1928’den Günümüze Müslüman Kardeşler

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayan halk ayaklanmaları önce Tunus’ta bin Ali’nin, ardından Mısır’da Hüsnü Mübarek’in yıkılmasına neden oldu. Bu rejimlerin yıkılmasıyla bu ülkelerde bundan sonra ne olacağı en çok tartışılan mesele olmaya devam etmektedir.

Mısır’daki en büyük muhalefet durumundaki Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslim) ne yapacağı ise en çok merak edilenler arasındadır.

Bu yazımızda, kuruluşundan bugüne bu örgütü değerlendirmeye çalışacağız.

KURULUŞU VE İLK YILLARI

Bir ilkokul öğretmeni olan Hasan El- Benna tarafından 1928 yılının Mart ayında Mısır’ın İsmailiye şehrinde kuruldu. Kurulduğu günden bu yana Mısır’da siyasi süreçleri etkilemesinin yanı sıra İslam dünyasının pek çok ülkesinde de İslami hareketler için siyasi-ideolojik temel oluşturduğu söylenebilir.

Hasan el-Benna, Nil deltasındaki El Buheyre şehrinin Mahmudiye kasabasında doğdu. Babası Ahmet bin Abdurrahman bin Muhamed el-Benna el Saati âlim olmasının yanı sıra geçimini saatçilikle sağlamaktaydı. El Saati, Mısırın meşhur İslam reformistlerinden Muhammet Abdal döneminde El Ezher’de öğrenciydi. Sünni-Hanbelî Fıkıh mezhebinin kurucusu Ahmed bin Hanbel’in Hz. Muhammed’in hadislerinin derlemesi olan ünlü eseri “Müsned” in yeni bir düzenlemesini kaleme almıştı. Bu eser, Hasan el-Benna’nın görüşlerinin şekillenmesine etki eden en önemli kaynaklardan biridir.

Onun katıksız bir İslam hükümeti ve İslam hukukuna dayalı Müslüman toplum inşası vaaz eden öğretisi, Hanbelî Fıkıh’ının güçlü etkisini taşır.

8 yaşından itibaren medresede din eğitimini almaya başlamıştır. El-Benna 12 yaşından 14 yaşına kadar hadisler ezberlemiş, Arapça gramer, kompozisyon ve şiir çalışmıştır. Bu sıralar Sünni tarikat çevreleriyle yakın ilişkiye girmiş, İslam tasavvufu üzerine yoğunlaşmıştır.

Benna bu dönemin bazı öğrenci olaylarına katıldı. 1919 yılında, 13 yaşındayken, Mısır’da patlayan İngiliz karşıtı eylemlerde yer aldı. “Cemiyetü’l Ahlakil Edebiyye” dergisinin başkanlığına seçildi.

17 yaşına geldiğinde Kahire’deki Dar’ül-Ülüm öğretmen okuluna kaydoldu. Mezun olduktan sonra İsmailiye kentinde öğretmen olarak çalışmaya başladı. Daha sonra cami ve kahvehanelerde yaptığı konuşmalar etrafına çok sayıda insanın toplanmasını sağlamıştır.

1928’in Mart’ında evinde toplanan 6 kişilik bir grupla İslam davası için yaşama ve ölmeye yemin ederek, “milletin kalbinde yeni bir ruh olarak” İhvan’ı Müslimin”in, Müslüman Kardeşler’in temelini atmıştır. 1933 yılına kadar âlimler, tarikat şeyhleri ve muhtelif dernekler gibi toplumun farklı kesimlerine ulaşmaya başladı. Bu etkinlikleri ve gelişmeler İhvan’ın merkezinin Kahire’ye taşınmasına neden olmuştur.

Burada erkek ve kız çocuklar için okulların, mescitlerin açılmasına önayak oldu.

Teşkilat faaliyetlerini dini, sosyal, kültürel, ekonomik ve sportif alanlar gibi farklı alanlara ayırmış ve bu çerçevede İskenderiye’de bir mescit ve bir merkez, Şebrühit’te bir lokal ve fabrika, Mahmudiye’de bir halı ve tekstil fabrikası ile tefsir-fıkıh eğitimi yapan bir medrese kurmuştur.

İsmailiye’deki İhvancılar genellikle eğitimsizdiler ve alt sınıflardan oluşuyorlardı. Burada, çimento işçileriyle ilişkiler geliştirildi. Kahire’de ise, örgüt toplumun daha üst tabakalarıyla buluştu ve onları etkileme fırsatı buldu. Bunlar arasında El Ezher’den azımsanmayacak sayıda öğrenci, memurlar ve mühendis, tekniker vb. türü vasıflı çalışanlar, işçiler, Mısır ordusunun subayları vardı.

Sayısal olarak örgütün büyüklüğü ile ilgili güvenilir tahminlerde bulunmak zor olsa da, Hasan El-Benna’nın 1928’de 6 kişiyle kurduğu örgüt, 1934 yılında 50 şubeye ulaştı. 5 yıl sonra şube sayısı 500’ü buldu.

Hasan El-Benna 1946’da yaklaşık 500 bin üyeleri olduğunu iddia etti. 1950’lerin ilk yarısında şube sayısının 1500’e, üye sayısınınsa 1 milyona ulaştığı tahmin ediliyor.

Gelişen süreçte, Müslüman Kardeşler Mısır’ın dışında da örgütlenme faaliyetleri başlattı. Filistin. Lübnan ve Suriye’ye temsilci gönderildi. Bunlar, Abdurrahman El Saati ve Muhammed Esat El-Hâkim’dir. Bunlar, Kudüs, Şam ve Beyrut’ta birçok camide kalabalıklara çeşitli konuşmalar yapıp, konferanslar düzenlediler. Daha sonra buralarda şubeler açtılar. Hareket giderek Ürdün, Sudan hatta Pakistan’a kadar yayıldı.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER İDEOLOJİSİ

Anayasamız Kur’an, rehberimiz peygamber, en büyük amacımız Allah yolunda ölüm” sloganı, Müslüman Kardeşler’in ideolojisini en iyi şekilde açıklamaktadır.

Böylece İslam, insanların siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamının ayrıntısını düzenlemek üzere etkili bir sistem öneren bütünlüklü bir ideoloji olarak tanımlanmış olmaktadır.

30’lu yıllarda Müslüman Kardeşler, çalışma şekilleri ve kalkınma yolu üzerine 1, 2 gibi bazı programlar belirlediler. Hasan El-Benna’nın “Hatıraları”nda yer alan bu programın bazı maddeleri şöyledir:

– Evlerde, camilerde konferanslar verilmesi. Salı Günü Dersleri’nin kurumsallaşması,

– Çeşitli yayın ve risalelerin yayınlanması,

– Şube sayısının artırılması,

– Beden eğitimi ve izci örgütlerinin düzenlenmesi,

– Üniversitelerde ve diğer okullarda davanın kök salması, öğrenciler kısmının kurulması ve el Ezher in ilim adamı ile öğrencilerin çalışmalarından yararlanması.

– İslami-ulusal davaların özellikle Filistin davasının desteklenmesine katkıda bulunulması,

– Misyonerlik hareketlerine karşı koyma ve dini öğretinin teşvik edilmesi gibi İslami hareketlere katkıda bulunulması,

– İslami açıdan kusurları bulunan hükümetlere karşı çıkılması ve partizanlığa karşı çıkılıp açıkça İslami usullere çağrılması,

– Siyasi partilerin kapatılması, çünkü İslam’ın birleştirici özelliğinin olduğu ve Müslümanların ülkelerinin esenliği için birbirleriyle işbirliği halinde hareket etmeleri gerektiği,

– İslam devletinin amacının İslam hukukunu hakkıyla uygulamak olduğu.

Müslüman Kardeşler’in devlet yönetimiyle ilişkilerine gelince: Bu ilişkiler yer yer gerilse de genellikle iyi düzeyde olmuştur. Müslüman Kardeşler, 1937’de misyonerlikle ilgili olarak Kral Fuat’a verdiği muhtırada bile şöyle hitap etmektedir: “Dinin sırlarının koruyucusu, İslam’ın ve Müslümanların destekçisi, Mısır’ın sayın fedakâr hükümdarına…

Müslüman Kardeşler’in parlamento binasına mescit açılması için hükümete yaptığı başvuru olumlu karşılanmakta, hemen mescit yapılmakta ve bu başvurudan dolayı Müslüman Kardeşler’e teşekkür mektubu gönderilmektedir.

Hükümet pek çok defa Müslüman Kardeşler’e maddi yardımlarda bulunmuştur.

Ancak zaman zaman hükümetin Müslüman Kardeşler’e yönelik sert tutumları da olmakta, Hasan El-Benna dâhil pek çok militanın gözaltına alındığı veya tutuklandığı bilinmektedir.

Müslüman Kardeşler, topladıkları bağış paralarıyla kurdukları matbaalarda çeşitli gazeteler çıkarmaya başlamışlardır. 1946’da günlük bir gazete çıkardılar. Hasan El Benna’nın damadı Sait Ramazan 1950’de El Müslimin adında bir aylık dergi çıkardı. Daha sonra derginin başına Seyyid Kutup geçti.

Müslüman Kardeşler 1928’deki kuruluşundan 1936’ya kadar esasen dini planda etkin, bir tür sosyal yardım ve dayanışma hareketi olarak görülürken, 1936, Müslüman Kardeşler’in Arap Ortadoğu’sunun meselelerine ilk olarak karıştığı, dolayısıyla örgütün tarihinde bir dönüm noktası oluşturan yıl olmuştur.

Bu yıl içinde, Filistinlilerin, topraklarında İsrail’in genişlemesinin yol açtığı rahatsızlıkla İngiliz manda yönetimine karşı ayaklanması, İhvan’a siyasal etkinlik sağlaması için beklenmedik bir fırsat sundu. İhvan, Filistin’e tam destek verdi. Ve onlar için bağış kampanyası başlattı.

İhvan’ın Filistin ayaklanmasına aktif destek ve katkı vermesi, Mısır dışında daha güçlü şekilde yayılmasını sağladı. Bu dönemde İhvan’ın asıl siyasal yönelimi İngiliz karşıtlığı olmuştur.

1939 yılına kadar İhvan siyasal güç olarak çok büyük bir gelişme ve büyüme göstermiş, özellikle kırsal kesimde iyi örgütlenmiş bir güç haline gelmiştir. Artık Mısır siyasetinde El Benna’nın aktif desteği çok daha fazla aranır olmuştur.

Fakat Benna siyasete girmeme konusunda kararlıdır ve yönetimin dışında kalmaya özen göstermiştir. Ancak aynı dönemde, Benna, hatırı sayılır bir kitle desteğine sahip olan milliyetçi Vafd Partisi’ne karşı bir kampanya başlatmış ve Vafd’ın yeni oluşan “Pan Arabist” siyasi konjöktörde direnci düştükçe, buna paralel olarak, Müslüman Kardeşler’in gücü artmıştır.

İHVAN KAHİRE’DE

Hasan El Benna Kahire’ye geldikten sonra İhvan’ın genel merkezi de Ekim 1932’den itibaren Kahire’ye taşındı. Bu arada, El Benna’nın deyimiyle “dava” da her yerde yayılıyordu.

Erkekler için kurulan Hira Enstitüsü çalışmaları rayına oturduktan sonra, Kardeşler, kızlar için de bir okul açmayı düşündüler. Bu okulda “Müslümanların Anneleri okulu” adını aldı.

Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı bu okulu teslim aldı. Ancak Kardeşler bu okulun arkasında “Müslüman kadın kardeşler” için bir bölüm kurdular. Bu kısım, Müslüman Kardeşler’in eşlerinden ve akrabalarından oluşuyordu.

“DAVA” ÇİMENTO İŞÇİLERİ ARASINDA

İsmailiyeli Müslüman Kardeşler bazı çimento işçileriyle bağlantı kurdular. Daha sonra, bu işçiler için, bizzat kendilerinden toplanan bağışlarla bir mescit yaptırıldı.

Bu dönemde Kardeşler;

1- Evlerde camilerde konferans verilmesi ve “Salı günü” derslerinin kurumsallaşması,

2- Genel mürşidin risaleleriyle yalnızca ilk iki sayısının çıkarılmasının ardından bir Müslüman Kardeşler Mecmuası’nın çıkarılması ve yine bu sırada En-Nezir mecmuasının iki yıl süren ilk sayılarının yayınlanması gibi kararlar alıp uyguladılar.

1947’de örgüt, milliyetçi ve İslamcı 10–15 grup ve örgütten oluşan bir birliğin hâkim üyesi oldu.

HASAN EL-BENNA’NIN ÖLDÜRÜLMESİ VE İHVAN’DA ÜÇ EĞİLİM

1948 Arap-İsrail Savaşı, İhvan’a Mısır dışında etkin olma fırsatının yanı sıra gerilla savaşı taktiklerini öğrenme fırsatı da sundu. Savaştan sonra Mısır yönetimin içine düştüğü berbat durum muhalifleri güçlendirdi. Bu tehlikeli durumun farkında olan dönemin başbakanı Nukraşi Paşa sıkıyönetim ilan etti. İhvan’ı yasakladı. Buna bağlı olarak İhvan 2 milyon üyesiyle yeraltına geçti.

Başbakan Nukraşi 1948 yılında düzenlenen bir suikastla öldürüldü. Suikastçı İhvan üyesi 23 yaşındaki bir veteriner fakültesi öğrencisi idi. Bundan yedi hafta sonra İhvan’ın efsanevi lideri Hasan el-Benna 12 Şubat 1949’da akşam evine giderken suikasta uğradı. İçinde bulunduğu otomobil yaylım ateşine tutuldu, yaralı olarak hastaneye kaldırıldı, ancak kurtarılamadı ve yaşamını yitirdi.

Hasan El-Benna’nın ölümünden sonra Kahire’de camiler kapatıldı. Erkekler tutuklandı. Sokaklarda yalnızca polisler ve askerler kaldı. Babası 90 yaşındaydı ve cenazesini eve götürecek erkek bulunamadığı için kız kardeşi ve eşi tarafından mezarlığa götürüldü. Üye sayısı milyonlarla ifade edilen İslami bir örgüt kuran Benna’nın cenazesi neredeyse ortada kalıyordu, bir süreliğine de olsa “zor” kazanmıştı, cenaze namazını babası ve kadınlar kıldı. Suikast birkaç yıl gizli tutularak örtbas edilmeye çalışıldı. Ancak 3 yıl sonra yapılan tahkikat sonucu gizli polis teşkilatından 3 görevli suçlu bulundu ve hapse atıldılar. Tetiği çektiği ileri sürülen polis ömür boyu hapse çarptırıldı.

Hasan El-Benna’nın öldürülmesi İhvan’ın tarihinde yeni bir sayfa açtı. Onun birleştirici ve etkili karizmatik liderliği altında kendini dışa vuramamış olan üç eğilim hareketin bünyesinde su yüzüne çıktı. Bunlar, Hasan El-Benna’nın kardeşi Abdurrahman El-Benna el Saati’nin (Filistin yardım fonunun başındaki kişi) liderliğindeki muhafazakâr grup, aşırı uçta yer alan militan aktivistler ve ılımlılar. Bu grup ve eğilimler, bundan böyle İhvan’ın içinde sürekli var olmaya devam ettiler.

Benna’nın öldürülmesinin ardından gelen dönemde ılımlılar harekete hakim oldular. Ve kabul edilebilir bir “Genel Mürşit” (rehber) aramaya başladılar. Sonunda, hem saygın bir hâkim, hem de Hasan El-Benna’nın yakın ve sadık arkadaşı olan Hasan İsmail El-Hudeybi “Genel Mürşit” yapıldı. Fakat o, Hasan El-Benna kadar karizmatik, saygın ve etkin bir liderlik yürütecek güce sahip değildi.

Uygun bir “çözüm” bulundu ve El-Hudeybi liderliğindeki örgüt “piramidal” bir hiyerarşik yapılanma içerisine girdi. Tepede bir genel mürşit vardı. Altında, örgütün siyasi kararlar alması konusunda yetkili 11 kişilik yürütme konseyi olan “İrşad ( Rehberlik) Bürosu” ve onun altında da “irşad bürosu”nun üyelerini yıllık olarak belirleyen “kurucular komitesi” bulunmaktaydı. İrşad Bürosu, “Genel Mürşid”i iki yıllığına seçmekteydi. Kurucular Komitesi’nin altında 10 tane bölge komitesi, onların altında da mahalli şubeler yer almaktaydı.

Gerçi bu hiyerarşik yapı Hasan el-Benna döneminde de genel olarak böyleydi. Ancak 1945 Kongresi’nde Hasan el Benna ebediyen genel mürşit seçilmişti. Ve tabii ki, genel mürşit olarak, El-Hudeybi’den daha etkin bir liderdi.

Bu hiyerarşik yapı yukarıdan aşağıya çok disiplinli bir işleyiş içinde olduğundan, İrşad Bürosu tarafından alınan kararlar hızlı ve etkin bir biçimde uygulanmaktaydı.

1950’de sıkıyönetim kaldırılınca örgüte yönelik yasak da kalktı ve kuruluş döneminde olduğu gibi, dini bir örgüt olarak faaliyet göstermesine izin verildi.

HÜR SUBAYLAR VE NASIR DÖNEMİ

Cemal Abdül Nasır liderliğindeki “Hür subaylar” 1952 yılında bir darbe gerçekleştirerek kralı devirdi. İktidarı ele geçirdi. Bu rejim değişikliği, İhvan tarihinde önemli bir dönemin kapanmasına neden oldu. Örgüt yeniden yasaklandı. Yeraltına inmek zorunda kaldı.

