1) 1 Eylül, 2. Dünya Savaşı’nın faşizm yenilgiye uğratılarak sona erdirilmesinin anısına, Dünya Barış Günü olarak ilan edilmiştir. 1945 Eylül’ünde, on milyonlarca cana ve dünyanın önemli bir bölümünün harap olmasına neden olan savaş, Sovyet Orduları’nın Berlin’e girmesiyle bitirildi.
Bundan 15 gün kadar önce ABD Japonya’ya atom bombası atarak milyonlarca insanın ölümü ve sakat kalması pahasına kendi hesabına yazılmak üzere bir “barış” gösterisi yapmış, bununla “barış” adına dünya halklarına gözdağı vermeye yönelmiştir.
Dünya Barış Günü’ne adını veren 1 Eylül, halk ve barış düşmanı saldırgan emperyalizmin ancak dişe diş bir mücadele ile alt edilmesi yoluyla barışın elde edilebileceğini göstermiştir.
2) Bugün ise, dünyada barış sadece tehdit edilmiyor; bölgesel savaşların yanında emperyalist devletlerin tek tek ya da birlikte çeşitli ülkelere yönelik silahlı saldırıları sürmektedir.
Körfez Savaşı’nın ardından, Yugoslavya’ya NATO müdahalesi gerçekleştirilmiş, Hırvatistan ve Slovenya’dan sonra Bosna ve Kosova bu ülkeden koparılarak emperyalist saldırganların nüfuz alanına girmiştir.
Afganistan’da savaş sürmektedir; Çeçenya’da Batılı emperyalistlerin kışkırttığı dinci milliyetçilere karşı Rusya bu ülkeye saldırmış, savaş devam etmektedir. Bu arada Haiti ve Somali müdahaleleri olmuş; Ruanda ve Kongo’da, emperyalistlerin birbirlerine karşı müdahaleleri sırasında kitlesel kırımlar yaşanmıştır.
3) Son yıllardaki emperyalist silahlı müdahalelerin orijinalitesi, “tek kutuplu dünya” sürecinde belli başlı emperyalist devletlerin ittifakıyla gerçekleştirilmeleridir. Rusya ve Çin’in çıkardığı çatlak seslerin bugün için belirleyici bir etkisi olmamaktadır. NATO’nun müdahale alanı bu çerçevede genişletilmiş, silahlı saldırılar BM adına yapılmaya başlanmıştır. Yine de Afrika’da ABD ile Fransa birbirlerine karşı değişik güçleri destekleyerek bir kapışma içindedirler. Sonradan ABD ile birlikte davranmayı tercih etseler de Körfez’de Almanya ve Fransa başlangıçta bölgedeki çıkar ve ilişkileri gereği ABD’den farklı bir politika izlemişlerdir.
Avrupa ülkelerinin güçlenmesinin yanında, Rusya’nın toparlanması ve Çin’in gelişmesine bağlı olarak, dünyanın yeniden çok kutuplu bir görüntü alması beklenebilir. Bunun anlamı, emperyalistler arası çelişmelerin, dünyanın yeniden paylaşılması çekişmesinin sertleşmesi ve dolayısıyla yeni bir emperyalist savaş tehlikesinin yükselmesidir.
4) Emperyalist silahlı saldırıların bir diğer orijinalitesi, “insan hakları”, “refah”, “demokrasi”, “barış” vb. taşıyıcılığı gerekçeleri ile düzenlenmeleridir.
Saddam ya da Miloseviç’in cellâtlığı üzerinden yükseltilen “insancıl” ve “barışçı” emperyalizm iddiası, emperyalizmin saldırgan doğası ile çelişmektedir. Dünyanın her yanında para-militer güçleri besleyip destekleyen, her ülkenin içişlerine burnunu sokan, işbirlikçileri yetersiz kaldığında darbeler düzenleyen, bu da yetmezse işgal birlikleri yollayan emperyalistlerin insan hakları ve barış laflarına inanılamaz. Emperyalistler, “insan hakları”, “barış” sözleri ederlerken, dişlerinden tırnaklarına kadar silahlanmakta, işbirlikçilerini ve birbirlerine karşı kışkırttıkları devletleri silahlandırmakta; hemen her ülkede üsler ve dinleme tesisleri bulundurmaktadırlar. Nükleer silahların imhası boş laf olmaktan öteye geçmemekte, tersine ABD’nin bir “nükleer şemsiye” oluşturmaya yönelik trilyon dolarlık “Yıldız Savaşları” projesi popülaritesini korumaktadır. Son yıl içinde silahlanmaya dolaysız olarak harcanan para 130 milyar dolardır. Orduların iaşesi, giydirilmesi, barındırılması vb. için yapılan harcamalar katıldığında hemen her ülkenin bütçesinin aslan payı askeri amaçlarla tüketilmektedir.
