Bir kitabın düşündürdükleri Antik Yunan Uygarlığı

Antik Yunan dünyasının, Türkiye Solunun referanslarından biri olduğuna kuşku yok. Daha çok felsefi ve siyasi mirasıyla sol literatürde yer bulan bu dünya önemsenmiştir daima. Peki, bu ilişkinin yeterli ve sağlıklı olduğu söylenebilir mi? Kanımızca, pek çok tarihsel referansla ilişkide (örneğin Anadolu uygarlıkları ve felsefesi) olduğu gibi, Antik Yunan’la kurulan ilişkinin de sorunlu yanlarından söz edebiliriz.
İnsanlığın bugün de gündeminde olan temel konuların neredeyse tümü hakkında, uzak bir geçmişten iddialar ortaya koyan Antik Yunan dünyası, ancak bazı yönleriyle ele alınmıştır. Dahası bu ilişki yeterince derinleştirilememiştir. Marksist klasiklerdeki kimi göndermeler, çoğu devrimcinin bu alandaki birikiminin tamamını oluşturmuştur. Bu ilişkinin yetersiz ele alınışına bağlı olarak, pratik hayatta vahim sonuçlar doğabilmiştir. Örneğin, Aristoteles’in, çağı içinde devrim niteliği taşıyan mantığı, muarızları gözden düşürmede kullanılan aşağılayıcı bir sıfata dönüşebilmiştir. Bu, bir uç örnek oluştursa da, bugün ile Antik Yunan arasında kurulan bağın aktüel politikanın dar ihtiyaçları bakımından gündeme geldiği gerçektir. Bunda, antik toplumun köleci yapısının ve bağrında taşıdığı pek çok aksaklığın rolü olduğu gibi, insanlığın ilerleyişi içindeki büyük öneminin gözden kaçması da bu durumu koşullamıştır sanırız.
Oysa Antik Yunan, gelecek sorunu olan herkesin, pratiğinden ipuçları arayacağı zenginlikte bir kaynaktır.
Geçtiğimiz aylarda yayınlanan Antik Yunan Uygarlığı, Antik Yunan dünyası ile ilişkinin genelleşip derinleşmesine bir imkan sunuyor kanımızca.
Daha önce “Yeni bir hümanizmaya doğru” üst başlığını taşıyan Sovyet Edebiyatı Üzerine ve İnsan ve Tragedya adlı iki kitabı Türkçede yayınlanan Andrê Bonnard’ın temel eseri olan Antik Yunan Uygarlığı, üç ciltten oluşuyor ve sayfa sayısı 900’ü aşıyor. İlkçağ Yunan uygarlığının yükseliş ve gerileyiş yüzyıllarını kapsayan eser, bu uygarlığın temel yaratılarını, onun insanlığa sunduğu sayısız armağanı, sıcak, sevecen bir yaklaşım ve içten, yalın bir üslupla anlatıyor.

İNSANLIK TARİHİNİN ATILIM ÇAĞI
Antik Yunan Uygarlığı eseri, her şeyden önce, günümüzden üç bin yıl önce doğup gelişen bir dünyanın göz kamaştırıcı zenginliğini önümüze seriyor.
Her biri, insanın ilkelliğe karşı savaşının, yaratıcılığının, yüceliğinin ifadesi olan keşif ve ilerlemeler; mitoloji, destan, tragedya, felsefe, tıp, mimari ve kentleşme, pozitif bilimler… gibi alanlarda, bugünden bakıldığında bile, insana şaşkınlık veren yaratımlar, büyük bir sevecenlikle anlatılıyor. Bizleri bilgilendirip bakışımızı derinleştirmeye, üzerinde düşünmeye çağırıyor.
İlyada ve Odiseia destanlarının o günün sosyal ilişkilerini nasıl yansıttığını, betimlediği savaşların vesile ve nedenlerini, destanların örgüsü ve şiirsel yapısını…
Tragedyaların binlerce yıldır neden insana yüksek bir haz vermeye devam ettiklerini…
Bugüne dek ayakta kalmayı başaran tapınakların hangi statik ve mühendislik ilkelerine göre inşa edildiklerini…
Bir heykelin yüzüne bir tebessüm, duruşuna bir devinim kazandırmak için kaç yüzyıllık bir deneyim gerektiğini…
Bugün için kanıksanmış bir soyutlamanın insan düşüncesi için nasıl bir nitelik sıçrama oluşturduğunu…
Demokrasinin keşfinin, o günün toplumundaki etkilerini ve bugünden bakıldığında anlamını, güçlü ve zayıf taraflarını…
Bugün günlük hayatta öylesine sıradanlaşmış tekniklerin, örneğin bir vidanın keşfinin, o gün için nasıl büyük bir buluş anlamına geldiğini…
Kıtaların ve denizlerin hangi tehlikeli, macera dolu seferlerle keşfedildiğini…
Ve bütün bu eserleri meydana getiren insanları, bu eylemde onların yanı başında bulunan tanrıları…
Toplumsal ve ekonomik yapı, sınıf ilişkileri, devlet örgütlenmesi ve geçirdiği evrimler, bilimin ve tekniklerin keşfi ve toplum hayatına uygulanışı, felsefe ve sanat gibi alanlarda insanlık tarihinde yeni bir sayfa oluşturan bir dünyanın bütün yaratımları ayrıntıları ile incelenince, bugün insanlığın önünde bulunan sorunların ve çözüm önerilerinin, aslında ta o günden başladığını daha açık şekilde görebiliyoruz.

TARİHE FARKLI BİR BAKIŞ
Eser, bütün bu konuları derinlikle, ayrıntılarla, bir ders kitabı sıkıcılığından uzak üslubuyla işliyor.
Eğer Antik Yunan Uygarlığı’nın yaptığı Yunan dünyasını derli toplu ve akıcı bir üslupla anlatmaktan ibaret olsaydı, elbette yine önemli bir eser olurdu, ama bugüne kadar yayınlanmış olanları tamamlayan bir eser olarak kalır ve belki de, özel olarak üzerinde durmak gerekmezdi. Oysa eser, bu alanda yayımlanmış çok sayıdaki uzman eserden farklı bir bakış açısına sahip.  Antikçağa çehresini kazandıran olgu ve buluşları, son derece yalın, öykülemenin olanaklarından yararlanarak, keyifli bir tad bırakarak anlatmanın yanında, bütün bunları, tesadüfi, üst üste yığılı olaylar ve buluşlar dizisi olarak görmekten de uzaktır. Diyebiliriz ki, diyalektik materyalizmin başarıyla uygulanışının bir örneği ile karşı karşıyayız.
Yunanistan’ın kendisinden önceki ve çağdaş uygarlıklarla ilişkisi, olaylar ile maddi koşullar arasındaki kopmaz bağ, uzlaşmaz çelişkiler içindeki toplumun gelişme dinamikleri ile gelişimine ket vuran özellikleri, tüm karşı çıkışları boşa çıkaracak şekilde temellendirilip açıklanıyor. O, bütün görkemli eserlerde, insanın ve insan kölenin izlerini arayıp buluyor.
İnsanlığın o ilkel çağında bir mucize gibi görünen atılımın, Yunanlılara has bir gelişkinliğin ürünü olmadığını da gösterir yazar. Hatta daha kitabın başında, Yunan halkını düpedüz aşağılar. Çünkü Yunan halkı da, dönemindeki öteki halklar gibi ilkeldir, pek çok “dehşetengiz vahşilikteki boş inanç ve geleneklere sarılmış”, yüzyıllarca ayak sürüyüp durmuştur. Kimilerine Yunan mucizesi gibi görünen şey, bir yanılsamadır. Mucize diye bir şey yoktur ve Yunanlıları bu buluşlara yönelten özgün tarihsel, coğrafi koşullar vardır.
Eser, su götürmez biçimde materyalist tarih görüşüne bağlı bir anlayışla kaleme alınmış olmakla birlikte, kendisini her tür “ideolojik etkiden” uzak tutma yanılsaması içindeki akademi dünyası için de, temel bir başvuru kaynağı özelliğindedir. Eserin hem “taraflı ve ideolojik”, hem de akademik başvuru kaynağı olmayı başarabilmesini, yazarın özgün üslubu mümkün kılmaktadır. Yazar, herkesçe kabul edilen olguları sergileyerek başlıyor, okuru, ister istemez materyalist sonuçlara götürüyor. Böyle olunca da, son derecede önyargılı, bilimselliği tezsizlik, fikirsizlik gibi algılayan kesimler için bile, bir başvuru kaynağı olabiliyor.
Kimi durumlarda, insanın nasıl söylediği, ne söylediği kadar önem kazanır. Önyargıların, kimi kavram, formül ve nitelendirmeleri peşinen reddetme eğiliminin hakim olduğu bugünün dünyası bakımından da, gerçeğin ifade yollarının iyi seçilmesi, büyük önem taşımaktadır. Bonnard’ın üslubu, önyargıların etkisiyle kulaklarını devrimci propagandaya kapayan kesimlere seslenmede bir örnek olabilir. Böylece birtakım basmakalıp formüllerle, keskin, öfkeli ifadelerle yazılıp söylenenlere arkasını dönenlere de söz dinletmek imkanı doğacaktır. Bonnard, en katı gerçekleri bile, bir jargona düşmeden, herkesin kabul edebileceği bir üslupla anlatmayı başarıyor.

