SEKA direnişi ve gösterdikleri

İşçi emekçi  hareketinin yer yer parlamalar gösterse de, asıl olarak bir durgunluk içinde bulunduğu herkesin üzerinde birleştiği bir olgudur. Sermayenin saldırılarının dizginlerinden boşaldığı bir dönemde yaşanıyor olması, durgunluğun sınıf hareketindeki tahrip edici etkisini normal dönemlere göre kat be kat artırmaktadır.
Öte taraftan, uzun bir aradan sonra yeniden ortaya çıkan Emek Platformu’nun (EP) sürece müdahaleden geri durması, emekçi saflarda, bir yanıyla moral bozukluğu ve dağınıklığı, diğer yanıyla sermayenin saldırıları karşısında EP’in yapmadığını yapacak  bir direnme mevzisi oluşturmaya yönelik girişimleri besleyip geliştirmektedir. İstanbul ve İzmir başta olmak üzere yerel düzeylerde bu yönde çalışmalar sürdürülmektedir.
Gerçekten de, işçi sınıfı, kamu emekçileri hareketi ve sendikal hareket bakımından günün en acil sorunu, yaşanan durgunluğun nasıl ve hangi yöntemlerle aşılacağı, sermayenin saldırıları önüne nasıl set çekileceğidir.
Reformist, “solcu” pekçok çevrenin Latin Amerika merkezli sınıf dışı “çözüm önerileri” bir yana bırakıldığında, sorunun çözümünün işçi sınıfının gerek uluslararası, gerekse ülkemiz mücadele tarihinde/birikiminde aranıp bulunması gereği anlaşılır olmalıdır. Özellikle, işçi hareketi ve sendikal hareket içinde sermayenin saldırılarına karşı  bir mücadele merkezi oluşturmak isteyenlerin böyle bir anlayış ve yaklaşıma ihtiyaçlarının olduğu kesindir.
Bu noktada, 15-16 Haziran, Bahar Eylemleri, büyük Zonguldak madenci yürüyüşü dahil  pek çok büyük işçi eyleminin nasıl örgütlendiğinin incelenmesi elbette gerekmektedir, ancak çok daha yakın bir örnek olan SEKA işçilerinin direnişi de neler yapılması gerektiğine dair son derece önemli veriler sunmaktadır. Sınıf hareketinin sorunları yalnızca SEKA örneğiyle açıklanamayacak kadar birikmiş ve karmaşıklaşmıştır. Bu yüzden bu yazıda sorunu tam olarak açıklığa kavuşturma iddiasında değiliz; ancak son deney üzerinden bazı noktalara dikkat çekmekle yetineceğiz.

SEKA’DA OLANLAR
Türk-İş’e bağlı Selüloz-İş Sendikası’nda örgütlü  olduğu Kocaeli SEKA Fabrikasında, hükümetin IMF direktifleri doğrultusunda fabrikayı kapatarak arazisini belediyeye devretme girişimi karşısında işçilerin fabrikaya kapanarak başlattıkları direniş ve eylem iki aya yakın sürdü. Sonuçta, hükümet ile sendikanın uzlaşması sonucunda SEKA yalnızca arazi olarak değil, fabrikası, işçileri ve tüm mal varlığıyla Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ne devredildi. Gelinen yerde, yalnızca zafer-yenilgi ikilemine sıkıştırarak sonuca bakanlar, birbirleriyle çelişen değerlendirmeler yapmaktadırlar. Şüphesiz SEKA direnişi bir uzlaşmayla bitmiştir. Nedir ki, uzlaşma var, “uzlaşma” var. İşçiler amaçlarına tam olarak ulaşamamışlardır, ancak, o ana kadar işçi ve emekçi taleplerine kulak tıkayan, deyim yerindeyse “burnundan kıl aldırmayan hükümet” de ilk defa geri adım atmış, amacına dolaylı yollarla ulaşmayı sinesine çekmek zorunda kalmıştır. Bundan sonra ne olacağı ise, yalnızca SEKA işçilerinin sorunu olarak görülemez. Sorun işçiler, kamu emekçileri dahil  sendikal hareketin, sınıf hareketinin sorunu ve sorumluluğudur. İşin bu yanı üzerinde gelecekte de çokca durulacaktır, ancak, biz asıl olarak SEKA işçilerinin direnişinin neleri gösterdiği ve işçi hareketi ve sendikal harekete ne gibi imkanlar sunduğu üzerinde durmak istiyoruz.

SEKA’NIN GÖSTERDİKLERİ

A- İşçilerin birliği
Hatırlanacağı gibi Seka işçileri, benzer bir özelleştirme ve kapatma girişimine karşı 1999 yılında da mücadele etmiş ve saldırıları püskürtmüştü. Ancak, o günden beri fabrika içinde işçiler hemen tüm fabrikalarda olduğu gibi, günlük rutin yaşantılarına dönmüş; bu nedenle siyasal, etnik, mezhepsel, yöresel bölünmeleri yaşayan, aralarındaki güvensizlik duygusu had safhada bir pozisyonda bulunuyorlardı. Bu arada, yanı başlarındaki fabrikalarda özelleştirmeler yapılmakta, işçi kıyımı, esnek çalışma, sendikasızlaştırma sürmekte, ancak SEKA işçileri içinde bulundukları durum nedeniyle  kayıtsızlıklarını sürdürmekteydiler. Burada şüphesiz kusur, işçilerin değil, öncelikle işçileri (kendiliğinden bilincin, sınıf bilincine doğru evriltilmesi çalışmaları kapsayan) aydınlatmak ve örgütlemek gibi görevleri olan sınıf partisi başta olmak üzere sendikacılar ve sınıfın ileri unsurlarınındır. Nitekim Seka işçisi, kapatma kararında olduğu gibi farkına vardığı bir saldırı karşısında çabucak birleşebilmiştir. Öyle ki, o ana kadar sağ görüşün etkisi altındaki  bir işçi, “durumu anlayınca öyle bir şey oldu ki, ne sağ kaldı ne sol, ne şu kaldı ne bu, bir anda tek yumruk olduk, en geride duran bir baktık ki en önde, hepimiz devrimci kesildik, çünkü okkanın altına topluca gideceğimizi anlamıştık” sözleriyle gerçeği ortaya koymaktadır.
Bu işçinin sözleri, işçilerin birleşme zeminin emek ve onun çıkarları temelinde kolayca sağlanabileceğini,  sınıf dışı küçük burjuva sol akımların ve revizyonist geleneğin işçileri ilerici, gerici diye bölen yaklaşımlarının sermayeye hizmet ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Yine işçi bu sözleriyle bilincine vardığı andan itibaren işçilerin sadece kendilerine değil, sınıfın herhani bir bölüğüne/hakkına yönelen saldırılar için de mücadeleye atılabileceklerini kuşkuya yer vermeyecek tarzda göstermektedir. Yeter ki, işçiler gerçekler konusunda aydınlatılsın. Emek Platformu’nun çağrısıyla, ya da ondan bağımsız SEKA işçilerine, sendikalı, sendikasız pek çok işyerinde işçilerin çeşitli biçimlerde eylem yaparak verdiği destek hatırlansın.

B- Hareketin fabrika temeli, Emek Platformu ve yerel sendikal platformlar
SEKA direnişi, birliğin ve mücadelenin soyut sözlerle değil, somut talepler üzerinden sağlanacağını göstermekle kalmamış, tek bir fabrikada sağlam temellerde sağlanan birliğin bütün bir işçi-emekçi hareketini etkileyip yönlendirebileceğini de göstermiştir. Nitekim uzun dönem sonra, TEKEL işçileri, Kayseri EBK işçileri başta olmak üzere işçiler ve emekçiler SEKA direnişine sahip çıkmış, şu ya da bu yolla destek olmuştur. Eylemin etkileri, işçi ve kamu emekçileriyle de sınırlı kalmamış, bilim, sanat ve akademi çevreleri olmak üzere toplumun çok geniş kesimlerinin desteğini de alabilmıştır. Çünkü, SEKA işçilerinin fabrika temelinde sağladığı birlik diğer işçi ve emekçilerde (aydın kesimlerde de) cesaret duygusunu geliştirmiş, TEKEL işçileri örneğinde olduğu gibi “biz de böyle birleşirsek kazanırız” fikrini öne çıkarmıştır. Emek Platformu’nun merkezi ve yerel düzeylerde etkisiz tutumları karşısında başlangıçta SEKA işçileriyle dayanışma temelinde, ama ondan öğrenerek, kendi taleplerini öne sürerek (Adana, Malatya,  Tokat, Bitlis,  Batman’da, Kayseri, İzmir  vb. olduğu gibi) pek çok yerde yerel sendikal güçlerin birleşmeye yönelmeleri, işçi hareketi ve sendikal hareketin yerel, giderek merkezi düzeyde birleşme zeminlerinin neler olabileceğini bir kez daha göstermiştir. Bugün SEKA işçilerinin etrafında birleşildiği gibi, yarın TELEKOM, TÜPRAŞ, PETKİM, TEKEL’in özelleştirilmesine karşı; Uşak’ta tekstil, Antep Ünaldı’da dokuma, Çorum’da toprak işçilerinin sendikalaşma girişimleri gibi gelişmeler işçi hareketi ve sendikal hareketini birleşme zeminlerini oluşturacaktır.
Üzerinde önemle durulması gereken bir husus da eylemlerin giderek SEKA işçilerini desteklemekle sınırlı olmaktan çıkıp, herkesin kendi taleplerini de öne sürerek genişlemesidir. Bir diğer altı çizilmesi gereken şey ise, sermaye karşısında tüm toplumsal kesimleri birleştirecek tek gücün işçi sınıfı olduğunun SEKA direnişiyle bir kere daha görülmüş olmasıdır. Akademik çevrelerden köylü örgütlerine, kamu emekçilerinden, esnaflara kadar her kesimin SEKA eylemini sahiplenmesinin nedenlerinden biri de, uluslararası sermaye ve işbirlikçi kesimlerin ekonomik, politik saldırılarının öncelikle işçi sınıfı alanından dizginlenebileceği fikirinin SEKA direnişiyle bu kesimlerde uyanmış olmasıdır.
Bu durum, hem yerel Emek Platformları, hem de İstanbul Sendikalar Birliği (İSB) için öğretici olmalıdır. Defalarca yapılan tartışma, değerlendirme toplantılarının emek güçleri üzerinde yaratamadığı atmosferi, eğer SEKA direnişi yaratıyorsa, bu iş için samimi ve özverili bir çaba içinde olduklarından kuşku duyulamayacak olanların; bu örneği irdelemeleri ve sonuçlar çıkarmaları gerektiği herhalde anlaşılır olmalıdır. Bu tarz platformlar, birinci olarak mücadele gündemleri net olduğu; ikincisi, fabrika ve işletmeler temeline dayandığı, daha doğrusu tabanın iradesinin bir örgütleyicisi olduğu ölçüde amaçlarına ulaşabilecektir.  Yerel sendikal platformlar, emekçilerin genelini ilgilendiren sorunlarla yetinmeyip SEKA örneğinde olduğu gibi bir gelişme karşısında, ya da bir sendikalaşma ve hak mücadelesi veren fabrika işçilerinin talepleriyle/mücadelesiyle birleştiği, mücadele gündemini oluşturduğu ölçüde sınıf hareketinde ilerletici bir rol oynayabilecektir.

C- Sendika bürokrasisine karşı mücadele
İşçi hareketi ve sendikal hareketteki olumsuzlukların tek suçlusu olarak sendika bürokrasisini görmek yaygın görüştür. Bu konuda çuvallar dolusu sözler edilir, ancak, “yaşasın, kahrolsun”ndan ibaret kalan bu sözlerden sendika bürokrasisine karşı nasıl mücadele verileceği, daha doğrusu bürokrasinin nasıl alt edileceğine dair bir ipucu bulmak mümkün değildir. Elbette ki yaşananlarda sendika bürokrasisinin payı büyüktür. Ancak, sınıf içinde burjuvazinin uzantıları olan bürokrasinin uğursuz rolü tam da bu değil midir?
Yapılması gereken lafazanlık değil, bürokrasiyi etkisizleştirecek çalışmaları tabanda örgütlemektir. SEKA direnişi bu bakımdan da dersler sunmuştur. Direnişin başlangıcında, inisiyatif sadece sendika yönetimindeyken hükümetle yapılan görüşmeler denebilirse kapalı kapılar arkasında yapılır, işçilerin Türk-İş’i protestosu karşısında, Genel Başkan Ergin Alşan “burada ben varım. benim olduğum yerde siz konuşamazsınız” derken; süreç ilerleyip işçiler birliğini sıkılaştırıp inisiyatifi ele aldıktan sonra, aynı Alşan, SEKA’nın belediyeye devri oylaması sırasında basının ısrarlı soruları karşısında  “son söz işçilerindir, onların kabul etmediği bir şeyi bizim kabul etmemiz mümkün değildir” noktasına gelmiştir. Yine Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun SEKA’da toplanmasını sağlayan, EMEK Platformu’nu yetersiz de olsa eylem kararları almaya yönlendiren SEKA işçilerinin tabandaki birliği ve gücü olmuştur. Bu durum işçinin inisiyatifi ele aldığı koşullarda son sözü kendisinin söylemesinin önüne kimsenin geçemeyeceğini göstermektedir. SEKA işçileri bu noktaya, tabanda örgütlenerek tek bir işçiyi dahi dışta bırakmayacak esneklikle komiteler kurarak gelmişlerdir. Öyleyse, bürokrasi etkisiz kılacak çalşmaların başlayacağı yer fabrika ve işyerleridir. Fabrika ve işyerleri temelinde talepler etrafında birliğin sağlandığı yerde bürokrasi etkisiz kalacaktır.
SEKA direnişinin sunduğu veriler şüphesiz bunlarla sınırlı değildir. Ancak, sınıf bilinçli işçinin, dürüst sendikacının sermaye saldırılarına karşı ciddi arayışlara yöneldiği günümüzde, dikkatlerin taban çalışmasına yönlendirilmesi ve hareketin fabrika ve işyerlerinden başlayarak örgütlenmesi ihtiyacının çarpıcı biçimde bir kere daha görülmesi için bu kadarı bile yeterli sayılabilir.

SEKA’nın dersleriyle 1 Mayıs’a
1 Mayıs çalışmaları sendikalı sendikasız tüm işyerlerinde acil talepler öne çıkartılarak örgütlendiğinde, sermayenin saldırılarına göğüs gerecek bir birikim ortaya çıkacaktır. SEKA direnişi bunu göstermiştir. Bir yanda, “bayrak krizi” yaratılarak şovenizmin kışkırtılması suretiyle Türk-Kürt kardeşleşmesinin önünü alarak emekçileri ve halkı bölme girişimleri, diğer yanda ABD’nin Irak, İran, Suriye’ye yönelik talepleri –bu çerçevede İncirlik Üssü’nü keyfince kullanmak istiyor– ve bunlarla at başı giden özelleştirme, esnek çalışma, işçi kıyımı, düşük ücret dayatmalarını merkezine alan IMF’çi saldırgan ekonomi politikalarının hükümet tarafından fütursuzca uygulanmaya devam edilmesi hem 1 Mayıs’ta, hem de ardından gelecek günlerde emek cephesinin mücadele gündemini oluşturmaktadır. Bu koşullarda, sınıf bilinçli işçiye, dürüst sendikacıya ve sınıf partisinin üyelerine düşen görev, acil talepler etrafında bir aydınlatma ve örgütlenmeyi boydan boya emekçiler içinde örmektir; tıpkı SEKA’da olduğu gibi.

İşçi basını ve Seka

SEKA işçilerinin geçtiğimiz Ocak ayı içerisinde başlayan ve 51 gün boyunca göstermiş olduğu mücadele, işçi hareketi açısından incelenmeye ve sonuçlar çıkarmaya dönük birçok veri sunmuştur. Direnişin geldiği durum bir yana, SEKA’da başlayan ve sonra Tekel işçilerine yayılan eylemler, birleşik mücadelenin en önemli konularından birisinin hâlâ özelleştirmeler olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Daha direnişin ilk gününde sendika başkanının “direnişimiz her geçen gün büyüyecek” açıklamasının, bir ajitasyon ve motivasyon sözü olmanın ötesinde, gerçeğin bir ifadesi olduğu kısa zamanda herkes tarafından anlaşılmıştır. Tabii, burada, ’98 yılındaki direnişin ve bu direnişin ortaya çıkardığı deneyimlerin önemli bir  etkisi vardır. Böyle bir direnişin örgütlenmesi için gerekli en temel şey olan inanç olgusunun da, kaynağını ’98’deki direnişten aldığı şüphesizdir.
Bu yazımızda esas olarak, SEKA üzerinden, işçi basınının, bir direnişi ele alışı, ona desteği ve işçi mücadelesinin birleştirilmesi açısından taşıdığı önemi ve oynadığı rolü irdelemeye çalışacağız.

GAZETE VE İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİ:

Evrensel, yayın hayatına başladığı ilk günden itibaren, şu temel iddia ile yola çıkmıştır: “Sınıfın gazetesi olmak”, “işçi sınıfı ve hareketinin kürsüsü olmak”. Evrensel, sınıfın bir parçası olarak, her bir işçiye ulaşabilme, onun bilinçlenmesi ve mücadelesinde bir araç olarak kullanılması amacıyla 10 yıldır yayınını sürdürüyor. Kendini işçilerin gazetesi olarak ifade etmesi, sınıf tavrı olarak, tekil ve geri işçi eğilimlerini genelleştiren, sınıf kavramı bilgisinden yoksun bir kısım çevrenin, “Hangi işçinin? İşçiler Fanatik okuyor, Bulvar okuyor. Bu işçilerin mi gazetesi olacaksınız?” türünden hafifsemelerle yüz yüze geldi. Bu kesimler açısından, bir fabrikada patronun işçileri kötü koşullarda çalıştırmasının ve bu  sorunu bir işçinin kendi üslubuyla dile getirmesinin hiçbir önemi yoktu. Hatta gazete, böyle işçi haberleri ya da mektupları yayınlandığı için, işçi yaşamı kendisi için hiçbir şey ifade etmeyen küçük burjuva aydın tipleri tarafından küçümsendi. Sınıfın gazetesi olmak, onlara göre, sınıfa akıl vermekti! Evrensel, 10 yıl önce olduğu gibi, bugün de, sınıfa seslenen ve onların kürsüsü olabilen tek gazete olma özelliğini sürdürmektedir. İlk zamanlarda pek anlaşılamayan, hatta kimi sol kesimlerce küçümsenen bu temel iddia, özellikle sınıf mücadelesinin gelişmeye başladığı dönemler başta olmak üzere, bugün Evrensel’in işçi hareketi içerisindeki yeri ile birlikte daha anlaşılır ve somutttur.

GAZETE SEKA İŞÇİLERİ VE MÜCADELESİNİN HİZMETİNDE
Gazete, Kurban Bayramının 1. gününde fabrikaya kapanan işçilerin haberini “Hükümet SEKA’lıya bayramı zehir etti” başlığıyla duyurdu. Herkesin bayramlaşmak üzere, yakınlarına ve ailelerine gittiği bir zamanda, SEKA işçilerinin iş ve ekmeklerini savunmak için verdikleri mücadeleye dikkat çekiliyordu. Burada üzerinde durulan diğer bir konu, SEKA’ya yönelik saldırının, İslamcı bir siyasi geleneğe sahip AKP gibi bir parti eliyle gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Bu başlıkla, dini bayramları her vesileyle siyasi istismar ve rant sağlama aracı olarak kullanmayı ihmal etmeyen bu siyasi geleneğin, bu bayramda vereceği mesajların ne kadar sahte ve yalan olduğu, manşete taşınmıştı.
Nitekim, fabrikaya kapanan işçilerin eş ve çocukları -ki kendi ifadelerine göre, büyük çoğunluğu, son seçimlerde AKP’ye oy vermişti-, AKP il binasına yürüyüş düzenleyerek, gelen milletvekillerini protesto ediyordu.
Muhabirlerin yüz yüze geldiği işçilerin görüşleri haberleştiriliyor, hatta kimi zaman manşete taşınarak, işçilerin kararlılıkları tüm ülkeye duyuruluyordu.

DESTEK HABERLERİ ÖNE ÇIKIYOR
Direnişin başladığı ilk günden itibaren, SEKA işçilerine destek ziyaretleri gazeteye yansıdı. Destek ziyaretlerinin gazetede yer bulması, taşıdığı haber değerinin yanında, desteklerin artması, geliştirilmesi ihtiyacına dair mesajı da içeriyordu. SEKA işçileri açısından, mücadelede yalnız olmadıklarını hissetmeleri ve dayanışma bilincinin geliştirilmesi anlamlarını taşıyan bu destekler, bir yandan da, dost ve düşmanlarını anlamaları açısından önemliydi. Sendikalar, siyasi partiler ve kitle örgütlerinin yanı sıra aydın ve sanatçıların destek ziyaretleri, SEKA işçilerinin, o güne kadar, belki bir kısmının ismini bile duymadıkları yazar, şair ve sanatçıları, kendi ekmek kavgalarıyla gönül ve fikir birliği içerisinde olan bir kesim olarak tanımalarını sağladı. Ayrıca diğer illerde SEKA işçilerini destekleme amacıyla yapılan eylemler, toplantılar, dağıtılan bildiriler de, bu süreçte gazetede yer aldı. SEKA işçileri, yalnız işçi basını üzerinden, bu eylem ve etkinliklerden haberdar oldu. Bu haberlerden öğrendi, moral buldu, kendi mücadelesine ilişkin sorumluluk ve inancını tazeledi.

SINIF, HABERLEŞME ARACI OLARAK İŞÇİ BASININI KULLANMAYI ÖĞRENİYOR
SEKA işçilerine destek mektupları yollayan birçok işçi ve işçi grubu, bu mücadeleden neler öğrendiklerini, onlarla birlikte olduklarını sınıf kardeşleriyle paylaştılar. Daha önce de, çeşitli eylemler vesilesiyle, bu tarz işçi mektupları gazetede yer bulabiliyordu. Bu mektuplar, çoğunlukla, politik bir yönlendirmeyle yazılan ya da işçi görüşlerini yansıtan mektuplardı. Aynı tarihlerde kapatılma kararı alınan SEKA ve Bitlis TEKEL Fabrikası işçileri, kapatma kararına karşı eş zamanlı başlattıkları bu mücadelede, işçi basınını, bir deneyim aktarma, dayanışma ve haberleşme aracı olarak kullandı. SEKA işçilerinin Bitlis TEKEL işçilerine yazdıkları mektubun yayınlanmasından birkaç gün sonra, Bitlis TEKEL işçilerinin SEKA işçilerine destek mektubu yayınlandı. Sınıfın bu iki kesiminin, gazetenin en temel işlevini kendi şahıslarında gerçekleştirerek, gazeteyi bu amaçla kullanmaları, gazetenin, esas olarak, sınıfın harekete geçen bölükleri açısından daha da netlikle anlaşılabilir olma gerçekliğine de işaret etmektedir. SEKA işçileri, işçi basınını, bir yandan da, siyasi iktidara karşı cevap verdiği bir kürsü olarak kullandı. Hükümetin açıklamalarına karşı, SEKA işçileri imzalı iki mektup yayınlandı. İşçiler, doğrudan mücadele ettikleri siyasi iradeye karşı, bu kürsüden açıktan bir hesaplaşmaya girdiler.

İZMİT’TEN BİTLİS’E SEVGİLERLE
“Ekmeği ve emeği için direnen İzmit Seka işçisinin sevgi ve selamlarını iletiyorum bu mektupla.
Direnişinizin başarılı olmasını yürekten diliyorum. Birlik ve beraberliğinizi bozmadığınız, sendikal disipline uyduğunuz sürece, Bitlis halkını yanınıza alabildiğiniz müddetçe, başarılı olmamanız için hiçbir sebep yok.
Ama işiniz zor. Neden mi? Çünkü Bitlis’te işçi sınıfını temsil eden tek sizsiniz. İşçi olarak, sendika olarak il içinden destekçiniz olmayacak. Ama iyi yanı da, Bitlis’in tek fabrikası olması sebebiyle, Bitlis halkının size, direnişinize ve yuvanız olan fabrikanıza sahip çıkma mecburiyeti var.
İzmit ve Bitlis direnişlerinin mutlu sonla bitmesinden sonra üretim dolu, huzur dolu günlerde mektuplaşmak dileğiyle.
Yaşasın İzmit Seka Direnişi
Yaşasın Bitlis Tütün Direnişi
Yaşasın Tam Bağımsız Demokratik Türkiye Cumhuriyeti
Murat Beyhan
Seka İşçisi (İZMİT)” (25.01.2005)

BİTLİS TEKEL’DEN İZMİT SEKA’YA SEVGİLERLE
“Ekmeği, aşı ve işi için direnen Bitlis Tekel sigara fabrikası işçilerinden onurlu, dürüst, emeği için direnen SEKA işçilerine selamlarımızı iletiyoruz.
Bizler, Türkiye’nin en ucunda direnen, direnişini sadece ve sadece geleceği için, aşı ve işi için yapan işçileriz.
Şu an görüyoruz ki, Türkiye’mizde IMF’ye sadece Tekel ve SEKA işçisi direniyor. Buna diğer emekçi kardeşlerimizin de bir an evvel katılmasını bekliyoruz. Siz SEKA direnişçilerini kutluyoruz. Umuyoruz ki, direnişiniz başkalarına örnek olur. Bizler direnişimizden taviz vermeden yolumuza devam ediyoruz. İnanıyoruz ki, Bitlis ve İzmit direnişi mutlu sonla bitecektir. Allah Bitlis Tekel ve İzmit SEKA’ya yardımcı olsun. Yolumuz açık olsun.
Ayrıca Evrensel gazetesinin “okur yazar” köşesinde bizlere yazdığınız mektup bizlere güç verdi. Eğer gücümüzdeki direnç artmışsa, bunu siz İzmit SEKA’lı kardeşlerimize borçluyuz. Hepinizi seviyoruz. İnşallah yarınımız bugünden daha iyi olacaktır.
Yaşasın Bitlis Tekel Direnişi
Yaşasın İzmit SEKA Direnişi
Yaşasın Tam Bağımsız Demokratik Türkiye Cumhuriyeti
Tekel Bitlis sigara fabrikası işçileri” (27.01.2005)

MÜCADELENİN BİRLEŞME OLANAKLARI ARTIYOR
SEKA işçilerinin mücadelesine kamuoyu desteğinin giderek artması eğiliminin, özelleştirme kapsamındaki işletmelerdeki işçilerin mücadelesinin gelişmesinde de önemli bir etkisi oldu. SEKA işçilerinin fabrikayı işgal ettikleri bayramın ilk günü, Bitlis TEKEL işçileri de, fabrikaları önünde eylem yapıyordu. Yine, limanların özelleştirilmesine karşı çıkan liman işçileri, iş bırakma da dahil olmak üzere, çeşitli eylemler gerçekleştirdiler. Daha lokal düzeyde başlayan TEKEL işçilerinin eylemi, giderek genişleme eğilimini bu atmosfer içerisinde yakaladı. Adana, Malatya, Tokat TEKEL işçileri, bir yandan fabrikalarında eylemler yaparlarken, bir yandan da yereldeki üretici ve esnaf kesimi başta olmak üzere, birleşik mücadelenin diğer kesimleri ile birlikteliklerini geliştirmeye başladılar. Bu dönem, TEKEL işçilerinin mücadelesi ve talepleri ile SEKA işçilerinin mücadelesi ve taleplerinin ortaklaşma eğilimi güçleniyordu. “SEKA, TEKEL vatandır, satılamaz” çıkar ortaklığı bilinci, SEKA’ya devlet güçlerinin müdahalesiyle birlikte, daha somut bir dayanışmanın gelişmesine yol açtı. Adana ve Bitlis’te TEKEL işçileri fabrikalara kapanırken, Tokat’ta işçiler, fabrika önünde eylem yaptılar. İşçiler, SEKA’dan polis geri çekilene kadar eylemlerini sürdüreceklerini ilan ettiler. Tüm bu süreçte, bu eylemlerin birleşmesine dönük olanak ve tutumların gelişmesine yardımcı olan en önemli araç, hiç şüphesiz, yine işçi basını oldu.

GAZETE BİRLEŞİK MÜCADELEYİ TARTIŞTIRIYOR

Hareketin birleşme olanaklarının artmasına rağmen, Türk-İş başta olmak üzere, sendika bürokrasisinin durumu görmezden gelme tutumu, gerek köşe yazıları, gerekse işçi ve sendikacılarla yapılan röportajlarla gazetede tartışmaya açıldı. Başta özelleştirme kapsamındaki işletmelerde ve ilgili sendikalarda olmak üzere, mücadelenin bundan sonraki seyrine ilişkin tartışmalar, SEKA üzerinden haberlere taşındı. Tüm bu gelişmelere rağmen, Türk-İş, “SEKA lokal bir sorundur. Biz bu sorunu böyle ele alıyor ve çözmeye çalışıyoruz” diye açıklama yapıyordu. Nitekim Emek Platformu’nun 16 Şubat’taki genel eylemi, geçiştirilen bir eylem halinde örgütlendi. Ancak, SEKA’daki direnişin çözülmemesi ve TEKEL işçilerinin eylemlerinin giderek yükselmesi, sendika bürokrasisi üzerindeki baskıyı artırıyordu. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun SEKA’da yapılan toplantısında, dışarıda bir genel grev kararı bekleyen işçi ve ailelerinin de baskısıyla, 4 Mart’ta tüm yurtta işyerlerini terk etmeme kararı alındı. Şüphesiz, buradan hareketle, Türk-İş’in bu kararını işçi basınından çekindiği için aldığını iddia etmeyeceğiz. Ancak şu çok açık söylenebilir ki, o güne kadar işçilerin mücadelesinin ilerlemesi ve gelişmesi için tüm olanaklarını seferber eden işçi basınının, genel eylem fikrinin yaygınlaşmasında çok ciddi bir etkisi olmuştur. Nitekim 4 Mart eylemi, hareketin ihtiyacına göre geri bir eylem olmakla birlikte, işçi basını, bu eylemin daha güçlü örgütlenmesinin önemine işaret etmiştir.