“Sosyalizmin öldüğü”, “tarihin sonunun geldiği” propagandalarının, sonucu olarak ileri sürülen kapitalist emperyalizmin “insancıllığı”, silahlanma harcamaları yanında, saldırılarda dökülen kanlar, bombalanan hastane ve diğer sivil hedeflerle boşa çıkmaktadır. Şimdiye kadar olduğu gibi, son silahlı saldırılarıyla da emperyalistler hiçbir yere ne refah, ne demokrasi, ne insan hakları ne de barış götürmüşlerdir.
5) Tersine emperyalizm, çağımızda, bütün diğer haksızlık ve kötülüklerin olduğu gibi, savaşın da kaynağıdır. Bunu görmek için, son yıllarda patlak veren herhangi bir savaşa ve çıkış nedenine yüzeysel bir göz atış yeterli olacaktır. Başta ABD ve özellikle onunla sürtüşmekten kaçınarak güç toplamaya çalışan Avrupalı emperyalistler, çıkarlarıyla çelişen en küçük tutumları bile savaş nedeni saymakta ve saldırıya geçmektedirler. Emperyalizmin temel özellikleri arasında olan hammadde kaynakları ve pazarlar için rekabet ve pazar ve nüfuz alanları peşinde koşma, bütün bu savaşların nedeni olmuştur. Dolayısıyla savaşın kaynağı ve barış karşıtı asıl güç, emperyalizmdir ve barış mücadelesi en başta emperyalizmi hedef almak zorundadır. Anti-emperyalist bir içeriğe sahip olmayan gerçek bir barış mücadelesi düşünülemez.
6) Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya, dünyanın en sorunlu ve çatışmalara en açık bölgelerinin başında gelmektedir.
Son emperyalist müdahaleler bu bölgede gerçekleşti. Avrasya konsepti olarak ileri sürülen ve bölgenin enerji deposu olarak sahip olduğu rolün yanında siyasal-stratejik konumuna da dayanan yaklaşım, hemen tüm emperyalistlerin dilindedir. Dünya jandarması olarak ABD, Doğu’ya açılmaya ve enerji kaynaklarına ulaşmaya çalışan Avrupa’nın büyük devletleri ve toparlanma uğraşındaki Rusya, bölgenin asıl aktörleri durumundadırlar ve aralarındaki işbirliği birbirleriyle kıyasıya rekabet etmelerini ve çatışan çıkarları doğrultusunda sürtüşmelerini engellememektedir.
7) Türkiye, bu çatışma bölgesinin göbeğinde durmaktadır, jeostratejik bir konuma sahiptir ve “enerji koridoru”nun “anahtarı” konumundadır. İçerde henüz tam bitmemiş bir savaşın sancılarını çekmekte olan Türkiye, bölgede, emperyalist çıkar ve politikaların yönlendirdiği hesaplar peşinde “taşeronluk” ve “koçbaşı” rolüne soyundurulmuştur. ABD-İsrail-Türkiye ittifakıyla bu rolü sağlama bağlanan Türkiye “yurtta sulh cihanda sulh” politikasını çoktan terk etmiş, içeride ve dışarıda gerginlik ve şiddeti politikalarının temeli edinmiştir. ABD ile işbirliği halinde dünyanın dört bir yanında operasyonlar düzenleyen ve bölgede kendi çıkarlarıyla birlikte ABD çıkarlarının bekçiliğini yapan İsrail’in rolüne benzer bir rol, belki daha büyük ölçekte Türkiye için tasarlanmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’ye “Yıldız Savaşları” kapsamında yeni silahlar konuşlandırılacağı ve 1000 mil yarıçaplı bir bölgenin ABD patronajında Türkiye’den sorulacağı artık medyaya yansıyan ABD planı durumundadır.
Emperyalistlerin dümen suyundaki Türkiye, özellikle bölgesel bir güç olmaya uğraştığı dünyanın bu en çatışmalı parçasında barışı tehdit eden savaş kışkırtıcısı güçler arasındadır. Bir ayağı K. Irak’tadır; Türkiye-Irak sınırı fiilen ortadan kalkmıştır, aralarında Türk uçakları da olan Türkiye’den kalkan müttefik uçakları Irak’ı durmadan bombalamakta, TSK birlikleri K. Irak’tan çıkmamaktadır. Bir ayağı, Bosna ve Kosova’dadır; iki ülkede de Türk askeri birlikleri bulunuyor. Diğer bir ayağı da; önüne uzatılmış yağlı bir parça olan Bakû-Ceyhan Boru Hattı ve enerji koridoru bekçiliği peşinde, özellikle Azerbaycan üzerinden, ucu Orta Asya’ya kadar uzanan petrol, doğalgaz ve ulusal sürtüşmeler bölgesi olan Kafkasya’dadır.
