#direngeziparkı

Bu başlık tesadüfi değil. 31 Mayıs gecesi dakikada 3 bin twit atıldı; dünyanın geri kalanından daha fazla twit attı bu ülke. “#direngeziparkı” da en yoğun kullanılan etiket olarak tarihe geçti. 29 Mayıs’ta 1 milyon 800 bin civarı seyreden aktif Türkiyeli kullanıcı sayısı; 10 gün içinde 10 milyona yaklaştı; 31 Mayıs-6 Haziran haftası 91 milyon 377 bin Türkçe twit atıldı. Sadece 1 Haziran günü 19 milyon olan twit sayısı, ertesi günlerde 10 milyon civarında seyretti. AKP Ar-Ge Başkanlığı bile dakikada atılan twit sayısını 3 bin olarak duyurdu. Tüm ay boyunca en fazla kullanılan etiket ise, yazıya da başlığını veren “#direngeziparkı” oldu.
Hal böyle olunca, son yıllarda tartışılan “sosyal medya devrimi” gündemi de daha bir belirgin oldu. Arap ülkelerinden ya da Batı’daki “Occupy” eylemlerinden “anlaşılmaya” çalışılan olguyu, bizzat yaşayarak gözlemlemiş olduk.
10 yıl önce birkaç yüz bin civarında olan Mısırlı internet kullanıcısı sayısının, bugün 17 milyonu aşmış olmasının da bir anlamı olmalı. Tunus da ha keza öyle. 2000 yılında 100 bin iken; bugün 3,5 milyon kişi internet kullanıyor.
Ne ifade eder? Bir “intihar”ın ardından iki buçuk yıldır devam eden toplumsal hareketlerin, bir iki “sosyal medya sitesi” ile başladığına mı inanmalıyız? Ya da, “Bunlar boş işler” diyen kalmadığına göre; “Ne var yahu, sadece yeni bir olanak işte” diyenlere mi tav olacağız? “Sosyal medya” neyi değiştirdi? Soru bu! Ne değişti; ne kadar değişti; biz de değişmeli miyiz? En azından biraz…

GERÇEK DEVRİMCİDİR!
Başka türlü de soralım: Gerçeğin devrimci olduğuna kuşku yok; öyleyse bizi gerçeğe yaklaştıran araç, aynı zamanda “devrim”e mi yaklaştırıyor? “Kitle iletişimi”ni ifade eden “communication” sözünün Latince kökeninin, aynı zamanda “communism”in de kökü olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Ortaklaşma… Hangi aracı kullanırsa kullansın; doğru ellerde “kitle iletişimi” bizi işte buna yaklaştırıyor, ortaklaşmaya…
İşçi sınıfı devrimlerinde “gazetenin rolü” üzerine yazılmış onca külliyatı yinelemeye gerek yok… Bu işin “besmele”sinin bir yayın organı çıkarmak olduğu, sosyalizm mücadelesinin alfabesinde var. Sadece sosyalizm mi? Tarih boyunca nerede bir isyan olduysa, önce “iletişim” aracına ihtiyaç duydu. İster Sparaküs isyanlarının “koşan haberci”lerini düşünün; isterse el koydukları matbaalarda bildiri basan 1848 devrimcilerini… Ekim Devrimi’ni telgraftan, gazete matbaalarından azade anlatabilir miyiz?
Elbette hayır! Ekim Devrimi için “telgrafla yapılan devrim” demek ne kadar saçmaysa; bugün “twitter devrimi”, “facebook isyanı” demek de o kadar saçma… Peki ya gazete? Ekim Devrimi için, “Pravda ve irili ufaklı pek çok Bolşevik gazetenin eseridir” desek; yanlış olur mu? Elbette olmaz. Bloglardan, haber sitelerine; twitterdan facebook’a en geniş haliyle “internet medyası”nı nereye koyacağız bu örnekte?
İşte tartışmamız gereken bu!
Son birkaç yıldır “uzakta bir yerlerde olan biten” olarak tartışılan şey, Gezi Direnişi sonrası artık mücadelenin tam ortasında. Telgrafın getirdiği kolaylıklar vardır; ama sosyalist literatürde periyodu ne olursa olsun “gazete”nin yeri elbette apayrıdır. Şimdi; yıl 2013’te, bu literatürü okurken; “sadece gazete” olarak mı okuyacağız; yoksa “kasıt her türlü kitle iletişim mecrasıdır”dır diye revize mi edeceğiz? İkinciyi yapsak “gazeteye ihanet”; ilkini yapsak “muhafazakar” mı sayılacağız? Bu karmaşık denklemi; ne yapacağız?

GERÇEĞİ CEBİNDE TAŞIMAK
Önce Arap dünyasına bakalım… Çok uzun süredir ağır baskı koşullarında yaşayan, diktatörlükler altında en temel haklardan uzak yaşayan Arap halklarının kitlesel ve yaygın isyanı herkesi şaşırttı. Diktatör ve onun medyası dışında; haber almak için “çok çok sınırlı” olanaklara sahip Arap halkları bir süredir “yeni bir durum”u yaşıyordu zaten.
Dünyanın “o diktatörün konuşmalarındaki gibi olmayabileceği”ni; konuşmanın, tartışmanın, farklı fikirlerin kapısını aralamıştı. Küçük ve zayıf Katar devletinin bir “diplomatik atak” olarak başlattığı El Cezire kanalı; bütün Arap dünyasında kolayca benimsendi bu yüzden. Kendi dilinde “yeni şeyler” duydu Arap halkları… Katar Emiri’nin çıkarlarının izin verdiği kadardı gerçi, ama bu bile yetti “El Cezire Olayı” yaratmaya…
İnternetin yaygınlaşması da onun üzerine geldi. Önceden gerçeğin kırıntısına bile büyük sıkıntılarla ulaşanlar, “gerçeği ceplerinde taşıma”ya; daha öteye geçerek yaşadıkları şiddeti kaydetmeye, anında bütün dünyaya ulaştırmaya başladılar. Dünyanın neresinde olursanız olun dilediğiniz an Tahrir’in canlı görüntüsüne ulaşabildiğiniz bir denklem kuruldu. Sonuçta, “bir askeri darbe”yi de televizyondan canlı izler hale geliverdik… Darbe gerçeği değişmedi; “izleyici” olabilme ihtimali çıktı ortaya!
Farklı “dünyevi” amaçlar için kurulmuş Facebook, Twitter, Youtube, Dailymotion gibi sosyal paylaşım sitelerinin “farklı anlamlar”ı vardı artık. Halkın alttan alta kabaran öfkesi, sokağa taştığında “birleştirici” bir rol de taşıdılar. Elbette, en ağır diktatörlük koşullarında dahi direnen devrimci örgütler vardı ve direniyorlardı. Yeni pek çok örgüt de kuruldu. Ve onlar da; bu yeni “olanak”ı kullandılar.
Önce internet kesildi; yerini GSM şebekelerinin kısa mesaj servisleri aldı, onun da fişi çekildi. Ama bir kere “kuş” yuvadan uçmuştu. Yan yana “yalnız ve umutsuz” olan kitlelerin, “aslında yalnız olmadıkları”nı keşfetmeleri, yepyeni olanaklar doğurmuştu çoktan…

CEPTEN DİRENİŞ ÇIKAR MI?
Elbette, Arap isyanlarının da, Gezi Direnişi’nin de uzun yıllara yayılan pek çok nedeni var. “Kendiliğinden” patlamış olsa da, arkasında uzun bir mücadele tarihi var. İktidarın baskısı var; geçmiş “yanlış mücadele hatları”nın eleştirisi var… Bizim burada tartıştığımız, “iletişim araçları” açısından direniş süreçleri… Vurgular haliyle bu alana…
İngiliz politikacı Gordon Brow’un “Twitter çağına denk gelseydi, Ruanda katliamı olmazdı” sözü doğru olabilir mi mesela? Ya da, hiç örgüte ihtiyaç duymadan twitter’dan bir isyan hareketi başlatılabilir mi?
Bazı “heyecanlı”ların “olabileceğini söylediği”nin farkındayız. Peki gerçek bu mu? Kayseri’de oynanan final maçı öncesi “34. dakikada slogan atılacağı” bilgisi sosyal medyayı salladı epeyce. Ancak, 34. dakika geldiğinde olan sadece hayal kırıklığıydı. Maçı yerinde izleyen gazeteciler, “burada kimsenin haberi yok” diyordu. Nasıl olabilirdi bu? Sosyal medyayı sallayan bir “eylem”den haberi olmayan onbinlerce izleyici?
Bir başka olayda; sosyal medyada günlerce “milyonlarla yeniden Taksim’e çıkılacağı” bilgisi dolandı durdu. Taksim Dayanışması “Kimseye gitmeyin demeyiz, ama bizimle ilgisi yok” dedi; çağrının kaynağı bir türlü bulunamadı. Yine de çok sayıda kişi tarafından paylaşıldı bu bilgi. Sonuç; birkaç yüz kişi, ufak çaplı bir eylem için toplandı. Tersinin doğru olduğu onlarca örnek de gördük elbette… Neydi fark?
Lenin, devrimleri “örgütlü kitlelerin eseri” olarak nitelerken; elbette telgrafı da, gazeteyi de biliyordu. Bugünün devrimcisi de, devrimleri “örgütlü kitlelerin eseri” olarak tanımlarken; dün olmayan televizyonun da, sosyal medyanın da farkında… Gerçeğin özünün değişmediğini her olayda açığa çıkıyor. Ne Tunus devrimi sadece “bir facebook olayı”ydı; ne Mısır’da Mübarek’i twitter yıktı. Ama, Tunus’ta Bin Ali faşizmine direnenler, Mısır’da özgürlük için sokağa çıkanlar, yeni tanıştıkları bir aracı kullanmayı bildiler.
Gezi Direnişi günlerinde bizim yaptığımız da buydu. Birkaç “küçük kanal”ın günlerce süren yayını “televizyonun sadece televizyon olmadığını” ve “devrimin televizyondan yayınlanabileceğini” gösterdi. İnternet medyası da, bir fikrin, bir isyanın, bir çağrının nasıl kısa sürede milyonlarca insanı harekete geçirebileceğini anlattı bize. Elbette, ‘eski’ usül haberleşme teknikleri de kullanıldı; ama hiç kuşku yok sermaye medyasının tamamen sustuğu noktada, belirleyici olan internet medyasıydı…
Gezi Direnişi’nde yaşadıklarımız; verili tartışmayı bir üst boyuta taşıdı. Kitle iletişimciler ikiye ayrılmış durumda; “iyimserler” ve “kuşkucular”. İyimserler, söyleyiş tonları farklı olsa da “sosyal medyanın değiştirici özelliğini” ısrarla vurguluyor. “Eski” ilan ettikleri gazetelerin beş on yıla biteceğini ilan ediyorlar. “Kuşkucular”, “eskinin bittiği” yaklaşımına karşı temkinli; sosyal medyanın “değiştirici gücü”nün abartıldığı fikrinde… Bu tartışma daha çok su götürür; tarafları devam etsinler. Biz de izleyelim…

VARDİYA ARASI TWİTTER
Ama bizim asıl meselemiz başka? Biz; yani mücadelenin bizzat içinde olan; tarihi insanlık tarihi kadar eski bir geleneğin sürdürücüleri… Biz ne diyeceğiz? Düne kadar; “klavye devrimciliği”, “masabaşı olmuyor bu işler” diye küçümsenen alanın, politik etkilerinin vardığı boyut ortada. Mücadelenin en “kızıştığı” anda; stratejik açıdan üstlendiği rol de ortada… Geçmiş deneyimlerde “suskunluk suikastı”nı başarıyla kullanan egemen sınıflar; açıkta gördük ki bu kez beceremediler.
Klavye ile yapılacak işler olduğu, yeni nesil cep telefonlarının sahiden “akıllı” sıfatını hak ettiğini görmek çok zor değil. İster revirdeki bir ilacın karşılanması gibi çok pratik bir sorun olsun karşılaşılan; isterse “Duran Adam” gibi karamsarlığı dağıtan tek kişilik bir eylemin duyurulması olsun… Ya da iktidarın propagandasına karşı, ikna edici “tek bir slogan”ın bir anda yaygınlaşması diyelim… Her adımda; sosyal medyanın etkisi kendini kanıtladı.
İşçi sınıfı devrimcilerinin, herhangi bir teknolojik ya da bilimsel gelişmeye “refleks” olarak karşı çıkması düşünülemeyeceğine göre; vardığımız noktada “dün”kü gibi tartışmamız gerektiği çok açık. Örneğin evrensel.net’in toplu sözleşme süreci ile girdiği bir haberi 10 dakikalık çay molalarında ya da buldukları ilk fırsatta telefonlarından okuyabilen bir işçi sınıfından söz ediyoruz. Mail grupları kuran, facebook sayfaları oluşturan, twitter’dan dertlerini anlatan bir işçi profili gelişiyor. Haberleşiyor, konuşuyor, tartışıyorlar.
Tüm bunlar “anında” olabiliyor. Ne haftalık dergi, ne günlük gazete ve hatta televizyonun bu hıza yetişmesi mümkün değil. Kurulu tüm süzgeçleri, “iktidar odakları”nı da devre dışı bırakan bir doğrudan iletişim biçimi bu.
İşçiler de, gençler de, kadınlar da, üretici köylüler de… Her toplumsal kesim içinde giderek yaygınlaşan araçlardan söz ediyoruz. “Durağan” zamanda eften püften işlerle uğraşan sayfaların, “twitter kişileri”nin, blog’ların; direniş anında nasıl birden “direniş medyası” haline gelebildiğinin canlı tanığıyız…
Uzak mesafelerin kısaldığı, dünyanın öbür ucundaki işçiyle dahi iletişim kurmaya, ortaklaşmaya; ve hatta “aynı patron”a karşı mücadele etmeye olanak sağlayan bir haberleşme ağı karşımızdaki. “Küresel köye dönüşen dünya”nın tellalını, doğru biçimde kullanıp; sınıfın hizmetinde bu araçtan yararlanmak fazlasıyla mümkün…

ÇATIŞMA MI; BİRLEŞME Mİ?
Gezi’den kalkıp tartışıyoruz; bir de öbür taraftan bakalım yaşananlara… Kuşkusuz sınıf mücadelesi “kitle iletişim olanakları” ile ilk kez tanışmıyor. Doğduğu andan itibaren bu araçlarla birlikte gelişti sınıf mücadelesi… Ve bugün; “eski medyanın, bilhassa da gazetelerin erkenden cenaze namazını kıldırıldığı” bir durum mu yaşıyoruz?
Egemen medyanın ipliğinin pazara çıktığı konusunda hem fikiriz elbette. Gençlerin aynı zamanda “geleneksel mecralarla da vedalaştığını ve artık sadece internette olacağını düşündüğünü” söyleyenler bizim saflarımızda da az değil. “…paradigma değişti. Eski için artık kurtuluş yok. Bitti” diyebiliyor bir köşe yazısı…
Tartışma anlamlı… Önemli. Ama gerçek böyle mi sahiden? Hâlâ kaldı mı bilinmez ama, medya konusunda bir uçta “yenisi fasa fiso” diyenler varsa; diğer uçta “eskisi öldü bitti” diyenler var. “İki uç” tartıştıkça da, kafalar daha bir karışıyor; uçlarda “saflar sıklaşıyor”, ama orta yerde geniş yığınlar yaşayarak öğrenmeyi sürdürüyor.
“Eski” ve “yeni” denilen kitle iletişim araçlarının bir arada yaşadığı kesin; ancak “çatıştığı” fikri meselenin bütününü görmekten uzak. Devrimin tarafındaysanız; “eski” ve “yeni” denilenlerin bir arada “yepyeni” olanaklar yaratabileceğini görmek zor değil. Örneğin “eski” sayılan bir sınıf gazetesinin web sitesi; daha dinamik bir çizgiye oturduğunda, sosyal medyadaki kurumsal hesapları işler hale geldiğinde güçlendiren, geliştiren bir rol oynayabilir. Benzer biçimde, sosyal medyanın geniş haber ağı; fotoğraf, haber, video ulaştırma olanakları bir günlük gazeteyi bambaşka bir gelişkinliğe taşıyabilir. Taşıyor da; Hayat Televizyonu’nun direniş yayını; büyük ölçüde twitter’dan, youtube’dan beslendi; aynı zamanda twitter’ı, youtube’u besledi… Yıllardır söylenegelen “işçi muhabirliği”, pek ala sosyal medya üzerinden daha geniş örgütlenme olanakları bulabilir. Gezi direnişinde buldu da… Akıllı telefonlarla çatışan sokağın ortasından canlı aktarılan görüntüler; örneğin bir fabrika direnişinin içinden nasıl görsel bir gerçeklik aktarabileceğimizi gösterdi. Örnek çok, kullandıkça öğrenen insanlar da her geçen gün artıyor… Biz, egemen medyanın, burjuva medyanın “iç tartışmaları”yla aynı eksenden yürümek zorunda değiliz. O cenahta yaşanan çatışma, bizim için “yeni bir birleşme” ve “birbirini güçlendirme” işareti olabilir. Yeter ki; iletişim ile mücadele arasındaki bağ; doğru biçimde kurulabilsin.
Kitle iletişim biliminin “uzmanlar”ı, pek çok yönüyle bu meseleyi akademik açıdan tartışadursunlar, biz de izleyelim; düşünelim… Asıl mesele “sokağın, fabrikanın, hayatın meseleyi” nasıl çözdüğünde… Halkın mücadelesinin neresinde, ne kadar yer tutacağı ve bu mücadelenin içinde nasıl biçim alacağı, mücadeleye nasıl biçim vereceği… Son birkaç aydır yaşananlar; “hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı”nın kanıtı… Ama öte yandan da; akademik tartışmaların da, eskisi gibi süremeyeceğinin epeyce emaresini içeriyor.

İNTERNET ÖZGÜR MÜ?
Elbette, her konuda olduğu gibi, sosyal medya ve internet konusunda da ana sorunlardan biri mülkiyet. İnternet kimin? Twitter’ın, facebook’un sahipleri kim? Hadi siteler ve ağların sahiplerini ve bunu ticari olarak yaptıklarını biliyoruz; peki internetin omurgası kimin? Suyun başını kim tutuyor? Gezi Direnişi’nin başında egemen medyanın  “fişini çekenler” ile Tahrir Direnişi’nde sosyal medyanın fişini çekenler; aynı mülk sahibi mi? Uzun sözün özü; internet ne kadar demokratik olabilir, bu mülkiyet denklemi içinde…
“Dünyanın sahibi kim?” sorusuna paralel bir yanıtı var “İnternetin sahibi kim” sorusunun… Amerikan devleti ve sermayesinden başlayarak; aşağı doğru “küçük dilimleri” yerel iktidarlar ve burjuvalarla paylaşılan bir sistem internet. Ve haliyle “sosyal medya” da diyeceğimiz ağlar da aynı denklemin içinde var olabiliyor, yine sermayeye bağlı olarak. Çin kendi “internet evreni”ni yaratmaya çalışarak, hem ticareten, hem siyaseten “risk”i ortadan kaldırmaya çalışıyor. İran yurttaşlarının bağını keserek, sorun çözüyor! Açıktan olmasa da, paranın ve iktidarın gücüyle internet üzerindeki yasakların dünyanın her yerinde şu ya da bu biçimde varlığını sürdürdüğünü söylemek yanlış olmaz. Şu an hiçbir “sorun” gözükmese bile; böyle bir “güç” olması bile başlı başına interneti antidemokratik kılıyor… İnternetin demokratikleştirilmesi talebini son dönemlerde daha sık duymamızın nedeni de bu.
Çünkü; bütün sorunlu alanlarına rağmen; internet dizginlenmesi zor bir alan. Tarihin bir döneminde “hızlı koşan haberciler”i öldürerek, telgraf tellerini yok ederek, telefonları devredışı bırakarak, matbaaları basarak yakarak yok etmeye çalışan “iktidar” zihniyeti, bugün “erişim engellenmiştir”e çaresizce sarılmakta… Fakat, çoğu kez çaresiz kalmakta.

SINIF ÇATIŞMASININ İÇİNDE
Tüm bu gelişmeler, interneti ve sosyal medyayı kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesinin bir parçası yapıyor. Bu nedenle, tartışmayı “işçi sınıfı devrimcileri sosyal medya kullanır mı?” gibi yanıtı çoktan verilmiş sorularla sürdürmenin manası yok. Yanıtı sadece “internetin sağladığı olanakların kullanılması” ile sınırlamak da yetersiz.
Önümüzde kitle haberleşmesinden bankacılığa, askeri teknolojiden günlük hayata her alanda etkili bir “iletişim ağı” var… Dünyayı saran böyle bir “ağ” her haliyle; sınıf mücadelesi gündemiyle birlikte tartışılır, tartışılmalıdır. İnsanlığın yarattığı bu önemli teknolojik değerin; “sahibi” görünen burjuvalara ya da emperyalist devletlere “terk” etmenin manası yok. İyi olan her şey gibi, insanlığa aittir internet… Sosyal medya da öyle…
Milyarlarca insanın kişisel verilerini yedekleyen bu sistemlerin; öncelikle bu insanların haklarını koruyacak şekilde düzenlenmesi de önemli bir talep… Trakya’nın bir bölgesindeki fabrika patronu, alacağı işçinin “facebook” hesabını inceliyorsa; twitter’da paylaşılan bir twit işten atılma nedeni oluyorsa; zaten başka türlü konuşamayız bu meseleyi…
Hayat, bazı tartışmaları bizden önce tüketiyor ve bize yeni durumları öngörüp, ideolojik bir yaklaşım geliştirmek kalıyor. İnternet, karmaşık yapısı, çok merkezli hali ve “insan”a duyduğu ihtiyaçla; “kullanılma”ya fazlasıyla müsait bir alan…
Ve bugün çok daha ileriden ciddi tartışmalar yürütmek varken; “sosyal medyanın önemi”; “yeni gazeteciliğin öbürünü öldürüp öldürmeyeceği” türünden kısır tartışmalara boğulma hali bir “sendrom” olarak sürüyor.

HAYAT NEYSE…
Sosyal medyayı bir kurtarıcı olarak görmek elbette imkansız. Ne geçmiş dertlerimizi çözecek; ne bizi özgür kılacak. İnternet ile sınırlı düşünmeyip; teknolojik ilerlemenin toplamını düşünürsek; bugünlerdeki popüler tartışmayla belediye otobüslerini “kaydetmeyi” planlar hale geldi. Bir yandan iletişim olanakları bize “özgür” hissettirirken; her yanımızı kuşatmış bir “korku” toplumunun içinde yaşıyoruz.
Twitter bize istediğimizi yazma özgürlüğü veriyor gibi görünse de; tüm fikir ve bilgilerimizin “kaydedildiği” ve gerektiğinde paylaşılabildiği bir “fişleme” mekanizması… Karşıtlar bir arada yaşıyor; bir arada gelişiyor. Bu yüzden, ister internet konuşalım, ister sosyal medya, ister “yeni habercilik”; iyi ve kötü bir arada… Bir yanı halkın aleyhine gelişen uygulamalar; diğer yanı halkın mücadelesinin kullanabileceği yeni olanaklar… Kısaca, hayatın içinde ne varsa, internette de o var; ne bir eksik ne bir fazla. Kimin galip geleceğine, kimin baskın çıkacağına da, “dışarda”ki mücadelenin akışı karar veriyor. