Emekçi halkın bir evladı: Ernest Thaelmann

Çeviren: Semra Çelik

Alman proletaryasının önderlerinden KPD Başkanı Thaelmann 11,5 yıl süren tutukluluktan sonra 18 Ağustos 1944 ‘te Nazilerce katledildi. Ölümünün 56. yılında bu büyük devrimciyi iki belgeye yer vererek yayınlıyoruz. İlk belge, KPD yöneticilerinden Pieck’in Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde yazdığı makale. Pieck bu makalede, Thaelmann’ın yaşamının temel çizgilerini çarpıcı şekilde özetliyor. Türkçede ilk olarak yayınlanan ikinci belge ise, Thaelmann’ın tutuklu bulunduğu hapishaneden dışarıdaki yoldaşlarına yazdığı bir mektup. Thaelmann bu mektubunda faşizmin iktidara gelişine olanak sağlayan koşulları ve bu süreçte KPD’nin rolünü irdeliyor ve SSCB’nin Nazi Almanyası ile imzaladığı saldırmazlık antlaşmasının isabetliliği üzerinde duruyor. Bu mektup, hem komünistlerin sosyal demokratlarla ittifakı konularında hem de SSCB’nin Nazi Almanyası ile imzaladığı anlaşma konusunda yaratılan spekülasyonlara yanıt niteliğindedir. Büyük devrimcilerin yaşamı, mücadeleci kuşaklara sadece cesaret ve yiğitlik aşılamaz. Bu yaşamlar, devrimci teorinin yaşama uygulanmasının somut örnekleri olmaları bakımından çok daha geniş bir öğreticiliğe sahiptirler, Thaelmann, hiç kuşkusuz bu tarzda devrimcilerdendir. Onun mücadelesinin tüm yönleriyle incelenmesi, devrimci kuşaklara yiğitlik ve cesaret aşılamanın yanında geniş bilgiler ve zengin dersler de kazandıracaktır, “Alman Proletaryasının Önderi Ernst Thaelmann” adıyla yayınlanan kitap Thaelmann’ın yaşamını ve mücadelesini daha yakından tanımak isteyen okuyucular için önemli bir kaynaktır.

Almanya’da Sosyalistler Yasası’nın yürürlüğe sokulduğu ilk yıllarda Holsteinlı genç toprak kölesi Jan Thaelmann, Hamburg’a yerleşir. Fabrikaları, gemileri, tersaneleri ve limanıyla gelişmekte olan ticaret merkezi, her türlü haktan yoksun on binlerce köylü çocuğu gibi, onu da kendine çekmişti. Hamburg’da görülmemiş bir hızla peş peşe fabrikalar kuruluyor, Hamburg tersanelerinde inşa edilmiş ilk gemiler, dünyayı zengin tüccarlar için fethetmek üzere suya indiriliyordu. Görünüşe bakılırsa Hamburg’un taşı toprağı altındı, sokaklarda para toplamak mümkün görünüyordu. (“Sosyalistlere Karşı Olağanüstü Yasa” – Kısaca “Sosyalistler Yasası” olarak anılır; 1878’de Almanya’da Bismarck hükümeti tarafından yürürlüğe konmuştur. Bu yasayla sosyal demokrat partinin tüm örgütleri, işçilerin tüm kitle örgütleri ve işçi basını yasaklandı. Binlerce sosyal demokrat cezaevine konuldu ya da sınır dışı edildi. Alman sosyal demokratlarının en kararlı unsurları A. Bebel, W. Liebknecht önderliğinde kapsamlı bir illegal faaliyete başladı ve partinin işçi kitleleri üzerindeki etkisi azalmak bir yana, arttı. 1890 Reichstag seçimlerinde sosyal demokratlar yaklaşık 1,5 milyon oy kazandılar. İşçilerin kitlesel protesto gösterilerinin etkisiyle bu yasa aynı yıl yürürlükten kaldırıldı.)
Rençber Jan Thaelmann, yarım milyonluk bu kentte ayakta kalabilmek için, ağır şartlarda çalışmak gerektiğini çabuk anladı. Şehrin kaderini, emekçilerin “acı biber çuvalı” adını taktığı, oy hakkına sahip 20 bin tüccar belirlemekteydi. Özgür ve Hansa kenti olan Hamburg aynı zamanda eyaletti. Gelişmekte olan işçi hareketine duyulan derin nefret, kentin gerçek iktidar sahipleri olan senatörlerini, Prusya-Alman monarşisiyle ittifaka yöneltmişti. Hamburglu işverenler, işçilerin, özünü kusursuzca niteleyerek “Kışkırtma Birliği” adıyla andığı işveren birliğini kurdular. İllegal çalışmaya mahkûm edilen Sosyal Demokrat Parti, büyük ustalıkla demokratik hak ve özgürlük taleplerini, fabrika, tersane ve liman işçilerinin günlük mücadelesiyle birleştirmeyi bilmiş ve 20. yüzyıl arifesinde yapılan seçimlerde Hamburgluların sosyal demokratları seçmelerini başarmıştı.
İşte böylesi günlerde, bu kentte 16 Nisan 1886’da Ernst Thaelmann doğdu. Babası deneyimleriyle, Hamburg’da kimin emekçilerin haklarını savunduğunu ve kimin onları hiçbir hakka sahip olmaksızın köleliğe mahkûm etmek istediğini ayırt etmeyi öğrenmişti. Sosyalistler Yasası’yla yasaklanan Sosyal Demokrat Parti’nin üyesi olmuştu. Hamburglu bir işçi kızı olan eşiyle kendisinin biriktirdiği birkaç kuruşla, içki satma ruhsatı alarak küçük bir lokal işletmeye başladı. Açtığı meyhane, benzeri düzinelercesi gibi, illegal parti çalışmasının merkezlerinden biri oldu. Yoldaşları burada, eğlence ya da küçük tasarruf birlikleri üyeleri görünümü altında buluşurdu, arka odalardaki gizli bölmelerde ise yasak yayınlar saklanırdı. Başka şehir ve hatta dış ülkelerden gelen kuryeler bağlantılarını burada kurarlardı. Yoldaş Jan görevini yerine getirmekteydi. Bir gün, kovuşturma altındaki kişilere yataklık yaptığı gerekçesiyle tutuklandı, hapis cezasına çarptırıldı ve içki satma ruhsatı da elinden alındı, iki yaşındaki oğlu ve eşi yalnız kalmıştı. Kadın yoldaş Thaelmann ise, oğlu Ernst ve kendisinin günlük ekmeğini kazanmak için yaşam mücadelesine atıldı.
Sosyalistler Yasası’nın kaldırılması baba Thaelmann’ı özgürlüğüne kavuşturdu; ne var ki yaşamda kalabilmek için verilen mücadele olanca acımasızlığıyla sürüyordu. Yasadışı çalışma nedeniyle cezaya çarptırılanlar kara listeye alındığı için, kimse ona iş vermiyordu. Böylece Thaelmann ailesi manavlığa başladı. Baba sabah saat dörtte kalkıp hale gidiyor, mal getiriyor, anne de dükkânı işletiyordu. Ernst ise küçük yaştan itibaren yardım etmek zorundaydı. Öğrenci Ernst, büyük bir tutkuyla kitap okuyordu, özellikle de gezi anlatılarını. Okulu bitirir bitirmez, uzak ülkelerin kendisine çekici gelmesi ondandı. Kömürcü olarak çalıştığı bir gemiyle Amerika’ya gitti, geçici işçilik yaptı ve kısa sürede sevgili kenti Hamburg’a geri döndü.

SENDİKACI THAELMANN
Dayanışma ve örgütlülük, ilk gençlik yıllarından beri onun yaşam ilkeleri haline gelmişti. Babası örgütü için hapse atılmıştı ve dayanışma olmaksızın emekçilerin kendilerini sömürü boyunduruğundan kurtarmaları olanaksızdı. Bunu da babası ve kendi genç yaşamı öğretmişti. Sendikaya üye olmak bu yüzden onun için doğal bir gereklilikti. Taşıma işçileri birliğinde gençliğinin tüm coşkusuyla görevler aldı. Çekirdekten yetişerek sendikaların yapısını ve iç yaşamını ayrıntılarıyla öğrendi. Sosyalist yayınlan genç yaşta okumaya başlamış, sosyalizmin bilimsel öğretileriyle donanmış genç bir işçi olarak, resmi sendika yönetimi için rahatsız edici bir sendikacı oldu. Genç işçiler arasındaki çalışmasıyla, taşıma işçileri birliğinin gençlik örgütünün üye sayısının 300’den 1500’e çıkmasını sağladı. Sendikanın 1914’te yapılan kongresinde, sendika gençliği adına örgüt içinde eşit haklar talebini kararlılıkla dile getirdi. Aynı kongrede Thaelmann, yöneticilerle üyeler arasında gerçek bir güven ortamının yaratılması için, sendika çalışanlarının atamayla değil, demokratik seçimlerle belirlenmesini istedi.
Sendika görevlisi bu genç, çoktan patronunun gözüne batan bir diken olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’ndan birkaç yıl önce genç Thaelmann, büyük bir çamaşırhanede arabacı olarak çalışıyordu, işyerinde sendikal örgütlülük gelişkin olduğundan ücretler de ortalamanın üstündeydi. Çamaşırhane patronu, sendika yöneticisi Thaelmann’dan “gürültüsüzce” kurtulmak istiyordu. Ona, yüksek bir ücretle şube müdürlüğü teklif etti. Thaelmann, bu öneriyi tereddütsüz reddetti, patronu da tereddüt etmeden onu işten atmanın bir yolunu buldu. Proleter dayanışma tavrı, babası gibi kara listeye alınarak, uzun süre işsiz bırakılarak cezalandırıldı.
Savaş, Thaelmann’ın sendikal faaliyetine ara vermesine yol açtı. Kasım Devrimi patlak verdiğinde Hamburg işçi ve askerler kuruluna seçildi. Bu dönemdeki politik ve sendikal çalışmasının tümü, işçileri silahlı karşıdevrime karşı örgütlemeye yoğunlaşmıştı. Taşıma işçileri Birliği’nin 1919 yılındaki 10. Kongresinde, “sendikaları politik sorunlardan uzak tutmanın olanaksız olduğuna” dikkat çekerek, “sendikaların yeniden sınıf mücadelesi ruhuyla donatılmasını” talep etti. Kararlı ve ısrarlı bir biçimde, birlik arkadaşlarına, çıkarlarının patronlarla uzlaşarak değil, ancak bütün işçilerin sömüren sınıfa karşı birleşik mücadelesiyle savunulabileceğini tekrar tekrar vurgulayarak, onların haklarının korunması için mücadele etti. Buradan kendi adına çıkardığı sonuç, savaş yıllarında SPD’den istifa edip Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye (USDP) katılmak oldu. USDP Hamburg örgütü, Thaelmann’ın yönetiminde 1920’de Almanya Komünist Partisi’yle (KPD) birleşme kararı aldı. 1923’te KPD Merkez Komitesi’ne seçildi, 1925’te de başkanı oldu.
Sendikal çalışmada edindiği zengin pratik deneyim, parti ile sendikalar arasındaki ilişki sorununda hiçbir zaman yalpalama göstermemesini sağladı. Sosyal demokrat işçilerin, sendikal ve politik örgütlerine bakışı hakkında bilgisini yine bu büyük birikiminden edinmiş ve kendi partisinin üyelerine, sosyal demokrat parti üyeleri ile yöneticileri arasında kesin bir ayrım yapmalarını hep yeniden salık vermiştir. Bir yandan SPD yönetiminin işçi düşmanı politikasına karşı kararlı ve sabırlı mücadele sürdürürken, diğer yandan SPD üyesi işçileri, işçi sınıfının zaferi için, onun birliğinin zorunlu olduğuna ikna için de canla başla çaba harcamak esastı. Bu onun, gerçekleştirilmesi bugün bizim görevimiz olmayı sürdüren temel ilkesiydi.

SAVAŞA VE FAŞİZME KARŞI MÜCADELE
Ernst Thaelmann’ın savaşa ve faşizme karşı mücadelesi acemi er, asker, komünist, faşizme karşı cephenin örgütleyicisi ve öldürüldüğü geceye kadar hücresinde Hitler’in tutsağı olarak sürdü. Genç sosyal demokrat, askerliğini Köln’de bulunan 9. Topçu Alayı’nda yaptı. Yaşamının her döneminde olduğu gibi burada da baştan “vatansız” olarak damgalanmıştı. Böylece, türlü eziyetlere, hücre hapsine ve yiğit, genç bir işçiyi dize getirmek için Prusya kışlalarında alışageldik tüm yöntemlere başvuruldu. Ancak tüm bunlar Ernst Thaelmann’ı dize getiremedi. Teskeresini, “hasta olduğu gerekçesiyle” vaktinden önce verdiler. Militarizm okulu, bu genç sosyalisti kararlı bir anti-militarist yaptı, imparatorluk donanmasında hizmet gören deniz erleri arasında bildiriler dağıtarak savaş gemilerindeki dayanılmaz durumu teşhir etti. Askerlik yapan işçi çocuklarını, imparatorun ve silah tüccarlarının savaşı uğruna kendilerini kullandırtmamaya çağırdı.
Savaşın, işçi sınıfına karşı işlenmiş bir suç olduğu inancı sarsılmazken, SPD yöneticilerinin 4 Ağustos 1914’te savaşa onay vermeleri kendisi ve sosyal demokrat işçi yığınları için korkunç bir darbe oldu ve derin hayal kırıklığına yol açtı. “Uğruna mücadele ettikleri, inandıkları şey, parti ve enternasyonal yoktu artık” diye yazıyordu Thaelmann, işçi hareketinin bu kara gününü anarak. Bu hayal kırıklığına rağmen Thaelmann geri adım atmadı. 1914’te savaşın çıkmasının hemen ardından, parti toplantılarında yaptığı konuşmalarda, parti yönetiminin savaş politikasına karşı çıktı ve aynı mücadeleyi, nefret ettiği imparatorluk savaş üniformasını giyerken de sürdürdü.
Her yerde “kızıl sosyal demokrat” olarak tanınıyordu. Bir yandan gizlice muhalif parti yayınlarını dağıtırken, diğer yandan da askerlerle yaptığı tartışmalarda halkın kanı ve canına mal olan savaşa karşı olduğunu korkusuzca açıklıyordu. Batı cephesinde birçok çatışmaya katılmasına ve iki kez yaralanmasına karşın, iki buçuk yıl boyunca bir gün bile izine çıkarılmadı. Ne madalya aldı, ne de rütbesi yükseltildi, ama hücre hapsiyle cezalandırıldı, hatta “delil yetersizliğinden” serbest bırakıldığı divanı harbe gönderildi.
Savaş, Thaelmann için acılarla dolu bir okul oldu. Yalnızca bir insan olarak başka insanları öldürmeye direndiği için değil, bir Marksist olarak emperyalizm çağında kapitalist hükümetlerin savaşlarının yalnızca tekellerin çıkarlarına hizmet ettiğini bildiğinden savaştan nefret etti. Bu nedenle Ernst Thaelmann, daha 20’li yıllarda büyük bir kararlılıkla yeni bir savaş tehlikesine karşı mücadele etti. Engin öngörüsüyle, kapitalist sistemin kriz olgularıyla, dünya burjuvazisinin bu krizden çıkış yolunu dünyanın paylaşılmasına yönelik yeni bir savaşta bulma girişimleri arasındaki doğrudan bağlantıyı gözler önüne serdi. 1930’da yayınlanan bir seçmenler gazetesinde şunları yazmıştı: “Kapitalist istikrarın çürük sistemi, ekonomik krizin darbeleri altında sarsılıyor. Amerikan dolar emperyalizminin içinde bulunduğu güçlüklerle birlikte, emperyalist çelişkiler de büyüyor, dünya pazarlarını ele geçirmek uğruna rekabet görülmedik bir şiddetle keskinleşiyor ve savaş tehlikesi korkunç bir hızla büyüyor.”
Ernst Thaelmann’ın Birinci Dünya Savaşı’nın sorumlularına ve halkı ideolojik olarak yeni bir dünya savaşına hazırlama çabalarına karşı uzlaşmaz mücadelesi, terörist, faşist çeteleri rahatsız etmekteydi. Daha 1922 yılında bombalı bir suikastla “ortadan kaldırılmak” istendi. Thaelmann yara almadan kurtuldu, ama bu, onun için bir uyarı işareti oldu ve saldırının perde arkasında kimlerin bulunduğunu kavradı. Nasyonal sosyalizm bir kitle hareketine dönüştüğünde, bir an olsun onun gerçek niteliğinden şüphe duymadı. Nasyonal sosyalizmi, Alman büyük sermayesinin terör örgütü olarak tanımladı. Sözü edilen seçmenler gazetesinde Nasyonal sosyalizmi değerlendirdi: “Büyük kapitalistlerin paralarıyla beslenerek yetiştirilen, Hitler çetelerinin ölümcül vebası, terörist faaliyetlerini yayıyor. Amaç, işçi sınıfının güçlerini bölmek, açlığa ve burjuvazinin faşist saldırılarına karşı yükselen proleter direnişi parçalamaktır.”
Thaelmann, Alman burjuvazisi için nasyonal sosyalizmin sınıfsal niteliğini ve rolünü göstermekle yetinmedi. Partiyi, nasyonal sosyalist demagojiyi, büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla teşhir etme görevine çağırdı. Nasyonal sosyalistler, onları besleyenlerin isteği doğrultusunda, Versay Barış Antlaşmasının sonuçlarından, vahşi şovenist bir dalga yaratmak için yararlandılar ve Almanya’nın doğusu ile batısındaki komşu halklara karşı savaş kışkırtıcılığı yaptılar. KPD, sonraları yaptığı özeleştiriyle, Alman halkının ulusal bağımsızlığı uğruna mücadelenin önemini küçümsediğini kabul etti. Versay Antlaşması’nın etkilerine karşı mücadeleyi yetersiz araçlarla yürüttü ve nasyonal sosyalistlerin kendilerini Alman halk kitleleri karşısında, Versay’ın zincirlerine karşı mücadele eden savaşçılar olarak maskelenmelerine fırsat verdi. KPD’nin, nasyonal sosyalizmin demagojisine karşı verdiği mücadelede Thaelmann’ın rolü kesinlikle belirleyicidir. Thaelmann, Alman halkına, Versay’a karşı nasyonal sosyalistlerle omuz omuza savaşılabileceği yanılgısına kapılmaması uyarısında bulundu: “Nasyonal sosyalistler, Almanya Versay’ın zincirlerini söküp attığında içinde bulunduğu krizden de kurtulacağını iddia ediyorlar. Bu yavan bir aldatmacadır. Alman halkının kurtuluşu için yabancı sermayenin kovulması yetmez, ülke içindeki yerli sermayenin de yıkılması zorunludur. “
Ernst Thaelmann, Versay Antlaşması’nın kaldırılması ve Alman halkının ulusal ve sosyalist kurtuluşunun ana koşulunun işçi sınıfı ve emekçilerin enternasyonal birliği olduğunu vurguluyordu.
Sosyalist işçi hareketinin aktif üyesi olarak Ernst Thaelmann, politik doğrulardan örgütsel sonuçların çıkarılmasının zorunluluğuna hep yeniden dikkat çekiyordu. Bize, halkı faşizme karşı mücadeleye çağırmanın yetmeyeceğini, mücadeleye hazır emekçileri de örgütlemenin gerektiğini söylüyordu. Çünkü başarıyı sağlayacak olan tek şey örgütlülüktü. Bu nedenle, Ernst Thaelmann, mücadelesinin hiçbir döneminde, işçi sınıfının birliğini sağlama, sosyalist işçileri ortak hedefleri için tek cephede örgütleme perspektifini ihmal etmedi. Sosyal demokrat yöneticilerle sosyal demokrat işçilerin aynılaştırılmasına şiddetle karşı çıktığı gibi, nasyonal sosyalizmden etkilenen kitlelerle, NSDAP’nin başındaki çeteciler ve onların iplerini ellerinde tutanları daima birbirinden ayırmayı bildi. Konuşmalarında, makalelerinde, mitinglerde ve parti toplantılarında hep yeniden, komünist ile sosyal demokrat işçilerin birleşik cephesinin sağlanmasının propagandasını yaptı. 1932’de faşist terör geniş boyutlara vardığında, Ernst Thaelmann, bağlı oldukları parti ve dünya görüşünden bağımsız olarak tüm sosyalist ve demokrat güçleri birleştirmeyi amaçlayan antifaşist cephenin girişimcisi ve örgütleyicisi oldu.
Almanya’daki anti-faşist güçler, faşizmin zaferini engelleyemedi. Bunun temel nedeni, işçilerin birliğinin, sosyal demokrat parti ve sendika yöneticilerinin sabotajı nedeniyle gerçekleşememesiydi. İşçi sınıfının ve anti-faşist güçlerin birliğinin yorulmaz savunucusu olan Thaelmann, faşist zaferin ilk kurbanlarından oldu. 3 Mart 1933’te tutuklandı ve yaklaşık 11,5 yıl en kötü koşullarda hücrede tutuldu. Gestapo çetelerinin terörüne, açlığa, kırbaçlanmaya, en çirkef tekliflere ve en iğrenç kara çalmalara karşın kahramanca mücadelesi, zindan dehlizinden tüm dünyaya yayıldı. Hücresinde Alman faşizminin iktidar aygıtına karşı tek başına direndi ve sınıf bilinçli bir işçi olarak mücadelesinde ölümüne değin, bir an olsun yılgınlığa kapılmadı.
Faşistler, Ernst Thaelmann’dan korkuyorlardı. Toplantılarını dağıtmak için defalarca girişimde bulundular, ama hiçbir zaman başarı elde edemediler. Hitler rejimi, ayakları zincire vuruluyken bile bu anti-faşist savaşçıdan korktu. Birçok kez ilan edilmesine karşın, onu yargılamaya cesaret edemediler. 1933’te Goebbels, Thaelmann’ın yargılanmasıyla KPD’nin de yargılanacağını ve Almanya’da Marksizm’in yok edileceğini ilan etmişti. Hitler hükümetinin korkusu, öldürülüşünden sonra bile sürdü. Müttefiklerin Buchenwald toplama kampını bombalaması sırasında öldüğü yalanını uydurdular. Alman, Çek ve Polonyalı tutukluların yeminli ifadeleri, katledilmek üzere faşistlerce krematoryuma götürüldüğünü kanıtladı. Cellâtlığı SS ve Gestapo şefleri üstlenmişlerdi. İsimleri bilinmektedir. Halkımızın bu yiğit evladını katledenleri yargılamak, demokratik Alman adaletinin görevidir.

SOVYETLER BİRLİĞİNİN DOSTU
Rusya’da işçi ve köylülerin Bolşevik Parti önderliğindeki zaferi, Sovyet iktidarının kurulması, genç Sovyet devletinin karşı-devrime ve dış müdahalelere karşı başarılı mücadelesi, KPD içinde sosyalist bilincin güçlenmesinde büyük bir rol oynadı. Thaelmann, sosyalist inşa sırasında SBKP(B)’nin yürüttüğü mücadeleyi büyük bir ciddiyetle araştırdı. Sosyalizmin inşası sürecinde emekçi halka önderlik etmede SBKP(B)’nin oynadığı rolü örnek göstererek, Ernst Thaelmann, proletarya partisinin görevleri üzerine Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in öğretilerinin kazandığı büyük önemi açıklıyordu. Devrimci bir partinin esas olarak fabrikalara dayanması gerektiği görüşünü Bolşevik Partiden alıp benimsedi. Thaelmann, parti yöneticilerine çalışmanın ağırlığının fabrika hücrelerine verilmesi gerektiğini hep yeniden anımsatıyordu. Partinin yönetici organlarından, her parti kararının fabrika çalışmasının şartlarına uygun olarak somutlaştırılmasını talep ediyordu. Ernst Thaelmann, bize, partinin, kitlelerin kendi gerçek çıkarları uğruna mücadelesine önderlik görevini, ancak fabrikalardaki işçilerle sımsıkı bir bağ kurarak başarıyla yerine getirebileceğini söylüyordu.
Devrimci bir partinin ancak, Marksizm’i saptıranlara karşı acımasız bir mücadele yürüterek ayakta kalabileceği bilincine dayanarak Ernst Thaelmann, partideki Troçkistleri ve aymaz Troçkizm uzlaşmacılarını partiden ihraç etti. Kuşkusuz, burjuva demokrat bir cumhuriyet koşullarında bir devrimci partinin strateji ve taktiği üzerine yapılan ideolojik tartışmalar sırasında politik ve örgütsel hatalara düşüldüğü de oldu. KPD başkanı olarak, yapılan hataları çekinmeden ortaya koyması ve yinelenmemeleri için uyarıda bulunması, Ernst Thaelmann’ın en güçlü özelliklerinden biriydi.
1929’daki dünya ekonomik krizi, bu krizin Almanya’ya getirdiği özellikle yıkıcı sonuçlar, Thaelmann’ı, kapitalist ülkelerle Sovyetler Birliği’ndeki gelişmenin gösterdiği temel farklılıkları hep yeniden açıklamaya sevk etti. 19 Şubat 1932’de yapılan KPD Merkez Komitesi toplantısında, o günkü süreçte SB’nin önemini şöyle vurgulamaktaydı:
“Dünya çapındaki devrimci yükselişin en güçlü etkeni, yaşadığımız sürecin tümünü belirleyen tarihsel önemdeki etken, SB’nin zafer dolu başarılarıdır. Ekonomik, politik ve kültürel gelişmenin bütün sorunlarına, ikinci beş yıllık planın bütün alanlarda ortaya koyduğu tarzda eğilmek ve böylelikle Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin büyük başarılarından devrimci propagandamız için yararlanmalıyız. Sosyalizmin zaferi bizim için de, yalnızca gerçeklerin olağanüstü şiddeti dolayısıyla karşı konulmaz bir güç kaynağı oluşturmaktadır… İşte, ekonomik kriz yaşamayan Sovyetler Birliği, İşte işsizliği yüzde yüz yenen, halkın yaşam düzeyini sürekli yükselten, barış politikası yürüten tek güç olan, faşizmin en ufak tohumuna tahammül etmeyen, emekçiler için en büyük toplumsal, kültürel, ekonomik kazanımları sağlayan ve güvence altına alan proletarya diktatörlüğü; bu örnek karşı konulmaz bir kanıtlama gücüne sahiptir. “
Thaelmann, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist güçlerin hızlı gelişimini hep yeniden örnek vererek, sermayenin ulusal ve uluslararası boyunduruğundan kurtulan bir halkın nelere yetenekli olduğunu gösterdi. Sovyetler Birliği’nin barışın en güçlü kalesi olduğunu ve bu nedenle tüm dünya işçileri tarafından savunulması gerektiğini ısrarla vurguladı. Zindandaki acı ve tecritle dolu uzun yıllar boyunca da SB’ye inancını yitirmedi. Sovyetler Birliği’ne saldırı haberini kendisine 22 Haziran 1941’de veren SS subayına, “Stalin Hitler’in boynunu kıracaktır” yanıtı, onun Sovyetler Birliği’nin Hitler Almanya’sını alt edeceğine dair sağlam inancının en iyi örneğidir. Sosyalizmin SB’deki başarılarını, Lenin’in “Marksizm her şeye kadirdir. Çünkü o gerçektir” sözlerinin doğrulanması olarak görüyordu.

ULUSAL ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇISI
Ernst Thaelmann’ın yaşamı ve mücadelesi, Marksizm-Leninizm’in ilkesi olan emekçi halkın çıkarlarının gerçek ulusal çıkarlarla örtüştüğünün kanıtıdır. Ernst Thaelmann’ın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Karl Liebknecht’in etkisiyle militarizme ve savaşa karşı mücadele etmesi, Alman proletaryasının çıkarlarına denk düşüyordu. Alman militarizmi, savaşa, kaosa ve halkın yoksullaşmasına yol açmaktaydı; dolayısıyla, savaştan önce ve savaş sırasında tutarlı Marksistlerin yürüttüğü savaş karşıtı mücadele de kesinlikle Alman halkının ulusal çıkarlarına denk düşmekteydi. Weimar Cumhuriyeti’nde Thaelmann, işçi sınıfının birliğinin, demokratik hak ve özgürlüklerin korunması, faşizmin yenilgisi için bir önkoşul olduğu ilkesini savundu. Demokratik güçlerin ortak mücadelesi faşizmi durdurabilir ve Alman ağır sanayisinin krizden çıkma yolunu yeni bir savaşta arama çabasını engelleyebilirdi. Thaelmann’ın bu öngörüleri emekçi halkın yaşamsal çıkarlarıyla örtüşmekteydi ve faşizmin zaferiyle yeni bir savaşın, Alman halkını felakete götüreceği bilinci ile doluydu. Thaelmann’ın Weimar Cumhuriyeti döneminde verdiği mücadele, emekçi halkın çıkarlarıyla ulusun gerçek çıkarlarına yine denk düşüyordu.
Weimar Cumhuriyeti döneminde Alman proletaryası ve onun öncüsü KPD, ulusal sorunda yanlış yaklaşımlara sahipti. Devrimci bir partinin emekçileri toplumsal zincirlerinden kurtuluşu politikasıyla, bütün ulusun ulusal baskıdan kurtuluşu politikası arasındaki kopmaz bağı ortaya koyan Thaelmann oldu: “Bizim proleter enternasyonalizmimizle, her bir ülke proletaryasının toplumsal baskıdan kurtulma mücadelesi arasında bir çelişki yoktur.” 31 Ekim 1932’de Parisli işçilere yönelik konuşması tarihsel bir önem kazandı: “Alman işçi ve köylüleri sizin düşmanlarınız değil, doğal müttefikinizde. Alman emekçilerine de, Fransız işçi ve emekçilerinin kendilerinin asla düşmanı değil, sınıf arkadaşı, yoldaşı olduğunu söylüyoruz. Alman işçilerinin temsilcileri olarak bizleri, Alman sermayesine bağlayan hiçbir şey yoktur. Onlar bizim ölümcül düşmanlarımızdır. Sizlerle, yani Fransız halkının sömürülen kuleleriyle bizi birbirine bağlayansa her şeydir. Emperyalist savaş hazırlığına karşı mücadeleyi ancak birlikte başarıyla yürütebilir ve işçi sınıfının zaferiyle kitleleri savaşın gazabından koruyabiliriz.” Bu sözler, uluslararası sınıf mücadelesinin, proletaryanın kendi çıkarları için sürdürdüğü mücadelenin, aynı zamanda emperyalizmin köleleştirdiği ve tehdit altında tuttuğu halkların ulusal özgürlük mücadelesi olduğunu gösteren birçok tarihi örneklerden biridir.

ERNST THAELMANN’IN VASİYETİ
Nazi haydutlar Thaelmann’ı katlettiler ve böylece, onun mücadelesini Alman halkının belleğinden silebileceklerini sandılar. Yanıldılar. Onu öldürerek Alman halkından, barışçı bir Almanya’nın yaratılması için mücadele eden, en cesur, en öngörülü, en yiğit ve en onurlu savaşçılarından birini aldılar. Ancak Thaelmann, yalnızca bizim halkımızı değil, dünyanın bütün barışsever halklarını da her zamankinden daha fazla etkilemektedir. Bugünlerde dünyanın dört köşesinde işçiler, emekçiler, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, öğrenciler, barışın, toplumsal ve ulusal baskıdan kurtuluşun bir sembolü olarak Ernst Thaelmann anısına törenler düzenlediler. Onun marşı düzinelerce dilde söylenmektedir. Özgür Alman Gençliği, Budapeşte’de düzenlenen Dünya Gençlik Festivali’ne, onun adını taşıyan bayrağıyla katıldı ve böylece gençliğin dostu ve öğretmeni Ernst Thaelmann’a duyduğu gurur dolu bağlılığı dile getirdi. SB’nin denetimindeki Alman bölgelerinde birçok fabrika, makina ödünç alma yeri, tatil yurdu, onun adını taşıyor. İşçiler, halkımızın yaşam düzeyini yükseltmek için daha verimli bir çalışma yaratmada yarışıyorlar. Burada Almanya’daki herkes ve dünyanın tüm barışsever emekçi insanlarının bulunduğu her yerde, barışı korumaya ve Thaelmann’ın vasiyetini yerine getirmeye yardım ediyorlar. Krizlerin, savaşların olmadığı, emekçilerin kendi kaderlerini kendi ellerine aldıkları bir dünyayı yaratma mücadelesi veriyorlar.

Eylül 2000

EK:
Hapishaneden yazdığı mektup
Çeviren Olcay Geridönmez
1940 Haziran ortaları
Sana ve sana sadık kalan bazı yoldaşların politik bilgilendirilmesine
Şu sıralar, Almanya’daki politik durumu, Hitler’in iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanan gelişmeleri ve aynı zamanda yol açacağı sonuçlarıyla birlikte Avrupa’daki mevcut durumu gözden geçirdiğimde, sadık yoldaşların sana açıkladığı ve ilettiği bazı politik değerlendirmeler benim için çok daha büyük bir açıklık kazandı.
Ve son görüşmemiz sırasında bana, alışıldık yolla, “Senin mevcut duruma ilişkin değerlendirmelerini benim aracılığımla öğrenirlerse, bu yoldaşlar ne düşünürler, neler söylerlerdi; tamamıyla çaresizliğe kapılmazlar mı?” demiştin. Ya da anlaşılır bir Almancayla ifade edecek olursak, onlar benden de, öngörülebilir gelişmeye ilişkin acı ama gerçek bir değerlendirme yerine, durum hakkında rahatlatıcı fi kirler, hayali sözler duymak İstiyorlar. Burada açıklanması önem taşıyan şu sorunu ortaya atıyorum: Yedi küsur yıllık zindandaki uzun tutukluluğuma karşın, günümüz ve gelecek üzerine bu soğukkanlı ama doğru anlayışımı nasıl koruyorum, neden karamsarlığa kapılmıyorum? Basit, açık bir yanıt sizi aydınlatacaktır: Devrimci, tutarlı, aynı zamanda da mantıklı düşündüğüm için. Hayallere kapılmaksızın, uluslararası durumu değerlendirirken sağlam İlkelerden hareket ettiğim için. Komünizme ilişkin sorunlarda ve Sovyet iktidarının dış politikasını değerlendirirken kesinlikle yalpalama ve sapma diye bir şey bilmediğim ve kabul etmediğim için. Fakat düşün bir kez, şüpheciliğe ve bulanık düşüncelere kapılmış bu yoldaşların, yalnızca kendi hayallerinin gerçekleşmemesine dayanarak, giderek daha belirgin bir çaresizliğe kapılmaları anlaşılır değil midir? Bugünkü durumun tablosuna ilişkin benim de görüşümün açık olmadığını varsayalım; benim yanlış öngörülerimin -bu durumda- gerçekleşmemesi karşısında, onlar daha da büyük bir çaresizliğe itilmiş olmazlar mıydı? Böyle olmaması çok iyi! Gerçekleri söylemek, acı ve rahatsızlık verici bir etkiye sahip olduklarında, çoğu zaman zordur. Fakat yine de başkalarının seraplarının esiri olup anlamsızca sürüklendiğini elin kolun bağlı izlemektense, gerçekleri söylemek yeğdir.
Şimdi de kısaca Hitler’in iktidarı ele geçirmesine varan Almanya’daki politik gelişmelere ilişkin düşüncelerimi açıklayayım:
Öncelikle tamamen Ortodoks anlamda konuşmak için, KPD (Almanya Komünist Partisi -çev.), NSDAP’nin (Nasyonal Sosyalist Alman işçi Partisi (Hitlerci Faşist Parti) -çev.) ilerleyişini ve yükselişini engellemediği için, KPD’nin uzun süreli önderi olarak Thaelmann’ın sorumluluk payı yok mudur? sorusunu ortaya atmak istiyorum.
Son yüz yüze görüşmelerimizden birinde, “daha radikal” ya da “daha solcu” ifadelerini kullanmıştın. Kapitalist partiler hareketi için bu ifadeler daha sık kullanılabilir. Bizim hareketimizde ise bu tür ifadeler yalnızca, parti içindeki bir muhalefeti özel olarak tanımlamak için ya da parti çizgisinden sapmalar vb. söz konusu olduğunda kullanılır. Çünkü komünist parti ilkelerine göre, resmi parti önderliğinin politikasına ilişkin ne “daha radikal” ne de “daha solcu” diye bir şey yoktur. Kuşkusuz, o zamanlar da, açıkça ifade edilmese de SPD’yle (Almanya Sosyal Demokrat Partisi -çev.) ortak hareket etmeye karşı olan muhalif parti yöneticileri vardı. NSDAP’nin sonraki gelişimine ilişkin bu “radikaller” olarak anılanlar öylesine “aşırı radikal” bir tavra giriştiler ki, örneğin bunlardan biri olan Heinz Neumann, “Almanya’da proleter devrimin zaferinin ancak, faşist diktatörlüğün kuruluşundan sonra (sen, Hitler iktidarı aldıktan sonra da) geleceğine” dair karşı-devrimci teoriyi vaaz ediyordu. Ya da SPD önderlerinin o zamanlar yürüttükleri, “Faşizmin Almanya’da önce iflas etmesi gerektiği” propagandası. Yani, Heinz Neumann ve sosyal demokrat önderler, “Bırak faşistler iktidara gelsin, biz meyveleri sonra toplarız” tezini ortaya attılar. Almanya’da toplanan meyvelerin ne olduğunu, artık yeterince biliyoruz; bu uğursuz gelişmeyi tanımlamaya yetecek kelimeleri bulmak neredeyse olanaksız. Bunlara şimdilerde de, çaresizliğe düşmüş yoldaşların, “Hitler’in askeri zaferinin ardından proleter devrimin geleceği” teorisi eklenmektedir. Burada sözü edilen her üç teori de açık bir saçmalık olduğu gibi, baştan sona da yanlıştır, ilk ikisi açık bir biçimde karşıdevrimcidir, saflarımızda tehlikeli yanılsamalar doğurmakta ve aynı zamanda geçmişte kazanılmış devrimci mücadele temellerini yıpratmaktadır.
Daha o zamanlardan NSDAP’nin Almanya’daki proleter hareket için oluşturduğu tehlike, bizim tarafımızdan ve kısmen dostlarımız tarafından az çok küçümsendi. Ancak 1932 yılında, artık geç kalmışken, bu konudaki bakışımız netlik kazandı. Sonra Eylül 1932’de Yürütme Komitesi (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi -çev.) toplantısında, politik çizgi, özellikle sosyal demokrasiye ve acil proleter devrim doğrultusunda 180 derece yön değiştirdiğinde, stratejik manevra açısından her ikisi için de ne yazık ki çok geç kalınmıştı. Çünkü bunun gerçekleştirilmesi için Naziler fazla güçlenmiş ve Almanya’nın her yanında, SA ve SS bünyesinde, silahlı askeri gruplar halinde örgütlenmişlerdi. Öte yandan SPD, bizimle birlikte Naziler’e karşı açık bir mücadele yürütmeye istekli de değildi. Ama daha 1926–1928 yıllarında, SPD ile ortak bir hükümet kurma olasılığını da içeren bir ittifak kurduğumuzu düşünelim? Almanya’daki gelişmeler, gerçekte olduğundan önemli oranda farklı mı olacaktı? Bu sorunun yanıtı zor olmadığından açık bir biçimde verilebilir. Çünkü bu, öncelikle SPD’nin bugüne kadar yürüttüğü politikada kapsamlı bir değişiklik yapmaya istekli olup olmayışıyla ilgilidir. Almanya’da sonraki gelişmelerin yönünü kesinlikle etkileyebilecek ilginç bir mesele! Yani SPD’ye karşı politikamızı (Hitler’in iktidara gelişinden yıllar önce) değiştirdik, ama ilkesel politikamızı değiştirmedik. Ama eğer kapitalizme karşı ortak ve kararlı bir mücadele aktif bir biçimde yaratılacaksa, sosyal demokrasi daha önce yürüttüğü ilkesel politikasını doğal olarak değiştirmek zorundaydı, değil mi? Belki şimdi kimileri, SPD zaten her zaman sosyalizmin zaferini savunmaya ve dolayısıyla kapitalizme karşı mücadele etmeye istekli değil miydi? diye soracaktır!
Hayır! Çünkü özellikle Almanya’da, kapitalizmi ortadan kaldırmaksızın sosyalizmi gerçekleştirmek istiyordu (ki aynı şeyi Naziler de, sözüm ona başka bir biçimde de olsa, yaptıklarını öne sürmektedirler). Ya da Leipzig’de Reich Mahkemesi’nin karşısında neredeyse aynı teoriyi şu sözlere döken Brandler’i dinlediğimizde ortaya çıktığı gibi: “Proleter devrimi, anayasa temelinde hayata geçirmek istiyordum.” KPD, bu noktada açık bir programa sahiptir: “Kapitalizm koşullarında, anayasa temelinde ya da kapitalist (Naziler ikiyüzlülükle kendi ekonomilerini sosyalist olarak adlandırıyor) ekonominin korunmasıyla değil, ancak ve ancak kapitalizmin, uygun koşullarda, yani devrimci bir durumda yıkılması suretiyle muzaffer sosyalizme ulaşılabilir.”
Çünkü yaklaşan proleter devrimin, kapitalizmi tehdit edecek boyutlara varması durumunda, kapitalizm, kendi zemininde hareket eden bütün politik güçleri, proleter devrimi oluşturan güçlere karşı harekete geçmeye zorlayacaktır.
Bugün, bunlar üzerinde sakin kafayla ve kendime daha büyük bir güvenle düşündüğüm zaman, SPD ile ittifak yapılmış olsaydı, daha ilk günlük pratikte, devrimci görevlerin yerine getirilmesinde KPD ile SPD’nin programlarının çatışmaya gireceği sonucuna varıyorum. Eğer, SPD tarihsel gelişmeden dersler çıkarmaya hazır olsaydı, o zaman, o güne kadarki programları neyi gerektirirdi? SPD, programını, devrimci hareket yararına değiştirebilir miydi, ya da değiştirmeyi ister miydi? Ya da ondan fedakârlık etmeyi, hatta terk etmeyi? İddia ediyorum ki: “Hayır!” Çünkü bir yandan, kapitalizm sınırları çerçevesinde iktidar ya da muhalefet partisi olarak kalmak İstiyordu, öte yandan da politikasında kimi taktik değişiklikleri yapmış KPD politikasında eritmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu.