Türkiye, bu bölgede de, ajanları, askeri uzmanları, “misyonerleri”, uyuşturucu kaçakçıları, her işi yapan işadamları, okulları ve diğer yatırımlarıyla görev başındadır.
Emperyalizmin planları çerçevesinde soyunduğu “görevleriyle” Türkiye, bölgede çıkan ve çıkacak her çatışmanın içine çekilmektedir. NATO’nun genişlemesi ve faaliyet alanını “çeşitlendirmesi” ile birlikte 1000 mil yarıçaplı bölgenin ABD tarafından Türkiye’den ve Türkiye aracılığıyla kontrol edilecek olması, ülkeyi, bir daha kendini kurtaramayacağı bir savaş batağına sürüklemektedir. Bağlandığı emperyalist talan ve savaş arabasının kendisini sürüklediği bu bataklıkta ilerledikçe, Türkiye, bağımsızlığından daha çok şey kaybetmekte, sömürgeleşmesi derinleşmektedir.
8) Türkiye, Yunanistan’la tarihten gelen bir düşmanlık ilişkisi sürdürmüş; bu ilişki Balkanlar’daki çekişmeyi daha karmaşık hale getirmiştir. Emperyalistler, üzerinden çıkar sağladıkları ilişkinin bu biçimde sürmesini sürekli kışkırtmışlar, her iki ülkeyi silah deposuna çevirmiş, yine her ikisine “düşmanını” işaret ederek kendilerine daha fazla bağımlı kılmışlardır.
Yunan tekelci burjuvazisi, ilişkinin taraflarından biri olarak, iki ülkenin birbirine düşmanlaştırılmasında üzerine düşeni yapmıştır; ancak bu konuda “büyük taraf” olan ve neredeyse her şeyi “savaş nedeni” sayan saldırgan tutumuyla Türkiye esas rolü üstlenmiştir.
Ortadoğu ve Balkanların “Yeni Dünya Düzeni”ne uygun yeniden yapılandırılması çerçevesinde Türk-Yunan ilişkileri de, özellikle ABD politikası doğrultusunda yeni bir görünüm almaktadır. Deprem fırsat bilinerek iki ülke arasında estirilen “bahar havası”, Türkiye ve Yunanistan’ın ABD’nin ardında işbirliği yapmalarını öngörmektedir. Aralarındaki sürtüşme nedeni olan sorunlar çözülmeden ertelenmekte ve giderek ABD çıkarlarına uygun çözümlerin önü açılmaktadır.
Deprem sürecinde gelişen dayanışma, iki ülke halkı arasında hiçbir sorun olmadığını, sürtüşmelerin egemenler arasında olduğunu ve işlerine geldiğinde emperyalistler tarafından kışkırtıldığını göstermiştir. İki ülke halkı arasında kardeşlik ve dostluğun ve Ege’nin bir barış denizi olmasının önündeki engel, emperyalistler ve ülke gericilikleridir. Emperyalistlerin müdahalelerinin önünün alındığı koşullarda, kıta sahanlığı, Fır hattı, adalar ve Kıbrıs dâhil, iki ülke arasında halkların kardeşliği, ülkelerin bağımsızlığı ve egemenliği temelinde çözülemeyecek hiçbir sorun yoktur; bu, kuşkusuz, bu sorunların çözümünün emperyalizme karşı dayanışma halinde mücadeleden geçtiği anlamına gelmektedir.
Emperyalistlerin tahriklerinin ötesinde, Türk-Yunan ilişkilerinin olumsuz tarihsel şekillenişinde asıl rol Türkiye’nindir ve bu nedenle, ilişkilerin halkların çıkarına yeniden düzenlenmesinde, bir tarihsel gadre uğramışlığın telafi edilmesi ve halklar arasında güvenin yeniden tesis edilmesi de dâhil, asıl görev, Türkiye’ye düşmektedir.