EYLEMİN SONA ERMESİ VE İKİ TUTUM
Hükümet ve sendika yetkililerinin görüşmeleri sonrasında ortaya çıkan SEKA’nın Kocaeli Büyükşehir Belediye’sine devredilmesi “formülünün” işçiler tarafından büyük çoğunlukla kabul görmesi üzerine, imzalanan protokol ile eylem sona erdirildi. Oylamada “evet” diyenler de dahil olmak üzere, hiçbir işçinin, Hükümetin zaman kazanmak ve sorunu üzerinden atmak istediğinden kuşkusu yoktu. İşçilerin bu öneriyi kabul etmelerini, burjuva medya, yeni bir saldırı aracı olarak kullandı. “İşçiler SEKA’yı sattı”, “Tek dertleri işmiş” başlıklı yazılar yazıldı. Kendine “solcuyum” diyenlerin belirli bir bölümü ise, “biz söylemiştik” diyerek, burjuva yorumcularla aynı saflarda yer aldılar. En ileriye giden küçük burjuva solcuları bile, “yenildik, ama mücadele ederek yenildik” derken, “SEKA’da yeni dönem” başlığıyla gelişmeyi duyuran işçi basını, bir yandan Hükümet’in bundan sonraki amacına dikkat çekerken, bir yandan da sonuç olarak, işçilerin yıllardır yapılamayan bir şeyi başardığını, siyasi iradeye geri adım attırdığını vurgulayarak kazançlara dikkat çekiyor ve mücadelenin bundan sonra çok şeye gebe olduğuna işaret ediyordu.

DÜNYA GÖRÜŞÜNÜ ÖĞRENME ARACI OLARAK İŞÇİ BASINI
İşçi basını, yalnızca işçi haberlerinin yayınlandığı bir gazete değildir. İşçi basını, işçi sınıfının dünya görüşünün yaşam ve mücadele içindeki en basit biçimleriyle görülebildiği, anlatıldığı, politikadan sanata, mizahtan günlük yaşama kadar her alanda kendi alternatif bakışını anlayabilmenin de aracıdır. Yine işçi hareketi ile bilim dünyasının bağını kurmanın da en kestirme olanağı, işçi basınıdır. Direnişteki işçilerin taleplerinin bilimsel araştırma ve görüşlerle desteklenmesi, bir yandan işçilerin taleplerini daha güçlü kılarken, bir yandan da bilim dünyasıyla işçi mücadelesi arasında dolaysız bir bağ kurulmasını sağlamaktadır. Nitekim bu süreçte, özelleştirme ve SEKA gerçeği üzerinden bir çok akademisyenin yazıları, röportajları yayınlandı. Şüphesiz bu yazılar, direnişteki işçilerin bilgi ve donanımının daha da gelişmesini sağladı.
Bununla beraber, işçi basınının, işçilere, kendi sınıf kültürünü tanımaları, sanat ve edebiyata ilgilerinin artmasını sağlama amacı da vardır. Sınıfın kendi kültürünü tanıma olanakları ise, esas olarak, sınıf, mücadele içerisindeyken artmaktadır. Başlangıçta çok basit taleplerle başlayan bir mücadele, süreç içerisinde, sınıfın, kendi dışındaki dünyada ne olup bittiğini anlama ve öğrenme isteğini artırmaktadır. Barikatın önündeki işçi, artık, kendisini kuşatan dünyaya karşı daha güçlü olma ihtiyacını duyar. İşte bu noktada işçi basınının kültür sayfasının da hareket halindeki sınıfa ve mücadelesine dikkatini yöneltmesi önemlidir. En dolaysız biçimde sınıfa kendi kültürünü tanıma ve öğrenme olanağının perdesinin aralanması, özellikle bu günlerde tayin edicidir. İşçi sınıfı kültürünün egemen olmadığı koşullarda, çoğunlukla burjuva kültürü ile hesaplaşmakla sınırlı kalınan bu alanın, hareketin gelişme dinamikleri gözetildiğinde, sınıfın kendi kültürünü anlayabilme olanaklarının ortaya çıktığı durumlarda azami ölçüde değerlendirilmesi ihtiyacı artmaktadır.

SONUÇ YERİNE
Özelde SEKA direnişi üzerinden işçi basınının bugün geldiği durum, ortaya çıkış amaçlarından bir bölümünün hayat bulması açısından önemli ve sevindiricidir. Tabii ki, işçi basınının nasıl geliştirileceği, bir örgütlenme aracı olarak nasıl kullanılacağı üzerine çokça yazılmasına rağmen, bu açıdan hâlâ önemli eksiklikler mevcuttur. Bu eksikler giderildiğinde, işçi basınının, işçi sınıfı mücadelesinin güçlendirilmesine ne kadar büyük bir katkı sunduğu ve sunacağı daha iyi görülecektir.

Newroz kutlamaları ve Kürt halkının özgürlük arayışı

Newroz’u görkemli kutlamalarla geride bıraktık. Ancak yarattığı etkinin ve gösterdiklerinin daha uzun süre tartışılıp değerlendirileceğini belirtmek gerekiyor. Zira, Newroz, hem Kürt halkının süren mücadelesinin gelişim yönü, hem de egemen sınıfların hesapları bakımından önemli veriler sunmuştur.
Her şeyden önce, Newroz kutlamaları, Kürt demokratik hareketini de şaşırtacak veriler sunmuştur. Kürt halkı, işçi emekçi, genç ve kadınlar; birçok gelişmenin, içten ve dıştan baskıların yarattığı sorunları kendi usulünce çözmüş ve birleşik mücadele kanallarını genişletmiştir. Demokratik Kürt hareketinin mücadelenin sorunlarını karşılamada gösterdiği ürkeklik, liberalizm, hesap ve öngörü yetersizlikleri, halk tarafından açık ve eylemli olarak ortaya konmuş ve tutulması gereken yol, daha önce de defalarca olduğu gibi, bir kez daha gösterilmiştir. Görülmüştür ki, askeri cenahtan Newroz öncesi savrulan tehditler, hükümetin baskıcı tutumu, valilerin yasaklama kararları, ‘W’ye ilişkin ve diğer tüm engeller, kışkırtıcı propaganda ve türlü hesaplar Kürt halkının özgürlük tutkusuna ket vuramamış ve ona engel olamamıştır. Kürt halkı, duygu, özlem ve eylemleriyle, Newroz’a yüklediği anlamı bir kez daha çok yalın olarak ve büyük bir olgunlukla açığa vurmuş; efsanede dile getirildiği üzere, zalim Dehak’a karşı mazlum Kawa’nın özgürlük tutkusuyla, tutsaklığı parçalamak arzusuyla alanlara çıkmış ve demokratik bir Türkiye, eşit haklar ve özgür bir yaşam isteğini ortaya koymuştur.
Rahatlıkla söylenebilecek olan, Kürt halkının, bu Newroz’la, üzerinde yükseleceği halkçı ve demokratik zemini güçlendiren bir birikim yarattığıdır. Halkın demokratik ve halkçı taleplerde yoğunlaşması, meşruiyet ve kendisine olan güveni artarak devam ediyor. “Kürt halkı yoruldu”, ‘Kürt hareketi dağılıyor’ ya da ‘yenilgi’ söylemleriyle, bu yönde hesap, öngörü ve beklenti içinde olanlar; Türkiye egemen sınıfları, ABD, AB, uzlaşmacı, işbirlikçi Kürt çevreleri, emek ve halk düşmanı güçlerin hesapları, birinden diğerine, kursaklarında kalıyor. Kürt halkı, Newroz kutlamalarıyla, demokratikleşme mücadelesini daha da ileri taşımak istediğini gösterdi. Özellikle genç kuşak; işçi, işsiz, liseli, üniversiteli gençlik ve orta yaş kuşağı kutlamalara damgasını vurdu ve mücadele bayrağının genç kuşakların elinde, ‘emin ellerde’ olduğunu gösterdi. Süren mücadelede, halkçı ve demokratik damarın ne denli güçlü olduğu, Newroz’la bir kez daha görüldü. Gelişmenin yönü ileriye doğrudur; ve bu, Türkiye’nin demokratikleşmesi, siyasal hak ve özgürlüklerin kazanılması, devrim ve sosyalizm davası için önemli bir kazanımdır. Bu, geleceğin kazanılması mücadelesini güçlendiren önemli bir dayanaktır.
Kürt halkı, 2005 Newrozu’nda, Ortadoğu’yu bölüp parçalamak, halkları birbirine karşı kışkırtarak boğazlatmak isteyen emperyalizme, yoksayıcı, baskıcı Türk milliyetçiliği, ırkçılık ve şovenizme, Kerkük, Musul ve diğer sorunlar üzerinden yaratılmak istenen provokasyonlara karşı, “ilkel” milliyetçiliğe uzak durup pirim vermeden, halkların kardeşliği talebiyle ve mücadele tutumuyla alanlara çıktı. “Savaşa geçit vermeyeceğiz” şiarı etrafında birleşen Kürt halkı, Türkiye egemen sınıflarının şiddet politikalarına, savaş naralarına, operasyonlara, çatışmayı körükleme ve halkları birbirine kırdırma hesaplarına karşı, Newroz’u, halkların barış ve kardeşlik bayramı olarak kutladı.
Newroz kutlamaları, AB’nin Kürtler üzerinde oynamak istediği hesapları bozacak güç ve eğilimi ortaya çıkardı. AB ve Türkiye’nin Kürtler üzerinden yaptıkları hesaplara alet olmayacağını halk ortaya koydu ve demokratik Kürt hareketinin sözcüleri bunu ifade ettiler. Newroz kutlamaları, Kürt sorunun çözümünün, AB, ABD ve başkaca bir güçten gelmeyeceğine, halkın kendi gücüyle, ezilen ve sömürülen kardeş halkların ortak mücadelesiyle gerçekleşeceğine dair güçlü mesaj ve yönelimleri belirgin kıldı. ABD karşıtlığının arttığı Türkiye halkları arasında Kürt ve Türk kardeşliğini güçlendirmenin güçlü dinamiklere işaret etti. ABD karşıtlığını Türk milliyetçiliğine, “Kızıl Elma”cılığa bağlamanın doğru olmadığını, Kürt ve Türk halklarının ortak değerlerde buluştuğunu gösterdi. Kürt sorununun dışarıdan kışkırtmalarla gündeme dayatıldığı, ‘kökü dışarıda güçlerin kışkırtması’ olduğu yalanı, Newrozu’nu milyonların bayramı olarak kutlayan halk tarafından bir kez daha deşifre edildi. Newroz, Kürt halkının, her parçada yaşayan özgürlük özlemiyle dolu kardeşleriyle dayanışma içinde olmak istediğini ortaya koyarak; emperyalizmin oyunlarını boşa çıkarma güç ve potansiyelini açığa çıkardığı gibi, ABD ve Türkiye’nin Barzani ve Talabani üzerinden gerçekleştirmek istedikleri hesapların tutmayacağını gösterdi. Kuşkusuz bölge halklarıyla kardeşçe ilişkiler, emperyalizm, bölge diktatörlükleri ve gerici yönetimlerinin hesaplarına dikkat etme ve uzak durma ve bu hesapları bozma tutumunu da kapsayan anlamlarıyla, savaş karşıtlığı ve halkların kardeşliği vurguları, kutlamaların tayin edici unsurlarıydı.
*
Türkiye metropollerinde ve Bölge’de geçmiş yılların en kitlesel kutlamalarını yaşadık. Son 30 yılın en kitlesel, ve aynı zamanda, talepleri ve iddialarıyla, halkın gidişe müdahalesi bakımından en kayda değer kutlaması gerçekleşti.
Örneğin, Özgür Gündem’de, Delil Karakoçan, “Ne devletten yana, ne de Kürt demokrasi güçlerinden yana böyle bir beklenti vardı.”  değerlendirmesi yapmaktadır. (Ülkede Ö. Gündem, 27.03.2005) Ancak belirtmek gerekir ki; bu durum ve gelişme sınıfın partisi tarafından öngörülmüştü. Gelişmenin yönünün ileriye doğru olduğu ve bu yılki kutlamaların, geçen yılları aşarak, demokrasi, barış ve kardeşlik mücadelesini üst boyuta taşıyacağına dair veriler fazlasıyla mevcuttu ve bu mutluluk vericidir. 
Newroz’un bu yıl her zamankinden daha kitlesel ve amacına uygun kutlanacağına dair veriler şunlardı:
– Bölgedeki gelişmeler, ABD emperyalizminin Irak’ta içine girdiği çıkmaz, ABD emperyalizmine ve Irak işgaline karşı gelişen halk tepkisi, sanılanın tersine, özellikle Türkiye’de, Kürt halkının ve hareketinin önünü açmaktaydı.
– 17 Aralık süreci, AB emperyalistlerinin gerçek yüzünü daha ileriden açığa çıkarıcı rol oynamıştı.
– Türkiye egemen sınıflarının işçi ve halk düşmanı, IMF ve Dünya Bankası emir-kumandalı politikaları ve bunun yarattığı tahribat, bütün halkların, bu arada Kürt halkının emekçi ve yoksullarını ayağa kaldırıcı içeriğe sahipti.
– AKP’nin halk nezdinde itibar yitimi ve kendi içinde dalaşmalar yaşaması, ona yönelik beklentileri giderici ve ön açıcıydı.
– Özelleştirme ve yağma politikalarına karşı İzmit SEKA işçilerinin 52 gün süren ve bir işçi ve emekçi şölenine, SEKA-Bitlis TEKEL işçilerinin mücadeleci birliği üzerinden Kürt-Türk işçi dayanışması ve ortak eylemine dönüşen direnişi, TEKEL işçilerinin tutumu ve diğer KİT’lerdeki mücadele isteği; hareketlendirici, cesaret verici ve gelecek umutlarını besleyiciydi.
– Henüz cılız da olsa topraksız köylülerin toprak talebi ve toprak reformu isteği, üretici köylülerin hareketi ve Malatya ve Tokat Mitingleri’nde yansıyan işçi sınıfı mücadelesiyle birleşme potansiyeli, aynı şekilde, önemliydi.
– Tarım işçileri içinde mayalanmakta olan mücadele ve örgütlenme isteği, görmezden gelinemezdi.
– İşsizlik ve sefaletin boyutu ve biriken öfke, sendikasız ve sigortasız çalışan milyonlarca Kürt ve Türk işçinin, asgari ücretlinin tepkisi ve örgütlenme isteği, hareketi ve yükselişini beslemekteydi.
– Kamu emekçileri alanındaki gelişmeler, emekçi kadınların yaşadığı, cins, sınıf ve ulusal kaynaklı baskı ve şiddete karşı mücadele potansiyeli, gençliğin üniversitede karşılaştığı baskı, şiddet ve bilimsel eğitim arayışı, üniversiteye girme arayışında perişan düşmüş ve gelecek kaygısı içindeki işsiz gençliğin arayışı, yine ileriye doğru gelişmenin dayanaklarıydı.
– Bir bütün olarak Türkiye halkını, ama fazlasıyla, Kürt halkını, gençliği ve kadınlarını da işsizlik, eğitimsizlik, sağlıksızlık içinde bunaltan iktidarın ekonomik, siyasi, askeri her alanda süren baskı ve şiddet politikalarının yarattığı birikim yaygın tepkileri besliyordu.  
– Yetersiz de olsa, demokratik hareketin kazanımları olarak elde edilen Kürtçe’nin az-çok serbestçe konuşulabilir olması, kursların açılması ve radyo-TV yayınları, eski DEP’lilerin zamanından önce serbest bırakılmaları ve –önü kesilmeye çalışılsa da, engellenemeyen– resmi Avrupa platformlarına kadar uzanan toplantılara katılım ve siyaset yapma olanağı vb., Kürt halkı ve hareketinin eskisi gibi yoksayılamaz olması, belirli bir düzeyiyle yakalanan meşruiyetin göstergeleri olduğu kadar, kuşkusuz ön açıcıydı.
– Newroz öncesinde gerçekleşen sokak eylemleri, miting ve gösteriler de, yine, kutlamaların güçlü ve gelişkin olacağına gönderme yapmaktaydı.
Kürt ve Türk işçi sınıfı ve emekçi halkının partisi olarak örgütlenen devrimci işçi partisi, gelişmenin yönünü görerek, propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmalarını buna uygun belirlemiştir. Kürt ve Türk işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden işçi sınıfının devrimci partisi; Kürt sorunun gelişim yönünün işçi ve emekçi karakterli olduğunu saptamış ve dikkatlerini –öteden beri– buraya yöneltmiştir. Sınıf partisi, dünyada, Ortadoğu’da, Türkiye’de ve Kürt sorunu kapsamındaki gelişmeleri dikkatle izlemekte ve sonuçlar çıkarmaktadır. Türk ve Kürt işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden işçi sınıfı partisi, bu kapsamda, olanaklarını Kürt halkının özgürlük mücadelesi için seferber etmekte ve giderek daha fazla araçla sürece müdahale etme arayışını sürdürmektedir: Örneğin, Bölge Örgütü Konferansı’nda yapılan değerlendirmeler ve varılan sonuçlar üzerinden sınıfın partisi, günlük işçi basının rolünü bir kez daha vurgulamış ve 21 Mart günü Bölge baskısına geçerek, yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılamak üzere, yeni düzenlemeler yapmıştır.
Yine, Kürt sorunun giderek sermaye güçlerinin elinden çıktığını, çözüm yeteneğini kesinlikle elinde bulunduran işçi ve emekçilerin, Kürt sorununu çözmek üzere, eskisinden daha ileri düzeyden, emperyalizme, sermaye ve gericiliğe karşı mücadeleye yönelmekte olduğunu tespit eden sınıfın partisi, giderek, buna temel teşkil eden koşulların genişlemesine ve daha elverişli hale gelmesine dikkat çekmiştir.
12-13 Mart tarihlerinde Merkezi Konferansı’nı tamamlayan Kürt ve Türk işçi sınıfının devrimci partisi, şu saptamada bulunmaktadır: “Ortadoğu’da ve Türkiye’de yaşananlara bağlı olarak, Kürt sorununun demokratik halkçı temelde çözümü için mücadele güncelliğini ve aciliyetini sürdürmektedir. Partimiz, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı kayıtsız ve koşulsuz savunmakta, Kürtlerin dil, kimlik, kültür ve diğer demokratik taleplerinin kabul edilmesini, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin vazgeçilmez bir parçası olarak görmektedir.
Bu anlayışla Konferansımız, Kürtlerin demokratik talepleri için mücadelenin ilerletilmesi ve Türk ve Kürt milliyetinden işçi ve emekçi sınıfların bu temelde mücadeleye seferber edilerek, kardeşlik duygularının güçlendirilmesinin önemini bir kez daha vurgulamıştır. Konferansımız, bütün parti örgütlerimizin, Türk kökenli işçi ve emekçilerin Kürt sorunu konusunda aydınlatılması ve eğitimi için çok yönlü bir çalışma sürdürmesi ve bu konuda her olanağı değerlendirmesinin zorunluluğuna dikkat çekmiştir. Partimiz, Kürt ve Türk halkından işçi sınıfının partisi olarak, Kürt halkının durumunu ve karşı karşıya bulunduğu sorunları aşmayı kendi asli sorunu saymaktadır. (…)
İşçi hareketiyle Kürt hareketinin birleşmesi, demokratik anti-emperyalist mücadelenin bu iki temel gücün birleşik mücadelesi olarak ilerlemesi bir zorunluluktur. Buna bağlı olarak, Kürt demokratik hareketinin, anti emperyalist mücadelenin bir bileşeni olarak ilerlemesi için sürdürdüğümüz ortak çalışmalar devam edecektir.”
Devrimci sınıf partisi, Kürt halkının mücadelesinin gelişim yönüne işaret etmekle kalmamış, diğer tüm sorumluluklarıyla birlikte, Newroz kutlamalarında da sapmaz bir tutumda ısrar etmiş, birleşik hareketin yaratılması için çaba sarf etmiştir.
Bu çerçevede, Irak’ın işgalinin yıldönümü olan 19 Mart eylemlerinin Newroz kutlamalarıyla birleştirilmesi için yürüttüğümüz çabalar sonuç vermemiş, bir gün arayla iki ayrı eylem düzenleme zorunluluğunun üstesinden gelinememiştir. Kürt demokratik hareketi, anlaşılır bir nedenle, Newroz hazırlıkları içinde olması nedeniyle, en azından belirli bir katılım sağlayabileceği 19 Mart Irak işgalini protesto mitingine katılmamıştır. Burjuva, küçük burjuva ‘sol’ çevreler ise, Newroz’u doğru değerlendirememiş ve geri bir tutum almışlardır. ÖDP, TKP ve diğer ‘sol’ ve ‘sosyalist’ etiketli gruplar, Kürt sorunu karşısında, Türkiye egemen sınıflarının, şovenizmin etkisinden kurtulamadıklarını ve tutarsızlıklarını, bu süreçte bir kez daha ortaya koymuşlardır. İstanbul’da, 19 Mart Mitingini bir bahane olarak kullanan bu çevrelerin, Newroz kutlamalarında takındıkları tutum, bu akımların işçi sınıfı ve halkın davası karşısındaki samimiyetsizliklerinin göstergesi olmuştur.
Sınıfın devrimci partisi, İstanbul başta olmak üzere, Irak’ın işgalinin yıldönümü olan 19 Mart’ta gerçekleşen tüm miting ve etkinliklere katılmış, geniş katılım için tüm güçlerini seferber etmiş, ancak Newroz’un Kürt halkının özgürlük mücadelesindeki rolünün de bilinciyle hareket etmiştir. Newroz’un Kürt, Türk tüm Türkiye halklarının ortak mücadelesinde önemli bir dönemeç olduğu ve buna uygun ele alınması gereğinden hareket eden işçi partisi, Newroz kutlamaları için tüm olanaklarını seferber etmiş, bu süreci, demokratik Kürt hareketiyle birlikte örgütlemeye yönelmiştir. Burjuva, küçük burjuva parti ve akımlar, ‘sol’, ‘sosyalist’, ‘komünist’ çevreler ise, halk güçlerinin birleştirilmesi yerine, ‘kendi bayraklarını dalgalandırmanın aşkıyla, ayrı ayrı alanlarda “toplanarak” ya da hiç katılmayarak ‘devrimci duruş’ sergilemişlerdir. Bu sözde solcu gruplar, hem 19 Mart mitingi, hem de Newroz’da halka ve geniş işçi yığınlarına “bulaşmama”nın yeni örneklerini vermişlerdir.
ÖDP, TKP vb. çevreler, bu yıl, ‘Kızıl Elmacı’ların rüzgarından etkilendiler. Newroz kutlamalarına ya hiç katılmayarak ya da ‘temsili heyetlerle’ günü kurtarmaya çalıştılar. Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini haykırmasından, sembol ve sloganlarıyla eylemlere katılmasından rahatsız olan ve ürken bu çevreleri, Kürt halkının mevcut statüsünün değişmesi için süren mücadele fazlaca ilgilendirmemektedir. ÖDP, AB’nin Kürt sorunundaki önermelerini aşmayan bir tutum sergilerken; TKP, sözde AB’ye karşı, emperyalizm karşıtı amansız mücadeleci kesilirken, Kürt halkının dil, kimlik, kültürel haklar ve siyasal özgürlükler mücadelesini yok saymakta, gerçekte, AB üyeliği kapsamındaki gelişmeleri yeterli bulmakta ve geri kalan talepleri sosyalizme havale ederek işin vebalinden “kurtulmakta”dır. Kürt halkının taleplerini istismar eden AB ve genel olarak emperyalizmin taktikleri karşısında, Kürt halkının taleplerinden uzaklaşmakta, inkarcı ve asimilasyoncu platforma düşmektedir. Dahası bu parti ve akımlar, iki halkın ortak mücadele olanaklarını, işçi ve emekçi hareketindeki gelişmeyi ve yükselme eğilimindeki hareketi sabote eten tutum ve davranışlarda ısrar etmektedirler. Bu çevreler, ‘sağ’cı ve statükocu anlayışlar karşısında eğilmekte, dahası, bu çevrelerle birlik ve ittifaklar kurarak hareket etmekte; ama, sendikaların bileşiminde, Emek Platformu’nda, çeşitli ittifak ve eylemlerde, Kürt halkı ve Kürt demokratik hareketinin varlığından ve temsiliyetinden rahatsız olmaktadırlar. Diğer bazıları ise, ‘Devrimci Newroz kutlamaları’ düzenleyerek, halkın devasa birikimine ve yönelimine sırt çevirmektedirler.

