kapitalist ‘yeniden yapılanma’, emek değer teorisi ve birikim yazarlarının çarpıtmaları üzerine

BİRİKİMİN HER YANI DÖKÜLEN YAMA TUTMAZ TEORİSİ

Her yanıyla delik-deşik ve yama tutmaz bir “teori”yle karşı karşıyayız! Üretken olan ve olmayan emek tanımını, emeğin sermaye ile değişilip değişilmediği esası üzerinden değil, ama teknolojideki gelişme, “bilişim ve iletişimdeki ilerleme”, bilgisayar kullanımının yaygınlaşması, “marka-imaj-zevk-reklam-kamuoyu oluşturulması vb.” üzerinden ve “coğrafi uzaklıkların önemsizleşmesi”, “ulus devlet sınırlarının aşılması” bağlantılı belirlemeye çalışan Birikim yazarlarıyla Deleuze, Foucault, Negri gibi teorisyenlerin Marksizme karşı cephe açmalarının nedeni, Marx’ın teorisini anlamadaki “kifayetsizlikleri” değil, sanayi toplumunun aşıldığı, nesnel koşulların değiştiği yeni bir toplum ve “yeni bir ekonomi”nin ortaya çıktığını varsaymalarıdır. Bu oportünist görüşler birkaç başlık altında irdelenebilir.

1) “ÜRETİM STRATEJİLERİ”YLE EMEĞİN KARAKTERİ ARASINDA KURULAN “BELİRLEYİCİ” BAĞ

Üretim stratejileri”ni, üretimin ve ürünün bir, birkaç ya da birçok ülkede gerçekleştirilip-gerçekleştirilmemesiyle bağlı olarak ele alan Birikim yazarları, üretimin “ulusal sınırlar içinde” ya da uluslararası alanda yapılmasını; merkezi ya da parçalı; esnek ve kuralsız olmasını; bilim ve teknolojiden yararlanma düzeyini, emeğin üretken ya da üretken olmayan emek olmasını belirleyici durum, değişim ve gelişme olarak değerlendirmekte; emeğin kapitalist üretim tarzı içindeki işlevini sermaye ile girdiği ilişkide arama yerine, üretim yöntemleri ve sahaları üzerinden belirlemeye girişerek, bu temel ilişkinin muhtevasını görünmez hale getirip bulanıklaştırıyorlar. Kapitalist üretim tarzını, içerdiği temel çelişki üzerinden kendisiyle değil, uygulanmasında kullanılan araç ve yöntemleri öne çekerek, onlar üzerinden ve onların uygulanış ve kullanılış şekillerini esas alarak “irdeleme” gibi bir ‘maraz’la maluldürler!

Üretim stratejileri”ni, “kapitalist birikim modelleri”yle bağlantılı, dahası bu modellerle özdeşleştirerek ele alan bu yazarlar da, ‘kapitalist birikim’den söz edildiğinde anlaşılması gerekenin emeğin sermayeye dönüşümü –emek gücünün sermaye üretmesi– olduğunu elbette biliyorlar. Kapitalist birikim, değişim değeri üretimiyle gerçekleşir; temel koşulu budur! Üretim, ister “merkez”de –B. Avrupa, ABD, Japonya vb.–, isterse “çevre”de –Çin, Hindistan, Doğu Avrupa, Brezilya, Türkiye, Meksika, Kore vb.– yapılsın; sermaye ve birikimi, emek-gücü sömürüsünü; emeğin, değerinin üzerinde bir fazla üretmek amacıyla ve üretken emek olarak sermaye ile değişime girmesini gerektirir. Kapitalist üretimin “merkezi ülkeler”de mi, “çevre”de mi; “Fordist” ya da “esnek” yöntemlerle mi, daha az yoksa daha uzun sürede içinde mi gerçekleştirildiği, bu üretimin artı-değer üretimi olması gerçeğini değiştirmez.

Emeğin karakteriyle “üretim stratejileri” arasında belirleyen-belirlenen ilişkisi kuran Birikim yazarlarıyla ağababa teorisyenleri, “mekanik üretim teknolojisi” diye sözüm ona hafife aldıkları “Fordist merkezi üretim stratejileri ve birikim modelleri”nin “aşıldığı”nı “iletişim ve bilişim teknolojileri”ndeki gelişmeyle kanıtlamaya çalışmakta; bilim ve teknolojideki gelişmelere temel teşkil eden birçok buluşun kapiatlizmin “ilerici” döneminde gündeme getirildiğini görmezden gelmekte; makineli modern kapitalist üretimi ve Fordist üretim yöntemini teknolojiden yoksun göstermektedirler.

Makineli üretim, elbette 19. yüzyılda 18. yüzyılda olduğundan; 20. yüzyılda ise, 19. yüzyılda olduğundan daha ileri teknikle; makinenin daha komplike ve gelişmiş düzeneğinin kullanılmasıyla, daha ileriden ve kapitalist yararına verimi ve kapasite kullanımını artıracak biçimde; işçiyi mutlak ve nispi artı-değer üretimine daha fazla zorlayacak yöntemlerle gerçekleştirildi. İşçinin makinenin basit eklentisi haline gelmesi, kurulu düzeneğin hareketiyle uyumlu olmaya zorlanması, bu uyum sağlanamadığında da üretimin dışına atılması, “klasik kapitalizm”de de, emperyalizm koşullarında da, onun bugünkü düzeyinde de, kapitalist üretim tarzının “yasa gücünde”ki özelliklerinden biridir. Başlıca kapitalist ülkelerde, üretimin yeniden düzenlenmesi, fabrikaların ya da bazı bölümlerinin ucuz işgücü alanlarına taşınması, bazılarında teknoloji üretimine ağırlık verilmesi gibi nedenlerle, önceleri merkezlerde yoğunlaşmış durumdaki sanayi işçilerinin, “çevre”ye, taşraya doğru sürülmeleri ya da yayılmaları, “günümüz kapitalizmi”ne has olmayan, artı-değer üretimini artırma ve rekabette önde olma kapitalist amacıyla bağlı özelliğidir. “İletişim ve bilişim teknolojileri”ndeki gelişme, olsa olsa, işgücünün bu “sirkülasyonu”na ivme kazandırmış; emek-gücünün kendi için ‘yararlı’ emek zamanı süresini düşürerek, kapitalist için emek zamanını daha da artırmıştır. Ancak bu gelişme, genişleme/bölünme ve sirkülasyonun, “merkezi üretim stratejileri” ve “birikim modelleri”ni geçersizleştirip üretken ve üretken olmayan emek ayrımını ortadan kaldırma gibi bir özelliği yoktur/olamaz.

II) ÜRETİMİ MEKÂNSIZ, FABRİKAYI ÖNEMSİZ GÖSTEREN DAYANAKSIZ UYDURMA

Birikim yazarlarının Marksist teoriye “itiraz”larından biri de, bu teoride üretimin, artı-değer sömürüsünün ve sınıf mücadelesinin “fabrika merkezli” irdelendiği üzerinedir! Onlar, “artı değer sadece fabrikada çıplak emeğin sömürülmesiyle üretilmez, günlük hayatın tamamı sömürü alanına dönüşmüştür; artık değer toplumsal dil ve gündelik ilişkiler içerisinde üretilir, hayat işten ibarettir” diye, sözüm ona “bilinememiş” olanı açığı çıkarma iddiasındalar. Bu iddia, Marksistler bir yana, Merkantilistler ve burjuva liberalleri için dahi ileri sürülemez. Ama, Birikim yazar(lar)ı, “çamur at izi kalsın” mantığıyla hareket ettiklerinden olacak, böylesi dayanaksız iddialarla ortaya çıkabilmişlerdir.

Marx ve Engels’in fabrika “dışındaki” birçok başka alanda da artı değer üretildiğine işaret ettikleri –üretken emek ve üretken olmayan emek üzerine bölümde bunların önemli bir bölümünü aktardık– çok sayıda paragrafı, Birikim yazarlarının görmezden geldikleri rahatlıkla söylenebilir. Marx, “Metada kapitalisti ilgilendiren”in, “ödediğinden daha fazla değişim değeri yaratılmış olması” olduğuna işaret ederken, değerin üretildiği mekanı değil, bizzat bu toplumsal ilişkiyi esas alıyordu. Kapitalist için önemli olan, elde edeceği kullanım değerinin, “ücret olarak ödediği emek zamanını daha fazla miktarda geri alıyor olması”dır. Kapitalist üretimde, fabrikanın tuttuğu yer, bu bakımdan, kuşkusuz merkezi öneme sahiptir. Artı-değer üretiminde mekanın değil, emeğin sermaye ile girdiği ilişkinin önemli ve belirleyici olduğunu; bu ilişkinin fabrikada, büroda, okulda, yayınevinde, matbaada, atölyede vb. yaşanabileceğini ayrıntılı tahlillerle gösteren Marx’ın kendisiydi. Fabrika ama, liberal solcu ve sözde Marksist yazarlarımız kabullenmeseler de, dün olduğu gibi, bugün de, kapitalist üretimin merkezi olmaya devam ediyor. İşçilerin aynı firmaya bağlı çok sayıda mekanda ve işyeri binasında üretim yapmaları, üretimin “esnekleştirilmesi”, organize sanayi bölgelerinin oluşturulması, işletmelerin bir bölümüyle ya da tamamen başka topraklara taşınması vb., fabrikanın üretimde tuttuğu merkezi önemi ve maddi meta üretiminin kapitalist üretimin ana kaygısı ve içeriğini oluşturması gerçeğini ortadan kaldırmamıştır. Belirleyici olanın emeğin maddi özellikleri ya da nerede kullanıldığı olmayıp, içinde gerçekleştirildiği toplumsal üretim ilişkileri olması, bunun başlıca nedenidir.

“İş” ve “işgücü”nün “geleneksel tanımları”nın “sorgulanması zorunluluğu”dan söz eden Birikim yazarları, Marx’ta artı-değer sağlayan üretimin “fabrikanın dört duvarı arasında” öngörüldüğü şeklindeki kendi yalanlarına ‘can simidi’ gibi sarılırlarken –sonuçta, üretim, şu ya da bu alanda, ama duvarlı-duvarsız bir mekanda yapılmak zorundadır–, “gayri-maddi üretim”i “duvar”sız alanda tasarlayıp tanımlamakta, Negri, Lazarato, Deleuze gibilerinin izinde yürüyerek, maddi üretimi, örneğin “kültürel-bilişsel içerik”, “zihinsel beceriler”, “yaratıcılık”, “el becerileri”, “işletmecilik becerileri” vb. ile ilişkisiz göstermekte; “günlük hayatın tamamı”nı “işten ibaret” sayarak, sözüm ona fabrikanın önemsizleştiğini ve merkezi önemini yitirdiğini kanıtlamış olmaktadırlar!

Birikim yazarlarıyla ağababaları, kuşkusuz, artı-değerin “sadece fabrikada çıplak emeğin sömürülmesiyle” üretildiğine dair bir belirlemeyi/vurguyu Marx’ın teorisinde gösterme olanağına sahip değildirler. Bu makalenin ikinci bölümünde –artı-değer üretiminin ele alındığı uzunca bölüm–, artı-değerin fabrika dışı alan ve ilişkiler içinde de üretilebildiğine dair çok sayıda örneğe yer verildi. Birikim (ve yazarları) aksini kanıtlayamazlar, ama, Marksizm’e kara çalmak amacıyla kullanmak için, “günlük hayatın tamamı”nın “sömürü alanına dönüştüğü”nü ileri sürerek, “kapitalizmin işçinin tüm zamanına hakim olması”nı, fabrikanın kapitalist üretim sistemindeki ve işçinin yaşamındaki yerinin önemsizleşmesinin kanıtı olarak gösteriyorlar.

Kapitalizmi ve kapitalist üretimi meta üretimi üzerinden değil ama “duygulanım” ve “hisler” üzerinden tanımlamayı, “bilişsel-iletişimsel gelişmeler”in zorunlu kıldığı gereklilik olarak gösteren Birikim yazarları, fabrikanın üretim içindeki yerinin “önemsizleşmesi”ni, böylece ve sözüm ona kanıtladıktan sonra, bu kez dönüp, onu üretim ve ekonomide “merkezsizleşme”nin göstergelerinden biri olarak alıyor; “merkezsizleşme”yi ise, “esnek üretim yöntemleri”yle açıklıyorlar. İletişim-ulaşım araçlarının gelişmiş olmasını ve üretimin uluslararası alanda gerçekleştirilmesi olanaklarının genişlemesini, üretim, tasarım, hizmet, sipariş işlerinin, ulaşım ve iletişimin “coğrafi engeller”i aşan gelişmesiyle “uluslararasılaşması”nı “merkezsizleşme”nin göstergeleri olarak alan bu iddia, olgu ve gelişmeleri, sermayenin çıkarlarını merkeze koyarak değerlendirmeye dayanmaktadır. Birikim yazarları, sermayenin artı-değer yaratma araç ve olanaklarını ya da bu amaçlı kullandığı gelişmeleri “emek dünyasının dönüşümü”nü sağlayan gelişmeler ve araçlar olarak gösteriyor, tekellerin üretim üzerindeki denetimlerini gizleyen “merkezsizleşme” senaryoları yazıyorlar. “Esnek üretim yöntemleri”nin, “açıklayıcı aktör” olarak baş köşeye oturtulduğu bu senaryoda, bu aktör, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğiliminin ve tekellerin hakimiyetinin en kesin alternatifi olarak sunulur! Senaryoya göre, tekelleşme aşılmıştır, tekellerin milyonlarca küçük işletmeyi çekip çevirerek, yutarak ve iflaslara sürükleyip yok ederek, hakimiyeti elinde tuttukları ve pazarlara hakim olma kavgası yürüttükleri, merkezileşmenin giderek güç kazandığı gerçeği geride kalmıştır. vb..

III) SÖMÜRÜYÜ GİZLEYEN BİR “NESNELEŞTİRME”: EMEKGÜCÜNÜN YERİNE “TOPLUMSAL FAALİYETLER”İN GEÇİRİLMESİ

Birikim yazarlarının bir diğer iddiası, “günümüz kapitalizmi”nin “üretime koştuğu şey”in “işgücü” olmayıp “toplumsal faaliyetler” olduğu şeklindedir. Bu iddia, en özlü deyiş ile emek-sermaye bölünmesini inkarın ifadesidir. Kavramlaştırma, sınıf ayrımını ve emek-sermaye çelişkisini yok saymakta, en hafifinden bulanıklaştırmaktadır. “Toplumsal faaliyetler”, tüm toplumsal güçleri, sınıf ve kesimleri kapsayacak “total” faaliyetlerdir. Toplumsal faaliyet, her türden toplumsal kesimin; burjuva ve proleterin, küçük üretici ve toprak sahibinin; polis gücü ve entelektüel eylemin ifadesi olarak da kullanılabilir; buna açıktır ve işçi sınıfının üretim sürecinde oynadığı temel önemdeki rol ile bunun tarafından belirlenen devrimci değiştirici sınıf özelliğini görmezden gelmektedir. Üretimi “toplumsal faaliyetler”in ürünü gösteren bu iddia, tüm toplumun işçileşmiş olması ya da emekgücü kullanımının gereksizleşmesi gibi, kapitalizm için ve kapitalizm koşullarında olanaksız olan, olanaksızlıklara dayalı bir iddiadır ve toplumsal maddi ürün üretimi olmaksızın insan ve toplum yaşamının olabileceğinin ileri sürülmesi kadar saçmadır. Birikim ve yazarları, “günümüz kapitalizmi”nin “toplumsal faaliyetler”i “üretime koştuğu” vaazıyla kapitalizmin emekgücünün sömürülmesine dayanan bir sistem olma özelliğinin üzerine kalın bir perde çekerek çelişkilerin görülmesini önlemeye girişmişlerdir. Bu iddia, emekgücü (işgücü) olmadan da kapitalist üretimin olabileceğini vazetmektedir. “Yeniden üretimin alanında değerlendirilen faaliyetler”le “toplumsal ilişkiler”in, “en temel ‘üretici güçler’ olarak (üretken/üretken olmayan ayrımını anlamsız kılacak şekilde)..” yeniden kurgulandıkları şeklindeki tamamen “kurgul” zorlama, maddi üretim ve üretken emekçilerin toplumsal işlevinin inkarını içermektedir. Kapitalist üretimin dolaysız hedefinin artı-değer üretimi olmasının, para sahibini, pazarda, “tüketildiğinde değer yaratan”, daha da önemlisi bizzat sahip olduğundan daha büyük değer yaratan meta arayışına sürüklediği; “kullanım değeri bizzat değerinin kaynağı olma niteliğine sahip” olan tek metanın ise emekgücü olduğu; onun sahip olunan ve meta üretimi sürecine katılan bedensel ve zihinsel yeteneklerin bütünlüğü olduğu gerçeğinin yerine “toplumsal faaliyetler” gibi nereye çeksen gider belirsiz ve bulanık bir öznesizliğin geçirilmesidir. “Kılavuz”ları kapitalizmin “maddi üretimden ziyade yeni emek ve değer biçimleri üretmeye yöneldiğini” ileri süren Deleuze’dir. Ama o, ‘karga’dan daha ileride bir kuş değildir!

IV) MADDİ META YERİNE “İMAJ”INI; MADDİ GERÇEĞİN VE İLİŞKİLERİN YERİNE KURGULARI GEÇİREN ZIRVA

Kapitalizmin, “yeni biçimi”nde, kullanıma hazır-bitmiş ürünlerin değil, “birleşik hizmetler, yaşam biçimleri, markalar, imajlar, ‘olay’lar ve ‘deneyim’ler satma”ya yöneldiği iddiası da diğerleri gibi saçmadır. Kapitalizmi “hizmetler, markalar, imajlar, ‘olay’lar ve ‘deneyim’ler satma”ya indirgeyen; onu maddi meta üretiminden soyutlayarak “ticari işlemler bütünü”ne eşitleyen; tasarım ve planı, ürünün kendisinden ve üretim eyleminden önemli gören bu mantık, “mavi/beyaz yakalı işçi ayrımı”nın gereksizleştiğini ileri sürmekle kalmamakta, işçilik tanımını da gereksiz ayrıntı saymaktadır. “Günümüz kapitalizmi”ni sanal kapitalizm olarak “tasavvur etmek”te, kapitalist üretimin meta üretimi; onun da ağırlıklı olarak maddi meta üretimi olduğunu, hangi biçiminde olursa olsun tüketicinin gereksinmelerini karşılayacak kullanım değeri üretimini; öyleyse “kullanmaya hazır” meta üretimini esas aldığını; bu olmaksızın kapitalist “biçim” ya da “yeni biçim”den söz edilemeyeceğini, bu bir yana, maddi üretimin, genel olarak üretimin ve yaşamın zorunlu koşulu olduğunu gözardı etmektedir. Delauze ve izleyenleri, demiri, kömürü, şekeri, tütünü, pamuğu, ipliği, kumaşı ve her tür giysiyi, ekmeği, sabun ve deterjanı, vb. vb.., “kullanıma hazır-bitmiş ürünler” kategorisinde; yazılım programlarıyla mühendislik işlemlerini ürün üretimi sürecinin parçaları, bilgisayarı üretim aracı olarak (aynı zamanda meta) görmemektedirler.

Birikim yazarlarının, “şimdiye değin ‘ekonomik değer’ atfedilmediği” ve “olsa olsa kültürel üretim alanının marjinal nosyonları olarak kabul edil”diği için(!) üzüntü duydukları ve “post Fordist kapitalizmin egemen ekonomik değer biçimleri” olarak gösterdikleri “sinerji, ‘gösterge değeri’, ‘marka değeri” kavramları, “ekonomik değer” olarak değil, ama ancak bu değere ilişkin yan kavramlar olarak “bir şey ifade eder”ler! “Sinerji”, “gösterge değeri”, “marka değeri” maddi ürün üretiminden bağımsız bir değer ifade etmezler. “İmaj”, bir şeyin, bir meta ya da “iş”in imajıdır; “marka” bir malın markasıdır; “Metalar” ile “imaj”, “sinerji”, “gösterge değeri” arasındaki bu ilişki, birincisinin ikincileri belirleme ilişkisidir ve bu da ikincilerin “egemen ekonomik değer biçimleri” olmaları olanaksızlığı demektir. Kapitalist üretim, doğrudan bireysel tüketim için kullanım değerleri üretmeyi değil, artı-değer yaratmak üzere değişim değerlerinin maddi özü ve taşıyıcısı olarak kullanım değerinin üretimine dayanır. Değişim değerine sahip kullanım değeri üretimi, değeri, üretiminde kullanılan metaların (emek gücü ve araçları) toplam değerlerinden daha fazla olan bir metanın üretimi demektir. ‘İmaj’, ‘marka’, ‘sinerji’ böyle bir meta değillerdir. Tasarım ve plan da bir işin, ürünün, eylemin tasarımı ya da planı olarak bir anlam taşırlar. Bu sonuca bağlanmayan tasarlama ve plan yapmanın somut-maddi ya da elle tutulur bir özeliği ve anlamı kalmayacaktır. Tüketime hazır ürünler ya da onların bir kısmı, bir başka ürürün hammaddesi veya üretilmesinin aracı olarak da işlev görebilirler. Üzümün şarap, pamuğun iplik için hammadde oluşu gibi. İşçi, emek sürecinde (üretim süreci), “emek araçlarının yardımı ile” üzerinde çalıştığı malzemede “başlangıçta tasarlanan” değişikliği meydana getirir. Tasarlananın “tasarım” olarak kalması durumunda, “tasarlamak” için bir emek harcanmış olmakla birlikte, kullanım değeri olarak ürün meydana getirilmediği sürece, ortada üretilmiş bir meta olmayacaktır. “İmajve sinerji” ise, ürün değil, “sanı”dırlar. Ürün değeri açısından belirleyici özellik göstermez, ancak, ticari dalaveralarda kar kitlesini yükletici “etki” şeklinde rol oynayabilirler.