Uluslararası sosyal demokrasi ne yazık ki, nasyonal sosyalizmin zaferine yol açan Almanya’daki tarihsel gelişmenin büyük derslerinden bile, Komintern’in büyük ölçüde yaptığı ve uyguladığı gibi, gerekli sonuçları çıkarmadı. Almanya’da faşizmin zafere ulaşmasına katkı sağlayan yıkıcı politikası, bugün uluslararası ölçekte biraz farklı bir biçimde sürmektedir. Buna ilişkin birkaç çarpıcı örnek:
1) Danimarka’nın Alman birliklerince işgalinin hemen ardından sosyal demokrat başbakan Scavenius, sosyal demokrat ve demokratlardan oluşan hükümetini (Danimarka parlamentosunda sosyal demokratlar ve demokratlar mutlak çoğunluğa sahip olmasına karşın), muhalefetteki muhafazakâr ve Venstra’dan üçer temsilciyle genişletti.
2) İsveç’te 1 Mayıs 1940, ilk kez “Vatandaş Günü” olarak kutlandı. Sosyal demokratlar, iki sağ parti ve tüm öteki burjuva partileriyle birlikte gösteri düzenlediler.
3) Mayıs 1940 başında Chamberlain hükümetinin çekilmesi üzerine, kabine Churchill tarafından yeniden oluşturuldu, İngiltere’nin, başbakan Churchill’in liderliğindeki yeni hükümetin bileşimi, devlet bakanları da dâhil olmak üzere şöyledir: 29 muhafazakâr, 11 Labour Party temsilcisi (yani sosyal demokratlar), 4 Simon liberali, 3 liberal muhalefet temsilcisi, 1 Ulusal işçi Partisi temsilcisi ve 7 bağımsız.
Muhafazakâr kabinede, başkalarının yanı sıra Labour Party’nin liderlerden Attlee, Greenwood, Bevin, Morrison, Alexander ve Dalton yer almaktadır.
Muhafazakârların savaş kabinesinde Churchill ve Chamberlain’in yanı başında, Labour Party’nin başkanı sosyal demokrat Attlee ile İngiliz sendikalarının başkanı olan partili yoldaşı Bevin oturmaktadır.
Daha 14 yıl önce (yani 1926’da) Stalin’in söylediklerini anımsatmakta yarar var: “İngiliz imparatorluğu’nu parçalayabilecek ve mutlaka parçalayacak olan bir güç vardır. Bunlar İngiliz muhafazakârlarıdır. Bunlar, Britanya İmparatorluğu’nun kaçınılmaz olarak çöküşe sürükleyecek olan güçlerdir.”
Uluslararası sosyal demokratlar bugün hâlâ, kapitalizm koşulları çerçevesinde ve sık sık burjuvazinin en gerici temsilcileriyle işbirliği yaparak sosyalizmi getirmek istiyorlar. Son birkaç on yıldaki gelişmelerin tarihinden herhangi bir şey öğrenmiş değiller ya da öğrenmek istemiyorlar. Büyük ve tarihsel belirleyiciliğe sahip iki ders karşımızda duruyor: Bir yanda, 1917’de Rusya’daki muzaffer proleter devrim ve onun gerçek sosyalizme doğru olağanüstü gelişimi ve öte yanda, 1933’te gericiliğin gelişimi ve onun faşist sonuçlarıyla birlikte Almanya’daki nasyonal sosyalist altüst oluş. Bugün, her dürüst Marksist ve sosyalist için, Bolşevik Partisinin önderliğinde elde edilmiş ve kazanılmış olan Rus, yani biricik proleter devrimin, yalnızca kapitalizmin radikal bir biçimde alaşağı edilmesiyle olanaklı olduğu ve gerçekleştirildiği açık olmalıdır.
O dönemde, sosyal demokrat önderliğin ve onunla birlikte yöneticilerinin belirleyici bir bölümünün, Almanya’da, ulusal özelliklerin ve koşulların özellikle gözetilmesi koşuluyla, muzaffer Rus devriminin dersleri, deneyimleri ve hareket yasalarına uygun olacak muhalif bir çizgiye yönelecek kavrayışa ve kararlılığa sahip oldukları ciddi bir biçimde düşünülebilir mi? İddia ediyorum ki: Hayır, asla!
Almanya’da nasyonal sosyalizmin zafer kazanmasına katkıda bulunan tarihsel trajedi işte budur! Uluslararası ölçekte bakıldığında bile, sosyal demokrasinin politikası, Almanya’daki derslere rağmen, hemen hiç değişmemiştir. Sosyal demokrasinin, Rusya’daki muzaffer Ekim Devrimi’ne karşı yanlış tutumu, onun burjuva kapitalist toplumsal düzeni ve buna uygun olarak kapitalist sistem üzerine yanlış programatik bakış açısından çıkan doğal bir sonucudur. Alman sosyal demokratları, son zamanlarda neden yeniden Sovyet iktidarının dış politikasına saldırmaktadır? Çünkü Sovyetler Birliği’nin, Bolşevik Partisi’nin önderliğindeki proleter devrim aracılığıyla, kapitalizmin tasfiyesini başarıyla gerçekleştiren, işçi sınıfının kapitalizmden kurtuluşunu sağlayan ve sosyalizmin özgür gelişimini pratiğe geçiren dünyadaki tek ülke olduğunu anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar.
Yoksa Marksistlerin en cüretli rüyalarının bile aşılmış olmasından dolayı mı, bu sistemin şaşırtıcı, kusursuz gelişimini kavramak istemiyorlar? Bu tarihsel gelişimin büyük önemi, özellikle bu günlerde, daha büyük bir açıklık kazanıyor, çünkü Hitler’in Avrupa’da kazandığı askeri zaferle birlikte faşizmin zorunlu yayılması kaçınılmazdır. Salt bu nedenle dahi her dürüst Marksist, Sovyet iktidarının dış politikada başvurduğu, ülkeye artan askeri bir güvence, stratejik açıdan daha uygun konuma sahip yeni alanlar ve genel yararlar sağlayan her yöntemin -Sovyet iktidarı bu yararlan, faşist görüşteki güçlerle yapılan zorunlu ittifaklar yoluyla olsa da, elde etmeyi ve gerçekleştirmeyi bilmişse- doğru olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini görmelidir. Çünkü Sovyetler Birliği halklarının barış ve mutluluk içindeki yaşamlarının güvence altına alınması doğrultusunda alınan ya da belki bundan sonra da alınmak zorunda kalınacak önlemler, gelecekte dünya devrimci hareketine de yararlar sağlayacaktır.