GELİŞMENİN YÖNÜ, BAYRAK PROVOKASYONU, TÜRK VE KÜRT İŞÇİ SINIFININ DEVRİMCİ PARTİSİNİN TUTUMU
Özgürlük Dünyası’nın Nisan 2005 sayısında (sayı no: 155) gelişmenin yönü ve Newroz kutlamalarına ilişkin saptamamız şöyleydi:
“Dolayısıyla, bu Newroz, (…) Kürt halkının özgürlük ve demokrasi taleplerinde daha da ilerlediği, dahası egemen sınıfın tüm şiddet, inkar ve halkları düşmanlaştırma tutumuna rağmen, Newroz’un barış ve kardeşlik bayramı olarak kutlanmasında mesafe alınacağını gösterecektir.”
Kutlamalar bunu gösterdi. Ancak Türkiye burjuvazisi ve sömürü ve baskı aygıtından beslenen egemen sınıfların belirli fraksiyonları, gelişmenin yönünü görerek, Newroz’un ortaya çıkardığı durumu provoke etmek için atağa kalktılar. Kürtlerin yüz yıla yaklaşan ulusal kölelik ve esaret koşullarından kurtuluş mücadelesinin ve ötesinde Kürt halkının karşısına Türk halkını, Türk işçi sınıfını, Bayrağı ve ulusal bağımsızlığın simgelerini seven ve sayan güçleri çıkarmak için harekete geçtiler. ‘Bayrak Operasyonu’, yıllardır süren ve giderek güçlenen demokratik hareketin, kardeşleşme ve ortak mücadelenin yönünü değiştirmek, Newroz’un Kürt halk hareketine, Türk-Kürt kardeşliği ve halk güçlerinin birleşik mücadelesine sunduğu katkıyı etkisizleştirmek üzere, iki çocuğun bayrakla oynaması sağlandıktan iki gün sonra devreye sokuldu.
Türk bayrağının, Türk ve Kürt halkı ve tüm Türkiye halkının ‘Kurtuluş Savaşı’, ‘emperyalizme karşı mücadele’, ‘İşgale edilmiş toprakların kurtuluşu’ adına sahip olduğu değerleri pazarlamak ve egemenliğine malzeme etmekte olan işbirlikçi ve emperyalizm uşağı egemen sınıflar, belirli fraksiyonlarının gerçekleştirdiği ‘Bayrak Provokasyonu’nu, halkları birbirine karşı safa sokmak üzere kullanmak istediler. Oysa, Newroz Bayramı kutlamalarının gerçekleştiği 60 kadar merkezin hiçbirinde, demokratik halkçı duruşu lekeleyen bir tutum görülmemiştir. Çatışmanın yoğun olarak yaşandığı yılların yarattığı psikolojik ortamının, köylerin yakılıp yağmalanmasının, hemen her gün taşınan cenazelerin ve diğer etkenlerin beslediği gerginliğin daha az olduğu koşullarda, demokratik Kürt hareketinin, ilkel milliyetçilik, ırkçı ve şoven yaklaşımlar karşısında sürdürdüğü çabanın da katkısıyla, Kürt halkı, ırkçılık ve şovenizmin beslediği tüm uygulamalara rağmen, olumlu bir duruş sergilemektedir. Ulusal talepli hareketler bakımından, bu, fazlasıyla önemsenmesi gereken bir durumdur, ve bir yönüyle, ürküntü duyulup tersine çevrilmek istenen de budur.
Bölgede yapılan ve geçmiş yılları birkaç kat aşan kutlamaların hiçbirinde Türk halkının değerlerine yönelik bir saygısızlık olmamıştır. Devletten, polis ve silahlı güçlerden gelen baskılara karşı direnme tutumu, hiçbir zaman Türk halkına karşı bir düşmanlığa varmamıştır.
Ancak, başta Türk ve Kürt halkı olmak üzere, tüm Türkiye halkının ortak kazanımı olan ‘Kurtuluş Savaşı’nın, diğer halkları ve onların mücadelesini yok sayarak, ‘Türk Kurtuluş Savaşı’ olarak görülmesi, ülke sembollerinin Türk sembolleri olarak ve diğer halkları inkar ve baskı altına almanın malzemesi olarak kullanma tutumu, “Bayrak Operasyonu” ile bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. Kürt halkı ‘Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rol oynamış; Maraş, Antep, Urfa gibi cephelerde ise, büyük kahramanlık göstermiştir. Ancak ‘kurtuluş Savaşı sonrasında, halkları, ulusları ve onların ulusal değerlerini genç cumhuriyeti tehdit eden ögeler olarak gören egemen sınıflar, Türk milliyetçiliğine sarılmışlardır. Kürtlerin ulusal simgeleri, renkleri ve diğer sembolleri yakılmış, Kürtçe isimler yasaklanmış, hayatın doğal akışı ve yüzyıllardır süren yaşam ırkçı ve şoven bir yaklaşımla alt üst edilmiştir. Kürt halkı semboller ve kültürlerine yapılan saygısızlıkla yaralı bir halk olmasına rağmen, Türk halkının duygu ve düşüncelerine, sembol ve değerlerine karşı saygıyı elden bırakmamıştır. Kurtuluş savaşının sağladıklarına ve onun yarattığı ortak değerlere de saygılıdır. Ancak bu, kuşkusuz, Kürt halkının tarihi, kültürel birikimi ve onun şekillendirdiği sembolleri ve bugün kazanmak istediği özgürlükleri sembolize eden simgelere sahip çıkmayacağı anlamına da gelmez, gelmemektedir.
Her şeyden önce, Türk bayrağının gerici, ırkçı ve faşist güçler tarafından ilerici, devrimci, sosyalist ve demokratik güçlere karşı hangi amaçlarla kullanıldığı bilinmez değildir. Örneğin 12 Eylül zindanlarında sosyalist ve demokratlara, “bayrak” adına işkence edilmiş, zorla İstiklal Marşı söyletilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla baskı aracı olarak ve gericiliğin aleti kullanma, yalnızca Kürt sorununa dair ve Kürt karşıtlığıyla sınırlı değildir; ancak bu yönlü istismarının daha köklü ve geniş bir temele sahip olduğu da kuşkusuzdur. Bu bakımdan, Türk Bayrağı’nı Kürtlerin sembollerini yok sayma vesilesi etme ve burjuvazinin geniş halk yığınlarını peşine takma hesabının aracına dönüştürme tutumu karşısında, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerin partisi, elbette ki, açık ve aleni tutum alacaktır.
Ufukları ulusal dava ve ulusallıkla sınırlı olmamakla ve enternasyonalizmi benimsemekle birlikte, bağımsızlık ülküsü, anti-emperyalist mücadele ve ulusal değerlerin savunucusu ve mirasçısı olan sosyalistler, her halkın ulusal değerlerine saygı gösterirler. Hiçbirinin sembol ve değerlerini diğerinden üstün tutmazlar ve birine karşı diğerini kutsamazlar. Ancak burjuvazinin bu değerleri gerici amaçları uğruna kullanması karşısında kayıtsız kalmaz, işçi sınıfı ve emekçileri burjuvazinin peşine takacak her türlü girişime karşı dururlar. Burjuvazinin ‘ulusal’ sembolleri kullanarak, işçi sınıfı ve halkı esir alma ve birbirine düşürme yönelimleriyle mücadele eder, işçi sınıfının ırk, cins, ulus ayrımı gütmeyen birliğini ve ortak değerlerini yüceltirler. Ancak bu enternasyonalist tutumları, ulusallığı ve ulusal değerleri yoksayma ya da onlara saygısızlığı içermediği gibi, tersine, bu değerleri savunma ve dayanak edinmeyi gerektirir.
“Bayrak Operasyonu” ise, Kürt halkının emek eksenli taleplerine uzak olmayan demokratik hareketinin gelişiminin, Türkiye halkının birleşik hareketinin bir parçası olma çabasının sabote edilmesidir.
Kürt halkı, 20 ve 21 Mart tarihlerindeki Newroz kutlamalarında egemen sınıfları, ırkçı ve şoven güçleri ürküten bir tablo sunmuştur. Türk ve Kürt kardeşliğine, ortak mücadeleye, emperyalizme, baskıya, zulme, şiddete ve her türlü düşmanlaştırmaya karşı mücadele ve direniş ateşiyle dolu olan Kürt halkının tutumundan korkunun sonucu olarak, provokasyon gündeme alınmıştır. Gerici güç odakları, gelişmenin yönünden fazlasıyla rahatsız olduklarından, bugüne kadar genellikle cesaret edemedikleri simgelerle oynamayı göze almışlardır.
Aslında 12 ve 14 yaşındaki iki çocuğun eline zorla verilen ve provatörlerce teşvik edilen bayrağın yakılması gerçekleşmemiştir. Olayın medyayı yansımasından sonra, hem Kürtler hem de Türkler, tüm Türkiye halkı, olgunlukla, halklardan beklenen tutumu sergilemiştir. Hazmedilmeyen budur! Genelkurmay kaynaklı açıklama ile adeta düğmeye basılmış ve ırkçı, şoven güçler harekete geçmiştir. (Dipnot: Provokasyonun, “derinliklerde” ve “su üstündeki” belirli ırkçı, şoven gerici fraksiyonların “işi” olduğunu, ancak yine de belirli yaygınlaşmasının sağlandığının belirtileri az değildir: İki gün egemenlerin sözcülerinin, hükümetin, medyanın vb. yaklaşımı itidallidir, hükümet ve sair yürütme, sonradan da, açıklamalarının ötesinde, uygulamada tırmandırıcılığa yönelmemişler ve Genelkurmay Başkanı da, Başkanlığın sert açıklamasından birkaç gün sonra, “itidal” açıklaması yapmıştır.) Ancak hesap yine tutmamış, tüm hakaretlere, provakasyon ve saldırılara rağmen, Kürt halkı Newroz’daki tutumunda ısrar ederek, ucuz hesaplara pirim vermediği gibi, Türk halkı ve Türkiye’nin her ulus ve dinden işçi ve emekçileri de, ırkçı, faşist ve gerici güç odaklarının yakmak istedikleri ateşe itibar etmemiş, katkı sunmamıştır. Irkçı, inkarcı, şoven ve faşist güçler, aslında önemli bir “kozu”, önemli bir değeri, piyasa yapmak için ortaya sürmüş, ama başarılı olamamışlardır.
Bunun temel bir nedeni, halkların yaşadıkları deneylerinden öğrenerek olgunlaşmaları ve buradan birbirine düşürülme girişimini püskürtmeyi başarmalarıysa, ikinci bir temel nedeni de, provokasyoncu gericiliğin inandırıcılıktan yoksun oluşudur. İki çocuğun alet olarak kullanılmaya çalışıldığı provokasyon, bu yönüyle kimseye inandırıcı gelmediği gibi; ‘Bayrak’ın; özelleştirmelerle, IMF-DB reçeteleriyle, yabancılara mülk satışlarıyla, AB hayranlığı ve İncirlik’in bir ABD toprağı sayılmasının onaylanması raddesine gelinmesine varıncaya kadar, Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü kaynaklarıyla tüm ulusal değerlerinin emperyalizme peşkeş çekilmesinde hiçbir sakınca görmeyenlerin elinde tamamen eğreti durduğu ve kötü emellerinin aleti olarak kullanılmaya çalışıldığı, geniş halk kesimleri tarafından, en azından sezgisel olarak algılanmış ve dayatma, inandırıcılık kazanmamıştır.
Emperyalizmin bölgeye yönelik işgal ve şiddet yüklü politikaları, bölme ve parçalama çabaları, bölge gerici devletlerinin şiddeti de içeren politikalarına karşı, Kürt ve Türk halkından milyonların Newroz’da alanlara çıkması karşısında, ırkçı ve şoven güçler, bayrak gibi ulusal bir simgeyi kullanarak, ancak binleri peşlerine takıp yürütebilmişlerdir. Halkın ezici çoğunluğu ise, MHP, DYP ve diğer kışkırtıcı güçlerin tutumuna itibar etmemiştir. Kuşkusuz, Kürt halkının daha birkaç gün önce milyonlar olarak çıktığı alanlarda verdiği barış ve kardeşlik mesajları da, tüm Türkiye halkını bağlayan önemli bir tutum olmuştur. Türk işçi ve emekçilerinin, Newroz’da hiçbir taşkınlık ve saygısızlığa yer vermeden alanlara çıkarak, kendi tarzları ve ulusal motifleriyle; kendi yollarını açma ve kaderlerini belirleme isteklerinin yanında; taleplerini, Türkiye halkının demokratikleşme talepleriyle birleştirme ve kardeşleşme isteklerini de açıklıkla ortaya koyan Kürt halkını ve mücadelesinin meşruluğunu teslim etmede, geçmiş yıllarla karşılaştırıldığında, daha ileri noktada olduklarını ve bunu gösterdiklerini söyleyebiliriz. Halklar, kuşkusuz kendi deneylerinden öğrenmektedirler. Bundan, gelecekte de benzeri provokasyonların tutmayacağı düşüncesi, dolayısıyla umursamazlık ve ırkçılık ve şovenizmin zararlı etkilerine karşı uyanıklığı elden bırakmak ve şovenizme karşı mücadeleyi sürekli kılmaktan geri durmak çıkmaz; ancak, halklar arasında karşılıklı anlayış ve kardeşleşme yönündeki eğilim de saptanmalıdır. Halkların kardeşliği uğruna harcanan emek boşa gitmemektedir.
Ancak, Kürt sorununu, ‘bölücü örgüt’, ‘teröristler’, ‘ülkemizi bölmek isteyenler’e indirgeyip marjinalleştirerek ve şiddetle bastırılmasını meşru göstererek ilerlemek isteyen gericiliğin; bu Newroz’un önceki yılları da aşan katılım ve meşruiyeti karşısında çılgına döndüğü de ortadadır.  
Egemenlerin sağdan ve ‘sol’dan bölme ve zaafa uğratma çabalarına rağmen, 2005 Newroz’u, Kürt ve Türk işçi sınıfı ve emekçi halkı güçlendiren, halklar arasındaki dayanışma ve güven duygusunu geliştiren bir rol oynamıştır. Kürt halkı, Newroz kutlamalarında, ırkçı ve şoven çevreleri çatlatırcasına, barış ve kardeşlik duygularını haykırmış, Türk işçisi, emekçisi ve aydınıyla tüm Türkiye halkının ortak mücadelesinin önemli dinamiği olduğunu göstermiştir. Ancak, bunu, korkmadan, gizlemeden ve taleplerini de ortaya koyarak yapmıştır. Kürt halkı, Newroz Bayramında, dosta düşmana, tüm dünyaya bir halkın özgürlük yürüyüşünün boyutunu göstermiştir. Kürt halkının ısrarla vurguladığı, Kürt sorunun demokratik içeriğiyle çözülmesi isteğidir. Bununla birlikte, kimsenin, Kürt sorununu, AB adaylık sürecine meze etmeye hakkının olmadığı ve gücünün yetmeyeceği de göstermiştir.
Öte yandan, Türkiye’nin tüm ilerici ve aydın birikimi ve demokratik güçlerinin Kürt sorununa doğru yaklaşarak sahiplenmesi ve onu kendi sorunu olarak görüp, gelişmelere kararlıca müdahil olması gerekirken, çoğunlukla ve ÖDP ve TKP türünden partilere varıncaya kadar, ürkek ve çekingen tutumlar sergilemesi, sadece Kürt halkı için değil, esas olarak Türk halkı için acı ve zarar vericidir. Sınıf bilinçli işçi başta olmak üzere, emek ve demokrasi mücadelesinin başarısından yana olan herkesin yapması gereken; siyasal özgürlüklerin kazanılması mücadelesinin önemli bir dinamiği Kürt halkı ve mücadelesini ileri taşıma çabası içinde olmaktır. Psikolojik savaştan etkilenerek eğilip bükülmek değil.
Kürt demokratik hareketinin dünya ve Türkiye proleter devriminin bir bileşeni ve sosyalizmin bağlaşığı olarak gelişmesinin önündeki engellerin kaldırması ve Kürt işçi ve emekçisinin sosyalizm mücadelesine kazanılması; ancak hakları ve talepleri sahiplenilerek ve kendi dili, kültürü ve mücadele deneyleriyle ilerlemesi desteklenerek sağlanabilir.
Kürt halkı; askeri darbelerden, faşist uygulamalardan, baskı ve şiddetten, sömürü ve yağmadan zarar görmüş Türkiye halkının yanında, bunlardan en çok ve derinden etkilenen bir halk olarak, Türkiye’nin tüm demokrasi güçleriyle ortak mücadele etmek istiyor ve bunun çabası içinde. Anayasanın değiştirilmesi, Kürtlerin bir halk olarak kabulü ve Kürt halkına, Türk halkıyla eşit statüde, kimlik, dil, kültürel haklar, anadilde eğitim ve siyasal özgürlükler tanınması gereklidir ve savunulmalıdır. Sözü edilen talepler, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesinin taleplerindendir. Savunulması ve gerçekleşmesi, işçi ve emekçi iktidarınını amaçlayan mücadeleyi güçlendirecektir.
Son olarak belirtilmelidir ki, Newroz, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a güç vermiş, onun temellerini beslemiştir. Şimdi, Türk, Kürt, tüm uluslar ve milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkının partisinin görev ve sorumlulukları daha da artmıştır.  Konferansın sunduğu perspektif ve devrim ve sosyalizm davasına bağlanmış bir çalışmayla  ilerlemek gerektiği açıktır.

12-13 Mart konferansı ve Sınıf partisinin semt çalışmasının imkanları

12-13 Mart 2005’te, EMEP’in, örgütsel çalışmalarının düzeyini yükseltmek, sınıflar mücadelesine müdahalesinin olanaklarını geliştirmek amacıyla topladığı Konferans, örgütsel çalışmanın birçok yönüne dikkat çekmiştir. Kuşkusuz ki, en çok dikkat çekilen sorunların başında; gençlik çalışmasında karşılaşılan darlıklar, kadın çalışmasında ilkellikler; işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadele konusunda geçtiğimiz yıl boyunca yapılmak istenen çalışmada ilk hamleden sonra geriye düşülmesi, partinin halkçılaşmasının önündeki engeller ve bunun çözümü sanılarak başvurulan popülizm eğilimleri geldi.
Elbette ki, Konferans’ın dikkat çektiği sorunların her birine ve bunların çözümlerine ilişkin ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nda, bundan böyle çeşitli yazılar ve değerlendirmeler yayımlanacaktır. Ancak bugün burada, yukarıda sözü edilen sorunların önemli yanlarının üstünde birleştiği bir çalışma alanının; “semt çalışması ve onun sorunları”nın ele alınması üzerinden Konferans’ın çözümlerinin önemli bir yanına değineceğiz.

*        *        *
Semtleri, herhangi bir parti çalışması alanından ayıran başlıca özellik, semtin nüfus bileşimi, değişik sınıf ve kategorilerden emekçileri bir araya getirmiş olmasıdır. İşçiler, memurlar, kadınlar, orta ve yüksek öğrenim öğrencileri, çocuklar, işsiz yığınları, çıraklar, değişik mezhep ve milliyetten topluluklar, hemşehri grupları, “yerliler”, “göçmeler”, emekliler, işportacılar, esnaflar, zanaatkarlar…, akla gelecek her meslek ve kategoriden emekçiler semtlerde bir araya gelirler. Dolayısıyla buradaki parti çalışmasının merkezinde de, değişik emekçi sınıflardan emekçileri ortak talepleri etrafında örgütlemek ve seferber etmek yer alır.
Öte yandan semtler; burjuva düzen partilerinin ezelden beri politik çalışma yaptıkları; halkı aldatmak için kullandıkları “kapalı av alanları” oldukları ve bu partilerin halk içinde faaliyet gösteren deneyimli “doğal örgütçüler”e sahip bulundukları, dahası bu örgütçülerin pek çok küçük çıkar bağı ve feodal-arkaik bağlarla halk yığınlarıyla ilişki içinde oldukları, bu ilişkilerin onlara güç verdiği ve dayanaklık ettiği alanlar olmalarıyla da başka mücadele alanlarından ayrılırlar.
Semt çalışmasının doğal mekanları; kahveler, semtlerde kurulu çeşitli amaçlı dernekler, yerel ve merkezi yönetimin semtlere “hizmet götürme amaçlı” (okuma yazma, meslek edindirme vb. kursları, varsa kütüphane,…), kadın ve gençliğin çeşitli ihtiyaçlarını “karşılama” amaçlı örgütler, sendika şubeleri, dershaneler, okullar, hemşehri dernekleri ve nihayet doğrudan ailelerin içinde oturduğu “evler”dir.
Doğrudan ele alındığında, sınıf partisinin semtlerdeki faaliyetinin amacı, burjuva düzen partilerine bağlanmış olan geniş emekçi yığınlarını bu partilerin etkinliğinden kurtarmak üzere, halkı aydınlatma ve kendi talepleri etrafında birleştirme, kapitalist düzen ve emperyalizm karşıtı güce dönüştürme faaliyetidir. Ancak bu faaliyet, çoğu zaman anlaşıldığı gibi; halka “sizi sermaye partileri aldatıyor”, “aslında siz şöyle bir dünyada yaşıyorsunuz”, “şimdikinden daha iyi bir dünya kurabilirsiniz” demekle sınırlı bir çalışma değildir. Sonuçta, bu çalışma, elbette bir fikri dönüşümü ve politikleşmeyi amaçlar ama; bu dönüşümün sadece lafla, sadece “açıklamalar”la olmayacağı da apaçıktır. Dolayısıyla semtteki çalışmanın esası da, sonuçta, emekçilerin kendi acil talepleri etrafında mücadelesiyle; bu taleplerin elde edilmesi için harekete geçen emekçilerin, düzen partilerinin de koruyucu unsurları ve dayanakları oldukları düzen ve egemenlik ilişkileriyle karşı karşıya gelmeleri sürecinde, onların gerçek yüzünü görmelerini sağlamaya yöneltilmiştir. Bunu da parti, ancak; emekçilerin kendi talepleri uğruna mücadeleleri içinde düzen partilerinin kendilerini nasıl aldattığını, aslında, bir oy deposu olarak kullanıldıklarını, popülist politikalarla uyutulduklarını, onlar uyurken bir avuç vurguncunun nimetleri paylaştığını göstererek gerçekleştirebilir. Onun içindir ki, sınıf partisinin semt çalışması, sadece genel talepleri etrafında, partinin asgari programı doğrultusunda bir ajitasyonla sınırlı kalamaz; semt halkının büyük çoğunluğunun acil talepleri doğrultusunda (bu, bazen gençlerin, bazen kadınların, bazen emeklilerin vb. taleplerinin öne çıkarılarak mücadelenin değişik alanlarına ilişkin çalışmanın yoğunlaştırılmasını reddetmez) günlük bir ajitasyonla birleştirilir. Dahası; semtteki çeşitli toplumsal kesimlere yönelik olarak “özel çalışmalar” organize edilir. Örneğin; işsizler, semt gençliği, kadın yığınları, çocuklar, özellikle ev kadınları ve genç kızlar içinde yapılacak bir çalışma için, semtlerden daha geniş imkanı hiçbir çalışma alanı sunmaz.
Ancak çalışmanın öteki alanlarında olduğu gibi, burada da, sınıf partisinin asıl sorunu; çalışmanın profesyonel bir düzeye çıkarılması; diğer partilerin halk yığınlarıyla kurduğu asırlık bağları parçalayacak etkinlikte bir çalışmanın organize edilmesi; bu çalışmanın bilinçli ve istikrarlı bir biçimde sürdürülmesidir.
Dünyanın bugünkü gidişatı, ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi, Türkiye-AB ilişkileri, sermayenin kendi sistemini yenilemek için giriştiği yasal düzenlemeler, zamlar, enflasyonun düşmesi-çıkması…, TV’deki “reality show”lar (yarışmalar vb.) sıcak, renkli, zengin bir ajitasyon için her zaman fırsat sunmaktadır. Çünkü; bütün bu konular, kahvelerde, evlerde, hatta köşe başlarında toplanan “sohbet toplulukları” içinde konuşulmaktadır. Ama bunlara, bu tartışmalara genellikle, burjuva düzen partilerinin “kahve politikacıları” yön vermektedir. Dolayısıyla, bir semtte başarılı olmanın, orada söylediklerine kulak veriliyor olmanın ilk koşulu, bu güncel ekonomik, siyasi, kültürel, sanatsal ideolojik gelişmelerin partinin dünya görüşü açısından yorumunun, kahvelerden, gençlik ve kadın guruplarından başlayarak tartışma gündemine müdahale edilmesidir.
Bunun nedenle, partinin semt örgütünün; bu tartışmalara müdahale etmek için, her çevreye, o çevrenin en kolay algılayacağı araçlarla hitap etmeyi başarması gerekir. Bunun için; kahvelerdeki tartışmalara en çok ve en çabuk biçimde “sözlü” olarak müdahale edilebileceği bilinmek durumundadır. Bunu için de, semt parti örgütünün, tüm partilileri ve çeperini (hatta dost siyasi çevrelerin elemanlarını) bu tartışmalara nasıl müdahale edeceği konusunda eğitmesi; güncel gelişmelere nasıl ve hangi noktadan müdahale edeceğine dair de, partilileri, yandaşlarını (ittifaklarını) harekete geçirmesi gerekir. Partinin öne sürdüğü her fikre gelen tepkiye karşı, fikri, tekrar tekrar yenileyerek, aynı zamanda onu insanların kolayca algılayacağı kadar basitleştirilmiş ama bayağılaştırılmamış bir biçimde sunmak gerekir.
Örneğin hükümetin, ABD’nin Irak’ta yaptıklarına karşı çıkıyor görünürken, aslında ABD’nin yanında olduğunu göstermek gerekir. Bunun için hükümetin, işgal öncesinden bu yana tutumunu, Irak politikasını, Kürt politikasını net ve anlaşılır örneklerle sergilerken, bugün de “ABD stratejik müttefikimizdir”, “ABD ile ilişiklerimiz her şeyin önündedir” demesinin anlamını anlatmak; AKP’nin kahve politikacılarının “hükümet aslında ABD’yi oyalarken Irak halkına yardım ediyor” yalanını tam tersine çevirerek; Hükümetin, “aslında halkı oyalayıp aldatırken ABD’ye yardım ediyor” olduğunu göstermek gerekir. Ya da; “mortgage sitemi” olarak bilinen, “kira öder gibi ev sahibi olma”nın nasıl bir yalan olduğunu göstermek için, sadece partililerin genel olarak söylemesi de yetmez; konunun uzmanları tarafından da, “bugünkü iktisadi koşullarda böyle bir sistemin sadece orta gelirlere, hatta onların üst kesimlerine hitap ettiği, yoksulları kandırma amaçlı bir propaganda yürütüldüğü”nün ifade edildiğini göstermek gerekir. Bunun için, semtte; iki tarafın da temsilcilerinin katıldığı toplantılar düzenlemek, uzmanlara konferanslar verdirmek, bu toplantılara mümkün olduğu kadar halkın katılımını sağlamayı örgütlemek gerekir. Dahası, çeşitli propaganda araçları ve yöntemleriyle yoksulların nasıl ev sahibi olabileceği/olacağı konusunda halkı aydınlatır, hükümetin ise, böyle politikalardan tamamen uzak, tam tersine bu politikalara kesinlikle karşı olduğunu teşhir ederken; mühendisler, şehir planlamacıları, mimarlar, üniversite öğretim üyeleri gibi, halk indinde söylediğine değer verilen kişilerin getirildiği toplantılar düzenlenmesi; bu toplantılardaki tartışmaların üstünden ajitasyonun sürdürülmesi önemlidir.
Elbette ki, bu türden konferans, seminer, panel gibi etkinlikleri bütün halka açmak, her çevreden, her yaştan kadın ve erkeklere bu tartışmaları aktarmak gerekir. Bunun için, konferans, panel vb. için seçilen kişilerden duyurunun üslubuna kadar (örneğin; “Hükümetin mortgage politikasının yanlışlığını göstermek için bir toplantı düzenledik” yerine, “Ey ahali; kira öder gibi nasıl ev sahibi olunacağını tartışan bir toplantı düzenledik. Bu konuda sorularınız ve sorunlarınızı şu şu kişilere sorarak öğrenebilirisiniz” diyen çağrılar yapmak gerekir. Zaten gerçek de böyle olmalıdır; kişiler de buna uygun, sorulara anlaşılır yanıtlar verecek bilgi ve birikimde olmalıdırlar.), her sorun, gerçekten profesyonel bir anlayışla ele alınıp düzenlenmelidir. Çalışma, sağlık sigortası gibi; işsizlik gibi, yoksulluk gibi halk yığınlarının büyük çoğunluğunu ilgilendiren öteki konularda da böyle yürütülmelidir. Tartışmalar bu boyutta ele alınınca, görülecektir ki, düzen partilerinin “kahve politikası erbabı” yalan söylemektedir. Ve sonuçta, ister istemez, halk yığınları geriye doğru; yıllardır nasıl kandırıldıklarının muhasebesini de yapmaya koyulacaktır.
Kahvelerden başlayıp evlere, öteki mekanlara yayılan tartışmalara müdahil olmak için, elbette ki, genel olmayan ve bu tartışmalarda partinin söylemesi gereken sözü söyleyen bildiriler; bu ajitasyonun vaz geçilmez bir aracıdır. Öreğin; “kira öder gibi ev sahibi olma” üzerine yapılan konferanstan sonra, ertesi gün düzen partilerinden karşı atak gelecektir. Buna yanıt verilmezse, konferansın etkisi bir süre sonra silinir. Bu yüzden de, konuya ilişkin olarak, AKP merkezli iddialara karşı yeni bir atak, bu sefer, bildirilerle desteklenen ve kahvelerde, derneklerde, ev toplantılarında partimizin sözcülerinin taraf olduğu akılıca geliştirilmiş yanıtlarla devam etmek durumundadır. Konferansa katılan ve ön yargılı olmayan herkesi, bu sefer, hükümet partisinin yalanlarının karşısına dikmek için, semt çapında yeniden daha küçük toplantılar yapmak da, bu tartışmayı yürütmenin bir başka boyutunu oluşturabilir, ama bildirilerin, en hızlı ve yaygın kullanılacak araçlar olduğu da bilinmelidir.
Ama şu unutulmalıdır ki; burada en önemli rol olan, ajitasyona istikrar kazandırmak (onu merkezi ajitasyona bağlamak, ve yerel ajitasyonu değişik malzemelerle beselemek) ve yönlendiricilik rolü; sınıf partisinin yayınlarına düşer. En başta gazete, burada rol oynar. Gazete, bu tartışmaların haberini yapıp yayarak ve tartışmayı zenginleştirerek, semtin özgül sorunları üstünde haberler yaparak, mektuplar yayınlayarak çalışmayı destekler. Bu yüzden de, gazetenin semtte okunurluluğunu artıracak özel haberler ve mektuplarla gazeteyi desteklerken, gazetenin dağıtımını genişletmek; semt çalışmasının en önemli görevi olarak ortaya çıkar.
Söylemeye gerek yok ki; her semt çalışmasının en önemli işlerinden birisi, gazetenin en yaygın biçimde dağıtılmasıdır. Bunun bir boyutu; her kahveye, her derneğe, her sendikaya, semte, insanların toplu olarak bulundukları her mekana, ve elbette az çok ilişki kurulan her haneye gazetenin günlük olarak girmesini sağlamaktır. Bunun ötesinde, gazetenin belirlediği gündemin yığınlar arasında tartışılmasını sağlamanın ilk adımı olarak, gazetenin günlük satışına, en küçük bir mahallede bile olsa başlanması (sonra tüm semte yayılmasının sağlanması), partinin semtteki gündeme müdahalesi ve onu yönlendirmeye başlaması anlamına gelir.
Semtte ajitasyondan ve onun zenginleştirilmesinden söz edince; semtin özgünlüklerinden yararlanma gereğinden söz edilmeden geçilemez. Çünkü, her ilin, her bölgenin olduğu gibi, her semtin de, kendi tarihi, kendi güzellikleri, korunması gereken bir çevresi, turistik ve tarihsel kalıntıları, bugüne dair eserleri; oluşmuş kimi gelenekleri; anıtlaşmış kişileri (şairler, yazarları, halk kahramanı kişilikler, sanatçıları) vb. vardır. Bunların bilinmesi ve ajitasyonun çeşitlendirilip zenginleştirilmesi, propagandanın etkinliğinin ve inanılırlığının artırılması için bu yerel değerlerin dayanak olarak değerlendirilmesi önemlidir.
Yine bu değerlerin tanıtılması, bunun için gazetenin, kültür dergisinin ve öteki parti yayınlarının kullanılması; bu yayınların semt halkıyla arasında sıcak bağlar kurmasını kolaylaştıracağı gibi, parti çevremizin ve semt halkının kendi semtlerini, partinin ve onun yayınları üstünden “yeniden tanıması”, daha gerçek bir biçimde tanıması ise, halkla parti bağının kopmaz bir biçimde kurulmasına dayanak teşkil edecektir.
Elbette ki, partinin ajitasyonu her zaman güncel ihtiyaçlar üstünden hareket etmez. Günümüzün koşulları düşünüldüğünde (iletişim olanaklarının gelişkinliği ve dünyanın öteki ucundaki bir gelişmenin bile, TV ve gazeteler aracılığı ile, hemen halk yığınları arasında konuşulmaya başlandığı göz önüne alındığında), semtlerdeki parti çalışmasının, çoğu zaman, ulusal ve uluslararası siyasi, diplomatik vb. konular üstünden gelişmesi de kaçınılmazdır. Örneğin savaş, BOP, Newroz’daki “bayrak vakası”, 1 Mayıs, semt gençliği için “6 Mayıs etkinlikleri” ya da “Faşizmin Yenilgisinin 60. yılı”nın anlamı ve içeriğine dair çeşitli konular, sosyalizmin dünyayı nasıl kurtardığı, burjuvazinin tarihi nasıl çarpıttığı, bugün bunun anlamının ne olduğu da, semtlerdeki parti çalışmasının, halk yığınlarını aydınlatmanın vaz geçemeyeceği ve üzerinden gelişmeden edemeyeceği konulardır.

İŞSİZLİK VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELE VE SEMT ÇALIŞMASI
İşsiz ve yoksul yığınların mekanları semtler olduğuna göre, bu çalışmanın yürütüleceği alanlarının en geniş olanı da, semtlerdir. Özellikle büyük kentlerin varoşlarında yaşayan milyonların en önemli çoğunluğunu, işsiz ve açlık sınırının altında yaşayan yoksul yığınlar oluşturmaktadır.
Dahası, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullar; sermaye güçlerinin ekonomi politikaları; işsiz ve yoksul yığınların kitlesini hızla büyütmektedir. Bunu gözeten sınıf partisi, daha belirgin olarak da, 2001 krizi sonrasında; işsizlik ve yoksullukla mücadeleyi gündeminin ön sıralarına yükseltmiştir. Bu amaçla genelgeler çıkarılmış, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nda yazılar yayınlanmış, gazete konuya ilişkin “özel” haber ve röportajlar yayınlamış; ama yerel parti örgütleri ve semt çalışması içindeki parti grupları, konuyu gerektiği önem ve titizlikte ele alamamış, üst örgütlerimiz de konuyla ilgili olarak yeterince ısrarcı ve takipçi davranmamıştır. Bu yüzden, bu yayınlar yoluyla oluşturulan baskının etkisiyle, kimi bölgelerde ve kimi dönemlerde atılan bazı adımlar ise, geneli belirleyecek, bu alanda çalışmayı ilerletecek kadar bir etki uyandıramamıştır. Bu nedenle, geçtiğimiz yıl, işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele sorunu, sadece yayın organları düzeyinde, parti örgütlerin bilgilendirilmesiyle sınırlı kalmıştır denirse, yanlış söylenmiş olmaz. Ancak 12-13 Mart Konferansı konuya yeniden dikkat çekmiştir.
Yine Konferans’taki tartışmalardan da anlaşılmaktadır ki; işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele bir “kampanya” gibi ele alınmış, ama, kampanyanın da gerekleri yapılmayınca, “yapılamamış bir kampanya”ya dönüşmüştür. Oysa; bugün dünya kapitalizminin içinde bulunduğu koşullar, özellikle, bu koşulların Türkiye’nin özgün koşullarıyla da birleşerek büyümesi buna eklenince, işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele, Türkiye’nin sınıf partisinin gündelik ve çalışmalarının önemi sıralamasında da üst sıralarda olan bir çalışma olarak biçimlenmek durumundadır.
“Kapitalizm, servet üreten olduğu kadar, sürekli olarak işsizlik ve yoksulluk üreten de bir sistem”dir. Dahası, servetler, büyük mülk sahiplerinde toplandığı oranda işsizlik ve yoksulluk yayılır. Bunun için de sınıf partisi, kapitalizme karşı mücadelesinin bir boyutu olarak, işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadeleyi örgütlemek yükümlülüğündedir. Bunu yapmazsa, sınıf mücadelesinin en önemli alanlarından birisinin imkanlarını kullanmamış olur.
Ancak sorun bu kadar genel olsaydı; bu yazıda yer alması gerekli olmayabilirdi. Çünkü, genel olarak kapitalizme karşı mücadele, yoksulluk ve işsizlikle ilgili bir ajitasyon elbette yapılmaktadır. Ama sorun, genel yaklaşımlar ötesinde, partinin gündelik çalışmasına ilişkin ve bu çalışmanın önemli bir alanı olması bakımından da son derece önemlidir.
Bu yüzden, önümüzdeki dönemde, bu çalışmanın, olağan çalışmamızın bir bileşeni olarak gündeme alınması gerektiği; parti örgütleri, başlıca da semt örgütleri için, bu alanın sürekli bir mücadele alanı olduğu tartışılmazdır. Hele işsizlik ve yoksulluğun öne çıktığı kentlerde ve büyük kent varoşlarında işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelenin önemi dikkate alındığında, bu mücadelenin, başlıca kendisinin ilerletilmesi üstünden gelişecek semtlerdeki mücadeleye damgasını vurması; dolayısıyla semtlerde bu konuda özel çalışmalar yapılması, hatta kent ya da semt çapında, sorunun önemli görünen bir boyutunun öne çıkarılması için kampanyalar düzenlenmesi gerekebilir/gerekecektir. Tabii ki, böylesi özel çalışmaların organize edildiği dönemlerde; partinin il örgütlerinin, parti merkezinin ve gazete başta olmak üzere yayın organlarının kendi rollerini oynamaları, çalışmaya destek veren bir mevziye girmeleri de ayrıca önem kazanır.
Özellikle de bölge illerinde ve büyük ketlerin varoşlarında, semt gençliği ve kadınlar arasındaki çalışmada, işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadelenin taleplerini öne çıkaran bir ajitasyonun önemli olduğunu, burada bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır. Sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesiyle eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinin gündemde olduğu, hükümetin, yoksul yığınları “dilencilik”e teşvik eden yöntemlerle “İslami biçimde” yardımlara muhtaç bıraktığı bir dönemde, işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele; “modern bir sosyal yardım” için taleplerin öne çıkarılmasını, sosyal güvenlik sisteminin iyileştirilmesi taleplerini ve elbette özelleştirmeye karşı mücadeleyi, işyerlerinde çalışma saatlerinin kısaltılması ve hatta IMF programının iptal edilmesi gibi taleplerle birleştirmek durumundadır.
Bunun da ötesinde, genç kadın ve erkekler için iş talebinin teşvik edilmesi, bu amaçla meslek edindirme için merkezi ve yerel yönetimlerden talepte bulunulması zorunlu olduğu kadar; sınıf partisinin programında da yer alan “emekçi ailesinin desteklenmesi”ne ilişkin olarak; açlık sınırın altında gelire sahip ailelerin çocukları için eğitim ve sağlık yardımı yapılması, tüm eğitim masrafları ve sağlık hizmetlerinin devlet tarafından karşılanması; açlık sınırının altındaki ailelere, kira ve gıda desteği sağlanması, kimseye muhtaç olmadan yaşayacakları bir gelire sahip olmaları; işsizlik sigortası maaşının açlık sınırın üstüne çıkarılması, asgari ücretin açlık sınırının üstünde belirlenmesi gibi talepler, semtlerdeki parti faaliyetinde öne çıkarılıp, emekçilerin etrafında örgütlendikleri ve talebin muhatapları karşısında birleşip güç oluşturdukları talepler olmak durumundadır.1
[Dipnot-1: İşsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadelenin talepleri;

1-) Açlık sınırının altında geliri olan her ailenin gelirinin bu sınırın üstüne çıkması için yardım yapılması,
2-) Emekçi ailesinin desteklenmesi: Partimizin programında da yer alan bu talep; aileyi zayıflatan emekçi ailelerdeki yoksulluk koşullarının, çocukların ve gençlerin (lümpenlik, serserilik, fuhuş, hırsızlık, mafya ve çete örgütlenmelerinin eline düşmeleri vb.) kötü alışkanlıklar edinmesini, aileyi dağıtmasını ve sosyal yaşamı tahrip etmesini önleme amaçlıdır. Burada, gelirlerin açlık sınırının üstüne çıkarılması, emekçi ailesinin desteklenmesinin ön şartıdır. Ama bundan ibaret değildir. Ailenin okula giden çocukları için eğitim yardımı, küçük çocuklar için sağlık yardımı, emzikli çocuklar için gıda yardımı; tüm sağlık hizmetlerinin parasız olması, mesleksiz gençler için meslek edindirme kursları gibi taleplerin geliştirilmesi gerekir. Bu destek, aynı zamanda, aile fertlerinin kültür, sanat vb. etkinliklerden faydalanması için imkânlar sağlanmasını da kapsamalıdır.
3-) Yoksul ailelere, okula gidecek yaşta çocuk başına eğitim yardımı ve sosyal güvenlik sistemi dışındaki tüm aile fertlerine parasız sağlık hizmeti,
4-) Yoksul ailelerin yaşlıları ve/ya da kimsesiz yaşlılar için insanca yaşayacakları imkânların sağlanması (Sosyal güvenlik sistemi dışındaki yaşlıların, özürlülerin tüm masraflarının devlet tarafından karşılanması),
5-) Kadınlar, gençler ve mesleksiz işçiler için meslek edindirme yardımı: Bu amaçla meslek edindirme kursları açmak, kursların teşvik edici olması için kurslardan çıkanlara iş sağlanması için özel çalışmalar yapılması, meslek edindirme kurslarına katılanların asgari masraflarını karşılayacakları bir ücret almalarının sağlanması, iş arayanlar için bu süre içinde şehir içi ulaşımın parasız olması,
6- Gelirleri açlık sınırının altında olan ailelerin sağlık, eğitim, iletişim, ulaşım, barınma gibi temel ihtiyaçlarının parasız sağlanması (Genel Sağlık Sigortası uygulamasının teşhiri),
7-) Evi olmayan yoksullara kira yardımı yapılması,
😎 İşsizlik sigortasının alt sınırının açlık sınırının üstünde bir miktara çekilmesi ve işten atılan herkesin yararlandığı bir sistem haline getirilmesi,
9-) Yeşil Kart uygulaması: Hiçbir sosyal güvencesi olmayanların Yeşil Kart’tan yararlanmasının sağlanması ve Yeşil Kart uygulamasının siyasi rant aracı olmaktan çıkarılması,
10-) Yoksulları dilenci durumuna iten “yardım” uygulamalarına zaman içinde son verilmesi için gereken düzenlemelerle ilgili talepler.[KUTU OLACAK]]
Aslına bakılırsa; Dünya Bankası başta olmak üzere, uluslararası sermaye merkezleri ve Türkiye’deki hükümet ve düzen partileri, işsizlik ve yoksulluğu artık “birlikte yaşayacakları olgular” olarak benimsemişlerdir. Dolayısıyla, işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmak, herkese insanca yaşayacağı bir yaşam sunma yerine, tam tersine; sadece piyasanın sağladığı hizmeti alabilecek gelire sahip kesimlerin (müşteri sayılacak kadar bir gelire sahip olanların) derdini dert edinirken, geri kalan işsizleri ve yoksulları, tüm toplumsal yaşamın dışına iterek, onları “toplumun uru” olarak yaşamaya zorlayan programlar geliştirmektedirler. Dünya Bankası, bunu; Türkiye’de, en yoksullara zaman zaman elden küçük para yardımı yapma, okul kitaplarını bedava verme, kömür yardımı yapmaya izin verme gibi biçimler altında sürdürmektedir. Böylece bir “sosyal patlama”nın da önü alınmak istenmektedir. Türkiye’deki düzen partileri ve hükümet ise; zenginlerin yoksullara gıda yardımı yapmalarını teşvik etmekte, belediyelerin aşevleri açması yoluna gidilmekte, bunların, özellikle Ramazan ve Bayram gibi dini bakımdan kutsal günlere denk getirilerek, aynı zamanda, dinsel istismar aracı da kılınması ihmal edilmemektedir. Kısacası, yoksul yığınlar, bu yolla da, zenginlerin ve hükümetin eline bakan, onlara minnet duygusu besleyen bir “kategori” olarak, kontrol altında tutulmak istenmektedir.
Sınıf partisi, bütün bu yardım biçimlerinin aslında neye hizmet ettiğini ve bugün “modern bir yardım”ın ne olduğunu, başka ülkelerdeki (özellikle geçmişte sosyalist ülkelerdeki) uygulamalarıyla da destekleyerek, ortaya koymak durumundadır. Dahası; işsiz ve yoksullara yardımın devletin asli görevi olduğunu, Türkiye’nin kaynaklarının; eğer IMF ve Dünya Bankası’nın arkasındaki uluslararası sermaye güçleri tarafından yağmalanmasına izin verilmezse (IMF programı reddedilip; iç dış borç ödemeleri durdurulursa); yaratılan değerler, bir avuç hortumcuya, faizciye, rantçıya aktarılmazsa, vergi kaçakçılığına dur denebilirse, savunma adına, özel sektörü destekleme adına katrilyonlar har vurulup harman savrulmazsa; bütün bu israf ve vurgun önlenebilirse; hem sosyal güvenlik kurumları üstlenmeleri gereken işlevi gereğince üstlenebilir, hem böyle bir modern sosyal yardım hem de parasız eğitim ve sağlık gibi, 70 milyona insanca yaşayacak imkanlar sağlanabilir. Türkiye’nin kaynakları buna müsaittir. Müsait olmayan şey; suyun başının, uluslararası tekeller, büyük patronlar, hortumcular, yabancı sermaye uşakları ve onların hükümetleri tarafından tutulmuş olmasıdır.
İşte sınıf partisi ve onun semtlerdeki parti grubu; işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelede; bu gerçekleri açıklayan bir ajitasyon ve propagandayı; konferanslar, paneller, çeşitli türden halk toplantıları (kahveler, dernekler, sendikalar, yerel yönetimlerin salonları, düğün salonları vb. gibi mekanlardan da yararlanarak)…, broşürler, basın organları (gazete, ÖD, vb.) yoluyla geliştirip; işsizliğe ve yoksulluğa ilişkin gerçekleri halk yığınları içinde tartıştırma yükümlülüğündedir. Semtteki çalışmanın önemli bir boyutunu da, bu çalışma oluşturmak durumundadır. Tersten ifade edersek; söz konusu kentlerde ve “varoş” diye ifade edilen yoksul yığınların yaşadığı semtlerde; yoksulluğa, işsizliğe karşı bir mücadele örgütlemeyen bir sınıf partisinden, bu alanda sistemli bir çalışma yapmayan bir partinin çalışmasından bir ilerleme beklemek ham hayaldir.
Kısacası, semt çalışmalarının en önemli bileşenlerinden birisi, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadeledir. Dolayısıyla, bu alanda; ciddi, istikrarlı, profesyonelce organize edilen bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti yürütülmeden, kentin yoksul yığınlarının, sermaye güçlerine karşı mücadeleye çekilmesi gündeme alınmadan, sınıf partisinin yığınlar içindeki çalışmasından hoşnut olunamaz.

İŞÇİ ÇALIŞMASININ CEPHE GERİSİ OLARAK SEMT ÇALIŞMASI
Semtler; işçilerin işyerindeki çalışma dışındaki tüm zamanlarının geçtiği alanlar olması bakımından da, sınıf partisinin işçi sınıfı arasındaki çalışmasının birinci dereceden önemli “yardımcı” alanlarıdır.
Bu durum, parti açısından, semtleri, bir tür fabrika çalışmasının cephe gerisi olarak değerlendirmeyi getirir. Yani, fabrikadaki parti örgütleri; semtlerdeki partililer ve parti çeperinde yer alan işçileri; semtlerde oturan diğer işletmelerde çalışan işçilerle de bağ kurmak ve fabrika çalışmasını diğer işletmelerde de yaymak için kullanırken, aynı zamanda, partinin semt halkının bir bölümünü oluşturan işçiler içindeki etkinliğinin artmasına bağlı olarak da, pek çok işletmeden işçilerle semtlerde tanışmak, ilişki kurmak, işletmelerdeki çalışmanın buralardan desteklenmesi, hatta daha önce parti çalışmasının olmadığı fabrikalar ve hizmet birimlerinde çalışma başlatmanın imkanları da semt çalışması içinde ortaya çıkar. Öte yandan, işyerlerindeki faaliyetler içinde yer alan partili işçiler, emekçiler; semtlerine döndüklerinde, buradaki faaliyete katılarak; semt halkıyla sıcak ilişkiler geliştirip, bilgi ve becerilerini artırırken, aynı zamanda, semt çalışmasının niteliğinin yükseltilmesine de katkı sağlarlar.
Soruna, semtteki parti çalışmasının üzerinden bakarsak; semt halkı arasında yürütülen aydınlatma faaliyeti, partiyi, ister istemez; çeşitli işletmelerde çalışan çok sayıda işçiyle, hizmet birimlerinde çalışan kamu ve özel sektördeki emekçilerle yüz yüze getirir. Bu alanda yürütülen faaliyet sırasında, semtte çalışan partililer, bu işçilerle girdikleri ilişki ilerleyip ciddileştiği ve bir parti ilişkisine doğru evrildiğinde ya da bu işçilerin az çok mücadeleye kendi işyerlerinde de katılma isteği ortaya çıktığında; söz konusu işyerindeki parti gruplarıyla bağlantı kurularak, onların işyerindeki faaliyete katılmaları sağlanabilir. Az çok semt çalışmasının olduğu yerlerde, mekanizma böyle işlemiştir.
Bunun ötesinde, işçiler, asıl olarak işletmelerde örgütlenirler ve onların partililik bilinci, kendi işyerlerindeki çalışmanın içinde gelişir; parti normlarını, partinin nasıl bir dünya kurmak için kurulduğunu, onun üyelerinin nasıl bir yükümlülük altında olduğunu, bu yükümlülüğün nasıl bir disiplinle gerçekleşebileceği vb.’ni, işçi, esas olarak, işyeri örgütünün her günkü çalışması içinde alır.
Kuşkusuz ki, semt çalışmasının işyeri çalışmasının yardımcı bir alanı olmasının boyutları, yukarda sözü edilenlerden ibaret değildir. İşçinin işyerinde olduğu saatlerde de, işçinin eşi, çocukları, ailesinin diğer fertleri (işsiz kaldığında kendisi de) semttedir. Ve onların emekçi talepleri doğrultusunda örgütlenmesi sorunu da, doğrudan semtteki parti çalışmasının görevi olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla işçi, aynı zamanda, ailesi aracılığı ile de semtteki parti çalışmasıyla bağlantılıdır ve semtteki iyi bir çalışma, işçinin, işyerindeki parti çalışmasına daha verimli katılmasını sağlayacak bir aile ortamı da oluşturur.
Elbette ki, sadece bundan ibaret de değil. İşyerleri, sonuçta, çoğunlukla, emekçi semtleriyle coğrafi bakımdan da yakınlık içindedirler ve bu yüzden de, işyerlerindeki grev ve direnişlerle, emekçi semtlerindeki işçi ailelerinin ve emekten yana semt halkının dayanışması; birlikte mücadele, sermaye güçlerinin işyerindeki mücadeleye saldırması karşısında, semtlerdeki emekçilerin de direnişe çeşitli biçimlerde destek olmalarının sağlanması da (işçi sınıfı mücadelesinde en çok karşılaşılan dayanışma ve yardımlaşma biçimi, işçilerle emekçi semt halkın dayanışmasıdır. Burada, işin başını işçi ailelerinin çekmesi, en son SEKA’da olduğu gibi, işin doğası icabıdır), partinin semtlerde yürüttüğü faaliyetle doğrudan bağlantılı olan şeylerdir.
İşyerlerindeki çalışmanın güçlüklerini aşmak için ya da güçlüklerle ilk karşılaşıldığında; “işçileri de gidip semtlerden örgütleyelim” kolaycılığına karşı, elbette ki, mücadele etmek gerekir. Çünkü, sınıf partisinin yakın tarihinde bunun olumsuz örnekleri sıkça görülmüştür.2
[Dipnot 2: Kendisine “sosyalist” diyen çeşitli siyasi ve sendikal çevrelerin; “işyerlerindeki işçinin yapısı değişti”, “sömürü biçimi değişti”, “sınıfın yapısı değişti”, “sendikalar ihtiyacı karşılamıyor” gibi gerekçeler öne sürerek (uydurarak demek daha doğru) ve bunlara dayanıp semt çalışması üstünden bir “işçi sınıfı mücadelesi” çıkararak; “sosyal programcı” bir “sosyal forum sendikacılığı” ya da “toplumsal hareket sendikacılığı” geliştirme peşinde olmaları da, semt çalışması ile işyerlerindeki çalışma arasındaki dayanışmanın olduğu kadar, ayrılığın da farkında olmayı zorlar.]
Ancak, burada sorun, semtlerde çalışmanın var olması ve sürdürülmesi değil; işletmelerde çalışma yapma alışkanlığının kazanılmamış olması ve bunun temel ve belirleyici öneminin yeterince fark edilememesidir. Yoksa; semtlerde çalışmayarak, bu sorun aşılamaz.
Tersine, burada gerekli olan, semtlerde çalışan parti gruplarının; kendi çalışmalarının anlamını bilmesi ve çalışmalarını, onun bir yanını da, işyerlerinde çalışan parti gruplarına destek vermek üzere, semtteki işçilerle kurduğu ilişkileri gereken hassasiyet ve ciddiyetle değerlendirmesinin oluşturduğu yaklaşımıyla yürütmesidir.
Semtlerin, yalnızca işçileri değil, çeşitli tabakalar ve mesleklerden emekçileri bir arada barındırdığı göz önünde bulundurulduğunda; semtlerle fabrikalar ve semt çalışmasıyla fabrika çalışması arasında kurulan ilişkinin benzerinin, diğer emekçi kesimlerin örgütlenmesi ve mücadelesinin ilerletilmesine yönelik çalışma açısından da geçerli olması gerektiği ortadadır. Semtler, diğer emekçi kesimler içindeki çalışmanın da “cephe gerisi” olarak değerlendirilmek durumundadır.

SEMTTE GENÇLİK ÇALIŞMASI 
Türkiye’de, genel olarak, “gençlik” denildiğinde hep üniversite gençliği akla gelmiştir. Israrla, “gençlik denilince, emekçi sınıfların 14-26 yaş arasındaki kesimi akla gelmelidir” dendiğinde bile, gençlik ve o alandaki çalışmanın sorunlarından, hep üniversite gençliğinin mücadelesi ve onun sorunları anlaşılmıştır. Bunun, elbette ki, Türkiye için tarihsel, ideolojik nedenleri vardır. Ama aynı zamanda, genel olarak parti faaliyetinin emekçi gençlik yığınları içinde derinlemesine kök salmamasının rolü olduğu da bir gerçektir.
Bu açıdan bakıldığında; ciddi bir semt çalışmasının olmaması ya da semtteki çalışmanın “genel” olması ve halka yönelik “genel” bir ajitasyon ve “çevre çalışması” olarak kalmasında; işçi, işsiz gençlik yığınlarına (elbette ki, kadın yığınlarına da) yönelmemiş, bu özel alanların özelliğine uygun bir çalışmanın yapılmamış olmamasının rolünün olduğu da bir gerçektir. Çünkü; istikrarlı bir semt çalışması demek; geniş gençlik yığınları içinde varolmak, bu yığınlar içinde çalışmak, onların, daha çocukluk yaşlarından itibaren parti ile yüz yüze gelmeleri ve en azından 10-12 yıl (14 ila 26 yaşları arasında) partinin ve gençliğinin faaliyetiyle bir “ilişki” içinde olmaları demektir.
Çünkü; Türkiye, nüfusu genç ve hızla kentleşen bir ülke olarak; nüfusunun önemli bir bölümünün, dolayısıyla gençlik yığınlarının en kitlesel bölümünün büyük kentlerin semtlerine taşındığı bir ülkedir. Bu yüzden de, semtlerdeki çalışmanın en önemli unsur ve bileşenlerinden birisi; semtteki genç işçi (işsiz) yığınları ile ortaöğrenim gençliğidir.
Yine elbette ki, genç erkek ve kızlar, semt halkının çok önemli bir bölümünü oluşturduğu gibi, aynı zamanda, onun, değişmeye ve yeni fikirlerle karşılaşmaya en hazır, en hareketli, arayış içinde kesimi olduğu bir gerçektir. Semt çalışmasında, gençlik yığınlarına yönelik çalışmanın önemine dikkat çekmek için pek çok başka neden de sayılabilir. Ancak yukarıda değinilenler bile, bir semt çalışmasının en önemli bileşeninin, kadın ve erkek gençlik yığınları içinde çalışma olduğunu göstermek için yeterlidir.
Demek ki, semt çalışması denildiğinde; onun en önemli bileşenlerinden birisinin de, semtteki gençlik yığınları içinde partinin (elbette onun gençliğinin) çalışması olduğunu anlayacağız. Eğer böyle anlamazsak, semt çalışmasından da bir şey anlamamış oluruz.
Eğer söz konusu olan gençlikse, onun semtteki bölümüyse; sınıf partisinin gençliğe ve onun özelliklerine dair saptamalarını ve gençlik çalışmasının özgünlüğüne dair her şeyi semt çalışması içinde düşünmek, yaratıcı uygulamalar geliştirmek; semtteki parti ve gençlik örgütünün görevidir.
Bunların en başında ise, gençliğin dinamizmi, öğrenme heyecanı ve kendi talepleri doğrultusunda hareket etme çabukluğunu dikkate alan bir örgütlenme faaliyeti ve böyle bir faaliyeti engelleyen amatörlük, tembellik, disiplinsizlik gibi engelleri ortadan kaldırmaya girişmek gelir. Öte yandan, semt gençliği denildiğinde, işçi gençler, geniş bir kesim oluşturan işsiz gençler ve henüz işçileşmemiş gençlerin kendilerine bir meslek, bir iş arayışı içindeki kesimi, orta öğrenim gençliği, hatta bir bölüm üniversite gençliği gibi, güncel talepleri, birbiriyle birleştiği kadar ayrılan da bir heterojen tabaka akla gelir. Örneğin, meslek edinme ve iş talebiyle hareket eden işsiz gençlik yığınlarının bu talepleri; orta öğrenim gören ya da meslek sahibi ve o anda bir işe sahip gençler için, çok bir anlam ifade etmez. Ya da üniversite kapısına dayanırken, aynı zamanda da, umutsuzluğun içine doğru sürüklenen ortaöğrenim gençliği için, parasız, demokratik bir eğitim, üniversiteye giriş sınavlarını kaldırılması talebinin önüne, iş ve meslek edinme talebi (en azından henüz) geçemez. Bir işe girerek evdeki baskı ortamından kurtulmak, genç kızlar için, başka hiçbir talebin gerisinde kalamaz.
Demek ki, semtteki günlük gençlik çalışması, gençliğin bu kesimlerini dikkate alan, onların talepleri etrafında bir günlük ajitasyonun sürdürüldüğü bir çalışmadır. Elbette ki; semtten semte, gençlik yığınlarının taleplerinin ağırlığı değişse de, bir semt çalışması içinde ağırlık; işsiz gençlik yığınları içinde çalışma3 [Dipnot 3: Öğrenci gençlik için okullar, dershaneler, işçi gençlik için de işyerleri, sanayi siteleri temel çalışma alanı olarak düşünüldüğünde, semtteki çalışma, bu gençlik kesimleri için belki önemlidir, ama “yardımcı bir çalışma alanı”dır. Bu bakımdan bu gençlik kesimleri içinde çalışma, biraz, yukarıda sözü edilen semtteki işçiler içindeki çalışmaya benzer. Mevcut iş koşulları, esnek çalışmanın yaygınlaşmasına da bağlı olarak, işsiz gençle işçi gencin aynı kişinin şahsında tezahür etmesi, bugünün işsizinin yarının işçisi, bugün işçi olanın yarın işsiz olduğu da düşünüldüğünde, işçi gençlik de, semt çalışması bakımından, pratikte, büyük ölçüde semt çalışması kapsamında düşünülebilir.] olarak belirir.
Dolayısıyla, semtte gençlik çalışmasının en önemli ayağını, işsiz gençlik yığınları içindeki çalışma oluşturur. Bu yığınların meslek edinme ve iş talebi ile birleşen bir çalışma etrafında, sınıf partisi, gençlikle, kahvelerden hemşehri derneklerine, sıkça iş bulup yeniden işsizler ordusuna katılan bu gençlik kesiminin fertleriyle semtin en ücra köşelerindeki en yoksul kesimlere kadar uzanan bir ilişkiye de sahip olur. Dolayısıyla, yukarıda sözü edilen işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele (bu mücadelenin en önünde yer alacak kesimini de işsiz gençlik yığınları oluşturur) ve bu mücadelenin taleplerinin özgün halinin, aynı zamanda, bir gençlik çalışması ve onun talepleri olarak biçimlendiğini görürüz.
Yine, emekçi semtlerindeki orta öğrenim kurumları ve dershanelerin semtlerin içinde kurulmuş ve semtle içli dışlı oldukları düşünüldüğünde, ortaöğretim gençliği içindeki çalışmanın, kurum dışındaki en önemli dayanağının da, semt çalışması olduğu görülür. Bu gençler, sonuçta, semtte oturmakta, semt halkının bir parçası olarak yaşamakta; semtte olan iyi ve kötü her şeyin etkisine açık bulunmaktadırlar. Onları, henüz ekonomi ve ekonomik zorluklar dolaylı etkilemektedir, ama anti-demokratik, ezberci eğitim koşulları, eğitimin fiziki şartları, öğretmen ve laboratuar eksiklikleri ve zengin semtlerindeki eğitimle kıyaslanamayan zorluklar ve yokluklar içinde okumalarına karşın onlarla “eşit” koşullarla sınava sokulmaları gibi adaletsizlikler, dershanelere mecbur edilmeleri, liselere sınav konarak yeni engellerle karşı karşıya bırakılmaları,… sayısız sorun, daha 14-15 yaşından (hatta daha küçük yaşlardan) başlayarak, bu gençlerin omuzlarındaki ağır yüklerdir.
Demek ki; semtteki çalışmanın bir yönü olarak, bu en genç kesimler içindeki çalışma, onların aydınlatılması, bu faaliyette ailelerle birlikte çalışma; hem gençlik yığınlarıyla bağları güçlendirecek, hem de ailelerle partinin yeni siyasal ve sosyal bağlar geliştirmesine de vesile olacaktır.
Kuşkusuz ki, gençlik içindeki çalışma; sadece ekonomik taleplerle sınırlı değildir. Tersine; emekçi gençlik yığınları, işsizlik ve yoksulluğun da baskısıyla, hızla lümpenleşme, hırsızlık, uyuşturucu, çeteleşme gibi pek çok sosyal problemle de yüz yüzedir. Bu yüzden de, sınıf partisi, gençliği hedef alan bu tehlikelere karşı mücadele etmek, dolayısıyla gençliğin kültürel taleplerine sahip çıkmak, onların, ülkesini ve halkını seven, emeği ile geçinmeyi, ama emeğinin hakkı için mücadeleyi de bilen gençler olarak yetişmesi için tüm enerjisi ve bilgisini seferber etmek durumundadır. Öte yandan, bu gençlik kesimi; kapitalizm tarafından en çok ezilen bir toplumsal kategori olarak, kapitalizme karşı ve kapitalist sömürüye karşı mücadele bilinciyle eğitilmesi gereken, dolayısıyla içinde sosyalizmin propagandasının sistemli bir biçimde sürdürüldüğü, yeni bir dünyanın kuruluşunda rol sahibi olma bilinciyle eğitilen bir gençlik kesimi olarak dikkate alınmak durumundadır.
Demek ki, sınıf partisi ve onun gençlik örgütü; semt gençliği içindeki çalışmasını, sadece gençlik yığınlarının günlük talepleriyle sınırlamaz. Tersine, semt parti örgütü, dikkatini, gençlerin fikri bakımdan da gelişmesine vermek; köşe dönmeciliğe, serserilik ve çeteleşmelere pirim vermeyen bir anlayışa sahip olmaları ve geleceği kendi kollarıyla kurma bilinciyle davranmalarını sağlayan bir eğitimi esas almalıdır.
Bu çalışmanın bir boyutu, günlük ajitasyon, ekonomik ve siyasi gerçeklerin açıklandığı toplantılar düzenlemek, bu toplantılara gençleri katmak olduğu gibi, gençlik içinde, günlük gazete başta olmak üzere, parti yayınlarını yaygınlaştırmak, bu yayınların okunmasını sağlamak; kitap (roman, öykü, şiir,..) okumayı teşvik etmek; bunun için kahvelerin, derneklerin, semtteki sendika ve benzeri mekanların birer kütüphane gibi çalışmasını sağlamak, okumayı, politik gelişmeyi teşvik edecek etkinlikler düzenlemek, ihmal edilmemesi gereken etkinliklerdir. Yine aynı amaçla, tiyatro ve film gösterimleriyle, yaşamın değişik yönlerine emekçi gençlerin ilgilerini çekmek, nihayet, onların ileri unsurlarının sosyalist bilinçle eğitilmesi için özel bir eğitim programı uygulamak, bu amaçla özel toplantılar düzenlemek, gençlerin, partinin mücadele hattına olduğu kadar, parti ve sosyalizm fikrine de kazanılması için eğitim faaliyetleri organize etmek, semtteki gençlik çalışmasının olmazsa olmazlarıdır.
Değişik gençlik kesimleri de, ancak bu kültürel-ideolojik faaliyet içinde birleştirebilir, siyasete çekilebilirler. Bu yüzden de, gençlik yığınları içinde, bir yandan düzenin gençliğe dayattığı şovenizme, ırkçı eğilimlere vb., öte yandan düzen partilerinin onların üzerindeki etkisine karşı bir mücadele yürütmek; gençlerin, sistemin kurumları ve düzen partileriyle karşı karşıya gelecekleri bir mücadeleye sevk edilmesi, gençlik yığınlarının gerçekleri görmesi bakımından, ayrıca önemlidir. Elbette ki, burada, kaba “particilik”ten kaçınmak ve talepler etrafında mücadelenin gelişmesine de bağlı olarak, sistem partileriyle gençlik yığınlarının karşı karşıya geldiği noktalardan hareketle bir ajitasyon yürütmek, hem anlaşılırlık hem de etki gücü bakımından zorunludur.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka şey de; gazete başta olmak üzere, partinin yayınlarının, broşürlerinin, dönemle bağlantılı öteki yayınların okunması, tartışılması ve gençlik yığınlarının bu yayınlarla bağlantı kurmalarının sağlanmasının, gençlik yığınlarıyla partili gençliğin bağlarını güçlendirmesinin en sağlam ve doğru yolu olduğudur. Bu olmadan, gençlik yığınlarıyla partinin ve gençlik örgütünün kalıcı bağlara sahip olması beklenemez.
Buradaki faaliyetin bütün boyutlarının ortak amacı; gençlik yığınlarının, partinin mücadele hattında, sermaye güçlerine karşı bir mevziye sokulmasıdır. İşçi sınıfının yeni bir dünya kurma mücadelesinde, bu gençlik kesimlerinin önemi apaçıktır. Dolayısıyla, çalışmanın en basit biçimleri (bildiri dağıtmak, gazete satmak, bir mitinge katılmak vb.) bile, bu amaca uygun bir ruhla yürütüldüğü, içeriği bu bilinçle doldurulduğu ölçüde anlamlıdır. Aksi halde partinin semtteki çalışması; basit bir “yardım faaliyeti”ne indirgenir ki, bunu reddetmek gerekir.
Demek ki, sınıf partisi ve onun gençlik örgütü için semt çalışması; emekçi gençlik yığınları kadar, orta öğrenim gençliğine ulaşmanın (elbette ki, üniversitedeki çalışmasını da güçlendiren) da kaldıracı olarak rol oynayan bir çalışmadır.

SEMTTE KADIN ÇALIŞMASI
Sınıf partisinin örgütlü olduğu işçi ve kamu emekçisi kadınlar arasındaki çalışma bir yana bırakılırsa, kadın çalışmasının başlıca alanı, emekçi semtleridir. Dolayısıyla, sınıf partisinin semtteki çalışmasının en önemli bileşenlerinden birisi, emekçi gençlik yığınları arasındaki çalışma ise, diğeri de, kadınlar arasındaki çalışmadır.
Semtte de kadınlar; sonuçta, işçidir, ev kadınıdır, öğrencidir, işsizdir vb. Dolayısıyla, birer emekçi olarak partinin ajitasyonunun hedefidirler. Ama buradaki özgünlük, onların kadın olmaktan gelen talepleridir. Bu konuda, Konferans’ta yapılan tartışmalar da göz önüne alınarak, şunlar söylenmelidir.
Başka alanlarda olduğu gibi, semtlerde de kadın çalışması, partiden, yerel parti örgütünden bağımsız olarak, kadınların yaptığı bir çalışma değildir. Bu çalışma, partinin semt örgütlerinin kadın yığınları arasındaki çalışmasıdır. Bu çalışmanın iki boyut vardır. Bunlardan birincisi; kadınların kadın olmaktan gelen, dört duvar arasına sıkıştırılmışlık, koca baskısı, aile baskısı, gelenek, görenek, töre baskısı, taciz ve kapitalist toplumda kadın olmaktan gelen ikinci cins görülmenin yarattığı baskılara karşı mücadelenin talepleridir. Bu talepler üzerinden mücadele, kadınlar arasındaki çalışmayı asıl özgün kılan nedendir.
Kadınlar arasındaki çalışmanın ikinci boyutu ise; kadınların, emekçi sınıfların bir bölümü olarak, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelenin meslek edinme, iş talebi, sosyal güvenlik vb. talepleri ile, çocuklarına ve emekçi ailesinin desteklenmesine dair talepleridir. Yani, kadınların bu talepler doğrultusunda mücadeleye çekilmesi için, kadınlar arasında yapılan çalışmadır. Çalışmanın iki boyutuna dair de; birkaç kadını bir araya getirip; “hadi gidin kadınlar arasında çalışın” demek, “kadın çalışması yapılıyor”, “hakkıyla bir kadın çalışması yapılıyor” demek değildir. Tersine kadın çalışması da, gençlik çalışması gibi, parti örgütünün gündeminin üst sıralarında yer alıp, mücadelenin sorunları parti örgütü tarafından çözümlendiği, bu sorunların üstesinden gelecek bir çalışma örgütlendiği ölçüde, bir kadın çalışmasından söz etmek mümkün olur. Kadın grupları da, bu görevin yerine getirilmesi sürecinde ortaya çıkar.
Yani, parti örgütü, birkaç kadını bir araya getirip, “Hadi kadın çalışması yapın!” demez. Tersine, parti, kadın çalışmasının hedefleri ve sorunlarını, bu sorunların nasıl aşılacağını planlar; burada, kadın erkek diye bir fark yoktur. Ama semtte, kadın çalışmasının temel mekanları olan evlere girip çıkmak kolaylığı, kadınların sorunlarını, duygularını, düşüncelerini, dillerini, neye nasıl tepki vereceklerini, partili kadın, partili bir erkekten daha iyi anlayacağı için, kadınlar arasındaki çalışmada kadınların görevlendirilmesi önemlidir. Çünkü, söz konusu özellikler, bir kitle çalışmasında hayati önemdeki özelliklerdir. Ancak böyle bir parti çalışmasını arkasına alan kadın parti görevlileri, kadınlar arasında ciddi bir çalışma yapabilirler.
Çalışma, partinin çalışması olduğu için; semtteki kadınlar arasındaki çalışma, elbette ki, parti karşısında hiçbir bağımsızlığa sahip değildir. Ancak bu çalışmanın kitlesellik kazanması, partisiz kadın kitlelerinin mücadeleye katılması gibi bir durum ortaya çıkmasından itibaren, “kadınların bağımsız bir kitle örgütü”nden söz edilebilir bir noktaya varılır. Bu durumda, partinin kadın gurupları, bu kitle içinde çalışarak, bu kitlenin partinin mücadele hattı doğrultusunda hareket etmesi için uğraşırlar. Burada da, “bağımsızlık” özelliği, partisiz kadın kitlelerinin örgütüne dairdir, yoksa partili kadınlara dair değildir.
Yukarıda söylenenlerden anlaşılacağı gibi, kadınlar arasındaki çalışma, kimi avantajlar sunduğu gibi, pek çok zorluklar da getirir. Özelikle de yetişmiş kadın kadroların sıkıntısı çeken örgütler için, çalışma, daha da çok güçlük çıkarır. Ancak şu da bir gerçek ki; semt halkının yarısını kadınlar oluşturuyorsa; semtteki parti örgütünün de enerjisinin yarısını kadınlara yönelik çalışmanın alması kadar doğal bir şey yoktur.
Elbette ki, partinin semtteki faaliyetinin siyasi ve ekonomik taleplere ilişkin boyutu, hem erkek hem de kadın emekçilere yöneliktir. Örneğin, bağımsızlık ve demokrasi taleplerine ilişkin olarak, kadınlar arasında da, kesintisiz bir aydınlatma faaliyeti sürer. Hatta parasız eğitim ve sağlık, çocukları, gençleri tehdit eden uyuşturucu, lümpenlik, çeteleşme gibi eğilimlere karış mücadele ya da işsizliğe ve yoksulluğa karşı mücadele; kadın yığınları içinde, belki erkeklerden daha etkin bir ajitasyonla yürütülmesi gerekir. Başka alanlarda olduğu gibi, sınıf partisinin dolaysız amacı; kadın yığınlarını; sermayeye karşı mücadeleye çekmek, sömürüsüz ve baskısız bir dünya kurma mücadelesinin bir bileşeni olarak hareket ettirmektir. Bu, kadınların kurtuluşu için atılabilecek ilk ciddi adımdır da. Dahası, kadınların kapitalist dünyada erkeklerle eşit olabilecekleri tek alan siyaset alanı olduğu için, kadınların siyasi mücadeleye çekilmesi, kadın yığınların, siyasi mücadele içinde işçi sınıfı davasının başarısı için mücadele etmeleri bilincinin geliştirilmesi önemlidir. Ama bundan da önemlisi; partinin, ileri işçi kesimlerinin, kadınların hakları için yürüttükleri mücadelenin önemini anlamaları, bu mücadele üstünden siyasete çekilebileceklerini ve kadınların siyasete katılmasının işçilerin davasının başarısı için vazgeçilmez olduğu bilincinin geliştirilmesidir. “Kadınlar katılmadan devrim olmaz” diyenler boşuna dememiştir. Ve elbette ki, bu çalışma içindeki partililerin, parti örgütlerinin geri plana itemeyecekleri bir görevleri de, kadın mücadelesi ve kadınların mücadelesi içinde öne çıkanların sınıf partisinin saflarına kazınılmasıdır. Başka bir söyleyişle; teferruattan arındırırsak, partinin, semtte kadınlar içinde çalışmasının iki önemli amacı vardır: Kadınların mücadeleye katılması, bu mücadele içinde kültürel, siyasi olarak gelişmeleri, politikleşmeleri ve bu mücadelenin önünde yer alan kadın kesimlerinin partinin saflarına katılmalarını sağlamaktır.
Dolayısıyla, kadınlar içindeki parti çalışmasının içeriğini de, bu amaç belirler. Kadın kitleleri içinde yapılacak eğitim; kültürel ve sanatsal etkinlikler, kadınların kendi mücadelelerinin deneyleri temelinde eğitilmeleri, onların emek mücadelesiyle dayanışmaları ve ortaklaşa eylemleri, ortak değerleri paylaşmaları, kadınların anti-emperyalist ve demokrasi mücadelesi içinde yer almaları, kuşkusuz ki, hem sınıfın ve hem de kadınların kurtuluşu arasındaki kopmaz bağın kavranmasını kolaylaştıracaktır. Bütün bu alanlardaki mücadelelerin birleştirilerek, işçi sınıfının kendi dünyasını kurma mücadelesine bağlanması işi de, sınıf partisinin sorunu ele alışı ve kadın mücadelesi içinde mevzilenişi ile doğrudan bağlantılıdır.

*        *        *
Yukarıdaki yazıda, bir semt çalışmasının yönelişi ve üstünde yükseleceği başlıca alanlarla parti örgütünün faaliyetinin çerçevesi çizilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevenin içinin doldurulması, mücadelenin ete kemiğe büründürülmesi, her semtin somut koşulları ve oradaki imkanları gerçek bir dayanağa dönüştüren yerel örgütlerin, semt parti örgütlerinin yaratıcı, inisiyatifli çalışmasıyla mümkün olacaktır. Ve bu çalışmaların somut başarılarının değerlendirilmesi üstünden çıkarılacak derslerle bu yazının tamamlanması, her gün yeniden tamamlanması gerekmektedir. 12-13 Mart Konferansı, sınıf partisinin örgütleri ve üyelerinin önüne böyle canlı, istikrarlı bir çalışmayı, bu çalışmanın sürekli olarak eleştirilip geliştirmesi görevini koymuştur.

Geçmişten günümüze Kapitalizm ve eşitlik

Bugün, ABD’nin biriktirdiği silah gücünü, bu güçten de cesaret alan saldırgan dış politikasını ve bu ülkenin dünya siyasetinde yarattığı imgeyi tanımlamak için “imparatorluk” kavramından ilham almak; ABD’yi bir postmodern imparatorluk modeli olarak tarif etmek ve dolayısıyla onu geçmiş imparatorluk deneyimleriyle karşılaştırarak, tarihin önemli büküm noktalarıyla günümüz arasında paralellikler, benzerlikler kurmak eğilimi oldukça yaygın. Politik gelişmelerin kabukları arasındaki dikkat çekici benzerlikler, bu kıyaslamalara inandırıcılık kazandırıyor, bu doğru. Bunun yanı sıra, söz konusu eğilim, meseleyi daha “kolay” anlaşılır bir şekilde, modelleme üzerinden ele aldığı için de yaygınlıkla benimseniyor.
Dünya üzerinde kurulmuş başka imparatorluklar (Roma, Osmanlı vb.), kendileri dışındaki halkları, fetih, istila, boyun eğdirme gibi yöntemlerle bağlı/bağımlı hale getirdiler. Kaba gücün ve gelişkin şiddet araçlarının varlığı, tarihin o dönemlerinde de, bu fetihçi ve istilacı imparatorluklar için öneme sahipti. Bu devletler de, dünyanın çeşitli bölgelerine uzun süren seferler düzenlediler ve ekonomik-politik bir gücün, potansiyel ve/ya da fiili bir askeri güce, bir şiddet ve savaş yeteneği ve gelişkinliğine koşut olduğu hükümranlıklar kurdular. İlk bakışta görünen bu önemli “kabuk” benzerliklerinin dışında, başka ortak noktalar da bulunabilir. Ve ABD’nin, tarihin eski veya görece yeni bir döneminde, Doğu’da veya Batı’da, Hıristiyanlar veya Müslümanlar tarafından kurulmuş şu veya bu imparatorluğa benzediği, bu “modeller” bağlamında da değerlendirilebileceği öne sürülebilir.
Ama, bir ülkenin tarihsel gelişiminin yalnız kendi toplumsal koşullarına bağlı olmayıp, onu çevreleyen dünya-tarihsel koşullar tarafından belirlenmesi gibi; bir ülkenin, bir hükümranlık mekanizmasının “yazgısının”, hatta onu niteleyecek ve tanımlayacak sıfat ve adların geçmişin temsillerinde aranması da doğru değil. Bugün büyük ve yıkıcı bir uygarlık ve egemenlik mekanizması olarak Birleşik Devletler; hamuruna karışmış pek çok tarihsel dinamiğin yanı sıra, kendi öznel tarihinin ve bu tarihin gerçekleşmiş bulunduğu zaman ve uzamda varolagelmiş başka olguların belirleyiciliği altındadır. Ve bunlardan biri de, şüphe yok ki, Protestan Avrupa sömürgeciliğinin –en örtüsüz haliyle bir kez de Amerika’nın ‘keşif’ ve istila edilmesi vesilesiyle tanışılmış bulunan Batı sömürücülüğünün– suretidir. Bugün, uluslararası kapitalist sistemin enerji ve hammadde kaynakları ile öteki maddi donanım ve süreçlerinin yanı sıra gelişkin şiddet araçlarına daha fazla sahip olmak ve bunları kullanmak konusunda tereddütsüz bir yıkıcılığa dönüşebilen “özgüveni” edinmiş olmakla da Avrupalı akrabalarından birkaç adım önde duran ABD sömürgeciliğinin eskizleri, Batı Avrupa tarihinin örtük ya da açık sömürücü geçmişinde tespit edilebilir. Avrupa büyük sermayesinin çıkar örgütlerini ve bunların daha büyük ölçeklerdeki siyasal birliklerini, ABD’nin “huzursuzluk verici” hegemonyasına karşı alternatif bir odak, bir denge unsuru olarak görmeden önce, yeterince açık olan bu akrabalık ilişkisini hatırlamalıyız: Geçmişin hayaletlerini, bugünü temsil eden ruhlar olarak çağırmak ve onlara yeniden dirilecekleri anlam alanları yaratmak yerine…

***
Modern Avrupa düşüncesi ve eyleminin, dolayısıyla bir bütün olarak Batı kapitalizminin, kendi tarih aynasında belirgin çizgilerle görünsün istediği olgu, Aydınlanma geleneğidir. Aydınlanma, Katolik hurafelerden kurtulmak ve dinsel hükümlere bağlı bir “kesin bilgisizlik” yerine us’un (insan aklının) yol göstericiliğine bağlanmak gibi dev bir adımın atılmasını sağlamıştır. Descartes’ın bu us’un tüm insanlarda eşit olarak verili olduğu yönündeki sözleri ve insanın ussal bir varlık olduğu yönündeki Aydınlanma hükmü, zorunlu olarak, bütün insanların doğuştan ve devredilemez şekilde eşit olduğu yargısına varır. Aydınlanma geleneğinin ve bu sürece bağlı olarak anılagelen toplumsal değişimlerin temelindeki bu eşitlik argümanı, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kapitalist uygarlığın da terennümüdür. Kapitalist uygarlık, içeriğindeki bütün us-dışı, insanlık dışı, insana ve insani değerlere yabancı öze rağmen, bu eşitlik sloganını nüfus cüzdanına büyük harflerle yazdırmıştır. 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’da, ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika’da da, köleliğin yasal olarak kaldırılması; hatta kökeninde buna dair bir uyuşmazlık varmış gibi görünen bir iç savaşta –her 60 Kuzey Amerikalıdan birinin öldüğü bir iç savaşta– “kölelik yanlılarının” yenilgiye uğraması, eşitlik konusundaki “ciddiyete” kanıt olarak görülebilir. Batı uygarlığı, artık us’un egemen olduğu bir dünya düzeninde, tüm insanların birbirine eşitliğini, gerekirse silah zorunu kullanmak da dahil olmak üzere, türlü yöntemlerle dünyanın diğer halklarına gösterecektir!
Bu durumda sömürgeciliğin, bu eşitlik ülküsünün patentlenmesiyle neredeyse özdeş bir zaman diliminde modern biçimini almış olması, bir çelişki olarak görülmemeli. Afrikalı insanlar başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında on milyonlarca insanın, hayal bile edilemeyecek büyüklükte acılar ve yıkımlarla karşılaştıkları, Batılı burjuvaların, bütün o modern ve “insancıl” ilahilere rağmen, kapitalist uygarlığı gezegenin uzak köşelerine insanlık dışı metotlarla taşıdıkları gerçeği, aklın peşinde ve eşitlik ülküsünün rehberliğinde yürüdüğünü söyleyen ve tarihsel olarak “bugün”e varmış olan sistemin bir kusuru olarak değil, özü olarak görülmeli. Kapitalist inşa sürecinin pragmatist felsefesi, bir yandan kuramsal bir “eşitlik” ideasını yüceltirken, bununla eş zamanlı olarak, köleciliğe, sömürgeciliğe, dünyanın başka halklarının ve onların henüz gelişme aşamasındaki kültürlerinin ve uygarlık miraslarının talan edilmesine izin –hatta mantıksal bir zemin– verebilir. Burjuva tininin özü budur. Bir kısım entelektüelleri, akademide, sivil toplum örgütlerinde, derin felsefi metinlerinde, roman ve şiirlerinde, şurada ve burada, bu kötü kalpli dünyanın yazgısı için umutsuz gözyaşları dökerken, bir başka kısmı, kaba gücün, açık sömürünün, cinayetin, soykırımın ve başka insanlık dışı “siyaset” biçimlerinin rasyonelleştirilmesi için nihilist terler dökebilir. Bugün dünya hakimiyetini elinde bulunduran uluslararası kapitalist sistemin fikri temelinde, yeryüzündeki insanların birbirine eşit olmadığı; uygarlığın, seçilmiş ve üstün Avrupa halklarına –yalnızca bunlara– ait bir kültürel gelişimi ifade ettiği yanılsaması yatar. Gerçekte bu, sadece bir yanılsama, yanlışlıkla edinilmiş bir mantıksal dizge değil, kapitalist gelişimin tüm düşünce ve eylemlerine rehberlik eden kaçınılmaz bir “şuur”dur. Burjuva tini, nesnel dünyayı, önce kendi öznel bilincinde çarpıtır, ve sonra, bunu, felsefe, ideoloji ve siyaset olarak yaygınlaştırır. Onun gerçeklik’le ilişkisi, bu çarpık “şuur”un etkinlikleri olacak; böylelikle, “negroların”, Kızılderililerin, Asya halklarının insan-altı bir kültürü temsil ettiklerini; bizzat kendi Beyaz, Protestan ve  Zengin formasyonlarının tanımladığını düşündükleri, “insanlığın” henüz tamamlanmamış ilkel bir taslağı olduklarını düşünebilecektir. 18. ve 19. yüzyılın sömürgeciliklerinden 20. Yüzyılın emperyalizmine, Nazizmden günümüz Amerikan sömürücülüğüne dek belli başlı burjuva dünya siyasetlerinin mekanizmasında böyle bir ırkçılık yatar. Bu “siyasetlere”, aydınlanmacı pozitivizm ya da klasik liberalizm, nihilist irrasyonalizm ya da postmodernizm eşlik edebilir. Burjuva hakimiyetinin insanlık dışı biçimlerine derin anlam ve gerekçeler katacak, onun zorunluluğunu ilan edecek felsefi formlar için, çarpık burjuva şuuru, anlamsız bir çeşitliliğe (!) sahiptir: Bu çeşitlilik, belli bir töz etrafında gelişmiş, ayrı ve özgün ilkelerin zenginliğini değil, farklı yanılgıların, tuhaflıkların ve hastalıklı düşüncelerin varlığını ifade etse de… 18. yüzyılın Avrupalı düşünürleri, öteki halklardan açıkça aşağı türler olarak söz eder, onların, bir uygarlık yaratma yeteneğinden yoksun olduğunu bildirir ve sömürülmelerini ahlakileştirir; liberalizm, emperyalist sömürüyü rasyonel gerekçelerle, doğa bilimlerinden gasp ettiği “doğal farklılıklar ve üstünlükler” söylemleriyle kutsar; nihilist irrasyonalizm, tüm insani değerleri bir kuşkuculuk örtüsünün arkasında inkar ederek ve dünyanın bilgisine tek başına sahip olan elit bilinçlerini dünyanın geri kalanının karşısına koyarak, üstün ırkın dünya hakimiyetine yol verir; ve postmodern saçmalık da, bütün dünyanın ve tarih dediğimiz tüm insanlık deneyiminin kendisi gibi saçma ve tanımlanamaz olduğunu söyleyerek, 21. yüzyılın barbarlığını önemsizleştirir ve gözlerden uzaklaştırır. Bütün bunlar, tek bir egemen sınıfın, tarihsel olarak Avrupa’da iktidara gelmiş burjuva sınıfının çarpık dünya algısının görünümleridir: Egemen bilincin, farklı tarihsel duraklardaki görünümleri.
İşte böylece, eşitlik, bir sözcük olarak kavramsallaştırdığı şey olmaktan çıkmıştır. Kapitalist kültür için eşitlik, asla gerçekleştiremeyeceği bir vaadin pırıltısı olmaktan öteye gidemez. Emperyalist hakimiyet, o ilk sömürgeci biçimlerinden bugüne dek, asla dünyanın çoğunluğuyla eşit bir ilişkiye girmemiş, böyle bir ilişkinin doğal sonucu olarak ortaya çıkması gereken tarihsel sorumluluk bilincine sahip olmamıştır. Bugün, başta ifade edilen nedenlerle, uluslararası kapitalist sistemin hakim gücü olan ABD’nin, Ortadoğu ve Asya’daki, Afrika ve Latin Amerika’daki halklara karşı giriştiği sömürgeci saldırganlık ve bu saldırganlığı gerekçelendirirken kullandığı argüman, 200 yıldan fazla bir süreyi kapsayan egemen bilincin güncel bir tezahürüdür. Bush’un, Rice’ın, neo-con denen bütün o budala kalabalığın, doğal bilince, bir sapkınlık, bütün erdemlerini yitirmiş bir salt kötülük olarak görünen düşünme biçimleri ve söylemleri; gerçekte hastalıklı bir çılgınlığı değil, burjuva düşüncesinin gelişim seyrini ifade eder. Bu düşünce ve söylem, bizzat kendi öz yurdu olan Avrupa’da da hüküm sürmektedir elbette. Ama (Bush’un alaycı tanımlaması kullanılarak söylenecek olursa) bu yaşlı Avrupa, yalnızca eski ihtişamını yitirmiş olmakla değil, kendi üstün uygarlıklarına, sömürmek yoluyla katmak lutfunda bulundukları halkların, sayısız direniş ve zaferiyle de maluldür. Ve onun “dili”, bu tecrübelerinin yönlendirdiği bir denetimden geçmiştir. Zengin Avrupalıların büyük siyasal birliği AB, böylelikle kapitalist uygarlığın daha rafine, işlem görmüş; ama böylelikle de bir o kadar sahte olan hümanist dilini edinmiştir. “Yaşlı Avrupa”, hızlı gençliğinin ve aslında bütün bir ömrünün günahlarından utanarak değilse bile, bu günahların mağdurlarının artık geri dönülmez şekilde başlarına gelen kötülüklerin bir kısmını anlayabilmiş olmasından kalkarak; evrensel insanlık değerlerini, siyasal özgürlükleri, insan haklarını, demokrasiyi, hoşgörüyü, birlikte yaşamayı temsil eden bir bilge gibi görünmeyi ve bu bilgelikler kulübüne, gerçekte bütün bunların tam karşıtlarıyla kurduğu uygarlığının mertebesine, bazı halkları sınavlardan geçirerek, lütfen, kabul etmektedir. Bir yüzü Bush’un “çılgın”, paranoyak ırkçılığı, öbür yüzü Avrupalı majestelerinin steril demokrasileri olan bu çağdaş burjuva çeşitliliği, aslında, aynı barbar dünya algısının veçheleri değil mi? Avrupa Birliği, “fon” adı altında açtığı taharet musluklarıyla, eski sömürgelerinde ve dünyanın öteki yoksul bölgelerinde, sadece üretim araçlarına ve iktisadi yapıya dayanan değil, bilince ve düşünme biçimlerine de sirayet eden bir egemenlik tesisatı yaparken; kıta içindeki neredeyse tüm ülkelerde baş gösteren daha yerel ırkçı siyasal yükselişi, kendi geniş ırkçılığı lehine dizginlemeye de uğraşır.
Kapitalist uygarlığın temel prensibi, doğumundan beri ona eşlik etmekte olan ve hatta kendinden önceki düzenlerden devraldığı ve geliştirdiği bir eşitsizlik ilkesidir. Bütün insanların ve genel olarak insanlığın potansiyel olarak içerdiği evrensel birliği yadsır ve bunun yerine, “yukarı halkların aşağı halklara hükmettiği”; onlara savaş, kıyım, demokrasi vb. götürdüğü; ve her defasında “yukarıdan aşağıya mutlak otorite”, “aşağıdan yukarıya mutlak itaat” dayattığı bir düzen önerir. İnsanlığın evrensel gelişimine değil, yalnızca kendi öznel gelişimine yeteneklidir.  Avrupa Birliği de dahil olmak üzere, uluslararası emperyalist sistemin tüm örgütleri, düşünme ve eyleme biçimleri de, bu uygarlığın vahşi doğumunun izlerini taşır. Kapitalist uygarlık, nasıl bu kökenin “olağan” bir devamıysa, kapitalist kültür de, o barbar, us-dışı çağların kültürel bir fosilidir.

Filistin halkının mücadelesi üzerine karar*

ULUSLARARASI MARKSİST LENİNİST PARTİ VE ÖRGÜTLER KONFERANSI

Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nın 10. oturumu, Filistin halkının mücadelesine yıllarca önderlik etmiş olan Yasar Arafat’ı saygıyla anar. Arafat’ın ölümüyle birlikte, Filistin’in yakın geleceği üzerine sayısızca spekülasyonlar yapılmaya başlandı. Ancak, Siyonist İsrail devletine karşı direniş içerisinde pişmiş olan bu kahraman halk; özgürlüğüne kavuşmak, kendi devletini kurma hakkını elde etmek, 1967’den beri İsrail tarafından işgal edilen topraklarını geri almak ve mültecilerin topraklarına geri dönmelerini sağlamak için kavgasına devam etmektedir.
Partilerimiz, örgütlerimiz ve dünya halkları, Filistin halkının kararlı mücadelesinin yanında ve dayanışma içerisindedir. Aptalca ve haince bir tutum takınan sözde demokratik ülkeler ise, etkisiz protestolarda bulunmalarına rağmen esasta, ABD emperyalizmi tarafından desteklenip teşvik edilen İsrail devletinin vahşi saldırganlığını kabul ediyorlar. ABD emperyalizmi ve onun koruması altındaki Siyonistler, Birleşmiş Milletler’in kararlarını hiçe saymalarına, tasarlayarak katliam yapmalarına, yasaları tarafından da müsaade edilen işkenceye başvurmalarına, sivil halkı bombalamalarına, köyleri ve mülteci yurtlarını yıkıma tabi tutmalarına, ekilmiş arazileri ve zeytin bahçelerini vb. tahrip etmelerine rağmen, utanmadan Filistinli militanları teröristlikle itham ediyorlar.
Ama hiç bir şey, her şeye karşın ilerleyen ve zafere mutlaka ulaşacak olan Filistin halkının haklı mücadelesini durduramaz.

Ekvador, Aralık 2004 

Filistin halkına özgürlük ve barışın yolu

Sekiz Şubat’ta Mısır’ın Şarm el Şeyh beldesinde Mısır, Ürdün ve ABD’nin de temsil edildiği “barış zirvesi”nde biraraya gelen Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Başbakanı Ariel Şaron, karşılıklı şiddetin sona erdirilmesi konusunda anlaştılar. Filistin Lideri Mahmud Abbas, İsrail ve Filistinlilere karşı her türlü şiddetin durdurulacağı konusunda Şaron ile anlaştıklarını açıklarken, Şaron da, Filistin topraklarındaki askeri operasyonların durdurulacağını ilan etti.
İşgal altında ölümler, katliamlar, keyfi gözaltı ve hapis cezaları, ev ve kasaba hapisleri, seyahat kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları, ev yıkımları, okulların keyfi kapatılması, ekonomik abluka ve aşırı işsizlik koşullarında onlarca yıldır yaşamak durumunda kalan Filistin halkı için ne kadar süreceği, ve isstenen ya da beklenen amaca; kendi topraklarında bağımsız ve özgür bir yaşama varmaya hizmet edip edemeyeceği bir yana, ateşkesin ve barış ortamının anlamı ve önemi açıktır. Ve şimdiye kadar birçok kez olduğu gibi, barış yolunda en küçük adımlar dahi, Filistin halkınca sevinçle karşılanmış ve destek görmüştür.
Kaldı ki, Filistin halkı, barış içinde ama kendi topraklarında özgür ve bağımsız bir yaşam için, İsrail işgali ve saldırganlığına karşı en az elli yıldır kahramanca ve yılmadan mücadele etmiş ve hem Ortadoğu’nun hem de dünyanın barışı en fazla özlemiş ve hak etmiş halkıdır.
Şarm el Şeyh’te yapılan “barış zirvesi”ne nasıl ve hangi gelişmeler üzerinden gelindiğini anlayabilmek ve bu ateşkesin, son dört beş yıldır Filistin halkı üzerinde bizzat Şaron eliyle estirilen aşırı saldırganlık ve terör dalgası ve katliamlar sürecinden sonra adeta birden bire kotarılıvermesini kavrayabilmek için, kısa geçmişi  ve yaşananları gözden geçirmek zorunludur.

*
Filistin halkının elli yıllık bağımsız Filistin uğruna mücadelesinin kahraman lideri Yaser Arafat’ın, 2002 Nisan’ında başlayan ve üç yıl boyunca süren Ramallah’taki başkanlık konutunda İsrail askeri ablukası altında tutulması sırasında, bir yandan İsrail tarafından, Arafat’ın sürgüne gönderilmesi ve İsrail kabinesinde Arafat’ın öldürülebileceği gündeme getirildi. Öte yandan, Amerikan Başkanı Bush, Temmuz 2002’de, “Filistin devletinin İsrail ile müzakereler yoluyla kurulmasını, Filistin liderliğinin değişmesi şartıyla destekleyeceklerini” açıkladı. Arafat’ın ölümünün hemen ardından yapılan ilk açıklamalarında ise, Arafat’ ın ölümünü; Şaron, “Ortadoğu için tarihsel bir dönüm noktası”, Bush ise, “Filistin tarihi açısından önemli bir an” şeklinde değerlendirdiler.
Arafat’ın ölümü sonrasında Filistin’de yapılan geçici düzenlemelerle, Filistin halkı içinde “ılımlı” bir lider olarak  tanınan Mahmud Abbas FKÖ liderliğine getirildi. Mahmud Abbas, Nisan 2003’te, ABD’nin müzakerelere başlamanın şartı olarak öne sürdüğü “lider değişikliği” baskısının da bir sonucu olarak, Filistin Başbakanlığı’na atanmış, kısa süren başbakanlığı süresinde, İsrail ve ABD yönetimleriyle görüşmeler yapmıştı. Mahmud Abbas’ın Başbakanlığı dönemi, aynı zamanda, ABD’nin başını çektiği ABD-Rusya-AB-BM dörtlüsünün “Yol Haritası” adıyla yeni bir “barış planı”nı taraflara sunduğu bir süreçti, ve görüşmeler, bu plan üzerinden sürdürülmekteydi. Mahmud Abbas, hem sözü edilen süreçle ilgili uygulamaları konusunda Arafat’la anlaşmazlıkları hem de Filistinli örgütlerin (Hamas ve İslami Cihad) ateşkesine rağmen İsrail’in terör ve katliamalarına devam etmesinin de baskısıyla, başbakanlıktan istifa etmişti.
Filistin’de 9 Ocak 2005’te yapılan seçimlere, El Fetih adayı olarak katılan Mahmud Abbas, % 62 oyla Devlet Başkanı seçildi. ABD Başkanı Bush, ilk seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra, Mahmud Abbası kutlayarak, “Abbas’a İsrail ile barışı sağlama yolunda yardım edeceğini” açıkladı. İsrail’den uzanan barış elini, her seferinde, elinin tersiyle iten (Temmuz 2000’de Camp David’de yapılan ve İsrail tarafının Oslo Antlaşması’nda belirlenmiş olanları hiçe sayarak, yeni toprak ilhakı dayatan Ehud Barak’ın önerilerini, dayatılan onursuz barışı ve teslimiyeti Arafat’ın haklı ve doğru olarak reddetmesi kastediliyor) barışçı olmayan Arafat’tan kurtulunmuş ve ılımlı lider Abbas Devlet Başkanı olmuştur. Başta ABD ve İsrail olmak üzere, ABD ve İsrail’in dost ve müttefikleri sevinebilir, “Abbas’ın seçilmesiyle barış çağının başlayacağını…” (İsrail açıklaması) umabilirlerdi.
Mahmud Abbas, gerek seçime gelen süreçte gerekse seçim sonrasında “barış”  hazırlıklarını sürdürdü, Filistinli örgütlerle, Hamas ve İslami Cihad temsilcileriyle görüşerek, onları, seçim süreci ve sonrasında ateşkes yapma ve intihar saldırılarını durdurmaya ikna etme çabası içinde oldu. Şarm el Şeyh öncesi (7 Şubat), Ramallah’ta, Mahmud Abbas’la görüşen ABD Dışişleri Bakanı Rice, Abbas’ın İsrail’in güvenliği için önemli adımlar attığını, yapılacak “barış zirvesi”nin çok önemli olduğunu, Amerika’nın da üstüne düşeni yapacağını, Filistin’e askeri ve ekonomik destek vereceğini söyledi.
Bu arada Hamas ve İslami Cihad fiili bir ateşkes uygulamış ve İsrail’in saldırılarına karşı yapılan birkaç eylem dışında, ateşkese uyulmuştur. Ancak bu fiili ateşkes, İsrail tarafınca da kabul edilmiş ve resmileştirilmiş değildir.
Öte yandan Şarm el Şeyh’e geliş sürecinde, İsrail’de, Aralık ayı içinde bütçe oylamaları sırasında yaşanan hükümet krizi, Şaron’un dinci partilerle kurduğu koalisyonun bozulması ve İşçi Partisi ile yeni bir hükümet kurulmasına yol açtı. Bu gelişme; fazlaca planlı olmasa da, yeni ve “ılımlı” Filistin liderliğiyle yapılacak “barış” görüşmelerinde, Şaron’un elini hükümet içinde güçlendirici ve rahatlatıcı bir rol oynayacaktı. (Ki buna rağmen, antlaşma gereği, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın dört yerleşim biriminden çekilme planı, yeni hükümet tarafından bile beş red oyuna rağmen kabul edilebilmiştir.)
ABD, İsrail’e desteğini ve İsrail’i askeri olarak daha da güçlündirme çabalarını bugün de sürdürmektedir. Bu çabanın bir parçası olarak, NATO-İsrail askeri işbirliği ve ortak tatbikatlar gündeme getirildi ve İsrail, NATO üst düzey toplantılarına davet edildi.

ABD NASIL BİR BARIŞ İÇİN ÇABALIYOR?
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”ni, öncesinde yaşanan tüm bu gelişmelerle birlikte ve bağlantıları ile değerlendirmek, ve yol açabileceği gelişmeler, gerçek bir barışın yolunu açma ve geliştirme olasılığı, Filistin halkının taleplerini karşılayabilecek bir sürece başlangıç olup olamayacağı konusunda doğru sonuçlara varabilmek açısından, zorunludur.
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”ni bu kadar hızlıca gündeme getiren ve kotarılıvermesini sağlayan nedenler, elbette ki, bunlardan ibaret değildir ve çok daha temelli bir arka planı söz konusudur.
ABD, İsrail’in güvenliğini kendi güvenliğinin bir parçası ve bölgedeki çıkarlarının güvencesi saymaktadır. ’67 Arap-İsrail savaşı sonrası pekiştirilen ABD İsrail ilişkileri, süreç içinde askeri, ekonomik çok yönlü gelişerek boyutlanmış ve ve bugünkü düzeyine varmıştır. ABD, ’67’den beri, asıl silah ve askeri mühimmat sağlayıcısıdır. ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkileri, dolayısıyla da bölgedeki çıkarları gelişip boyutlandıkça, İsrail’le olan ilişkileri de giderek güçlendi. Bu ilişkiler, özellikle ’79 İran Devrimi sonrası, ABD’nin bölgedeki çıkarları ve “güvenliği” açısından daha da önemli hale gelmiştir. Bu dönemde  ve seksenli yıllarda İsrail, artık ABD için stratejik müttefik haline gelecek ve ’87’de, ABD Kongresi, İsrail’e, “NATO dışı temel müttefik” statüsü tanıyacaktır.
Elbette ki, ABD, bölgedeki çıkarları açısından, stratejik müttefiği İsrail’in, başta Filistin toprakları olmak üzere, işgallerinin de baş destekçisi olacak, ve bunu, İsrail’in güvenlik içinde yaşamasının bir gereği sayacaktır. ABD’nin Filistin sorununa, Filistin-İsrail barışına yaklaşımını da, doğal olarak, İsrail’le olan stratejik müttefiklik ilişkisi, “İsrail’in güvenliği” ve onun ihtiyaçları yönlendirecektir.
ABD, şimdiye kadar yapılmış tüm “barış” antlaşmalarında bu tutumla yeralmış, “barışın” zeminini hazırlamış, arabulucusu ve teşvikcisi olmuştur. Yani ABD’nin sağlamaya çalıştığı; gerçek bir barış ya da Filistin sorununun, Filistin halkının talepleri ve istemleri doğrultusunda çözümü değildir, onun böyle bir kaygı ve çabası olmamıştır. Dolayısıyla, bundan sonra da olmayacağı açıktır. ABD’nin bir biçimde rol aldığı ya da alacağı barış; olsa olsa bir “Amerikan barışı”, bir Pax Amerikana olacaktır.

BARIŞ ANTLAŞMALARI VE SONUÇLARI
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”, Filistin-İsrail arasında yapılmış ilk “barış zirvesi” ya da antlaşması değil, ve sonuncusu olması için de, ortada çok fazla belirti görünmüyor. Şimdiye kadar yapılmış olan “barış” antlaşmalarının içerdikleri ve bunların, İsrail tarafınca ciddiye alınıp “uygulamaya” konması, daha doğrusu konmaması; Şarm el Şeyh “barışı”nın, içeriği bir yana, bu kadarıyla bile “uygulanması” açısından fikir vericidir.
Camp David; 1973 Arap-İsrail savaşı sonrasında gerçekleşir. Enver Sedat’ın Kudüs’ü ziyaretiyle başlayan Mısır-İsrail görüşmeleri, ABD arabulucuğunda sürer ve 1979’da Camp David antlaşması ile sonuçlanır. Camp David Antlaşmasına göre; İsrail Sina Yarımadası’ndan çekilecek, Gazze Şeridi dışında ’67 öncesi sınırlara dönülecekti. Filistinli delegelerin de katılımıyla, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın özerkliği üzerine görüşmeler yapılacaktı. Bu görüşmeler bir yıl içinde bitirilecek, hemen ardından beş yıllık geçici özerklik dönemi başlayacaktı.
Bu antlaşma, başta FKÖ ve Yaser Arafat olmak üzere, Filistin halkınca reddedildi. Çünkü; İsrail’in önerdiği özerklik statüsü, Filistinlilere toprakları, su kaynakları, savunma ve dış politika konularında hiçbir hak ve kontrol olanağı tanımıyordu. Filistin halkı, ancak, kendi topraklarında bağımsız bir devlet kurmaya varacak bir özerklikten yana olabilirdi. İsrailin önerdiği özerklik ise, İsrail işgalinin başka bir biçim altında sürdürülmesinden başka birşey değildi ve kabul edilemezdi. Ve bu antlaşma hayata geçirilemedi.
Oslo antlaşması’na giden yolda; İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle, FKÖ Lübnan’ı terketmek zorunda kalmış ve hem Filistin halkının mücadelesi hem de FKÖ açısından zorlu bir süreç başlamıştı. 1987’de ilk İntifada’nın başlaması ve işgal altındaki tüm Filistin topraklarına yayılması, Filistin halkının mücadelesinde yeni bir canlanma ve yükseliş döneminin de başlangıcı olmuştu.
İntifada’nın hem işgal altındaki topraklarda ve Arap halklarında hem de tüm dünyada yarattığı olumlu etki; Kasım 1988’de, işgal altındaki topraklarda (Batı Şeria ve Gazze Şeridi), başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’nin kurulmasına ve tüm dünyaya ilanına olanak yarattı.
Bu gelişmenin hemen ardından, Aralık 1988’de, BM Genel Kurulu’nda Yaser Arafat, iki devletli bir çözümü kabul ettiğini, İsrail’in varolma hakkını tanıdığını, terörizmi kınadığını açıkladı. Bunun üzerine, ABD, FKÖ ile, Filistin sorunun “çözümü” için görüşmelere başlayabileceğini açıkladı.
ABD, 1991 Irak saldırısından, bölgede askeri varlığını, bölge ülkeleri  ve işbirlikçi Arap yönetimleri üzerindeki politik etkinliğini daha da artırmış olarak çıktı. Bu durum ve koşullar, hem kendi çıkarlarına hem de stratejik müttefiki İsrail’in çıkarlarına uygun bir Ortadoğu ve İsrail-Filistin “barışı” için oldukça uygundu. ABD ve SSCB’nin öncülüğünde, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden Filistinli temsilciler, İsrail, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün katılımıyla, 31 Ekim-1 Kasım tarihleri arasında, Madrid’te, Ortadoğu Barış Konferansı toplandı. Toplanan konferanstan bir sonuç çıkmadı; ancak bu konferans, Oslo Antlaşmasına giden sürecin ve bu süreçte sürdürülen gizli görüşmelerin başlangıcı oldu denebilir.
13 Eylül 1993’te, Oslo Antlaşması, diğer adıyla İlkeler Bildirgesi, Beyaz Saray’da Yaser Arafat’la İzak Rabin arasında imzalandı. Oslo Antlaşması, tüm dünyaya öyle sunuldu ki; yüz yıla yakındır süren Arap-İsrail çatışması sona erecek ve elli yıllık Filistin sorunu çözülecekti.
Oslo Antlaşması neleri öngörüyordu, kazanımları ne olacak ve nasıl uygulanacaktı?
Antlaşmayla, taraflar birbirlerini (İsrail-FKÖ) karşılıklı tanıyorlar, İşgal altındaki topraklarda, antlaşmalarla belirlenen sınırlar içinde bir Filistin özerk yönetiminin kurulmasını kabul ediyorlardı; beş yıl sürecek bu geçici dönemin başlamasından iki yıl sonra, nihai çözüm için görüşmelere başlanacak ve bu görüşmelerle, sorun, nihai olarak çözülecekti.
Bu beş yıllık geçici dönemde, İsrail, kuvvetlerini yeniden konuşlandıracak, belli başlı Filistin şehirlerinde özerk Filistin yönetimi oluşturulacaktı. Beş yıl sonunda, İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği topraklardan çekilmesine ilişkin 242 ve 338 sayılı kararlarına uyarak çekilecek, ve kalıcı bir antlaşma yapılacaktı.
Bunun karşılığında, Filistin Yönetimi, işgal altındaki topraklarda İsrail’e karşı şiddet eylemlerini bitirmeyi ve bunun için İsrail güvenlik güçleriyle koordineli olarak çalışmayı vaat ediyordu.
Filistinli yazar Edward Said’in, “Filistin Versay’ı” olarak tanımladığı antlaşmaya göre, Filistinliler, İsrail Devleti’ni tanıyıp barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını kabul ederken, buna karşılık, İsrail, sadece FKÖ’yü, Filistin halkının temsilcisi olarak tanıyordu. Ve Antlaşmada, Filistin halkının egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı yer almıyordu.
Oslo Antlaşması ve onu takiben yapılan ek antlaşmaların hiçbirinde, Filistin sorununun çözümü için hayati öneme sahip taleplere ve konulara –ki bunlar; Kudüs’ün satüsü, mülteci durumundaki Filistinlilerin geri dönüş hakları, işgal altındaki topraklarda giderek artan Yahudi yerleşimleri ve Filistin’in egemenliğidir– hiç yer verilmiyordu. Bu temel talep ve konuların çözümü nihai görüşmelere bırakılarak, sadece geçici düzenlemeler yapılmıştı.
Ne kadar acıdır ki, daha Oslo Antlaşmasına atılan imzaların mürekkebi dahi kurumadan, İzak Rabin, bir İsrail gazetesine şunları söylüyordu:                                                 
“Bizimle Ürdün arasında bağımsız bir devletin kurulmasına karşıyım. Mültecilerin ve yerlerinden edilenlerin ‘dönüş hakkı’na karşıyım. Bundan dolayı İlkeler Bildirgesi’nde bu konularla ilgili tek bir hece yok. Bu bir anda olmadı, böyle planladık. Kudüs söz konusu olduğunda, bütün bir müzakere süreci boyunca şehrin bölünmemiş şekilde bizim egemenliğimiz ve kontrolümüz altında kalmasını sağladık. Geçici evre boyunca Filistin tarafının Kudüs’te en ufak bir etkisi yok. İşgal altındaki topraklardaki İsrailli yerleşimcilerin güvenliğinden tamamıyla biz sorumluyuz. Yerleşimcilere hiç dokunulmayacak… Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışmanın nihai çözümü bir Filistin Devleti değil, ulusal statüsü olmayan bir Filistin entitesidir. Entitelerinin başkenti olarak Filistinliler Eriha veya Nablus’u seçebilirler. Bu onların problemi, benim değil.”
İki hafta önce, tarafı olduğu ve Ortadoğu’nun en temel sorununu çözmek üzere antlaşma imzalamış İsrail Başbakanı’nın, antlaşmaya, “çözüme ve barışa” yaklaşımı, kendi ağzından işte böyledir. Çözüm ve barış değil, İsrail’in güvenliği ve işgalin başka bir şekilde sürdürülmesi, başkaca bir şey değil…

CAMP DAVİD  – TEMMUZ 2000 GÖRÜŞMELERİ
Oslo Antlaşmaları’na göre, Mayıs ’99’da geçici dönem sona ermiş ve nihai görüşme ve antlaşmalara geçilmesi gerekmektedir. Temmuz 2000’de Camp David’de, ABD başkanı Clinton’un çağrısıyla biraraya gelen Yaser Arafat ve Ehud Barak, nihai çözüm anlaşması için görüşmelere başlarlar, ancak, görüşmeler anlaşamadan sonuçlanır. Yaygın kanı ve medyanın yaydığına göre, Yaser Arafat, Başbakan Ehud Barak ve İsrail tarafının tüm tavizlerine rağmen, anlaşmaya yanaşmamış, Barak’ın uzattığı “barış” elini elinin tersiyle itmiştir. Halbuki  Barak’ın önerileri, Filistinliler için kabul edilemez önerilerdir.
Ehud Barak, her şeyden önce, Kudüs çevresindeki yerleşimlerin ilhakını öneriyordu. Böylece Batı Şeria ile Kudüs’ün bağlantısı kesiliyor, ve bu, Oslo Antlaşmasında kabul edilmiş olan % 22’lik Filistin toprağının % 10’luk kısmının daha gaspedilmesi anlamına geliyordu. Mültecilerin geri dönüşü de reddediliyordu. Barak’a göre, onbeş yıllık bir süreç içinde “aile birleşimi” yoluyla birkaç bin kişi dönebilirdi ve buna karşılık çatışmanın bittiği ibaresi antlaşmaya eklenecekti. Yahudi yerleşimlerinin boşaltılması bir yana, yeni toprak talebiyle yerleşimler (yerleşimlerde, Oslo Antlaşması’ndan 2000 yılına kadar % 52’lik bir artış söz konusudur. Yerleşimci nüfus, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde 115.000’den 200.000’e çıkmış ve Doğu Kudüs’tekilerle birlikte 380.000’e ulaşmıştı.) kalıcılaşıyordu.
Yol haritası; Nisan 2002’de Filistin Yönetimi altındaki şehirlerin işgal edilmesi ve Yaser Arafat’ın Ramallah’ta kuşatma altına alınmasından bir yıl sonra, Nisan 2003’te, Mahmud Abbas’ın başbakanlığa atanması sonrasında, ABD, Rusya, AB ve BM dörtlüsü tarafından gündeme getirildi. Bu dörtlü tarafından, yol haritası adıyla taraflara sunulan bu “barış” planı, üç aşamalı bir plandı ve 2005 yılında nihai çözüme ulaşılarak, Filistin Devleti’nin kurulmasını öngörüyordu.
Yol haritasının ilk aşamasında, İsrail askeri güçlerinin, kademeli olarak, 28 Eylül 2000 (Şaron’un Harem ül Şerif provokasyonu sonrasında başlayan çatışmalar ve II. İntifada’nın başlangıcı) öncesi pozisyonlarına dönmeleri, Filistin Yönetimi’nin “terörü” önlemek ve İsrail’in güvenliği için İsrail’le işbirliği yapması şartına bağlanmaktaydı. Burada istenen; “radikal” silahlı grupların üzerlerine gidilmesi ve silahsızlandırılması idi. Hamas ve İslami Cihad gibi grupların bunu kabul etmedikleri koşullarda, bu, Filistinliler arasında çatışmalar ve iç savaş demekti.
Eğer Filistin Yönetimi İsrail’in güvenliği için istenenleri yerine getirirse, ikinci aşamaya geçilecek, ve bu aşamada, anayasasını yaparak demokratik seçimlerini gerçekleştirmiş Filistin’in geçici sınırlara sahip bir devlet olmasını sağlamak üzere, dörtlü öncülüğünde uluslararası bir konferans düzenlenecekti. Üçüncü aşamada ise, 2005 yılı içinde düzenlenecek ikinci bir uluslararası konferansla; sınırlar, mültecilerin dönüşü, yahudi yerleşimleri ve Kudüs gibi temel konularda nihai çözüme varılacak ve Filistin Devleti kurulacaktı.
Yol haritası “barış” planında da, Filistin halkının temel talepleri ve merkezi konular, Oslo Antlaşması’nda olduğu gibi, en son aşamaya bırakılmış, İsrail’in güvenliği için yapılacaklar ise, planın ikinci ve üçüncü aşamalarına geçiş için zorunlu şart olarak konulmuştur.
Sonrasında, Filistin tarafının ateşkes kararı, İsrail tarafından karşılık bulmayınca, yeniden intihar saldırıları ve İsrail terörü, şiddet ve saldırganlığı boyutlanarak sürmüştür.

ŞARM EL ŞEYH “BARIŞI” ÇÖZÜMÜN YOLUNU AÇABİLİR Mİ?
Şarm el Şeyh ”barışı”; ABD’nin İrak’ı işgalinin ikinci yılında ve sürmekte olan direnişe rağmen “Demokratik seçimler”in büyük bir ”başarıyla” yapıldığı koşullarda ve ABD’nin buradan da güç alarak, tüm dünyada, özel olarak da Ortadoğu’da daha çok “demokrasi”, “barış” ve “özgürlük”  lafları ettiği bir süreçte, ama aynı zamanda, İran ve Suriye’ye yönelik saldırı tehditleri ve köşeye sıkıştırma amaçlı baskıların (Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi sonrasında Avrupa’nın da desteğini alarak, Suriye üzerinde yürütülen tehdit ve sıkıştırma operasyonu halen sürmektedir) yoğunlaştığı bir süreçte yapılmıştır.
Bu süreç, üstelik İran ve Suriye üzerinde yoğunlaşan saldırı tehditlerinde, İsrail’in de önemli roller üstlendiği bir süreçtir. ABD tarafından, “İsrail İran’ın nükleer tesislerine saldırabilir” ya da “eğer İsrail Suriye’ye saldırırsa, biz engel olmayız” benzeri açıklamalar, daha doğrusu, saldırı teşvikleri sıkça dile getirilmektedir. İsrail de bu rolü hiç itirazsız (daha önce İrak’ın nükleer tesislerini bombalamıştı) üstlenmekte, “saldırabiliriz” demekte ve hazırlanmaktadır.
Şarm el Şeyh’te yapılan “barış” zirvesinde yazılı bir metin ve plan da yoktur. Üzerinde birleşilen, karşılıklı olarak şiddetin durdurulmasıdır. Bunun anlamı; Filistinli örgütlerden kaynaklı “terör”ün önlenmesi ve Filistin Yönetimi’nin bunun için gerekli güvenlik reformlarını hızla yapmasıdır. Bu yapılmadığı ya da yapılanlar yeterli bulunmadığında, İsrail’i bağlayacak hiçbir şey yoktur.
Hamas ve İslami Cihad’ın ateşkesi, halen İsrail tarafından kabul görmüş değildir. Şaron, “Filistinlilerin üzerinde çalıştığı ateşkes, ‘terör’ seçeneğini ortadan kaldırmıyor. Bunu kabul edemeyiz” demektedir. “Terör” seçeneğinin ortadan kaldırılmasından kasıt ise, Filistin Yönetimi’nin bu örgütlerin üzerine görülür biçimde gitmesi, silahlarını toplaması, ve gerekirse, bu örgütlerle çatışmaya girişmesidir.
Ancak, ABDnin, bir yandan “liderliği değiştirilmiş”, “barışçı” olmayan Arafat’tan kurtulmuş Filistin’i, “ılımlı” oluşu ile tanınan Mahmud Abbas şahsında, “terörü” önlemek için gerekenleri yapmaya zorlarken; İsrail ve Şaron’u da, “bizim için uygun olan koşulları iyi değerlendirelim” fikrine “zorluyor” olması muhtemeldir. Bu “uygun koşullarda”, hem “Geniş  Ortadoğu”da “demokrasi”, “özgürlük”, “barış”, “insan hakları” savunuculuğuna soyunup, “uygar dünya”yı bu projeye katmaya çabalarken, hem de Ortadoğu’nun elli yıllık en temel sorununa ilgisiz kalmak olamazdı. Asıl amaç ve niyeti, sorunu, gerçek bir barış yoluyla çözmek değil, aksine, saldırganın yanında duruyor ve soruna onun “güvenliği” temel kaygısıyla bakıyor ve buradan “çözüm”arıyor olsa da; dünya aleme çözüyormuş gibi görünmek, çözermiş gibi yapmak gereklidir. Ayrıca, böyle bir tutum ve çaba içinde olmanın bir zararı olmadığı gibi, epey yararı da olacaktır. İşte, ABD’nin bu süreçte Filistin sorununa ve Filistin-İsrail barışına yaklaşımı böylesi bir içeriğe sahiptir ve bu, bugünün dünyasında, ABD açısından, iyi ve akıllıca bir taktiktir.
Bu arada, İsrail cezaevlerinden 500 civarında tutuklu serbest bırakıldı, Eriha’nın yönetimi Filistinlilere devredildi ve önümüzdeki günlerde Batı Şeria’nın dört yerleşim biriminden daha çekilme gündemde. 20 Şubat’ta, İsrail kabinesi, Gazze Şeridi’nden 8000 Yahudi yerleşimcinin çekilmesi planını çoğunlukla onayladı. Bu karar önemsiz değil, ama, işgal altındaki topraklardaki 380.000 Yahudi yerleşimci düşünüldüğünde, “devede tüy” babından bir “çekilme” olduğu görülebilir. Ve bu arada, ırkçı duvarın, Kudüs çevresinde, Batı Şeria’nın İsrail toprakları içinde kalan bölümündeki en büyük yerleşim birimini de içine alan rotası onaylandı. Bu onay, ırkçı duvarın gelecekte Filistinlilerin kuracakları devletin topraklarını kuşatması ve Batı Şeria ile Kudüs bağlantısının kesilmesi anlamına geliyor. Bu nasıl barış, bu duvar neyin duvarı dememek elde mi?
Şarm el Şeyh “barışı” öncesinde yapılmış olan “barış” antlaşmaları ve bunların sonuç ve uygulanmaları göstermiştir ki; barışın ilk şartı olarak, İsrail’in “güvenliğini” esas alan hiç bir antlaşma, gerçek bir barış ve özgürlüğün yolunu açamaz. Hem Filistin halkına barış ve özgürlüğü hem de İsrail halkına barış ve güvenlik içinde yaşamayı getirebilecek bir barış antlaşması; barışın ilk şartı, İsrail’in derhal işgal ettiği topraklardan çıkmasını esas almasıdır. Şimdiye kadar Filistin topraklarında kurulmuş tüm Yahudi yerleşimlerinin boşaltılması, Filistinli mültecilerin geri dönüşünün sağlanmasıdır. Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasını tanımaktır. Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasıdır. Barış ve güvenliğin yolu buradan geçmektedir.