“Amerikan yaşam tarzı” propagandacılarına güç verecek şekilde, ürün tasarımı ve sunumunu yücelterek, propaganda “sektörü”ne ‘başat’ işlev yükleyen Birikim ve yazarları, Apple marka ürünlerin kutusunun üzerinde “Designed in California” (Kaliforniya’da tasarlanmıştır) yazmasını, onun bir “yaşam biçimi” olarak kabullenilmesini gerektirdiğini, bilgisayar ya da başka bir ürünün nerede, hangi üretim safhalarından geçerek üretildiğini önemsizleştirdiğini ve “kapitalistin sattığı malın değerini nasıl sunduğunun, hangi değer biçimine vurgu yaptığı”nın, egemen değer biçimi yönünden belirleyici hale geldiğini vazederek, kapitalistin, ürün tanıtımına yönelik çabalarını (reklam) öne çıkarmakta, “gösterge” ve “imaj”ı, ürünün ancak somut-tüketilebilirlik gereksinimi karşıladığı zaman kullanım değeri olarak bir değer taşıyabileceği gerçeğinden kopararak, meta yerine “imaj”ını koyuyor; tasarımı üretim sürecinin dışında ve metaın üretimi için harcanan emek değeri önemsizleştirecek etkinlikte öne çıkararak, onun yerine ürünün nerede tasarlandığı ve markasını geçiriyorlar.

Birikim yazar(lar)ı, iletişim araçlarıyla ekonominin diğer tüm sektörlerinin ilişkisini,”bilişsel-iletişimsel süreçler” olarak kategorileştiriyor, “medya ekonomisinin kurucu ögesi” olarak gördükleri “reklam mekanizması”nı, seyircinin “medya tarafından kapitaliste satılan bir mal” olmasının aracı sayıyor, bu ilişkide, “iletişim sürecinin aktif öğesini oluşturan” izleyicinin, “seyretme emeği” aracıyla “zihinsel ve toplumsal bir emek süreci”nden geçtiğini; böylece, “kapitalist üretime içkin” bu “aygıt” üzerinden seyretme faaliyetinin işçinin “boş zamanı”nı (işten arta kalan zamanı) “emek sürecine dönüştürerek” kapitalizmin hizmetine sokup, “kapitalist ilişkilerin üretildiği bir zaman haline” getirdiğini belirterek, “bu sürecin seyretme faaliyeti dolayımıyla emek süreci olarak sürekli kapitalist ekonomik üretim döngülerine dahil olduğu”nu; “doğrudan üretime koşulan emek ile seyircinin emeği arasındaki fark”ın, “ilkinin ücrete mukabil olması, ikincisinin ise bir de üstüne para veriyor olması”ndan ibaret olduğunu söylüyorlar. Önce,”reklam mekanizması” aracıyla seyircinin “iletişim sürecinin aktif ögesi” haline gelerek “dikkat ekonomisi”nin üretilmesine katıldığını; seyirci “ilgisi”nin “reklamcı tarafından kapitaliste satılan bir mal olduğu”nu; izleyicinin “iletişim sürecine etkin katılımı”yla “zihinsel ve toplumsal bir emek sürecine katılmış olacağı”nı vazederek işi saçmalığa vardırıyor, ardından çark ederek “gayri maddi emek…” kavramı etrafında tartışılanın “şu iş kollarında gayri-maddi emek var….” demek olmadığını ve kasıtlarının “emeğin içinde yer aldığı toplumsal ilişkilere” işaret etmek olduğunu söylüyorlar. Yüzleri kızarmayacak kadar pişkindirler: “seyretme emeği”ni, “malların ve servislerin tüketimi” ve sermayenin işçinin “dünyası”na hakim olması; işçinin tüm “boş zamanı”nın kapitalist hegemonyanın ideolojik yeniden üretimi için değerlendirilmesi ve ideolojik-politik yönlendirilmesini de meta üretimi süreçleriyle birebir çakışır göstermekte; “reklamın alıcısı” işçinin, bir şey üretmediği, olsa olsa üretim sürecinde elde ettiği ücreti(işçinin geliri)nden harcayarak reklamı yapılan metaı satınalma yönünde bir eğilim içine girdiğini gözardı etmektedirler.

İşçinin, “seyretme faaliyeti”yle herhangi değer üretmediğini, burjuva alışkanlıklarının, modanın, “zevkler”in iletişim araçlarıyla emekçinin evine ve yaşamına taşınmasının bu yönde bir eylem ve eğilimin etkeni olsa dahi, emekçinin zihni ve fiziki emek harcayarak ürettiği herhangi metaın olmadığını yok saymaktadırlar. Oysa, seyretme süresi, üretim sürecinin içinde-devamında yer almaz; bu süre üretim eyleminin gerçekleştirildiği bir süre değildir. “Seyretme faaliyeti”, emekçinin çalışmadan artakalan zamanın bir kesimini kapitalist ideolojik üretim süreci olarak işçiden çalmasına işaret etmekle birlikte, bu sürecin sonunda yaratılmış ve değişim değeri karşılığı olan bir kullanım değeri; bir meta ortaya çıkmaz. İşçi şayet reklamdaki metaı satınalacak güce sahipse, ve bu bir ihtiyaç ise, daha önce kendisi ya da sınıfından başka birilerinin ürettiği üründen satın alacaktır. “Seyretme faaliyeti”nin gerçekleştiği süreçte –yazarlar buna ‘emek süreci’ diyorlar– işçi ne reklamı, ne reklam edilen metaı üretmez; satınalma, işçi açısından üretime değil tüketim amaçlı değişime tekabül eder. “Seyretme faaliyeti”nin, “üstüne para verilen üretim süreci” olabilmesi için, bu süreçte maddi ya da gayri maddi bir üretim olması gerekir. Seyretme eylemi, emekgücünü meta değişimine yönlendirme açısından da bir genellik göstermez.

VI) “GAYRİ MADDİ ÜRETİM”E “BAŞATLIK” VEREN GAYRİ CİDDİ TEORİ

Birikimci yazarlar, “endüstri sonrası ekonomi” ile “gayri-maddi üretim” arasında, bir “içerilme”-“mevcut olma” ilişkisi kurarak, “görsel-işitsel ürünler, reklam, moda, yazılım üretimi, fotoğraf, kültürel faaliyetler ve diğerleri”ni bu “ekonomi”nin; “endüstri ve toplum”un ürünleri-belirteçleri olarak gösteriyor; bu “gayri-maddi emek faaliyetleri”, “iş ve ‘işgücü’nün geleneksel tanımlarını sorgulama”nın zorunlu gerekçesi sayıyorlar.

Maurizzio Lazzarato’nun “gayri-maddi emek malların bilişsel ve kültürel içeriğini üreten emektir” iddiasını benimseyen Birikim yazarları, “malların kültürel içeriği”ni “daha önce iş olarak kabul edilmeyen faaliyetler serisi” alanında görüyor ve “sanatsal ve kültürel standartları tanımlama ve doğrulama, modalar, zevkler, tüketici normları ve daha stratejik olarak kamuoyu oluşturulması işleri”nin “üretilmesi” kategorisine sokuyorlar.

Birikim yazarlarının “standart tanımlama ve doğrulama”, “modalar, zevkler, normlar” ve “özellikle de kamuoyu oluşturulması” “işleri”yle hangi ürünler-mallar-metalar üretildiği sorusuna yanıtları yoktur. Standartların neyin üzerinden tanımlandığı veya belirlendiğini, hangi ürünlerin standartlarının belirlendiğini, zevklere hangi nesneler üzerinden ve hangi maddi olmayan araçlarla seslenildiğini, kamuoyunun “maddi olmayan” ne tür araçlarla oluşturulduğunu dikkate almamakta; belli malların –meta– ve belirli ilişkilerin norm ve standartları belirlediğini; bu belirleme ve bunlar etrafında yönlendirme olmadan zevk ve kamuoyu oluşumunun sağlanamayacağını görmemekte ve ikincil verilerin “gayri maddi” hikayesini anlatmaktadırlar.

Bu kategorileştirmede, işçi, emek gücünü kapitaliste, yaşamını sürdürmek için gerekli nesneleri temin etmesini sağlayacak bir fiyatla satan kişi olmaktan çıkarılmıştır. Birikim yazarlarıyla Lazarato, Hardt ve Delauze gibi liberal sol teorisyenler, barınakları, yolları, köprüleri, binek ve taşıma araçlarını, rayları, gıda ve içecek maddelerini, titreşimleri sese ve görüntüye çeviren araçları, elektriği ve enerjiyi “önemsizleşmiş ürünler” kategorisinde görmüş olmalılar.

Bu liberal teoride, “zihinsel” olan ile maddi olan; maddi üretim ile “esas olarak beynin çalışması”na dayanan üretim birbirine “dışsal” görülmekte; “iletişimsel, bilişsel, ‘dil’sel beceri ya da gereklilikler” 70’ler sonrasına ait “yeni olgular” olarak yer bulmaktadır! Kitaptaki bilgi, müzik eserindeki ‘tını’, bilgisayardaki ‘yazılım programı’, resimdeki renk ve ‘derinliği’, sesli-yazılı-görüntülü propagandadaki ‘ileti’, bu teoriye göre maddi olanla ilintisiz; üzerinde etkili olduğu ve çoğu durumda onun aracılığıyla taşındığı emeğin maddi unsurlarından soyutlanmış, salt “bilişsel” ve “gayri-maddi”dir! Bu teorinin başlıca iddialarından birine göre, “gayri-maddi emeğin hegemonik yükselişi”, o zamana değin el emeğiyle yapılan işlerin “zihinsel içerik kazanıp bilgi donanımı gerektirmeye başlaması”yla gerçekleşmiş; bu yeni biçim altında “üretim iletişimsel süreçlerle belirlendiği oranda dilsel ve toplumsal becerileri” gerektirir hale gelmiş, iş “birlikte üretime girebilme ve yürütebilme yetisiyle” tamamlanır olmuş; böylece, “bu dönüşüm toplumsal çelişkiyi yeniden formüle eder” duruma yükselerek “Taylorist modelin aksine” işçinin, “bir yandan kendini ifade edip üretime aktif olarak katılmakla yükümlü iken öte yandan hala bir emirkomuta zinciri içerisinde yer almak” zorunda kalmasına ve eti ve kemiğiyle sömürülen edilgen bir özne” olmaktan çıkıp “kendi sömürüsüne canla başla, aktif bir şekilde” katılan biri durumuna gelmesine yol açmıştır!

Bu görüşler, her şeyden önce, makinenin gelişmesi ve bilim ve teknikteki ilerleme ve üretim sürecine bunların uyarlanması, başka deyişle makineli üretimin giderek “mükemmelleşmesi” işçinin makineyle uyumlu çalışmasını zorunlu kılarken, onun salt “bir eklenti” olmakla kalmayıp mekanizmanın “falso yapmayan eklentisi” durumuna gelmesini ve bunun için en azından işin gereksindiği bilgi-beceri ve zihni yeteneği gerektirdiğini yok saymaktadır. Kapitalist üretim ve işbölümü, oysa, “insan organizmasının belli bir sanayi dalında hüner ve beceri kazanabileceği şekilde değişikliğe uğramasını ve özel türde bir emek gücü olabilmesini sağlamak için özel bir öğrenim ya da eğitim görmesini gerekli kılar.” Bu bir yana, başlıca sanayi dallarında; metal, demir çelik ve petrokimya alanında insan organizmasının pratik deneyim ve eğitim ile kazandığı “hüner ve beceri”nin ürünü olarak imal edilen ve üretim bandında canlı emek gücüyle koordineli çalışan otomatik aletler (robotlar) üretken emek ürünü olan makine düzeneğinin bir parçasını oluştururlar. Bağımsız zanaatkar olma durumundan çıkarak, metaların üretilmesi sürecinde, her biri “işlemin yalnız tek bir kısmını yapan zanaatçı topluluğu”nun “bir kapitalistin denetimi altında” bir işyerinde toplanmaları sonucu sağlanan “elbirliği”, bu zanaatkarların asıl zanaatlarını yerine getirme yeteneklerini yitirmelerinin yanı sıra, belli bir yönde yetenek geliştirmelerine de yol açar; insanlar amaçlarına uygun araçlar yapmak için bazı maddelerin mekanik, fizik ve kimyasal özelliklerinden yararlanırlar. Kapitalizm, bu gelişme ve arayışa, kendi sömürü araç ve olanaklarını geliştirme gereksinmesi üzerinden yanıt verir. Bilgisayarlar ve bilgisayar donanımlı makineler, bu mekanik, fizik ve kimyasal özelliklere sahip maddelerin birleşik araçları olarak ortaya çıkarak üretimde kullanılırlar vb., vb..

Kapitalist üretim, “doğası gereği”, emekgücünün kapitalist yararına mümkün en uzun süre, en verimli tarzda, en az ücret karşılığı kullanımını öngörür. İşçinin tüm zamanının (uyku zamanı hariç), tüm hayallerinin, arzuları, zevkleri, vb.’nin sermaye tarafından “ele geçirilmesi” ya da geçirilmek istenmesi, emeğin sömürülmesi temel olgusu üzerinden belirlenen kapitalizmin gerçeğidir ve makinenin, iletişim, ulaşım araçlarının, bilgi ve teknolojinin gelişmesiyle bu durum yoğunluk kazanmış ve ağırlaşmıştır. İşçinin fabrikada, atölyede, büroda ya da ulaşım işletmelerinde çalışıyor olması, bu ilişkinin niteliği yönünden herhangi farklılık yaratmamaktadır. İşçi sözde özgürdür; emeğini istediği kapitaliste pazarlayabilir, işten artan zamanını istediği gibi, sinemaya giderek, kitap okuyarak, gezerek, eğlenerek değerlendirebilir vb.! Ama bunlar için olanağı yoktur; satın alamaz, rahat olamaz, gezemez vb. İşçi bedenen ve zihnen kapitalistin hizmetindedir. Yaptığı işin gerektirdiği bilgi ve beceriyi her ne ölçüde gerekliyse, edinerek, makinenin hareketine eşlik eder. İşçinin “kendi sömürüsüne canla başla aktif bir şekilde katılması”nı sağlayan, ücretli emek gücüyle sermaye arasındaki bu bağımlılık ilişkisidir. Teknolojik gelişmeler, sermayede gerçeklik kazanan soyut (ölü) emeğin canlı emeğe karşı işlevini güçlendirirler; ama bu, üretken emekçinin bilgi, beceri ve eğitimden tümüyle yoksun olduğu/olacağı anlamına gelmez.

Birikim yazarları, Marksizm’i, emeğe “sadece sermaye üretmeye yarayan pasif bir ‘güç’ olma” işlevi yüklemekle suçlayabilecek kadar yüzsüzdürler. Emek, evet yaratıcıdır; yaratılmış değerlerin toprakla birlikte en önemli kaynağıdır; toplumsal ilişki biçimidir, ancak toplumsallığı kuran yaratıcı kudret, bu soyut (ölü) biçimde değil, onu, deyiş yerinde ise taşıyan, harcayan, yenileyen ve yeniden tüketen, tüketerek yeni bir değer yaratan, böylece kendini de, sermayeyi de var eden emekgücündedir. Birikim yazarları Özgün ve Akalın, bu temel önemdeki “ayrıntı”yı dahi kavramış olmaktan uzaktırlar. “Emeğin kendisi”nin “uçar-kaçar” olmayıp “hala bedensel” oluşuna dikkat çekmiş olmaları, “gayri-maddi üretim”i bitki, hayvan ve doğanın öteki canlılarıyla değil insanla ilişkin tartışmış olmalarından daha fazla bir şey ifade etmez. “Fikir, imge, bilgi, iletişim ve ilişkisellikler”in “yeni tip ürünler” olarak “günümüz toplumlarında her tür üretim biçimine sirayet etmiş” olduğu iddiası bunu gösterir. Materyalist diyalektik bakış açısına sahip olmayan ve fakat insanın üretici eylemini, beyni ve bedeninin hareketiyle ilişkilendirmeye “aklı eren” herhangi biri dahi, fikrin, imgenin, iletişim ve işbirliklerinin tarihçesini “günümüz toplumu”yla başlatmayacak; onları “bugünkü kapitalizm”in ortaya çıkardığı “yeni tip ürünler” olarak almanın saçmalamak olacağını bilecektir! Ulaşım ve iletişimin ilkel biçimlerinin; “fikir, imge ve bilgi”nin “antik” geçmişini ve Aydınlanma dönemindeki durumu üzerine az da olsa düşünecek, Marx’ın “gayri maddi emek” tahlilinde, kapitalist gelişmenin yönüne işaret ederek, “henüz önemsiz” olan ile “gelişmekte olan”ın bağına ve durumuna dair söylediklerini anlamaya çalışacaktır. Ama Lazzarato ve Negri’nin talebeleri, Kapital ciltleriyle Artı Değer Teorileri’ni ve Lenin’in Emperyalizm “broşürü”nü, en iyimser olasılıkla ya anlamak istemiyorlar ya da anlayamıyorlar. Teknolojik gelişmenin üretim ilişkisini ve üretim süreçlerini “özü”yle değişime uğratıp “ilişkisellik”ler ve “duygulanımlar”ı bu “yeni toplum”un egemen “durumları”; “üretimin sonucunda ortaya çıkan esas ürünleri” haline getirdiği yönündeki saçmalamaları buna işaret ediyor! Bu, saçmalamayı “hafifletici neden” olarak alınabilir, ama sorunların ve gelişmelerin saptırılması suçuna gerekçe olamaz.

Gayri-maddi emeğin hegemonik yükselişi”ni, “el emeğiyle yapılan işlerin zihinsel içerik kazanıp bilgi donanımı olan özneler gerektirmeye başlaması”yla bağlantılı izaha çalışan Birikim yazarlarıyla Deleuze-Neğri gibi liberal ‘sol’un yeni zaman peygamberleri, bu durumu yeni bir olgu olarak gösterirlerken, kapitalist üretim “döngüleri”ni 1970’lere kadar, temel karakteristiklerinden yoksun “basit el emeği üretimi”ne indirgiyor; üretimin 70’ler sonrasında, “iletişimsel-bilişsel süreçler”in sağladığı “dilsel ve toplumsal beceriler”in kazandığı etkinlik sonucu “gayri maddi” olarak yapılır hale geldiğini vazediyorlar. En gelişmiş olanları da içinde olmak üzere, kapitalist ülkelerde “bilişim teknolojisi meslekleri”nin ekonomik olarak faal işgücünün “henüz çok küçük bir bölümünü” kapsadığı açık olmasına karşın, onu “başat ekonomik faaliyet alanı” olarak ilan etmiş ve dayanak almış olmakla daha baştan açmaza düşen bu oportünist teori, üretken emek faaliyetinin büsbütün sona erdiği bir üretim aşaması olabileceği yönünde –insanı ‘miskin yaratık’ düzeyine düşürecek– hayaller de içermektedir.