Bu tutumları kavrayamayan ve gerekli anlayışı gösteremeyen devrimciler, bazen ne kadar da dar bir ufka ve ahmakça bir yavanlığa sahip olabiliyorlar. Bugünkü durumu, bir kez olsun ciddi bir biçimde, herhangi bir duygusallığa kapılmadan gözler önüne serelim: Birçok şeyi açıklamaya yetecek yalnızca üç çarpıcı nokta üzerinde duracağız:
1) Geçmişte Stalin’in İngiltere ve Fransa’yla ittifak kurduğunu varsayalım. Böyle bir durumda Almanya’nın kesinlikle Fransa karşısında, ama aynı zamanda İngiltere karşısında da zafer kazanacağı büyük bir olasılık değil midir? O zaman Almanya’nın Sovyetler Birliği’ni de yeneceği sorusu gerçi fazlasıyla kuşku götürürdü; ama yine de Sovyetler Birliği, şimdiki son derece elverişli ve pekiştirilmiş durumuna göre, daha elverişsiz bir durumda olurdu. Sovyetler Birliği, o zaman, barışın getirdiği nimetlerden yararlanamaz, kendini devletinin iç inşasına veremezdi. Uzun süreli bir savaş dönemi kaçınılmaz olurdu. Buna bir de yenilenlerle müttefik olmanın getireceği prestij kaybı da eklenecekti. Ve son olarak, savaşın seyri içerisinde Almanya’nın Doğu denizinden ve Finlandiya açıklarından, Polonya, Litvanya, Estonya, Letonya ve belki de Finlandiya topraklarından Sovyetler Birliği’ne saldırma tehlikesi olacaktı.
2) Fransa ve İngiltere’nin yenilgisinden sonra da Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasının zemininin varlığını hâlâ sürdürdüğü doğrudur, ama pek de önemsiz olmayan bir farkla doğrudur. Bu fark, bugün Almanya’nın egemenliğine geçmiş bölgelerden, Sovyetler Birliği’ne saldırmasının çok daha güçleşmiş olmasından ibarettir. Çünkü bir yandan Sovyetler Birliği’nin yeni sınırlarıyla askeri açıdan büyük ölçüde avantajlı ve stratejik olarak sağlamlaşmış konumu ve öte yandan, bütün alanlarda askeri donanımın tamamlandığı görüldüğü barış döneminin sağladığı yararlar sayesinde ülkenin askeri sağlamlığına önemli bir güç kazandırılmıştır.
3) Almanya’yla imzalanan ticaret anlaşması Sovyetler Birliği’ne, sosyalist inşasını o güne kadar olduğu gibi hızla sürdürme olanağı tanımıştır ki bu Fransa ve İngiltere’yle girilen bir ittifak koşullarında tamamen olanaksız olurdu.
4) Bu güçlerle ittifak yapmış olsaydı, Avrupa kıtasının egemenlik alanında iki büyük gücün devre dışı bırakılmasıyla birlikte, Sovyetler Birliği doğal olarak belli oranda zayıflatılmış olmayacak mıydı? Bunun da ötesinde, sosyalist Sovyetler Birliği’nin istikrarının zarar görmesi aynı zamanda Avrupa’daki ve tüm dünyadaki Marksist hareketin de aleyhine olmaz mıydı?
5) Almanya’nın önderliğindeki anti-Komintern güçlerin politikasının yanı sıra Sovyetler Birliği’ne karşı yıllarca sürdürülen kuşatma politikası, bu dış politika sayesinde delinmiş ve Sovyet iktidarınca parçalanmıştır. Sovyet iktidarının genel dış politikası ve 1939’un yazında Rus-Alman anlaşmasının imzalanmasıyla hayata geçen dış politika çizgisi, bize büyük bir devlet adamı ve devrimci olan Stalin’in parlak dehasını açıkça göstermektedir. En yakın ve değerli arkadaşı, yoldaşı Molotov’la birlikte Fransa ve İngiltere için yıkıcı olan o gelişmeyi ve Almanya’nın zaferini öngören Stalin, herhangi bir imtiyaz tanımaksızın, faşist şeytanla geçici bir birlik kurarak da olsa, Sovyetler Birliği için doğan avantajlardan ustalıkla yararlanmayı bilerek, dünya devrimci hareketinin çıkarları doğrultusunda akıllıca ve kararlılıkla hareket etmiştir. Sovyetler Birliği halkları, devrimci ve Marksist olarak Rusya’nın tarihini yönlendirecek yolu bulan ve sosyalist Sovyetler Birliği halklarının kaderini tek doğru kanala yönlendirmeyi bilmesinde ifade bulan devlet adamına yaraşır öngörüye sahip Stalin’e büyük bir sevgi ve saygı duymaktadırlar. Ve bu sorunda kararsız yoldaşlar, iradeleri dışında etkilendikleri sosyal demokrat eğilimlerden olabildiğince çabuk sıyrılmakla ve bunun ötesinde sosyalist Sovyetler Birliği’nin halkları ve onun Bolşevik yönetimiyle tam dayanışmalarını dile getirmekle iyi ediyorlar.
Çünkü hatalı ve yanlış bir bakış açısında ısrar etmek, onların yeni çelişkilere düşmesine yol açar. İşte buna ilişkin sayısız örneklerden yalnızca biri:
Sovyet birlikleri Finlandiya’ya girdiklerinde, aslında son derece sağlam arkadaşlarımızda, Sovyet iktidarının tıpkı Hitler’in Avrupa’nın başka bir yerinde yaptığı gibi hareket ettiği anlayışı belirdi. Ne var ki, iki kişi aynı şeyi yapsa da (siz hatalı kavrayışınızla bunu öne sürüyorsunuz) bu her zaman aynı şey değildir. Bunu göremediniz ve kavrayamadınız. Çünkü bugün, Sovyetler Birliği’ne duyduğunuz içten sempatiden hareketle, Hitler Fransa ve İngiltere’yi yenmişse, hepsi birlikte Sovyetler Birliği’nin üzerine yürürler diyorsunuz. Oysa Stalin, bu türden olası bir gelişmenin bilge öngörüsüyle, Sovyetler Birliği’nin Hitler’in egemenlik alanının hemen yanı başındaki bazı noktalarda, askeri ve stratejik konumunu genişletmeyi ve iyileştirmeyi bilmişse, o zaman bu, sizi konuşturacak olursam, Hitler’in şurada ya da burada yaptığıyla aynı şeydir. Hayır, sevgili yoldaşlarım. Bu, farklı türde iki tutumdur. Çünkü mantıklı ve devrimci bir tarzda düşünürseniz, olasılıklar değerlendirildiğinde, durumun tersine dönebileceğini hemen anlardınız. Çünkü Sovyet iktidarının, bugünkü koşullardan ustalıkla yararlanarak Sovyetler Birliği’nin askeri güvenliği için yaptıkları ve gerçekleştirdikleri, Sovyetler Birliği’ne karşı açılabilecek bir savaşta düşman güçlerin ülkeye girmesini zorlaştıracak, hatta belki de olanaksız kılacak yeni kurulmuş donanma, hava vb. üslere sahip yeni bir stratejik temeldir. Sovyetler Birliği’nin son yıllarda bu alanda yaptığı her şey Almanya’yla anlaşma çerçevesinde gerçekleştirildi; fakat bu, Sovyetler Birliği’nin bu yeni savunma ve saldırı temellerinin, Almanya karşısında da stratejik öneme sahip olduğunu dıştalar mı?
Buradan çıkarılacak büyük ders, bu olgulara bir küçük burjuva olarak değil, tersine bir devrimci olarak ve bu nedenle de herhangi bir yalpalamaya düşmeksizin bakmak olacaktır.
Bu yazı elinize geçtikten sonra, Sovyet iktidarının bütün bu faaliyetleri, devrimci geleneğinizin ruhuna, komünizme ve Sovyetler Birliği karşısındaki genelde doğru bakışınıza tamamen denk düştüğü için, alınan önlemlerin mutlak zorunluluğu konusunda tamamen ikna olacağınızı umuyorum.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