Aslında darbeye katılan subayların pek çoğu İhvan üyesi ya da sempatizanıydı. Ayrıca İhvan ile Hür Subaylar’ın programları arasında dikkat çeken bir benzerlik vardı. Dolayısıyla başlangıçta her iki taraf arasında bir işbirliği olduğu söylenebilir. İhvan, 1952’de Kahire’de başlayan ve monarşinin temellerini sarsıp altı ay sonraki askeri darbeye zemin hazırlayan gösterilerde önemli rol oynadı.

“Hür Subaylar” iktidara geldiklerinde ülkede güçlü bir yapı kazanmış olan Müslüman Kardeşler’in desteğine sahip olmayı ummaktaydılar. Görünürdeki (vitrindeki) liderleri General Muhammed Necip Hasan el-Benna’nın mezarını ziyaret ederek hürmetini ifade etmiş, tüm siyasi partilerin faaliyetini yasaklayan darbe yönetimi, İhvan’ı, dini bir organizasyon olduğu gerekçesiyle bu yasağın dışında tutmuştu.

Ancak “Devrim Komite Konseyi” El-Hudeybi’nin “Kur’an temelinde bir anayasa” talebini ret edince örgütten rejime yönelik muhalefet yükselişe geçmeye ve İhvan, rejime, İslam’a karşı olduğu gerekçesiyle saldırmaya başladı.

1953’te iki taraf arasında keskin bir mücadele başladı. Yönetimin aynı yıl başlattığı toprak reformu örgütün muhalefetiyle karşılaştı. İhvan öğrenciler ve sendikalar arasında propagandasını yoğunlaştırdı. Bunun yanı sıra asker ve polis içerisindeki bazı İhvan üyeleri rejime karşı planlı çalışmalar yapmaya başladılar.

1954 yılında İngilizlerin Mısır’dan çekilirken Mısır ile yaptığı anlaşmayı fazlaca İngiliz yanlısı bularak kabul etmeyen İhvan, İngilizlere karşı silahlı mücadele çağrısı yaptı. 26 Ekim 1954’de Nasır’a karşı İhvan’dan gelen suikast girişimi, Nasır yönetiminin daha güçlü bir şekilde örgütün üzerine gitmesine neden oldu. İhvan’ın bütün çalışmaları yasaklandı. Örgütün pek çok üyesi ölüm ya da muhabbet hapis cezalarına çarptırıldılar. Binlerce örgüt üyesi Suriye, S.Arabistan, Ürdün ve Lübnan’a sürgüne gitti.

İhvan mücadelesine yeraltında devam etti. Ayakta kalmayı başardı. Nasır’ın 1964’de ilan ettiği genel affın bir parçası olarak, yükselen işçi ve emekçi hareketine karşı güç oluşturmak için birlikte hareket etme düşüncesiyle örgütün üyeleri serbest bırakıldı. İhvan ile Nasır arasında bu yumuşama ve yakınlaşma uzun sürmedi. 1965 yılının yaz aylarında yine İhvan’ın Nasır’a karşı bir suikast girişimi planı açığa çıkarıldı. Sonuç, yüzlerce yeni yakalanma ve örgütün önde gelen 3 isminin ölüm cezasına çarptırılması oldu. Bunlardan biri de, Ağustos 1966’da idam edilen Seyyid Kutup’tur.

SEYYİD KUTUP

Seyyid Kutup (1906-1966), İslam radikalizmin en etkili ideologlarından birisidir. Hasan el-Benna gibi öğretmen olan Kutup, eğitim bakanlığında müfettişlik yaparken Amerika’ya gönderilmiştir. Kutup İhvan’a 1951’de katılmıştır. Bu tarih, ABD’den dönüşünün bir yıl sonrasıdır. Kendisi, bu tarih için “1951’de doğdum” der. Örgütün lider kadroları arasında yer almadı. Ancak yayınlarının başında oldu ve yönetti. Nasır’a yapılan suikasttan sonra tutuklandı, 25 yıl ceza aldı. 1965’de Irak lideri Abdül Selam Arif’in aracılığı ve “ricası”yla serbest kaldı. 1965’deki ikinci suikast girişimi üzerine yeniden tutuklanarak yargılandı ve idama mahkûm oldu. 1966’da idam edildi.

Seyyid Kutup bağnaz bir laiklik ve örneğin “Atatürk düşmanı” olarak tanınır. Ona göre, Batılı güçler İslam’dan kurtulmak için M. Kemal’i öne sürmüşlerdir.

Seyyid Kutup, dindarlar ile laiklik taraftarlarının aynı toplumda bir arada yaşayamayacaklarını söylüyordu. Dolayısıyla, “Müslümanlar öncelikle bu tür yöneticileri devirmekle yükümlüdürler” diye düşünüyordu. Komünizm tanrı tanımazdı, demokrasi ise tanrı nizamının gasp edilmesiydi. Bütün bunlar “cahiliye”nin göstergesiydi. Zaten toplumları, İslam ve “cahiliye toplumu” olarak ikiye ayırıyordu.

“Cahiliye toplumu”nu; Komünist toplum, Hıristiyan toplum, Yahudi toplumu ve kendini Müslüman sayan bazı İslam toplulukları olarak sıralıyordu. “Cahiliye”yi; Tanrı yerine insana tapmak olarak açıklıyordu. Ve “Muhammet zamanında cahiliye bilgisizlikten kaynaklanıyordu” diyordu. “Şimdiki cahiliye ise tanrıya bilinçli başkaldırıştı”. Kutup, laiklikle dindarlığın aynı toplumda sorunsuzca bir arada bulunamayacağını söylüyor, bu nedenle Müslümanların laik devlete karşı başkaldırmaları gerektiğini savunuyordu. Demokrasi ona göre Batı icadıydı. Ulusçuluk da, İslam’ı yozlaştırmak için kullanılmaktaydı. Ona göre, esas olan, İslam dünyasını bir halife yönetiminde bir araya getirmekti. Dünya ümmeti, ırka, ulusal değerlere değil, yalnızca inanca dayanmaktaydı. Ve dünya inananlar ile inanmayanların iki ayrı dünyası değildi. Bütün dünya, inanmayanlarla dolu olduğu için, bir savaş alanıydı, dar-ul harpti.

“Örtünmeyen kadın”ın “cinsel taciz”e müstahak olduğunu ileri süren Selçuklu Üniversitesi İlahiyatçısının kendisinden feyz aldığı ortada olan Kutup, örtünmeyen kadın “canlı bir şeytandır. Bu ahlaksız kadınların çıplak bedenlerinden fışkıran ihtiras alevleri insanı yakarak küle çevirir.” diye yazmıştı. “İnsanlık bugün büyük bir genelevde yaşıyor” diyordu. Bunu kanıtlamak için basına, filmlere, moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına bakmak yeterdi!

Seyyid Kutup, Hasan el-Benna’dan sonra İhvan’ın en önemli liderlerinden biridir. Aynı zamanda o, örgütün en önemli ideologlarından biri olarak nitelendirilebilir.

1967 Arap–İsrail savaşında (Altı Gün Savaşı) Mısır’ın hayli onur kırıcı bir şekilde yenilmesi Nasır’ın laik milliyetçi “Arap sosyalizmi”ne öldürücü bir darbe indirdi. Ortaya çıkan siyasal iklim, Müslüman Kardeşler’in Nasır tarafından bastırılan görüşlerinin, özellikle de rejimin İslami inanç ve değerlere sırtını döndüğü, hatta bunları bastırdığı iddiasının kabulü için elverişli bir durum yarattı. Nasır bu durumu kavrayarak, İslami duyarlılıkla işbirliği yoluna gitti.

Nisan 1968’de, yaklaşık üç yıldır hapiste olan İhvancıları serbest bıraktı. Ne var ki bu manevralar, Müslüman Kardeşler’in Nasır aleyhtarı ve özellikle de İsrail karşısındaki yenilginin sorumluluğunu ona yükleme tutumlarını değiştirmedi. Örgüt öncülüğünde Nasır’ı hükümetten ayrılmaya çağıran gösteriler düzenlendi. Bu gösterilere askerin müdahalesi, onlarca ölü ve yüzlerce yaralıya mal oldu.

1970 yılında Nasır’ın ölümünden sonra, eskiden Müslüman Kardeşler’le iyi ilişkileri olan Enver Sedat iktidara geldi. Sedat örgütü umutlandırmıştı. Nasır’ın izlediği “tarafsız” politikalar hemen terk edildi. ABD politikaları uygulanmaya başlandı.

1975’de Sedat’ın ilan ettiği genel afla İhvan üyeleri serbest bırakıldı. Bu gelişme, İhvan’ın durumunu daha da toparlanmasına ve El Ezher üniversitesiyle bütünleşmesine imkan sağladı. Hasan El Benna’dan sonra örgüt içinde ortaya çıkan bölünmüşlükten memnun olan ve bunu sürdürmek isteyen Sedat, İhvan’ın “ılımlılar” grubunu kendi siyasi düzeninin içine çekmeğe çalıştı. Bu süreçte, iktidar partisinin sunduğu “bilet”le İhvan’ın altı önde gelen ismi parlamentoya girdi. Hükümet örgütün bu “parçası”na alabildiğine iyi ve olumlu davranmaktaydı. İhvan’ın bu grubunun “el-Dava” adlı bir aylık dergi çıkarmalarına izin verildi. Tirajı 78 bin olan el-Dava (çağrı) kendine dört düşman seçmişti: Batı Hıristiyanlığı, komünizm, laiklik ve Siyonizm. Bütün haberler ve yorumlar, bu dört düşmanı hedef alıyor, onlara yönelik olarak kaleme alınıyordu.

Enver Sedat’ın örgütün ılımlılar kanadıyla işbirliği yaparak onları legal-parlamenter siyasetin içine çekme girişiminin sonucu, radikal karakterli diğer Müslüman Kardeşlerin örgütten ayrılması ve daha radikal gruplar kurması oldu. Daha sonra Sedat’a suikast yapacak El-Cihat örgütü bu süreçte ortaya çıktı.

Sedat’ın iktidara geldikten sonra Müslüman Kardeşler’le kurduğu bu olumlu ilişki, İsrail’le barış görüşmelerine başlamasıyla bozuldu. 1977’de İsrail’i ziyaret eden ilk Arap devlet başkanı E. Sedat oldu. Bu ziyaretten bir yıl sonra 1978’de, Sedat, Camp David anlaşmasıyla İsrail’i resmen tanıdı. Bu gelişmeler, tamamen ABD’nin denetimine giren E. Sedat ile İslami örgütlerin arasındaki mesafenin açılmasına neden oldu.

 

SEDAT’IN ÖLDÜRÜLMESİ

Kendisiyle dirsek temasındaki “ılımlı İhvan” bile Camp David Barış Anlaşması’nın en hassas noktası olan Filistin sorununun çözümü konusunda hayal kırıklığı içindeydi. (Bu anlaşmayla Filistin topraklarının %78’i resmen İsrail’e bırakılıyordu.) Hal böyleyken, El Ezher, Sedat’ın zorlamasıyla 1979’da, barış girişimleri konusunda onun politikalarını tasdik eden bir fetva yayınladı. Bu, “ılımlı” Müslüman Kardeşler açısından bir kırılma noktası oldu. Ve onlar da pek çok konuda Sedat’a muhalefet yapmaya başladılar.

Süreç, Müslüman Kardeşler’in sokaktan, hatta parlamento dan alınıp yeniden hapishanelere gönderilmesi şeklinde ilerledi. ABD ve İsrail’den gelen baskılar sonucunda 2000’i aşkın İhvancı hapse atıldı. El Dava kapatıldı. İhvan yanlısı olduğu şüphesiyle 200 subay ordudan atıldı. Bu sertlik karşılığını bulmada gecikmedi. 1981 yılında Mısır’ın kurtuluşunun kutlandığı bir törende El Cihat üyesi bir yüzbaşı olan Halid Ahmed El Şevki İslambuli önderliğindeki bir grup asker Enver Sedat’a suikast düzenledi. Suikastta Sedat hayatını kaybetti.

MÜBAREK DÖNEMİ

Sedat’ın yerine, 1973 Arap-İsrail Savaşında (Yom Kippur) yıldızı parlamış olan yakın arkadaşı Hüsnü Mübarek başkan oldu. Mübarek militan İslami hareketlerin üzerine kararlılıkla gidip onları şiddetle bastırırken, rejimin “dini olmayan” (laik) muhaliflerini serbest bırakarak onlarla diyalog geliştirdi. Bu arada, İslam dünyasının pek çok bölgesinden gelen kınamalara rağmen, Sedat’a suikast düzenleyen El-Cihat üyelerini idam ettirdi.

1982’de kendisine yönelik radikal İslamcı bir suikast girişimi başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra Mübarek, El-Ezher ulemasıyla işbirliğine girerek, hem rejim için meşruluk sağlama, hem de hapisteki İslamcıları yeniden eğitme/kazanma çabası içinde oldu. İslami olmayan (laik) muhalefetin önünü açma yolunda muhafazakâr yeni Vafd Partisi’ne 1984’de parlamento seçimlerine katılma hakkı tanıdı. Fakat yeni Vafd Partisi ile Müslüman Kardeşler ittifak içine girdiler.

1987’de yapılan seçimler, Mısır’da İslami muhalefetin daha da artan bir güce ulaştığını gösterdi. Müslüman Kardeşler, hem liberallerle hem de Sosyalist İşçi partisiyle ittifak yaptı. Oyların %17’sini alan bu ittifak, kazandığı 60 milletvekilliğinin 35’inin İhvan’a kullandırttı.

Bu gelişmelerle birlikte, Müslüman Kardeşler’in, Mısır’da, kendi dışında kalan diğer rejim karşıtı gruplarla diyalog ve işbirliğine açık, dolayısıyla daha “demokratik” bir siyasi üslup ve motivasyon kazandığını düşünmek mümkündür. Örgütün klasik seçim sloganı olan “Çözüm İslam” bile bu süreçte değiştirilmiş ve onun yerine, 2000’li yıllarda, “Demokratik Değişim” sloganı kullanılmaya başlanmıştır.

Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in iktidara gelmesinden sonra diyaloga katılan Müslüman Kardeşler, resmen yasak olsa da, ülkenin en büyük muhalif gücü idi.

Siyaset sahnesinde resmen yasaklansa da etkin bir sosyal yardım ağına sahip olan Müslüman Kardeşler; yoksullara, üniversitelerde ve sendikalarda durumu kötü olanlara yardım organizasyonları düzenliyordu. (Özellikle camilerde aktif durumdaydılar.)

Okullar, hastaneler vb. sosyal yardımlaşma ağlarıyla toplum üzerinde büyük bir etkiye sahip olan Müslüman Kardeşler, Ortadoğu’nun en büyük ve etkin örgütü olarak biliniyor. 2005’deki genel seçimlerde büyük başarı gösteren ve parlamentoda 88 sandalye kazanan hareket, birinci turuna katılmakla birlikte, iktidar partisi geniş çaplı yolsuzluk yaptığı ve şiddet uyguladığı gerekçesiyle boykot ettiği seçimlerin Aralık 2010’daki ikinci turuna katılmadı.

Müslüman Kardeşler, 60 yılı aşkın bir süredir yasadışı, fakat müsamaha gösterilen bir hareket.

Katıldığı her seçim, insanları seferber etme konusunda yüksek kapasiteye sahip olduğunu gösterdi.

İHVAN’IN BUGÜNÜ

Müslüman Kardeşler in günümüzdeki lideri Muhammed Bedi, 2009 Aralık ayında, 30 kişilik Danışma Konseyi tarafından, 7. Genel Mürşit Muhammed Mehdi Akif yerine, 8. Genel Mürşit seçildi. 16 kişilik irşat bürosu için yapılan seçimlerde, genellikle muhafazakâr olarak tanınan isimler başarılı oldu.

Bugün de kitleler üzerinde en etkili hareket olan İhvan’ın Mısır genelinde okulları, hastaneleri, vakıfları var. İllegal oldukları için, bunlar şirketler ve şahıslar üzerine yapılıyor. Yoksulara, yetimlere ve öğrencilere yardım ediliyor. Devlet denetimi dışında kalan yapılarda, meslek örgütlerinde (hâkim, avukat, gazeteci, mimar, mühendis) ciddi bir etkiye sahipler. Üniversitelerde güçlüler. “Devrim Şehitleri”ne ayda 700–800 dolar yardım yaptıkları söyleniyor.

İhvan artık 1930’ların İhvan’ı değil. Hasan EL Benna’nın Kahire’de o dönemlerde ilişki kurmaya çalıştığı kapitalistler, fabrika sahipleri zenginlerle ilişkiler bugün daha gelişkin durumda. İhvan’ın içindeki sermaye sahiplerinin, kapitalistlerin sayısı hiç de az değil. İşadamlarıyla, şirket sahipleriyle, yüksek gelirli meslek sahipleriyle sistemin içine çoktan girmiş ve bu yönüyle AKP ve daha da çok Fethullah Gülen Cemaati şahsında beliren “Türkiye modeli”ni çoktan hayata geçirmiştir. Artık İslam’ı, “ılımlı İslam” olarak kapitalizmin ötesinde değil ama içinde arayıp bulmaya hazır olacak kadar yöneticileri ve dayanaklarıyla palazlanıp zenginleşmiştir İhvan.

Yöneticiler, esas olarak mülk sahibi zenginler ya da yüksek gelirli meslek sahipleri. (Muhammed Bedi eski bir akademisyen) Ancak, bu etkin hareketin bütününü bağlayacak ve irade birliği oluşturacak bir programları yok. Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de etkinler. Ancak bu kolları arasında da politik ve ideolojik bir birlik bulunduğu söylenemez.