Bu oportünist teoriye göre, “yalnızca bir emek süreci olmayıp aynı zamanda bir artıdeğer yaratma süreci de” olan kapitalist üretim, “günümüz kapitalizmi”nin temel özelliği olmaktan çıkmış; yerine, ne olduğu dahi açıklanamayan “bilişsel ekonomi” geçmiştir! Meta üretimi –maddi ürün– önemli olmaktan çıkmış, “imaj”, “gösterge değeri”, “yazılım programı”, “tasarım” ve onun nerede yapıldığı değer kaynağı haline gelmiştir. Bu teori, kapitalist “toplumsal faaliyet”in amacı ve nedenini de, insanın o anda var olan, kullanabileceği, kullanımına hazır halde “bekleyen”, –sipariş üzerine üretim bu gerçeği değiştirmez– ürünler olmaksızın, “imaj” ve “marka değerler”iyle yaşayamayacağı gerçeğini de bulandırmaktadırlar.

Birikim yazarları, M. Hardt’a baş vurarak, onun “ücretlendirilmemiş olmaktan dolayı daha önce ‘emek süreci’ olarak tanımlanmayan ev işleri, çocuk bakımı ve saire türünden, yoğunlukla kadın emeğiyle gerçekleşen yeniden üretim faaliyetlerinin kapitalizmin bu süreçleri etkin olarak ekonomik üretim sürecinin bir parçası/uzantısı haline getirmesiyle ‘iş’e dönüştüğüne” dikkat çektiğini ve “bu tür faaliyetleri ‘duygulanımsal emek’ (affective labor) adıyla gayri-maddi emeğin bir alt kategorisi olarak” tanımlandığını belirterek, Hardt’ın bu “inci”sini veri alıyor ve bunun “üretken/üretken olmayan’ emek ayrımını anlamsız” hale getirdiğini; öyleyse Negri’nin yaptığı gibi, “Üretken/üretken olmayan’ emek tartışmasını çöpe atıp” yeni bir emek-değer teorisi oluşturmakla işe başlamak gerektiğini vazediyorlar. İşçinin tüm boş zamanın da “emek sürecine dönüştürüldüğü”nü; tüm toplumsal yaşam süreçleri ve alanlarının “artı-değer yaratma”ya uyarlandığını; “başat hale gelen” ‘gayri maddi emek süreçleri’nin artık “sadece ‘işçi’ de olmayan herkesin”, yani “kalabalıklar”ın “boş zaman”da, “sohbet ederken”, yolda yürür-otururken, “eğlenirken” ve “en özel anlarında bile” durmadan “artık değer üretimine katkıda bulun”duğu iddiasında, “toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye aday özne”nin artık “sadece işçi” olmayan “kalabalıklar”a genişletilmesi anlayışı özel bir yer tutar. Emek-sermaye ilişkisinin toplumsal karakteri gözardı edilerek artı-değer üretici “birey”in bu sözüm ona kalabalıklara genişletilmesi, “birey” üzerine totolojik bir lafazanlıktan ibarettir. Kapitalizm, eski “ev tipi” üretimin yıkılmasıyla, kadın ve çocuk emeğinin sermayenin hizmetine, üretken ya da üretken olmayan hizmetci türünden koşulmasının koşullarını yaratır. Kapitalist gelişme ve sermayenin üretimin tümüne hakim olması, yalnızca kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesinin olanaklarını genişletip araç ve yöntemlerini geliştirmez; bunun yanı sıra, üretken olmayan emekçilerin bir kısmının, ‘ücretleri doğrudan gelirden ödenen’ işçiler olarak kişisel hizmetleri yerine getirmelerine ve bu kitle içinde yer alan nispeten daha küçük bir kesimin (aşçı, dikişçi, gündelikçi terzi gibi), hizmetlerinin karşılığı gelirden ödenerek, maddi üretime katılmalarına da yol açar.

Kapitalist gelişme, “eski üretken olmayan emekçilere göre daha üst düzeyde kültür sahibi” kesimlerin (sanatçılar, müzisyenler, doktorlar, araştırmacılar, hukukçular, okul müdürleri, kaşifler vb.) ve üretken olmadıkları halde, hizmetlerini topluma dayatarak toplam toplumsal gelirden pay alanlar (askerler, rahip ve mollalar, polis, denizciler vb.) kitlesinin büyümesine yol açar. Diğer yandan, Üretken sınıf içinde de ticari middlemen’in [aracıların], ama-özellikle makine yapımında, demiryolu yapımında, madencilik ve kazı işlerinde iş yapanların sayısı artacaktır; dahası, tarımda besicilik işinde çalışan emekçilerin sayısı artacaktır, yapay gübre için kimyasal madde ve mineral üretenlerin vb. sayısı da öyle. Bundan da öte, sanayi için hammadde üreten çiftçilerin sayısında gıda üretenlere oranla artış olacaktır; ve kesim hayvanları için yem sağlayanların sayısı da gene halk için gıda üretenlere göre artacaktır. Değişmeyen sermaye büyüdükçe, onun üretiminde çalışan toplam emeğin oransal miktarı da artar. Bununla birlikte [nüfusun] doğrudan tüketim maddesi üreten bölümü, sayıca azalmakla birlikte eskisine göre daha fazla ürün üretir. Bu emek daha üretkendir. Burada bireysel sermayede, değişmeyen sermaye parçasına göre değişen parçasındaki düşüş, kendini, ücretlere harcanan sermaye parçasının azalması biçiminde ortaya koyar; toplam sermaye açısından ise, –kendini yeniden üretmesinde– bu durum ister istemez toplam emeğin, ürün üretiminde çalışanlara göre, göreli olarak daha büyük parçasının üretim araçları üretiminde, yani makinelerin (haberleşme ve ulaşım araçları ve yapılar dahil) ve ikincil malzemelerin (kömür, gaz, petrol, yağ, deri kuşaklar, vb.) ve sınai ürünler için hammadde oluşturan bitkilerin yeniden-üretiminde çalışması sonucunu verir. İmalat sanayisinde çalışan işçilere göre, tarım işçileri sayısı azalır. Ve son olarak lüks maddelerde emekçi sayısı artacaktır, çünkü daha yüksek gelir, daha lüks maddeleri tüketecektir.” Marx, tüm bu olguları etraflıca irdeleyip açıklamıştı. Birikim yazarları ise, Marx ve Marksistlerin konuyu aydınlatıcı etraflı irdelemelerini “önemsizleştirmek” üzere, Michael Hardt’ın, “kadın emeğiyle gerçekleşen yeniden üretim faaliyetleri”nin “ekonomik üretim sürecinin uzantısı” haline gelerek “”e dönüşmesinden söz etmesi önünde secdeye kapanıyor ve çarpıtma ve iftira ile yol almaya çalışıyorlar.

V) “BİLGİ EKONOMİSİ” ÜZERİNE METAFİZİK SAYIKLAMALAR

Marx’ın ekonomipolitik tahlilerinin (buna A. Smith ve D. Ricardo’yu da katıyorlar) maddesel üretimin üretimine odaklandığı ve maddesi olmayan üretim ve dolaşım süreçlerini gözardı ettiği”ni vazeden Birikim yazarları, “maddesi olmayan üretim”i “bilgi ekonomisi” üzerinden tarif ediyor ve “bilginin ekonomisinin endüstriyel üretimden çok farklı şekilde tezahür ettiği”ni; “endüstriyel olarak üretilen eşyalar”ın değeri kullanım sürecinde tüketilirken, “bilgi ürünü”nün değerinin “tam tersine” arttığını; örneğin kitabın “okunduğu ölçüde” değer kazandığını ileri sürüyorlar.

Buradaki kurgu, maddi üretimin dışında, maddeler dünyasının dışında, toplumsal yaşam ve ilişkilerin dışında, gerçekle bağlantısız bir “ayrı” ve “başat ekonomi”nin kurgusudur. Bu kurgu, “giderek enformatik hale geldiği” söylenen hayali bir ekonomik süreç ve yapıyı öngörmektedir. Birikim yazarları, “endüstriyel eşya” olarak makinenin, bilgisayarın, ulaşım araçlarının, demirin, çeliğin, kumaşın, ipliğin vb. değerlerinin kullanım sürecinde “tüketilmesi”ni, tüm maddi metalar için genelleyerek tek yanlı ele alıyor; pazarda sürüme giren tüm bu metaların anında tüketildiklerini varsayıyor; meta dolaşımının, metaların kullanım değeri olarak el değiştirmeleri ve değişim değeri olarak sürüme girmeleri demek olduğunu; satan açısından tüketilmiş olmalarının satınalan açısından yeni elde edilmiş ve bir bölümü gereksinmeler doğrultusunda tüketilirken diğer bölümünün –üretim araçları da metadırlar– başka metaların üretilmesi süreçlerine katılarak kendilerini değişen şekilde sürdürdüklerini görmek istemiyorlar. Herhangi maddi ürün üretiminde kullanılan bir makinenin örneğin, nispeten uzun bir süreçte, değerinden ürünlere katarak yıprandığını (tüketildiğini), onun yıpranan-tüketilen değerinin ürünlere geçtiğini dikkate almıyor, meta üreten tek meta olan emekgücünün, ölüm dışında, kendisini yeniden üreterek, tüketilen gücünü yeniden tesis ederek ancak varolduğunu ve böylece değerini yenilediğini görmüyorlar. Düşünsel gıdalarını Hardt-Deleuze-Foucault gibi anti Marksist teorisyenlerden alan Birikim ve yazarları, bilgi taşıyıcısı maddi ürün olarak kitabı, ve yine bir üretim aracı ve maddi ürün olarak bilgisayarı maddi olmayan üretim kategorisinde gösteriyor; kitabı ve bilgisayarı salt manevi içerikteki “bilgiyle dolu” şeyler kategorisine indirgiyor; “nesnel üretimler”in aracı olarak, makineli “maddi üretim”in giderek yetkinleşen/yetkinleştirilen unsurlarından biri olan bilgisayarı, içindeki “yazılım proğramları”yla “doğurduğu/eklemlendiği üretim süreçlerinin zihinsel üretimleri ötesinde, çok doğrudan ekonomik değere tekabül eden mallar” üreten “gayri-maddi üretim” aracı olarak değerlendiriyorlar. Böylece bilgi ve araçlarını –ki kitap ve bilgisayar ile sınırlı değildirler– maddi yaşamın üretilmesi ve yeniden üretilmesi faaliyetini insanın varolma ve kendini sürdürme savaşının ortaya çıkardığı araçları olmaktan çıkarıyor, yaşamı –“manevi alandaki” demek daha doğru olacak– var eden bilgi depoları kategorisine sokuyor ve maddeler dünyasından metafizik alana giriyorlar. Oysa, üretim aracı olarak bilgisayar, maddi bir ürün ve başka ürünlerin üretilmesinin aracı olarak “çip”lere yüklenmiş “akıllı tasarım”lardan daha fazla bir şeydir! Devrelerinin çalışması enerji gereksinir, metal, vida, alüminyum, sert plastik, kablolar vb. farklı ürünlerden yapılmıştır ve bunların üretiminde harcanan emekleri içerir. Birikim yazarları, üretim aracı olarak bilgisayarın değeri yerine “yazılım programları”nın değerini ikame ederek “gayri maddi” olanın maddi olana önceliği ve önemini kanıtlamaya çalışıyorlar. Maddi ürünlerin tükenmesine karşın, bilgi ürünlerinin tükenmeyip aksine kullanıldıkça yenilendikleri iddiasını kitap örneği üzerinden kanıtlamak isterken, kitabın ve içerdiği bilginin gördüğü toplumsal hizmet ölçüsünde “değerli eser” olmasıyla fiyatının (değeri) artışı arasındaki dolaylı ve izafi ilişkiyi, zorunlu ve ‘ayrıcalıklı’ gösteriyor, böylece, bir metaın değerinin, üretimi için harcanan toplumsal emek zamanı tarafından belirleneceği gerçeğini, kitabın değerinin kitap halinde tüketime hazır oluncaya kadar içinden geçtiği üretim sürecindeki toplam emek zamanıyla belirlenebileceği gerçeğini; yayınevi sahibi tarafından yayımlanan kitabın içinde, kitap yazarının, matbaa çalışanlarının, taşıma işçilerinin, mürekkep-kağıt üreticilerinin emeği ve baskı makinesinin yıpranma payı vb.’nin birikmiş olduğu gerçeğini görmezden gelip inkar ediyorlar. Oysa kitap, bireysel yazarın eseri olmakla dolaysız biçimde sermaye üretim sürecine girmeyeceği gibi, kitap satıcısı (tüccar) ile alıcı (okuyucu) arasındaki ilişkide dolaşım alanına girer. Kitabın bu ikinci (dolaşım) süreçte ek bir değer kazanıp kazanmadığı üzerine yapılacak tartışma, spekülasyondan ileri gitmez. Kitabın “okundukça değer kazandığı” iddiası, ancak “manevi tatmin” ‘dolayımı’nda ileri sürülebilir. “İyi bir kitap” imajı talebin artmasına yol açabilir, ama kitaba, –o somut kitap olarak– bir değer katmaz; “imaj”ın fiyat artırıcı etkisi ancak geçici bir süre için söz konusu olabilir ve bir süre sonra fiyat ortalama düzeye geri çekilir. Kitap, “okundukça” yıpranır-eskir; ancak yeni baskıları içinde yeniden üretilerek var olur ve yararlanılır olmaya devam eder. Bu da bir tür tüketimdir. Yeniden üretimin sağladığı değer ise, bu üretimin içerdiği emekle belirlenir. “Çok miktarda basılıp sürekli el değiştirerek dolaşımda kalması”nın kitabın “değişim değeri”ni belirlemesi için, değer üretiminin üretim sürecinde değil, dolaşım sürecinde gerçekleştirilmesi gerekir. Kitabın değeri, parayla bir meta olarak değişime girmesiyle gerçekleşir, ancak ortaya çıkışı, meydana getirilişi, üretim sürecinin eseridir. Çok basılıp-sürekli el değiştirmeyen ve raflarda ya da depolarda küflenmeyi bekleyen ya da kağıt fabrikalarına gönderilen kitaplar olabileceği gibi, az basılıp elden ele dolaşan ve içerdiği bilgiler üzerinden sağladığı manevi tatminle “değerli oluşu”nu kanıtlayan kitaplar da vardır. Ancak bunlar, kitabın her iki durumda da, üretilmesi için gerekli olan toplumsal emeğe göre değer kazandığı gerçeğini değiştirmez. Kitap sayfalarında ya da bilgisayar disklerinde yer alan bilgilerin niteliği ve önemi ne olursa olsun, değerini, bu bilgilerin çeşidi değil, ama üretilmeleri için sarf edilen emeğin değişim değeri oluşturur. O, içerdiğinden ayrı olarak kağıt, mürekkep, iplik, zamk, numaratör, sayfa düzenleyici makine, matbaa makinesi vb. üretiminde rol oynayan maddi araç ve ürünlerin değerinden bağımsız olamaz. Bazı “antika” tabloların, dinsel içerikte olanları dahil bazı kitapların, kimi müzikal eserlerin asırlarca değerini korumakla kalmayıp değer kazanmaları bu durumu değiştirmez. Kaldı ki, kitap, içerdiği bilginin manevi değeri ne olursa olsun, öncelikle maddi bir üründür; kapitalist girişimci –yayıncı– açısından “nesne biçimini alan maddi” üründür.

Birikim yazar(lar)ının, “nesnel üretimlerin aksine ‘dil’in alanında üretildiği ölçüde bilginin zorunlu olarak kolektif bir üretim sürecine işaret etmesi”nden söz ederek, maddi üretim ile “bilgi ekonomisi” arasındaki “en önemli fark”ın buradan doğduğunu; aynı nedenle “bilgi ekonomisi”nin maddi üretime öncelik kazandığı iddiası da, maddi meta üretiminin toplumsal gereksinmelerin başında gelmesi gerçeğini örtbas ediyor ve maddesel ürünlerin –A. Özgün “nesnel üretimler” diyor– ‘dil’siz, bilgisiz, kolektif olmayan üretimi gibi bir varsayımı esas alıyor. Varlık-düşünce ilişkisini baş aşağı çeviren ve ona baş aşağı bakan bu metafizik anlayış, kapitalizm bir yana; insanın üretim yoluyla elini ve beynini kullanarak –ve geliştirerek– doğayla mücadeleye girişmesinin, en ilkel olanından başlayarak deney birikimini, bilgiyi ve ‘dil’i gereksinir olması nedeniyle, tarihsel süreç açısından da saçmalığa varır.

Kapitalizm ve makineli üretimde, bireysel zanaatkarın ve zanaatkarlar topluluğunun tüketim ve üretim nesneleri üretiminin daha ileri aşaması söz konusudur. Kol ve beyin gücünün modern teknikle uyumlu hareketi ve yetenek geliştirmiş ellerin makineyle birlikte kolektif üretimin içine çekilerek bir araya getirilmeleri, bilgi ve dilin “bir devamlılık ilişkisi içinde” gelişmesi ve ilerlemesinin de etkenidir. “Dil’in alanındaki bilgi”nin maddi üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte değişimi, değiştirme deneyi ve bilgisinin kolektif deneyim olarak şekillenmesiyle de bağlıdır. Kapitalist üretimin toplumsal karakteri, işgücünün ve bilginin –gerçekte maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin bu süreç boyunca yenilenerek geliştirilen bilgisinin– kolektif kullanımıyla gerçekleştirilmesini zorunlu kılar. “İşçilerin becerisi, işini yapa yapa gelişir. Sonra, gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb. bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini vb. pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar.

Bilgi evet kolektiftir; ‘dil’in bilgisi de, maddi üretimin bilgisi de kolektiftir. Üretimin toplumsal karakteri ve kuşaktan kuşağa aktarılan kolektif bilginin ürünü olarak üretim araçlarının geliştirilmeleri ve yenilenmeleri nedeniyle sanayi üretimi de esas olarak kolektif bilgiyi gereksinir.

VI) EKONOMİ-POLİTİKA İLİŞKİSİNİN SAPTIRILMASI; İKTİDAR VE ‘ÖZGÜRLÜK’

Bu yazıyı, “son” denilemeyecek olmakla birlikte yazının kapsamı yönünden, ‘son bir nokta’ya işaret ederek bitirelim: Birikim yazarları, izleyicisi oldukları liberal-sol teorisyenlerin formüllerini aktarmayı görev edinmişler, yöntem olarak da, Marksist görüş açısından ileri sürülmemiş, ancak ya karşıtlarının dolaysız saldırıları kapsamında gündeme getirilmiş ya da kimi sözde savunucularının kavrama sorunlarıyla ilişkin bazı “tezler”inden esinlenen görüşleri, önce Marksizme mal ederek, sonra bunları Marksist teoriye saldırı gerekçesi olarak kullanmayı seçmişlerdir. Bu yöntemi izleyerek gündeme getirdikleri suçlamalardan bir bölümünü önceki bölümlerde ele aldık. Bu dayanaksız suçlamalardan biri de, ekonomi-politika; alt yapı-üstyapı ilişkileri üzerine söylenenlere dairdir. Marx ve Marksistleri, “Ekonomik altyapıyı belirleyen mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi ve üretim araçlarının kamulaştırılması”nı, “toplumsal özgürlüğü sağlamak için tek başına yeterli” saymakla suçluyor, oysa bunun, özgürlük için “yeterli olmak” bir yana, “hatta (sonrasında başka eleştirel kuramcıların ‘devlet kapitalizmi’ adını vereceği) daha baskıcı tahakküm aygıtları yaratıyor” olduğunu ileri sürüyorlar.

Bu iddiayı, burada, “ekonomik” yanıyla sınırlı tutarak irdelersek, sorun şudur: Marx, Engels, Lenin ve Stalin, ya da başka gerçek Marksistler, “toplumsal özgürlüğü”, mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi ve üretim araçlarının kamulaştırılmasıyla kendiliğinden, dolaysız ve doğal olarak gerçekleşir gördüklerini hiçbir yerde ileri sürmüş değillerdir. Marksist tarih anlayışı ve sınıf mücadelesi tezinde, bunun için proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesinin, kapitalist direniş ve burjuvazinin eskiyi geri getirme savaşına karşı tutarlı, kesintisiz ve kararlı bir mücadelesinin gerekli şart olduğu ısrarla ileri sürülür. Toplumsal özgürlük, zira, burjuva hukukunun geçerliliğini sürdürdüğü “kamulaştırma koşulları”nın ilk evrelerinde henüz tam olarak gerçekleşemez. Sınıfların tarihe karışması gerçek özgürlük için zorunluluk oluşturur. “Toplumsal özgürlük”, her şeyden önce, proletarya öncülüğündeki siyasal devrimle kapitalistlerin egemen sınıf konumundan düşürülmelerini, burjuva devlet mekanizmasının lağvedilmesini ve iktidarın işçi sınıfı tarafından alınmasıyla birlikte üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını gereksinir. Sınıf farklılıkları ve özgürsüzlüklerin temelinde üretim araçlarının kapitalist mülkiyetinin ve sömürünün olması, sömürünün ve sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması için üretim araçlarının toplumsal mülkiyete alınmasını zorunlu kılar. Proletarya iktidarının, tüm emekçileri sürece dahil ederek, üretimi kolektif tarzda ve burjuva hak ve hukukunun ötesinde, onu gereksizleştirecek kapasite-kapsam ve özellikte gerçekleştirerek, herkesin ihtiyacına göre tüketebileceği bir toplumsal üretim aşamasına geçmesiyle birlikte, özgürlüğün sınırlayıcı unsurları ortadan kalkacaktır. Proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin siyasal bakımdan anlamı, siyasal iktidarın devrimle alınması ve işçi sınıfının siyasal bakımdan egemen hale gelmesi, “egemen sınıf olarak örgütlenmesi”dir. Kapitalist üretim süreci, bu “çatışma”nın nesnel maddi temelini oluşturur. Burjuvazi üretim araçlarının kapitalist mülkiyetine sahiptir ve işçinin emek gücünü satarak kendini ve yaşam gereçlerini üretmesi dışında yaşamını sürdürmesinin herhangi olanağı yoktur. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti, emekgücü sömürüsünün ve artıdeğer üretiminin, burjuvazinin egemen sınıf olarak varlığı ve siyasal erki elinde tutmasının temel koşuludur. “Sınıf çatışmasının özü”, bu aynı nedenle, kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim ilişkilerinin değiştirilmesi ve kapitalizmin tasfiyesi hedefiyle bağlıdır. İşçi sınıfının –ve onun şahsında ve öncülüğünde tüm ezilenlerin– sömürüden kurtulmaları için, üretim araçları mülkiyetinin, üretimin toplumsal karakteriyle uyumlu olarak toplumsallaştırılması zorunlu koşuldur.

Marx, altyapı-üstyapı; ekonomi-politika ilişkilerini insan iradesiyle belirlenemeyecek ‘toplumsal ilişkiler bütünü’ alanında değerlendirmiş ve bu ilişkilerdeki değişimin insan iradesiyle bağlı olmadığını, ancak insan eyleminden büsbütün bağışık da olamayacağına dikkat çekmiştir. Marx’a “ekonomist”-“determinist” suçlamaları yönelten “ideolojik muhalifler” ise, buna dayanak bulamamışlar ve ancak Marksizmin sorun üzerine görüşlerinin çarpıtılması üzerinden kendi görüşlerini kanıtlanmaya çalışmışlardır. Birikim yazarları ve A. Özgün de, Foucault’ı izleyerek, iktidar ilişkilerinin “Marksist kuramın ekonomist perspektifinde” ‘üst yapısal’ olarak ötelendiğini iddia etmekte; “toplumsal kuramlarda ve ilişkilerde, günlük hayatın yeniden üretim rejimleri içerisinde” yapılanan bu ilişkilerin, oysa, kendilerine, “kapitalizmin sadece bir üretim tarzından ibaret olmayıp güç ilişkilerinin salt ekonomik üretim döngüleri etrafında kurulmadığı” ve “gündelik hayatın tamamına yaygın bir şekilde onu çevreleyen dilsel ve iletişimsel süreçlerde” kurulduğu ve yeniden üretildiğini belirterek, bu “akım”ın “savaş erleri” arasında yer almaktadırlar.

Birikim’de yazanlar, “temel” olan ile “etrafında”kileri; “güç ilişkileri” ile “gündelik hayat”ı; “gündelik hayat” ile “ekonomik üretim”i; “toplumsal ilişkiler” ile “dilsel ve iletişimsel süreçler”i, aralarındaki bağlantıları kopararak “totoloji”ye tabi tutuyorlar. “Marksgil ekonomipolitikacılar”ın kapitalizmin “sadece bir üretim tarzından ibaret” olduğunu söylediklerini ileri sürüyor ve güç ilişkilerinin salt “ekonomik döngüler etrafında kurulmadığını” belirterek güya düzeltme yapıyorlar!

Bu dayanaksız iddianın hiçbir gerçekliği yoktur; kapitalizm, evet “sadece bir üretim tarzından ibaret” değil, salt bir üretim tarzı değil; ama bir üretim tarzıdır. Bu üretim tarzının özelliği, toplumu, giderek belirginlik kazanan şekilde, bir yanda emekgüçlerini satarak yaşam gereksinmelerini edinen ve kendilerini (yaşamlarını) ve soylarını sürdüren işçiler; öte yanda sahip oldukları üretim araçları aracılığıyla emek gücünü kullanarak –ona belli bir satınalma değeri biçerek– elde ettikleri artı-değerle hem yaşam giderlerini karşılayan hem de sermayelerini büyüten (genişleten) kapitalistler olarak, temel ve uzlaşmaz karşıt çıkarlara sahip sınıflar halinde bölmesidir. Üretim araçları mülkiyetine sahip olan sınıf siyasal hakimiyeti de elinde tutacaktır. Güç ilişkileri bu sınıf bölünmesi temelinde ve iki ana sınıf etrafında şekillenmekte; üretim ilişkileri, yani maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi, bu üretim tarzı, siyasal-hukuki, ahlaki ilişkilerin üzerinde biçimleneceği/biçimlendirileceği zemini oluşturmaktadır. Hakim sınıf, üretim araçları mülkiyetine sahip olarak, ekonomik yaşamı, siyasal erki elinde tutarak, politik yaşamı ve tüm bu ilişkilerin üretiminden çıkarak şekillenen ideolojik-kültürel yaşamı denetleyip, önemli ölçüde belirlemektedir. İlişkilerdeki dönüşüm ise, ancak, üretim tarzının ortaya çıkarıp şekillenmesinde rol oynadığı sınıfların, bu koşullar tarafından belirlenen çelişkilerinin çözümüyle, mücadeleleriyle mümkün olmaktadır. Bu çelişki, öncelikle üretim tarzı tarafından belirlenmekte; onun gelişmesi düzeyinde şekillenip keskinleşmektedir.

Kapitalizmde, iktisadi-politik-kültürel vb. tüm toplumsal ilişkiler artı-değer sömürüsü temelinde şekillenir. Buradan, kapitalizmin, metaların üretilmesi, dolaşıma ve değişime girmesi ve tüketilmesiyle “sınırlı” ve kendi kendine çevrimi olan bir sistem olduğu sonucu doğmaz. Marksistler bir yana; aklı başında hiç kimse, kapitalizmin bu özsel özelliklerinden hareketle, onu insan ve sınıf iradesine yer vermeyen ekonomik bir “çevrim hareketi”yle özleştirmez. Marksist kuramın “ekonomist perspektif”le suçlanmasının nedeni, Marx’ın, toplumlar tarihi ve kapitalizm üzerine araştırmalarıyla ulaştığı “sonuçlar”dan söz ederken, “varlıklarının toplumsal üretiminde” insanların aralarında, “zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler” kurduklarını; bu “üretim ilişkileri”nin onların “maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine” tekabül ettiğini; bu üretim ilişkilerinin “tümü”nün, “toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluştur”duğunu söylemiş olmasıdır. Marx’ın, “insanların bilincini belirleyen”in toplumsal varlıkları olduğunu belirtmesi ve toplumun maddi üretici güçlerinin “gelişmelerinin belli bir aşamasında”, o zamana kadar “içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileri”yle ters düşüp, gelişmelerinin engeline dönüşen bu ilişkileri değiştirmek üzere harekete geçmerinin kaçınılmazlığından söz etmesi, “ekonomizm”inin/“determinizm”inin “delili” sayılmıştır! Toplumlar tarihi –ki sınıf mücadeleleri tarihidir– bundan başka bir yol göstermemiş olsa da, sömürülen sınıf(lar)ın mücadelesi, içinde hareket ettikleri üretim ilişkileriyle çelişkilerinin ürünü olarak şekillense de, ve bu çelişkinin tarihsel süreçteki şekillenmesi bu güçlerin “gelişmelerinin belli bir aşamasında” tarihe ‘adım atsa’da, toplumlar tarihine sözüm ona ekonomistçe yaklaşmayanların “ekonomist” suçlaması devam edebilmiştir. Daha da “ilginç olan”ı(!), bunun, Engels’in “düzeltici açıklaması”na karşın sürdürülüyor olmasıdır. Engels, daha sağlığında, Marx ile irdelemelerini çarpıtarak suçlamalarda bulunanlara karşı bir cevap mahiyetinde, J. Boloch’a yazdığı 21-22 Eylül 1890 tarihli mektupta, başka şeylerin yanı sıra, söyle yazıyordu: “..Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte ensonu belirleyici öğe, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etkenin biricik belirleyici öğe olduğunu söyleyerek sorunu çarptırırsa, bu önermeyi anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama, üstyapının çeşitli öğeleri-sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani; başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta, bu gerçek savaşımların bunlara katılanların beyinlerinde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir doğmalar sistemi halinde gelişmeleri de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın rol oynarlar. Bütün bu öğeler arasında karışlıklı bir etkileşim vardır…

Tarihimizi kendimiz yaparız ama, her şeyden önce çok belirleyici olaylar ve koşullar altında. Bunlar arasında en sonu belirleyici olan ekonomik olanlardır. Ancak, politik olanlar vb. ve hatta insanların uslarına yerleşip kalan gelenekler bile, belirleyici olmasalar da bir rol oynarlar….” ve devam eder Engels: “Tarih şimdiye kadar işte böyle doğal bir süreç biçiminde ilerlemiştir ve aslında aynı hareket yasalarına tabi olmuştur. Ancak, bireylerin istençleri, her biri kendi fiziksel yapısı ve dış, son kertede ekonomik koşullarca (ya kendi kişisel koşullarınca yada genel olarak toplumun koşullarıyla) –itildikleri arzularına ulaşamayıp– genel bir ortalamada, ortak bir bileşkede buluşurlar; ama bütün bunların sıfıra eşit olduğu sonucu da çıkarılmamalıdır. Tam tersine, bu istençlerin her biri bu bileşkeye katkıda bulunurlar ve bu ölçüde de bileşkede yer alırlar.

Birikim yazarlarıyla liberal yol gösterici teorisyenlerin ekonom-politika ilişkilerinde istismar ettikleri noktalardan biri de, “sol’un” sınıf mücadelesini “şimdiye kadar ki” ele alışıdır(!) Birikim yazarları önce emek-sermaye ilişkilerini tahrif ederek üretken emekçinin rolünü ve eylemini hafifsiyor, ardından da Marksist teoriyi “darlıklardan kurtarma” kurnazlığına soyunarak, “solun şimdiye kadar geleneksel olarak siyasi yatırımlarını yaptığı ve organik bağlarını kurduğu sendika, siyasi parti gibi kurumların dışında mücadele alanları yaratma”nın önemini, sözüm ona ortaya koyuyorlar. Yeni bir keşif yapmış gibi, “salt bu alanlarda kurulacak en etkin mücadelenin bile (iletişimsel süreçlere, toplumsal yeniden üretim/dolaşım alanlarına müdahale edilmeyip bu alanlar geri alınmadıkça) tek başına etkisiz kalacağı”ndan söz ediyor, “daha da önemli husus” olarak, “bu kavramsal çerçevenin ve siyasi açılımlarının, klasik Marksist kuramın ve ideolojik açılımlarının kifayetsiz kaldığı bir noktada”, neoliberalizmin karşı-tezini oluşturma şeklinde ortaya çıkması olduğunu –kendilerinin bu “cephede” yer aldıklarını gizleyerek– belirtiyorlar.

****Bilindiği üzere, Marx, tarihsel de olan toplumsal gelişme ve değişmeyi, insanın, yaşamının yeniden üretiminde, gereksindiği araç ve ürünleri üretimine ve bunun üzerinden gerçekleşen toplumsal ilişkilere bağlayarak irdelemiş, özel olarak da kapitalist üretim ilişkilerini ‘en ince ayırtına dek’ ele alarak proletaryanın bu üretim koşullarındaki yeri ve rolü üzerinde durmuştur. Basit el üretiminden Manifaktüre, oradan makineli üretime; meta üretimi ve değişimi süreçlerini irdeleyerek Marx, sermayenin genişleyen yeniden üretiminde, işçinin bu ilişki içinde kapitalist tarafından bedenen ve zihnen “makinenin eklentisi haline getirilmiş modern köle” durumuna getirildiğini ve kendine ve ürününe yabancılaştığını ortaya koymuştur.

Bu durumun, işçinin kendini sömürü nesnesi olmaktan kurtaracak bir mücadeleye girmesiyle değiştirilmesi, gerçekte yaşamın başlıca iktisadi, politik ve ideolojik alanları olmak üzere her alan ve yanını kapsayarak gelişmesiyle mümkün olabilir. Marksizm ve Marksistlere, mücadele alanlarını “sendika ve siyasi partiler”le sınırlama suçlaması yöneltmek için ya siyasal körlükle ya da ‘kötü niyet’le malul olmak gerekir. İşçi sınıfının antikapitalist mücadelesinin toplumsal tüm alanları kapsayarak gelişmesi zorunluluğu, bir istem ve tercih sorunu değil, kapiatlizmin toplum yaşamı ve ilişkilerinin her alanına hakim olması ve kuşatmasının kaçınılmaz kıldığı bir gerekliliktir. Marx’ın kuramının bunu izahta “kifayetsiz kaldığı” teranesi ise, bir zırva olmaktan öteye geçmemektedir. Birikim yazarlarının anlayışında işçi sınıfının dünyayı değiştirme ‘misyonu’, insan eyleminin tarihsel rolüne işaret etmek adına sınıfın kapitalist üretim sürecindeki üretim araçları mülkiyetinden yoksun kılınmış ve yaşamını ancak emekgücünü kapitaliste satarak sürdürebilecek konuma düşürülmüş olmasından koparılmakta, toplumsal varlık ile bilinç arasındaki ilişki baş aşağı çevrilmekte; “mücadelenin başka alanları” vaazı, proletaryanın herhangi eylemci başka sınıf ve kesimlerle aynı derekeye düşürülmesinin örtüsü olmaktadır. Negri-Hardt ve Lazarotto’nun yedeğinde, “sol”, “geleneksel olarak siyasi yatırımlarını yaptığı ve organik bağlarını kurduğu sendika, siyasi parti gibi kurumların dışı”na çağrılırken, kapitalist dünya sisteminin; kapitalist iktisadi sistemin, yaşamın tüm alanlarını ve tüm üretim sektörlerini “bir zincirin halkaları” halinde bir örgü içine alması gerçeği görmezden gelinerek, sendika ve siyasal partilerden söz edilerek, “bu alanlarda kurulacak en etkin mücadelenin bile(iletişimsel süreçlere, toplumsal yeniden üretim/dolaşım alanlarına müdahale edilmeyip bu alanlar geri alınmadıkça) tek başına etkisiz kalacağı…” söylenmekte ve sözüm ona bu gerekçeyle “klasik Marksist kuramın ideolojik açılımlarının kifayetsiz..” kaldığı ileri sürülebilmektedir.

Birikim yazarlarının suçlayıcı iddiaları, cehaletlerinden değilse eğer, en azından kötü niyetli oluşlarının kanıtıdır. Sorunlar kuşkusuz niyetle ilişkin olmadıkları gibi niyetler üzerinden de açıklanamazlar. Birikim yazarları, ekonomik altyapının siyasal-hukuksal, dini vs alanlarla ilişkisini en azından görünürde ve genelde reddetmediklerine göre, üretim araçlarını elinde tutan sınıfın “ekonomi dışı” alanlardaki ‘etkisi’ni hangi araçlarla sağladıklarını göstermeli, “ikincil” alanların ekonomik süreçlerle bağlantısının biçim ve karakterini ortaya koymalı ya da hakim düşüncelerin hakim sınıfın düşünceleri oldukları, burjuva hukukunun burjuva ilişkilerin yasal konum ve güç kazanmış şekli olduğunu; burjuva sınıf egemenliğinin siyasal-ekonomik ve ideolojik egemenlik olarak şekillendiği yönündeki Marksist anlayışı “çürütme”yi denemeliydiler! Ama onlar, o kirli ezberi yinelemekle kalıyorlar.

Foucault, gerek Hardt ve Neğri’nin burjuva devletinin sınıf karakteri ve ona karşı mücadelenin öncü ve temel gücü olarak işçi sınıfının devrimci misyonunun üretim sürecindeki ve üretim araçları karşısındaki konumu tarafından belirlenmesi başta olmak üzere en temel konularda, kavramlar üzerinde oynayarak teoride “yapı bozumu”na gitmelerini benimsiyor; Foucault’un örneğin “bio iktidar” kavramını, kapitalist iktidar sorununun sınıf karakterini bulanıklaştıracak şekilde kullanmasını sahiplenerek, onun “iktidar olanın gücünü, yok edebilme, cezalandırabilme gibi yetilerden değil, tam tersine hayatın yönetilmesi, idamesi, uzatılması gibi etkinliklerden” aldığı; 18. yüzyıldan itibaren “bio iktidar”ın “yeni bir siyasi rejim haline geldiği”; “bireyleri değil, bedenleri yöneterek işleyen bir sistem” olduğunu iddialarını bu “bireyleri değil bedenleri yöneten” 18. yüzyıl çocuğu iktidarın “özellikle 1970’lerden sonra çok net olarak gözlemlenebil”diğini vazediyorlar. Bu, gücünü “yokedebilme, cezalandırabilme gibi yetilerden” almayan ve “tam tersine hayatın yönetilmesi, idamesi, uzatılması gibi etkinliklerden” alan ve bireyleri azade edip bedenleri yöneten müphem iktidar, böylece işçilerin üzerinde tahakküm kurmak işlevini de “hayatın kendisinin tahakküm altına alınması”yla yer değiştirip, takas etmektedir! Birikim yazar(lar)ı, bu muğlaklaştırıcı yorumlarıyla sınıf mücadelesinin ve iktidar sorununun proletarya ve ezilenler için taşıdığı yaşamsal önemi, “hayatın yönetilmesi, idamesi, uzatılması” gibi “ortalama” insan aklına uygun düşen etkinliklerin ardına sürüklüyorlar. Sınıf sorunu ve sınıf çelişkilerinin bu “yumuşatılması” yoluyla Birikim yazarları, “Modernist dönemde fabrika içi ilişkiler biçiminde, tasavvur edilen üretim ilişkileri”ni, “toplumun bütün alanlarına yayıl”ması gerekçesiyle haklı göstermeye soyunmuşlardır.

Sermaye egemenliği sisteminde, hakim sınıfın hakimiyetini iktisadi-sosyal, politik ve kültürel her alanda gerçekleştirmesi, bu muğlaklaştırma ve bulanıklaştırma çabasıyla “yeni bir keşif” gibi pazarlanmaktadır.[Tüccar olsalardı patent alamazlardı, çünkü yaptıkları, eskimiş paslı silahlarla yeni ve diri olan, doğa ve toplum biliminin tüm alanlarındaki tüm önemli ve ‘en sonuncuları’ da dahil gelişmeleri, buluşları ve sonuçları birleştiren Marksizme karşı savaşmaya çalışmaktır ve bunu, 150-160 yıldır çeşitli burjuva ideologlarıyla sözde sosyalist teorisyenler zaten yapıyorlar.]

* * *

Birikim ve izinde yürüdüğü liberal’sol’ teorisyenlerin geliştirdikleri tezlerin burjuva ideolojik karakterini sergilemeye çalışırken, olanaklı olduğunca bu görüşlerin “sınırları”nı esas aldık. Kapitalist üretim sistemindeki değişim ve gelişmelerin “materyalist” ve hatta “Marksist” analizi iddiasıyla ortaya koydukları ve geliştirdiklerini ilan ettikleri bu görüşlerin, son on yıllarda uluslararası alanda ve Türkiye’de, Marksizmin “sol”dan eleştirisi adına geliştirilen sağ liberal ve Troçkist görüşlerin bir karması olduğunu gördük. Marksizm’e karşı cepheye sürdükleri ideolojik savaş silahlarını, esas olarak sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere karşı ve emek sömürüsünü artırmak üzere geliştirdiği üretim teknikleri ve aynı amaçla kullandığı bilimsel gelişmeleri sistemin nitelik değişiminin göstergeleri sayan burjuva cephaneliğinden almışlardı ve Negri-Deleuze gibi teorisyenler tarafından daha önce söylenenleri yinelemekteydiler. İşçi sınıfının tarihsel rolüne karşı görüşlerini güçlendirmek için, kapitalist sınıfın kar için üretime soktuğu yeni buluşları, geliştirdiği yöntemleri, makinenin geliştirilmesi ve yeni tekniklerin üretime uygulanmasını, bu ilerleme araçlarının işçi sınıfı ve emekçilere karşı daha etkin biçimde kullanılmasını teorilerinin merkezine alıyor; fabrika üretiminin, üretici emeğin ve işçi sınıfının kapitalist ekonomik-toplumsal sistemin irdelenmesinde tuttukları merkezi önemi yadsımak üzere, “merkezsizleşme”yi, “gayri maddileşme”yi, “kalabalıkları” “bugünkü kapitalizm”in belirleyici unsurları gösteriyorlardı. Bilim ve teknikteki gelişmelerin başka şeylerin yanı sıra, soyut emeğin(makine, meta ve para) somut emek aleyhine hareket yeteneğini artırarak somut emek üzerindeki etkilerini daha yıkıcı hale getirmesini; sermayenin uluslararsılaşmasıyla yeni bölgelerin ve pazarların kapitalist sürece katılmasını ve bunun işçileşme sürecini hızlandırarak kadın ve çocuk emeğinin sömürülmesinde ‘atılım’a yol açmasını, bunlar gibi başka gelişmelerle birlikte-bunların olacağı Marx ve Marksistler tarafından orya konmamış gibi-Marksizm’e karşı saldırının dayanağı yapmaya çalışıyor, M. Lazarato, T. Neğri ve Gilles Deleuze’den aktardıkları ve olguların yenilik adına Marksist teorinin tahrifi için pervasızca kullanılmasını esas alan görüşleriyle, işçi sınıfının kapitalist üretim sürecindeki yerini ve toplumun değişimi ve yeniden kurulması sürecindeki rolünü bulanıklaştırıyor, burjuvaziye ve onun hizmetinde dolaysız olarak çalışan burjuva teorisyenlere çanak tutuyorlardı.Bugünkü kapitalizm”in “gayri maddi üretim”e dayandığı yönündeki iddialarıyla bir yandan üretken emeğin ve fabrika işçinin rolünü yadsıyor, diğer yandan her tür emeği ve emek harcanmasını üretken emek alanında gösteriyorlardı.

Marx’ın teorisi, emek gücünün kendi değerinden, kendi yaşam gereçlerinin gerekli kıldığından daha fazlasını üreterek sermayeyi var ettiğini; bir bölümüyle sermayeye dönüşen, sermaye olarak işlev gören ve öteki bölümüyle işçinin kendini yeniden var etmesi ve sürdürmesi için gereksinim duyduğu araç gereçleri almasını sağlayan emeğe, evet özel bir önem verir. Artıdeğer üretimi, kapitalist gelişmenin gizlenemez biçimde sergilediği üzere, üretici olmayan emek kategorilerinin de “içinde olduğu” toplumsal tüm katmanların geçimlerinin gerçek kaynağını oluşturmaktadır ve bu da üretken ve üretken olmayan emek ayrımının ortadan kalkmasına ya da önemsizleşmesine değil, üretken olmayan emeğin işlevi ve öneminin üretken emeğe karşı artığına değil, üretken emeğin merkezi önemde kalmaya devam ettiğine işaret eder. Marks eleştirmenlerinin göremedikleri ya da görmek istemedikleri, kapitalist gelişme sürecinde üretken olan ve olmayan emek ayrımının, önemsizleşme bir yana netleştiği; üretken emek kategorisinin genişleyip yeni sektörleri de kucaklayarak yaygınlaştığı ve daha etkin hale geldiğiydi. Birikim yazarlarıyla izinde yürüdükleri liberal ‘sol’ teorisyenler, -bu makalenin ilk bölümünde nedenleri ve kaynakları gösterilen-gelişmiş ülkelerde sanayi ve imalat sektöründe yaşanan göreli düşüşü, “küresel sistem”de üretken emeğin ve fabrika işçisinin önemsizleşmesine kanıt göstererek, üretken emekçilerin saflarının ve etkinliğinin (kapitalist üretim ve antikapitalist mücadele açısından) büyümesini görmezden gelmenin gerekçesi olarak kullanıyor; hiçbir şey yapmayanlarla asalaklarının ve üretken olmayan emekçilerin geçim araçlarını sağlayan ekonominin “aslında ‘üretken olmayan’ emeğin ürünü olduğu” iddiasıyla üretken emeğin rolünü küçümsüyor, ve üretken emek kategorisindeki emeğin bir bölümünü-ağırlıklı olanı- “üretken olmayan emek” kategorisine dahil ederek ya da tersinden üretken olmayan emeği üretken emek olarak “yüceltme”ye çalışarak, toplumsal devrimin “işçi öznesi”yle; onun en önemli ve hareketinin merkezinde duran kesimiyle hesaplaşmaya girişiyorlardı. ‘Demir-çelik ve maden üretiminin, yol, ray, köprü ve ev yapımının, şeker, tütün, gıda- içecek, petrol ve enerji üretiminin gereksindiği üretici emeği, bilgi, beceri, yetenek yoksunu gören Birikim yazarları, araştırma-tasarım, çizim, resim çekme, bilgisayar kullanımı, program yazılımı, internet üzerinden bilgi iletimi, haberleşme ve ticari ön bağlantıların kurulması vb. hizmetler ve iletişimin tüm alanlarını “gayri-maddi emek” kategorisinde değerlendirerek “üretken emeğin önemsizleştiği” sonucuna varıyorlardı.(Üretimin planlanması/tasarımı ile ürün üretimi arasındaki bağ koparılarak, tasarım, üretim eylemini önemsizleştirici etkinlik düzeyine çıkarılmaktadır.) Hizmetlerin ve hizmet sektörünün yaygınlığı ve toplumsal yaşam için öneminin artmasını başlıca dayanaklarından biri olarak alan bu teorinin açmazlarından biri de, hizmetleri tümel biçimde “gayri-maddi faaliyet” kapsamında göstermesiydi. Bu teoride, üretim, “araştırma, tasarım, beşeri kaynakların idare edilmesi türünden faaliyetler, tüm diğer çeşitli hizmet sektörü faaliyetleri ile birlikte bilgisayar ve medya ağları”nca “örgütlenen faaliyet”e indirgeniyor; üretken emeğin merkezi rolü ve önemi yadsınıyor; sanayi üretimin yerine ulaşım ve iletişim “ağları” geçiriliyordu; ürünün “tasarlanması”, üretilmesinden daha önemli sayılıyor ve tasarım her durumda üretim sürecinin dışında görülüyordu.

Marx, “Adam Smith’e karşı polemiğe girişenlerin tümü bir yandan, maddi üretime tepeden bakan bir tutum takınıyorlar, öte yandan, maddi olmayan üretimi —hatta uşaklarınki gibi hiç üretim yapmamayı-maddi üretim olarak haklı göstermeye çalışıyorlar” diye yazmıştı.Marx’a karşı polemiğe girişenlerin yaptığı da aynıdır. Birikim yazarları onların yolunu izleyerek, maddi üretimin ve onu gerçekleştiren emekçinin önemli bir işlevinin artık kalmadığını sözüm ona kanıtlamaya çalışıyorlar. Ama görüldüğü üzere, bu çaba, sermaye-emek ilişkilerini bulandırmaktan, sermaye yararına sonuçlar çıkarmaktan ve böylece sermayeye karşı emekçi mücadelesine zarar vermekten öteye geçmemiştir/geçmemektedir.

*************

yararlanılan kaynaklar: Kapital 1.2. ve 3. ciltler; Komünist Manifesto; Artıdeğer Teorileri 1.cilt; Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması; Seçme Mektuplar(Marx-Engels); Ekonomi Ders Kitabı-1; Server Tanilli Eleştirisi -Özgürlük Dünyası, s. 124-125

İşçi Sınıfının Uluslararası Dayanışması – Birleşik Metal İş’ten

 

Günaydın Sevgili Dostlar,

Değerli Mücadele Arkadaşlarım.

Birleşik Metal İşçileri Sendikasının ve metal işçilerinin evine hoş geldiniz.

Böylesine önemli bir toplantıyı düzenleyen tüm dostlarımızı kutluyor ve emeği geçen        

herkese teşekkür ediyorum. Üç günlük beraberliğimizden umarım hepimiz memnun oluruz. Konferansın ev sahipliğini üstlenmiş durumdayız. Bu anlamdaki memnuniyetimizi de tekrar belirtmek istiyorum. Bizler kendimizi sınıf mücadelesinin birer misyoneri olarak görüyoruz. Ve attığımız her adımın, verdiğimiz her mücadelenin de buna uygun olmasına çaba sarf ediyoruz. Bu konferansın da tam da misyonumuza uygun bir çalışma olduğunu düşünüyoruz. 

Açılış konuşmamda da konferansımızın içeriğine uygun bir şekilde bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Dostlarım.

İşçi sınıfının örgütleri olarak bu üç günlük süre içinde, sizin de bildiğiniz gibi, aynayı bu kez kendimize tutacağız ve deyim yerindeyse bir tür “öz eleştiri” yapacağız. Ancak, kuşku yok ki bu çabamızın bir empatiye dönüşmemesi gerekiyor. Başka bir deyişle elbette kendimizi karşıtımızın, yani sermayenin yerine koyarak düşünmeyeceğiz. İzin verirseniz konuşmama buradan başlayayım. Mesele böyle olunca, bütün emek örgütlerinin empati yapmamamız gerektiğine dair uyarıma katılacağını düşünüyorum. Fakat içinde bulunduğumuz süreçte, hiçbir örgütün bunu yapmadığını söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki benim bu soruya           cevabım HAYIR! olacak. Türkiye’de ve dünyada sendikal hareket içinde kısa bir gezinti           yaptığımızda maalesef pek çok sendikanın sermayenin rekabet gücünü arttıracak önermeler  geliştirdiklerini, ulusal ölçekte sermaye birikiminin önündeki  engelleri kaldırmayı  amaçlayan araştırmalar yaptıklarını görüyoruz. Bu, tam da empati yapmak değil midir?  O        anlama gelmez mi? Yine benzer şekilde, emek uyuşmazlıklarında “sendikal neden” ya da “ekonomik neden”  gibi  bir ayırıma gidildiği hepimizin malumu. Hatta, bir çok sendika, başka ülkelerde yaşanan hak ihlallerine sendikal dayanışma sağlamadan  önce söz konusu           hak ihlalinin kökenine bakıyor. Bunun nedeni ise, ihlalin firmanın rekabet gücünü arttırmak        için yaptığı bir pratikten kaynaklanması durumunda dayanışma desteğini geri çekebilmek. Çünkü bu sendikalara göre, iktisadi nedenlere dayanarak yapılan hak ihlallerinin, kendi            içinde bir meşruiyeti vardır ve bunlara sendikal hak ihlali denemez.

Bir diğer örnek de, nitelikli emek ile niteliksiz emek arasındaki ücret farklılıklarını azaltmak            adına yüksek ücretlerin düşürüldüğü düzenlemelere sendikaların onay verdiği veya 

sessiz  kaldığı durumlardır. Ya da, Bolkeştayn gibi “emeğin  serbest dolaşımı” adı             altında tasarlanan bir saldırının emekçilerden neler götüreceği hiç analiz edilmeden kabul              edilivermektedir. Bu örnekte, çok geçmeden Avrupa İnsan Hakları  Mahkemesinin bu         yönerge ile ilgili ve sendikalarca öngörülemeyen bir yorum yapılmış ve denmiştir   ki Bolkeştayn düzenlemesine göre; “asgari ücretin düşük olduğu bir ülkenin kapitalisti, ücretlerin yüksek olduğu bir ülkede faaliyet gösteriyorsa, işçilerine kendi ülkesindeki düşük

ücret düzeyleri üzerinden ücret ödemesi yapma özgürlüğüne sahiptir…”

Çok yakında, dünyanın her yerinde Çin’deki ücret düzeyleri civarında çalışan işçi          yığınları görürsek şaşırmamalıyız. Sendikalar sadece örgütlü oldukları tek tek işyerleri  düzeyinde ve kapitalistlerin çıkarlarını korumaya dönük politikalar ürettiği Çin’de yaşanan vahşetin aslında hepimizin, işçi sınıfının yaşadığı vahşet olduğu görülmediği  sürece bu, hepimizi bekleyen bir sondur. Bu tarz  sendikalar, kendilerini sermayenin          yerine koyunca işverenlere hak  vermekte ve üyeleri adına daha fazla taviz vermeyi kabul  edebilmektedirler. Oysa, çıkarları sürekli çatışan sınıflar arasında empati olmaz sevgili          dostlar, çünkü bu, tıpkı kuzunun kurda empati yapmasına benzer.

Bir kapitalistin, kendisini işçilerinin yerine koyarak düşünmesi ve buna göre hareket etmesi nasıl beklenemezse, emek örgütlerinin de kendilerini karşıtının yerine koyarak düşünmesi ve davranması kabul edilemez. Bu anlayış, duruma göre duruş değiştiren eksen   kayması haline dönüşmüştür. Bugün yine bu durum öyle bir hal almıştır ki, işçi           örgütleri, artık, ekonomik olanla sendikal olan arasındaki temel ilişkiyi bile göremez hale          gelmiştir. İçinde yaşadığımız bu sistem önce ekonomik olan ile sendikal olan arasına bir           duvar örmüş; ardından kapitalistler arası rekabeti, yalnızca ve tamamen ekonomik bir          olgu olarak tarif etmiş; kapitalistlerin rekabet gücünü arttırmaya çare olarak da, işçi      sayısının azaltılmasından, çalışma sürelerinin uzatılmasına,

                     ücretlerin        baskılanmasından, kazanılmış hakların   gaspına,

                     güvencesizlikten          esnekliğe,

                     ve      sağlık,      eğitim,      sosyal

    güvenlik de dahil olmak üzere bütün hakların ve değerlerin metalaştırılmasına,         piyasalaştırılmasına kadar uzanan bir reçeteyle karşımıza çıkmıştır.

Kapitalist rekabete dayandırılan ve bu nedenle de “ekonomik” olarak kabul edilen bu kapsamlı saldırıların karşısında, sendika olarak geriye ne kalıyor  diye baktığımızda içi  boşaltılmış, yalnızca birer  tabelaya indirgenmiş yapılar görmekteyiz.

 

 

Oysa saldırı tablosuna baktığımızda, şirketlerin ekonomik durumunu       

güçlendirmenin tek yolunun emekçiler üzerindeki baskı ve denetimlerin artması olduğu açıkça görülmektedir. Buna karşın sendikaların varlık nedeni de bu saldırı  tablosunun, yani  rekabet  için  gerekenlerin, yani ekonomik olan diye ayrılarak sendikalar için “dokunulmaz” hale getirilenin tam zıddına denk düşer.

Ekonomik olan ile sendikal olan arasına kalın bir duvar çekilmesinin nedeni işte tam burada  aranmak zorundadır..

Kapitalist sistemde kavramlar üzerinde oynanan ve bizleri doğrudan etkileyen bu oyuna başka örnekler de verebiliriz. Genç işçi       yaşlı işçi  ayrımı, çekirdek işçi    çevre işçi ikilemi,

kadın emeği – erkek emeği biçiminde yapılan kategorik durum; kol emeği  – kafa emeği ayrımı bunlardan yalnızca bir kaçıdır.

Sürekli olarak yapılan bu “ötekileştirmeler” bir  yandan işçi sınıfının birlik ve beraberliğini zorlaştırmakta, diğer yandan da sendikaları, enerji ve birikimlerini sınıf  mücadelesinde yoğunlaştırmak yerine, bu  alanlarda kullanmaya zorlamaktadır. 

Benzer bir kavramsal ayırım da ekonomik olan ile politik olan arasında yapılmakta ve sendikaların faaliyetlerinin politik olmaması gerektiği, bu faaliyetlerin yalnızca  üyelerinin ekonomik  çıkarlarını korumak ile sınırlı olduğu söylenmektedir.

Oysa kapitalist bir toplum düzeninde emek    sermaye çatışmasının kendisinden daha politik ne olabilir sevgili dostlar. Bu çatışma, toplumsal yaşamın her alanı ile öylesine        sıkı bağlarla bağlıdır ki; üretim ilişkilerinden tüketim kalıplarına, bölüşüm mekanizmalarından mülkiyet ilişkilerine kadar uzanır ve gerçekte, tam olarak Marks’ın              işaret ettiği ekonomi – politiğin alanına girer. Ne ekonomi ne de politika bağımsız toplumsal            yaşamdan kopuk birer kavram değildir. Bu anlamda, ne siyasal yapıların işlevi

yalnızca politika ile sınırlanabilir, ne de sendikaların faaliyeti sadece ekonomik olarak tanımlanabilir. Çünkü her ikisi de kapitalizme özgü olan ekonomi – politiğin konularıyla

sıkı sıkıya bağlıdır. Emek örgütlerinin öncelikli görevi rica’cı ve sosyal diyalogcu          yöntem ısrarlarının sınıf hareketini hangi noktalara taşıdığını görmek, sistemin dayattığı bir         çok ayrıştırmalara, böl, parçala, yönet taktiklerine meydan okumak ve ekonomi – politiğin bütün alanlarını kapsamak zorunda olan sınıf mücadelesinin önünü tıkayan bu ayrıştırmaları kapitalizmin tarihine gömmek olmalıdır. 

İşçi sınıfının uluslar arası dayanışmasını ete kemiğe büründürecek olan yol da bu, meydan       okumadan geçmektedir. Çünkü bu dayanışmanın önünü kesen en büyük engel bir başka kavram ikiliğinden doğmaktadır; “Ulusların çıkarı” ve “işçi sınıfının çıkarı”.

Bu ikilemi aşamadığımız sürece, dünya ölçeğinde dayanışma grevlerini tartışmamız ve hayata geçirmemiz olanaklı olmayacaktır.

Sizleri ülkemizde  “İşçi Üniversitesi” diye de bilinen TÜRKİYE  sendikal hareketinin en önemli kişilerinden biri olan ve emek düşmanlarınca katledilen Onursal Genel Başkanımız Kemal TÜRKLER’in adını yaşattığımız bu tesislerimizde ağırlamaktan duyduğumuz

mutluluğu tekrar belirtiyor, bu önemli tartışmaların ve bilgi aktarımlarının yapılacağı konferansın uluslar arası sınıf mücadelesine çok önemli katkılar sunmasını diliyorum. Bütün            katılımcılara Birleşik Metal  İş  Sendikası adına  saygılar, sevgiler  sunuyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kılınçaslan’ı Okumak

 

İşçi partisi, işçi gazetesi derken, bu kez bir işçi televizyonunu kurmak için yollara düşülmüş, il, il örgütler dolaşılmaya başlanmıştı. Sırada Adana ve güney illeri vardı. Bu bölgedeki görevi Memet Kılınçaslan almıştı. Kılınçaslan; yani partimizin işçi önderlerinden biri o.  İstanbul’dan Adana’ya 2 Aralık 2006’da birlikte gidecektik, ama olmadı. Zamansız bir kalp krizi ile hayata gözlerini kapadı. Adana’ya gidemedi, ama on binlerin alın teri ve ortak çabasıyla Türkiye işçi sınıfı ilk kez bir televizyona sahip oldu. Ülkemiz işçi sınıfının ilklerinde Kılınçaslan’ın tek katkısı bununla sınırlı değil elbette.

Eylül karanlığından sonra 1988 1 Mayıs’ında eylem sahnesine çıkandır o.  İşçiler çeşitli noktalarda birikmiş ve sendikacılardan eylem işareti beklemektedir. Keskin nişancılar tarafından vurulmaktan korktuğunu söyleyen birçok sendikacı eylemden vazgeçmek üzeredir. 1 Mayıs kutlanamayacaktır. Sabri Topçu ile birlikte ilk sloganı atarak eylemi başlatan ve sınıf tarihine iz bırakandır Kılınçaslan. Türkiye’de proleter sosyalist hareketin birikimiyle işçi hareketinin namuslu temsilcilerinin buluştuğu Emek Partisi’nin kurucularındandır.

Sınıflar mücadelesi, tarihin çeşitli dönemeçlerinde kendi kahramanlarını yarattı. Tarihsel belgeler kadar dünya sosyalist edebiyatında da bu kahramanlar yerlerini aldılar. Özellikle proleter devrimci karakterleri, Türkiye dışındaki tarihi ve edebi eserlerde okumaya alışmış bir toplumsal kuşak olarak, ülkemizdeki kahramanlıkları da çoğunlukla köylü, öğrenci-genç ya da aydın karakterlerde gördük, okuduk. Evrensel Basım-Yayın tarafından basılan, Şengül Karadağ ve Devrim Büyükacaroğlu’nun titiz çalışmalarıyla hazırlanan “Bir işçi önderi, Memet KILINÇASLAN” isimli kitap edebi bir eser olmamakla birlikte, bir anı ve biyografi kitabı olarak politik işçi kahramanlarımıza ışık tutmanın yolunu açan iddialı bir tarihsel belge olmaya adaydır.  

Kitap, Kılınçaslan’ı tanıyan, birlikte mücadele eden insanların yazı ve röportajlarından oluşmaktadır. Bu nedenledir ki, bu işçi önderini sadece kendi dünyasında yaşamış, mücadele etmiş bir şahsiyet olarak değil, tersine birlikte mücadele ettiği insanların dünyasında yaşamış ve onları da şekillendiren bir karakter olarak okuma şansı buluyoruz.

“Tarihi kahramanlar yaratmaz, tarihsel koşullar kendi kahramanını yaratır.” İşte bu tarihsel işçi önderinin filizlenmesindeki koşullar içinde yaşamış ve birer unsur olarak yer almış bu insanların dilinden Kılınçaslanı dinlemek, kitaba ayrı bir anlam kazandırıyor. Eşi, çocukları, grevci arkadaşları, partili yoldaşları ile bütün bu anlatıcı insanlarla yoğrulmuş olan bu dev adam, toplumsal mücadelenin birçok alanında yaşayan ve yol gösteren bir ışık olmaya devam ediyor. Kitapla birlikte bu ışığı yakalamak, artık mümkün hale geliyor. Levent TÜZEL bunu kitabın önsözünde şöyle anlatmış; “Bu kitabı eşitlik ve özgürlük isteyen, barışın ve kardeşliğin ülkesine kavuşmayı arzulayan, safını mazlumlardan yana belirleyen her işçi, genç, kadın ve aydın okumalı; bu işçi önderini tanımalıdır. Eminim ki bu; Memet Kılınçaslan gibi daha nicelerini bağrından çıkartacak olan işçi hareketinin ve sınıflar mücadelesinin yeni önderlerinin şekillenmesine katkı sağlayacaktır.”      

 

Hayatı işçilerden öğrenmek

Kılınçaslan ülke gündemini çok yakından izler ve il başkanı olarak gelişmelere ilişkin sıklıkla basın açıklamaları yapardı. Halk diliyle ustaca konuşabilen, en entelektüel konuşmacıları bile basit sözcüklerle sarsabilen bir üslubu vardı. Fakat iş yazmaya gelince, bizden yardım isterdi. Bana ne zaman bir görev verse heyecanlanır ve saatlerce bir sayfalık açıklama metni için çalışırdım. Hazırladığım metni ne zaman uzatsam; “oku bakalım” derdi. Nihayetinde, “Eline sağlık, çok güzel olmuş, şimdi sen bunu sakla, sana ilerde lazım olur. Şimdi ben söyleyeyim, sen yaz” der ve metni baştan yazdırırdı. Böylece, her defasında toplumsal gelişmelere sınıfın penceresinden nasıl bakıldığını görür, işçi üslubunun sadelik içeren vuruculuğuna tanık olurdum.

Bir işçiden öğrenmek, hele bir politik işçi önderinden öğrenerek hayata ve mücadeleye atılmak, özellikle gençlerin devrimci enerjisini Marksist bir eksene yaslaması açısından tarifsiz imkânlar sunacaktır. Dünyayı değiştirmek için yola koyulan her genç devrimci için işçilere gitmek, emekçilerden öğrenmek vazgeçilemez bir görev olmaktadır. Bu görevle birlikte işçilerden ve işçi önderlerinden öğrenmek için okumak da gerekiyor. Kılınçaslan kitabında hem güldürecek, hem düşündürecek örnekler çarpıcı bir çeşitliliğe sahip. Bugün bir doktor olan kızı Övgü’nün, babasını anlatan yazısı öğretici örnekler içeriyor. Örneğin Kılınçaslan, kızı Övgü’ye sınıfları anlatıyor;

          Dünyada iki sınıf vardır, işçiler ve patronlar.

          Baba doktorlar ne oluyor peki?

          Kime hizmet ediyorlarsa o sınıftan oluyorlar.

 

Patronlar ve fabrikalar

Alboy, Ülker ve Maga Deri…

Bu üç fabrika, Kılınçaslan’ın ayakkabıcılıkla başlayan işçilik hayatının modern üretim ilişkileriyle tanıştığı ve sendikal mücadeleyi örgütlediği yerlerdir.

Cem Boyner, Sabri Ülker, Ali Şen…

Bu üç patron, işçilerin grev ve direnişlerinde en ön safta duran Kılınçaslan’ın rakipleridir. Her üçü de işçi Memet’i iyi tanır, ondan iyi korkar. Rüşvet olarak ev teklif edilir, o sadece “bantımın başına dönmek istiyorum” der. Maga’dan, Alboy’dan, Ülker’den işçilerin tanıklığı ile verilen direnişlerle birlikte Kılınçaslan kitabı, bir dönemin patron ve işçi temsilcilerinin nasıl karşı karşıya geldiklerini de anlatıyor.

 

“Ben işçiyim, işçi partisinde mücadele ediyorum”

Fabrikalarda tek, tek patronlara karşı verilen mücadele artık yeterli değildir. Kılınçaslan, bir işçi önderi olarak politikaya atılmaya karar verir ve arayışlar başlar. Sabri Topçu ile Kuruçeşme toplantılarında karşılaşırlar. Çıktıktan sonra sohbet ederler. Bu toplantılar için “Hikâye anlatıyorlar. İşçi yok, sınıf yok, hiçbir şey yok. Burada kendi kendilerine parti kuruyorlar.” diye değerlendirme yaparlar. Yolları Emek Partisi’nin kuruluş sürecinde kesişir.

Partinin kuruluşunun üzerinden daha 6 ay geçmemiştir. Genel seçimlere bağımsız adaylarla girilir. 1995 seçimleri PTT işçisi Mürüvet Günel’in aday tanıtım toplantısında konuşur;

 “Bugün özgürsünüz, aç kalmakta özgürsünüz. Bugün özgürsünüz sokakta kalmaya özgürsünüz. Özgürsününüz çalışmakta, baskı altında çalışmakta özgürsünüz. Ama derseniz ki ‘ben niye açım’, suç işliyorsunuz; ‘niye insanlar sokakta’ diyorsanız suç işliyorsunuz… Bir tek amaçları var; sermaye sınıfının çıkarlarını savunmak. Onların karlarına kar katmak…”

Kılınçaslan, dün fabrika direnişinde yüklendiği Cem Boyner’e bu kez yine bu toplantıda, siyasal zeminde yüklenecektir;

“…Mevcut partiler yıprandı, işçiler başka örgütlenme kurmasınlar diye Cem Boyner’i çıkardılar. Cem Boyner fabrika sahibidir. En son işçi kıyımı da onun fabrikasında oldu. Grev yapan 200 insanı sokağa attı. Aç bıraktı. Sendikaya tahammül edemedi. Ama bugün diyor ki; ben toplumun partisiyim. … Kürtlerin de hakkını ben savunacağım diyor. Ey Cem Boyner! Sen patronsun, patron partisi kurmuşsun, ben de işçiyim, işçi partisinde mücadele veriyorum…”

Kitapta ayrıca Kılınçaslan’ın çeşitli miting, kongre ve toplantılarda yapmış olduğu bazı konuşmalar için de bir bölüm yer alıyor. Bu konuşmaların her biri, işçi hareketi, devrimci işçi partisinin örgütlenme sorunları, politik gelişmelerle ilgili döneme ilişkin fikir oluşturma imkânı da sunuyor.

 

“En büyük miras örgütlerimizdir”

Güney illeri gezisi sırasında bir disiplin vakası için Kılınçaslan’a başvuruldu. Zira bir kamu emekçisi partili örgütle uyumsuzluk içindeydi ve huysuzlukları ile iç yaşamı bozuyordu. Her şeye karşın onu kaybetmek istemiyorduk ve son kez olsun Kılnçaslan’ın görüşmesinin etkili olabileceğini düşünüyorduk. Memet Başkan, bu şahsı bir süre dinledikten sonra; “sen partiden ayrılmaya kararını vermişsin, yapacak bir şey yok, gidebilirsin” dedi. Bu yanıtı beklemediği anlaşılan disiplinlik şahıs, hayretler içinde bir üslupla “beni atmak bu kadar kolay mı, benim bu partide 16 yıllık emeğim var, emeğim ne olacak?” biçiminde bir soru sordu. Kılınçaslan yine o bildik üslubu ve kıvrak zekâsı ile lafı kondurdu; “Git o zaman, hadi git partinin muhasebesine, söyle sana hesaplasınlar, ne kadar tutuyorsa versinler!”

Parti ve emek, Kılınçaslan için büyük derinliği olan kavramlardı. Bu derinliği anlamak için, yine kitapta yer verilen konuşmasının şu bölümüne bakmak yerinde olsa gerektir;

“Dün ufkum sadece fabrikada iken, giderek ufkum o sendikal camiayken ve giderek ufkum İstanbul iken ve yan fabrikayla da anlaşamazken, bugün ufkum Türkiye çapında, Dünya çapında açıktır… Ben bu partide dayanışmayı öğrendim, kolektif yaşamayı öğrendim. Ben bu partide mirasımın örgütüm olduğunu öğrendim… Şimdi dönüp geriye baktığımızda en büyük mirasımız kurduğumuz örgütlerdir, güvencemiz odur, yani şu partidir. Bu benimle başlayıp benimle bitmez. Bazı solcular vardır kendiyle başlamış, kendi özü bittiği için, “sınıf hareketi öldü, bitti, daha olmaz.” Olur, senle başlayıp senle bitmiyor ki, bu memlekette işsizlik, yoksulluk varken, bu memlekette hala kapitalistler iktidarken, sınıf mücadelesi devam eder.”

Kılınçaslan Kitabı’nı bitirdiğinizde inancınız güç kazanıyor; geride bıraktığı örgütler çoğalacak ve parti bayrağı daha da yükselecek. Çünkü sınıf mücadelesi bunu gerekli ve zorunlu kılıyor.

Bu en güzel mirasın kapağın açma fırsatını veren, kitapta emeği geçen herkesin eline sağlık.

 

Ankara’nın ‘Kürt planı’ ve dış politikada Özal taktiklerine dönüş

Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirdiği ve yer yer düzenlediği hava operasyonlarıyla da devam ettiği harekât ile eş zamanlı olarak, Ankara-Kuzey Irak-ABD üçgeninde gelişen ilişkiler, hem Türk dış politikası açısından, hem de bölge dengeleri bakımından önemli özellikler içeriyor. Türkiye’de devletin zirvesinde, generallerle hükümet arasında, eş güdüm içinde gerçekleştirilen harekât sürecinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarında, Irak’taki Kürt yönetimine yönelik üslupta da bir değişime gidildiği görülüyordu. Bu harekât için AKP Hükümeti’ni uzun süre sıkıştıran bir siyaset izleyen ve Irak’taki Kürt liderlerle görüşülmesine kesinlikle karşı çıkan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın dahi, bugün Irak’taki Kürt yönetimine sıcak sayılabilecek mesajlar göndermiş olduğuna bakıldığında, öncesine göre farklı bir sürecin gelişmeye başladığını söylemek mümkündür.

 

 

 

Kapitalizm, Kriz; Olasılıklar ve Olanaklar, Krizin faturasını sahiplerine ödetmek

 

       Bugün üniversitelerde okutulan hemen her çeşit iktisat ders kitabı bilindik şu tanımla başlar: “İktisat, sınırsız insan ihtiyaçlarının, kıt kaynaklarla karşılanmasıdır”. Bu cümle, daha başlangıçta, iki yönden neo-klasik iktisat anlayışının ideolojik temellerini göstermesi açısından çarpıcıdır. Neo-klasik teori, öncelikle insan ihtiyaçları sınırsız olarak tanımlarken, insanı bencil ve doymaz bir varlık olarak anlamlandırır. Burada, kapitalizmin sınırsız aç gözlülüğü insan doğasına atfedilir. Böylece gezegeni çılgınca yağmalamak da, doğal, insan doğasına uygun bir davranış biçimi olarak gösterilebilir. Bunun yanı sıra tanımdaki “kaynakların sınırlı olduğu varsayımı” da, “üretici güçlerin” gelişimini perdeleyen ve yok sayan, yine insana ve onun yaratıcı, gelişmeye açık yönüne olan güvensizliğin temel bir belirtisidir. Bugün iktisat alanında egemen olan bu yerleşik, iktisatla politikayı birbirinden ayırma iddiası taşıyan neo-klasik anlayış, sadece bu tanımlamayla, ‘iktisat bilimi’ne ne kadar politik bir noktadan yaklaştığını dışa vururken, insan ve onun bireysel ve toplumsal gelişimine ne kadar güvensiz olduğunu da gösterir.

Kapitalizmin tüm kurumları da, yukarıda ifade edilen tanımın bir parçası olarak, insanın bu “metafizik” doğasının bir sonucu olarak bu bencilliği ödüllendirmek üzere oluşturulur. İnsanın kendini gerçekleştirme yolu mülk edinme süreci olarak tanımlanırken, bu doğrultuda özel mülkiyet kutsal sayılır. Yaş ilerledikçe yaşanacak amaçsızlık duygusu ise, veraset kurumuyla, mülkün sonraki kuşaklara aktarılması vasıtasıyla bertaraf edilmeye çalışılır. Metaların karşılıklı denkleştirilebilmesi, ‘büyülü’ fiyat mekanizması ya da “değerin fiyatla ölçülmesi” yoluyla sağlanmaya çalışılır. Rekabet ve buna bağlı olarak tanımlanan başarı ise, temel bir yaşam nedeni olarak, sistemin temel kurumlarından bir diğeridir.

Ancak iktisadın bu tanımının eleştirisini yaparken, kendini krizlerle de ortaya koyan başka bir çelişki daha göze çarpmaktadır. İktisat sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla nasıl karşılanacağı sorunsalıyla ilgileniyor denilirken, içinde yaşadığımız sistemde, üretimin insan ihtiyaçlarının karşılanması için yapıldığı izlenimi verilmektedir. Oysaki kapitalist sistemde üretim, insan ihtiyaçlarının karşılanması için değil, birer birer kapitalistlerin ya da bir başka ifadeyle sermayedar sınıfın kârı için yapılmaktadır. Aslında sistemin krizlere neden olan yapısının özünde de bu problem yatmaktadır: Kapitalizmi kapitalizm yapan temel özellik, insanların kendi ihtiyaçları için değil, piyasa için meta üretmesidir.

Bu özellikten yola çıkarak, yaklaşık iki yüz yıldır kendini kurumsallaştıran bir sistem olarak kapitalizmin temel çelişkilerinden birini oluşturan ve doğası gereği yaşadığı krizleri açıklamak için bir anahtar işlevi gören sorun şöyle özetlenebilir: “Toplumun yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasıyla kapitalistlerin kâr güdüsüyle yaptıkları üretimin anarşik yapısı arasındaki çelişki”.

Bir başka noktadan “büyük resme” bakıldığında; karmaşık, karşılıklı bağımlılık içerisinde oluşturulmuş bir sosyal şebeke kapitalist sistem… Öyle bir sistem ki, farklı üretim süreçlerini birbirine bağlarken, yüz binlerce bireysel kapitalist yalnızca kendi başarı ve kârını düşünüyor, bu bağımsız eylemlerden bir bütün yaratılmaya çalışılıyor ve toplumsal yapı bunun üzerinden şekillendiriliyor. Bu farklı üretim süreçlerinin ve karşılıklı, karmaşık ilişkilerin, bireylerin refahı ve mutluluğuyla toplumun bütününün refahı arasında sürekli bir çelişki taşıdığını görmek de mümkün. Çünkü temel olarak kapitalist yapı insanın insanla mücadelesinin en keskin halini karşımıza koyuyor. Bir yandan sermayedar sınıfla işçi sınıfı arasında artı değer sömürüsünde somutlaşan uzlaşmaz bir çelişkiye sebep olurken, diğer yandan birer birer kapitalistlerin kârlarını arttırmak için birbirleriyle rekabetlerinin yarattığı bir çelişki daha yaratıyor. Gerçekten böyle bakınca, bir çelişkiler yumağı olan kapitalist sistemin kendi dinamikleriyle yaşam bulmaya devam etmesi iddiası başlı başına hayret uyandırıcı bir durum olarak karşımızda duruyor.

Sistemin bu çelişkileri ve yarattığı krizler, daha 19. yy’ın başında “ilkel birikim” sürecinden sanayi üretimi sürecine geçtiği aşamada bile gözlemlenebilir. Kriz ve kapitalizm, daha en başından itibaren birbirinden ayırt edilemez iki kelime, ayrılmaz yol arkadaşları, çünkü krizler kapitalizmin doğasında var…

 

“KRİZ NEDİR” VE KRİZ TEORİLERİNE BİR BAKIŞ

“Kapitalist yeniden üretim sürecinde yaşanan bir dizi ekonomik ve politik aksaklıklar”, son günlerde üzerinde sıkça konuşulan “kriz” kavramının en genel tanımı olabilir. Problem ise, böyle basitçe tanımlanabilen bir sorunun nedenleri üzerine gidildiğinde ortaya çıkmaktadır. Burada farklı yaklaşımlarla farklı nedenler tanımlanabilmekte, ortaya koyulan nedensellik ilişkileri sonucunda da her araştırmacı-düşünür için farklı bir kriz tanımı ortaya çıkabilmektedir. Yani “aksaklıklar” nelerdir? Hangi aksaklık, sistemin kapatılıp yeniden açılmasını gerektirecek kadar ciddi sonuçlara neden olmaktadır? İşte bu aksaklıkları tanımlamak üzere oluşturulan teorileri “kriz teorileri” olarak niteleyebiliriz…

Henüz kapitalizmin şafağında, üretimde yaşanan daralma ve genişleme süreçleri olarak da niteleyebileceğimiz bu aksaklıklar, daha çok sistem dışı nedenlerle ilişkilendirildi. Gerçekten de kapitalist üretim biçiminden, yani “piyasa için meta üretilmesi” sürecinden önce de böylesi daralma ve genişleme süreçleri yaşanmaktaydı. İktisadi hayatın sarsılması, kapitalizm öncesi üretim tarzlarında da vardı. Ama bunlara yol açan nedenler olağanüstü toplumsal ya da doğa felaketleriydi: Su baskınları, kuraklık, kanlı savaşlar ya da salgın hastalıklar sonucu büyük buhranlar olabilir, toplumun genelini açlığa sürükleyen krizler yaşanabilirdi. Kapitalizmin daha başlangıç döneminde iktisadi hayatı açıklamaya çalışan klasik iktisatçılar da, krizlerden bu gibi nedenleri sorumlu tuttular. Adam Smith gibi piyasa mekanizmasının “görünmez eli”nin tüm iktisadi-toplumsal hayatı yönlendirebileceğine inanan düşünürler açısından, sistemin içsel nedenlerle krize neden olabileceğine inanmak da pek mümkün değildi zaten. Sistem, onlara göre, eğer müdahale edilmezse, pürüzsüz bir şekilde ilerleyebilirdi.

Ancak daha 19. yy’da bu görüşü tartışmaya açacak gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. Örneğin Amerikalı iktisatçı Wesley Clair Mitchell, 1810–1920 arasındaki 110 yıllık zaman diliminde tam 15 tane ekonomik kriz sayabilmişti. Bu durum, neo-klasik iktisatçıları, ekonomik krizleri açıklamak için “iş çevrimleri” teorisine götürmüştü. Bu yaklaşım, sistemin pürüzsüz bir yolda değil, dalgalanmalarla ilerlediğini kabul etmek anlamına da geliyordu. Ancak kapitalizmi rasyonalize etmek üzerine düşünen bu iktisatçılar için, doğal olarak cereyan eden iş çevrimleri, yani doğal dalgalanmalar, sistemin yine kendi başına aşabileceği süreçlerdi. Daha keskin şoklar ise, sistemin dışındaki nedenlere dayandırılıyordu. İşte sistemi etkileyen büyük krizlerin nedenleri, yine, siyasi kararlardaki yanlışlıklar, savaşlar, tarımsal ürün kıtlıkları gibi nedenlerde aranıyordu. Klasiklerde ve neo-klasiklerde karşımıza çıkan temel bakış açısı, piyasaya müdahale edilmemesi, sistemin kendi kendini her durumda tedavi edeceği varsayımına, yani “görünmez el”e dayanıyordu.

