Kapitalizm, Kriz; Olasılıklar ve Olanaklar, Krizin faturasını sahiplerine ödetmek

 

       Bugün üniversitelerde okutulan hemen her çeşit iktisat ders kitabı bilindik şu tanımla başlar: “İktisat, sınırsız insan ihtiyaçlarının, kıt kaynaklarla karşılanmasıdır”. Bu cümle, daha başlangıçta, iki yönden neo-klasik iktisat anlayışının ideolojik temellerini göstermesi açısından çarpıcıdır. Neo-klasik teori, öncelikle insan ihtiyaçları sınırsız olarak tanımlarken, insanı bencil ve doymaz bir varlık olarak anlamlandırır. Burada, kapitalizmin sınırsız aç gözlülüğü insan doğasına atfedilir. Böylece gezegeni çılgınca yağmalamak da, doğal, insan doğasına uygun bir davranış biçimi olarak gösterilebilir. Bunun yanı sıra tanımdaki “kaynakların sınırlı olduğu varsayımı” da, “üretici güçlerin” gelişimini perdeleyen ve yok sayan, yine insana ve onun yaratıcı, gelişmeye açık yönüne olan güvensizliğin temel bir belirtisidir. Bugün iktisat alanında egemen olan bu yerleşik, iktisatla politikayı birbirinden ayırma iddiası taşıyan neo-klasik anlayış, sadece bu tanımlamayla, ‘iktisat bilimi’ne ne kadar politik bir noktadan yaklaştığını dışa vururken, insan ve onun bireysel ve toplumsal gelişimine ne kadar güvensiz olduğunu da gösterir.

Kapitalizmin tüm kurumları da, yukarıda ifade edilen tanımın bir parçası olarak, insanın bu “metafizik” doğasının bir sonucu olarak bu bencilliği ödüllendirmek üzere oluşturulur. İnsanın kendini gerçekleştirme yolu mülk edinme süreci olarak tanımlanırken, bu doğrultuda özel mülkiyet kutsal sayılır. Yaş ilerledikçe yaşanacak amaçsızlık duygusu ise, veraset kurumuyla, mülkün sonraki kuşaklara aktarılması vasıtasıyla bertaraf edilmeye çalışılır. Metaların karşılıklı denkleştirilebilmesi, ‘büyülü’ fiyat mekanizması ya da “değerin fiyatla ölçülmesi” yoluyla sağlanmaya çalışılır. Rekabet ve buna bağlı olarak tanımlanan başarı ise, temel bir yaşam nedeni olarak, sistemin temel kurumlarından bir diğeridir.

Ancak iktisadın bu tanımının eleştirisini yaparken, kendini krizlerle de ortaya koyan başka bir çelişki daha göze çarpmaktadır. İktisat sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla nasıl karşılanacağı sorunsalıyla ilgileniyor denilirken, içinde yaşadığımız sistemde, üretimin insan ihtiyaçlarının karşılanması için yapıldığı izlenimi verilmektedir. Oysaki kapitalist sistemde üretim, insan ihtiyaçlarının karşılanması için değil, birer birer kapitalistlerin ya da bir başka ifadeyle sermayedar sınıfın kârı için yapılmaktadır. Aslında sistemin krizlere neden olan yapısının özünde de bu problem yatmaktadır: Kapitalizmi kapitalizm yapan temel özellik, insanların kendi ihtiyaçları için değil, piyasa için meta üretmesidir.

Bu özellikten yola çıkarak, yaklaşık iki yüz yıldır kendini kurumsallaştıran bir sistem olarak kapitalizmin temel çelişkilerinden birini oluşturan ve doğası gereği yaşadığı krizleri açıklamak için bir anahtar işlevi gören sorun şöyle özetlenebilir: “Toplumun yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasıyla kapitalistlerin kâr güdüsüyle yaptıkları üretimin anarşik yapısı arasındaki çelişki”.

Bir başka noktadan “büyük resme” bakıldığında; karmaşık, karşılıklı bağımlılık içerisinde oluşturulmuş bir sosyal şebeke kapitalist sistem… Öyle bir sistem ki, farklı üretim süreçlerini birbirine bağlarken, yüz binlerce bireysel kapitalist yalnızca kendi başarı ve kârını düşünüyor, bu bağımsız eylemlerden bir bütün yaratılmaya çalışılıyor ve toplumsal yapı bunun üzerinden şekillendiriliyor. Bu farklı üretim süreçlerinin ve karşılıklı, karmaşık ilişkilerin, bireylerin refahı ve mutluluğuyla toplumun bütününün refahı arasında sürekli bir çelişki taşıdığını görmek de mümkün. Çünkü temel olarak kapitalist yapı insanın insanla mücadelesinin en keskin halini karşımıza koyuyor. Bir yandan sermayedar sınıfla işçi sınıfı arasında artı değer sömürüsünde somutlaşan uzlaşmaz bir çelişkiye sebep olurken, diğer yandan birer birer kapitalistlerin kârlarını arttırmak için birbirleriyle rekabetlerinin yarattığı bir çelişki daha yaratıyor. Gerçekten böyle bakınca, bir çelişkiler yumağı olan kapitalist sistemin kendi dinamikleriyle yaşam bulmaya devam etmesi iddiası başlı başına hayret uyandırıcı bir durum olarak karşımızda duruyor.

Sistemin bu çelişkileri ve yarattığı krizler, daha 19. yy’ın başında “ilkel birikim” sürecinden sanayi üretimi sürecine geçtiği aşamada bile gözlemlenebilir. Kriz ve kapitalizm, daha en başından itibaren birbirinden ayırt edilemez iki kelime, ayrılmaz yol arkadaşları, çünkü krizler kapitalizmin doğasında var…

 

“KRİZ NEDİR” VE KRİZ TEORİLERİNE BİR BAKIŞ

“Kapitalist yeniden üretim sürecinde yaşanan bir dizi ekonomik ve politik aksaklıklar”, son günlerde üzerinde sıkça konuşulan “kriz” kavramının en genel tanımı olabilir. Problem ise, böyle basitçe tanımlanabilen bir sorunun nedenleri üzerine gidildiğinde ortaya çıkmaktadır. Burada farklı yaklaşımlarla farklı nedenler tanımlanabilmekte, ortaya koyulan nedensellik ilişkileri sonucunda da her araştırmacı-düşünür için farklı bir kriz tanımı ortaya çıkabilmektedir. Yani “aksaklıklar” nelerdir? Hangi aksaklık, sistemin kapatılıp yeniden açılmasını gerektirecek kadar ciddi sonuçlara neden olmaktadır? İşte bu aksaklıkları tanımlamak üzere oluşturulan teorileri “kriz teorileri” olarak niteleyebiliriz…

Henüz kapitalizmin şafağında, üretimde yaşanan daralma ve genişleme süreçleri olarak da niteleyebileceğimiz bu aksaklıklar, daha çok sistem dışı nedenlerle ilişkilendirildi. Gerçekten de kapitalist üretim biçiminden, yani “piyasa için meta üretilmesi” sürecinden önce de böylesi daralma ve genişleme süreçleri yaşanmaktaydı. İktisadi hayatın sarsılması, kapitalizm öncesi üretim tarzlarında da vardı. Ama bunlara yol açan nedenler olağanüstü toplumsal ya da doğa felaketleriydi: Su baskınları, kuraklık, kanlı savaşlar ya da salgın hastalıklar sonucu büyük buhranlar olabilir, toplumun genelini açlığa sürükleyen krizler yaşanabilirdi. Kapitalizmin daha başlangıç döneminde iktisadi hayatı açıklamaya çalışan klasik iktisatçılar da, krizlerden bu gibi nedenleri sorumlu tuttular. Adam Smith gibi piyasa mekanizmasının “görünmez eli”nin tüm iktisadi-toplumsal hayatı yönlendirebileceğine inanan düşünürler açısından, sistemin içsel nedenlerle krize neden olabileceğine inanmak da pek mümkün değildi zaten. Sistem, onlara göre, eğer müdahale edilmezse, pürüzsüz bir şekilde ilerleyebilirdi.

Ancak daha 19. yy’da bu görüşü tartışmaya açacak gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. Örneğin Amerikalı iktisatçı Wesley Clair Mitchell, 1810–1920 arasındaki 110 yıllık zaman diliminde tam 15 tane ekonomik kriz sayabilmişti. Bu durum, neo-klasik iktisatçıları, ekonomik krizleri açıklamak için “iş çevrimleri” teorisine götürmüştü. Bu yaklaşım, sistemin pürüzsüz bir yolda değil, dalgalanmalarla ilerlediğini kabul etmek anlamına da geliyordu. Ancak kapitalizmi rasyonalize etmek üzerine düşünen bu iktisatçılar için, doğal olarak cereyan eden iş çevrimleri, yani doğal dalgalanmalar, sistemin yine kendi başına aşabileceği süreçlerdi. Daha keskin şoklar ise, sistemin dışındaki nedenlere dayandırılıyordu. İşte sistemi etkileyen büyük krizlerin nedenleri, yine, siyasi kararlardaki yanlışlıklar, savaşlar, tarımsal ürün kıtlıkları gibi nedenlerde aranıyordu. Klasiklerde ve neo-klasiklerde karşımıza çıkan temel bakış açısı, piyasaya müdahale edilmemesi, sistemin kendi kendini her durumda tedavi edeceği varsayımına, yani “görünmez el”e dayanıyordu.

Ekonomik krizleri açıklamaya çalışan teorilerden bir bölümü de, “eksik tüketim” teorileri olarak sınıflandırılabilir. Eksik tüketim teorileri ise, genel olarak sistemin müdahale edilmeden ya da sistem dışı faktörlerle beslenmeden yaşayamayacağı fikrini temel alıyordu. Bu yaklaşımın en bilinen temsilcisi, Keynes’ti. 1929 büyük ekonomik buhranı ardından “görünmez el”e olan inanç azalmaya başladığında, Keynesyen yaklaşım onun yerini aldı. Keynes, sistemin temel problemini efektif talep yetersizliğiyle açıklarken, “makro iktisat”ın temellerini de atıyordu. Efektif talebin kamu harcamaları yoluyla arttırılabileceğini, ortada olan talep açığının bu yolla kapanacağını söylüyordu. Bu, bir anlamda, “Say kanunu”nun, “her arz kendi talebini yaratır” düşüncesinin de reddini ifade ediyordu.

Ancak “eksik-tüketim” yaklaşımının kökeni çok daha eskiye dayanıyordu. Sismondi, Malthus, Hobson, Rosa Lüxemburg gibi, birbirlerinden birçok yönden ayrılabilecek düşünürler, sistemde varolan içsel bir problem olan üretim ve tüketim arasındaki çelişkiye, çok daha önceden başlayarak dikkat çekmişlerdi. Bu düşünürlerin yalnızca vardıkları sonuçlar değil, çıkış noktaları da birbirlerinden farklıydı. Ancak birçok başka değişkene bağlasalar da, öne çıkarttıkları temel problem, eksik-tüketim ya da talep noksanlığıydı.

Eksik tüketim teorilerinin dayandığı noktalar kısaca şöyle özetlenebilir. Kapitalist üretim sürecinde iki çeşit üretim süreci vardır. Birinci çeşit, üreticileri üretim araçları üreten; ikincisi ise, üreticileri tüketim araçları üretenlerdir. Kapitalist yeniden üretim sürecinde, “birinci kısım”, “ikinci kısım”ın üretimi için üretmektedir. “İkinci kısım” ise, toplumun günlük iktisadi ihtiyaçları için üretmektedir. Sistem geliştikçe daha fazla insan yoksullaşmakta; tüketim metalarına olan talep, sürekli olarak, üretim metalarına olan talebin altında kalmaktadır. Bunun sonucu olarak da, satılamayan ürünler oldukça, stoklar artmaktadır. Yeniden üretim süreci bu şekilde sürekli hata vermeye mahkûmdur.

Bu temelde yapılan yorumlar, sorunu tüketim eksikliğine dayandırırken, krizlerin nedenini de bir şekilde “talep yetersizliği”ne bağlamaktaydı. Hobson ve Lüxemburg, bu süreci değerlendirirken, “emperyalizm”i, kapitalistlerin pazar ihtiyaçları üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Sismondi, toplumda küçük burjuva bir tabakanın, talep yetersizliğinin ortadan kaldırılabilmesi için oluşması gerektiğini savunabilmiştir. Ya da Malthus, toprak sahiplerin, bu devrevi fazla ürünü tüketebilecek talebi yaratmakta rolü olduğunu savunabilmiştir. Benzer şekilde “eksik-tüketimi” kapitalizmin krizinin temel nedeni olarak gösterenler için, ‘modern’ sosyalistlerden Baran ve Sweezy’de sayılabilir…

Genel olarak bakıldığında, eksik tüketim teorileri, birçok farklı bakış açısından iktisatçı ya da düşünür için sistemin kriz potansiyelini yaratan etmene ilişkin açıklama olarak kabul görmüştür. Ancak bu yaklaşıma yöneltilebilecek bir soru konunun aydınlanabilmesi açısından faydalı olabilir: “Eksik-tüketim” krizleri, kapitalist yeniden üretim sürecindeki aksaklıkların nedeni midir? Yoksa sonuç mudur?

Bu yaklaşımın en ‘popüler’ temsilcisi Keynes’e geri dönersek, o, eksik-tüketimi açıklarken, sistemin geniş tabakaları yoksullaştıran yönü üzerinde durmaz, efektif talep yetersizliğini de buradan açıklamaz. O toplumu iki sınıf halinde görür: Üreticiler ve tüketiciler. O, insanların tasarruf güdüleri, spekülasyon nedeniyle para talebi gibi kavramlarla ilgilenir. Ancak vardığı sonuç, eksik-tüketimi ortadan kaldırmanın ya da başka bir ifadeyle tam istihdamı sağlamanın dışarıdan müdahaleyle sağlanabileceğidir. Bunun için bir miktar enflasyon da kabul edilebilir. Keynes, sistemde temel bir değişikliğe gidilmeden, bu üretim-tüketim çelişkisine bir ‘çözüm’ üretebilmiştir.

Aslında sistemi krizlere iten süreçte “eksik-tüketim” bir neden olarak ortaya konulduğunda, üretilen çözümlerin çeşitliliği bile bu yaklaşımdaki çelişkiyi de ortaya koymaktadır. Marx’a göre, –ki o da kapitalist birikim sürecinde yaşanan üretim-tüketim çelişkisini de kapsamlı şekilde işaret etmiştir–, “Kapitalist üretimin gerçek bariyeri kapitalin yani sermayenin kendisidir…”

 

ARTI-DEĞER VE KÂR HADLERİNİN AZALMA EĞİLİMİ

Bilindiği gibi, Kapitalist toplumun üretim ilişkilerinin; oluşması, gelişmesi ve çöküşü içinde tahlili Marx’ın Kapital’inin ana içeriğini oluşturur… Burada artı-değer sistemin temel yasasını ifade eder… Kapitalist açısından kârı belirleyen temel faktör de artı-değerdir… Artı-değer; ücretli işçinin işgücünün, (gerekli) emeğinin ötesinde yarattığı ve kapitalistin karşılıksız olarak el koyduğu değerdir, yani işçinin ödenmeyen emeğinin sonucudur. Kapitalistin artı-değeri arttırması için de iki yol vardır. Birinci yol, çalışma ücreti sabitken iş günü süresini arttırmak ki, bu, mutlak artı-değer artışı sağlar. İkinci yol ise, aynı süre içinde iş gücünün verimliliğini arttırmak ve bu yolla işçi için ayırdığı ücret fonu sabitken daha fazla ürün elde etmektir. Buna “nispi artı-değer artışı” denilmektedir…

Kapitalistler arası rekabetin bir sonucu olarak, özellikle günlük iş süresinin ortalama bir sınırı olduğu düşünüldüğünde, nispi artı-değer yöntemi, kârı arttırmaya çalışmak için en önemli araç haline gelir. Bu, yeni üretim tekniklerinin geliştirilmesi, iş gücünün daha verimli hale getirilmesi sorunudur. Bunun yanında teknolojik gelişme ve bu alanda rekabet, değişmeyen sermaye stoğunun artmasına da neden olur. Ücret fonu, yani sermayenin değişen kısmı ise, artı değerin esas kaynağını oluşturur. Nispi artı-değer artışı, doğal seyrinde, sermayenin değişmeyen kısmının değişen kısmına oranını sürekli olarak artırdığından, bir başka deyişle “sermayenin organik bileşimi”ni arttırdığından, kâr haddini belirleyen formülde (artı değer/değişen sermaye+değişmeyen sermaye) pay kısmı artar, dolayısıyla kâr hadleri devamlı olarak azalma eğilimi gösterir.

“Kapitalist üretim sürecinin gerçek bariyerinin kapitalin kendisi olması”nın temel nedeni de budur. Bunun sonucu olarak, kapitalist, pazar içinde diğer kapitalistlerle yaptığı rekabette sürekli olarak değişmeyen sermaye stoğunu arttırmak zorunda olacağından, kâr hadleri de sürekli olarak azalma eğilimi gösterecektir. Marx’ın Kapital’in üçüncü cildindeki ifadesiyle, “Emeğin verimliliğindeki artış kendini sermayenin azalan kârlılığında açıkça gösterir.” Sistemin iç çelişkisinin temeli de budur.

Tabii ki kapitalist üretimin anarşik yapısı, pazar sorununu daimi kılmaktadır. Ancak sorunu eksik-tüketimle açıklamak, olaya dar bir bakış geliştirmek olacaktır. Bu “açıklama”nın, kapitalist üretim ilişkilerinin temel konusu olan pazar için üretimi de gizleyen bir yanı olacaktır. Burada sistemin bu çelişkisini ifade etmenin doğru ifadesi “aşırı üretim” kavramı olabilir. Eksik-tüketim yerine aşırı-üretim demek, bizi, sermayenin dolaşım sürecinde karşılaşılan sorunu doğru bir nedensellik ilişkisiyle tanımlamaya yaklaştırır. Bunun bir diğer önemli nedeni de, kapitalist yeniden üretim sürecinde belirleyici olanın tüketimden önce üretim olmasıdır. Daha önce ifade edildiği gibi, kapitalist sistemde tüketim, üretim için bir neden değil, ancak kâr kütlesinin arttırılması için gerçekleştirilen üretimin bir sonucudur.

Sermayenin organik bileşiminin kapitalistler arası rekabet sürecinde sürekli artış göstermesi, buna bağlı olarak kâr hadlerinin azalma eğilimi, dolayısıyla kâr kütlesinin arttırılması için kapitalistlerin üretimi ve artı-değer sömürüsünü arttırma eğilimi, verimlilik artışı için teknoloji artışı ve emeğin yoğunlaşması, sermayenin rekabet sürecinde merkezileşmesi; emekçi sınıfları yoksullaştıran, üretimi tüketimden her durumda fazla kılan faktörlerdir.

Evet, krizleri açıklamak için birçok değişken ve nedensellik iç içedir. Ancak temelde krizleri anlamak için öne çıkarılacak iki temel nokta vardır. Birincisi kâr hadlerinin süreklilik arz eden azalma eğilimi, ikincisi ise, bunun sonucu olarak gerçekleşen aşırı-üretim ve yarattığı bunalımlar… Bir başka ifadeyle, krizleri anlamak için, önce üretim sürecine ve onun iç çelişkilere bakmak ve ancak buradan sermayenin dolaşım sürecinde yaşanan dalgalanmaları ve bunalım evrelerini açıklamaya çalışmak doğru bir yöntem olabilir.

 

KRİZLERİN AMBALAJLARI VE KRİZDE NE YAPMALI?

Dünya finans piyasalarında 2007 Temmuz’undan bu yana süregelen çalkantılar ve kriz tartışmalarının, yukarıda oluşturulan çerçevenin bugünü anlamak ve ona dair emek cephesinden politika üretmek açısından önemli bir işlevi var. Çünkü kriz sistemin temel çelişkilerinin gün yüzüne çıkması için fırsatlar yaratırken, aynı şekilde sistemin kendini yenileyebilmesi için de olanaklar yaratır.

Popüler günlük ekonomi tartışmalarında, krizler, onları yaratan asıl nedenleri gizleyecek ön adlar alarak tanımlanıyor. Krizler; petrol krizi, kredi krizi, mortgage krizi, bankacılık krizi gibi isimlerle adlandırılıyor, birbirinden ayrılıyor. Burjuvazi tarafından, sanki yaşanan her bir kriz diğerinden farklı ve bağımsızmış gibi, farklı nedenler ortaya atılarak açıklanmaya çalışılıyor. Çoğunlukla, krize neden olan “alt yapı” ilişkilerinin perdelenmesi için, “üst yapı” kurumlarında yaşanan çelişkiler öne çıkarılıyor. Kimi zaman Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’a anayasa kitapçığı fırlatması, kimi zaman da iktidar partisine açılan kapatma davası kimi çevrelerce ekonomik sorunun nedeni olarak gösteriliyor. Konu suya sabuna dokunmadan atlatılmaya, temel çelişkiler göz ardı edilmeye çalışılıyor. Ve bu, egemenler açısından çok doğal… Bu nedenle, her nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin, krizin; sistemin doğal bir parçası, sonucu ve devamlılığını sağlayan bir aracı olduğunu anlamak ve her seferinde tekrar tekrar anlatmak önem kazanıyor ve belki de bu iş, “kriz döneminde ne yapılmalı” sorusunun da verilmesi gereken ilk cevaplarından birini oluşturuyor. Ancak bu şekilde, burjuva ideologları tarafından farklı ambalajlarla pazarlanan ve “hepimiz aynı gemideyiz” yalanına hizmet eden “kriz görüntüleri”ne karşı gerçek nedenleri ve çözümleri tartışabilir ve tartıştırabiliriz.

İçinden geçmekte olduğumuz krizde de, sistemin sebep olduğu tüm önceki krizlerde olduğu gibi, geçerli üretim ilişkileri içinde uzlaşmaz karşıtlar durumundaki iki sınıfın yapacağı hamleler belirleyici olacak. İşçi sınıfının (ve emekçilerin) örgütlülük düzeyi, talepleri ve vereceği mücadele faturayı kimin ödeyeceğini belirleyecek. Burjuvazi mi, yoksa emekçiler ve toplumun diğer yoksul kesimleri mi?

Türkiye açısından durum biraz daha derinlemesine incelendiğinde, özellikle “dünyayı saran kriz dalgasının Türkiye’yi etkilemeyeceği” propagandasının hükümet tarafından yaygın olarak kullanıldığını görebiliyoruz. Dünya ekonomisinin dörtte birini oluşturan ABD’nin ciddi bir ekonomik durgunluğa girdiği bir dönemde tüm dünya bundan etkilenirken Türkiye’nin etkilenmeyeceği fikrinin ne kadar inandırıcı olduğu ortadayken, amaçlananın, Türkiye ekonomisinin “cari açık” probleminin ötelenmesi için çok önemli olan sıcak para “beklentileri”ni olumlu tutmaya çalışmaktan ibaret olduğunu anlamak da kolay oluyor. Bu, gerçek dışı “kriz bize uğramaz” söyleminin gerisinde, Türkiye’de kriz döneminde bütün olarak sermayenin Hazine ve devletin üstünden krizin yükünü emekçilerin üzerine yıkma amacı ve tutumu bulunuyor.

Bu açıdan bakıldığında, sermayenin şu önlemleri alacağını ve daha önce yapmaya cesaret edemediği bir gözü karalıkla davranacağını söylemek kehanet olamaz:

— Koşullar ne olursa olsun dış kredi bulmak,

— Halen elde kalan kamu kuruluşlarını, ucuz pahalı demeden satıp savmak,

— Sağlık, eğitim, enerji, yerel yönetim hizmetlerinin piyasalaştırılması ve bunların paralı hale getirilmesinin tamamlanması,

— Sosyal güvenlik kurumlarının birleştirilmesiyle daha büyük miktara ulaşan fonun ucuz kredi olarak patronların kullanımına açılması için gerekli düzenlemelerin yapılması,

— İşsizlik fonunda birikmiş olan 32 katrilyonu aşan meblağın patronlara “hortumlatılması”,

— İşletmelerin işçi maliyetlerinin düşürülmesi adı altında; sermayeye sağlanacak kolaylıkların yanında, ücretlerin daha hızlı düşürülmesi, esnek çalışmanın, taşeron çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması, çalışma saatlerinde keyfiyetin arttırılması, iş yasası ve işçi sağlığı ve iş güvenliği yasalarının dinlenmemesi, sendikalı çalışmanın giderek ortadan kaldırılması

— Başlıca tüketim maddelerine zamlar, KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin artırılması türünden pek çok önlem alınarak, krizin yükünü halka yıkmaya çalışacaklarını biliyoruz.

Yukarıda özetlenen burjuva talepler, bu süreçte sermayenin krizden çıkmak için faturayı emekçilere ödetme yollarını gösteriyor. Bunun karşısında, emekçilerin ne yapacağını da, ortaya atacakları ve etrafında birleşip uğruna mücadele edecekleri talepleri sahiplenme ve örgütlenme düzeyleri belirleyecek. Ayrıca emekçilerin faturayı ödememek için verecekleri mücadele, krizin egemenler içerisinde yaratacağı çatışma ve çelişkilerden yararlanarak, emek cephesinin yeni mevziler kazanmasını da sağlayabilir. Bu noktada, egemen güçlerin kendi aralarında yaşamaları muhtemel çelişkileri açmak açısından, içinden geçmekte olduğumuz kriz sürecinin önceki on beş yıllık süreçte yaşanan krizlerden ayrıldığı önemli bir kaç noktayı vurgulamak faydalı olabilir.

1970’lerde başlayan, kâr hadlerinin ciddi boyutta azalması sonucu gerçekleşen ve tüm dünyayı etkileyen kriz sürecinden çıkış için finans piyasalarının geliştirilmesi, üretilen çözümlerden yalnızca bir tanesiydi. Böylece, üretimde yeterli getiriyi elde edemeyen sermaye, kendine yeni kâr olanakları bulmuştu. Bu dönemde Latin Amerika’ya yağan petro-dolarlar, 1980’lerde bu ülkeleri ağır bir borç krizine sürükledi. Aynı yıllarda, Dünya Bankası ve IMF, benzer durumdaki ülkelere, “yapısal reformlar”la sermaye piyasalarını serbestleştirmelerini dayatıyordu. Zincirlerinden kurtulmuş bu finansal sermaye, az gelişmiş ülkelere giriyor ve ciddi arbitraj geliri elde ediyordu. Yaşanan ani sermaye giriş çıkışlarının doğal sonucu da, azgelişmiş ülkelerde kronikleşen finans krizleri oluyordu. ’90’lar bu şekilde geçildi. Tabii yaşanan krizleri açıklarken de, bu azgelişmiş ülkelerdeki hükümetler sorumlu tutuldu. Azgelişmiş ülkelere finans piyasalarının denetim mekanizmalarını arttıracak reçeteler pazarlandı. Şimdi ise, bu reçeteleri pazarlayan ülkelerin, başta ABD’nin yaşadığı kriz, kendi finans kurumlarının ne kadar denetlenebildiğinin göstergesi… Yani “kelin ilacı olsa kendi başına sürerdi” sözünü hatırlatan traji-komik bir durumla karşı karşıyayız. Önerilen politikalarla gerçekleşen durumlar arasındaki kolayca görülebilen tutarsızlık, özellikle sermayenin kendi iç çelişkilerinin derinliğinin anlaşılması açısından sadece basit bir örnek. Eğer bu “sermayenin kendi iç çelişkileri” emek cephesi açısından değerlendirilebilirse, yukarıda ifade edilen yeni mevzilere ulaşılabilir ve hatta devrimci bir atılım gerçekleştirilebilir.

