilendi. ABD tarafından İsrail’e verilen en son teknoloji ile donatılmış 25 adet savaş uçağı ile İsrail’in vurucu gücü en üst seviyeye çıkartıldı. Böylece İsrail elindeki uçaklarla İran, Irak, Cezayir ve Libya’yı bombalama gücüne erişti.
Clinton yönetimi, eğer Camp David antlaşmasını imzalarsa Filistin’e parasal destek sağlayacağını açıkladı. Yani, vatanlarını satmaları karşılığı rüşvet önerdi. Aynı ABD, antlaşma karşılığı İsrail’e 15 milyar dolarlık askeri yardım yapacağını, İsrail ordusunun silahlarının yenileceğini ve ordunun modernizasyonunun sağlanacağını açıkladı. Tam da ABD’ye yakışan bir barış ödülü! “Barış” antlaşması karşılığı daha çok insanı öldürebilecek, İsrailli daha saldırgan ve baş belası hale getirecek yeni silahlar!
ABD ve İsrail’in Filistin’den istediği şeylerden birisi de, Filistin’in terörizmi lanetlediğini ve bir zamanlar FKÖ’nün de terörist eylemler yaptığını itiraf etmesidir. (Burada Terörist eylemler yaptığı suçlamasına muhatap olan FKÖ, ABD ve İsrail işgaline karşı savaşan FKÖ’dür.)
Bir ülke halkının işgale karşı direnmesi, yurdunu, topraklarını savunması, emperyalist politika ve dayatmalara boyun eğmemesi, emperyalizme göre teröristliktir. Nitekim ABD ve İsrail’e karşı mücadeleyi bırakan ve teslim bayrağını çeken FKÖ, onlara göre artık terörist değildir.
Ancak İsrail’in bölge ve dünyadaki eylemlerinin sadece küçük bir bölümüne göz atmak gerçek teröristin kim olduğu konusunda açık bir fikir vermektedir:
1956’da Mısır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail, kanalı ele geçirmek üzere harekete geçti. İsrail, Sina’yı işgal etti.
5 Haziran 1967’de İsrail, ani bir saldırıyla Mısır Hava Kuvvetleri’ni imha etti. Aynı anda Suriye ve Ürdün’e saldırdı.
Mart 1978’de İsrail, Güney Lübnan’ı işgal etti.
Haziran 1982’de İsrail, Lübnan topraklarını yeniden işgal etti.
16 Eylül 1982’de İsrail, Beyrut’ta bulunan Sabra ve Şatila mülteci kamplarını basarak, silahsız 2000 Filistinliyi katletti
1985’de Tunus’a saldırdı.
Aralık 1987’de İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze’de karşı intifada ayaklanmaları başladı. Taş atanlara silahla yanıt veren İsrail, çocuklar da dâhil olmak üzere tam 20 bin Filistinliyi katletti.
Temmuz 1993’de İsrail, Güney Lübnan’a ağır silahlar, top ve tanklarla saldırdı. 300 bin Lübnanlı sivil göç ettirildi.
Nisan 1996’da BM üssünü basan İsrail, üsse sığınmış olan 800 sivilden 100’ünü öldürdü.
Bunlar İsrail’in bölgede yaptıklarının sadece küçük bir bölümüdür. Bunlara İsrail’in bölge dışında ABD adına, Güney Afrika, Uganda, Zaire, El Salvador ve Latin Amerika, Endonezya vb. yerlerde yaptıkları bombalamalar, adam kaçırmalar, ölüm timleri eğitmeler vs. vs. eklendiğinde gerçek teröristin kim olduğu, ezilen halkların düşmanının, ulusal kurtuluş ve bağımsızlık hareketlerinin düşmanlarından en azılılarından birisinin ABD’nin taşeronu İsrail’in olduğu meydandadır.
TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ
ABD, bölgede temel dayanak olarak kendine daha önceleri İran’ı seçmişti. Türk-Arap ilişkilerinin tarihsel kökenlerinin çatışmalarla dolu olduğunu ve her iki tarafın da aslında birbirlerine güvenmediklerini biliyordu. Üstelik Türkiye’deki halk muhalefetinin boyutları, anti-emperyalist mücadelenin etkisi, ilişkilerin şimdiki gibi açıkça yürütülmesine engel teşkil ediyordu. Hem bu gerekçeler yüzünden, ama elbette esas olarak kendisi de bizzat bölgede yer alması ve petrol üreticisi olması bakımından tercihini İran’dan yana kullanmıştı. Bu bakımdan faaliyetini esas olarak İsrail ve İran üzerinden sürdürüyordu. Daha sonraları Mısır’ın bu kafileye katılmasıyla bu ikiliye bir kardeş daha eklendi. Her ne kadar Suudi Arabistan ve Kuveyt her zaman ABD’nin temel dayanakları olmuşlarsa da, gerek bölgedeki konumları, gerekse halkların baskısı yüzünden hiçbir zaman İran kadar cüretkâr hareket edememişlerdi.
Şah’ın devrilmesi Amerikan’ın politikalarını yeniden gözden geçirmesine yol açtı. Ve İran’ın yerine hazır asker Türkiye devreye sokuldu.
Böylelikle İsrail-Türkiye ilişkilerinde büyük bir sıçrama yaşandı. 20 yıl öncesinde daha gizli ve alttan alta yürütülen ilişkiler giderek alenen yürütülmeye başlandı. İsrail ve Türkiye karşılıklı büyükelçilik açtılar. Artık karşılıklı ticaret ve askeri ilişkiler en üst seviyeye ulaşmış bulunuyor. ABD aracılığı ve yardımıyla İsrail, her bir yana sızmış durumda, İsrail’in kanlı istihbarat örgütü MOSSAD’ın Ankara’da irtibat büroları bulunuyor. Basındaki ilişkileri aracılığıyla İran, Irak, Suriye düşmanlığını körükleyen yalan yanlış haberler yayınlatıyor, sahte İran, Irak ajan operasyonları düzenletiyor. Bu arada özellikle son dönemlerde İsrail ile övgü dolu haberlerin, İsrail’e göç etmiş eski İstanbullu Yahudilerin, İstanbul’u ve Türkiye’yi öven, İsrail-Türkiye dostluğu üzerine nutuklar attığı röportajların neredeyse günaşırı Türkiye gazete ve televizyonlarında yer alması da durduk yerde olmuyor. Herhalde birden aynı zamanlarda bütün burjuva gazete ve televizyon genel yayın yönetmenlerinin aklına İsrail’de röportajlar yapmak gelmiyor!
1996 Martı’nda İsrail’i ziyaret eden Demirel’in imzaladığı askeri işbirliği antlaşması, Türkiye-İsrail ilişkilerinde önemli bir sıçramayı teşkil etmektedir.
Önceleri gizli tutulan bu antlaşmanın içeriği sonradan alıştıra alıştıra basına sızdırıldı. Bu antlaşmanın dışa sızdırılan belgelerine göre; Türk hava sahası ve askeri üsleri İsrail ordusunun kullanımına açılıyordu.
Yine bu antlaşmaya göre, İsrail subayları İran, Irak ve Suriye sınırındaki Türk askerlerine eğitim verecek. İki ordu (Türk ve İsrail orduları) ortak tatbikatlar yapacak. Türk Hava Kuvvetleri’nin 50 adet F–4 Fantom savaş uçağı İsrail tarafından 750 milyon dolar karşılığı yenilenecek. Ayrıca istihbarat işbirliğine gidilecek. İsrail, İran, Irak ve Suriye hakkında, Türkiye’nin bu ülkelerle olan sınırlarında istihbarat çalışması yapacak ve Türkiye’yi bilgilendirecektir.
Bu antlaşma, Türkiye’nin düştüğü durumu ve kimlere sırtını dayadığını göstermek bakımından uzun söze gerek bırakmayacak kadar açıktır. İran, Irak ve Suriye sınırlarındaki askerlerin eğitimlerini ve buralarda İsrail’in elini kolunu serbest bırakmakla, Türkiye dış politikası bu ülkeleri düşman olarak gördüğünü ilan etmektedir. Peki, Türkiye bu ülkelere niçin düşmandır? Çünkü ABD’nin düşmanları Türkiye’nin de düşmanlarıdır. Ve Türkiye, ABD ve İsrail için kendini ateşin ortasına atmaktadır. Tıpkı Bosna’da olduğu gibi, tıpkı Rusya’ya karşı olduğu gibi.
Doğal olarak bu antlaşma, İran, Irak ve Suriye tarafından tepkiyle karşılanarak, ABD, İsrail ve Türkiye’nin Kızıldeniz ve Akdeniz’e yönelik hegemonya peşinde koşması olarak değerlendirildi.
Bu antlaşma o zaman henüz muhalefette bulunan ve lafa geldi mi “Siyonist İsrail’e demediğini bırakmayan ve Filistin dostluğu üzerine günde beş vakit nutuklar atan Erbakan tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştı. Erbakan, “hükümet oldukları gün bu antlaşmayı yırtıp atacaklarını” ilan etmiş ve “Türkiye topraklarında İsrail üslerinin varlığını büyük bir utanç olarak” nitelemişti. O günkü hükümeti de, “ABD ve İsrail’in güdümüne girmekle” suçlamıştı.
Ama Refah Partisi’nin, Çiller ile kurdukları hükümette başbakan olduğu sırada Erbakan, bırakın o antlaşmayı yırtıp atmayı, Türkiye tarihinde o güne kadar görülmemiş kapsamlı yeni bir Türkiye-İsrail antlaşmasının altına imza attı. Bu antlaşmayla Türkiye, Erbakan’ın o utanç verici dediği antlaşmadan çok daha ağırına ve İsrail’e tarihin en büyük ayrıcalıklarını tanıyan antlaşmaya imza atmak şerefine erişti!
İsrail’e tanınan ayrıcalıklar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bu ayrıcalıklardan biri de, Türkiye’nin en verimli ve sulu topraklarında, yani GAP’da binlerce dönümlük arazinin ABD ile birlikte İsrail’e tahsis edilmesidir.
Ayrıca uzun bir süredir Manavgat suyunun İsrail’e satılması gündemde. Eğer bu antlaşma gerçekleşirse, Türkiye halkı ve köylüsü susuzluk çekerken su İsrail’e peşkeş çekilmiş olacak. Öte yandan bu su Türkiye’nin başına yeni dertler açacak. Bir diğeri uluslararası tahkim gereği, Türkiye ileride bu işten vazgeçmeye kalkamayacak.
Ayrıca F–4 Fantom uçaklarının yenilenmesi antlaşmasından sonra tankların yenilenmesi işi de İsrail’e verildi. Bu antlaşma karşılığı Türkiye İsrail’e 400 milyon dolar ödeyecek.
Bunun dışında yeni askeri ve uydu ihalelerinin İsrail’e verilmesi söz konusu.
Türkiye’yi yönetenler rotalarını açıkça İsrail’den yana çizmişlerdir. Vatanlarından atılan, katledilen, soykırıma uğratılan Filistin halkından değil, işgalci, katil İsrail’den yanadırlar. Türkiye’nin Suriye, İran ve Irak sınırlarını İsrail’e açmışlar, İsrail’in casusluk faaliyetlerine ve provokasyonlarına izin vermişlerdir. Ayrıca Urfa ve bölge yoksul köylüsüne toprak yoktur, ama ABD’ye, İsrail’e on binlerce dönüm toprak vardır!
ATEŞE SÜRÜLEN TÜRKİYE
Ortadoğu’da ABD, İsrail ve Mısır ile birlikte ittifak oluşturan, petrol bölgesinde, Kızıldeniz’de ve Akdeniz’de bu ittifakla ABD’nin ileri karakolluğuna soyunan Türkiye, Irak savaşı sırasında ABD’nin yanında ilk yer olan ülkelerden biri olarak tarihe geçti. BM ambargo kararını hemen hiç vakit kaybetmeden ertesi gün devreye sokarak Yumurtalık boru hattını kapattı. Bu çabukluğuyla böyle bir şeye hazırlıklı olduğu, ABD’nin bölge planlarına kayıtsız şartsız uyacağını çok önceden taahhüt ettiği ortaya çıktı. Savaş sırasında İncirlik üssünden kalkan ABD uçakları Irak’a bomba yağdırdı. Böylece Türkiye de açıkça ABD’nin yanında savaşta yer almış oldu. Savaşın ardından ABD Çekiç Gücü Türkiye’nin bölge sınırlarına kalıcı olarak yerleşti. Bu savaş ordusuna ülke topraklarında üs verildi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Özal, “bir koyup üç alacağız” diyerek savaşa katılmanın gerekçesini açıkladı. Bu durum, bir ülkenin para karşılığında bir başka ülke adına savaşa katıldığını itiraf etmesi bakımından herhalde yeryüzünün sayılı örneklerinden biridir. Gerçi sonuçta Türkiye, bir koyup üç alamadı, koyduklarıyla kaldı ve milyarlarca liralık bir yük Türkiye emekçilerinin sırtına yüklendi. Ama ülkeyi yönetenlerin nasıl bir zihniyette olduklarının, ülkenin her şeyini satılığa çıkardıklarının görülmesi bakımından çarpıcı bir örnektir.
ABD’nin bölgeye yönelik diğer planlarında da Türkiye aktif biçimde yer almaktadır. Bu yüzden güneydoğu ve kuzey komşularıyla ilişkileri bozuk ve gergindir.
ABD, bölge politikaları nedeniyle Suriye, İran ve Irak’ı kara listeye almıştır. Öyle olunca bu ülkeler Türkiye’nin de kara listesindedir. ABD, bu ülkelere boyun eğdirmek için çabalamakta, kuşatma ve teslim alma harekâtı sürdürmektedir.
Örneğin son zamanlarda İran’da reform beklentileri üzerine tüm dünyayı kaplayan yoğun bir ABD propagandası yürütülmektedir. Bu propagandaya göre, “İran’ın tek kurtuluşu bu reform planlarını uygulamasındadır.”
Oysa ille de reform gerekiyorsa, Afganistan’a reform İran’dan daha fazla gereklidir. Afganistan yönetimi İran yönetiminden çok daha tutucu ve bağnazdır. Ama nedense Afganistan’a reform gerekliliği medyada İran’ın onda biri kadar bile yer almamaktadır. Çünkü Afganistan yönetiminin ardında Amerika vardır ve o bağnaz ve zalim yönetimi oraya ABD getirmiştir! Aynı şeyler Suudi Arabistan, Kuveyt vb. için de geçerlidir.
Öyleyse İran’dan reform adına beklenen şey açıktır: Petrol sahalarını ABD’li tekellerin kullanımına açması. Petrol üretim ve dağıtımının Amerikan tekellerinin denetimine geçmesi.
Türkiye, ABD’nin bu sıkıştırma operasyonlarında yine başroldedir ve Türkiye’nin ikide birde İran aleyhine Mumcu, İpekçi, Aksoy vb. operasyonlar yapmasında bu ABD istekleri rol oynamaktadır.
Yine A. Öcalan vesile edilerek Türkiye’nin Suriye’ye neredeyse savaş ilan edecek duruma gelmesinde, ortalığın bir anda hareketlenmesinde o sıralar İsrail’le masaya oturan, ama antlaşmaya yanaşmayan Suriye’nin sıkıştırılmasının, ABD’ye teslim olmasının istenmesinin payını kimse yadsıyamaz.
Irak meselesi ise zaten herkesin malumudur.
Öte yandan Rusya ile ilişkilerde Türkiye yine tam da ABD politikaları çerçevesinde hareket etmektedir. Azerbaycan, Türkmenistan, Çeçenya, Tacikistan, Kırgızistan, Abazya vb. yerlerde CIA ve Türk istihbaratı beraber çalışıyor. Buraların içişlerine müdahale ediyor, bazılarında başarısız da olsa darbeler tezgâhlıyorlar. Ama sonuçta Türkiye çok sayıda düşman kazanıyor.
Türk istihbarat birimleri yine CIA’nın yönlendirmesinde bir kolunu Çin’in Sinkiang Uygur Özerk bölgesine uzatmış durumda. Burada Uygur Türklerini Çin’e karşı kışkırtıyor. Bu yüzden Türkiye, Çin tarafından sık sık protesto ediliyor.
Bunlar da kâfi gelmiyor Türkiye’ye ve bir kolunu da Bosna’ya uzatıyor.
Diğer yandan yeniden toparlanmaya başlayan Rusya’nın gelişimine engel olmak, önünü kesmek için ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı bu bölge sınırlarına ve Rusya’nın Akdeniz’e açılan kapısına bekçi dikme hesapları yapıyor. Nitekim yıllardır kedi ile köpek gibi olan Türkiye ile Yunanistan devletlerinin birden sevgi gösterilerine başlamasının altında ABD’nin bu plan ve baskıları yatıyor.
Bu planlar çerçevesinde Rusya ile olası bir savaşta Türkiye en önde yer alacak ve Rusya’nın önüne dikilecek. Türkiye’nin son yıllarda olağanüstü artan silahlanması, milyarlarca doları silah için ayırmasında, IMF-Dünya Bankası gibi kuruluşların borçlanmayı artırarak ülkeyi daha fazla bağımlı hale getirme, ülke ekonomisini tam anlamıyla tahrip etme ve silah tekellerine olağanüstü kârlar sağlama isteklerinin yanı sıra, hem Ortadoğu’da, hem Rusya karşısında Türkiye’nin ABD’nin öncü müfrezesi olarak yer alması isteği bulunuyor.
Bu doğrultuda Türkiye’nin silah harcamalarında olağanüstü bir artış var. Türkiye, 1999’da savunmaya 8,9 milyar dolar ayırdı. Böylelikle milli gelir sıralamasında Afrika’nın en fakir ülkeleriyle aynı sıralarda, 103. olan Türkiye silahlanmaya kaynak ayıran ülkeler içinde 14. sırada yer alıyor.
Türkiye’nin askeri harcamalar için ayırdığı pay 1998’de 6 milyar dolardı. Sadece bir yıl içinde bu miktar % 50’Iik bir artış gösterdi.
Avrupa Birliği ülkeleri bütçelerinin % 5’ini silahlanmaya ayırırken, Türkiye % 10’dan fazlasını ayırıyor.