GEÇMİŞİ BUGÜNE BAĞLAYAN KAVRAM: HÜMANİZMA
Bonnard, Antik Yunan’ın bu büyük atılımını, insanlığın güzel bir dünya arayışının bir ifadesi olarak görür ve bu uygarlığın temeline hümanizma kavramını yerleştirir. Yunan dünyasının hümanizmi üzerinde durmak, elbette ki, Bonnard’a ait bir yenilik değil. Ancak Bonnard, Antik Yunan’ın ortaya attığı ilkeleri günümüze taşır ve kavrama bambaşka bir içerik kazandırır.
Bilindiği gibi, burjuva düşünce, hümanizmayı, sınıflar arasındaki çelişkileri örten, içinde sınıf kimliklerinin kaybolduğu genel bir insanlık kavramı olarak gösterir. Bu görünmezlik içinde, burjuvazinin çıkarları, tüm insanlığın çıkarları gibi görülsün ister.
Buna karşı Marksizm, sınıfsal gerçeklerden bağımsız bir insanlık kavramını tanımaz. Sınıfsal çıkarların yerine geçirilen hümanizmi eleştirir. Zaman içinde gericilik, Marksizmi, insana, onun duygularına boş veren otoriter, hatta totaliter bir akım olarak gösterir. Maalesef, hümanizm kavramının muğlak bir ifade oluşundan hareketle, çoğu Marksist, Marksizm ve hümanizmanın birbirinden ayrı ve giderek karşıt gösterilmesine sessiz kalabilmiştir. Oysa Marksizm, hümanizmanın mirasçısıdır ve Marx, bir eski filozofun ‘İnsanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ sözünü pek çok kez tekrarlamıştır.
Bonnard, meseleyi şöyle ele alıyor:
Antik Yunan dünyasının yaratımlarının temelinde hümanizma vardı. İnsanı mutlu etmek, onu güzel yaşatmak. O günkü şartlar ve sınırlılıklar içinde, bu anlamda büyük ilerlemeler gerçekleştirdi, ama öte yandan, Antik Yunan, bu ilerleme ile açık çelişki halindeki ve kendisinin de çöküşünü hazırlayan pek çok olumsuzluğu barındırdı. “Peki, Antik Yunan’ın bu atılımını kim tamamlayıp sonucuna vardıracaktır”, “kimdir Antik Yunan’ın gerçek mirasçısı?” diye sorar. Bir dizi geçici mirasçıdan sonra, insan ile insan arasındaki her tür eşitsiz ilişkiye son verip, insanı gerçekten insanlaştıracak olan sosyalizmin, Antik Yunan’ın gerçek mirasçısı olduğu sonucuna varır Bonnard.
Gericiliğin, sosyalist iktidarları Nazizm benzeri bir totatitarizm gibi göstermek istediği, Nazizmden çok çekmiş Avrupa halklarının da bu alçakça yakıştırmadan etkilendiği düşünülürse, sosyalizmin insancıl özü üzerinde durmanın, onu Bonnard’ın anlayışı doğrultusunda propaganda etmenin yabana atılamayacağı ortadadır.

BİLİMSEL DÜRÜSTLÜK VE TİTİZLİK
Ülkemizde eski YÖK başkanlarından İhsan Doğramacı ile İstanbul Üniversitesi’nin eski rektörlerinden Kemal Alemdaroğlu’nun intihal suçu işledikleri, başka eserlerden çalıp çırparak kitap yaptıkları anlaşılmış, buna karşın, uzun yıllar yönettikleri kurumların başında kalabilmişlerdi. Bonnard’ın titizliği, bilimsel dürüstlüğü karşısında insan anımsamadan edemiyor. Eser, dürüstlük ve referansların hakkını teslim etmek bakımından da, akademi dünyası, genel olarak bilim, düşünce ve edebiyat literatürü için örnektir.
Bonnard, eserini oluştururken yararlandığı kaynakları, büyük bir şükranla anar, hatta eserin oluşumundaki rollerini belirleyici görür ve çok fazla başvurduğu kaynakları “yağmaladığından” söz eder. Dahası bütün bunları, eseri dipnota boğmadan başarır. Aynı titizliği, kitaba aldığı desen ve fotoğrafların kimlere ait olduğunu belirtirken de gösterir. Kimi yerde durur ve çok hakim olmadığı için o konuya girmeyeceğini söyler. İlkesini,  “anlamadığım bir konuda laf etmeyi sevmem” diyerek ifade eder.
Eserinde, Yunan Uygarlığı ile öteki uygarlıklar arasındaki ilişki söz konusu olunca da, hakkaniyetini korur. Bilindiği gibi, çoğu Avrupalı uzman, Antik Yunan’ı kendi tarihsel kaynağı görürken, ona öncel ve ona çağdaş uygarlıkları önemsizleştirme eğilimindedir. Bonnard’ın eseri, son dönem arkeolojik kazılarıyla açığa çıkmış bazı bilgileri kapsamıyor olmakla birlikte, öteki uygarlıklara da aynı sevecenlikle yaklaşmıştır. Örneğin Bonnard’ın kitabında, Yunanlıların pek çok eserinin temelinde eski uygarlıkların birikiminin olduğunu açıkça belirtilir. Hint ve Çin uygarlığı da, Yunan uygarlığı ile birlikte, çağın üç ana uygarlığı sayılır.
Bu dürüst yaklaşımı, politik alana yansımazlık edemezdi elbet. Bunun içindir ki, Bonnard, içinde yaşadığı koşullara da duyarsız kalmamış, soğuk savaş kazanının kaynatıldığı koşullarda, aktif bir barış savunuculuğu yapmıştır. Sovyetler Birliği’ni desteklemiş, orada insanlığın Antik Yunan’dan beri peşinden koştuğu özlemlerin gerçekleşmekte olduğunu görüp göstererek, bir bilimcinin sorumlu tutumunun örneği olmuştur.
Bunun içindir ki, demokratik İsviçre’nin mahkemelerince yargılanmış, vatan hainliği ile suçlanmış, gözden düşürülmeye çalışılmıştır. Ancak gözden düşürülebilmesi şöyle dursun, adı, barış hareketinin simgesi haline gelmiş ve 1954 yılında, Lenin Barış nişanı ile ödüllendirilmiştir. Bugünün kuşaklarına da öğretmeye devam ediyor.

SONUÇ

Antik Yunan uygarlığı, insanın eseridir, insanın bugüne dek yarattığı en güzel eserlerdendir. Büyük sıçramaların, doğumların çağıdır. Bilim orada doğmuş, belli başlı bütün bilim dallarının temeli atılmıştır. Düşünce gelişmiş, teknoloji ilerlemiş ve ışığı bugüne kadar ulaşmıştır. Bütün bu uygarlıkları yaratan, insanlığa demokrasiyi armağan eden, tiradları hâlâ güncel sorular soran tragedyaları yaratan, o muhteşem antik kentleri, Parthenonları yaratan, insandır.
Şimdi insan, bütün çağların deneyimi ile donanmış, o günkünden çok daha güçlü, bilgilidir. O halde, insanlığa neden yeni armağanlar sunmasın, Antik Yunan’ın yaktığı meşaleyi, başlattığı insanlaşma sürecini neden sonucuna vardırmasın.
Bonnard bize, bir kez daha bu inancı ve bu heyecanı veriyor. Yunan’I seviyor, kendi gücümüzü duyumsuyor, iyimser oluyoruz. Bu, insanda geleceğini insanlaştırma çabasına güç katıyor.