Mısır’daki İhvan hareketinde bugün üç eğilim var: Muhafazakârlar, reformcular ve radikal eğilimler. İhvan’da uzun süredir genel olarak liberalizme daha yakın ve uzlaşmacı eğilimleri ağır basıyordu. Bugün Mısır’da, neo-liberal ve “İslam’la demokrasinin sentezi”nin örneği olarak gösterilen Amerikancı “ılımlı İslamcı” “Türk Modeli”, hareketin muhafazakâr kesimi (M. Bedii) tarafından bile benimseniyor.

İhvan’ın evsanevi lideri Hasan El Benna’nın Avrupa’da yaşayan torunu Tarık Ramazan’a göre, “İhvan bünyesinde farklı eğilimler barınıyor. Fakat hareketin liderliği artık genç üyelerin arzularını tam olarak temsil etmiyor. Gençler dünyaya daha açık, ülke içinde reform gerçekleştirmek derdinde ve Türkiye örneğinden heyecan duyuyor. Birleşik bir hiyerarşik görünüşün arkasında birbiriyle çatışan güçler var. Hareketin hangi yola gireceğini kestirmek çok zor.” İhvan’nın içinde katı dindarlarla “Türkiye örneği”ni savunanlar arasında her şey olabilir, ancak artık İhvan’ın “radikal İslamcı” olarak tanımlanan türden bir yol tutacağını ileri sürmek gerçekçi olmaz.

İhvan içinde yoksul ve emekçi tabanla yönetici seçkinler arasında Mübarek’in gölgesinden kurtulmuş olmaktan beslenen bir ayrışmanın çıkması çok güçlü bir olasılıktır. Şimdi, güçlü ana eğilim olarak, bundan sonra kurulacak düzen içinde etkin bir yer kapmanın planı yapılmaktadır. Gerek bu tutum, gerek ayaklanma başlangıcındaki ikircikli, temkinli ve geriden gelen tutumu, gerekse de İhvan liderlerinin “Camp David dahil Mısır devletinin yaptığı bütün uluslararası anlaşmalara saygılı olacağız” türü açıklamaları, İhvan’ın önümüzdeki süreçte tabanı üzerindeki etkisini sürdürmesinin zor olacağına, “cemaat” içi tartışma ve gerilimlerin yanı sıra tabanla ilişkilerde gerileme yaşanması olasılığının küçümsenmemesi gereğine işaret etmektedir. Ancak ele geçirilecek ya da bir ucundan tutulacak iktidar olanaklarının kullanımıyla genişleme ve güçlenme de şüphesiz bir olasılıktır ki, Türkiye’de denenmiş ve başarılı olduğu görülmüştür –işte İhvan’a egemen görünen ana eğilim de bunun yolunu açmak amacıyla her türlü tavizi vermeye hazır bir görüntü vermektedir. İhvan, aslında bu yönelimin temellerini, 2000’li yıllarda klasik seçim sloganı olan “Çözüm İslam’da” sloganı yerine “demokratik değişim” sloganının koyarak atmıştı.

İhvan’ın şimdiki lideri Muhammed Bedii, ayaklanmadan 16 gün sonra yaptığı açıklamada, yine kuşkusuz bu doğrultuda, eskiden “dar-ül harp” olarak niteledikleri düzenin başlıca kurumu ve polis vb. türü dayanaklarının çöktüğü özellikle bugünkü temel dayanağı olan Mısır Ordusu’na ilişkin olarak, “Bu halkı askeri darbe tehdidiyle korkutamasanız. Çünkü bu halk ordunun halkın ordusu, askerin de halkın askeri olduğuna inanıyor. Ordu, bu ülkenin ve halkın muhafızıdır. Halkın umutlarına ve isteklerine karşı darbe yapmak mümkün değildir.” diyebilmiştir.

Yine İhvan’ın liderlerinden İrşad Bürosu üyesi Saad el-Hüseyin, Milliyet’ten Hasan Cemal’e yaptığı açıklamada şöyle konuşmuştur: “Son dönemde iyi sınav verdi ordu. Halktan yana kullandı gücünü… En kısa zamanda seçilmiş hükümete bırakacağız diyor ordu. Ona inanıyoruz.

“Yol haritası nedir?” sorusuna ise şu sıralamayla cevap veriyor:

1- “Cumhurbaşkanı adayı göstermeyeceğiz.”

2- “İlk milletvekili seçimlerinde çoğunluğu sağlamak için uğraşmayacağız.”

3- “Dört-altı ay arasında önce parlemento, sonra cumhurbaşkanı seçimleri yapılsın.”

4- “Yeni parlamento, yeni anayasa ve temel yasalara el atılsın.”

5- “Demokrasinin temel ilkelerine sadığız, bağlı kalacağız. Halk isterse geliriz, istemezse gideriz.”

Bu açıklamalarına bakılarak bile, İhvan’ın yeni sürece olabildiğince sorunsuz ve hızlı geçmeyi düşündüğü söylenebilir. Aktardıklarımız, Fethullah Gülen cemaatiyle AKP’nin Türkiye’de izledikleri “saman altından su yürütme” ya da “köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı” deme tutumunu hatırlatmakta ve başka açılardan olmasa bile, bu açıdan Türkiye’nin “örnek” alındığını belirtmektedir.

İhvan’nın “ılımlı İslam” yönelimiyle ABD ve Mısır tekelci gericiliğiyle sağladığı yeni ilişkilerin sonucu olarak Mısır’da düzenin dayanakları arasına katılacağı anlaşılıyor, ancak yeni sürece nasıl dâhil olacağı önümüzdeki günlerde netleşecek. İhvan’ın bir siyasi partiye dönüşmesi pek olası değil. Muhtemelen manevi bir güç olarak varlığını sürdürecek ve böylelikle doğrudan siyasi bir sorumluluk üstlenmemiş görünerek elinin serbest kalmasını sağlamaya, dolayısıyla “müminler” üzerindeki etkisinin sürmesini garanti altına almaya çalışacak. İhvan, Gülen benzeri böyle bir tutumla, kendisini sözde “manevi” önderlik ve “sosyal dayanışma” işleviyle sınırlanmış göstererek korumaya alırken, siyasal süreçlerde yer almak üzere, kuşkusuz “el altından” destekleyeceği/yönetip yönlendireceği yeni bir parti mi kurulur (en güçlü ihtimal bu), yoksa İhvan mensubu bazı siyasetçilerin kurduğu (bunların İhvan’la organik bağı bulunmuyor) Vasat Partisi mi bu işlevi yüklenir; bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Ancak bir olguya değinmeden geçmek olmayacak ki, o da şu: Modern kapitalist dünyada bütün İslami örgütlenmeleri önceleyerek, doğrudan bir siyasal örgütlenme olmadan, ama siyasal/sosyal bir cemaat olarak Müslüman Kardeşler sahneye çıkmış ve yaklaşımları, izledikleri yöntemler ve örgüt biçimleriyle tüm İslami örgütlenmelere örnek oluşturmuştur. “Cihat”, ama ilan edilmemiş gibi yapılması ve “dar-ül harp” içinde çalışma yürütme, “Salı Toplantıları”, “Işık evleri”ni hatırlatan on kişilik aileler halinde örgütlenen ve haftada bir toplantılar yapan “taburlar”, “ağabeylik”in müesseseleştirilmesi vb..’nin, başka İslami örgütleri bir yana bıraksak bile, Gülen cemaati bakımından yol gösterici olduğu ve örnek alındığı kesindir. Ancak tıpkı kapitalist sektörler ve işkollarıyla, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkide olduğu gibi, “eşit olmayan ve sıçramalı gelişme” kuralı işlemektedir, işlemiş ve “boynuz kulağı geçmiştir”. “Kaderin tecellisi” odur ki, zamanında Müslüman Kardeşler’den ve deneylerinden öğrenip feyz almış olan Fethullah Gülen cemaati ve onunla kol kola kah koklaşarak kah sürtüşerek siyaset yapan AKP, şimdi Türkiye’de kaydetmiş oldukları mesafenin, İhvan’ın yolundan yürüyerek siyasal iktidarın yürütmesini ele geçirmelerinin doğrudan bir sonucu olarak, onlara başarılı bir deney örneği sunmakta ve karşılık olarak “yararlanacağız” masajı almaktadırlar.

SURİYE İHVANI

Müslüman Kardeşler’in Mısır dışına çıktıkları ilk yer Suriye’dir. Örgüt, bu ülkede 1930 ortalarında belirmeye başlar. Mısır’a okumaya gelen Suriyeli öğrenciler burada örgütün faaliyetlerinden etkilenirler. Ülkelerine döndüklerinde İhvan’ın tohumlarını atmaya başlarlar. Ancak kurumsallaşma, El Ezher’e hukuk okumaya giden ve 1941’de Hasan El Benna ile tanışan Mustafa Es-Sıbai öncülüğünde gerçekleşmiştir. Sıbai, Müslüman Kardeşler’in Suriye kolunun ilk lideri olarak kabul edilir. Örgütün merkezi karargâhı Halep’tir.

1958’de Nasır Mısır’ı ile Suriye arasında gerçekleştirilen “Birleşik Arap Cumhuriyeti” deneyiminin 1961 yılında hayal kırıklığıyla sonuçlanması, Müslüman Kardeşler’in ülkede çoğunluğu oluşturan Sünniler üzerindeki ağırlığını kalıcı hale getirdi.

Örgütün hedef kitlesini oluşturan bu çoğunluk açısından laik eğimli yönetici elitin dinsel aidiyeti olan Aleviliğin İslam içi olup olmadığı konusu zaten hep tartışmalı olmuştur.

Suriye’de 1973’te yürürlüğe konan yeni anayasa İhvan yanlısı ulemanın tepkisiyle karşılaştı. Anayasanın laik ve ateist eğilimli olduğu gerekçesiyle saldırıya geçen ulema, İslam’ın devletin dini olarak kabul edilmesi talebinde bundu.

Hafız Esat’ın Lübnan iç savaşına Marunî Hıristiyanlardan yana müdahalesinin hemen ardından, İhvan, Suriye’de rejime karşı cihat ilan etmeye karar verdi. Baasçı bürokratlara, Alevi liderlere, gizli servis üyeleri ve istihbaratçılara yönelik suikastlar birbirini izlemeye başladı. 1979’da, Halep Harp Okulu’nda bir Sünni subayın da işbirliğiyle, 200 Alevi öğrenci üzerine büyük çaplı silahlar kullanılarak açılan ateşte 83 öğrenci öldürüldü. Örgüt, yalnızca Alevileri değil, ülkedeki Sovyet askeri ve sivil danışmanları ile hükümet yanlısı ulemayı da hedef olarak belirlemişti.

İktidar, Halep’te öldürülenlerin “intikamı”nı, 1980 Ağustos’unda yine Halep’te güvenlik kuvvetlerine ateş açıldığı söylenen bir binadaki 80 kişinin dışarı çıkarılıp anında infaz edilmesiyle almıştır.

Ocak 1980’deyse, güvenlik güçleri hapiste bulunan yüzden fazla İhvan üyesini infaz ettiler. Temmuz 1980’de, parlamento Müslüman Kardeşler’e üyeliği, hatta onunla bağlantıyı devlete karşı suç sayıp ölüm cezasına çarptıran bir yasa çıkardı. Halep’te 80 kişinin öldürülmesi, bu yasanın çıkarılmasından hemen sonra olmuştur.

HAMA KATLİAMI

Esat yönetiminin oldukça ağır operasyonları karşısında örgütün direnci kırılmaya başlayınca, toparlanmak için strateji değiştirerek, Ekim 1980’de İhvan öncülüğünde, ama daha geniş bir kitleyi hedefleyen “Suriye İslam Cephesi” kuruldu. Bu oluşumun programına “Suriye İslam Devrim Deklarasyonu ve Programı” adı verildi.

Şubat 1982’de Hama’da İhvan öncülüğünde başlatılan ayaklanma, Esat iktidarı tarafından büyük çaplı bir şiddetle, tam anlamıyla kitlesel bir katliam ile bastırıldı.

Kimilerine göre 20 bin, kimilerine göre 40 bin insanın ölümüyle sonuçlanan bu katliamın çok fazla su yüzüne çıkmaması, aynı yıl İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi nedeniyle gölgede kalmasına bağlanabilir. Olaylarda ölmeyenlerin de müebbet hapse mahkûm edilmesiyle Suriye’de iktidar Sünni-İslam muhalefetini iyice sindirmiştir. Örgütün pek çok üyesi ve lider kadrosu, bu olaydan sonra Suriye’yi terk ederek dünyanın çeşitli yerlerine ülkelerine dağıldılar.

Başer Esat, babasına göre kısmen daha ılımlı bir yönetim sergiledi. Bunun sonucu olarak Müslüman Kardeşlerin hapisteki üyelerinin bir kısmı serbest bırakıldılar. Örgütün sürgündeki önder kadrosu da, oğul Esat’ın kendilerine “zeytin dalı” uzatmasını beklediklerini ifade ettiler. Ağustos 2010’da liderliğe getirilen Riyad Şakfa, Başer Esas’ın özgürlük, insan hakları ve demokrasinin önünü açması durumunda rejim karşıtı faaliyetleri bırakarak, yasal bir siyasal partiye dönüşeceklerini belirtti.

Mısır’ın ardından örgütün güçlü olduğu ikinci büyük ülke olan Suriye’nin liderlerinin, İhvan’ın “anavatanı”nda yaşananların ardından hemen reform politikalarını uygulamaya koymasını, Mübarekten sonra “çanlar kimin için çalıyor?” sorusuna verilecek yanıt olmak istemedikleri şeklinde yorumlamak yanlış olmayacaktır.

Ama her şeye rağmen Arap ayaklanması yayılmaktadır, Suriye de karışmıştır.

Sendikal Mücadelede Yerelleşme Sorunu

Geride bıraktığımız birkaç yıl, sendikalar ve sendikal hareket açısından oldukça zor, ama sendikaların; hareketin içine düşürüldüğü durum ve bu durum karşısında gösterilen farklı tutumlar açısından da son derece öğretici oldu. Zira sendikal hareket üzerinde sermayenin etkisi ve onun ifadesi olan işbirlikçi, diyalogcu sendikacılık yaklaşımlarının egemenliği hiçbir zaman geçtiğimiz yıllardaki kadar güçlü ve yıkıcı olmadı.

Sendikal hareket içinde yürütülen ve en temel sendikal faaliyetlerden, sendika yönetimlerinin belirlenmesi ve oluşturulmasına kadar geniş bir alanda yaşanan gelişmeler üzerinden sermayenin istekleri ve sendika bürokrasi tarafından ortaya konulan açık pratik tutum, sendikalara gelecekte biçilmek istenen rolün ne olduğunu tüm çıplaklığıyla gösteriyor.

Sendikalar, sermayenin bitmek bilmez isteklerinin emekçilere kabul ettirilmesi; bunun başarılamadığı koşullarda, onların eylem ve mücadelelerini kontrol altında tutmaya çalışan, tamamen merkezden yönlendirilen, bürokratik aygıtlar haline getirilmek isteniyor. Dikkat edilirse özellikle işçi sendikalarında bütün tüzüksel ve örgütsel mekanizmalar işçi sınıfını ve onun mücadelesini tek merkezden yönetecek, yerele (şube, temsilcilik ve işyerlerine) inisiyatif bırakmayan, hatta yeri geldiği zaman mücadele içinde öne çıkan kesimleri tasfiye etmeyi kolaylaştıracak şekilde biçimlendiriyor[1].

Sendikaların mevcut yapısıyla, temsil ettikleri işçi ve emekçileri ortak talepler etrafında birleştirme ve örgütlü bir güç olarak patronların karşısına dikme görevini yerine getirme noktasında ciddi zayıflıklar taşıdığı bilinen bir gerçek. Emekçilerin birleşme ve mücadele örgütü olması gereken sendikaların, emekçileri ortak hedefler doğrultusunda birleştirme görevini yerine getirmedikleri sürece yaşanan zayıflıkların daha da derinleşmesi kaçınılmaz. Bu durum işçi ve kamu emekçilerinin bir taraftan kendi öz örgütlerine ve sendikal mücadeleye hızla yabancılaşmasına neden olurken, diğer taraftan sendikaların bırakalım toplumun genelini, kendi üyelerinin bile güvenmediği örgütler haline gelmesini kolaylaştırıyor.

İşçi sınıfının, ilk kurulmaya başladığı yıllardan itibaren sendikaları aracılığıyla yürüttüğü mücadele, asla kendi başına özel bir amaç olmamıştır. Sendikalar, sermaye ve saldırılarına karşı emekçilerin mücadelesinin ortaklaştırılması, birleşik bir sınıf hareketinin yaratılması için değerlendirilmesi gereken, bunun için emekçilerin birbirinden pek çok yönden farklı olan kesimlerini örgütlemeyi ve birleştirmeyi amaçlayan önemli ve etkili bir mücadele aracıdır. Pek çok konuda olduğu gibi, sendikalar ve sendikal mücadele açısından da bu araç-amaç ilişkisi doğru kurulmadığında, sendikaların işçi sınıfının en geniş kesimlerini ortak sınıf çıkarları ve hedefler doğrultusunda birleştirmesinin ve mücadeleye sevk etmesinin güçleşmesi kaçınılmazdır.