Bu noktada emekçilerin talepleri, hem sahip oldukları hakları gaspettirmemek, hem de içinde bulunulan sürecin sağlayacağı fırsatları değerlendirmek üzerine olmalıdır. Bu amaçla, işçiler ve emekçiler başlıca şu talepleri savunarak, krizin yükünden kendilerini koruyabilirler:

—Dış ve iç borç ödemelerinin durdurulması,

—Eğitimden sağlığa, yerel yönetim hizmetlerinden ulaşıma, kazanılmış tüm hakların korunması,

—Ücretlerin aşağı çekilmesine ve TİS’lerin kriz gerekçesiyle oldubittiye getirilmesine izin vermemek,

—Açlık sınırı altındaki gelirlerin, devlet desteğiyle en az bu sınıra tamamlanması,

—Özelleştirmeye karşı mücadele,

—Taşeron sistemine son verilmesi,

—Emekçilerin birikimlerinin (emeklilik, sağlık ve işsizlik fonları gibi) patronlara kredi olarak aktarılmasına, gerekçesi ne olursa olsun, izin vermemek,

—Kıdem tazminatı yağmasının önlenmesi,

—Sendikaların örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması,

—Kamuda sözleşmeli personel uygulaması ve performansa göre ücret temelli uygulamalara son verilmesi,

—Köylülüğün gübre, mazot, tohumluk bakımından desteklenmesi ve desteğin doğrudan üretici köylüye yapılması,

—Köylülüğün tarım tekellerinin baskısından kurtulması için gereken önlemlerin alınması

— Eğitim, sağlık ve tüm diğer kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması girişimlerine son verilmesi ve bu hizmetlerin parasız verilmesi

—İş saatlerinin kısaltılması ve ücretlerin insanca yaşamaya yetecek bir düzeye getirilmesi, sigortasız çalışmaya son verilmesi,

—Esnek çalışmaya son verilmesi,

—IMF-TÜSİAD programına, halk için ekonomi programıyla karşı çıkılması,

—Kentlerimizi rant alanı olarak gören ‘kentsel dönüşüm’ projelerine son verilmesi ve halkın sağlıklı konutlarda yaşaması için gerekli bir barınma programı geliştirilmesi,

—SSGSS Yasası’nın iptal edilmesi ve herkese sağlık, herkese emeklilik sağlayan ve masrafların Hazine’den karşılandığı bir emeklilik ve sağlık sistemi getirilmesi.

Bu talep listesi mutlaka uzatılabilir. Ve muhakkak ki, kriz döneminde emekçilerin taleplerini şekillendirecek ve tabii ki bazılarını diğerlerinin önüne çıkaracak olan mücadelenin kendisi ve yaşananlar olacaktır. Ancak emek güçlerinin esas alması gereken hedef; “sağcı olmak” ya da “solcu olmak” gibi bir kimlik üzerinden değil, talepler doğrultusunda mücadelenin örülmesidir. Krizin faturasını sahiplerine ödetebilmek için yapılması gereken, yukarıda sıralanan taleplerle toplumun en geniş emekçi kesimlerini mücadeleye çağırmak ve bu mücadeleyi örgütlemektir.

 

 

* Bu metin, Emek Araştırmaları Merkezi Girişimi tarafından 29-30 Mart 2008 tarihleri arasında düzenlenen “Ka­pi­ta­lizm, Kriz; Ola­sı­lık­lar ve Ola­nak­lar” isimli sempozyumda sunulmuştur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