Anayasa buyruğuyla Militaristleşme

Avrupa Birliği (AB) devlet ve hükümet başkanları, ortaklaşa hazırlanan “Avrupa için Anayasa” taslağını 29 Ekim 2004 tarihinde imzaladılar.  25 AB devleti arasında birinci ülke olarak, Litvanya, 11 Kasım 2004’te söz konusu anayasa sözleşmesini onayladı. Yürürlüğe girebilmesi için, AB’nin diğer 24 devletinin de bu sözleşmeyi onaylamaları gerekiyor. Bu amaçla, büyük bir ihtimalle, dokuz ülkede (Fransa ve İngiltere de dahil) referandum yapılacaktır. Almanya’da ise, bu konuda, sadece parlamentonun onayı ile yetinilecektir. Federal parlamento, bu kararını, büyük bir olasılıkla 9 Mayıs 2005 tarihinde verecek. Bu anayasa, onaylandıktan sonra, birçok alanda tek tek ülkelerin anayasalarının –tabii Alman anayasasının da– üzerinde duracaktır.
Bilindiği gibi, AB Anayasasını hazırlamak üzere, Fransa’nın eski devlet başkanı Gistard d’Estaing’in başkanlığında bir “AB Konvansiyonu” kuruldu. Konvansiyon; seçilmiş AB parlamentosu üyeleri, tek tek ülke hükümetleri ve meclislerinin üyeleri (yani Almanya’dan federal meclis üyeleri de) ve bölge ve eyalet hükümetlerinin temsilcilerinden oluşturulmuştu. Kamuoyuna kısmen açık olarak yapılan uzun çalışmalardan sonra, 2003 yazında, geniş çaplı bir AB Anayasası taslağı hazırlanıp sunuldu. 448 maddeden oluşan bu taslağın yanı sıra, ek anlaşmaların yer aldığı bir ek, 36 protokol (370 sayfa hacminde) ve 50 açıklama (121 sayfa) hazırlandı. Bunların da anayasa hükmü olacağını belirtmek gerekir.
Anayasa metininde, “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” (ODGP) ve “ortak savunma politikası” olarak adlandırılan kısımlar, geniş ve merkezi bir yer alıyorlar. Özellikle askeri politikayla ilgili düzenlemeler oldukça somut ve ayrıntılı ele alınmış. AB Komisyonu’nun kendisi bizzat sorunun bu yönüyle ilgili bir açıklamasında şunları belirtiyor: “Konvansiyon, Birliğin dış politikadaki tutumuyla ilgili ve özgürlük, güvenlik ve hukuk alanına ilişkin maddeleri ayrıntılı bir biçimde irdeledi. Dahası, fiiliyatta tümüyle yeniden formüle edilmiş olan maddeler için taslaklar sundu. Konvansiyon diğer politik alanlarda, aktüel Avrupa Topluluğu sözleşmesindeki maddeleri bazı küçük değişikliklerle devralmakla yetindi.”
Aşağıda, bu anayasa sözleşmesi temelinde, neden barışçıl bir Avrupa’nın zor gerçekleştirileceği ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

1. AB’Nİ KÜRESEL SAVAŞLARI YÜRÜTEBİLİR HALE GETİRMEK
Dış ve askeri politika konusunda anayasa sözleşmesinin açık hedefi, AB’ni küresel savaşları sürdürebilecek bir konuma getirmektir. Sözleşme, AB’ne “askeri araçlara dayanan operasyonları yürütme yeteneği”nin yolunu açıyor (Madde I-41, 1. fıkra). Silahlanma, anayasanın bir buyruğu oluyor: “Üye devletler, askeri yeteneklerini düzenli olarak düzeltme yükümlülüğünü taşırlar” (Madde I-41, 3. fıkra). Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmamak için olsa gerek, öngörülen silahlanmayı denetlemek üzere bir “Silahlanma, tedarik, araştırma ve savunma kapasitelerin geliştirilmesi ajansı” (Avrupa Savunma Ajansı)’nın [2004 Haziranı’na kadar bunun adı, “Avrupa Silahlanma, Araştırma ve Askeri Kapasite Dairesi” idi] kurulması planlanmaktadır. Bu kurum, “savunma sektörünün sınai ve teknolojik temelini güçlendirmeye dönük işe yarar tedbirler” almakla yükümlüdür (III-311). Çarpıcı olan diğer bir husus da, AB parlamentosu ile Avrupa Adalet Divanı’nın, askeri ve dış politikayı denetleme yetkisinden açıkça yoksun bırakılmasıdır. Savaş ve barış üzerine kararı yalnızca AB Bakanlar Konseyi vermektedir (I-41, 5). AB’nin müdahale seçenekleri alabildiğince genişletiliyor: Madde III-309’da, AB’nin askeri seçenekleri açıklanmaktadır. “İnsani operasyonlar”dan sıcak çatışmaya kadar geniş bir alanı kapsayan “Petersberg görevleri”, sözüm ona “silahsızlandırma savaşları” ile tamamlanmaktadır (bu kavram, Joschka Fischer tarafından Irak savaşı öncesinde uydurulmuştur). “Askeri araçlarla yürütülen misyonlar, ortak silahsızlanma tedbirlerini kapsamaktadır” denilmektedir (III-309, 1). Aynı şekilde, terörizme karşı mücadelede askeri eylemler de belirlenmektedir (agy).
Anayasa sözleşmesinde, Alman Dış İşleri Bakanlığı’nın “esneklilik aletleri” olarak tanımladığı bütünlüklü bir sistem öngörülmektedir. Bu sistem, dış politikada, güvenlik politikasında ve askeri alanda, katılımcıların değiştiği, aşamalı bir entegrasyonu kapsamaktadır. Öte yandan, “yapıcı çekimserlik” olarak tanımlanan bir düzenleme bulunmaktadır (III-300). Konseyde çekimser oy kullanılması, karar alınmasının önünde bir engel teşkil etmeyecektir. Ayrıca, Bakanlar Konseyi “bir grup üye devleti Birlik çerçevesinde bir misyonu yerine getirmekle görevlendirebilir” (Madde I-41, 5. fıkra ve III-310, 1. fıkra). Başka bir deyişle, her defasında herkesin onay verip iştirak etmesi zorunluluğu yok; bu, tabii ki, onay alma olasılığını oldukça artıran bir düzenlemedir. Daha vahim bir durumu ise, askeri planda, madde III-312’de yazılan ve şimdi ek bir protokol ile de ayrıntılı olarak tanımlanan (aşağıdaki satırlara bakınız) “yapılandırılmış kesintisiz işbirliği” konusu oluşturmaktadır. “Yapılandırılmış kesintisiz işbirliği” diyor Profesör Gregor Schirmer, “AB içersinde kalıcı özel askeri bir ittifaktan başka bir şey değildir. Bu özel ittifakta; istekli ve muktedir olanlar, olmayanlar tarafından engellenmeksizin, birleşebilirler. Savaşa hazır olanların kulübüne yeni üye alımları ve üye çıkartmalar komplike bir oylama prosedürü sonucunda mümkündür.”

Avrupa Birliği anayasa sözleşmesinin;
–    üye devletlere silahlanma yükümlülüğü getirdiğini (Madde I-41, 3);
–    silahlanmanın gerçekleştirilmesi ve denetimi için bir dairenin kurulmasını öngördüğünü (I-41, 3);
–    AB birliklerinin herhangi bir teritoryal sınırlama olmaksızın askeri operasyonlara katılmasını öngördüğünü;
–    askeri bakımdan çekirdek bir Avrupa’nın oluşmasını kurumsallaştırdığını;
–    terörle mücadelede ordunun AB dışındaki ülkelerde de (“üçüncü ülkeler”) devreye sokulmasını öngördüğünü (III-309, 1);
–    “silahsızlandırma savaşları”nı olanaklı kıldığını (III-309, 1);
–    askeri eylemler üzerine karar verme yetkisini AB Bakanlar Konseyi’ne devrettiğini ve onun da üye devletleri savaşı yürütmekle görevlendireceğini (I-41, 4 ve 5);
–    dış politika ve askeri operasyonlar konusunda parlamentoların denetleme ve karar verme yetkilerini ortadan kaldırdığını (Avrupa parlamentosu sadece düzenli olarak “gelişmelerden haberdar” edilecek [I-41, 8] ve “soru önergesi” verebilecek [III-304, 2]);
–    Bakanlar Konseyi’nin izlediği dış politikanın Avrupa Adalet Divanı tarafından dahi denetlenmesini olanaksız kıldığını
biliyor muydunuz?