Sendikal mücadelenin, sınıf mücadelesinin gelişim seyri açısından özel bir önemi vardır ve sendikal hareketin güçlenmesi, sendikal mücadelenin somut kazanımlar elde etmesi, sınıf mücadelesinin diğer alanlarında yürütülen mücadelelerin gelişim seyri ve başarısıyla da doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla sendikal mücadele açısından asıl olan, işçi ve emekçilerin ve onlarla birlikte mücadele eden ileri temsilci ve üye kitlesinin mücadele olanaklarının çoğalması ve saldırılara karşı birleşik mücadele yolunun genişlemesidir. Bunu başarmanın ilk adımı, işçi ve emekçileri bölen, onları çeşitli vesilelerle karşı karşıya getiren her türlü politika, uygulama ve sendikacılık tarzına karşı ısrarla “birleşmeyi” ve “sınıf dayanışması”nı savunmaktır. Bunun yapılacağı yerler kuşkusuz sendikal merkezler değil, sendikaların ve sendikal mücadelenin çıkış noktasını oluşturan işyerleri, şube ve temsilcilikler gibi yerel örgütlerdir.

BİRLİK VE SINIF DAYANIŞMASININ ÖNEMİ

Sermaye ve işçi sınıfının temsilcileri, sınıf çıkarları açısından taban tabana zıt cephelerde yer almalarına rağmen, her fırsatta birleşme, birlikte hareket etme çağrıları yapıyorlar. Özellikle son yıllarda, yaşanan kriz sürecinin ortaya çıkardığı sonuçların da etkisiyle, sermaye temsilcilerinin işçi sınıfı temsilcilerine kıyasla her zamankinden daha çok birlik ve beraberlik mesajları veriyor olmaları dikkat çekici. Sermaye örgütlerinin kendi iç çelişki ve çatışmalarına rağmen birlikte hareket etmeye çalışması, kendi sınıf çıkarlarının farkında oldukları ve bunun gerektiği şekilde davranmalarının taleplerini gerçekleştirmek için zorunlu olduğunu kavradıklarını gösteriyor.

Sendikalar cephesinde ise, sermaye örgütleri kadar “organik” olmasa da, özellikle son birkaç yılda sermayenin saldırılarına karşı birleşme, birlikte hareket etme yönünde çağrılar yapıldığı biliniyor. Ancak sendika merkezlerinden sık sık yapılan çağrıların gerek işyerlerinde, gerekse diğer yerel sendikal örgütlerde (az sayıda istisnayı dışarıda tutarsak) somut karşılıklarının olmadığı da bir gerçek. Çünkü her kalabalığı gördüğünde birlikte mücadele çağrısı yapanların önemli bir bölümü, daha sonra bu yönlü söylemleriyle çelişen pratikler sergiliyorlar. Emek cephesinden, sendika merkezlerinden gelen birlik çağrıları genellikle havada kaldığından, bir taraftan sermaye ve hükümetlerinin işbirliği içinde hayata geçirdiği “torba yasa” gibi saldırılar yasalaşırken, sermayenin yeni saldırı yasalarının hazırlanması için cesaretlenmesi de kolaylaşıyor.

Birlik olmak, birleşmek birbirine karşıt çıkarlara sahip olan sınıflar için “daha güçlü olmak” açısından benzer anlamlar taşısa da, işçi sınıfı ve onun sendikal örgütleri açısından birlik olmak “sınıf dayanışması” gibi, sendika ve örgütlenme fikrinin temelini oluşturan önemli bir anlam taşıyor. Sınıf dayanışmasını bilinen anlamıyla birlik olmaktan farklı yapan, bir araya gelip yan yana durulmasından çok daha ötesini ifade ediyor. Sendikaların gerek örgütlenme, gerekse mücadele açısından tek tek işyerlerinden başlayarak örgütlü ya da örgütsüz olup olmadığına bakmaksızın, gerçek anlamda birleştirici bir rol oynayabilmesi, tüm emekçilerin önceden belirlenen hedefler doğrultusunda birlikte davranmasının sağlanmasını gerektiriyor. İşçi ve emekçiler sadece ve sadece örgütlü olduklarında ya da örgütlü davranabildiklerinde gerçek anlamda güçlü olabildiklerinden onlar için birleşmek, öncelikle aşağıdan yukarıya bütün kademelerde sınıfın örgütlü dayanışmasını sağlamayı hem bir görev hem de zorunluluk olarak karşımıza çıkarıyor.

Herhangi bir alanda yürütülen mücadelenin, sadece sınıfın o an için saldırıya uğrayan kesimleriyle sınırlı kaldığında ve diğer kesimler tarafından yeterince desteklenmediğinde başarılı olmanın mümkün olmadığı bugüne kadar yaşanan deneyimlerle pek çok kez görülmüştür. Sendikal mücadele için, ortak çıkarlar etrafında birleşmiş bir sınıfın mücadelesi olarak ifade edilirken bu temel gerçekle sık sık karşı karşılaşılır. Bu nedenle esas olarak sınıf dayanışması fikrine dayanmayan, sınıfın geri kalanı tarafından şu ya da bu şekilde desteklenmeyen herhangi bir mücadelenin (eylemin, grevin, direnişin) sermayenin birleşmiş güçleri karşısında başarılı olma şansı hemen hiç yoktur.

Sermayenin, emekçilerin bugüne kadar kazanılmış bütün haklarını hedefe koyması ve bu hedeflere ulaşmak için adım adım ilerlemesinde, kendi içindeki birliğini asgari ölçülerde de olsa da sağlamış olmasının mutlak etkisi vardır. Sermaye sınıfı, sayıca ondan çok daha büyük olan işçi sınıfını bölebildiği ya da onları kendi içinde karşı karşıya getirebildiği sürece güçlenmekte ve hedeflerine emin adımlarla yaklaşmaktadır. Bütün bunlar olurken ne yapılmalıdır? Sermaye örgütlerinin kendi içindeki derin çelişkilere rağmen, “tek vücut” olduğu gerçeği karşısında sendikalar ve sendikal mücadelenin yenilenmesi ve yeniden ayaklarının üzerine dikilmesi için hangi adımlar atılmalıdır?

Bugün işçi sınıfının büyük çoğunluğu çok kötü ve ağır koşullarda çalışıyor ve haklarından, potansiyel gücünden ve bu gücün en somut ifadesi olan sendikal örgütlülükten uzak bir şekilde yaşamaya çalışıyorlar. Sendikalı olma şansına sahip olanlar ise, sendika merkezlerine (hatta kimi şubelere) çöreklenen sendikal bürokrasi tarafından etkisiz hale getirilmiş ve pasifleştirilmiş durumda.

Sendikalı olan işçilerin kazanımlarının gün geçtikçe erimesi ve söz konusu erime karşısında somut adımların atılmaması, örgütlü işçileri bile karamsar ve umutsuz hale getirmiştir. Sendikalı işçilerin örgütlü olduğu sendikaya yabancılaşması; sendikaları sadece yöneticilerden ibaret görme, emekçilerin hak ve çıkarlarını savunmada ve yeni haklar kazanma mücadelesinde kendisini aktif, kolektif bir güç olmaktan çok gelişmelere dışarıdan bakan, hatta çoğu zaman sendika seçimlerinden haberi bile olmayan “genel izleyici” durumuna sokmaktadır. Bu durum sendikal bürokrasinin gücünü ve etkisini sürdürmesinin en temel dayanakları haline gelmiştir.

Genel olarak emek hareketi, özelde ise sendikal hareket, bir süredir bütün mücadele düzeylerinin iç içe geçtiği karmaşık bir süreç yaşıyor. Mevcut yapı ve işleyişleriyle, işçi sınıfının yaşamına ve beklentilerine son derece yabancı, bürokratik tarzlarıyla ciddi bir tıkanma yaşayan sendikal bürokrasi henüz yeterince geriletilebiliş değil. Sendikaların emek sürecinde ve istihdam biçimlerinde yaşanan değişikliklere aynı hızda uyum sağlayamaması gerçeği, sürecin ve hareketin ihtiyaçlarına uygun sendikal politikaların geliştirilememesiyle birleşince, merkezi anlamda ciddi tıkanıklık yaşayan sendikal mücadelenin aşağıdan yukarıya yenilenmesinde işyerleri ve yerel sendikal örgütlülükler önemli bir fırsat olarak karşımıza çıkıyor.

İŞYERİ ÖRGÜTLÜLÜĞÜNE DAYANAN BİR YERELLEŞME İHTİYACI

Sendikalar açısından örgütlenme ve mücadele bir madalyonun iki yüzü gibidir. Sendikal örgütlenme için geliştirilecek strateji ve politikalar kadar, bu politikaları hayata geçirilebilecek mücadele yol ve yöntemlerinin, araçların yaratılması ve uygulanması da önemlidir. Emekçilerin en geniş kesimini çatısı altında toplayan sendikaların mümkün olduğu kadar geniş bir alanda faaliyet göstermesi, tanınması ve benimsenmesi, güçlü bir örgütlülük oluşturmak açısından önemlidir.

İşyerleri, emekçilerin bir araya geldikleri, üyelerin örgütlenmeyi, sendikayı hissettikleri ilk yerler olması nedeniyle örgütlenme ve örgütlü mücadelenin başlangıç noktasını oluşturur. Sorunların açığa çıkarılması, çözümlerin geliştirilmesi ve hayat bulmasında atılacak ilk adımlar işyerlerinden başlarsa anlamlıdır. Üyesi ile üretim ya da hizmet biriminden başlayarak doğrudan ilişki kuramayan bir sendikanın, süreç içinde sendikal politikalardan, üyelerinden kopması, onlardan uzaklaşması kaçınılmazdır. Sendikal faaliyetin işyeri faaliyetlerini temele alarak yerelleşmesi, sendikal faaliyet ve politikaların tek tek işyerlerinden başlayarak yukarıya doğru ilerlemesi, bir taraftan sendikal mücadelenin gücünü ve etkisini arttırırken, diğer taraftan sendikal mücadelenin sadece yukarıdan aşağıya belirlenen ve çoğu zaman yerellerin “merkez”in ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmesini sağlayan bürokratik hamlelerini de boşa çıkarabilmektedir.

İşyerlerine ve emekçilere dayanmayan, gücünü ve yetkisini üyelerinden almayan, örgütlenmesinde ve mücadelesinde işyerlerini önemsemeyen, sadece basit müdahalelerle sorunları çözmeye çalışan sendikal politikaların ne kadar başarılı olduğunu görmek için çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Örgütsel gücünü işyerlerinden alan, günlük ve istikrarlı işyeri çalışmasını önemseyen, somut sorunlar üzerinden farklı statülerdeki emekçileri bir araya getiren, böylece ortak bir mücadele hattı oluşturabilen sendikalar, sendikal mücadeleyi ve sınıf mücadelesini ilerletebilirler.

Güçlü bir işyeri örgütlenmesinin oluşturulmasında işyeri sendika örgütü, işyerindeki tüm emekçileri, çıkarlarının ifadesi olan somut talepler etrafında birleştirmek ve mücadele içine çekmek göreviyle karşı karşıyadır. Bunun için:

· İşyerinde çalışan tüm emekçilerin (statü farklılıkları, hangi sendikaya üye olduğuna bakılmaksızın) arasındaki rekabete son verme, onların çalışma koşulları ve haklarını birbirine yaklaştırma hedefiyle hareket etmek zorunludur.

· İşyerindeki statü farklılıklarına ve sendikal parçalanmışlığa son vermeyi amaçlayan bir örgütlenme ve her çevrenin tek bir mücadele örgütü içinde birleşmesinin sağlanması hedeflenmelidir. Bunun için, bu örgütlenmenin son derece demokratik, her sorunu en geniş çevreler içinde tartıştıran bir işyeri örgütü yaratmanın koşulları sonuna kadar zorlanmalıdır.

· Sadece “aktif” üyelerin değil, işyerindeki emekçilerin ana kitlesini mücadeleye katan ([2]) bir mücadele hattının izlenmesi son derece önemlidir. Bunun başarılması ancak bu çevrelerin karar süreçlerine katılmaları ve kendilerini açıkça ifade etmeleri ile mümkündür.

Bugüne kadar yaşanan tarihsel deneyimler, işçi sınıfı ve sendikalar için en doğru olanın, ilk adımda emekçiler arasında hiçbir ayrım gözetmeden, en güçlü birliğin sağlanmasından geçtiğini göstermiştir. Ortak sorunları yaşayan, benzer çalışma ve yaşama koşullarına sahip işçilerin büyük bölümünün örgütsüz olması, örgütlü olanların da ayrı ayrı sendikalarda örgütlenmeleri bugünkü olumsuz durumun en önemli sonucudur.

İşçi sınıfının hem kendi içinde, hem de örgütlü güçleri arasında oluşturulan birliklerin işyerlerinden, tabandan yukarıya doğru harekete geçmesini sağlamak ve bunun kanallarını açıcı örgütlenme ve mücadele politikalarını benimsemek kilit önem taşımaktadır. Bunun gerçekleşmesi elbette öncelikle örgütlü, sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin fabrikalarda, işyerlerinde kendi ihtiyaçları ve çıkarları üzerinden oluşturacakları mücadele programları etrafında bir araya gelmesiyle somut bir karakter kazanacaktır.

Hem işçi sınıfı içinde, hem de sendikal mücadele sürecinde yaşanan ve sendikal bürokrasinin de etkisiyle giderek merkezileşen sendikal mücadelenin yerelleşme sorununun çözümü için öncelikle üç temel noktanın açıklanması gerekir:

Birinci nokta; mücadelenin taleplerinin ne olacağı ve belirlenen taleplerin kimleri ne ölçüde kapsayacağıdır. Bu noktada belirlenen taleplerin somut, sadece örgütlüler açısından değil, sınıfın örgütsüz, özellikle güvencesiz kesimleri tarafından da benimsenmesi ve sahiplenilmesini sağlayacak içerikte olmasına dikkat etmek gerekir. Bu şekilde sendikaların sadece kendi üyeleri için mücadele eden örgütler olmaktan çıkması, sınıfın bütününün çıkarlarını savunur hale gelmesi sağlanabilir.

İkinci nokta; belirlenen taleplerin hangi mücadele örgüt ve araçları aracılığıyla nasıl yürütüleceği ya da yürütülmesi gerektiğidir. Burada en önemli mücadele aracı, mevcut zaaf ve eksikliklerine rağmen sendikalar ve yerellerde sendikaların bir araya gelmesiyle oluşturulmuş yerel sendikal platformlardır. Burada tartışılması gereken talepler üzerinden mücadelenin sendikalarla olup olmayacağı değil, sendikaların ve yerel sendikal örgütlerin sınıfın birleşme ve mücadele merkezleri haline getirilmesi için nelerin yapılması gerektiğidir.

Üçüncü nokta; bütün bunları hayata geçirmek için yürütülecek mücadelede izlenecek sendikal çizginin ne olacağı, nasıl bir sendikacılık tarzı ile işçi sınıfının aşağıdan yukarıya mücadele ve eylem birliğinin sağlanabileceğidir. Burada bugüne kadar sendikalarda egemen olan merkezi, bürokratik ve hareketi denetimi altında tutmayı esas alan “yönetme” tarzının işe yaramadığı görülmüştür.

Özellikle son on yılda, çalışma yaşamında yaşanan bütün değişiklikler sermayenin istediği şekilde hayata geçerken, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşulları daha da kötüleşmiş, bu dönemde sendikalar birkaç istisna dışında, hiç de iyi sınavlar vermemiştir. Sendikalar arasında, işçiler ve emek hareketinden yana birlik ve dayanışmaya olan ihtiyacın aciliyeti ortadadır. Söz konusu birlik ve sınıf dayanışması ancak, işyerleri ve şubelerdeki ileri güçler, örgütsüz ama örgütlenme çalışması yapılan işletmelerde oluşan bilinçli işçi ve sendikacı kitlesinin ısrarlı ve kararlı tutumlarıyla gerçekleşebilir. Bugün ileri her işçinin, temsilcinin, şubenin ve şubeler platformunun, örgütsüz işçilerin örgütlenmesine yardım başta olmak üzere, sendika ve konfederasyon farkı gözetmeksizin dayanışma ve işbirliğinin bir odağı olarak hareket etmesi, emek hareketinin ve sendikaların en önemli görevlerinden birisi olmak zorundadır.

Değişik sendika ve konfederasyonlara bağlı şubelerdeki mücadeleci güçler, bulundukları alanlarda örgütlenmek isteyen işçiler, sendika genel merkezleri karşı çıksa bile, dayanışma ve işbirliği halinde çalışmak zorundadırlar. Burada benimsenecek temel ilke; sendika şubeleri arası işbirliği ve dayanışma ile örgütlenmeye çalışılan işyerlerindeki işçilerin çoğunluğunun eğilim gösterdiği şubenin örgütlenmesinin, diğer sendikalar tarafından somut olarak desteklemesi olmalıdır. Aynı iş kolundaki merkezi sendika ve konfederasyonların da bu anlayışla hareket etme ve karşılıklı destek politikası izlemeye zorlanması, bu tutumun kararlıca sürdürülmesi için şubelerin ve temsilcilerin kararlı ve sağlam durması gerekir. Aksi takdirde mevcut sendikal parçalanmışlık ve rekabetin aşılması sağlanamayacağından, sendikal örgütlenme ve mücadelede dibe doğru gidişin önüne geçebilmek mümkün olmayacaktır.

İçinde bulunduğumuz dönemin sendikal mücadelesi, gerçekte olması gerektiği gibi işçi sınıfının bütün üyelerini (aileleriyle birlikte), ortak sınıf çıkarları etrafında birleştirecek bir örgütlenme, mücadele ve eylem birliği fikrine dayanmak zorundadır. Bunu gerçekleştirmek için sendikaların işyeri örgütlenme çalışmaları ve onun üzerinden yükselecek olan yerel sendikal birlikleri hareketin ihtiyaçlarına uygun bir noktadan düşünmek ve değerlendirmek gerekir.