LONDRA ORTADOĞU KONFERANSI
Londra’da 23 ülkenin katılımıyla yapılan Konferans’a İsrail katılmadı, ama, İsrail’in hak ve talepleri, İngiltere ve ABD tarafından cansiperane bir biçimde savunuldu. Konferans’ta, “barış”ın önündeki engelin İsrail’e yönelik saldırılar olduğundan hareketle, Filistin Yönetimi’ne “terörü” önlemesi ve “İsrail’in güvenliğini” sağlaması yönünde baskı yapıldı. Sonuç bildirgesinde, Filistin’in atacağı adımlara paralel olarak, İsrail’in de, yol haritası çerçevesinde adımlar atması gerektiği, sulandırılmış olarak yer aldı. Filistin temsilcileri, Batı Şeria’daki kontrol noktalarının ekonomik gelişme için gerekli olduğu yönündeki bir ifadenin, zor da olsa bildirgeye girmesini sağlayabildiler.
İngiltere ve Tony Blair’ın Ortadoğu Konferansı’nı düzenlemesi ve İsrail’in “güvenliği” kaygısını tutumunun temeline koyarken “iki devletli bir çözümden yana” olduğunu açıklaması; İrak’a yönelik emperyalist saldırı ve işgalin esas aktörlerinden biri ve Avrupa’da ABD’nin baş destekçisi olmasının yarattığı olumsuz etkilerden, işçi sınıfı ve emekçiler nezdinde kurtulmaya çalışmak; barışçı çabaların da girişimcisi olduğunu ve olabileceği görüntüsü yaratmaktır. Buradan, yarına ve yaklaşan seçimlere yönelik, politik yatırm ve hazırlık yapmaktır. Bunun yanısıra, bölgenin eski bir sömürgeci gücü olarak, bugünün “uygun koşullarında” ortaya çıkabilecek bir “çözüm” ve “barış”ın dışında kalmama çabasıdır.
İsrail ise, yaptığı açıklamada, “Filistin reformlarına ilişkin Londra Konferansı’nın sonuçlarını olumlu karşıldıklarını, ancak Filistin Yönetimi ‘terörizmle’ kararlı şekilde mücadele etmedikçe ve terör örgütlerini dağıtmadıkça, siyasi süreci yol haritasına uygun şekilde sürdürmenin imkansız olacağını” dile getirdi. Bundan da anlaşılabileceği gibi, İsrail, İngiltere’nin “barışçı” çabalarından memnundur, ona müteşekkirdir.

TÜRKİYE KİMİN YANINDA?
Türkiye, Şarm el Şeyh’te varılan ateşkes kararını desteklediğini açıklamıştır. Ancak, biliniyor ki, Türkiye, İsrail’le birlikte, ABD’nin bölgedeki en sadık ve stratejik müttefikidir. Din kardeşliğinden gelen bazı zorunluluklarla davranma durumu olsa da, asıl olarak, İsrail’in yanında ve Filistine baskı yapma pozisyonundadır. Bu tutum; hem Şarm el Şeyh sonrası yapılan destek açıklaması, hem de Dışişleri Bakanı A. Gül’ün İsrail ve Filistin ziyareti sırasında yaptığı konuşma ve açıklamalarla ortadadır.
Dışişleri Bakanı Gül’ün İsrail ziyareti, esasen, Başbakan Erdoğan’ın İsrail’le ilgili yaptığı ve İsrail tarafınca beğenilmeyen açıklamaları için bir özür ziyaretidir. Bakan Gül, ertesi gün Filistin’dedir ve Filistin parlamentosundaki konuşma üslubu baskıcı bir üsluptur. Orada, “Filistin Yönetimi’nin de güvenlik alanındaki yükümlülüklerini yerine getirme konusunda elinden gelen çabayı göstemesi bölge barışı açısından önemli…” görünü dile getirmiştir. Yani demek istiyor ki, İsrail’in güvenliği için gerekenleri yapın.
Yine hükümet, Şarm el Şeyh’i desteklediğini belirtmek için yaptığı açıklamada, “Filistin’de güvenlik reformu bir an önce gerçekleşmeli. Güvenliğin tek çatı altında toplanması gerekiyor” diyor. Aynı şeyleri, ABD dışişleri bakanı Rice’nin de söylüyor olması ve bunların, şimdiye kadar yapılmış “barış” antlaşmalarında “barış”ın ilkşartı olarak yer alması tesadüf olmasa gerek. Türkiye’nin tutumu; Filistin’e “dost” ve “kardeş” bir ülkenin “barışsever” baskısından başka bir şey değildir.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı her zaman Filistin halkıyla dayanışma içinde oldu, ancak bugün, bu tutumunu daha da ilerletme ve bölgede daima ABD politikalarının destekçisi ve İsrail’le askeri, ekonomik yakın ilişki ve anlaşmalar içinde olan Türkiye egemenlerine karşı; Türkiye’nin bölgeye yönelik ABD politikalarına köprü yapılmaması, İsrail’le yapılmış askeri ve ekonomik tüm anlaşmaların feshedilmesi taleplerini de mücadelesinin konusu haline getirerek, Filistin halkının yanında olma sorumluluğundadır.

FİLİSTİN HALKI KAZANACAK!
Filistin halkı, elli yılı aşkın bir zamandan beri, gerçek bir barış ve gerçek bir çözüm için; kendi topraklarında, bağımsız, özgür ve egemen bir halk olarak barış ve güvenlik içinde yaşamak için mücadele ediyor. Ama Filistin halkının istediği barış; teslimiyetin, iç çatışmaların dayatıldığı, onursuz bir barış da değildir.
Filistin halkının elli yıllık mücadelesinde, onyıllarca süren silahlı mücadeleler de vardır, intifadalar da. Kahramanca mücadelesinin engin tecrübesiyle, Filistin halkı; halka, halkın gücüne ve mücadelesine güvensiz, umutsuzluk kaynaklı kör terörcülük ve intihar eylemciliğinin kazandıramayacağının da ayırdında ve bilincindedir. Bunların, doğru olmak bir yana, halk mücadelesinin tüm dünyada ve halklar nezdinde kazandığı saygınlık ve prestiji kemiren ve zayıflatan bir rol oynadığı, düne göre bugün daha belirgin olarak ortadadır.
Filistin halkı, teslim alınamaz mücadele ruhu ile, birleşerek ve halk mücadelesinin ve direnişinin her bir yoluyla direnerek kazanacaktır. Dünya proletaryası ve emekçi halklar Filistin halkının ve mücadelesinin yanında olmalıdır, olacaktır.

Faşizmin yenilmesinin 60. yılında faşizme karşı mücadele Bushçuluğa karşı mücadeledir

2005 yılı, insanlık için, faşizmin yenilgiye uğratılmasının 60. yılı.
Bu zaferin 60. yılı dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerin zirvesi olarak da, Hitler rejiminin çöküşünün resmen ilan edildiği 8 Mayıs günü (*) belirlenmiş bulunuyor.
Faşizmin tarih sahnesine çıkmasından beri, sermayenin ideologları ve propagandacıları, faşist diktatörlükleri, ya Mussoloni gibi “dengesizler”in, Hitler gibi “çılgın”, “manyak” politikacıların ya da diktatörlük heveslisi, kişisel bozukluklarla malul kişilerin eseri olarak gösterdiler. Daha doğrusu, işçi sınıfı ve halklara, faşizmi; büyük sermaye güçlerinin toplumu yönetmelerinin bir biçimi olarak değil, böyle kişisel çılgınlıkların yol açtığı, patolojik bir sorun olarak göstermeye çalıştılar.
Oysa gerçek tam tersineydi: Kapitalizmin sosyalizm karşısında aldığı ağır yenilgi, dünyanın, kapitalist ve sosyalist dünya diye ikiye bölünmesi ve kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği, –arkadan gelip hızla– gelişen emperyalist ülkelerin dünyanın yeniden paylaşılma talebi ile birleşen ağırlaşan sorunları karşısında; “genç” emperyalist ülkelerin tekelci gruplarının amaçlarını gerçekleştirmek üzere baş vurdukları bir yönetim biçimiydi faşizm. Mussoloniler, Hitlerler; onların “üstün ırk”, “milliyetçilik”, “güçlü olanın yaşaması, güçsüz olanın yaşamayı da hak etmemesi” ve “insanlığın faşizm tarafından kurtuluşu”na dair uydurdukları mitler, bilimdışı görüşler, bu kişiler tarafından uydurulmuş şeyler değildi. Faşizmin dayandığı tezler, Berkeley’den, Shopenhaur’dan Nietzche’ye…… kadar, sayısız “saygın” burjuva düşünürün, sömürgecilik dönemi boyunca öne çıkmış burjuva siyaset bilimcileri ve siyasetçilerin tezlerine dayanıyordu.
Aslına bakılırsa; Hitler’le Churchill’in, Truman’ın siyasi fikirleri arasında bir fark yoktu. Tıpkı, dünün Mussoloni’si ve Hitler’i ile bugünün Bush’unun siyasi fikirleri, dünyaya bakışı; dayandığı tarihsel referanslar arasında ciddi sayılacak bir farkın olmaması gibi.
– Onun içindir ki; Churchill, savaş daha bitmeden; “Biz yanlış düşmanla savaştık” diyecektir.
– Onun içindir ki; daha Hitler teslim olmadan, ABD ve İngiltere, bütün kapitalist dünyayı komünizme karşı bir mevziye sokmak üzere, “soğuk savaş”ın taşlarını döşemeye başlamıştır bile.
– Onun içindir ki, ABD, İngiltere ve Fransa gibi “demokrasi kampında” yer almakla övünen ülkeler ve yöneticileri; daha 1945’ten başlayarak, sömürgelerde ulusal kurtuluş mücadelelerini, yarı sömürge ülkelerde bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerini ezmek için askeri cuntalar ve sivil uşakları aracılığı ile askeri ve yarı askeri faşist diktatörlükler kurmaktan çekinmemiştir.

IRKÇILIK FAŞİZMİN BİR DAYANAĞIDIR
Burada Hitler’in “ari ırk”, “Germen ırkının bütün diğer ırklardan üstün özelliklere sahip olduğu” iddiası ve bütün faşistlerin, kendi ırk ve milliyetinin bütün diğer ırk ve milliyetlerde olmayan hasletler taşıdığına dair tezlerinin sermaye güçleri için önemi, bu motiflere dayanılarak, emekçi yığınların sermaye güçlerinin politikalarına yedeklenmesinden gelir. Yoksa, kapitalizm ve kapitalistler için, ırk, milliyet, ulusal gurur, bayrak, vatan-millet sevgisi gibi değerler, sadece alınıp satılacak bir “meta” olduğu ölçüde anlam taşır.
Hitler ve Mussoloni gibi tipler ve onların partilerinin programının dayandığı ideolojik argümanlar da, yığınları etkileyen bir pozisyon kazandığı için sermaye güçleri tarafından desteklenmiş; onların ırkçılığına, milliyetçiliğine itibar edilmiştir. Tıpkı bugün Bush’un Hıristiyan-Yahudi mitleri, Haçlı idealleri ya da “Bush’un tanrı tarafından seçilmiş kurtarıcı olduğu” gibi zırvaların da Amerikan tekelleri için önemi, bu propagandanın, Amerika ve dünyada tekellerin egemenliğine hizmet eden bir işlev görmesiyle ilgilidir. Yoksa herkes gibi, onlar da bilmektedir ki; bu neo-muhafazakar saçmalıkların, gerçekle, bilimle, çağdaş kültürle bir ilgisi yoktur. Ama bunların politik argümanlar olarak kullanılmasında yarar görülmektedirler. Bush’un ve Bushçuluğun bugünkü önemi de; buradan gelmektedir. Çünkü; bugünün dünyasında, neo-liberal politikalar; arkasında bu irrasyonel fikirler ve onlardan türeyen kültürel ve ahlaki değerler, boş inançlar, Ortaçağ gericiliğinin desteği olmadan, halk yığınlarına kabul ettirilebilir değildir.
2. Dünya Savaşı öncesinin dünya koşullarında, Hitler’in bir “çılgın” mı ya da “dahi” mi, Mussoloni’nin bir “şarlatan” mı yoksa eski bir “sosyalist” mi olduğunun hiçbir önemi yoktu. Önemli olan, onların ve partilerinin, yığınları peşinden sürükleyecek bir atmosfer yaratması, tekellerin çıkarlarına en iyi hizmet edecek potansiyeli taşımalarıydı. Yoksa Hitlerler’in, Mussoloniler’in; yoksulların duygularını istismar ederek, sermaye güçlerine, tekellere rağmen iktidara geldiği, tekellerin, büyük sermaye güçlerinin de hasbelkader bunlara katlandığı vb. üstüne yapılan propaganda, gerçek değildir. Bunlar, sermayenin ideologları ve propagandacılarının, sonradan, kapitalizmi, tekelleri faşizm suçundan aklamak için uydurdukları masallardır.

TARİH ÇARPITICILIĞI

Bugün de; sermayenin sözcüleri, eğitimcileri ya da politikacıları, faşizmi, Hitler gibilerin marifeti, bir sapkınlık olarak tarif etmeye devam ediyorlar. Çünkü sorun böyle ele alınınca, faşizmin arkasındaki asıl sermaye güçleri, onların amaçları, kapitalizmin insanlık düşmanı yüzü; Mussoloniler’in, Hitlerler’in, Francolar’ın
arkasında saklanabiliyor. Hele faşizme karşı mücadele etmiş bir-iki burjuva politikacısı da bulunursa, kapitalizmi, faşizme karşı bir sistem olarak göstermek bile mümkün olmaktadır!
Kapitalizm dünyasının sosyalizme karşı açtığı en kapsamlı ve tarihin gördüğü en sinsi savaş olan “soğuk savaş”ın ana formatı da; Hitler, Mussoloni, Franco gibi faşistlerin, kendi kafalarındaki adamlarla; çeşitili sorunları istismar edip, işsizleri, yoksulları ve iflasa sürüklenmiş küçük burjuva yığınları peşlerine takarak, bir korku diktatörlüğü kurdukları biçimindedir. Faşizm de, bu korku diktatörlüğünün adıdır! Dolayısıyla onlara göre, Hitler ve Mussoloni’nin yenilmesiyle, İtalyan ve Alman faşizminin (Uzakdoğu’da da Japon faşizminin) yıkılmasıyla, faşizm de tarihin çöplüğüne atılmıştır! Amerika, İngiltere, Fransa; faşizme karşı oldukları için, Almanya, İtalya ve Japonya ile savaşmışlar; dolayısıyla dünya kapitalizminin merkezi güçleri, faşizmi yıkarak, insanlığı ve demokrasiyi büyük bir tehditten kurtarmıştır!
Onlara göre, Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ni işgal etmesinin, Sovyet halkının ve bütün ülkelerde işçi sınıfı ve komünistlerin faşizme karşı mücadelesinin bu tarihte hiç yeri yoktur.
Anti-faşist savaşta yaşamlarını kaybetmiş 20 milyon Sovyet vatandaşı; Nazi saldırıları karşısında, kendi topraklarını ve halklarını faşizme karşı savundukları, kapitalizmin yarattığı bu en saldırgan güçlere karşı sosyalizmi, insanlığın ileri değerlerini savundukları için ölümü göze almış ve göğüslemiş kahramanlar değil, “Stalin’in yanlış askeri stratejisi”nin kurbanları olarak gösterilmektedir. Onlar göre, zaten Stalin de Hitler’in sosyalist versiyonudur!
Son 60 yıldır; aslında bu tarih çarpıtıcılığı, burjuva dünyasında ana öğreti olmuştur. Böyle bir tarih öğretisinin oluşturduğu ortam; neo-Naziler’in neo-faşistlerin güçlenmesine, neo-muhafazakarlığın meşruiyet temelinin genişlemesine dayanaklar sunmuştur. Burjuva dünyasının “Stalin ve Hitler bir madalyonunu iki yüzü gibidir”, “Hitlercilerle SB anlaşıyordu”, “Faşizmden dünyayı Amerika kurtardı” türünden iddiaları, gerçeğin tam tersidir. Gerçeğin tam tersidir, çünkü; ABD, Fransa ve İngiltere, bütün bir 30’lu yıllar boyunca, Hitler’i SSCB’ye saldırtmak için teşvik etmiş, Sovyetler Birliği’nin bütün uyarılarına karşın, Almanya’nın, Avusturya, Çekoslovakya ve öteki küçük komşularını ilhak etmesine sessiz kaldıkları gibi, buraları, SB’ye saldırması için Almanya’ya bir rüşvet olarak sunmuşlardır. Savaşın sonlarında bile; ancak Hitler ordularının Stalingrad’da kesin bir yenilgiye uğratıldığı ortaya çıkıp, Kızıl Ordu’nun tüm Avrupa’yı kurtaracağını anladıkları ana kadar, Almanya’nın SSCB’yi yenilgiye uğratmasını beklemiş, Normandiya’ya çıkartmasıyla “ikinci cephe”yi açmaya (**) yanaşmamışlardır.
Tarih böyle yazılarak, faşizm; onu var eden kapitalist-emperyalist egemenlik mücadelesi; dünyayı yeniden paylaşmak isteyen gelişen genç emperyalist güçlerin, kendilerini, arkasında örgütledikleri bir ideolojik-politik tutum değilmiş gibi gösterildiği; kapitalist dünya ve onların etkisindeki insanlık, faşizmle hesaplaşmayı tamamlayamadığı için; tarih çarpıtıcıları; faşizmi aklayıp, “Aslında biz yanlış düşmana karşı savaştık” diyecek kadar faşizme yakınlık duyanları, demokrasi kahramanı olarak alkışlayabilmiştir.
Bu yüzden, emperyalist-kapitalist devletleri yönetenler; “soğuk savaş” dönemi boyunca, sosyalizme karşı savaşında, pek çok ülkede “küçük Hitlerler”i, asker ve sivil faşistleri, faşist ilkeler temelde kurulmuş, tek özellikleri komünizme karşı nefret duymak olan ırkçı-şoven partileri geri ülkelerin başına getirmişler; onları komünizme karşı sadık müttefikleri olarak bağırlarına basmışlardır.

BUGÜNÜN HİTLER’İ BUSH’TUR
Bu “küçük Hitlerler”in dönemi; ancak, kapitalist dünyanın bunlara ihtiyacı kalmadığı; ama daha büyük güçlerin, tıpkı yüzyılın başında Hitlerler’i, Mussoloniler’i ortaya çıkardığı günlere benzeyen ve dünyanın yeniden paylaşımının gündeme getirildiği bir dönemde kapanmıştır. Onun içindir ki, ABD; dünyanın, kapitalizmin patronu olarak, evin içini yeniden düzenlemek ve kendisine karşı muhtemel başkaldırıları önlemek için, 21. yüzyılın Hitlerleri’ni işbaşına getirmiştir. Bugün Bushçular’ın saldırganlıklarına dayanak yaptıkları gerekçeler, Hitler, Mussoloni gibi eski faşistlerin gerekçeleridir. Onlar da, dünyanın komünizm ve onunla uzlaşan kapitalizmin liberallerinin, demokratlarının çürüdüğünü; insanlığı, komünizm belasından ancak üstün ırkın egemenliğine dayanan bir dünyanın kuruluşunun (faşizmin bin yıllık egemenliğinin!) kurtaracağını ilan etmişti.
Bugün, Bushçular’ın iddiası da budur: Neo-muhafazakar ideologlara göre de; insanlığın kurtuluşu; ancak, “seçilmiş liderler”in; bu liderlerin yönettiği kapitalist güçlerin etrafında birleşen Hıristiyan-Yahudi medeniyetinin değerleriyle beslenmiş, özel mülkiyete, Amerikan yaşam tarzına bağlı, inançlı Hıristiyan toplumlarının çıkarlarını savunan güçler insanlığı kurtarabilir! Aksi halde; uygarlık dışı güçler, terörizmi de kullanarak, insanlığı barbarlığa sürükleyeceklerdir.
Ancak Hitler insanlığın kurtuluşunu “üstün Germen ırkı”nda bulurken, Bushçular; bu gücü, Yahudi-Hıristiyan kültürüne, ahlakına bağlanmış “Amerikan yaşam tarzı”nı kendisine düstur edinmiş “toplum”da bulmaktadır. Aradaki fark; o günün Alman tekellerinin olanakları ve ihtiyaçlarıyla bugünün Amerikan tekellerinin olanakları ve ihtiyaçları arasındaki farktan ibarettir. Yoksa; ideolojik, siyasi, kültürel, ahlaki, politika tarzı bakımından bir fark yoktur.
Demokrasi, özgürlükler, insan hakları vb. üzerinden söylenenler, asıl amacın üstünü örtmenin aracıdırlar. Asıl amaca gitmek için de; Irak’ta El Kaide’ye karşı çıkarken, Çeçenya’nın El Kaidesiyle işbirliği yapmak; İran’da insan haklarından söz ederken, Irak’ta, Guantanamo’da hiçbir insan hakkı tanımamak, demokrasi ve özgürlük adına ülkeleri parçalamak, iç savaşları, yağmaları kışkırtmak, savaşa, işgallere ve –moda olduğu üzere– devrim adı takılmış darbelere başvurmak esas alınmaktadır.
Elbette ki; Hitler’in yoluna girenler, sadece ABD ve Bush değil. En gelişmiş ülkelerde, kimisinde biraz ileri kimisinde biraz geri, ama, bir yandan neo-faşist, neo-Nazi partiler parlamentoya gidecek kadar güçlenirken (Avusturya, Hollanda, Norveç, Danimarka, Fransa gibi ülkelerde bu partilerin oy oranları yüzde 15-20’lere vardı.), gelişmiş kapitalist ülkelerde muhafazakar partiler, hatta sosyal demokrat partiler Bushçuluğa özenmektedirler. Bu yüzden de, Avrupa’daki siyasi sürecin, sermaye güçlerinin kendi Bushları’nı göreve hazırladıkları bir süreç olarak şekillendiğini söylemek, bir abartı olamaz.
Bugün de, Hitler’in “Kavgam” adlı kitabının tüm dünyada yeniden satışa sunuluyor ve bu kitabın artık çok okunan kitaplar listesine girdiği (Türkiye’de ise, tirajının son birkaç ayda 60 bine ulaştığına dair iddialar var. Ve bunun üstünden ayrıca propaganda yürütülüyor) propagandası her gün artan bir biçimde öne çıkarılıyor.
Yine bu yıl; Hollywood başyapıtlarından biri olarak, Hitler’in son gününün “Düşüş” adıyla filme çekilmesi, filmde Hitler’in “insan yönleri”nin öne çıkarılması ve izleyiciye; Hitler’e ilişkin olarak, yanlışları olan, ama nihayet bir insan olduğu imajı verilmeye çalışılması; faşizmin yenilgisinin 60. yıl kutlamalarına karşı sermaye cephesinden verilen bir yanıt olarak algılanmalıdır.
Dünün tarih çarpıtıcıları, bir yandan “Kavgam” ve onun okunması üzerinden, Hitler’in yeniden keşfedilen bir düşünür, faşizmini  kabul edilir, meşru ideolojik temelleri olan bir akım olduğunun teslim edilmesi gerektiği, diğer yandan Hitler’in de birçok yanlışları olsa da, çok önemli bir lider olduğu ve insanlık için hayatın ortaya koyduğu propagandasını yaymaktadırlar. Hal böyle olunca, son anketlerde, Almanya’da Hitler’in (Hitler gibi bir diktatörün) yeniden işbaşında olmasını isteyenlerin oranının yüzde 11’lere çıkmasına şaşmamak gerekir.
Demek ki; faşizm ve faşizme karşı mücadelenin tarihi, gerçeklere uygun olarak düzeltilmek ihtiyacındadır ve öncelikle altı çizilmesi gereken şudur: Faşizmin kaynağı tekelci kapitalizmdir. Ona, başlangıçta, belki en vahşi olanlar, en çok kâr hırsıyla dolu olanlar ihtiyaç duyarlar; ama giderek  bütün diğer kapitalist fraksiyonlar, faşist politikaların arkasında mevzilenirler. Ama süreç hızlı ya da yavaş işlesin, sonuçta, faşizm, kapitalist sınıfının toplumu yönetim biçimi olarak ortaya çıkmış; hayatiyetine yönelen başkaldırıları ezmenin bir yöntemi olarak geliştirilmiştir.

TARİHİ GERÇEKLERİN YENİDEN GÜNDEME GETİRİLMESİ GÖREVİ
Demek ki, faşizmin yenilgiye uğratılmasının 60. yıl etkinliklerinde, ilerici demokrat çevrelerin, sınıf partisinin yapması gereken başlıca işlerden birisi, tarihi gerçeklerin ortaya konmasıdır.
Bu amaçla, dönemin tarihsel gerçeklerini gösteren belgelerin tartışıldığı toplantılar düzenlemek, faşizmin emperyalizmle ilişkisini göstermek; dönemi çarpıtan film, roman…, öteki sanat eserlerini eleştirirken, dönemin gerçeklerini ifade eden romanların, öykülerin, makalelerin okunmasını teşvik etmek için bu eserlerin yeniden tanıtımlarını yapmak önem kazanmıştır.
Elbette ki, konu, en başta üniversitelerde, öğretim üyeleri ve öğrencilerin katıldığı toplantılarda tartışılacaktır; ama bundan, sendikalarda, işyerlerinde, semtlerde, işçilerin, liseli gençlerin, işsiz gençlerin, işçi gençlerin, halkın değişik katmanlarının katıldığı toplantılar düzenlenmesinin daha az önemli olduğu sonucu çıkarılamaz.
Bu tür etkinliklerde, bazen belgeler üstünde tartışmalar düzenlense de, kuru bir tarih tartışmasının aşılıp, aslında günümüz Hitlerlerinin politikalarının tartışılması; BOP’un, aslında, Hitler’in “Almanya’nın yaşama alanının genişletilmesi” çabası ve buna ilişkin politikalarıyla yakından benzeştiği ve aynı amaca hizmet ettiği, “Amerikan yaşam tarzı” denen şeyin, aslında, “Germen ırkının üstünlüğü” iddiasının piyasa değerlerine indirgenmiş hali olduğunun gösterilmesi gerekecektir. Ya da Hitler’le Stalin’in aynı kategoriden tarihsel kişilikler olduğu propagandasının nasıl Göbelsvari bir propaganda olduğunun ve bundan ne amaçlandığının gösterilmesi, revizyonistlerin, eski Marksistlerin, kendisine sosyalist diyen pek çok aydının nasıl yanıltıldığı ve nasıl emperyalist politikalara alet edildiğinin gösterilmesi de gerekecektir. Tıpkı bugün “özgürlük”, “demokrasi” götürme iddiasıyla ülkelerin işgal edilmesi, en vahşi emperyalist amaçların gerçekleştirilmesi gibi.
Bu tartışmalar, aynı zamanda, sosyalizmin insanlığa nasıl büyük bir ilerleme sağladığının çok sayıdaki örnekleriyle ortaya konacağı bir vesile olarak da değerlendirilmesi gereken tartışmalardır. Çünkü, faşizme karşı mücadele ve onun uluslararası çapta ifadesi olan 2. Dünya Savaşı; aynı zamanda, sosyalizmle kapitalizm, sosyalist değerlerle kapitalist insanlık değerlerinin savaşıdır da. Bu yüzden, 60. yıl etkinlikleri; sosyalizmin propagandasının bir platformu olarak da son derece önemlidir. Bu tartışmalar sırasında ve gençliğin eğitiminde, Stalin ve Dimitrov’un döneme ilişkin çözümlemeleri, faşizmin karakteri ve ona karşı mücadelenin dayanakları; bu mücadeleyle kapitalizme karşı mücadele arasındaki ilişki ile Komüntern’in ve ona bağlı partilerin, Sovyetler Birliği ve SBKP’nin faşizme karşı mücadele taktikleri gibi konulardan hareket edecek sınıf partisinin eğitimi, elbette ki, ihmal edilmemesi gerekir.
Elbette ki, bugün karşımızda, klasik bir faşizm, onun kaba baskıcı yöntemleri, gaz odaları, toplama kampları (bunlar, Afganistan’da, Irak’ta, Guantonamo’da vardır aslında) yoktur. Açıkça Hitler faşizmini benimsediğini söyleyen marjinal neo-faşist akımlar bile, pek çok konuda Hitlerci faşizmden ayrılmaktadır. Dahası; günümüzün Bushları, neo-muhafazakarları; faşist baskıcı argümanları değil; demokrasi ve özgürlük ideallerini kullanarak çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır.
1945-90 arasının “küçük faşist diktatörlükleri”ne benzeyen, bugün Amerika  tarafından işbaşına getirilmiş diktatörler bile, bizzat Amerika’nın arkasında olduğu “muhaliflerce” devrilmekte, ama yerlerine eski rejimin bir benzeri konularak (sisteme kimin kazanacağı önceden belli olan bir seçim eklenerek), düzen, Amerikan çıkarlarının daha çok gerçekleştirildiği, piyasa güçlerinin canlandırıldığı bir düzen olarak yenilenmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla karşımızda klasik; özgürlük ve demokrasi diyenin dilinin kesildiği faşist diktatörlükler değil, ama onlarla aynı amaca hizmet eden; Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğine dayanak oluşturacak, tek kriterleri, Amerika’nın dünya egemenliğine ne ölçüde hizmet ettikleri olan rejimler vardır. Ve dahası, ABD ve Avrupa gibi, kişisel hakların, demokrasinin en gelişkin olduğu ülkelerde bile, “güvenlik” adına, hak gasplarına girişmiş, özgürlükleri aşağılayan, emeğin haklarını ortadan kaldırarak dizginsiz sömürünün önündeki engelleri yok etmek isteyen açık bir kampanya başlatılmış bunmaktadır. Dolayısıyla Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye, Gürcistan’a, Kazakistan’a… özgürlük getireceğini iddia edenler, bugün kendi ülkelerinde, özgürlüklerin ana vatanlarında, özgürlükleri ve demokratik değerleri boğmak üzere her gün yeni önlemler almakta; ırk ayırımcılığı, yabancı düşmanlığı üzerinden eski faşist değerleri de hortlatmayı ihmal etmemektedirler. Dolayısıyla, günümüz Hitlerlerine ve onların temsil ettiği neo-muhafazakar değerlere karşı mücadele, klasik Hitlerciliğe karşı mücadele ile de farklılıklara sahip olacaktır. Ama öte yandan da, Hitlerci faşizme de dayanaklık etmiş olan ırkçılık, milliyetçilik, “üstün ırk”, “güçlü olanın yaşaması”, antik Yunan ve Roma mitosları, Hıristiyan değerler, bütün canlılığı ile ayaktadır. Ve Bushçuluk, neo-muhafazakar siyasi odaklar,  bu normları kendi ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirerek kullanmaktadır. Bu yüzden, ırkçılığa, şovenizme, milliyetçiliğe karşı mücadelenin; son “bayrak provokasyonu”nda da çarpıcı bir biçimde görüldüğü gibi, kesintisiz sürdürülmesi gereken bir mücadele olduğu, bütün haşmeti ve dehşetiyle karşımızda durmaktadır.
Kuşkusuz ki, düne göre bugün mücadele daha zorlaşmıştır, ama pek çok bakımdan da kolaylaşmıştır. Çünkü, kapitalist emperyalizmin baş patronunu, “yeni” değil eski bir emperyalist güçtür; dünyanın başlıca sorunlarının kaynaklandığı bir güç olarak herkes tarafından tanınmaktadır. Bugün ABD’nin yeni görünen tek yanı, Bush ve Busçuluktur. Bunun da günümüz Hitlerciliği olduğu hızla yayılmaktadır. Bu yüzden de, ABD’nin günümüz dünyasının sorunlarını çözeceğine kimse inanmadığı gibi, tersine ABD’nin dünya için bir tehdit olduğu fikri, tuzu kuru Avrupa’da bile yüzde 58’ler oranında (bu oran, bazı Avrupa ülkelerinde yüzde 70’lere varmaktadır) bir çoğunluk görüşüdür.
Faşizme karşı mücadelenin 60. yılının, Bushçuluğa, Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğine, ABD, AB, bütün emperyalist güç odaklarının dünya egemenliği peşinde koşmasına karşı işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesinin yeni bir dayanağı olması için var gücümüzle çalışmak gerektiği apaçıktır. 2005’in bu alanda yeni atılımlara sahne olacak bir yıl olması için çalışıldığı ölçüde, insanlığın savunulması için canını veren sosyalist Sovyetler Birliği’nin ve anti faşist mücadelenin yiğit militanlarının anısı yaşayacak, insanlık, faşizmin ve her tür kötülüğün kaynağı olana emperyalizme, kapitalizme karşı nihai zaferine doğru kesintisiz yürüyüşünü sürdürecektir.