Bu oran giderek artıyor. Önümüzdeki 8 yıllık dönem içinde Türkiye, 30 milyar dolarlık yeni silah harcaması yapacak. Bunun için ihaleler açılmaya başlandı.
Böylece Türkiye silahlanmaya en çok harcama yapan ülkelerden biri olarak dünyanın sayılı ülkeleri arasındaki yerini koruyor ve daha üstlere çıkmak için mücadelesini sürdürüyor!
Ekonominin düzelmesi için kamu açıklarının kısıtlanması gerektiğini birinci şart olarak ileri süren, bunun için kamu emekçilerinin sayısının azaltılması, yani on binlerce memurun işine son verilmesi, özelleştirilmelerin hızlandırılması, işçi ücretlerinin kısıtlanması, tarım alanlarının daraltılması, taban fiyatlarının düşük tutulması, tarım-kredilerinin azaltılması ve piyasa şartlarına uygun faizler belirlenmesi, tarımda destekleme alımları ve sübvansiyonların kaldırılması, sağlık ve eğitim alanının özelleştirilmesi, devletin buralardan desteğini çekmesi, tüketim maddelerine sürekli zam yapılması ve çalışanların vergi yükünün arttırılmasını savunan ve şart koşan IMF ve Dünya Bankası, silah harcamalarının artmasını olumluyor. Bu harcamaların dış borçların artmasına yol açacağından tek kelime söz etmiyor. Tersine silahlanmayla birlikte dış borçların artması tam anlamıyla teşvik ediliyor. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri yoksullaşırken, silah tekelleri ve onların aracı kurumları milyarlarca doları kapıp götürüyor. Hükümetler ise Türkiye halkına fedakârlık çağrıları yapıyor.
SAVAŞIN KAYNAĞI EMPERYALİZMDİR
Emperyalist kapitalizmin ideologları, kapitalizmin iğrenç yüzünü gizlemek, çirkinliklerini törpülemek isteyen burjuva demagoglar, kapitalizmin küreselleştiğini, küreselleşmenin ise kavgayı, savaşları sona erdireceğini, barışı sağlayacağını söylüyorlar. Onlara göre, küreselleşme, uygarlığı, bilgi ve teknolojiyi dünyanın en ücra köşelerine taşıyacak, bilinçlenen toplumlar da kavga yapmak yerine dostlukları geliştireceklerdi. Ayrıca gelişmek ve ilerlemek isteyen kapitalizm de savaşların kendisine bir yarar sağlamadığını, tersine zarar verdiğini, zaman kaybına yol açtığını görmüştü. Üstelik Sovyetlerde kapitalist yola girdiğini açıklamış, böylece dünya tek kutuplu olmuştu. Kapitalist birleşmeler kapitalizmi tek bir dünya şirketine doğru götürüyordu. Dolayısıyla kim kiminle kavga edecekti? vs.
Hiç şüphesiz konuyla ilgili olanlar, bu savların hiç de yeni olmadığını, Kautsky’nin bir asır önce zırvaladığı paçavralar olduğunu hatırlar. Bu “ultra emperyalizm” teorilerinin üzerinden çok yıllar ve bu yıllarla birlikte bir İkinci Dünya Savaşı ve çok sayıda bölgesel savaşlar geçti ve oportünizmin bu teorisi bizzat hayatın kendisi tarafından çöpe atıldı. Buna rağmen burjuvalar bu teoriyi çöplükten çıkarıp, ambalajlayarak sanki yeni bir şeymiş gibi piyasaya sürüyorlar.
Sovyetler Birliği’nin varlığında kapitalistler her türlü silahlanma yarışının ve savaşların nedenini ona bağlamayı adet edinmişlerdi. Şimdi artık o bahane yok. Onların mantığına göre silahlanmanın durması, silah fabrikalarının kapanması, buraya harcanan paraların sağlık, eğitim vb. yerlere harcanması gerekirdi. Ama hiç de böyle olmadı. Tersine ABD’nin silahlanma bütçesi arttı. Clinton döneminde ABD’nin silahlanmaya ayırdığı para, tarihindeki en üst seviyeye çıktı. ABD’nin 1999 bütçesinde askeri harcamalara ayırdığı para 281 milyar dolardır. Buna karşın sağlığa ayırdığı para ise sadece 8 milyar dolardır. (Rakamlar ortadadır ve hiç de denildiği gibi küreselleşmenin insanların refah ve mutluluğu için kafa patlatmadığını, ama hâlâ hegemonya, hammadde kaynaklarına el koyma ve var olanları koruma peşinde olduğunu kanıtlamaktadır.)
Üstelik ABD, silah harcamalarına ayıracağı payı 2005 yılına kadar 112 milyar dolar daha arttırmayı planlamıştır.
Silah sanayisi en kârlı dönemlerinden birini yaşamaktadır. ABD, bağımlı ülkelerin silah pazarının % 57’sini tek başına ele geçirmiş durumdadır.
ABD’li silah tekelleri tarihlerinin en büyük satışlarını gerçekleştirirken, dünyanın en büyük uçak üreticisi Boing firması, en büyük kârları, askeri işlerden kazandı.
Kapitalizmin tek kutuplu hale geldiği, artık savaş çıkmayacağı fikrine gelince. Bu savaşları, sadece iradi bir meseleye, emperyalizmin dışında, kötü niyetli kapitalistlere bağlamak, aslında emperyalizmi aklamaktan başka bir şey değildir Oysa kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu içlerindeki hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurmak zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı mevcut sermayeleri oranında paylaşıyorlar. Çünkü mali sermaye ve büyük güçlerin dış politikası, dünyanın ekonomik ve siyasal yönden paylaşılmasıdır. Bu yüzden emperyalizmin ya da küreselleşmenin mevcut çelişkileri azalttığı, bu yüzden savaşların çıkmayacağı, insanlığa ve toplumlara barış geldiği düşüncesi tam bir oportünizm ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Bu kapitalizmin gelişme yasalarına gözlerini kapamak, kapitalizmin her yerde aynı ve eşit şekilde gelişeceği fikrine aptalca inanmaktır. Oysa mali sermaye ve tekeller, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Kapitalist düzende dünyayı paylaşanların güçlerinin hiç değişmeden aynı kalacağı, sanayilerinin, tekellerin, ülkelerin aynı ve eşit biçimde gelişecekleri düşünülemez. Sanayileşme ve endüstriyel gelişmelere bağlı olarak, hammadde kaynaklarına olan ihtiyaç da artar. Emperyalizm bir yandan ihtiyacını duyduğu hammadde kaynakları üzerinde egemenlik mücadelesi verirken, diğer yandan da kendisi için olmasa bile, rakiplerini hammadde kaynaklarından mahrum bırakmak, onları hammadde kaynaklarının dışına atmak için çabalar. İşte bu durumda emperyalizm, sorunun çözümü için savaşı şart görür.
Bir zamanlar dünyanın efendisi rolü İngiltere’ye aitti. Sonra İngiltere güçten düştü. Amerika ileri fırladı. Almanya büyük bir atak içinde. Japonya etkin bir düzeyde. Fransa son dönemlerde, bir zamanların sömürgeci günlerini hatırlatır biçimde daha yüksek perdeden konuşuyor. Neredeyse ABD’ye karşı AB’nin sözcülüğüne soyunmuş durumda.
Rusya yeniden toparlanıyor. Çin ile ilişkilerini geliştiriyor. Hem askeri, hem ticari antlaşmalara ortak imzalar atıyorlar. Diğer yandan Japonya ile ilişkilerini düzenlemek için ciddi bir hareketlenme içinde olan Rusya, Güneydoğu Asya’daki pozisyonunu güçlendirmek için manevralarını hızlandırdı. Arka bahçesini düzenlemeye, kendini sağlama almaya çalışıyor.
Güneydoğu Asya’nın güçlenen ve atağa geçen ülkesi Çin, bölgede ağırlığını giderek daha fazla hissettiriyor. Dünyanın en kalabalık bu ülkesi, Amerikan’ın önünü kesmesine karşı ittifaklar politikası geliştiriyor. Bu çerçevede Rusya ile ilişkilerini güçlendiriyor.
Almanya ve Fransa, Güneydoğu Asya’da pay kapmak için ciddi bir atağa kalkmış durumdalar.
15–20 yıl sonra (belki daha önce) Çin’in ya da Rusya’nın veya Almanya’nın süper bir güç olarak ABD’nin karşısına dikilmeyeceğini, dünya jandarmalığına soyunmayacağını kim iddia edebilir?
Çin, Japonya ve diğerleri sanayi olarak geliştikçe enerjiye olan talepleri artıyor. Japonya petrolün büyük bölümünü petrol körfezinden karşılıyor. Çin, İran’a silah veriyor, karşılığında petrol alıyor.
Fransa, petrol tekeli Total’in, ABD’nin baskılarına karşın İran’dan çıkmayacağını açıkladı. Ve Fransa, çok sert bir açıklama yaparak, ABD’yi, “bugün ekonomik, parasal, askeri, teknolojik kültürel alanların hepsinde egemen olmak istiyor. Modern tarihte bunun hiçbir örneği yoktur.” diye suçladı.
Balkanlar tam bir kaynayan kazan. Yugoslavya’nın paylaşılması sürüyor. Almanya, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’yı arka bahçesi haline getirmeye uğraşıyor. Ama ABD de Avrupa’da kalıcı bir yer tutabilmek için bastırıyor. Son Bosna savaşında askeri olarak bölgeye çıkartma yaptı.
ABD, NATO’nun, “belli bir toprağı savunan ittifaktan”, “ortak çıkarları savunan” bir ittifak dönüştürülmesini savunuyor. Yani yalnız Avrupa’da değil gereken her yerde müdahalede bulunacak statüye kavuşturulmasını, esnek hale getirilmesini ve BM’nin onayım almadan müdahale edebilme yasallığını kazanmasını istiyor.
Başını Almanya ve Fransa’nın çektiği AB ise, ortak bir Avrupa ordusunun kurulması için harekete geçti bile.
Şu yukarıdaki tabloda dünyadaki gelişmelerin çok küçük bir bölümünün yansımasına bakıldığında, acaba küreselleşme savunucularının söyledikleri masallara benzer bir tablo var mıdır? Dünya tek kutuplu bir dünya mıdır ve barış rüzgârları her tarafı sarmış mıdır? Öyleyse bu silahlanma yarışı, tekeller arasındaki rekabet, gırtlak gırtlağa pazar kavgaları, şirket evlilikleri adı altında rakip şirketi yutmalar, bölgesel savaşlar, enerji ve hammadde kaynakları üzerinde döndürülen numaralar, askeri paktlar ve yeni arayışlar, ittifak girişimleri, gümrük engellemeleri, vs. vs. neden? Eğer bunlar barışsa, o zaman sorulmalıdır ki; savaş ve savaş hazırlığı denen şey nasıl olmaktadır?
Hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır ki, enerjiye ihtiyaç duyan, yeni pazarlar arayan Çin, bölgesini kaptırmamak isteyen ve ABD’nin nefesini hep ensesinde hisseden Japonya, yeniden toparlanmaya çalışan ve bunu sağladığı anda dişlerini yeniden gösterecek olan ve Akdeniz’e inme hazırlığı yapan Rusya, her zamankinden daha aktif ve atak davranan Almanya, Fransa bir gün mutlaka gırtlak gırtlağa geleceklerdir. Bunların şimdilik aynı ittifaklar içinde yer alması, aynı tarafta gözükmesi hiçbir şey ifade etmemektedir. Bunların hepsi bir bütün olarak savaşlar arasındaki dönemlerin mütarekeleri olmaktan öte bir anlam ifade etmemektedirler. Emperyalizm çağında barışçı ittifaklar, savaşları hazırlarlar ve savaşlardan doğarlar. Çünkü savaş politikanın başka araçlarla devamıdır ve birkaç büyük devletin dünyanın diğer bütün uluslarını egemenlik altında tutması, bir avuç tekelin dünyanın tüm zenginliklerine el koyması demek olan kapitalizmde sonuçta çelişkilerin çözümünde savaştan başka yol yoktur.
GERÇEK BARIŞ İÇİN TEK YOL, EMPERYALİZMİN TARİH SAHNESİNDEN SİLİNMESİ İÇİN MÜCADELE
ABD, kurduğu haydutluk düzeniyle sanayi ve endüstriyel gelişmenin en çok ihtiyaç duyduğu enerjinin en önemli bölgesini şimdilik denetimi altında tutmaktadır. Bölgede bitmek bilmeyen çatışmalar, sürekli gerginlik ortamı, muazzam boyutlardaki silahlanma göstermektedir ki, ABD ve diğer emperyalist haydutların sözünü etmekten çok hoşlandığı “bölgesel sürekli barış” sözcüğü aslında “sürekli çatışma” anlamına gelmektedir. Her savaşın ardından imzalanan “barış” antlaşması yeni bir savaşın, yeni bir çatışmanın habercisidir. Savaş dönemini geçici “barış” dönemi, onu da yine savaş takip etmektedir. Savaşın biçimleri değişmektedir, ama özü, sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmeyecektir. Bu bakımdan bölgeden emperyalizm kovulmadıkça ve emperyalizmin sadık hizmetkârları işbirlikçi asalak yönetimler yerle bir edilip işçi sınıfı önderliğinde ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin gerçek sahipleri iktidara gelmedikçe halklar arasında gerçek ve kalıcı dostluk, kardeşlik gerçekleşmeyecek, kalıcı ve demokratik bir barış hayal olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bu bakımdan, barışsever olduğunu söylemek, günde beş vakit barış isteğini tekrarlamak yetmez. Bunu herkesten fazla bağırmak da, ezilenlerin tarafında olunduğu, geniş halk yığınlarının çıkarlarının savunulduğu anlamına gelmez.