YEREL SENDİKAL PLATFORMLARIN ÖNEMİ VE ROLÜ

Son yıllarda sendikaların durumu ile ilgili en yoğun tartışma hangi konuda yapılıyor diye bir soru sorsak, mevcut sendikaların pratikleriyle emekçilerin talepleri ve beklentilerine yeterince yanıt veremediği, dolayısıyla sendikaların temsil ettiği ya da temsil etmesi gerektiği kesimlerin örgütü olmaktan hızla uzaklaştığı yönündeki tartışmalar karşımıza çıkar. İşçi sınıfının sermayenin saldırılarını durdurabilmesi, haklarını koruyabilmesi için her şeyden çok kendi içinde mücadele birliğini sağlamaya ve geliştirmeye ihtiyacı olduğu ise sürekli tekrarlanan bir gerçektir.

Sermayenin her geçen gün genişleyen saldırılarının ve bu saldırıların mevcut özelliklerinin, bugünkü politik koşullarda biri diğerini dışlayarak egemen olacak ve gidişatın özünü ka­rakterize edecek bazı olguları hızlandırması kaçınılamazdır. Örneğin sendikal hareketin, sermayenin saldırısını püskürtmesi için bugün olduğundan daha ileri biçimlere bü­rünerek, ciddi bir atılım göstermesi ve işçilerin sendika bürokrasisini gerileterek sendikalardaki mevzilerini daha önce olmamış oranda genişletmeleri gerektiği açıktır. İşçilerin sendikalaşma mücadelesinde kaşımıza çıkan fiili grev ve direnişlerin genişlemesi ve sendikaların söz konusu direnişleri gerçek anlamda sahiplenerek mücadeleci bir çizgiye yönelmesi bu noktada ayrı bir önem taşımaktadır. Ancak bütün bu gelişmelere rağmen, sermayenin şu andaki taktik üs­tünlüğünü elinde tutması; saldırıların, sendikaya üye olan işçileri tasfiye girişimlerinin artması ve buna dayanan sendika bü­rokrasisinin, sendikaları etkisizleştirerek iş­çiler karşısındaki mevzilerini korumayı en azından şimdilik sürdürüyor olması gerçeği dikkatlerden kaçmamalıdır.

Sendikal hareket, sermayenin sınıf içindeki uzantısı olan sendika bürokrasisi tarafından bölünmüş, parçalanmış durumdadır. Bu bölünme, sadece ayrı konfederasyonlara bö­lünmeyle sınırlı olmayan bir bölünmedir. Sendika bürokrasisi, işletmeleri ve sek­törleri birbirinden uzak tutmak, işçiler ara­sındaki dayanışma duygusunu baltalamak için her şeyi yapmakta, bütün araçlarını bu amaçla seferber etmektedir. Oysa işçilerin ge­nel çıkarları olduğu gibi, sendikal ha­reketin çıkarları da, sınıfın bir bütün olarak hareket etmesinde ve her şeyden önce sendikal örgütlerinin birliğinde yatmaktadır. İşçilerin sendikalar çatısı altında birleşmesi ve sendikal hareketin birliği ancak sermayeye ve sal­dırılarına karşı mücadele içinde mümkündür. Sermayeye karşı mücadele etmeden, sınıfı bölen ve sendikaları etkisizleştiren sendika bürokrasisiyle çatışma bir anlam ta­şımayacağı gibi, sendikal bürokrasinin tasfiyesi mü­cadelesinde başarılı olmak da mümkün olmayacaktır.

Sendikal hareketin, bir yandan ilerlemesi, diğer yan­dan zayıflıkları ve yanı sıra saflarındaki parçalanma derecesi, sermayenin saldırı eğilimini güçlendirmektedir. Sermaye, açıktan ha­rekete geçme olanağı bulduğu ve bu saldırıları yoğunlaştırdığında,  eğer o günkü güç ilişkileri bu genel saldırının püskürtülmesine olanak ta­nımıyorsa, sermayenin temel hedefinin ön­celikle sendikal hareket ve sendikalar ol­ması kaçınılmaz olmaktadır.

İşçi ve emekçi kitleler sermayeye karşı mücadelelerinde olduğu gibi, sendikal bü­rokrasiye karşı mücadelelerinde yeterince de­neyim kazanmış durumdadır. Söz konusu deneyimler üzerinden sadece işçi sınıfının sınıf bilinci ilerletilmekle kalın­mamış, sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin çeşitli araçları, öte yandan sendikal ha­reketinin örgütlenme ve merkezleşmesinin meşru organları olan yerel sendikal platformlar, sendikalar birliği gibi yerel mücadele örgütleri de ya­ratılmıştır. Bugüne kadarki işçi eylemlerinin hazırlayıcısı, sürükleyicisi ve nispeten de örgütleyicisi olan sendika şube platformları, hareket düştüğünde durgunluk ya­şasalar da, yapıları itibariyle sendikal ha­reketinin yerellerden merkezlere doğru örgütleyicisi olma gücü ve potansiyeline fazlasıyla sahiptirler.

Yerel sendikal platformlar, sendika bü­rokrasisinin sendikaları etkisizleştirme ve sermayeye karşı hareketi baltalama fa­aliyetine karşı işçi ve emekçilerin tepki ve mücadelesinin araçları, organları olarak doğmuşlardır. Yerel plat­formlar, hem işçilerin uyanışlarının, hem de sendikal bürokrasinin iç çelişkilerinin ürünleri ola­rak örgütlenmişlerdir. Bütün eksikliklerine karşın bu platformların, son yıllarda içinde ortaya çıkan işçi muhalefetlerinin sendikalardaki dışa vurumu oldukları ve ay­nı zamanda sermayeye karşı hareketin önemli da­yanak ve araçları olarak işlev gördükleri tartışmasız bir gerçektir. Ancak yine aynı yerel sendikal platformlar, hem emek hareketinin kendiliğindenci zayıflıklarından, hem de aşılması gereken bürokratik örgütleme geleneklerinden kaynaklanan çeşitli za­aflar içindedir.

Platformların zaaf ve eksikliklerinin kay­nakları üzerine çok şey söylenebilir. Fakat bu zaaf ve eksikliklerin, işçi sendika ha­reketinde ve sendikalarda nasıl sonuçlara yol açtığı çok daha önemlidir. Sendika şu­beleri ve yerel sendikal platformlar mevcut zaaflarının neler ol­duğunu tespit edip, söz konusu zaaf ve eksiklikleri yaratan nedenlere karşı müdahalelerini daha kararlı yürütebilirler. Bu noktada yerel sendikal platformları sınıf mücadelesi açısından daha mücadeleci hale getirecek olanların sınıftan yana sen­dikacı, temsilci ve ileri işçi ve emekçilerin olacağını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.

Sermayenin saldırıları karşısında sen­dika şubeleri platformlarının, sınıfın ve halkın acil çıkarlarını (ekonomik, sosyal, siyasal vb) kendi özgünlüğü içimde formüle eden; işçi ve emekçi kitlelerin, genel ekonomik ve politik saldırıları püskürtme mücadelesine temel oluşturan bir eylem platformuna sahip olması zorunludur. Bu anlamda benimsenecek mücadele stratejisi ve bu çerçevede oluşturulacak eylem programı, sermayenin saldırısı karşısında emeğin ve halkın alternatifinin oluşması ve platformların işçi ve emekçilerin yerel mücadele merkezleri haline gelmesini hedeflemelidir. Bu nedenle yerel sendikal platformlar, tek tek grev ve direnişleri desteklemesinin yanı sıra, kitle hareketinin genel grev ve genel di­renişe doğru genişlemesini teşvik eden,  ge­liştiren ve hatta zorlayan özellikler de taşımalıdır.

Şu­beler ve platformların, bürokrat sendika merkezleri karşısındaki tutumları, istisnalar dışında, onların çizdikleri çerçeveyi kimi za­man aşamamakta, bunun yanı sıra çeşitli tutarsızlıklar taşıyabilmektedir. Yerel sendikal platformları oluşturan şubeler arasında, bürokrasiye karşı ortak tutarlı bir tutum sergilenememektedir. Ancak en azından ileri şubeler açısından bu du­rumun değişmesi; sendika bürokrasisine karşı dayanışmayı, ortak kavgayı ve işçiye dayanmayı öngören bir tutumun bü­tün şubelere yayılması için koşullar günümüzde daha önce hiç olmadığı kadar uygundur. Yaşanan gelişmeler sendika bürokrasisine tutarlılıkla tavır almayan bir sendikacı ve şubeye gelecek tanımamakta, gerçek sendika olma koşulu, işçilerin örgütlenmesi ve sendikaların mücadeleci bir çizgiye çekilmesi olarak belirginleşmektedir. Şube platformları, sermayeye karşı mücadeleyi olduğu gibi; iş­çilerin sendikal bürokrasiye karşı mücadelesini teşvik eden ve örgütleyen merkezler olma işlevini de yerine getirebilmelidir.

Gerek sermayeye, gerekse sendika bürokrasisine karşı verilen mücadele, işçiler adına sürdürülen değil, bizzat işçilerin sür­dürdüğü bir mücadele haline gelebildiği ölçüde başarılı olabilecektir. Bu anlamıyla yerel sendikal platformlar, fabrikalara, iş­yerlerine ve buralarda sendika olarak örgütlenmiş işçi kitlelerine dayanarak örgütlenmek zorundadır. Ancak birkaç sendikal şubesi dışında, çok sayıda sendika şubesi işçilerin ör­gütlenmesi sorununda, bürokrasisinin oluşturduğu geleneği karşısına alamamaktadır. Bu durum, şubelerin güvenirliğini zayıflatmaktadır. Oysa işbirlikçi sendika bürokrasisi karşısında güçlü ol­manın güvencesi, onlarla uzlaşmaktan çok, işyerlerinde örgütlü bir güç oluşturmakta yatmaktadır. Bu nedenle öncelikle, bugüne kadar benimsenen bürokratik “örgütleme” tarzının yıkılması, sendikaların işçilerin evi, bu anlamıyla gerçek birer işçi ör­gütü olması gerçeğinin kabul edilmesi gerekmektedir.

İşçilerin en ileri kesimlerinin ve en ileri şubelerin bile, hareket halinde ol­dukları dönemler dışında işçi sınıfını diğer kesimlerinin sorunları ve mücadeleleri karşısında yeterince ilgi göstermedikleri bilinen bir gerçektir. Oy­sa bu tutum, işçi sendika hareketinin bizzat sendikalar tarafından zayıflatılması anlamına gelmektedir. Ba­şarıya ulaşmak ve sınıfın karakteri ve rolüne uygun bir pozisyonu tutmak için, yerel sendikal platformlar, aynı zamanda öteki bütün emekçi mücadelelerini eksen aldıkları bir odak olarak hareket etmek zorundadır. Bu anlamıyla yerel sendikal platformlar sadece bileşenlerinin değil, bütün sınıfın yaşadığı sorunları gündemine almalı, sınıfın yaşadığı bütün sorunları kendi sorunu olarak görüp, ona göre hareket etmeyi görev edinmelidir.  Bugüne kadar bunlar yapılamadığı için geçtiğimiz dönemde hem sendika şubelerinin, hem de yerel sendikal plat­formların istikrarlı çalışmaları mümkün olmamıştır.

Sendika şubeleri ve yerel sendikal platformların mevcut du­rumları, sermayeye ve sendika bü­rokrasisine karşı mücadelenin zayıf kal­masının en önemli nedenlerinden biridir. Son yıllarda yerellerde önemli birliktelikler oluşmasına karşın (Ankara Emek ve Meslek Örgütleri Platformu, İzmir Sendikalar Birliği vb), sendikal bürokrasinin manevra ala­nını büyük ölçüde koruyor olmasının temel ne­deni yerel sendikal platformların somut bir mücadele programının olmamasıdır. Yaşanan büyük olumsuzluklara karşın; söz konusu yerel sendikal platformlar, geçmişte sendikal mücadele içinde önemli roller oynamışlarsa; bu, onların yaşanan so­runların üstesinden gelecek bir potansiyel ve birikime sahip olduklarını göstermektedir. Son yıllarda yaşanan ­olumlu mücadele örnekleri ve sınıf sendikacılığının, sendikaları yeniden mücadeleci bir çizgiye çekme girişimlerinin yaşandığı bir dönemden geçiyor oluşumuz, gerek sendika şu­belerini, gerekse yerel sendikal platformları sınıfın ve hareketin ihtiyaçları doğrultusunda ileri götürecek sınıf güçlerinin emekçi kitleler ve örgütlenmeler için­de birikmiş olduğunu göstermektedir.

Başlıca sanayi kentlerindeki işçi sendika şubeleri ve taşra kentlerindeki işçi ve kamu emekçileri şubeleri platformları; işçi ve emekçi hareketinin kentler ve ülke dü­zeyinde çıkış yapması, birleşmesi, ör­gütlenmesi ve alternatif oluşturmasının bu­günkü tek olanağı ve tek örgütlenme biçimi olarak görülmektedir. Buradan doğdukları ve doğru ol­dukları için, kendileri ister farkında olsun, ister olmasınlar, bu platformlar emek­çiler tarafından benimsenen ve çağrıları büyük ölçüde yankı bulan birlik ve mücadele odakları haline gelmiştir.

Sendikaların ve sendikal hareketin gücü, işyerinde örgüt olup olmamasıyla doğ­rudan bağlıdır. Sendikal çalışmanın, sendika şubeleri ve plat­formlarının gücü de kuşku yok ki, işyeri çalışmasıyla,  işyeri örgütlerinin oluşması ve mücadeleye girmesiyle ölçülür. Mücadeleden yana oldukları halde pek bir şey yapamayan şu­belerin hareketsizlikleri ancak bu şekilde giderilebilir. Gerçekten mücadele içinde olan ve sınıf sen­dikası örnekleri sunan sendika ve şubelerin güç ve enerjileri, yine ancak bu noktadan kav­ranabilir. Burada yapılan tespitlere karşın fabrika ve işyerlerinde örgüt olmadan ve buralardaki uyanış ve örgütlenmeye da­yanmadan hiçbir “örgüt” ya da “platform”un gerçek işlevlerini yerine getirmesi mümkün değildir. Bu sağlanamadığında sendikaların, emeğin sermaye ta­rafından kontrol altında tutulmasına hizmet eden örgütler olarak kalmaları ka­çınılamaz olacaktır.

Bugüne kadar yaşanan deneyimlerden yola çıkarak baktığımızda, tabanı ve emekçilerin taleplerini esas alarak sendikaları yenilemek ve gerçek birer sınıf örgütü haline getirmeyi hedeflemek gerektiği açıktır. Tabanın söz ve inisiyatif sahibi olduğu bir sendikal örgütlenme ve mücadele tarzı benimsendiği ölçüde, sendikal bürokrasinin mücadele üzerindeki uğursuz rolü ve etkisini kırmak mümkün olacaktır. Bunun için sendikaların işyeri örgütlenmelerini güçlendirmesi, işyeri temsilcilerinin, her düzeyde görev alacak yöneticilerin belirlenmesi ve seçiminde sendikal bürokrasinin değil, sorunların esas muhatabı olan tabanın söz sahibi olduğu mekanizmaların geliştirilmesi gerekmektedir. İşyerlerinin beklentilerini yansıtan ve sendikaları yeniden işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri haline getirecek bir yapı haline getirmek yolunda ancak o zaman somut olarak ilerlenebilir. Fakat bütün bunların sınıf mücadelesinin bütünlüğü içinde sadece bir alt başlık olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. Bu tespit, emek hareketinin bütün sorunlarına sadece sendikal hareketin yenilenmesinden hareketle çözüm bulunamayacağı, ama bunun genel çözüme önemli bir katkı sunacağı gerçeğini değiştirmemektedir.

Yerel sendikal platformların ilke ve taleplerine, yürüttüğü faaliyetine işçi sınıfının sermayeden ve onun siyasal bağlantılarından bağımsız olan işçi sınıfı çıkarları yön vermelidir. Kurulduğu yere ve koşullara göre önemli işlevler görebilecek olan yerel sendikal örgütler farklı biçimler ya da isimler alabilir. Bu anlamda sorun, tek bir model ve biçim yaratmak asla olmamalıdır. Önemli olan gerçekleştirilecek yerel sendikal örgütlenmelerin sınıfın bağımsız çıkarlarına dayanması, sisteme hizmet eden sendika bürokratlarının sendikal hareket üzerindeki her türlü baskı ve denetimini boşa çıkarmasıdır.

Gücünü ve etkisini işyerlerinden alan yerel sendikal platform ya da birlikler, sendikal mücadeleye sendikal bürokrasinin değil, işçi sınıfının kendi öz gücü ile yön verebildiği yapılar olarak örgütlenmelidir. Bu nedenle işyerlerine dayanan, gücünü buralardan alarak yerellerde kurulan ya da kurulacak sendikal birliklerin, aşağıdan yukarıya tabandan gelişecek canlı ve dinamik bir sendikal yenilenmeyi hedefledikleri sürece başarılı olmaları mümkündür.

SONSÖZ

1989 Bahar Eylemleri’ne gelen süreçte kurulan ve sonraki yıllarda mücadelenin yüksek seyrettiği dönemlerde daha da hareketlenip bileşimi genişleyen “şubeler platformları”, “sendikalar birliği” gibi oluşumlar sendikal mücadelede önemli roller oynamışlardır. Sermayenin saldırılarına karşı mücadelenin olduğu kadar, sendikal hareketin gelişmesi, genişlemesi, sendikaların büyümesi, aynı zamanda bürokrasiden arınarak gerçek işçi sendikaları olarak dönüşümleri için bu platformlar, dün olduğu gibi bugün de emek hareketinin önemli dayanaklardır ve bugünden sonra da bu işlevlerinin daha da artabileceği ortadadır.