Ekonomik krizleri açıklamaya çalışan teorilerden bir bölümü de, “eksik tüketim” teorileri olarak sınıflandırılabilir. Eksik tüketim teorileri ise, genel olarak sistemin müdahale edilmeden ya da sistem dışı faktörlerle beslenmeden yaşayamayacağı fikrini temel alıyordu. Bu yaklaşımın en bilinen temsilcisi, Keynes’ti. 1929 büyük ekonomik buhranı ardından “görünmez el”e olan inanç azalmaya başladığında, Keynesyen yaklaşım onun yerini aldı. Keynes, sistemin temel problemini efektif talep yetersizliğiyle açıklarken, “makro iktisat”ın temellerini de atıyordu. Efektif talebin kamu harcamaları yoluyla arttırılabileceğini, ortada olan talep açığının bu yolla kapanacağını söylüyordu. Bu, bir anlamda, “Say kanunu”nun, “her arz kendi talebini yaratır” düşüncesinin de reddini ifade ediyordu.

Ancak “eksik-tüketim” yaklaşımının kökeni çok daha eskiye dayanıyordu. Sismondi, Malthus, Hobson, Rosa Lüxemburg gibi, birbirlerinden birçok yönden ayrılabilecek düşünürler, sistemde varolan içsel bir problem olan üretim ve tüketim arasındaki çelişkiye, çok daha önceden başlayarak dikkat çekmişlerdi. Bu düşünürlerin yalnızca vardıkları sonuçlar değil, çıkış noktaları da birbirlerinden farklıydı. Ancak birçok başka değişkene bağlasalar da, öne çıkarttıkları temel problem, eksik-tüketim ya da talep noksanlığıydı.

Eksik tüketim teorilerinin dayandığı noktalar kısaca şöyle özetlenebilir. Kapitalist üretim sürecinde iki çeşit üretim süreci vardır. Birinci çeşit, üreticileri üretim araçları üreten; ikincisi ise, üreticileri tüketim araçları üretenlerdir. Kapitalist yeniden üretim sürecinde, “birinci kısım”, “ikinci kısım”ın üretimi için üretmektedir. “İkinci kısım” ise, toplumun günlük iktisadi ihtiyaçları için üretmektedir. Sistem geliştikçe daha fazla insan yoksullaşmakta; tüketim metalarına olan talep, sürekli olarak, üretim metalarına olan talebin altında kalmaktadır. Bunun sonucu olarak da, satılamayan ürünler oldukça, stoklar artmaktadır. Yeniden üretim süreci bu şekilde sürekli hata vermeye mahkûmdur.

Bu temelde yapılan yorumlar, sorunu tüketim eksikliğine dayandırırken, krizlerin nedenini de bir şekilde “talep yetersizliği”ne bağlamaktaydı. Hobson ve Lüxemburg, bu süreci değerlendirirken, “emperyalizm”i, kapitalistlerin pazar ihtiyaçları üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Sismondi, toplumda küçük burjuva bir tabakanın, talep yetersizliğinin ortadan kaldırılabilmesi için oluşması gerektiğini savunabilmiştir. Ya da Malthus, toprak sahiplerin, bu devrevi fazla ürünü tüketebilecek talebi yaratmakta rolü olduğunu savunabilmiştir. Benzer şekilde “eksik-tüketimi” kapitalizmin krizinin temel nedeni olarak gösterenler için, ‘modern’ sosyalistlerden Baran ve Sweezy’de sayılabilir…

Genel olarak bakıldığında, eksik tüketim teorileri, birçok farklı bakış açısından iktisatçı ya da düşünür için sistemin kriz potansiyelini yaratan etmene ilişkin açıklama olarak kabul görmüştür. Ancak bu yaklaşıma yöneltilebilecek bir soru konunun aydınlanabilmesi açısından faydalı olabilir: “Eksik-tüketim” krizleri, kapitalist yeniden üretim sürecindeki aksaklıkların nedeni midir? Yoksa sonuç mudur?

Bu yaklaşımın en ‘popüler’ temsilcisi Keynes’e geri dönersek, o, eksik-tüketimi açıklarken, sistemin geniş tabakaları yoksullaştıran yönü üzerinde durmaz, efektif talep yetersizliğini de buradan açıklamaz. O toplumu iki sınıf halinde görür: Üreticiler ve tüketiciler. O, insanların tasarruf güdüleri, spekülasyon nedeniyle para talebi gibi kavramlarla ilgilenir. Ancak vardığı sonuç, eksik-tüketimi ortadan kaldırmanın ya da başka bir ifadeyle tam istihdamı sağlamanın dışarıdan müdahaleyle sağlanabileceğidir. Bunun için bir miktar enflasyon da kabul edilebilir. Keynes, sistemde temel bir değişikliğe gidilmeden, bu üretim-tüketim çelişkisine bir ‘çözüm’ üretebilmiştir.

Aslında sistemi krizlere iten süreçte “eksik-tüketim” bir neden olarak ortaya konulduğunda, üretilen çözümlerin çeşitliliği bile bu yaklaşımdaki çelişkiyi de ortaya koymaktadır. Marx’a göre, –ki o da kapitalist birikim sürecinde yaşanan üretim-tüketim çelişkisini de kapsamlı şekilde işaret etmiştir–, “Kapitalist üretimin gerçek bariyeri kapitalin yani sermayenin kendisidir…”

 

ARTI-DEĞER VE KÂR HADLERİNİN AZALMA EĞİLİMİ

Bilindiği gibi, Kapitalist toplumun üretim ilişkilerinin; oluşması, gelişmesi ve çöküşü içinde tahlili Marx’ın Kapital’inin ana içeriğini oluşturur… Burada artı-değer sistemin temel yasasını ifade eder… Kapitalist açısından kârı belirleyen temel faktör de artı-değerdir… Artı-değer; ücretli işçinin işgücünün, (gerekli) emeğinin ötesinde yarattığı ve kapitalistin karşılıksız olarak el koyduğu değerdir, yani işçinin ödenmeyen emeğinin sonucudur. Kapitalistin artı-değeri arttırması için de iki yol vardır. Birinci yol, çalışma ücreti sabitken iş günü süresini arttırmak ki, bu, mutlak artı-değer artışı sağlar. İkinci yol ise, aynı süre içinde iş gücünün verimliliğini arttırmak ve bu yolla işçi için ayırdığı ücret fonu sabitken daha fazla ürün elde etmektir. Buna “nispi artı-değer artışı” denilmektedir…

Kapitalistler arası rekabetin bir sonucu olarak, özellikle günlük iş süresinin ortalama bir sınırı olduğu düşünüldüğünde, nispi artı-değer yöntemi, kârı arttırmaya çalışmak için en önemli araç haline gelir. Bu, yeni üretim tekniklerinin geliştirilmesi, iş gücünün daha verimli hale getirilmesi sorunudur. Bunun yanında teknolojik gelişme ve bu alanda rekabet, değişmeyen sermaye stoğunun artmasına da neden olur. Ücret fonu, yani sermayenin değişen kısmı ise, artı değerin esas kaynağını oluşturur. Nispi artı-değer artışı, doğal seyrinde, sermayenin değişmeyen kısmının değişen kısmına oranını sürekli olarak artırdığından, bir başka deyişle “sermayenin organik bileşimi”ni arttırdığından, kâr haddini belirleyen formülde (artı değer/değişen sermaye+değişmeyen sermaye) pay kısmı artar, dolayısıyla kâr hadleri devamlı olarak azalma eğilimi gösterir.

“Kapitalist üretim sürecinin gerçek bariyerinin kapitalin kendisi olması”nın temel nedeni de budur. Bunun sonucu olarak, kapitalist, pazar içinde diğer kapitalistlerle yaptığı rekabette sürekli olarak değişmeyen sermaye stoğunu arttırmak zorunda olacağından, kâr hadleri de sürekli olarak azalma eğilimi gösterecektir. Marx’ın Kapital’in üçüncü cildindeki ifadesiyle, “Emeğin verimliliğindeki artış kendini sermayenin azalan kârlılığında açıkça gösterir.” Sistemin iç çelişkisinin temeli de budur.

Tabii ki kapitalist üretimin anarşik yapısı, pazar sorununu daimi kılmaktadır. Ancak sorunu eksik-tüketimle açıklamak, olaya dar bir bakış geliştirmek olacaktır. Bu “açıklama”nın, kapitalist üretim ilişkilerinin temel konusu olan pazar için üretimi de gizleyen bir yanı olacaktır. Burada sistemin bu çelişkisini ifade etmenin doğru ifadesi “aşırı üretim” kavramı olabilir. Eksik-tüketim yerine aşırı-üretim demek, bizi, sermayenin dolaşım sürecinde karşılaşılan sorunu doğru bir nedensellik ilişkisiyle tanımlamaya yaklaştırır. Bunun bir diğer önemli nedeni de, kapitalist yeniden üretim sürecinde belirleyici olanın tüketimden önce üretim olmasıdır. Daha önce ifade edildiği gibi, kapitalist sistemde tüketim, üretim için bir neden değil, ancak kâr kütlesinin arttırılması için gerçekleştirilen üretimin bir sonucudur.

Sermayenin organik bileşiminin kapitalistler arası rekabet sürecinde sürekli artış göstermesi, buna bağlı olarak kâr hadlerinin azalma eğilimi, dolayısıyla kâr kütlesinin arttırılması için kapitalistlerin üretimi ve artı-değer sömürüsünü arttırma eğilimi, verimlilik artışı için teknoloji artışı ve emeğin yoğunlaşması, sermayenin rekabet sürecinde merkezileşmesi; emekçi sınıfları yoksullaştıran, üretimi tüketimden her durumda fazla kılan faktörlerdir.

Evet, krizleri açıklamak için birçok değişken ve nedensellik iç içedir. Ancak temelde krizleri anlamak için öne çıkarılacak iki temel nokta vardır. Birincisi kâr hadlerinin süreklilik arz eden azalma eğilimi, ikincisi ise, bunun sonucu olarak gerçekleşen aşırı-üretim ve yarattığı bunalımlar… Bir başka ifadeyle, krizleri anlamak için, önce üretim sürecine ve onun iç çelişkilere bakmak ve ancak buradan sermayenin dolaşım sürecinde yaşanan dalgalanmaları ve bunalım evrelerini açıklamaya çalışmak doğru bir yöntem olabilir.

 

KRİZLERİN AMBALAJLARI VE KRİZDE NE YAPMALI?

Dünya finans piyasalarında 2007 Temmuz’undan bu yana süregelen çalkantılar ve kriz tartışmalarının, yukarıda oluşturulan çerçevenin bugünü anlamak ve ona dair emek cephesinden politika üretmek açısından önemli bir işlevi var. Çünkü kriz sistemin temel çelişkilerinin gün yüzüne çıkması için fırsatlar yaratırken, aynı şekilde sistemin kendini yenileyebilmesi için de olanaklar yaratır.

Popüler günlük ekonomi tartışmalarında, krizler, onları yaratan asıl nedenleri gizleyecek ön adlar alarak tanımlanıyor. Krizler; petrol krizi, kredi krizi, mortgage krizi, bankacılık krizi gibi isimlerle adlandırılıyor, birbirinden ayrılıyor. Burjuvazi tarafından, sanki yaşanan her bir kriz diğerinden farklı ve bağımsızmış gibi, farklı nedenler ortaya atılarak açıklanmaya çalışılıyor. Çoğunlukla, krize neden olan “alt yapı” ilişkilerinin perdelenmesi için, “üst yapı” kurumlarında yaşanan çelişkiler öne çıkarılıyor. Kimi zaman Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a anayasa kitapçığı fırlatması, kimi zaman da iktidar partisine açılan kapatma davası kimi çevrelerce ekonomik sorunun nedeni olarak gösteriliyor. Konu suya sabuna dokunmadan atlatılmaya, temel çelişkiler göz ardı edilmeye çalışılıyor. Ve bu, egemenler açısından çok doğal… Bu nedenle, her nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, krizin; sistemin doğal bir parçası, sonucu ve devamlılığını sağlayan bir aracı olduğunu anlamak ve her seferinde tekrar tekrar anlatmak önem kazanıyor ve belki de bu iş, “kriz döneminde ne yapılmalı” sorusunun da verilmesi gereken ilk cevaplarından birini oluşturuyor. Ancak bu şekilde, burjuva ideologları tarafından farklı ambalajlarla pazarlanan ve “hepimiz aynı gemideyiz” yalanına hizmet eden “kriz görüntüleri”ne karşı gerçek nedenleri ve çözümleri tartışabilir ve tartıştırabiliriz.

İçinden geçmekte olduğumuz krizde de, sistemin sebep olduğu tüm önceki krizlerde olduğu gibi, geçerli üretim ilişkileri içinde uzlaşmaz karşıtlar durumundaki iki sınıfın yapacağı hamleler belirleyici olacak. İşçi sınıfının (ve emekçilerin) örgütlülük düzeyi, talepleri ve vereceği mücadele faturayı kimin ödeyeceğini belirleyecek. Burjuvazi mi, yoksa emekçiler ve toplumun diğer yoksul kesimleri mi?

Türkiye açısından durum biraz daha derinlemesine incelendiğinde, özellikle “dünyayı saran kriz dalgasının Türkiye’yi etkilemeyeceği” propagandasının hükümet tarafından yaygın olarak kullanıldığını görebiliyoruz. Dünya ekonomisinin dörtte birini oluşturan ABD’nin ciddi bir ekonomik durgunluğa girdiği bir dönemde tüm dünya bundan etkilenirken Türkiye’nin etkilenmeyeceği fikrinin ne kadar inandırıcı olduğu ortadayken, amaçlananın, Türkiye ekonomisinin “cari açık” probleminin ötelenmesi için çok önemli olan sıcak para “beklentileri”ni olumlu tutmaya çalışmaktan ibaret olduğunu anlamak da kolay oluyor. Bu, gerçek dışı “kriz bize uğramaz” söyleminin gerisinde, Türkiye’de kriz döneminde bütün olarak sermayenin Hazine ve devletin üstünden krizin yükünü emekçilerin üzerine yıkma amacı ve tutumu bulunuyor.

Bu açıdan bakıldığında, sermayenin şu önlemleri alacağını ve daha önce yapmaya cesaret edemediği bir gözü karalıkla davranacağını söylemek kehanet olamaz:

— Koşullar ne olursa olsun dış kredi bulmak,

— Halen elde kalan kamu kuruluşlarını, ucuz pahalı demeden satıp savmak,

— Sağlık, eğitim, enerji, yerel yönetim hizmetlerinin piyasalaştırılması ve bunların paralı hale getirilmesinin tamamlanması,

— Sosyal güvenlik kurumlarının birleştirilmesiyle daha büyük miktara ulaşan fonun ucuz kredi olarak patronların kullanımına açılması için gerekli düzenlemelerin yapılması,

— İşsizlik fonunda birikmiş olan 32 katrilyonu aşan meblağın patronlara “hortumlatılması”,

— İşletmelerin işçi maliyetlerinin düşürülmesi adı altında; sermayeye sağlanacak kolaylıkların yanında, ücretlerin daha hızlı düşürülmesi, esnek çalışmanın, taşeron çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması, çalışma saatlerinde keyfiyetin arttırılması, iş yasası ve işçi sağlığı ve iş güvenliği yasalarının dinlenmemesi, sendikalı çalışmanın giderek ortadan kaldırılması

— Başlıca tüketim maddelerine zamlar, KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin artırılması türünden pek çok önlem alınarak, krizin yükünü halka yıkmaya çalışacaklarını biliyoruz.

Yukarıda özetlenen burjuva talepler, bu süreçte sermayenin krizden çıkmak için faturayı emekçilere ödetme yollarını gösteriyor. Bunun karşısında, emekçilerin ne yapacağını da, ortaya atacakları ve etrafında birleşip uğruna mücadele edecekleri talepleri sahiplenme ve örgütlenme düzeyleri belirleyecek. Ayrıca emekçilerin faturayı ödememek için verecekleri mücadele, krizin egemenler içerisinde yaratacağı çatışma ve çelişkilerden yararlanarak, emek cephesinin yeni mevziler kazanmasını da sağlayabilir. Bu noktada, egemen güçlerin kendi aralarında yaşamaları muhtemel çelişkileri açmak açısından, içinden geçmekte olduğumuz kriz sürecinin önceki on beş yıllık süreçte yaşanan krizlerden ayrıldığı önemli bir kaç noktayı vurgulamak faydalı olabilir.

1970’lerde başlayan, kâr hadlerinin ciddi boyutta azalması sonucu gerçekleşen ve tüm dünyayı etkileyen kriz sürecinden çıkış için finans piyasalarının geliştirilmesi, üretilen çözümlerden yalnızca bir tanesiydi. Böylece, üretimde yeterli getiriyi elde edemeyen sermaye, kendine yeni kâr olanakları bulmuştu. Bu dönemde Latin Amerika’ya yağan petro-dolarlar, 1980’lerde bu ülkeleri ağır bir borç krizine sürükledi. Aynı yıllarda, Dünya Bankası ve IMF, benzer durumdaki ülkelere, “yapısal reformlar”la sermaye piyasalarını serbestleştirmelerini dayatıyordu. Zincirlerinden kurtulmuş bu finansal sermaye, az gelişmiş ülkelere giriyor ve ciddi arbitraj geliri elde ediyordu. Yaşanan ani sermaye giriş çıkışlarının doğal sonucu da, azgelişmiş ülkelerde kronikleşen finans krizleri oluyordu. ’90’lar bu şekilde geçildi. Tabii yaşanan krizleri açıklarken de, bu azgelişmiş ülkelerdeki hükümetler sorumlu tutuldu. Azgelişmiş ülkelere finans piyasalarının denetim mekanizmalarını arttıracak reçeteler pazarlandı. Şimdi ise, bu reçeteleri pazarlayan ülkelerin, başta ABD’nin yaşadığı kriz, kendi finans kurumlarının ne kadar denetlenebildiğinin göstergesi… Yani “kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi” sözünü hatırlatan traji-komik bir durumla karşı karşıyayız. Önerilen politikalarla gerçekleşen durumlar arasındaki kolayca görülebilen tutarsızlık, özellikle sermayenin kendi iç çelişkilerinin derinliğinin anlaşılması açısından sadece basit bir örnek. Eğer bu “sermayenin kendi iç çelişkileri” emek cephesi açısından değerlendirilebilirse, yukarıda ifade edilen yeni mevzilere ulaşılabilir ve hatta devrimci bir atılım gerçekleştirilebilir.

Bu noktada emekçilerin talepleri, hem sahip oldukları hakları gaspettirmemek, hem de içinde bulunulan sürecin sağlayacağı fırsatları değerlendirmek üzerine olmalıdır. Bu amaçla, işçiler ve emekçiler başlıca şu talepleri savunarak, krizin yükünden kendilerini koruyabilirler:

—Dış ve iç borç ödemelerinin durdurulması,

—Eğitimden sağlığa, yerel yönetim hizmetlerinden ulaşıma, kazanılmış tüm hakların korunması,

—Ücretlerin aşağı çekilmesine ve TİS’lerin kriz gerekçesiyle oldubittiye getirilmesine izin vermemek,

—Açlık sınırı altındaki gelirlerin, devlet desteğiyle en az bu sınıra tamamlanması,

—Özelleştirmeye karşı mücadele,

—Taşeron sistemine son verilmesi,

—Emekçilerin birikimlerinin (emeklilik, sağlık ve işsizlik fonları gibi) patronlara kredi olarak aktarılmasına, gerekçesi ne olursa olsun, izin vermemek,

—Kıdem tazminatı yağmasının önlenmesi,

—Sendikaların örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması,

—Kamuda sözleşmeli personel uygulaması ve performansa göre ücret temelli uygulamalara son verilmesi,

—Köylülüğün gübre, mazot, tohumluk bakımından desteklenmesi ve desteğin doğrudan üretici köylüye yapılması,

—Köylülüğün tarım tekellerinin baskısından kurtulması için gereken önlemlerin alınması

— Eğitim, sağlık ve tüm diğer kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması girişimlerine son verilmesi ve bu hizmetlerin parasız verilmesi

—İş saatlerinin kısaltılması ve ücretlerin insanca yaşamaya yetecek bir düzeye getirilmesi, sigortasız çalışmaya son verilmesi,

—Esnek çalışmaya son verilmesi,

—IMF-TÜSİAD programına, halk için ekonomi programıyla karşı çıkılması,

—Kentlerimizi rant alanı olarak gören ‘kentsel dönüşüm’ projelerine son verilmesi ve halkın sağlıklı konutlarda yaşaması için gerekli bir barınma programı geliştirilmesi,

—SSGSS Yasası’nın iptal edilmesi ve herkese sağlık, herkese emeklilik sağlayan ve masrafların Hazine’den karşılandığı bir emeklilik ve sağlık sistemi getirilmesi.

Bu talep listesi mutlaka uzatılabilir. Ve muhakkak ki, kriz döneminde emekçilerin taleplerini şekillendirecek ve tabii ki bazılarını diğerlerinin önüne çıkaracak olan mücadelenin kendisi ve yaşananlar olacaktır. Ancak emek güçlerinin esas alması gereken hedef; “sağcı olmak” ya da “solcu olmak” gibi bir kimlik üzerinden değil, talepler doğrultusunda mücadelenin örülmesidir. Krizin faturasını sahiplerine ödetebilmek için yapılması gereken, yukarıda sıralanan taleplerle toplumun en geniş emekçi kesimlerini mücadeleye çağırmak ve bu mücadeleyi örgütlemektir.

 

 

* Bu metin, Emek Araştırmaları Merkezi Girişimi tarafından 29-30 Mart 2008 tarihleri arasında düzenlenen “Ka­pi­ta­lizm, Kriz; Ola­sı­lık­lar ve Ola­nak­lar” isimli sempozyumda sunulmuştur.

Sermayenin saldırıları, işçi hareketi ve sendikalar

 

Uluslararası Sendikal Dayanışma Konferansı’nın ilk toplantısının üzerinden 9 yıl geçti. Bu dönem zarfında, uluslar arası sermaye cephesinin işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırıları derinleşerek ve kapsamını genişleterek devam etti. Saldırılar ileri kapitalist ülkelerle, geri bağımlı ülkeler, ya da tek, tek ülkelerde farklılıklar gösterse de özü itibariyle aynı içerik ve kapsamda ifade edilebilecek özellikler taşımaktadır.

Saldırıların tarihsel bakımdan nerelerden beslenerek, güç alarak yoğunlaştığının üzerinde uzun uzadıya durmanın bizlere yeni bir şey katmayacağı ortadadır. Bu yüzden asıl tartışmamız gereken; saldırıların günümüzde aldığı biçimlerin neler olduğu, bu saldırıların işçi hareketi ve sendikal harekette ne gibi gelişmelere yol açtığıdır. Günümüzde bu saldırılar esnek çalışma, özelleştirmeler, sosyal haklarda kısıtlamalar başta olmak üzere çeşitli biçimlerde sürmektedir. Bunların sonucu, ücretlerin hızla aşağı düşmesi, çalışma yaşamının kuralsızlaştırılması (çalışma sürelerinin uzatılması, telafi çalışması vb. uygulamalar), yeni istihdam biçimlerinin (taşeron, sözleşmeli, gündelikçi) ortaya çıkması, eğitim ve sağlığın paralı hale gelmesi, emeklilik yaşının yükselmesi, sosyal güvenlik kurumlarının dağıtılması, ya da işlevsizleştirilmesi olmuştur.

Bu gelişmelerin başlıca görünümleri şunlar olmuştur:

 

1-) Esnek çalışma yaygınlaşması ücretlerin düşürülmesi noktasında çok büyük bir baskı oluşturmakta; bunun sonucunda işçilerin yaşam koşulları her gün daha çok kötüleşmektedir. Taşeron işçilik, kiralık işçilik gibi uygulamalar, yalnızca geri ve bağımlı ülkelerde değil ileri kapitalist ülkelerde de hızla yaygınlaşmaktadır. Almanya’da bu tür işlerde çalışanların sayısı 12- 13 milyon civarındayken; İngiltere ve Hollanda başta olmak üzere pek çok ülkede işçilerin %50’si bu tür işlerde çalışmaktadır. İşçiler tam gün çalışmalarına karşın, aldıkları ücret geçinmelerine yetmemekte, yoksulluk sınırının altında bir yaşama itilmektedir. İleri kapitalist ülkelerde ücretleri baskılayan bir başka faktör de, kapitalist tekellerin işletmelerini ücretlerin düşük, çalışma koşullarında tam bir kuralsızlığın hüküm sürdüğü geri, bağımlı ülkelere taşıyacakları tehdididir.* İşçi sınıfı ve sendikal hareket, taşeron sisteminin ve yeni istihdam biçimlerinin yarattığı sorunlarla da yüzyüzedir. Taşeron, sözleşmeli, ya da kiralık işçi statüsünde çalışan işçilerin sayısının sendikalı işçileri geçtiği işyerlerinin sayısı her gün artmaktadır. Bu durum grev silahını kullanmayı güçleştirmekte, işçilerin birliğine ve hak arayışlarına büyük zararlar vermektedir. Esnek çalışmanın yaygınlaşması, kadın ve çocuk emeğinin sömürüsünü artırmış, yetişkin işçilerle çocuk işçiler, erkek işçilerle kadın işçiler arsındaki rekabeti daha artıran bir etken olarak rol oynamıştır. Bu gelişme karşısında yeni örgütlenme stratejileri ve mücadele biçimleri geliştirmek zorunluluğu açıkça ortaya çıkmıştır. Organize Sanayi Bölgeleri (OSB)’lerde sektör ayrımı yapılmaksızın tüm patronlar tek bir işyerinde başlayan grev ve direnişi bastırmak için birlikte hareket etmektedirler. Bu koşullarda OSB’de çalışan işçilerin en azından ana gövdesinin desteğini alabilecek, bütün sitenin bir te işyeriymiş gibi kabul edildiği, işyerlerinin ve işkollarının ayırımların tali hale geldiği bir örgütlenme anlayışı önem kazanmıştır. Patronların ortak saldırısının işçilerin ortak mücadelesiyle kırılabileceği bugün çok daha açık  biçimde görülmektedir.

 

2-) İşsizlik kapitalizmin her zaman, her döneminde “yol arkadaşı” olmuştur ama, son çeyrek yüzyılda işsizlik, sadece ekonomin daraldığı dönemlerde değil nispeten geliştiği dönemlerde de artan ve kronikleşen bir sorun olmuştur. Kapitalistler bundan, ücretlerin ve işçilerin daha iyi çalışma koşulları için verdikleri mücadeleyi baskılamak için kullanmışlardır. Bugün de en gelişmiş kapitalist ülkeler dahil tüm kapitalist dünyada işsizlik sadece işçi sınıfı mücadelesin baskılanmasın değil, aynı zamanda kapitalistlerin çözemediği, onların da ayağına dolanan bir sorun olarak büyümektedir. Bilim ve teknolojideki gelişmeler sömürün artırılması için olduğu kadar işsizliği artıran bir etken olarak da kullanılmakta, hatta kapitalistler işsizlikten gelişmiş teknolojileri sorumlu olarak göstermektedirler. Oysa gerçekte kar ve daha çok kar hırsı işsizliği artırmakta, yoksulluğu derinleştirmektedir. İşsizlik ücretlerin aşağı çekilmesi, çalışma sürelerinin uzatılması, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi için sermayenin elinde bir silah olarak işlemektedir. Oysa çalışma sürelerinin kısaltılması ve iş yoğunluğunun azaltılması, yani işçilerin çalışma ve yaşama koşulların iyileştirilmesi  aynı zamanda işsizliğe karşı mücadelenin önemli dayanaklarından biridir. Burada en önemli sorunlardan birisi de sendikaların işsiz yığınları sınıfın bir parçası olarak görmesidir. Dahası işsizliğe karşı mücadeleyi sendikaların, çalışan işçilerin de gündemine getirmesi ve mücadele taktiği içinde işsizliğe karşı mücadeleyi temel çıkış noktalarından birisi yapmasıdır. Kadın çocuk emeği ile yetişkin işçilerin arasındaki rekabeti önlemek; kadın ve çocuklar için kazanılmış hakların korunması ve “eşit işe eşit ücret” şiarını sendikaların yeniden hatırlanması, mücadelenin ilerlemesinde  son derece önemlidir.

 

3-) Son çeyrek yüzyıl içinde, “küreselleşme politikaları” denilen politikalar yayıldıkça, işçilerin ekonomik büyümeden (refahtan) pay aldıkları dönem de sona ermiş; işçi sınıfı sadece kapitalist sınıfa göre “nispeten” değil aynı zamanda gerçek anlamda da yoksullaşan bir sınıf olmaya başlamıştır.

 

4-) Kapitalist sistem ayakta kalmak için bir yandan esnek çalışmanın yaygınlaştırılması üstünden canlı emek sömürüsünü yoğunlaştırıp alanını genişletirken öte yandan da emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeyi, emekçilerin sosyal güvenlik, sağılık, işsizlik fonu gibi fonlarını yağmalamaya olağanlaştırmıştır. Özelleştirme, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, yerel yönetim hizmetleri gibi kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, sömürüyü. sınıfın ve halkın birikimlerinin, ülkeni yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanmasının yöntemleri olarak da devreye sokulmuştur.

 

5-) 1950’li, ‘60’lı, ‘70’li yılların kapitalistlerle, kapitalizmin hayatiyetine yönelen mücadeleci sendikacılıktan vazgeçme karşılığı olarak refahtan pay alma, kırıntılardan yaralanma üstünden “sosyal anlaşma” yapan uzlaşmacı sendikacılığı, ‘80’lerden itibaren tedricen, kapitalistlerin bu büyük uzlaşmayı bozduğun kabul etmek istemediği için de işlevsizleşmiş, güç ve itibar yitimine uğramıştır. Dün, kapitalizmle uzlaşma temlinde işçilerin yaşamlarını iyileştirmekle sınırlı sendikacılık az çok bir işleve sahipken, son çeyrek yüzyılda giderek anlamını yitirmiştir. Dünün dev sendikaları çözülmeye başlamış, üye ve güç yitimi sürecine girmişlerdir. Şimdi, bu anlayış bile kapitalistler ve onların ideologları tarafından “tehlikeli”, “19. yüzyılın ücret sendikacılığını savunan”, “sorun çıkaran” bir sendikacılık olarak dışlanmakta, bunun yerine “diyalogcu sendikacılık” adını verdikleri ve işi gücü masa başında sorunların çözüm için patronlarla birlikte “projeler üretmek” olan sefil bir “sendikacılık anlayışı” yaygınlaştırılmak istenmektedir.

 

6-) Bütün bu gelişmelerin temelinde; işletmelerde işçilerin arasına rekabetin sokulması vardır. Aynı makine başında çalışan bir işçinin ötekiyle, üretim sürecinde önce olanın sonra olanla rekabete zorlanması sınıfın birliğini tahrip eden bir etken olmuş; sendikaların daha tarih sahnesine çıktığı andan itibaren varlık nedeni olan işçiler arasındaki rekabete son verme özelliği ortadan kaldırılarak, sendikaların varlık nedeni, “meşruiyeti” tartışılır hale getirilmiştir. Buna patronların birbiriyle ve ülkelerin birbiriyle rekabetini işçilerin birbiriyle rekabeti üstünden gerçekleştirilmesi günümüz kapitalizminin vazgeçemeyeceği bir “gelişme”dir. Sınıflar mücadelesi tarihi bize sendikalardan vazgeçilmeyeceğini göstermektedir. Bunu için de; sınıfın bugünkü gündemin en önemli maddesi sendikaların yeniden inşasıdır. Ama burada yeniden inşadan anlamamız gereken sendikaların yıkılıp yeniden kurulması ya da mevcut sendikaların dışına çıkılarak yeni sendikalar kurulması değil; mevcut sendikaların dönüştürülmesidir. Bu dönüşüm bir yandan genç işçilerin sendikaların çatısı altında örgütlenmesi ve sınıfın ana kitlesini mücadeleye çekmeyi esas alan bir sendikacılık anlayışının adım adım inşa edilmesi, sendikaların içinin bu mücadeleci ruhla doldurulmasıdır. Ancak böylece sendikalar işçiler arasında rekabete son verip, sendikaların yeniden ayakları üstüne dikip, işçi sınıfının mücadelesin gerçek dayanakları durumuna getirilebilirler. Konferansımız mücadelenin bu sorununa dikkat çekmesi son derece önemli olacaktır.

 

*          *          *

Sermaye ve burjuvazinin işçi sınıfına yönelik saldırılarından biri de, işçi sınıfının en önemli tarihsel kazanımlarından olan çalışma süreleriyle ilgilidir. Özellikle geri ve bağımlı ülkelerde işçiler günde 12-13 saat çalışmaya zorlanmaktadır. İşçilerin 1 Mayıs’a ebelik eden koşulları anlatmak için haykırdıkları “gün ışığını görmek istiyoruz” çığlıkları 122 yıl sonra yeniden fabrikalardan ve işyerlerinden yükselmektedir. Kayıt dışı çalışma çoğu sektörlerde %50 boyutlara ulaşmış durumdadır. Ücretsiz izin, telafi çalışması patronların sık, sık başvurdukları uygulamalardandır.

Yaklaşan ekonomik krizin yüklerini işçi ve emekçilerin sırtına yıkmak için ücretlerin daha fazla baskılanmasının yanında, sermayenin esnek çalışma biçimlerine daha fazla sarılacağı ortadadır. İşçi sınıfının sermayenin bu saldırısı karşısında en önemli direnç noktalarından birisi günlük ve haftalık çalışma sürelerinin savunulması olacaktır. Birçok yönünden bozulmuş, delinmiş olsa da; hemen bütün ülkelerde,  kiminde biraz altında, kiminde nispeten üstünde olmak üzere, (7,5) sekiz (8,5-9) saatlik ve 5 günlük iş günü ve haftası vardır ve bu insanlığın ve emekçinin bilincinde meşru bir temel haktır. Bu yüzdendir ki, konferansımızın, sermaye ve burjuvazinin bütün demagojilerini bir tarafa iterek, ama somut olgulara dayandırarak 7 saatlik işgünü ve 5 günlük haftalık çalışmayı savunmayı gündemine alarak değerlendirmesi ve bir karara bağlaması oldukça önemlidir. Yine bu çerçevede kadınların çalışma koşulların düzeltilmesinin ayrıca ele alınması, bu alandaki hakların savunulmasında ısrar, eğitim yaşındaki çocukların çalışmasının yasaklanması gibi önlemler sınıfın çalıma koşulların iyileştirilmesi mücadelesin özel yönleridir. Burada ücretlerin genel düzeyinin düşürülmesi ve yoksulluğun artması ile iş saatlerinin azaltılması (kadınların ve çocukların kölelik koşullarına razı edilmesi) arasında bir çelişki vardır. Çünkü giderek düşen ücretlerin işçiyi daha çok çalışarak geçim koşulların iyileştirmeye zorlamaktadır. Bu yüzden de iş saatlerinin kısaltılması talebi, kadın ve çocuklar için özel talepler ancak ücretlerin yükseltilmesi, alınacak önlemlerin işçilerin ücretlerinin azaltılmasını önleyen taleplerle desteklenmesiyle anlam kazanmaktadır.

*          *          *

Sermayenin bu dönem ki saldırıları burada ortaya koyulanlarla sınırlı değildir. Ancak, bir bölümü burada aktarılan bu saldırıların yukarıda ifade edildiği gibi, işçi ve emekçileri güvenli bir gelecekten mahrum bırakan, çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştiren, açlık ve yoksulluğu direnleştiren , işçilerin örgütlenme ve direniş merkezleri olan sendikaları zayıflatan sonuçlar doğurduğu ortadadır.

Ancak saldırılar olduğu gibi, tepki ve mücadeleler de kuşkusuz her ülkede kendine özgü yollar izliyor. Fransa, İtalya gibi ülkelerdeki önceki dönem zıtlaşmalarının yeni hareketlenmeler için temel oluşturacağı yadsınamaz. Almanya’da uç veren bir gelişme ise, önemli ve tabii ki önce tüm Avrupa’da yayılmaya aday görünüyor. Ücretlerin hızlı düşüşünün, düşük ücretli işlerin, düpedüz dolandırıcılık haline gelen taşeron ve kiralık işçiliğin ulaştığı boyutların yarattığı tedirginlik, hoşnutsuzluk ve “nereye gidiyoruz” anlamındaki tepki hızla yayılmaktadır. Söz edilen şey, sadece ve esas olarak toplusözleşme ve grevlerdeki direncin artması değil; kiralık işçilik, taşeronluk ve düşük ücretli işlerdeki hızlı artışa karşı tepkinin, “rekabet gücü” şantajının yanında, bu işlerden ve ücret düşüşlerinden en az etkilenen görece yüksek ücretli sendikalı işçi kitlesi arasında da genişleyen hoşnutsuzluk, tedirginliklere yol açmaya başlamasıdır.

Öte yandan, sendikalar açısından işçi sınıfının bileşimindeki gelişmeler de önemli. Gerek geri ve gerekse gelişmiş ülkelerde eğitim, sağlık gibi kamu işlerinin piyasaya açılması sonucu, kamu çalışanının eskisine göre daha büyük bir kitle olarak işçiler arasına katılması (proleterleşme sürecin hızlanması); kapitalizmin son otuz yılda, özellikle de son on beş yılda esas olarak geri ve bağımlı ülkelerde çok hızlı bir yaygınlaşma göstermesi ve köylülüğün eski ve yeni bütün kategorilerindeki yıkımın çok büyük boyutlar alması, işçi sınıflarının mülksüz işsiz kitleleriyle birlikte görülmemiş bir hız ve hacimde büyümesine yol açmıştır.

Sınıfın hızla büyüyen kitlesi, örgütlenme isteğini yaygınlaşmasına karşın, istisnai durumlar dışında, sendikalar küçülmekte, etkileri giderek azalmaktadır. Çünkü onlar sınıfın ihtiyacına yanıt vermedikleri gibi, mevcut koşullarda örgütlenme ve yığınları mücadeleye çekecek yetenekten yoksundurlar.

 

*          *          *

Tüm bu olgulardan, sendikal örgütlenme açısından çıkan şudur:  İstisnalar bir yana, sendikalar mevcut halleriyle hareketi örgütleyemeyecekleri gibi, bir yere de varamazlar. O halde yapılması gereken nedir? İlkin şudur: Sendikaları işçi örgütleri olarak dönüştürmek ve sınıf örgütü olarak birleştirmek isteyen güçler; mücadele örgütleri olarak ilk kuruldukları dönemleri irdelemek ve onları o dönemden esin alarak, ama bugüne uydurarak dönüştürme ve birleştirmeyi öngören bir çizgiyle hareket etmek zorundadırlar. Sendikalar, işyerlerinde örgütlenmişlerdi; ama salt sözleşme örgütleri değillerdi, kendilerini bürolara, hatta işyerlerine hapsetmiyorlardı. Onların örgütlenmesi, işçilerin bütün toplumsal ve kültürel yaşamını kucaklıyor işyerlerinden semt ve mahallelere, gençlik, spor ve kültür örgütlerine, her yere, işçi yaşamını her alanına uzanıyordu. Sermayeye karşı mücadelenin bir yönü olarak, sigorta sandıkları ve kooperatifler kurma ve işçilerin bütün yaşamını kucaklama, bütün gereksinimleri için mücadele etme sendikaların kolektif deneyimleri içindeydiler.

Bu açıdan bakıldığında, yapılması gerekenler daha belirgindir: Sendikalar kaçınılmaz olarak, bürolardan çıkacak, işyerleri örgütlerini canlandıracak, genişletecek, oralardan semt ve mahallelere uzanacak, oraları kucaklayacak ve yukarıdaki türden ortak işçi, emekçi dert, sorun, ihtiyaç ve taleplerini her alanda mücadele konusu haline getirecek bir çizgi izleyecektir. Sendikal demokrasi denilen şey esasta budur; demokrasiyi, işçilerle canlı bağlara dayandırma ve örgütün bizzat onlarca yönetilmesine girişme; güvence buradadır.

 

*          *          *

Kapitalist sistemin yeni bir krizinin ayak seslerini duyulduğu günümüzde, işçi ve emekçiler geleceğe güvenle bakmak için yeterince nedene sahiptir. Dünyamızın son 25 yılını biçimlendiren “neo liberal politikalar” çökmüş, kapitalizmin insanlığa açlık ve yoksulluktan, ölüm ve acılardan başka bir şey sunamayacağı bir kere daha olgularla açığa çıkmıştır. Koşullar işçi sınınfı mücadelesinin ve sendikal hareketin mücadeleci temelde ileriye bir dönüş yapabilmesi için son derece uygundur. 4.sü düzenlenen uluslararası konferans başta olmak üzere ortak çabalarımız bu dönüşümün gerçekleşmesine hizmet edecektir.

 

 

 

* Ancak, belirtmeliyiz ki bu durum yalnızca ileri kapitalist ülkelerle de sınırlı olmayıp, sermayenin genel bir eğilimi ve yaklaşımı halini almıştır.

Türkiye’de hükümet ülkeyi “ucuz işçi cenneti” olarak uluslar arası kapitalist tekellere pazarlayıp, “gelin yatırımlarınızı Türkiye’de yapın, ya da işletmelerinizi taşıyın” derken, Türkiye burjuvazisi ve büyük patronlar işçileri işletmelerini başka ülkelere taşımakla tehdit etmektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