Bir yandan barış diye bağırıp, diğer yandan, dünya halkalarını birbirine kırdırtan, herkesin gözünün önünde bölge halklarının tepesine bomba yağdıran, kimyasal silahlarla ölüm kusan, on binlerce insanı sadece ve sadece kendi çıkarı, egemenliği için katleden, gıdasızlık ve ilaçsızlık nedeniyle binlerce bebeğin ölümüne neden olan, bölgeyi silah deposuna dönüştüren, Balkanlar’da ve dünyanın dört bir yanında savaş tezgâhlayan, en kanlı diktatörlere yol veren, ulusal kurtuluş mücadelelerini kana boğan, Filistin ve ezilen halkların katili ABD’nin büyükelçisini Diyarbakır’a buyur etmek, barışı değil, ama yeni belaları davet etmekten başka bir şey değildir. Bu tavır, halkı kandırmaktan başka bir anlam taşımaz. Ve bu tavır, hegemonyacı emperyalistlerin, savaş ağalarının işini kolaylaştırmaktan başka bir şey sağlamaz.
Gerçekten sürekli ve demokratik bir bölge barışı isteyenler, emperyalizme ve onun içteki uzantılarına karşı açık bir mücadele içinde olmak, gerçekleri gizlemek yerine, halka emperyalizmin niyetlerini ve gerçek yüzünü anlatmak zorundadır.
Anlatılmalıdır ki, ABD büyükelçisinin bölgeye gelmesi, İsrail’in sınırda istihbarat toplaması, provokasyonlar düzenlemesi, ABD’nin yeni planlar ve emeller peşinde olduğunu göstermektedir.
Anlatılmalıdır ki, Kürt yoksul köylüsü köylerinden göç ettirilir, toprakları ellerinden alınırken, topraksız, aç ve işsizken, ABD’li tekellere ve İsrail’e GAP’da binlerce dönümlük toprak ikram edilmesi, bölge halkının daha da yoksullaşması, başına yeni belalı çorapların örülmesi demektir.
Artık, HADEP yöneticileri, yoksul Kürt köylüsünün toprak taleplerine neden sahip çıkmadıklarının, adaletli ve gerçek bir toprak reformu talebi için seslerini yükseltmediklerinin yanıtını vermelidirler.
Ve yine, İsrail ve ABD’li tekellere GAP’da binlerce dönüm arazi verilmesine sessiz kalmalarının nedenlerini halka açıklamalıdırlar.
Ve bütün herkes şu sorunun yanıtını vermelidir: ABD ve İsrail’in olduğu yerde ne zaman halklar arasında barış olmuş, halklar ulusal bağımsızlıklarını kazanmışlardır?
ABD ve İsrail, yıllardan beri bulundukları bölgede ve diğer yerlerde hangi ezilen sınıf ve tabakalara, yoksullara huzur ve refahı getirmiştir?
Kürt ve Türk yoksul köylüsü ABD’nin çek senet tahsilâtçısı IMF ve Dünya Bankası’nın elinde oyuncak hale getirilmişken, tütününe, şeker pancarına kota koyulur, ekim alanları sınırlandırılır, taban fiyatları en düşük düzeye çekilirken, GAP’ın en verimli arazilerinin ABD ve İsrail’e verilmesi, Kürt yoksullarına nasıl bir barış, mutluluk ve huzur getirecektir?
Diyarbakır halkı ve Kürt köylüsü susuzluktan kıvranırken, suyun İsrail’e akıtılması nasıl bir barış ve huzur getirecektir?
Suriye, İran, Irak gibi sınır boyu ülkelerle ABD çıkarları için çıkacak bir savaş, en önce oradaki halkı etkileyeceğine göre, ABD ve tüm emperyalistler bölgeden kovulmadan Kürt emekçileri kendilerini nasıl güvenli ve kalıcı bir barış içinde hissedebilir?
Ve Filistin halkını kana boğanlar, topraklarından kovan işgalciler ve efendileri, nasıl olur da ezilen ulus ve halklardan yana ve “barışçı” olabilirler? Bunlarla nasıl bir barış sağlanabilir?
Ve de yıllardan beri bölgede Musa Anter, Vedat Aydın gibi Kürt aydınlarını ve yüzlerce Kürt insanını faili meçhul cinayetlerde katleden ölüm timlerini örgütleyen ABD ve İsrail değil midir?
Gerçek ve kalıcı bir barışın yolu, ezilenlerin emperyalizme ve onun faili burjuvaziye karşı ortak ve inançlı mücadelesinden geçmektedir. Başka da bir yol yoktur.
Eylül 2000