Yerel sendikal platformların her biri, içlerinde yer alan sendikacılar ve temsilcilerin içinden geldikleri kitlelerle bağlantısının düzeyi ve mücadelede gösterdikleri kararlılık derecelerine göre birbirinden elbette farklılıklar gösterecektir. Yerel sendikal platformların en önemli zaafı, sermaye saldırılarına karşı her dönem aynı ataklığı ve performansı göstermemeleridir. Mücadelenin az çok yükseldiği dönemlerde daha etkin rol oynayan platformlar, hareketin düştüğü dönemlerde sanki hiç yokmuş gibi olabilmektedir. Bunun önüne geçebilmek için üretim ve hizmet birimlerinden başlayarak gelişecek bir mücadele üzerinden yerel sendikal platformların emekçileri yerel düzeyde birleşmesini gerçekleştirmesi mümkün olabilir.

Yerellerdeki şube ve temsilciler platformları ya da sendikalar birliği oluşumları ve buralardaki ileri sınıf güçleri, sendikal örgütlenmenin gelişmesi, sendikaların dönüşümü ve bürokrasiden arınması görevlerini üstlenmek, mevzilerini ve eylem çizgilerini yenilemek ve her tür bürokratik baskı ve manevralara karşı daha uyanık ve kararlı bir tutumla hareket etmek zorundadır.

Sendikal mücadele sonucu emekçi sınıflar çeşitli başarılar elde edebilirler. Ama asıl başarı, bu mücadele sonucunda emekçiler arasında yaratılacak olan birlik ve dayanışma olacaktır. Bu nedenledir ki sendikalar ve onları oluşturan emekçiler arasında yaratılacak olan birlik, sınıf mücadelesi açısından ilkesel bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Dünya sendikal hareketinin tarihine baktığımızda, var oldukları döneme damgasını vuran sendikal hareketlerin, her zaman emekçilerin bütünsel ve birleşik mücadelesini savunan sendikal yapılar üzerinden yükseldiği görülmektedir.

Önümüzdeki dönemde sermayenin saldırılarına cepheden karşı duracak bağımsız bir sınıf hareketi yaratmanın ilk koşullarından biri, yerel sendikal platformları güçlendirmekten ve yaygınlaştırmaktan geçmektedir. İşçi ve kamu emekçileri hareketinin bu konuda yeterince dersler çıkaracağı ciddi bir deneyim birikimi mevcuttur. Bu çerçevede Bahar eylemleri döneminde mücadelenin ortaya çıkardığı yerel sendikal platformlar ve şube platformları deneyimlerini aşan, daha kapsayıcı, Türk İş, DİSK ve KESK’e bağlı sendikaların şubelerinin içinde yer aldığı yerel sendikal platformların yaygınlaştırılması, sendikal bürokrasinin işyerlerine kadar inen etkisini kırmak açısından ayrı bir önem taşımaktadır.

Sendikalar, ortak bir yol izlemek, işbirliği yaparak işçi hareketinin gelişmesini teşvik edecek bir çizgiye gelmek ve aynı şekilde, işçilerin sendikalarda örgütlenmesini sağlayacak bir tutumla hareket etmek zorundadırlar. Eğer sendikalar bu görevlerini üstlenmezse; bu sendikalara bağlı işletmelerdeki ileri işçi ve temsilciler, sınıftan yana şubeler ve onların oluşturdukları platformlar, sendikaları bu çizgiye çekmek için mücadelesini kesintisiz bir şekilde sürdürmeli, sendikalar içinde aşağıdan yukarıya ciddi bir arınma yaşanması için gerekli adımları atmaktan asla geri durmamalıdır.



[1] İşçi sendikaları merkezleri ve kon­federasyon yönetimlerine hakim olan ta­baka, hem ilişki hem de etkinlik içinde bulunan sendikal bürokrasidir. Yüz binlerce ve mil­yonlarca işçinin sendikaların, sendikal mücadelenin dışında kalmasının nedenleri, bu bürokrat tabakanın sendikalardaki hakimiyetinde yatmaktadır. İşçilerin çoğunluğunun sendikal mücadelenin dışında kalmasının temel nedeni; sendikaların izlediği gerici ve işçi düşmanı çizgi ve sendikal bürokrasinin işbirlikçi faaliyetleridir.

[2] Sendikal mücadelenin işyerleri temeline oturtulması ve işyerindeki emekçilerin ana kitlesini mücadeleye katması sorunu, sendikal mücadelenin ayakları üstüne oturmasının ana sorunudur. Ancak elbette sorun bundan ibaret değildir. Eğer burada durulup kalınırsa, işyerinde ne kadar iyi örgütlenilirse örgütlenilsin, yapılanların işyerine sıkışıp kalması kaçınılmazdır. Bu nedenle tüm işyerlerinde aynı çalışmanın yapılması ve tek tek işyerlerini birleştirebilecek yerel platformlar üzerinden birleşik bir mücadele hattının oluşturulması, işyeri çalışmalarının başarısı kadar önemlidir.

Varsayalım Ki Öğrenciler 9. Kez İktisat Kongresi Yapıyor

Bu sene 9. su gerçekleştirilen Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi 3-4-5 Mart tarihlerinde ODTÜ’de gerçekleştirildi. ODTÜ Ekonomi Topluluğu’nun ev sahipliğini yaptığı kongreye 22 üniversiteden 400 civarında öğrenci katıldı. 2002 yılında derslerde ana akım (neo-klasik) iktisadın tek ve sorgulanamaz bir doğruymuş gibi anlatılmasına, matematiğin iktisat eğitiminde bir araç olmaktan çıkarak giderek bir sosyal bilim olan iktisada da hâkim hale gelmesine karşı bir tepki olarak gelişen post-otistik iktisat hareketiyle bağlantı kurularak “Varsayalım ki Öğrenciler Bir İktisat Kongresi Yapıyor.” sloganı ile yola çıkan kongre artık bir hayli yol almış durumda. Kongrenin ilk yıllarında gelen tebliğ özetlerine göre yerleştirilen oturumlar yerine; kongre son 4 yıldır ülke ve dünya gündeminde tartışılan güncel bir kongre başlığı belirleyerek toplanıyor. Bu seneki kongrenin başlığı da “Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Son 10 Yılda Ne Oldu?” olarak belirlendi ve özellikle AKP döneminde uygulanan sosyo-ekonomik politikalar eleştirel bir çerçeveden 3 gün boyunca farklı yönleriyle tartışıldı. Kongreye adını da veren bağımsız olması vurgusuna uygun olarak öğrenciler her türlü fikri özgürce tartışabilecekleri bir platformu hayata geçirdiler. Kongrenin tamamen sponsorsuz gerçekleştirilmesi; yalnızca üniversitelerin, öğrencilerin ve emekçilerin (sendikalar, meslek odaları…) kaynaklarına dayanılarak kongre giderlerinin karşılanması “bağımsızlık” vurgusunu güçlendirmeye bu sene de devam etti. İktisadın sosyoloji, siyaset bilimi, felsefe gibi diğer sosyal bilim alanlarından ayrılamayacağına dair sesini yükselterek yola koyulan kongre artık bu söylediğini pratik olarak gerçekleştirmektedir.

Aynı zamanda kongrenin de başlığı olan son 10 yılda neler olup bittiğinden, kadın emeğine, Kürt sorunundan ekonomik krize, çevre sorunundan özelleştirmelere, üniversitelerdeki dönüşümden sendikal yaşama, eğitim ve sağlıktan dünya ekonomisi ve kalkınmaya çok geniş bir yelpazede 20 farklı oturum, 70 kadar da tebliğ sunumu gerçekleşti. Kongre kendi iktisat anlayışından başkasını yok sayan, kendisini tek doğru gibi dayatan neo-klasik iktisat anlayışına karşı üniversite öğrencilerinin alternatif, eleştirel akımları da tartışabilecekleri ya da o çerçevelerden bakarak olayları değerlendirebilecekleri özgür tartışma platformlarından en önemlilerinden birisi olma özelliğini de kazanmış görünüyor. Özellikle hemen tüm konu başlıklarında AKP’nin uyguladığı konu başlıklarına ilişkin köklü eleştirilerin varlığına dikkat çekmek gerekiyor. Özellikle kongrenin son birkaç yılına birden damgasını vuran Kürt sorununa ilişkin tartışmalar bazen kongreyi dahi tehdit edecek tarzda bir gerginliğe yol açsa da iktisat kongresinde bu meselenin tartışılabilmesi, ön yargıların kırılabilmesi ve sorunun çözümü konusunda öğrencilerin kafa yorması bakımından çok değerli görünüyor. Bu konuda ülkedeki politik çevrelerin de tutumlarından bağımsız olmayan farklı anlayış ve yaklaşımlardan bahsedilebilir. Ancak bu sorunu tartışmaya devam edeceksek ki etmeliyiz: sorunu şimdiye dek egemenler tarafından körüklenen önyargıları gözeten ama sürekli ikna etme üzerine kurulu,  kazanıcı bir dil kullanmakta ve inkâra karşı Kürt halkının ve gençliğinin taleplerini savunmakta ısrar etmeye devam etmeliyiz. Karşısındakini anlamadan hızla iten, kazanmaya çalışmaktan uzak anlayışlar olsa da Kürt sorununun tartışılmasında kongrenin bir hayli yol aldığı söylenebilir. Yine kongre buradaki tartışmalarda meselenin daha fazla içinde olmak, sorunun bizzat muhatabı olarak söz söylemek gerektiğini de ortaya çıkardı.

 

AKP NE DEDİ? NE YAPTI?

AKP’yi birçok öğrenci farklı tanımlasa da, sunumlardaki genel eğilim eleştirel idi. Çok farklı noktalardan AKP’nin o alanlarda uyguladığı politikalar masaya yatırılarak tartışıldı. Özellikle AKP dönemi Kürt sorununda yapılanlar-söylenenler arasındaki çelişki, kadına karşı işlenen suçlardaki devasa artış, AKP’nin sermaye grupları ile ilişkilerine dair veriler bunlardan en çarpıcı olanlarıydı. Burada AKP’nin liberal-muhafazakâr ideolojik bir hegemonya çabasını büyük ölçüde hayata geçirdiği bunu da ekonomik ve siyasal olarak yaptırım gücüyle ilişkili olduğuna dair söylenenler aslında son 10 yılın adeta bir özeti gibiydi.

Ekonomik ve siyasal olana ilişkin ilişkilendirme ve bu alanları birbirinden bağımsız görmeksizin değerlendirme çabalarındaki baskın eğilim kongrenin yapmaya çalıştıkları bakımından bir hayli yol aldığını gösteriyor. Meselelerin böyle ele alınması ve tartışılması iktisadı salt ‘kıt kaynaklarla, sınırsız ihtiyaçlar arasındaki asimetrik ilişki’ ile açıklayan neo-klasik iktisadın, iktisadı tüm diğer alanlardan bağımsız ele almasına karşı iyi bir cevap niteliği de taşıyor. Çok baskın bir şekilde ortaya çıkmasa da öğrencilerin emek alanına dair ilgilerinin özellikle son yıllardaki gelişmelerden sonra artmış görünüyor. Özellikle memlekette gelişen işçi direnişleri, bu alandaki deneyimler, çalışma yaşamı ve sendikal yaşam gibi alanlarda yürütülen tartışmalar bunu açığa çıkardı. Aslında uzun denebilecek bir süredir gündemde olan ve bu dönüşüm tamamlanana dek de gündemde kalacağa benzeyen Bologna sürecinin tartışıldığı bir oturumun gerçekleşmesi kongre ve katılımcılar için ilerletici olmakla birlikte, bu konuda çok yaygın bir bilgilendirmenin ve buna karşı bir mücadelenin örgütlenmesinin gerekliliğini de gösterdi.

Kongrede gerçekleşen her tebliğ sunumu ve yürütülen her tartışma, ayrıca kendine has bir önem taşıyor. Burada bunların tamamına değinmek imkânsız, fakat bize düşen kongre kitabını sunulan tüm tebliğlerle bir an önce basıp bu kitabın yaygın bir dağıtımını iktisadi idari bilimler fakültelerinde yapmaktır. Bunun, kongrenin çok daha geniş bir çevreyi dahil etmesi ve kendisini anlatması bakımından kritik bir rolü olacaktır.

 

YA BUNDAN SONRA…

Kongreyi örgütleyen öğrenci topluluklarının yani kongre platformunun daha fazla iletişim halinde olması ve memleket gündeminde çokça tartışılan sorunlara ilişkin ya da bizzat üniversitelere dair tartışmalarda söz söyleyebilmesi yine düzenleme kurulu tarafından belirlenen yakıcı ihtiyaçlardan bir tanesi idi. Söz gelimi Başbakan “kriz bizi teğet geçti” dediğinde TÜÖBİK olarak buna cevaben bir açıklama yapılması, ya da eğitimin paralı hale getirilmesini savunan hocalara karşı bir cevabın verilmesi kongreyi,  kongrenin kurumsallığını da daha ileri bir noktaya taşıyacaktır. Daha da önemlisi böyle bir müdahaleye üniversitelerin de bir hayli ihtiyacı olduğu açık. Memleketteki ayrışma noktalarının en başında olan türban tartışmaları konusunda dahi kongre pratik olarak hiçbir sorun yaşamamış, hatta birçok öğrenci ODTÜ’nün başörtülü gençlere zorluk çıkarmasına tepki göstermiştir. Bu olumlu örnek dahi kongre bileşenlerinin iki kongre arasında da kimi meselelerde tutum alabileceğini göstermiştir. Memleket gündemindeki, iktisat alanındaki birçok meseleyi ileri bir noktadan tartışabilenlerin pratik olarak da bir tutum almaya çağrılması üniversite hareketi bakımından etkili olacaktır. Burada Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisat Topluluğu’nun gerçekleştirdiği ve kongrenin de örnek bir çalışma olarak öne çıkardığı, yaygınlaştırmak için de eğilim belirlediği yerel kongrelerin önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Bolu’daki arkadaşların bunu yaparak gelmeleri hem katılımlarının, hem de tebliğ sayılarının ve niteliklerinin de artmasını sağladı. Bu ve benzeri çalışmaları düzenleme kurulundaki ve kongre katılımcısı toplulukların yapması kongreyi çok daha ileriye taşıyacaktır.

Kongre düzenleme kurulu 10. Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nin Ege Üniversitesi’nde gerçekleşmesine karar vererek bunu kongrenin değerlendirmesinin yapıldığı kapanış forumunda ilan etti. Kongre genel olarak neo-liberal iktisada karşı tepki olarak yola çıkmasıyla birlikte bunun kaçınılmaz hale de gelen bir sonucu olarak liberal-tekçi-emek düşmanı politikalara karşı da çok baskın bir eğilim olarak sesini yükseltiyor ve yükseltmeye devam edecek. Şimdi kongreyi seneye gerçekleştirmek üzere görev alan Ege Üniversitesi’nden arkadaşların, kongreye bu sene ilk kez katılan Şırnak Üniversitesi’ndeki arkadaşların heyecanı ve coşkusu ile tüm memleketteki üniversitelere kongreyi taşımamız gerekiyor.

Ekonomi Büyüyor, Ama Kimin İçin: Ford-Otosan Örneği

Sunumumda, krizin başlangıcı kabul edilen Ekim 2008’den itibaren ortaya konulan büyüme rakamlarını ve aynı zamanda, istihdam ve işsizlik oranlarını incelemeye çalışacağım. Ancak; büyüme rakamlarının neyi ifade ettiğinin daha iyi anlaşılması bakımından, tabloyu daha da küçülterek, çeşitli iş kollarındaki firmaların büyüme oranlarıyla, bu şirketlerin çalışanlarının istihdam rakamını ve ücretlerini karşılaştırmaya çalışacağım.

ABD merkezli başlayan ve giderek tüm dünyaya yayılan ekonomik kriz, bildiğimiz gibi, Türkiye’de ‘kriz bizi teğet geçti’ söylemleri ile karşılandı. Krizden Türkiye’nin etkilenmediği ya da en iyi ihtimalle, en az hasarla çıkıldığı söylendi. Bu açıklamalar karşısında, ‘gerçekten böyle midir?’ sorusunun cevabını aramak istedim. Ama gerçekten de rakamlar, bir büyümenin var olduğunu gösteriyordu. Şimdi 2. Soru, bu büyümenin nasıl bir büyüme olduğu ve  kimin için bir büyüme olduğu sorularıydı.

 

TÜRKİYE EKONOMİSİ BÜYÜYOR!

TÜİK’in verileri, bize Türkiye’de yüksek bir büyüme oranı olduğunu söylüyor. Üretim yöntemiyle hesaplanan, gayri safi yurt içi hasıla 2010 üçüncü çeyrek sonuçlarına göre, Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en hızlı büyüyen ikinci ülke oldu. Dünya sıralamasına göre, Türkiye’nin ekonomisi, 26. Sıradan, 17. Sıraya yükselmiş. 2023 için ise; hedefin ilk 10’da yer almak olduğu söyleniyor. Yine Forbes dergisinin her yıl açıkladığı Türkiye’nin ilk 100 zenginlerinin servetleri ise çok dikkat çekici. Örneğin; krizin başlangıcı olarak kabul edilen 2008 Ekiminde açıklanan ilk 100 zenginin servetleri toplamı 56 milyar dolar. 2010 yılında ilk 100 zenginin toplam servetleri %55 oranında artarak, 87 milyar dolara yükseliyor. 2011 yılında açıklanan rakamlarla, ilk 100 zenginin toplam servetleri, 104 milyar dolar oluyor. Yani 3 senede (bu 3 sene, kriz dönemi) ilk 100 zenginin toplam servetleri, neredeyse %100 büyüme gösteriyor. Forbes dergisi Türkiye yayın yönetmeni, bu zenginlerin yurt dışındaki mal varlıklarının ve kamuoyunun bilmediği varlıklarının hesaba katılmadığını söyleyerek, üstünün var olduğunu ama; altının asla olamayacağını söylüyor. Zaten yayın yönetmenine de, bundan çok daha fazla servetimiz var denilerek, ismi açıklanan zenginlerden itirazlar gelmiş.