2. SOMUT BİR UYGULAMA OLARAK AVRUPA GÜVENLİK STRATEJİSİ
Üye devletlerin hükümet ve devlet başkanları, AB anayasa sözleşmesi henüz tartışılma aşamasındayken, AB anayasasının militarist maddelerinin uygulanmasına geçtiler: Nitekim bu çerçevede, Roma’da, “Avrupa Güvenlik Stratejisi”  (AGS) olarak tanımlanan bağlayıcı bir askeri strateji kararlaştırdılar. Bu karar öncesinde, Almanya Başbakanı, karara temel teşkil eden tasarının –tasarı büyük oranda Alman ve Fransız hükümetlerinin görüşlerini yansıtmaktaydı– tüm AB devletlerinin onayını alması konusunda şaşkınlığı gizlemedi: “Bir kere, Irak sorununda Avrupa içi görüş ayrılıklarının varlığı karşısında, Javier Solana’nın Avrupa güvenlik stratejisiyle ilgili tasarısının tüm AB partnerlerince olumlu karşılanmış olması dikkat çekicidir.”
Gerçekten de, AB’nin “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası” (ODGP) görevlisi Javier Solana’nın sunduğu taslak, esaslı bir değişikliğe uğramadan, onaylandı. AB’nin bugüne kadarki ilk güvenlik stratejisi olan bu belgede üç stratejik hedef saptanıyor:
–     Birincisi, terörizme karşı mücadele;
–     ikincisi, kitle imha silahlarının yaygınlaştırılmasına karşı mücadele ve
–     üçüncüsü, örgütlü suçlara karşı mücadelenin bir aracı olarak “başarısız devletlere” yardım.
AB’nin askeri olarak nasıl hareket edeceği de bu strateji belgesinde belirtiliyor: “25 devletten meydana gelen ve savunma için 160 milyar eurodan fazla para harcayan bir Birlik olarak, aynı anda birkaç operasyonu birlikte yürütebiliyor durumda olmalıyız.” (AGS, sf. 11) Diğer bir sayfada da şunlar belirtiliyor: “Soğuk Savaşın bitimine kadar geçerli olan, alışageldiğimiz savunma konseptimiz, bir istila tehlikesinden yola çıkıyordu. Karşı karşıya olduğumuz yeni tehditlerde ise, ilk savunma hattı, çoğu kez yurtdışında olacaktır. Yeni tehditler daha dinamik bir özelliğe sahiptirler.” (AGS, sf. 7)
Yurtdışında bulunan “savunma hatları”, bu, ABD hükümetinin “National Security Strategy”sinde (NSS) sözü edilen, “önceden etkisizleştirici savaş konsepti”ni anımsatıyor. Bununla birlikte, AB, “önceden etkisizleştirici savaş” veya “önleyici savaş” kavramlarını kullanmaktan sakındı. Bu konu, Federal Hükümetin internet sayfasında şöyle belirtiliyor: “Tartışmalı ‘önceden etkisizleştirici angajman’ (preemptive engagement) kavramı yerine, ‘önleyici angajman’ (preventive engagement) kavramı geçirildi.”
Resmi açıklamalar, bu diğer kavramla, “önlem”in, yani çatışmaların ortaya çıkmasını önlemenin kastedildiği izlenimini uyandırıyor. “Neue Züricher Zeitung” gazetesinin tahmini ise, “preemptive” kavramının, “kışkırtıcı bir kelime” olduğundan kullanılmadığı (15.12.03) şeklindedir. “International Herald Tribune”ye göre ise, bazı AB dillerinde “preemptive” kavramını karşılayacak kelimeler olmadığından bu kavram değiştirilmiştir. Fakat bütün bunlardan bağımsız olarak, savunma hatlarının yurtdışında olması; “saldırı eylemleri” ve karşı taraf saldırmadan saldırmak için kullanılan bir ifadedir. Ve bu ise, devletlerarası hukuka aykırı bir saldırganlıktır.

3. ÖNLEYİCİ NÜKLEER SAVAŞI İÇEREN “EUROPEAN DEFENCE PAPER”
AB’ne üye devletlerinin hükümetleri, yeni askeri seçenekleri AB düzleminde daha kesin belirleyebilmek için, 2001 yılına kadar Avrupa askeri paktı Batı Avrupa Birliği (BAB) için çalışan Paris’teki Stratejik Araştırmalar Enstitütüsü’nü, AB askeri birlikleri için, henüz tasdik edilmemiş olan AB anayasa sözleşmesi ve AB Güvenlik Stratejisi temelinde, çeşitli operasyon senaryolarını geliştirmekle görevlendirdi.
Bu görevlendirmenin bir ürünü olarak, yüksek düzeyde askeri danışmanların “European Defence Paper”  adıyla kaleme aldıkları bir belge ortaya çıktı. Sonuç gerçekten de dikkat çekici: Araştırmayı yapan yazarlar, AB’nin enerjik, acil ve geniş çaplı silahlanmasını talep ediyorlar. Onlara göre hedef, saldırı savaşları yürütme kabiliyetine sahip bir dünya gücü konumuna gelmek olmalıdır. “Önleyici Angajman”, bu stratejinin neredeyse çok doğal bir parçasını teşkil etmektedir.
Saldırı savaşları, böylelikle Avrupa düzleminde kök salmaktadır. Nükleer seçenekler dahi artık dışlanmamaktadır. Zamanında Alman Savunma Bakanlığı’nda müsteşar olan ve “European Defence Paper”in yazarları arasında yer alan Lothar Rühl, hoşnutlukla saptamaktadır ki, söz konusu belgede “preemptive/preventive” konusu, büyük oranda, konvansiyonel silahlı güçlerle operatif özel güçlerin savaş operasyonları açısından ele alınmaktadır. “Bununla birlikte ama” diyen Rühl, İngiliz ve Fransız nükleer silahlı güçlerini “açıktan ya da zımnen” katma olanağının söz konusu edildiğine dikkat çekmektedir.
Ve gerçekten de, gelecekteki AB ordusunun savaş senaryolarıyla ilgili olarak, bu strateji belgesinde şunlar yazılıdır: “Ulusal nükleer orduların açıktan ya da zımnen dahil edildikleri senaryoları da sunmaktan sakınmadık.”
Askeri operasyon seçenekleri, AB’nin saptanan “hayati çıkarları” çerçevesinde tanımlanıyor. Orwellci savaş mitleri tüm çeşitliliğiyle gündeme alınmış bulunuyor: “Barışı koruyucu operasyonlar”, “insani nedenlerle müdahaleler”, “kitle imha silahlarıyla yöneltilecek bir saldırının önlenmesi (!)” ve “yurt savunması”. “Avrupai çıkarların korunmasına dönük bölgesel savaşlar”  konusunda ise, daha açık bir dil kullanılıyor. Burada artık tüm maskeler indiriliyor: “Gelecekteki bölgesel savaşlar, Avrupa’nın güvenliği ve refahını doğrudan tehdit etmeleri suretiyle, … Avrupa’nın çıkarlarını etkileyebilir. Bu, örneğin; petrolün temin edilmesinin kesintiye uğraması ve/veya enerji masraflarının olağanüstü boyutlarda artması, [veya] ticari yolların ve mal akışının engellenmesi itibarıyla gerçekleşebilir.” (sf. 81) Burada, örnek oluşturduğu açıkça belli edilen 1991’deki Körfez Savaşı’nı anımsatan senaryo, somut olarak şöyle tarif ediliyor: “Hint Okyanusu’na sınır olan herhangi bir ülkede Batı karşıtı güçler iktidarı ele geçirmiş ve petrolü silah olarak kullanıyorlar; Batılıları uzaklaştırıyor ve Batı çıkarlarına saldırıyorlar.” (sf. 83) Bu durumda amaç şudur: “İşgal edilen bölgeyi kurtarmak ve o ülkenin petrol tesisatları, boru hatları ve limanları üzerindeki denetimi ele geçirmek.” (sf. 83)

Hayati Çıkarlar    Misyon
Üye ülkelerin devlet bütünlüğü    Yurt savunması ve sonuçların yönetimi
Ekonomik yönden ayakta kalma kabiliyeti    Ticari yolların ve hammadde akışının güvenliği için istikrar ihracı
Sosyal ve politik güvenlik    Örgütlü suça karşı mücadele etmek ve yoğun mülteci akımını engellemek üzere istikrar ihracı
Kaynak: European Defence Paper, sf. 13

Defence Paper, geliştirilen operasyon senaryoları temelinde, 150.000 ile 200.000 civarında askerin en hızlı bir biçimde yurtdışı operasyonları için sürekli olarak hazır tutulması gerektiği sonucuna ulaşıyor. (sf. 67) Böylelikle, aslında AB’nin bugüne kadarki militaristleşme planlarının ötesine geçiliyor. AB’ni sivil bir güç olarak ele alma ve ordunun tek veya en azından öncelikli görevi olarak yurt savunmasını görme konseptine veda edilmesi, Avrupa silahlı birliklerinin uzun vadede yüzde 50’sini savaşlar için hazır tutma amacında da yansımaktadır (125).
Tabii ki, bu tür bir büyük güç olma hırsı, oldukça büyük çaplı yatırımlarda da bulunmayı gerektiriyor. İlgili belgenin yazarları, bu bakımdan, sorun olarak, özellikle nakliyat kapasitesi ile uzay destekli istihbarat elde etme kabiliyetini görüyorlar. Hedeflenen savaşları yürütebilmek için ek yatırım ihtiyacını, asgari olarak, 40 milyar euro olarak hesaplıyorlar (sf. 118).