9) Kıbrıs, Türk-Yunan ilişkilerini ilgilendirdiğinin ötesinde bağımsız bir sorun durumundadır. “Kıbrıs Sorunu”nu var eden, Kıbrıs’a dışarıdan yöneltilmiş müdahaleler ve yabancı güçlerin işbirlikçilerinin ülke içindeki halk karşıtı eylemleridir. Yüzyıllarca kardeşçe yaşamış Rum ve Türk kökeninden gelme Kıbrıs halkı, İngiliz, Amerikan emperyalistleriyle, Türk, Yunan ve Kıbrıs gericilerinin kışkırtma ve eylemleriyle sonunda iki ayrı “devlet” halinde yaşamaya geriletilmiştir. Şimdi Türkiye ile Yunanistan arasında estirilen “Bahar Havasına paralel olarak Kıbrıs Sorunu da emperyalistlerin hesabına uygun biçimde çözülmek üzere “yumuşatılma” sürecindedir. İki gerici; Denktaş ve Klerides özellikle ABD tarafından anlaşmaya zorlanmakta, bu arada özellikle KKTC’de demokrasi ve “Bağımsız Birleşik Kıbrıs” yanlıları ezilmeye çalışılmaktadır.
Emperyalistler ve bölge gericilikleri Kıbrıs’tan el çekmeden ve TSK da dâhil tüm yabancı birlikler ülkeden çekilmeden sağlanacak her “çözüm” yeni çözümsüzlükleri doğuracaktır. Çözüm, halkların kardeşliğine dayalı Bağımsız Birleşik Kıbrıs için emperyalizme ve bölge gericiliklerine karşı mücadeleden geçiyor. Kıbrıs, Kıbrıslılarındır; Kıbrıs sorunu Kıbrıslıların inisiyatifiyle çözülmelidir.
10) Bölgede barışı tehdit eden saldırgan bir pozisyon tutan Türkiye dışa karşı yayılmacı emellere sahipken ülke içinde de buna uygun politikalar izlemektedir.
Silahlanmaya harcadığı para 5 katrilyon lira ile devlet harcamalarının en büyük bölümünü oluşturmaktadır. Ülke savunmasının kesinlikle gereksinmediği kadar büyük çapta saldırı helikopteri, savaş uçağı, füze vb. alımları ihale aşamasındadır, başlı başına bu, şimdiden Türkiye’nin bölgede kendisine biçilen role uygun silahlanmakta olduğunu ortaya koymaktadır.
Derin devleti oluşturan çeteler, özellikle Kürt savaşı içinde palazlanmış, uyuşturucudan kumarhane rantçılığına kadar el atmadığı kirli iş kalmamış, milyarlarca dolarlık bir ekonomik-mali gücü kontrol eder hale gelmiş, binlerce “faili meçhul” cinayetin sorumlusu olarak ülkede demokrasi ve özgürlüklerin başlıca engelleri arasında yer almıştır. MGK, yalnızca devlet hayatını değil toplumu sürekli askerileştirilmekte, ülke silaha dayalı olarak yönetilmekte, şeriat karşıtı olarak takdim edilen 28 Şubat kararlarıyla halk sahte saflaşmalara itilerek bölünmeye çalışılmaktadır.
Demokratik haklar karşısında devletin tutumu, tümünü yok sayıcı, en küçük demokratik muhalefeti ezici içeriktedir. “Yeni Dünya Düzeni” çerçevesinde uygulanan “küreselleşme” politikaları, ülkenin “dikensiz gül bahçesi”ne dönüştürülmesini dayatmakta ve hükümetler, özellikle gelmiş geçmiş en saldırgan halk ve emek düşmanı hükümet olan 57. hükümet bu konuda üzerine düşeni yapmaktadır. Grevler yasaklanmakta, sendikal örgütlenme hakkı dâhil örgütlenme özgürlüğü hiçe sayılmakta, partiler kapatılmakta, düşünce özgürlüğü tanınmamakta, kanun hükmünde kararnamelerle hakkını arayan binlerce memurun IMF politikaları doğrultusunda işten atılmasına çalışılmaktadır. Hukuk devleti acil bir ihtiyaç durumundadır. Binlerce muhalif ve “düşünce suçlusu” ile doldurulan cezaevlerinde devletin koruması altında olması gereken onlarca tutuklu kafaları kırılarak öldürülmüştür. Hücre esasına dayanan F Tipi Cezaevi uygulamasıyla “içeridekiler”in fiziki açıdan olduğu kadar ruhsal açıdan da yok edilmesi planlanmakta, muhaliflerin bu yönüyle de ezilmesine çalışılmaktadır.
Ülkede “iç barış”ın sağlanması adına, işçiler, emekçiler ve bütün ezilenlerin egemenler lehine tüm taleplerinden vazgeçmeleri ve onlar önünde tam diz çökmeleri, örneğin yüzde 25’lik hayali enflasyon hedefine uygun olarak ücret artışı istememeleri, IMF dayatmalarına karşı seslerini çıkarmamaları, özelleştirmelerle işsiz bırakılmayı, sigortasız, sağlık hakkından yoksun vb. yaşamayı kabullenmeleri zorlanmaktadır. “Toplumsal barış” adına sendikaların işveren örgütleriyle bir araya gelmeleri, Ekonomik Sosyal Konsey aracılığıyla emekçilere ihanet etmeleri, aydınların muhalif bir düşünce ileri sürmemeleri dayatılmaktadır. Ekmeğe, işe, özgürlüklere karşı böyle bir barış, “toplumsal barış”, barışseverlik adına savunulamaz. Tersine barıştan en çok çıkar sağlayacak olan işçi ve emekçilerin haklarına karşı yöneltilen saldırganlığa karşı mücadele yükseltilmeden ne barış ne de demokrasi savunuculuğu yapılabilir.
11)15 yıllık savaşın ardından Kürt sorunu önemini korumaktadır. Kimlik ve haklar sorunu acil çözümü dayatmakta, savaşın yaralarının sarılması ve köylerinden sürülenlerin aç, sefil, barınaksız durumu bu ihtiyacı büyütmektedir.
Kürt sorunu sadece Kürtlerin değil tüm Türkiye halkının sorunudur ve bu sorunun gönüllülük temelinde çözülmemesi, Türkler üzerindeki baskıların da sürmesini koşullandırmakta; “ezilen halklar üzerindeki baskıya karşı çıkmayan bir halkın kendisi de özgür olamaz” şiarı bir kez daha doğrulanmaktadır. Türkiye’nin demokrasiden nasibini almamış olmasının başlıca nedenleri arasında Kürtlere barış ve hakların reva görülmemesi olduğu kadar; bu sorunun çözümü de ülkenin demokratikleştirilmesi için mücadeleden geçmekte ve tümü emperyalizme karşı mücadelenin başarısına bağlanmaktadır. Barış için öncelikle gerekli olan budur.
Sorunun çözümü doğrultusunda adım atılabilmesi için, ülkenin demokratikleştirilmesinin bir parçası olarak OHAL kaldırılmalı ve bölgede yaşam normalleştirilmelidir. Savaşa dayalı önlemler bir an önce kaldırılmalı, savaştan zarar görenlerin zararları karşılanmalıdır.
12) Sonuç olarak, emperyalistlerle işbirliği halinde ülke içi ve dışında barışa yönelik tehditler karşısında bütün yönleriyle barışın savunulması, en başta emperyalist bağımlılık ilişkilerine son verilmesi için mücadelenin yükseltilmesini gerektirmektedir. Barışın esas düşmanı emperyalizme karşı mücadele edilmeden barış için mücadelenin lafta kalacağı açıktır. Bu nedenle tüm emperyalist kölelik anlaşmalarına son verilmesi, emperyalist ittifaklardan çıkılması ve emperyalistlerle tüm bağların koparılması zorunludur. Bu çerçevede AB’ye girilmemek, Gümrük Birliği’nden çıkılmalı; emperyalizme karşı uzlaşmaz bir mücadele sürdürülmelidir.
Demokrasi için mücadele edilmeden barış için mücadelenin yine lafın ötesine geçmeyeceği kesindir. Gerçek bir barışın sağlanmasının yolu, emperyalizme karşı mücadelenin yanı sıra, onların işbirlikçilerinin ülkeyi mahkûm ettiği karanlıktan kurtulma mücadelesini, demokrasi mücadelesini zorunlu kılar. Emperyalizmin peşinde barışı tehdit eden işbirlikçilerin egemenliğinin antidemokratik dayanakları yok edilmeden, barış hayal olmaktan çıkmayacaktır.
Tüm bu mücadelelerin esin kaynağı olan sömürüşüz, sınıfsız, baskı ve zordan arınmış bir toplum için mücadele, sosyalizm mücadelesi ise, kalıcı barışı garanti edecek temeli sağlayacaktır.
13) Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, barışın dolaysız güçleri; bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin, kuşkusuz en başta sınıfsız, sömürü ve baskıya dayanmayan bir toplum için mücadelenin güçleridir. Bu güçler, çıkarları, nesnel olarak, savaş kışkırtıcısı emperyalizm ve gericilikle zıtlık halindeki işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklardır.
Eylül 2000