 

İSTİHDAM RAKAMLARI, İŞSİZLİK ORANLARI

Kriz öncesi işsiz sayısı, 2 milyon 730 bin iken Ekim 2009 ‘da ciddi bir artışla işsiz rakamı 3 milyon 299 bine ulaşıyor. Yani, krizle birlikte çalışanların büyük bir kısmı işten çıkarılıyor. 2010 ise; bu rakam 3 milyon 46 bine geriliyor.  2010 resmi işsizlik oranı ise; 11.9. Yapılan açıklamalarda işsizlik sayısında bir azalma olduğu söyleniyor. 2009 ile 2010 arasında bir azalma söz konusuysa da, rakamlardan anlaşılacağı üzere, istihdam rakamı kriz öncesinin çok daha gerisindedir. Kriz öncesi bile çok fazla olan işsizlik rakamı, kriz bizi teğet geçti söyleminin aksine, o dönemi bile yakalayamamıştır. Hemen şunu da belirtmek gerekir ki; 2010 yılında istihdam edilenler özellikle tarım ve inşaat sektörü gibi güvencesi olmayan yerlerde yaygındır. Sanayi sektöründe ise, taşeron, süreli çalışma, stajyer ve esnek çalışma gibi yöntemler benimsenmiştir. Yani istihdam edilenler bile, söylenenin aksine, bu koşullarda istihdam ediliyor. Rakamlarla açıklayacak olursak, örneğin kayıt dışı çalışma, kriz öncesine göre 590 binlik bir artış göstererek, 10 milyon 500 bine ulaşmıştır. DİSK’in araştırma raporuna göre, 6 milyon da taşeron işçi bulunmaktadır.

Verilerden anlaşılacağı üzere, ekonominin genel tablosu itibariyle müthiş bir büyüme söz konusu ise de, bu büyümenin istihdam oranları ve -hatta ücretler- ile doğru bir orantı şeklinde ilerlemediği, hatta, ters orantı ile birinin artmasının diğerinin azalmasına bağlandığı anlaşılacaktır. İlk 100 zenginin, servetlerinin artışı oranında bir artış, çalışanlar bakımında söz konusu bile değildir.

 

OTOMOTİV SEKTÖRÜNDE NELER OLUYOR?

Bu bölümde, anlatılanların daha iyi anlaşılması bakımından, tabloyu biraz daha küçülterek otomotiv sektörünü ve bu sektörde de özel olarak Ford-Otosan şirketini incelenecektir. Neden otomotiv sektörü? Otomotiv sektörü hem kriz döneminde en çok büyüyen sektör, hem de toplam sanayi üretimindeki en büyük pazar payına sahip olması bakımından seçilmiştir.

Öncelikle, sanayi üretimine dair birkaç veri vermek gerekecektir. 2009’da, sanayi üretimi krizle birlikte %10 geriliyor. Ancak; 2010’da tekrardan %11 büyüyor. Devlet Planlama Teşkilatı 2009 verilerine göre, sanayide, brüt reel birim ücretler ise; kriz öncesine göre 8.38 geriledi. Sanayi istihdamı ise; kriz öncesi rakama hala ulaşamadı. Yani; krizle birlikte çok sayıda işçi çıkarıldı, ama üretimde artma yaşandı. Bunun anlamı; aynı iş- hatta daha fazla iş- daha az sayıda işçi ile yapılarak, maliyetler düşürülmüş ve bu şekilde de kar elde edilmiştir.

DİSK araştırma raporuna göre, otomotiv sektörü, kriz döneminden en karlı çıkan sektör, ama buna karşın ücretlerin en çok gerilediği sektör olma özelliği taşıyor. Örneğin; 2010 Ocak- Haziran aylarında, toplam sanayi üretiminde otomotiv sektörünün payı 2009’a göre 2.4 oranında arttı. Aynı dönem otomotivde 70 bin kişi işsiz kaldı.

 

FORD-OTOSAN BÜYÜYOR!

Bu verilerden sonra, özel olarak da Ford-Otosan şirketini incelemeye başlayabiliriz. Bu şirketin seçilmesinin sebebi de, Ford-Otosan’ın Türkiye pazarında, otomotiv sektöründe üst üste 8 kez lider olması ve en karlı işletmelerden biri olmasından dolayıdır.

Ford-Otosan, 320 bin araç üretim kapasiteli Kocaeli fabrikası ve 10 bin kamyon ve 55 bin aktarma organı üretim kapasiteli Eskişehir fabrikası olan bir işletme. İstanbul Sanayi Odasının “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu 2008 Raporu”na göre Türkiye’nin 3. en büyük sanayi kuruluşu olmuş. Şimdi ise, 2. en büyük sanayi kuruluşu. Yani otomotiv sektöründe liderliği bırakmayan, sanayide de liderliğe oynayan bir firma. 1997 yılında, Ford-Koç ortaklığı ile Kocaeli’de trilyonluk SEKA fidanlığında bedelsiz olarak kuruluyor. Sadece temel atılması için 20 binden fazla fidanlık kesiliyor. Bedelsiz verilmesine çok tepki oluyor, fakat Demirel “Ford için Köşkü bile veririm.” sözleriyle kararlılığını gösteriyor. Ford-Otosan, 2010 yılında kapasite kullanımı yüzde 140 arttırdı ve karını da 3’e katladı.

Herhalde Ford-Otosan’ın kuruluşundan itibaren verilen bu bilgiler ne kadar büyüdüğünü göstermesi bakımından yeterli olmuştur. Özellikle de kriz dönemine dair verilen veriler, katlanarak bir büyüme elde ettiğini gösteriyor. Şimdi aynı dönemde, yani kriz döneminde “Ford-Otosan çalışanlarının durumu ne oldu?” diye bir soru sormak yerinde olacaktır. Maalesef Ford-Otosan sahipleri için çizilen bu parlak tabloyu, çalışanları için çizmek pek mümkün değil. Birkaç örnek ve veri vermek bile bu tabloyu anlaşılır kılacaktır. Örneğin; kriz öncesi 7500 çalışanı olan Ford, bu rakamı kriz sonrası 5300’e indiriyor. Çalışma saatleri 9 saat ve mesai olduğunda 11,5 saati ve bazen de 15 saati buluyor. Şirketle imzalanan Toplu İş Sözleşmesi’ne göre, 11 saatten fazla çalışılması yasa dışı. Krizle birlikte mesai ücretleri kesiliyor. Kriz döneminde aylarca ücretsiz izin sistemi uygulandı ve hala da uygulanıyor. Ücretsiz izinlerle, maaşlar %24 oranında kesiliyor. Ücretler, otomotiv sektörünün en düşük ücreti. Lider şirket olmasına rağmen, asgari ücret civarı bir maaş alınıyor. Kriz döneminde, çalışma saatleri arttırıldığı gibi, çalışma temposu da arttırıldı. 90 saniyede bir araba çıkması gerekirken, bant hızıyla oynanıp, 60-70 saniyeye düşürüldü. Üretimdeki bant hızı arttırılarak, 3 işçinin yapması gereken işi 1 işçi yapar oldu. Çaya, yemeğe ve tuvalete hızla gitmek zorunda kalıyorlar. Bir Ford işçisi, Evrensel gazetesine verdiği bir röportajında bu durumu şu sözleriyle aktarıyor:

Tuvalete gidebilmek için yerimize birisini bulmak zorundayız, bulamazsak tuvalete gidemeyiz. İshal olup da iki kere tuvalete gitmeyi zaten düşünemeyiz bile. Yemek arası yarım saat; 10 dakikası yolda geçiveriyor. 20 dakikada alelacele mideyi doldurup işe koşturuyoruz. Bir dakika geç kalamayız, kalırsak sarı kart, iki sarı kart bir kırmızı kart eder, sonra da kapı dışarı. İşe vardiya girişinden 30 dakika geç gelirsek bekçi içeri almıyor; kapıdan dahi giremiyoruz. İş günü bitip eve vardığımda canım çıkmış oluyor. Yemek yedikten sonra ister istemez uyuya kalıyorum. Vardiya sistemi de işçinin dengesini, psikolojisini bozan başka bir etken. Vardiya haftasının başında uyku düzenini değiştirmek zorunda kaldığım için 3-4 saatlik uykuyla işe geliyorum. Sonraki iki-üç gün orta vaziyette, son günlerde ise tam alışıyorum, vardiyan gene değişiyor, tekrar baştan. İşçinin hayatı ters dönüyor. Aile yaşamı ve sosyal hayatım kalmıyor.

Otomotiv sektöründe en çok büyüyerek lider şirket olan Ford-Otosan’ın bu büyümesinden, çalışanlarına, işten atma, ücretsiz izin, esnek ve ağır çalışma koşulları düştü. Kendi işçilerini çalışması için Arçelik’e ödünç veren Ford-Otosan, çalışanlarını sanki bir meta gibi, köle gibi görüyor. Yani Ford-Otosan büyüyor, ama çalışanlarının durumu iyice kötüleşiyor. Aslında çalışanlarının durumu kötüleştiği için Ford-Otosan büyüyor. Yani işten çıkararak, daha az işçi ile daha çok iş yaparak, ücret kesintileri yaparak, kısaca iş gücü maliyetlerini düşürerek ve daha çok çalıştırarak zenginleşiyor. Hükümetten aldığı destek ve kredi fonu yardımları da cabası.

 

SONUÇ YERİNE

Anlatılan Ford-Otosan örneği, sadece bu şirkete özgü değildir. Örneğin Mercedes Benz üreticisi Daimler, 2010 yılında karını yüzde 24 arttırmış ancak; aynı dönemde ücretlerde gerileme, zorunlu izin ve yoğun çalışma temposu koşulları uygulanmıştır. Yani kriz,  tam da Başbakan’ın dediği gibi teğet geçmiş ve ekonomi hiç olmadığı kadar büyümüştür. Ancak; bu ekonomik büyüme, kriz döneminde emekçilere ağır bir fatura olarak yüklenmiş ve bu sayede zenginler servetlerine servet eklemiştir. Yani kriz, holding sahipleri tarafından bir fırsat olarak görülmüş ve bu fırsat sonuna kadar kullanılmıştır ve kullanılıyor. Başbakan’ın “biz” dediği kesim için kriz teğet geçmişse de, geri kalan kesimler için ağır yaşam koşullarına dönüşmüştür. Son dönemde tartışılan yasa tasarılarını da – torba yasa- bu kapsamda değerlendirmeliyiz. Tüm bu adaletsizliklerin ortadan kalkması için de, toplumun tüm kesimlerinin – sendikalar, öğrenciler vs- birlikte yaptırım uygulayan bir güç oluşturması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle sendikaların; artık, salt protestocu tutumu bırakıp, daha etkin ve geri adım attırıcı yöntemler uygulaması gerekir.

Son 10 Yılın Ekonomi Politikalarına Karşı Sınıf Mücadelesi

Özellikle AKP hükümetinin iktidara gelmesinden sonra ekonomi politikalarında izlenen yol işçi sınıfının kazanılmış haklarına ve güvencelerine saldırı biçiminde olmuş ve hükümet izlediği politikalarla bir yandan kazanılmış haklara saldırırken diğer yandan da işçi sınıfı ve emekçileri esnek, güvencesiz bir çalışmaya mahkûm edecek kararlar almıştır. İşçi sınıfı ve emekçiler ise yapılan saldırılara karşı kimi zaman yerel ve tek başına, kimi zaman ise geniş çapta ve birlik içinde karşı koymaya çalışmıştır. Sunumda 8 yıllık AKP iktidarı boyunca işçi sınıfı ve emekçilerin saldırılara karşı nasıl mücadele ettikleri olumlu ve olumsuz yanları ile incelenecektir.

AKP DÖNEMİNDE İŞÇİ SINIFINA DÖNÜK SALDIRILAR

İlk olarak 17. yüzyıl başlarında Avrupa’nın feodal üretim tarzı ve üretim ilişkilerinin bağrından doğan, teknolojik ilerlemeler ve manifaktür üretimi ile birlikte gelişen burjuva sınıfı ve kapitalizm, bugün o dönemlerinden çok uzakta. Kapitalist sistem ve burjuvazi geçen yüzyıllar içerisinde çok fazla değişikliğe uğramış olsa da kapitalizmin var olmasını sağlayan ve kapitalizm var oldukça da değişmeyecek olan özellikleri olan artı-değer sömürüsü ve sınıf mücadeleleri açısından hiçbir şey değişmedi. İlk olarak feodal üst yapı ve toprağa bağlı köleliğe karşı savaşım veren kapitalizm iktidara geldikten sonra kendisini yoğun olarak toplumun üretici güçlerinin en önemli bileşeni olan işçi ve emekçileri daha fazla sömürmeye adadı. Burjuvazi kendisi ile birlikte işçi sınıfını da yarattı ve işçi sınıfı tarihin sahnesine çıktığı ilk andan itibaren kapitalist sistemin merkezleri olan fabrikalara, toplamda üretim merkezlerine alınteri ile kan pompalıyor. Fakat kendisini işçi emeğinin artı-değer sömürüsüne dayandıran kapitalizm ile işçi sınıfı çıkarları iki sınıfın ortaya çıktığı ilk yıllardan beri birbiri ile savaşım vermekte. Bir tarafta işçi sınıfının daha iyi bir yaşam mücadelesi diğer yanda bu mücadele ne kadar ilerlerse daha da zayıflayacak olan kapitalizm ve burjuva sınıfı. Bugün dünyanın bütün ülkelerinde hala temel çelişki işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisidir.

AKP iktidarı sekiz yıl boyunca küresel sermaye çevrelerinin en güvendiği parti olmayı başarmış ve neo-liberal politikaların en kararlı uygulayıcısı rolünü hiç kimseye kaptırmamıştır. Sekiz yıl boyunca çalışma yaşamının koşulları ve kurallarını her zaman sermaye çevrelerinin lehine düzenleyen AKP iktidarı bununla da yetinmeyip eğitimden sağlığa birçok alanda yaptığı değişiklikler ile bu alanları piyasanın hizmetine açmıştır. AKP hükümetinin işçi sınıfı ve emekçilere yaptığı saldırıların en kapsamlılarından biri genel sağlık sigortası oldu. Çalışanları performansa dayalı çalışmaya mahkûm eden, devlet hastanelerinin satışını kolaylaştıran, sağlık hizmetlerini paralı hale getiren AKP hükümeti böylelikle sağlık alanını piyasanın hizmetine sundu. AKP hükümeti çalışma yaşamında gerçekleştirdiği değişiklikler ile güvencesiz ve esnek çalışmayı ise kural haline getirdi. 2003 yılında yasalaşan 4857 sayılı İş Kanunu ile taşeron ve esnek çalışma önündeki engeller kaldırılmış, yine son dönemde çıkarılan torba yasa ile kuralsız ve esnek çalışma iş yaşamının tüm alanlarında uygulanmak üzere Cumhurbaşkanının onayını beklemektedir.

AKP hükümeti politikaları sonucu işçi ve emekçilerin en büyük toplu sözleşmesi olan asgari ücret yapılan zamlar ve hayat koşulları karşısında adeta erimiş ve yoksulluk sınırının altında bir ücrete dönmüştür. Hükümet bu politikalar sonucu Türkiye işçi sınıfının durumu ise her geçen gün kötüye gitmiştir. Bugün 23 milyon çalışanın 10 milyonu kayıt dışı ve güvencesiz çalışmakta, işçi sınıfının hak arayışında temel örgütlerden biri olan sendikaların üye sayısı ve toplam işçi sınıfı içinde ki örgütlülük oranı gün geçtikçe azalmaktadır. Yine geçtiğimiz hafta yapılan araştırmalara göre Türkiye halklarının yaklaşık %20’si yoksulluk sınırında yaşamaktadır.

AKP DÖNEMİNDE İŞÇİ DİRENİŞLERİ

TEKEL İşçilerinin Direnişi

Geçtiğimiz yıl yaşanan ve 78 gün devam eden TEKEL işçilerinin direnişi birçok yönden işçi sınıfının üzerindeki ölü toprağını atmış, işçilerin sınıf mücadelesinde ileri adımlar atmasına yol açmıştır. TEKEL işçileri ekonomik olarak başlayan mücadelelerine siyasal talepleri de katarak işçi sınıfının ileri kesimlerini bir araya getirmesi ve sendikal bürokrasiye karşı mücadeleyi tekrar hatırlatması ile önem kazanmıştır.  İşçi sınıfının, çalışma hayatının esnekleşmesi ve güvencesizleşmesi, sağlık, eğitim gibi alanların piyasaya açılması, işçi sınıfı ve emekçilerin yoksulluk ve yoksunluğunun her geçen gün artmasına karşı mücadele ne kadar önemliyse aynı zamanda Türkiye’nin daha demokratik bir yapıya kavuşması için mücadele de o kadar önemlidir. Genel olarak ekonomizm diye adlandırdığımız ve işçi sınıfını sadece ekonomik mücadele hattına çeken mücadele biçimi eninde sonunda işçi ve emekçileri burjuvazinin politikasına bağlama ve işçi sınıfının siyasi önderliğini ya da siyasal mücadeleyi en iyi koşulda liberallere bırakma işlevini görmüştür.