4. “BATTLE GROUPS” – YENİ SAVAŞ BİRLİKLERİ
AB, sadece stratejiler düzeyinde değil, küresel savaş yürütme kabiliyeti açısından somut silahlanma adımlarının atılması konusunda da cömertliği elden bırakmıyor. Nitekim, AB üye devletlerin savunma bakanları, kısa bir süre öncesinde, müstakbel Avrupa Savaş Birlikleri’nin (“battle groups”) hazırlanması konusunu daha da netleştirdiler.
Eylül 2004’te Hollanda’nın Noordwijk kentinde yapılan anlaşmaların ardından, kısa sürede eyleme geçirilebilir olan “battle groups” içinde, Alman-Fransız ‘güç tekeli’ egemen durumundadır. Berlin ve Paris, AB’ni küresel savaşları yürütebilir bir güç haline getirme yönündeki ilkesel kararları doğrultusunda kesintisiz bir şekilde yol almaktadırlar. Silahlanma programının yaşama geçirilmesi ve askeri birliklerin hazırlanması, bu doğrultuda atılan adımların bir göstergesidir. AB Savunma Bakanları, Mart 2004’te, “Head-Line-Goal 2010” adını verdikleri kararlarıyla, küresel savaşları yürütme kabiliyetini kazanma amacına hizmet eden bir yol haritası çizdiler. Bilindiği gibi, bu yol haritası, AB devlet ve hükümet başkanlarının Haziran 2004’deki zirvesinde onaylandı da.
Bu plan, 2010 yılında AB’nin ortak komutası altında dünya çapında yürütülecek askeri müdahaleler için hazır olacak, dişine kadar silahlanmış bir silahlı gücün inşa edilmesini öngörmektedir. Bu görevi yerine getirecek birliklerin iki ayağı şu anda inşa edilmektedir: Birisi, Avrupa müdahale birlikleridir; bu birliklere bağlı 60 bine kadar asker operasyonlarda yer alacak ve herhangi bir kriz bölgesinde uzun süre konuşlandırılacak. Diğeri ise, “battle groups” adlı küçük savaş birlikleridir; her biri 1.500 özel komandodan oluşan bu birlikler, operasyon bölgesine öncü müfrezeler olarak gönderilecek ve müdahale birlikleri için yolu açacaklar.

Head-Line-Goal 2010
Savaşma kabiliyetini kazanmanın yol haritası

2004    Bir operasyon komutanlığın hazırlanması için bir sivil-askeri planlama dairesinin oluşturulması [örneğin Bosna’da ALTHEA misyonu çerçevesinde faal olması]
2004    Avrupa Silahlanma Ajansı [yeni Savunma Ajansı, ilk 77 çalışanı 2004’ün sonbaharında görevlendirildi]
2005    Avrupa hava nakliyatı kapasiteleri ve Avrupa hava nakliyatı komutanlığı
2007    Avrupa Battle Groups [Tabur gücünde 7 ila 8 savaş grubu = 1500 asker; çeşitli iklim ve coğrafi koşullara özel olarak hazırlanmış ve 5 ila 30 gün içinde harekete geçirilebilir]
2008    Refakat gemileri olan bir uçak gemisinin hazır bulunması
2010    Küresel askeri müdahaleler (karadan ve uzaydan destekli) için birleşik bir AB Komutanlığı’nın oluşturulması

Hiç şüphesiz bazı şeyler planlanandan daha hızlı gerçekleşecektir. Nitekim, 22 Kasım 2004 tarihinde, AB Savunma Bakanları, Battle Group’ların kurulmasını kararlaştırdılar ve ardından, bu kararlarının yaşama geçirilmesi sürecini hızlandırdılar. Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya’nın öngörülenden daha erken, yani 2005’de, operasyonlara katılabilir birer savaş birliğini hazırlamaları beklenmektedir. Hollanda Savunma Bakanı “Henk Kamp’a göre, hedef, AB’nin, gelecek ve bir sonraki yılda operasyonları yapabilir bir konuma gelmesidir. Hatta 2007’de, paralel iki misyonun dahi mümkün olması beklenmektedir.” (ap 21.11.2004) Birlikler, 10 gün zarfında, çapı 6 bin kilometre olan bir alanda, 120 güne kadar operasyon yürütebilir bir halde olmalıdırlar.
Büyük bir olasılıkla, ilk savaş birliği, uzun bir süreden beri var olan Alman/Fransız kolordusundan oluşturulacaktır. 2007’nin ilk yarı yılına kadar, Almanya, Hollanda ve Finlandiya bir savaş birliğini oluşturmuş olmak istiyorlar. Federal ordunun (Almanya), ayrıca Fransa, Belçika, Lüksemburg ve büyük bir ihtimalle İspanya’dan katılacak askerlerle birlikte, 2008’in ilk yarı yılında ikinci bir birliği daha oluşturması düşünülmektedir. AB’nin orta ve küçük devletlerini de Battle-Groups konseptine dahil etmek için bir dizi başka adımlar daha planlanmaktadır. Örneğin Almanya; Polonya, Slovakya, Letonya ve Litvanya ile birlikte ek bir kontenjan oluşturmayı planlıyor. Aynı şekilde, Avusturya ve Çek Cumhuriyetiyle birlikte bir askeri birlik oluşturmayı da düşünüyor.
AB hükümetleri (AB’nin askeri angajmanlarına katılmayan Danimarka dışında), uzun bir zamandan beri belirlenmiş olan AB müdahale birlikleri için, toplam olarak, yaklaşık 100 bin askeri “hazır” tutacaklar. Federal hükümet bu konuda şunu açıklıyor: “Üye devletler yaklaşık 100 bin asker vermektedirler; bunun 60 bini sürekli olarak dünya çapında operasyonlara katılabilir durumda olacaktır.” Bu müdahale gücü 60 gün içinde eyleme geçmeye hazır olacaktır. Bu ordunun Brüksel etrafında 4 bin kilometrelik bir alanda müdahale etmesi, bağlayıcı bir şekilde kararlaştırılmış bulunuyor. Ne var ki, Kongo’daki ilk “deneme operasyonu”nda bu sınır aşılmış oldu bile. AB müdahale gücü “sürekli bir ordu” değil, daha çok, hazır tutulan birlik kontenjanlarından her defasında yeniden meydana getirilmektedir. 2004’te, bu ordunun bir kısmının operasyonlara hazır olduğu açıklandı. Politik bakımdan ilginç olan, bu ordunun bileşimidir: Avusturya: 3.500, Belçika: 1.000, İngiltere: 12.500, Finlandiya: 2.000, Fransa: 12.000, Yunanistan: 3.500, İrlanda: 1.000, İtalya: 6.000, Lüksemburg: 100, Hollanda: 5.000, Portekiz: 1.000, İsveç: 1.500. Almanya ise, 18.000 askeriyle en büyük kontenjana sahipler. Federal hükümet, gururlu bir şekilde şunu açıklıyor: “Üçte biri Almanya’dan” ve “Federal hükümet toplam 32.000 askeri bulan bir katkı için söz verdi.” (AB Müdahale Gücü, toplam 78.890 askerden oluşuyor. Buna ek olarak 11.050 asker geliyor. Bu askerler, AB üyesi olmayan ülkelerden gelecek. Örneğin Türkiye yaklaşık 4.500 askeriyle katılacak.)
AB’deki militaristleşmeyle bağıntılı olarak, Alman ordusu içinde bugünlerde geniş çaplı düzenlemelere gidiliyor.
Alman Savunma Bakanı Peter Struck’un bu çerçevede önüne koyduğu hedef, yurtdışı operasyonları ve savaşlar için ordunun daha etkili hale getirilmesidir. Bu amaçla, Alman ordusu, üç alana göre yapılandırılıyor: Müdahale birlikleri için 35.000 asker, stabilizasyon için 70.000 asker; belirli sayıda asker de destek gücü olarak mevzilendirilecek. Aslında, bu yapılanma, uzun bir süreden beri yapılan en “dürüst” yapılanmadır. Zira böylelikle, şu gerçek netleşmiş oluyor: Federal Ordu’nun ana görevi yurtdışı operasyonlarıdır! Nitekim müdahaleler için 35.000 asker ayrılmaktadır. Ve yerel güçlerce desteklenip desteklenmemesinden bağımsız olarak, ülkelerin askeri olarak işgal edilmesi için 70.000 asker!
Federal Ordu, açıktan açığa, çıkarların korunmasının bir aracı olarak tanımlanıyor: “Almanya, kendi çıkarlarını ve uluslararası nüfuzunu korumak ve barışın güvence altına alınmasında aktif bir rol oynayabilmek için, diğer ulusların silahlı güçleriyle birlikte hızlı ve etkili bir biçimde harekete geçirilebilecek makul sayıda silahlı gücü hazır bulundurmaktadır.”