(*) Alman ordularının komutanı Maraşal von Keitel’in Berlin’de, Sovyet orduları karargahında kayıtsız koşulsuz teslim olduklarına dair anlaşmayı imzaladığı 8 Mayıs 1945, bütün dünyada faşizmin yenilgiye uğratıldığı gün olarak kabul edilmektedir. O zamandan beri de, 8 Mayıs günü, dünyadaki anti faşistler tarafından Faşizmin yenilgiye uğratıldığı gün olarak kutlanmaktadır.

(**) İngiliz-Amerikan kuvvetlerinin 1941 ve 1942 yılları boyunca, her tür savaş stratejisiyle alay eder gibi, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarında adeta tatil yapmalarının, Alman kolordularıyla, ancak Hollywood filmlerinin abartılı efektleriyle sunularak ciddi bir savaş havası verilen “muharebeler yapması”nın, Alman ordularının SB’yi çökertmesinin beklenmesinden başka hiçbir mantıklı gerekçesi gösterilemez.

Neoliberal ve muhafazakar politikaların eğitime yansıması

Kapitalist dünya düzeninde egemen güçler hayatın her alanında müdahalelerde bulunup ideolojilerini insanlığa benimsetmeye çalışmaktadır. Fakat bunu başarabilmeyi en çok arzuladıkları alan belki de eğitimdir. Çünkü eğitim kendi ideologlarını en rahat biçimde yetiştirebilecekleri alandır ve doğal olarak kapitalist sistem, eğitimi de istediği biçimde şekillendirme çabasındadır. Bu nedenle, eğitime müdahaleleri, önce günümüzün bir tahlilini

yapıp, sonra ele alırsak çok daha anlaşılır olacaktır.

Yeni dünya düzeni ilan edildiğinden bu yana, emperyalistler, kapitalizmi halklara iyi gösterebilmek için didinip durmaktadır. Onlara göre tarihin sonuna gelindi ve artık ahlak,

bilim, teknoloji, üretim ve paylaşım da eskisi gibi düşünülemezdi ve ortaya, bilinemezciliği

merkez alan bir postmodernizmi sürdüler. Kitaplar yazıldı, filmler, televizyon dizileri yapıldı, tarih karanlığında, mitoloji ve dini kaynaklara referans olan efsaneler tarihsel gerçeklermiş gibi sunuldu. Bunlar da yetmeyip, açlık, savaşlar, yoksulluk, topraksız insanların göçleri daha da artınca, bu kez, farklı bir fikir ortaya atmaya kalktılar. Onlara göre, insanlığın ulaştığı en ileri değerleri temsil eden Batı uygarlığı, öteki geri, barbar uygarlıklar tarafından tehdit ediliyordu ve bunlar alt edilemezse, barış, demokrasi, refah, insan hakları gibi değerleri yaşatamazlardı.

Bu düşünceyi gerçekleştirebilmek için de, Batı uygarlığını savunmak için savaşanları, “kutsal”, kurtarıcı olma görevini üstlenebilecekleri birleştirecek bir inanç felsefesine ihtiyaç vardı ve dünyanın en eski ideolojisi olan din, bunun için en uygun olanıydı. Hıristiyanlık gibi bazı dinler, başlangıçta alt sınıfların ideolojisi olarak ortaya çıkmış olsalar da, kısa süre de egemenler tarafından yararları keşfedildi ve resmi din haline geldiler. Böylece de emperyalistlerin elinde en güzel maşalar olarak yerlerini aldılar. Burada, emperyalizmin tek başına Hıristiyanlığı kendi hizmetinde kullanmadığını belirtmekte fayda var. Emperyalistlerce “Yeni Muhafazakarlık” adıyla anılan ideoloji, İslam Dünyası’nda da emperyalistlerin yanında yer alan güçler için “Ilımlı İslam” adıyla anılmaktadır.

 

Hıristiyanlığın emperyalizmin yardımına çağrılması, tek başına, Doğu uygarlığına yönelik bir saldırıda birleşebilme kaygısı temelinde değil; kültür, sanat ve bilimi de hedef almış bir şekilde karşımızda durmaktadır.

1987’den beri yaradılışı öğretmenin resmi olarak yasak olduğu ABD’nin 17 eyaletinde, evrim teorisinin müfredattan çıkarılması tartışılmaktadır. Yaradılışçılar, ilk olarak Michael Behe’nin ortaya attığı “Bilinçli Tasarım Teorisi” ile evrim fikrine saldırıyorlar. Peki nedir bilinçli tasarım?

Bilinçli tasarım, bilimle din arasında köprü kurmak isteyen, çok karmaşık evrenin ve canlıların oluşabilmesi için bir tasarımcının varlığının gerekli olduğunu iddia eden bir teoridir. Bilinçli tasarımcıların temel argümanı, yaşamın ve evrenin tesadüfen, yavaş yavaş ortaya çıkamayacak kadar karmaşık olduğu ve bu yüzden bilinçli bir tasarımcı tarafından yaratılmış

olması gerektiği düşüncesine dayanıyor.

Behe’ye göre, “fare kapanı, çeşitli parçaların bir araya gelmesiyle oluşan bir karmaşık sistemdir ve herhangi bir parçası eksikken nasıl işe yaramıyorsa, insanın gözü de karmaşık bir

organ olduğu için, bir parçası bile eksik olsa işe yarayamayacaktır. Fare kapanını tasarlayan

biri olduğuna göre, göz de, bilinçli bir tasarımın ürünü olmalıdır.”

Yaradılışçılığın modern versiyonu olan bu bilinçli tasarım teorisi eğitimciler arasında tartışılıyor.

* Lise müfredatının değişmesi Kansas’ta Şubat ayında tartışılmaya başlandı ve eğer kabul edilirse, Eylül ayından itibaren lisede yaradılışçılık öğretilmeye başlanacak.

* Missouri’de eyalet vekilleri ders kitaplarında “evrime alternatif teoriler” üzerine bir bölüm olması için bir yasa tasarısı hazırladılar.

* Arkansas ve Alabama’daki kitaplar evrimi reddeden bölümler içeriyor.

* Wisconsin’in bir bölgesinde öğretmenler, öğrencilerine “evrim kuramının bilimsel yönden güçlü ve zayıf yanlarını” anlatmakla yükümlü.

* Georgia’da ders kitaplarının üzerine “Bu kitap evrime dair bilgiler içermektedir. Evrim, canlıların kökenine dair bir kuramdır, olgu değildir” şeklinde ibareler yapıştırıldı. Ancak daha

sonra mahkeme bu ibarenin kaldırılmasına karar verdi.

 

Yaradılışın yeni versiyonu olan akıllı tasarımın sınıflara sokulması için bu görüştekiler, insanları adalet duygularından vurup, öğrencilere dünyanın kökenine dair tüm fikirlerin

öğretilmesi gerektiğini söylüyorlar. İlk başta zararsız görünüyor bu fikir, ama burada yatan asıl amaç, tek başına evrime saldırmak değil, aynı zamanda bilime de saldırmaktır. Çünkü bu görüşteki insanlar, bilimin doğacı eğiliminin ateistçe olduğuna inanıyor ve bilimi

değiştiremedikleri taktirde, Tanrı’ya da inanamayacaklarını söylüyorlar. Bir İngiliz felsefe

profesörü olan Antony Flew, ateizmden vazgeçerek, bilinçli tasarımdan etkilendiğini açıklıyor; ABD Başkanı Bush, tanrıyla ilişkisi olmayan birinin ABD Başkanlığı yapamayacağını söylüyor…

Son zamanlarda kuantum fiziği üzerine tartışmalar da yoğunlaştı. Maddenin yoktan var olmadığı vardan da yok olmadığı yıllar öncesinden ispatlandığı halde, kuantum dünyasında

maddenin yok edildiği iddia ediliyor. Heisenberg’in kesinsizlik ilkesi, kuantum fiziğinin

temellerini oluşturur. Kuantum fiziği de, maddenin yok olmayacağını, hızı artınca enerjiye

dönüşeceğini söylüyor. Ama Heisenberg, “bir parçacığın konumu ve hızını istediğimiz bir

kesinlikle tespit etmek mümkün değildir. Bu yüzden de doğada kesin olan bir şey yoktur”

diyor. Kısaca söylemek gerekirse, kuantum fiziği yorumlanırken, egemen ideolojinin işine

yarayacak olan Heisenberg’in yorumu dillendiriliyor.

Emperyalizmin iddialarını kanıtlamaya çalıştığı önemli alanlardan biri de, genetiktir.

DNA’nın yapısını açıklayarak Nobel ödülü alan James Watson, “Eskiden kaderimizin alnımızda yazılı olduğuna inanırdık. Oysa artık biliyoruz ki genlerimizde yazılı” diyor ve bazı

Sosyobiyologlar, insanın her türlü davranışını genlere bağlıyorlar. Son olarak, kanser üzerinde

çalışan Amerikalı Moleküler Biyolog Dean H.Hamer, “Tanrı geni: İnanç Genlerimize Nasıl

Kazındı?”adlı kitabı yayınlandı. Kitabında yazdığına göre, “Tanrı Geni”, eskiden beri bilinen ve beyinde bambaşka görevleri olan “VMAT2” idi. Hamer, bu genden kuşkulanmış ve ABD Ulusal Kanser Enstitüsü’nde bulunan yüz binlerce DNA örneği içinden en dindar 2 bin kişinin DNA’sını seçip, genlerini incelemiş. Bu 2 bin DNA örneğinin % 1’inden azında VMAT2 geninin kodladığı VMAT2 proteininin fazla üretildiğini görmüş ve “bu gen, olsa olsa inançtan sorumludur” deyip, buna, “Tanrı Geni” demiş. Yani sonuçtan da anlaşılacağı gibi, bu, bilimsel bir araştırma değildir.

Bugüne dek bulguları hiçbir bilim dergisinde yayımlanmayan Hamer, 1994’te, aynı yöntemi kullanarak, eşcinsellik genini bulduğunu öne sürmüştü. Fakat aradan geçen yıllarda kimse bu genlere rastlayamadı. Bu konulara ilişkin olarak, Nature Genetics dergisi Aralık sayısındaki makalesinde, “tek başına genlerin her şeyi açıklamadığını” söyleyen Prof.Michael A.Goldman, “insan davranış ve etkinliklerini, çok sayıda gen, bu genlerin farklı koşullarda birbirlerini etkileyip, farklı kodlamalar yaparak oluşturdukları değişik biyolojik yapılar iç ve dış çevrenin toplamının birbirleri üzerinde sürekli ve çok yönlü etkide bulundukları dev bir bileşik sistem sağlıyor” demektedir.

Emperyalizmin saldırganlığı, silahların, bombaların, nükleerlerin yanında en önemlisi olan ideolojik saldırganlıkla devam etmektedir. Doğrudan bilime ve dolayısıyla eğitime yönelik bu ideolojik saldırılar, bugün bilimsel bilginin üretildiği ve geleceğin bilim adamlarının yetiştiği

üniversitelerimizi de sarmaya devam etmektedir ve bu gerici, idealist akım ve düşüncelerin bilim dünyasınca diyalektik materyalizmin ışığında yürütülecek bir mücadeleyle mahkum

edilmesi şarttır. Aksi taktirde bu saldırılar bir süre sonra önüne geçilemez bir konum alabileceklerdir.


* ODTÜ Psikoloji/Hazırlık

Teknokentler ve bilimin özelleştirilmesi

Üniversite sanayi işbirliği, sanayi devriminden bu yana tartışılan bir konu. Bilimin toplumu daha ileri götürmek için mi, yoksa sermaye güdümünde, pazarın ihtiyacına göre mi şekilleneceği, bu tartışmaların ana konusunu oluşturur. Günümüz koşullarında, kapitalistler arasındaki çekişmedeki etkenler çoğullanmıştır, eskiden sermaye ve işgücü en belirleyici unsurken, şimdi, teknoloji üretebilme ya da ticarileşebilen bilgiyi üretme en önemli unsur haline gelmiştir. Ama unutmamamız gereken bir ayrıntı var, bu bilgi, başkalarınca bilinmeyen bir bilgi olmadığı takdirde hiçbir kâr getirmez, bu yüzden bilginin gizliliği esastır. Bunun için ne yapmak gerekiyor? Ya araştırma yapabilecek insan kaynağını kendi bünyesinde bulundurmak ya da bunu taşeron mantıkla bir yere yaptırmak gerekiyor. Bunun en kârlı ayağı olan Teknokent, Teknopark veyahut Teknoloji Geliştirme Merkezi olarak adlandırılan bu kurumlar, 4691 sayılı kanunla tanımlanan, içindeki şirketlerin, yazılım alanında çalışma veya AR-GE yaptıkları takdirde, belirli vergi muafiyetleri, krediler vs. gibi avantajlara sahip oldukları, organize sanayi bölgesine benzeyen, fakat organize sanayi mantığı ile çalışmayan, yani bacalı sanayinin bulunmadığı bölgelerdir. Elinin altında mis gibi üniversite varken, bunun için boş yere yatırım yapmak, iyi bir kapitalist için aptallık olur ki, teknokent diye bir vergi cenneti var. Ki buralar, Ankara Cyberpark Genel Müdürü Mustafa ATiLLA’nın da söylediği gibi, sadece bir vergi cenneti değildir; buralarda, üniversite içerisinde kütüphanelerden yararlanma ve teknik doküman sağlama kolaylığı, ürettiklerini satabilecekleri uluslararası pazarlama ağı ve en önemlisi hazır akademik bilgi sağlanacaktır. Hem öğretim üyeleri araştırmalarını burada yapacak, hem de parlak ve zeki öğrenciler staj ve bitirme ödevlerini şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda seçecek, sonuçta, kalifiye eleman ihtiyacını da buralardan sağlayacaktır, yani mezun bir mühendisin 2 senede kazanacağı tecrübeyi öğrenciler buralarda kazanmış olacak, bu da, şirketler için, 2 senelik beyin gücü maliyetinden kurtulmak anlamına gelecektir.
Dünyada ilk teknopark, 1959 yılında ABD’de California’daki Stanford Üniversitesi öncülüğünde kurulmuştur. Avrupa’ya baktığımızda, teknopark hareketi 1980’lere dayanıyor. Şu an ABD’de 300, Avrupa’da 200, İsrail’de 30 olmak üzere, dünyada 1000’in üzerinde teknokent vardır. Bu teknokentlerden, özellikle ABD’de bulunan Silikon Vadisi, teknoloji alanında 20.yy’ın ikinci yarısına damgasını vurmuştur; insanlığın kıyımında kullanılan silahlar, ABD’nin bu kadar pervasızca saldırmaktan çekinmemesinin nedeni olan teknoloji, burada üretilmektedir. Peki, bu, bilim etiğine aykırı değil midir? Eğitim, toplumun yenilenmesine göre mi, ekonomik rekabetin gereksinimlerine göre mi örgütlenecektir? Peki, üniversiteler neden buna evet diyor? Neo-liberal politikalar ekseninde yükseköğrenime bilinçli olarak kaynak aktarılmamakta ve üniversiteler yapacakları araştırmalar için finansman bulmak çözümsüzlüğüyle karşı karşıya kalmaktadır. Sonuçta, parayı veren düdüğü çalmıştır, üniversiteler, yüklenmeleri gereken halk ve toplum yararına bilgi üreten merkezler olmaktan uzaklaşmış ve yalnızca teknoloji üreten, sermayenin AR-GE labrotuarları haline gelmiştir. Bunu, bir diğer deyişle, ÜNİVERSİTE A.Ş diye adlandırmak, hiç de yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum. Bu koşullarda bilimin özerkliğinden bahsetmek fanteziden öteye gidememektir. Kamusal niteliğini yitiren üniversite, bütün topluma hizmet etme özelliğini yitirecek, sermaye sahibi küçük bir azınlığın hegemonyası altına girmiş bir şirketçik olarak kalacaktır.
Öğretim görevlisi tarafından bakıldığında ise, sahip olduğu potansiyeli kullanabileceği, toplum yararına, insanlık yolunda çalışmalar yapmasının önü açılmadığı için, kimi kendini kanıtlamanın, ekmeğini kazanmanın çaresizliğiyle, bazıları ise utanç verici bir tüccar zihniyeti ile hareket etmekte, soygundan nemalanma düşüncesiyle avuç ovuşturmakta, bu rezalete dur dememektedir.
Birçok öğrenci, teknokentlere, araştırma projelerinde görev alma, deneyim kazanma gibi gerekçelerle, olumlu bakmaktadır.
Bunun nedeni, bu kurumların halka şirin gösterilmiş, bize tek çıkar yol, bilim öğrenmenin, bilimsel ilerlemenin alternatifsiz formülü gibi sunulmuş olmasıdır. Amacın maksimum kâr olduğu bir AR-GE sisteminde, pazarlanamayan, şirketlerin işine yaramayan, teknoloji geliştiremeyen bilgi pek bir anlam ifade etmez; para getirmeyen, kısa vadede teknolojik gelişme oluşturmayan temel bilimler ve felsefi-teorik araştırmalar bertaraf edilir; bu da, üniversiteleri birer teknik okul düzeyine düşürür. Burada, üniversitelerin, özgür düşünebilen, eleştirel bakabilen geleceğin aydınlarını ve bilim adamlarını yetiştirmesi gerekirken, piyasaya teknisyen yetiştiren bir hale gelmesi, içler acısı bir durumdur. Burada sorulması gereken en önemli soru şudur; üniversitenin yetiştirdiği insanlar kendisine söyleneni mi yapacak, yoksa bilimin ışığında düşünüp sorgulayıp, bunu başkalarıyla mı paylaşacak? İyi bir bilim adamı, yaptıklarını, keşfettiklerini toplumla paylaşmalıdır, gizli bilgi, bilgi değildir, sermayenin kâr elde etmek için kullandığı bir araçtan öteye gidemez. Bilimsel bilgi, toplum yararına kullanılmalı, kamusal kullanıma açık olmalıdır. Daha ilk çağlardan bugüne, tarih bize, bilgiyi elinde bulunduranın hükmetme gücünü elinde bulundurduğunu göstermiştir, ve sermaye, bu gücün ne kadar önemli olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Peki teknokent serüveni, Türkiye’de nasıl başlamıştır ve ne gibi süreçlerden geçmiştir?
Türkiye’de, ilk teknokent olan ODTÜ teknokentin projesi, 1987 yılında başlamıştır ve 1995 yılında faaliyete geçmiştir. Onun açtığı yolda teknokentler mantar gibi türemişlerdir. Bugün Türkiye’de, başlarını, TÜBİTAK MAM Teknoparkı, Gebze Organize Sanayi Bölgesi Teknoparkı, İTÜ Teknokenti, Arı Teknokent ve Ankara Cyberpark’ın çektiği, 15 tane teknokent vardır. Ayrıca İstanbul’da, Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in “ilk kiracısı ben olurum” dediği bir teknokent projesi vardır, ne kadar hoş değil mi, benim ülkemin teknolojisini geliştirme iddiasıyla ortaya çıkan bir yapıya ( tabi ki inandırıcı değil ama) ilk kiracı, dünyanın en büyük tekellerinden birinin kurucusu olacak, benim medyam bunu ballandıra ballandıra anlatacak ve kendisini bağımsız basın olarak adlandırmaya devam edecek. İstanbul haricinde, ÇÜ ve bazı üniversitelerde de teknokent taslakları hazırlanmıştır.
Teknokentlerin şirketler için neden bu kadar çekici olduğunu biraz daha açalım isterseniz. Az evvel akademik destek, doküman sağlama kolaylığı, ucuz iş gücü vb. gibi etkenlerden bahsetmiştik, en az bunlar kadar önemli bir şey daha var; vergi muafiyetleri ve teşvikler. “Birincisi; bölgede yer alan şirket, yazılım faaliyetlerinde bulunuyorsa veya AR-GE yapıyorsa, şirket çalışanları, aldıkları maaştan gelirler vergisi ödemiyor. İkincisi; bölgede yer alan girişimci şirket, bu faaliyetlerine ilişkin bir gelir elde ettiğinde, yıl sonunda kurumlar vergisi ödemiyor. Ayrıca katma değeri çok yüksek olan yazılımdaki KDV, buralarda sıfırlanmış durumda. Kurumlar vergisi muafiyetlerine bakıldığında, aslında Avrupa’da çok sayıda ülkede buna benzer muafiyetler var, fakat gelir vergisi muafiyeti, dünyada istisna birkaç ülkede kalmış durumda.” Bunu, direkt olarak Ankara Cyberpark Genel Müdürü Mustafa ATİLLA’nın konuşmasından aktarıyorum, diğer müdürlerimizin de söylediği farklı bir şey yok, eklenebilecek olan, bunun reklamının iyi yapılması gerektiği; gözü dönmüş tüccar mantığıyla hareket ettiklerini söylemek hakaret sayılmasa gerek. Ayrıca Mustafa Bey: “Araştırma geliştirme önemli, ama önce iş. İş olmayan, para yatırılmayan, ticaret yapılmayan bir yerde; araştırma geliştirme yapılmasının çok da anlamlı olduğunu düşünmüyoruz.” diye devam ediyor sözlerine.
Teknokentlerin sicilinin temiz olmadığını, üniversitelerin yakın zamanlarda alet edildiği çirkefleri ortaya seren bazı örneklerde görmek mümkün. Kan pazarı da diyebileceğimiz savaş sanayii, en adi insanlık suçlarını işlerken, üniversiteyi tetikçi olarak kullanmıştır. Her durumda, kâr eden yatırımcı para babaları, zarar eden insanlık olmuştur. Buna ülkemizden birkaç örnek verelim isterseniz.
ODTÜ Teknokent’teki Milsoft, ABD’li helikopter firması Skorsky ile, 5 milyon dolar tutarında S92 Helibus’un bakım bilgisayarı yazılımıyla ilgili anlaşma yaptı. ETA adlı firma ise, ABD ordusu için atış eğitim simülatörü geliştirdi. ABD ve İsrail Silahlı Kuvvetleri tarafından standart atış eğitim sistemi olarak onaylanan MiniRETS cihazının tamamı, ODTÜ Teknokentte geliştirildi. Söz konusu lazerli atış eğitim sistemi, ABD askerlerinin eğitiminde kullanılıyor. Teknokentin kimlere, nelere hizmet ettiğini ve bizim ülkemizin ne kadar bağımsız bir ülke olduğunu anlamak için, Gebze ve İzmir Teknoparklarını kuran kişiyi, yani İsrailli Stef Wertheimer’i tanıyalım: şu an AKP iktidarına endüstri danışmanı olarak görev yapıyor. Aynı zamanda, Türkiye’nin yeni Endüstri-Teknoloji Yasa Tasarısı’nı yapan kişi. Benim bağımsız ülkemin Endüstri-Teknoloji Yasasını yapacak olan kişi, bir İsrailli. Ne tesadüf ki, aynı şahıs, ISCAR şirketinin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı. Şirketin mazisi 6 gün savaşlarına dayanıyor. Şirketin kuruluş amacı ise, İsrail’e uygulanan ambargoyu kırmak; şirket, aynı zamanda, dünya kesici uç pazarının üçte birini elinde bulunduruyor. On parmağında on marifet Stef Bey, aynı zamanda, Gebze teknoparkındaki yönetim kurulu başkanlığını yönetiyor. Teknoparkların haricinde ilgi alanları da var. ISCAR, Skorsky helikopterleri ve F-16 savaş uçaklarının motorlarını üreten şirket olan Pratt&Whitney’in ana hissedarı. Bu şirket, aynı zamanda, Türkiye’nin helikopter ihaleleriyle gündeme gelen United Technologies Corporation şirketinin alt kuruluşu. Danışsak mı acaba, binlerce masum çocuğun, suçsuz insanların ölümünde etken olmak nasıl bir duygu?
Elbette ki, kapitalist saldırıların ne ilki ne de sonuncusudur. Bu filmi biz daha önce de görmüştük. Örnek vermek gerekirse, SSK hastanelerini de kaderine terk etmiş, yıllarca hiçbir yatırım yapmamış, sonra, işlemiyor diyerek el atmıştır. SEKA kağıt fabrikasını da, yıllarca, bir yandan en kalitesiz hammaddeye maruz bırakarak, diğer yandan kağıt ithalatını teşvik ederek mağdur etmiş, sonra da, rekabet geliştiremiyor, zarar ediyor diyerek, kapatmaya girişmiştir. TEKEL de aynı senaryonun kurbanı olmuştur. Üniversitelerde de bu özelleştirme furyasının bir ayağı uygulanmaktadır. Her türlü tüketim maddesinde ödediğimiz vergilerin ve yine binbir vesileyle alınan eğitime katkı paylarının kamu hizmeti, eğitim, sağlık gibi alanlarda bize geri dönmesi gerekirken, devlet, üniversitelerde araştırma fonları açmayı savsaklamış ve sonuçta, öğrenciyi de, öğretim görevlisini de, sermayedarların kucağına düşürmüştür. 
Günümüzde özelleştirme, ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginliklerine el konulması ve kamusal alanların tasfiye edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT)’nin özelleştirilebilmesi için, öncelikle bu alanların içinin boşaltılması, çürümeye terk edilmesi, temel bir yöntem olarak uygulanmaktadır. Sonuca ulaşıldığında, KİT kapsamındaki alan, işlevsiz, verimsiz ve devletin sırtında bir kambur gibi gösterilerek, özelleştirilmesine gerekçe zaten bulunmuş olmaktadır. Bu sürecinin sonucu olarak, halkın hizmet alma alanları (eğitim, sağlık, madenler, haberleşme, limanlar, demir ve hava yolları), sermaye şirketlerinin, uluslararası kuruluşların kâr alanlarına dönüşmektir.
KİT’lerin bu tasfiye sürecine paralel olarak; üniversitelerin kamusal alana bilgi ve bilim üretmesinin de, kapitalizmin hedefleri bakımından yok edilmesi gerekmektedir.
Üniversitelerin öncelikle araştırma yönü köreltilmekte, her türlü kaynaklar sınırlandırılmakta ve üniversiteler bilimsel araştırmaları gerçekleştiremeyecek bir fukaralığa sürüklenmektedir. Buna paralel olarak, bilim insanları, bilimsel araştırmalar, bir yandan bilimsel araştırma imkanlarının kısıtlanması, öte yandan geçim sorunları nedeniyle, gerçek misyonlarını kaybetmektedir. Dolayısıyla “bilimsel üretim, teknolojik gelişme, bilim insanlarının rahatlığı” adına, bilim alanında özelleştirmenin bir ayağı olarak, teknokent, teknopark ve teknoloji geliştirme bölgeleri, gerekçelendirilmiş sermaye projeleri olarak kendisine alan açmaktadır.
Yapılması gereken, kamusal alan başta olmak üzere, tüm KİT’lerin yeniden modernizasyonu ve yatırımların üst seviyeye çıkarılmasıdır. Buna mukabil, üniversitelerde sermaye ile işbirliği halinde gerçekleşen bu projelere son verilmesi ve üniversitelere araştırma için gerekli desteğin maksimum seviyeye çıkarılmasıdır. Ayrıca, özel teşebbüsle değil, KİT’lerle yapılacak bir işbirliği içerisinde, bu kamu kuruluşlarına bağlı araştırma-geliştirme departmanlarının güçlendirilmesi ve bu alanda daha çok bilim insanlarının, teknik elemanların istihdam edilmesi, gerçek çözüm olacaktır. Ülke kaynaklarının verimli kullanılması ve halkın yararına sunulması, ülkenin gelişmiş tekeller karşısında kendi bağımsız dinamiklerini koruması ve güçlendirmesinin yolu da buradan geçmektedir.
Ben, bilginin toplumsallaşarak, toplum yararına ve kamusal kullanıma açık olması gerektiğini söylüyor, üniversitelerin kişiler için değil, toplumlar için evrensel bilginin üretildiği yerler olması gerektiğini savunuyorum.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