İlk olarak kaybettikleri işçileri için direnişe geçen ve Türkiye’nin birçok ilinden Ankara’ya gelen 12 bin TEKEL işçisinin mücadelesi zamanla siyasi iktidara karşı bir mücadeleye dönüşmüş ve ekonomik ve siyasal talepler birbirine karışmıştır. Üretimden gelen gücünden yoksun olan TEKEL işçileri önemli bir eylem gerçekleştirmişlerdir. Zamanla hükümetin politikalarına karşı sadece ekonomik ve kendileri için talepler öne sürmenin bir fayda getirmeyeceğini sezen TEKEL işçileri bütün işçi sınıfı ve emekçileri topyekün bir mücadele hattına çekme yoluna girmiş ve yine bu yolda kendi sendikal konfederasyonları olan Türk-iş’in yanında diğer sendikaları da uzun süre sonra merkezi düzeyde ortak hareket etmek zorunda bırakmıştır. Türk-iş’in direnişin başında kendini TEKEL işçilerinden soyutlama çabalarına rağmen TEKEL işçileri Türk-iş merkezini basmış ve Türk-iş adeta zorla mücadele içine çekilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, TEKEL işçileri kendi mücadelelerini satan sendikal bürokrasiyi de her alanda teşhir etmiştir.

Çemen Tekstil İşçilerinin Direnişleri

Yine sendikal bürokrasiye karşı mücadele eden bir diğer işçi grubu ise Çemen Tekstil işçileri olmuştur. DİSK/Tekstil sendikasında örgütlenen Çemen işçileri örgütlenmelerinin daha başından itibaren sendikayı ileri adımlar atmaya zorlamış, 74 gün süren direnişlerinde direniş çadırı işçilerin zoruyla kurulmuştur. Ayrıca işçiler direnişi kazanıp fabrikaya döndükten sonra da patron işçileri bölmek için Öz İplik-İş’i devreye sokmuş, burada da örgütlülüklerini savunmak işçilere düşmüştür. Tekstil sendikası araya Öz İplik-İş’in sokulmasına göz yummuş, işçiler ise Öz İplik-İş’i basarak örgütlülüklerini savunmuştur. En sonunda ise sendikanın şube seçimlerinde aday olmak isteyen Çemen işçileri kongreye alınmak istememiş bunun üzerinde DİSK/Tekstil sendikası da Çemen işçileri tarafından basılmıştır. İşçilerin sendikal bürokrasiye karşı verdikleri mücadele ilerleyen zamanlarda sendikal bürokrasinin işçi sendikalarından arındırılması için sendikal konferanslar ve işçi kurultayları düzenlenmiş bu konferanslarda alınan profesyonel sendikacılığın kaldırılması, sendikacı ücretlerinin işçi ücretleri düzeyine çekilmesi, sendika içi demokrasinin işlerlik kazanması, sendikaların ülkedeki demokrasi mücadelesinde etkin yer alması gibi kararlar sendikal bürokrasiye karşı mücadeleci sendikal anlayışı güçlendirmiştir.

25 Kasım Grevi ve Demiryolları İşçilerinin Grevleri

Siyasal mücadeleler işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız olarak bir sınıf politikasının yürütmesinin temel koşullarından biridir. Bunun için de işçi sınıfının bağımsız bir sınıf olduğunun ve bir sınıf olarak birlikte mücadele etmesinin gereğini anlamaları gerekir. Buna son dönemlerde en önemli örnek ise 25 Kasım grevi ve ardından yaşanan gelişmelerdir. 25 Kasım’da işsizlik, yoksulluk, toplu sözleşme ve grev hakkı için yapılan ve KESK ile Kamu-sen’in ortak düzenlediği bir günlük uyarı grevi hem ekonomik hem de siyasal talepleri bir arada bulundurmasının yanında iki farklı Konfederasyonun tabanda birleşmesinin de koşullarını yaratmıştır. Daha sonra yaşananlar ise sınıf dayanışması ve işçi sınıfı ve emekçilerin bağımsız bir politik hat yürütmesi bakımından daha önemlidir. Hükümetin uyarı grevini yasa dışı ilan etmesi ve kimi işkollarındaki emekçilere soruşturma açması ve 16 tane demiryolu emekçisinin işten atılması sonucu farklı sendikalara üye demiryolu emekçileri atılan arkadaşları için yasak olmasına rağmen bir günlük dayanışma grevine gitmiş ve atılan işçiler işe geri alınmıştır. Yine KESK’in kurulduğu günden itibaren başta Kürt sorunu olmak üzere demokrasi mücadelesinde ileri bir tutum alması kamu emekçilerinin bilinç düzeyinin yükselmesinde etkili olmuş ve kamu emekçilerinin bağımsız bir politika izlemeleri için önemli fırsatlar sunmuştur.

Çel-Mer Metal İşçileri Direnişi

İşçilerin örgütlenme mücadelesinde uzun zamandır yaşanan sıkıntıların başında mücadelenin üretim alanına etki edememesi ve işyerinin dışında devam etmesidir. Patron  örgütlenme mücadelesine girişen işçilerden hükümetin ve Çalışma Bakanlığı sayesinde haberdar oluyor ve öncü işçileri kapının önüne koyuyor. Bu noktadan sonra ise mücadele genelde işten atılan işçilerin ve sendikanın fabrika önünde direnişi ile devam ediyor. Üretim alanına herhangi bir müdahale de bulunamayan işçiler çoğu zaman uzun süre bir direniş gösterdikten sonra hukuksal olarak bir kazanım elde ediyor. Fakat işveren uzun süreden sonra işten atılan işçileri işe geri almak yerine tazminat ile yetiniyor ve hem fabrikada ki öncü işçiler fabrikadan uzaklaştırılıyor hem de fabrikadaki örgütlülük niteliksel ve niceliksel olarak zarara uğruyor. Bir çok örneği yaşanan bu mücadele yöntemlerine alternatif ise ancak işçilerin kendi iradelerini örgütlendikleri sendikalarda etkin kılabildikleri oranda gerçekleşebiliyor. Buna en güzel örneklerden biri ise Gebze’de Kurulu Çel-Mer fabrikasında direnen işçiler tarafından verildi. Örgütlendikten sonra öncü işçileri kapının önüne koyan patrona karşı işçiler bir yandan fabrika önünde aileleri ile birlikte direnmeye devam ederken diğer yandan ise fabrika içinden ve dışından bir komite kurarak mücadeleyi yükseltmenin yollarını aradılar. İşçilerden oluşan komitenin aldığı karar ile fabrikayı 5 gün boyunca işgal ederek üretimi durduran işçiler daha sonra patrona bütün isteklerini kabul ettirdiler ve atılan işçiler sendikalı olarak fabrikaya geri alındılar.

Diyarbakır Tuğla İşçileri Direnişi

Sendikalı olmayan işçiler için hak talepleri ya da örgütlenme girişimleri çoğu zaman hüsrana uğrarken yine sendikasız da olsa işçilerin taleplerinin karşılanması üretime ne kadar müdahale edildiği ile doğru orantılı olarak sonuç veriyor. Son dönemde yaşanan Diyarbakır tuğla işçilerinin direnişi örgütsüz işçilerin taleplerini kabul ettirdiği nadir örneklerden birini oluşturması bakımından önem arz ediyor. 2007 yılından beri ücretlerine zam alamayan Diyarbakır tuğla işçileri 2010 yılında bütün tuğla fabrikalarında üretimi durdurarak greve başladılar. Daha önce 2006 yılında da aynı şeyi yapan işçiler talepleri kabul edilene ve insanca bir ücret alana kadar 5 gün grevdeydiler. Grev önce birkaç fabrikada başlarken ardından diğer fabrikalarda ki işçilerin de ikna edilmesi ile  tuğla fabrikalarında üretim tamamen durdu. Devletin ve patronun bir çok oyununa rağmen sendikalı olmadan da birlik olunabileceğini gösteren Diyarbakır tuğla işçilerinin grevi de isteklerinin büyük çoğunluğunun karşılanması ile son buldu. Ayrıca bölge’de uzun yıllardır devam eden ulusal hak eşitliği mücadelesi açısından da Diyarbakır tuğla işçilerinin mücadelesi farklı bir bakış açısı sunmuş ve Kürt işçi sınıfının da gözardı edilmemesi gerektiğine dikkat çekmiştir.

Novamed Direnişi

Türkiye’deki serbest bölgelerde başarıya ulaşan ve toplu iş sözleşmesi imzalanan ilk grev olma özelliği taşıyan Novamed Grevi’nin en büyük özelliği ise “kadınların grevi” olmasıydı. Türkiye’den ve dünyadan birçok kadın örgütü, sendikalar, konfederasyonlar, siyasi partiler bu greve destek verdiler. Yine bu deneyimde, örgütlenme modeli olarak tabandan örgütlenmenin ve kullanılan dilin önemini; kadınların her koşulda zorluklarla baş edebilme, örgütlenme deneyiminin özgüvenlerini arttırdığını, dostluk/kız kardeşlik ilişkilerini geliştirdiğini gözlemledik. Neo-liberal politikanın, sermayenin işine geldiği üzere işyerinde rekabet ortamı yaratılarak kolektif özneye izin vermeyen zihniyetin önüne ancak örgütlenerek karşı çıkılabileceğini Novamedli kadınlar aracılığıyla bir kez daha kavradık.

SONUÇ

İşçi sınıfı ve emekçiler taleplerini dile getirmek ve örgütlenmek için verdikleri mücadelede birçok farklı sorunla karşılaşıyorlar. Bir yandan patronların ve işbirlikçi sendikaların işçilerin örgütlenmesini engellemek veya örgütlülük düzeyini aşağıya çekmek için izledikleri yollar diğer yandan hükümetin her türlü baskısı ve patronlardan yana aldıkları tutum. İşçi ve emekçiler bu zor koşullar altında örgütlenme mücadelesine giriştiklerinde ya da hak talep ettiklerinde karşılaştıkları zorluklara karşı farklı örgütlenme yolları denemek zorunda kalıyorlar. Örneğin devletin tavrı için son dönemde verilebilecek örneklerden biri Düzce bölgesinde Birleşik Metal-İş sendikasının başlattığı örgütlenmelerde görülebilir. Birleşik Metal-İş sendikasının Düzce bölgesindeki sanayi bölgelerinde başlattığı örgütlenmede devletin yerel ve kolluk kuvvetleri işçi ve emekçilere her fırsatta saldırıyor. İşçilerin örgütlülüğü bölmek için işçilerin dini duygularını imamlar aracılığı ile kullanmaya kalkanlar aynı zamanda işçiler fabrika önünde direnmeye ne zaman başlasa patronun isteği ile polislerini işçilere saldırtıyor. İşçilerin anayasal hakkı olan sendikalaşma hakkı yüzünden sokağa atılmalarına ses çıkarmayanlar buna karşı direnişe geçen işçilere ise direniş çadırı dahi kurdurtmuyor, işçilerin fabrika önünde direnmesine bile tahammül edemiyor. İşçiler örgütlenirken gerek yasal yollardan gerekse fiili yollardan direnişe geçiyorlar.

Bütün bu yaşanılan zorluklar ile birlikte sendikal anlamda işçi ve emekçilerin sadece ekonomik değil siyasal taleplerini de dile getiren ve işçi ve emekçileri siyasal talepler için de mücadeleye sokacak sendikalar işbirlikçi, uzlaşmacı ve sadece ekonomik mücadele yürüten sendikalardan daha öne çıkıyor. Sendikaların farklı konfederasyona bağlı işçileri tabanda birleştirecekleri bir mücadele hattı izlemeleri TEKEL işçilerinin direnişinde ve 25 Kasım kamu emekçileri grevinde görüldüğü gibi işçi ve emekçiler tarafından sahipleniliyor ve mücadelede daha ileri adımlar atılmasının yollarını açıyor. Yine buna örnek olarak Gebze’de Kurulu olan Gebze Sendikalar Birliği farklı işkollarından işçilerin birlikte mücadele hattı örmelerinin yolunu kolaylaştırıyor. Ortaya çıkan gerçeklerden bir tanesi de işçilerin sendikalaşma ya da işe geri dönmek için verdikleri mücadelede sendikalarında kendi iradelerini etkin kılmaları ve üretimden gelen güçlerini kullandıkları oranda başarılı olabildikleri gerçeği. İşçilerin kendi birliklerinden aldıkları güç ile giriştikleri mücadele de yasal olmasa da fiili ve meşru mücadele hatları ise sınıfın diğer kesimlerinden destek buluyor. Buna örnek olarak ise Çel-Mer işçilerinin ve Novamedli kadınların direnişinde görüldü.

Sendikalar işçi sınıfının doğuşu ile birlikte yaşadığı sorunlara karşı verdikleri mücadelelerde örgütlendikleri ve bir araya geldikleri araçlar olmuşlardır. Türkiye’de ilk kurulan işçi sendikası devletin kendi eliyle 1952 yılında kurduğu Türk-İş sendikasıdır. Daha sonra ise 1967 yılında Türk-İş’ten ayrılan mücadeleci sendikalar DİSK’i kurmuşlardır. Kamu emekçileri sendikalarının ilki olan KESK ise 1990’lı yılların başından başlayan eylemler ile birlikte 1995 yılında konfederasyon olarak örgütlenmiştir. HAK-İŞ, KAMU-SEN gibi sendikaların kuruluşları ise yakın zamanlara dayanmaktadır. Türk-İş kurulduğu günden itibaren devlet yanlısı politikalar izlemiş ve kurulduğu dönemin koşullarından ile birlikte Amerika’nın Sovyetler birliğinde ortaya çıkan ve yavaş yavaş dünyaya yayılan, kızıl sendikalara karşı örgütlediği sosyal diyalog sendikacılığının Türkiye ayağını oluşturmuştur. Türk-İş AKP iktidarı boyunca da sosyal diyalogu öne çıkarmış hükümet, işverenler ve işçilerin ortak bir yol bulması için masa başlarında ikna çabalarına girişmiştir. Fakat tüm bunların sonucunda sonuç hep işçi sınıfının zararına olmuş, işverenler ve hükümet isteklerini büyük oranda yerine getirmiştir. Geçmişte ve bugün hala Türk-İş’e bağlı birçok sendikaya üye olan işçiler bu sosyal diyalog diğer adıyla sınıf işbirliğine dayalı sendikacılığın sorunlarını yaşamaktadır. Örneğin Türk-Metal sendikasına üye olan binlerce metal işçisinin talepleri her toplu sözleşme döneminde daha da can alıcı talepler olarak gündeme gelmesine rağmen Türk-Metal sendikası her toplu sözleşme masasında metal işverenlerinin elini ve cebini biraz daha güçlendirerek kalkmakta fakat buna rağmen imzaladığı her sözleşmeyi sanki çok iyi ve ileri sözleşmeler gibi sunmaktadır.

Türk-İş’teki egemen zihniyetinin belki de son örneklerinden biri Torba Yasaya karşı verilen mücadelede tuttuğu yerdir. Türk-İş önce torba yasanın içeriğinden haberi olmadığı söylemiş ondan sonra ise sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin birleşik mücadele çağrılarına olumsuz yanıt vermiş ve hükümetle sadece masa başında mücadele etmiştir. DİSK ise kurulduğu günden 80 darbesine kadar mücadeleci bir sınıf sendikacılığı yaparken 80 darbesi sonrası kapatılmış ve tekrar açıldığı 89 yılında itibaren o da sosyal diyalogu mücadele yöntemlerinden biri haline getirmiştir. Üst yönetiminde hâkim olan sosyal diyalog siyasetine rağmen yerellerde ve bazı sendikalarda ise mücadeleci bir sınıf siyaseti de bulunmakta ve bugün mücadeleci işçiler tarafından hala tercih edilmekte. DİSK ise AKP iktidarı boyunca uygulanan politikalara ve çıkartılan yasalara karşı muhalefet etmiş, yer yer diğer sendikal konfederasyonlarla yerel de ya da merkez düzeyinde birliktelikler yapmış olsa da alanlara çıkma ve üretimden gelen gücü kullanma konusunda zayıf kalmış. Alanlara çıktığı zaman ise üye ve yönetici kadro eylemleri gerçekleştirmiştir. KESK ilk olarak sokakta verdiği mücadele ile fiili olarak kurulmuş daha sonra ise yasalarda kendine yer bulmuştur. KESK de AKP iktidarı boyunca hem ekonomik hem de demokratik talepler için mücadeleye girişmiş fakat ilk kurulduğu günlerden uzakta bir görüntü vererek o da yer yer kadro eylemi diye nitelendirdiğimiz eylemlerde bulunmuştur.

Hak-iş ve Kamu-Sen gibi sendikalar ise AKP hükümeti ve patronlar tarafından desteklenmiş, sekiz yıllık AKP iktidarı boyunca üye sayılarını hızla arttırmışlardır. Bu sendikalar amaçlarını ise işçi sınıfını mücadeleden uzak tutmak ve işçi sınıfını patronların ve hükümetin politikalarına yedeklemekte ete-kemiğe büründürmüştür.  AKP iktidarının 8 yılında işçi ve kamu emekçisi sendikalarının mücadelelerinin gösterdiği daha çok işçilerin ve emekçilerin ekonomik taleplerine ağırlık vererek, işçi sınıfının ekonomik kazanımlarının güvencesi olan demokratik taleplerin ikinci plana atılması, işçi sınıfının en geniş kesimlerini birleştirecek mücadele birliklerinden çeşitli bahanelerle kaçmak olmuştur. Fakat en önemlisi işçi sınıfının kazanımlarını savunmak için daha çok sosyal diyaloga başvurarak işçi sınıfının burjuvaziden bağımsız bir sınıf olarak siyasetine ket vurmak olmuştur. Tabi ki burada yerelde ya da merkezi düzeyde var olan istisnalar ve olumlu örnekler buna dâhil değildir. Diğer yandan ise sendikaların işçileri tabanda birleştirici müdahalelerde bulunması daha önce de belirttiğimiz gibi işçiler tarafından olumlu karşılanmıştır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