5. ASKERİ AÇIDAN ÇEKİRDEK AVRUPA YA DA “YAPILANDIRILMIŞ İŞBİRLİĞİ”
Bütün AB devletleri için geçerli olan genel militaristleşme adımlarının yanı sıra, bir de, anayasanın I-41 maddesi, 6. fıkrası ve III-312 maddesinde ifade edilen “yapılandırılmış işbirliği”yle, AB içerisinde bazı seçilmiş devletler için, askeri politika alanında bir araya gelmenin yeni bir hukuksal çerçevesi oluşturulmuştur. AB’nin askeri ve dış politika alanında genel olarak söylenegelen görüş birliği, burada, açıktan açığa, sadece yapılandırılmış işbirliğinde yer alanlar için geçerli olmaktadır. Bu işbirliği içinde yer almayanlar, kelimenin tam anlamıyla işin dışındadırlar.
Madde III-312’de, (söz konusu çekirdek Avrupa’nın askeri politikasının ayrıntılı biçimlendirilmesi için) AB anayasasına eklenen ilgili protokole dikkat çekilmektedir. Yapılandırılmış işbirliğiyle tali meselelerin ele alınmadığını anlayabilmek için, bu protokole bir göz atmak yeterlidir. Nitekim, burada, sadece NATO ile işbirliğinin altı çizilip “yenilenmiş bir Atlantik İttifakı’nın canlanması için katkı” sunulacağı (CIG 87/04 ADD 1) vurgulanmıyor, aynı zamanda, askeri bakımdan, çekirdek bir Avrupa’nın net ve ayrıntılı bir biçimde sözleşme maddeleriyle formülasyonu yer alıyor. Burada, çok açık bir şekilde, “savunma gücünü”; “ulusal katkılarını genişletmek”, “en önemli Avrupa silahlanma programlarına katılmak” ve “Avrupa Savunma Ajansı’nın çalışmalarına dahil olmak” suretiyle artıran her üye devletin “kalıcı yapılandırılmış işbirliğine” dahil olabileceği belirtiliyor.
Böylelikle burada, askeri açıdan, özel saldırganlığa hazır (resmi söylemde: müdahaleye hazır) ve yoğun silahlanma yükümlülüğü altına giren AB çekirdek devletlerinin, yapılandırılmış işbirliği çerçevesinde hızlı ilerleyen Avrupa ülkeleri olarak, kendi ortak güvenlik ve dış politikalarını militaristleştirmeleri kesinleştirilmiş bulunuyor.
Belirtilen yükümlülük, 23. protokolün devamında daha da ayrıntılandırılıyor. Bu sayede, yukarda belirtilen Battle-Group’lar, anayasa hükmü niteliği kazanıyorlar. Protokolde; öngörülen “konuma en geç 2007’de kavuşma; “çatışmalara katılacak birlikleri” ortaklaşa oluşturma ve “misyonları” gerçekleştirme; misyonlara katılacak birliklerin “5 ila 30 gün zarfında” hazır olmaları ve operasyonlarını “30 günden … 120 güne kadar” uzatabilmeleri saptanıyor. Bu yükümlülükleri yerine getirebilmek için, protokolün 2. maddesinde, “savunma araç gereçleri için yatırım masraflarıyla ilgili belirlenen hedeflere” sadık kalmaktan söz edilmektedir. Tabii, belirlenenlerin yerine getirilip getirilmediğinin de düzenli denetlenmesi öngörülmektedir. Aynı şekilde, “savunma araç gereçleri”nin birbirlerine yakın seviyeye çıkarılması da belirlenmiş bulunuyor. Öte yandan, “silahlı güçlerin gönderileceği ortak hedeflerin” de belirlenmesi düşünülmektedir.
Topluca okunduğunda, bu protokolün, bağlarından çözülmüş bir askeri çekirdek Avrupa’nın ürkütücü bir katalogu olduğu anlaşılmaktadır. Belirlenenlerin anayasal madde olarak kesinleşmeleri istenilmektedir. Başka bir deyişle, hiçbir şey tesadüfe bırakılmak istenmiyor. AB anayasasının bu maddelerinin gerçekleşmesi demek, silahlanma ve askeri operasyonlara artan oranda hazır olma yükümlülüğün artması demektir.

6. OY DENGESİNİN BAŞTA ALMANYA OLMAK ÜZERE BÜYÜK DEVLETLER LEHİNE DÜZENLENMESİ
Avrupa’nın çekirdek devletleri, sadece askeri alanda değil, aynı zamanda, politik kararlar alanında da nüfuzlarını genişletmeyi başarmışlardır. Üstelik bu başarıyı, politika alanının, militaristleşme konusunun aksine, çok daha sert çekişmelerin konusu olmasına rağmen, sağlamışlardır. (Anımsanacağı gibi, büyük AB devletlerinin politik ağırlıkları sorunu, Aralık 2003’te, görüşmelerin başarısızlıkla noktalanmasına yol açmıştı.) Aralık 2003’te Roma’da gerçekleşen zirvenin hemen ardından, yeniden, “çekirdek Avrupa” talepleri açıktan dillendirilmeye başlandı. Fransa’nın Avrupa Bakanı bayan Noelle Lenoir, Alman-Fransız çiftinin “Avrupa’nın yerini alamayacağı”nı, ancak, bazı AB devletlerinin, Avrupa’nın entegrasyonunda, “öncü olarak”, başkalarından daha hızlı yol almalarının mümkün olması gerektiğini söyledi.
Fransa Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin, “büyüklerin” hangi konularda tek başına ileri atılabilecekleriyle ilgili somut hedefleri de açıkladı: “Önümüzdeki aylarda gitmemiz gereken yol aslında çok açık tarif edilmiştir: Avrupa’ya yarının dünyasındaki yerini almasını sağlayacak araçları sunan bir anayasayı kabul etmek. İster herkesçe, isterse yalnızca bazılarınca kabul edilsin, AB’nin önüne iddialı hedefler koymak gerekir. Tamamlayıcı entegrasyon konusuna gelince; bu, Fransa’nın, Almanya ve İngiltere’yle birlikte, atom silahlarının yaygınlaştırılmaması konusunda İran karşısında yararlı bir işbirliğini gerçekleştirmesi oranında kendi yerini bulacaktır. Bu tür bir örnek olayı, yarın başka bir konuda, sözgelimi savunma sanayilerimiz arasındaki partnerliği güçlendirerek veya Afrika’da ya da herhangi bir yerde politik inisiyatifler geliştirerek veya birlikte operasyonlar düzenleyerek gerçekleştirebiliriz.” (FAZ, 19.12.2003) Fransa Devlet Başkanı Jacques Chirac ise, AB içersinde “öncü grupların” kurulmasından yana. Aynen şunu söylemektedir: “Almanya ve Fransa elbette ki bu öncü grupların çekirdeğine dahil olacaklardır.” (AP, 08.01.2004)
AB anayasa sözleşmesi üzerine yapılan tartışmalarda ana çatışma konusu, AB içerisindeki oy dağılımı ve dengesi sorunuydu. Anayasa Konvansiyonu’nun önerisine göre, 2009’dan itibaren, Bakanlar Konseyi’ndeki kararların çoğu “çift çoğunlukla” alınmalıdır: Çoğunluk kararı, AB nüfusunun en azından yüzde 60’nı temsil etmek koşuluyla, 25 hükümetten en azından 13’ün oyuyla alınır. Polonya ve İspanya, oy sayısının nüfusun büyüklüğüne göre düzenlenmesine karşıydılar; zira bu durumda, Nizza sözleşmesinde belirlenen düzenlemeye göre, oy sayılarında ciddi bir düşme olacaktı. Tersinden ise, Almanya, nüfusu en büyük ülke olarak, ciddi bir güç artışı sağlayacaktı. Neticede, 17-18 Haziran 2004’deki hükümetler konferansında olan da, bu oldu. İspanya ve Polonya’nın da olurunu alabilmek için, onay oranları, üye devletlerin yüzde 55’ne ve nüfusun da yüzde 65’ne yükseltildi. Burada ilginç olan, oy dağılımının, Nizza sözleşmesine göre toplam olarak nasıl kaydığıdır. Almanya, Konsey’deki oy oranını yüzde 9,0’dan yüzde 18,2’ye çıkardı, yani oyu 9,2 puan arttı; Fransa, yüzde 9,0’dan yüzde 13,2’ye çıkardı (4,2 puanlık artış kaydetti); İngiltere ise, 4,0 puanlık bir artış sağlayarak, oy oranını, yüzde 9,0’dan yüzde 13,0’e çıkardı; İtalya, oy oranını, 3,6 puanlık bir artışla, yüzde 9,0’dan 12,6’ya yükseltti; İspanya, oy oranını, yüzde 8,4’den yüzde 9,0’a artırarak, 0,6 puanlık bir artışla yetinmek zorunda kalırken, bir artış kaydedemeyen Polonya da, elindekinden herhangi bir şey kaybetmemiş olmakla kendisini teselli etmek durumunda bırakıldı, yani Konsey’deki oy oranı yüzde 8,4’de kaldı. Bütün diğer üye devletler, halihazırdaki Nizza sözleşmesine göre, 0,5 ila 1,5 puanlık oy yitirmiş bulunuyorlar. Böylelikle, bu değişiklikler, anayasa sözleşmesinin yürürlüğe girmesinde, kimlerin, hegemonya nedeniyle özel çıkarları olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat bu yeniden dağılımda asıl dramatik olan, AB devletleri arasında şimdiye kadar söz konusu olan eşitlik ilkesinin çözülmesidir. Konsey’deki Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi büyük devletler arasındaki oy eşitliği yontuluyor. Ayrıca en büyük dörtlünün oy oranı 21 puan artarken, orta ve küçük devletler aynı oranda oy kaybediyor. En büyük dört devletin oy oranı, toplam olarak, yüzde 36’dan yüzde 57’e çıkmış bulunuyor.
AB’nin askeri stratejisindeki merkezi politik eksen “çok taraflılık”tır: “Küresel tehditlerin, küresel pazarların ve küresel medyaların olduğu bir dünyada, güvenliğimiz ve refahımız giderek etkili çok taraflı bir sisteme bağlı olmaktadır.” (ESS, sf. 9) Hedef çok açık konulmaktadır: “Aktif ve eyleme geçebilir bir AB dünya çapında etkili olabilir. AB böylelikle, daha adil, daha güvenli ve daha birleşmiş bir dünyaya götürecek çok taraflı bir sistemin oluşmasına katkı sunabilir.” (ESS, sf. 14) Çok açık ki, burada, dünya gücü olmak isteyen bir kurum daha kendisinden söz ettirmektedir. Javier Solana, 12.11.2003 tarihinde Berlin’de AB askeri stratejisini tanıtırken, bunu, daha özlü ifade etti: “AB küresel bir aktör olmaktadır.” Solana, AB ile NATO’nun yakın işbirliği içerisinde olacağını da açıklığa kavuşturdu: “Bu ağın içinde, NATO’nun, güvenliğimizin sağlanması bakımından temel bir önemi bulunuyor ve bulunmaya da devam edecektir – elbette ki rakip olarak değil, tersine stratejik partner olarak. Bu partnerliğin barış ve güvenlik bakımından ne tür sonuçlara yol açabileceği Balkanlar’da somut olarak görüldü.” Öte yandan, AB içerisindeki “yardımlaşma yükümlülüğü”, bugüne kadar tarafsız olan AB üyesi devletlerin (Avusturya, Finlandiya, İsveç ve İrlanda) bu tarafsızlıklarını yitirmeleri demektir.
Federal hükümet, Almanya’ya, gerek NATO’da gerekse AB’de kilit bir rol biçiyor. NATO’ya ilişkin şöyle deniliyor: “Silahlı güçleriyle Almanya, ittifakın bütün diğer partnerlerinden daha fazla NATO içinde entegre olmuştur. Bu bakımdan, ittifak içinde ona, NATO’nun gelecekteki rotasıyla ilgili fevkalade bir rol ve sorumluluk düşmektedir.”  Bununla birlikte, işin merkezinde, AB’nin askeri güç olarak güçlendirilmesi duruyor: “Almanya, geçtiğimiz yıllarda, AB’nin Avrupa güvenlik ve savunma politikasına ilişkin kararlarında anahtar rol oynadı.” 
Her ne kadar insan, askeri strateji belgesinde böyle yazıldığına inanmak için cümleyi birkaç kez okuma ihtiyacı hissetse de; AB politikasının hedefi çok açık ve doğrudan formüle edilmektedir: “Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri ortak hareket ederek, dünyada iyiden taraf etkileyici bir güç olabilirler.” Ortaklaşa “dünyadaki iyi için” – her türlü “kötüye” karşı mı? Kimin için bu “iyi”nin iyi olacağı, açık olsa gerek. Bütün mesele, Batılı devletlerin olabildiğince çok güce, nüfuza ve ekonomik yayılmaya kavuşmalarıdır. Irak savaşı örneğinde olduğu gibi, ayrıntılarda her ne kadar farklılıklar bulunsa da, esas sorunlarda birlik mevcuttur: Silahlanmaya devam edilmesi ve savaşabilecek orduların oluşturulması. Geleceğin savaşları, sürekli değişen koalisyonlarla yürütülecektir; her defasında hepsi katılmayacaktır. Ama savaşlar olacaktır; üstelik Güney’deki ülke ve insanlara karşı. AB Anayasası taslağı ve Solana-belgesini şekillendiren tahliller, sorunun güneydeki “başarısız devletler”den kaynaklandığından yola çıkmaktadır. Gelgelelim, AB Anayasasında, tam da dünya çapında yoksulluğa yolaçan neoliberal iktisat politikası esas alınmaktadır. Fakat şöyle de sorulamaz mı: Sorun, esasta, Güney’de değil de, Batı’da olmasın?

7. PARLAMENTO KATILIM YASASI YA DA PARLAMENTONUN İKTİDARSIZLAŞTIRILMASI YASASI VE DIŞLANAN KAMUOYU
AB Anayasasının 23. Protokolü, üye devletlerden, ordularının “hazır tutulması konusunda somut tedbirler” almalarını beklemekte ve bunun için “gerekirse kendi ulusal karar alma süreçlerini gözden geçirmeleri”ni istemektedir (23. Protokol, madde 2, c). Somutta bunun anlamı, askeri birliklerin kısa sürede harekete geçirilebilmeleridir –5 ila 30 gün zarfında–, ancak bu, zahmetli parlamenter süreçlerle pek uygunluk arzetmiyor.
“Parlamento ordusu”ndan hükümet ordusuna geçişin ilk adımı, 3 Aralık 2004’te kararlaştırılan “Parlamento Katılım Yasası”yla atıldı. Bu yasa üzerinde bir süreden beri çalışılıyordu. “Fakat bu yasanın adı oldukça yanıltıcıdır. Gerçekte aslında tam tersi amaçlanmaktadır.” (Arno Neuber) Gelecekte, düzenli operasyonlar; ancak sözü edilmeye değer boyutlarda büyükse, çok yüksek bir yoğunluğu bulunuyorsa, yakıcı bir tehlike söz konusu değilse ve acil bir durum yoksa oylamaya sunulacaktır. Eğer meclisteki bir gruptan ya da 33 milletvekilinden gelen bir itiraz yoksa, operasyonların süresi otomatikman uzatılacaktır. İtiraz durumunda, meclis, basit çoğunlukla, süreyi uzatmak veya uzatmamak üzerine karar verecektir.
Parlamento Katılım Yasası, meclisin katılımı olmaksızın, NATO veya AB operasyonları çerçevesinde tek tek askerlerin ve “keşif komandoları”nın gönderilmesini olanaklı hale getiriyor. “Çapı sınırlı ve düşük yoğunluklu operasyonlarda” onay, “kolaylaştırılmış bir süreç sonunda alınacak”tır (Parlamento Katılım Yasası, madde 4, 1). Hiç şüphesiz ki, operasyonların boyutunun her zaman baştan kestirilemeyeceği, dahası boyutun operasyonların seyri içerisinde değişebileceği vb., Federal Hükümet tarafından da gayet iyi biliniyor. Nitekim Federal Ordu’nun savunma politikasıyla ilgili yönergelerinde, bu, açıkça belirtiliyor: “Çeşitli operasyon türleri arasındaki sınırlar kaygandır. Çatışmaların hızlı bir biçimde tırmanması sonucunda, barışı koruyucu bir operasyonun yüksek yoğunluklu bir operasyona dönüşmesi hiçbir zaman dıştalanamaz.”  Görüldüğü gibi, Federal parlamentoyu güya önemsiz operasyonlarla meşgul etmemedeki asıl amaç, hükümetin ve AB Bakanlar Konseyi’nin hareket alanını olabildiğince büyütmektir.
Öte yandan, vurgulamak gerekir ki, parlamentoyu iktidarsızlaştıran bu tür bir yasadaki asıl mesele, milletvekillerinin Federal Ordu’nun yurtdışı operasyonlarıyla prensip olarak ilgilenmemesi değildir. Tersine, asıl mesele, bu ilgili olmamayla, kamuoyunun da sürecin dışında tutuluyor olmasıdır.

8. KAÇIRILAN FIRSATLAR
Bir Avrupa anayasasının, AB’nin, dünyadaki barışın korunmasındaki sivil sorumluluğunu esas alması gerektiği fikrinden hareket eden tüm çabalar, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Gelinen yerde, devletlerarası çatışmalarda Birleşmiş Milletler’in (BM) rolünü artırma ve hareketini BM Şartı’na göre belirleme, özellikle de onun uluslararası ilişkilerde buyurduğu zor yasağını kabullenme, ve bunu, bir anayasa hükmü haline getirme yaklaşımı söz konusu değildir artık. Bunun yerine; askeri müdahalelere açık bir formülasyonla devletlerarası hukuku “daha da geliştirme” (I-3, 4) ve “Birleşmiş Milletler Şartı’nın temel ilkeleri”ne göre davranma (I-3, 4) yükümlülüğünden söz edilmektedir. (Son noktanın, AB’ne, BM onayı olmayan askeri müdahaleleri gerçekleştirme olanağını sunduğunu belirtmek gerekir.)
Aynı şekilde, AB devletlerinin topraklarından, hiçbir zaman bir başka ülkeye saldırıların gerçekleşmemesi gerektiği açıklaması da, hiçbir yerde açık bir şekilde formüle edilmemiştir. Saldırı savaşların mahkum edilişine dair bir açıklamayı boşuna aramayın, bulamazsınız. Öte yandan, açık bir şekilde dünya çapında askeri müdahale politikaların yasaklanmasına dair bir talep de ileri sürülmemektedir. Barışçıl bir Avrupa’nın yaratılmasına AB çapında yardımcı olabilecek yararlı kurumların yaratılması talebini aramak da boşunadır: Ne silahsızlanma ve silah sanayiini sivil sanayie dönüştürme için bir Avrupa ajansı, ne de silah ihracatını denetleyecek bir daire oluşturulmuştur.
Bu anayasa sözleşmesi; çatışmaların çözümünde savaş ve askeri şiddeti reddeden, (kendisinin de dahil!) kitle imha silahlarını ortadan kaldırmak isteyen ve silah sanayiini sivil sanayie dönüştüren ve silah ihracatına son veren bir AB’ni varsaymaktan fersah fersah uzaktır. Bu anayasa sözleşmesi, askeri kapasitelerin barış amaçlı sınırlanması ve AB’nin saldırı yapamaz bir yapıya kavuşturulması sürecini tam tersine çevirmektedir. Her şey, saldırı kabiliyetinin yapısal ve somut olarak yaratılıp geliştirilmesine tabi kılınmaktadır. Anlaşılan o ki, ancak bu yolla küresel güç olma iddiasının gereklerinin yerine getirilebileceği düşünülmektedir.
Anayasa sözleşmesinde ve Avrupa Güvenlik Stratejisi belgesinde “sivil” kavramı oldukça sık geçmektedir; sevindirici bir durum denebilir, ancak daha yakından bakıldığında, kazın ayağının hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Zira, sivil hareket tarzı, genellikle AB’nin amaçları ve çıkarlarına ulaşmanın sadece ikincil bir seçeneği (çoğu kez de askeri seçeneğin tamamlayıcı bir ögesi) olarak ele alınıyor. Anayasa sözleşmesinde, dış politikanın sivil ve askeri araçları birleştiriliyor: Örneğin, AB’nin amaçlarını gerçekleştirmek üzere sivil ve askeri araçları kullandığını belirttiği misyonları tarif ettiğinde (I-41 –3). Veya şu saptamada: “Üye devletler, Konsey tarafından belirlenen hedeflere ulaşılmasına katkı yapmak üzere, AB’nin ortak güvenlik ve savunma politikasının yaşama geçirilmesi için sivil ve askeri kapasiteler sunar.” (I-41 –3) Buradaki tehlike, çatışmaların sivil yöntemlerle çözülmesi hususunun askeri bir mantığa bağlanmasıdır. Ve böylelikle, eşlik eden tedbirlerin ardından iyileştirici tedbirler derekesine düşürülmesidir.
Yazarlarına göre, Avrupa Güvenlik Stratejisi belgesinde tarif edilen üç tehdidin (terörizm, kitle imha silahları, başarısız devletler) üstesinden, “salt askeri yöntemlerle gelinemez.” (AGS: sf. 7) Ama salt sivil yöntemlerle gelinir de denilmiyor; yani yine öncelikle askeri yöntemlerin önü açılmış oluyor.
Söz konusu üç tehdidin hakkından gelebilmek içinse, savunma harcamalarının artırılması talep edilmektedir: “Silahlı güçlerimizi esnek kılabilmek, seyyar güçlerimizi yeniden yapılandırmak ve yeni tehditlerin karşısına dikilebilecek bir hale getirebilmek için, savunma harcamaları artırılmalı ve daha etkin kullanılmalıdır.” (AGS: sf. 12). Sivil araçlar askeri araçlarla bütünlük içinde kullanılmalı deniliyor, ancak hiçbir yerde sivil araçların da artırılması gereğinden söz edilmiyor.
Güvenlik Stratejisi, belli bir şekilde ABD’ye dokundurarak, askeri bakımdan sonuç alınmasını, genellikle sivil kaosun izlediğine dikkat çekiyor. Kendi üstünlüğünü ise, özellikle sivil bir güç olma amacında değil, sivil ve askeri nüfuz politikasının etkin bir biçimde birleştirilmesinde görüyor. Bunu da AB’nin ek bir avantajı sayıyor: “AB, gerek askeri ve gerekse sivil yeteneklerini devreye soktuğu operasyonları gerçekleştirerek, özel bir artı değer elde edebilir.” Birbiriyle bağıntılı bir politika çerçevesinde, askeri araçların yanı sıra, “krizler esnasında ve sonrasında gerekli tüm sivil araçlar da devreye sokulmalıdır” deniliyor. Böylelikle, gerek krizlere sivil müdahalelerin, gerekse AB’nin dürüst bir arabulucu olarak inandırıcılığı tehlikeye atılıyor. Afganistan ve Irak’taki sivil-askeri işbirliği, çarpıcı örnekler olarak; siviller, yardımcılar ve onların orada yürüttüğü çalışma açısından tehlikeli sonuçlar doğurdu bile. Gelinen yerde, sivil ile askeri olanın bu şekilde iç içe geçirilmesi, dış politika stratejisinin belirgin bir parçası olmaktadır.
Hiç şüphesiz, kalkınma işbirliği ekseninde gerçekleşen bağımsız ve sivil çabaların koşulları, böylelikle, kalıcı bir şekilde kötüleşmektedir. Nitekim, bu alandaki projelerin çoğu, muhataplarının güvenini kazanması, bağımsız olması ve öyle de algılanması sayesinde ayakta duruyordu. Pek çok uluslararası kuruluş, sivil yardımın bu şekilde alet edilmesinin hem işbirliğin temelini zedeleyeceği ve hem de yardımcıların hayatını tehlikeye atacağı uyarısında bulundu.

9. SONUÇ – ANAYASA TASLAĞINA VE MİLİTARİSTLEŞMEYE KARŞI MUHALEFET
AB düzeyinde, açıkça militaristleşme olarak tanımlanması gereken bu gelişme, iç politikada sosyal hak kısıtlama programlarıyla el ele ilerliyor. Sunulan AB Anayasasına karşı direniş ve protesto zorunludur. Aradan geçen sürede, Almanya ve diğer AB ülkelerinde “Bu AB Anayasasına karşıyız” hareketi doğdu. Bu karşı çıkışın içerik olarak da temellendirilmesi, atılması gereken bir sonraki adımdır. Bu çerçevede, bu hareketin bileşenleri, AB’nin militaristleştirilmesine, AB devletlerince “sığınmacıların geri püskürtülmesi”ne ve sunulmuş bulunan AB Anayasasına karşı içerik bakımdan temellendirilmiş bir protesto için bir araya geliyorlar.
Önümüzde bulunan Anayasa, ne AB’nin iç yapıları ne de dış ilişkileri bakımından bir ilerlemeyi ifade ediyor. Gerçi AB, anayasa sözleşmesiyle, birçok alanda zaten politik olarak uygulanmakta olan şeyleri sadece yasa düzeyine çıkarmış bulunuyor. Bununla birlikte, muhalefetin gereksinim duyduğu alan açısından, “yalnızca” politik gelişmelerin protesto edilmesiyle protestonun “anayasa düşmanlığı” olarak karalanması arasında temelli bir farklılık vardır. Şüphesiz, Anayasanın engellenmesinin başarılmasıyla, AB’nin militaristleşmesi kesinlikle durdurulmuş sayılmaz. Fakat buna rağmen, böyle bir başarı, uzun soluklu bir muhalefet politikası için önemli bir temel oluşturacaktır.
AB’ne üye devletlerinin bugünkü neoliberal ve neoemperyal politikası –bir madalyonun iki yüzü–, AB’nin müstakbel anayasasıyla bir de anayasal nitelik kazanmamalıdır!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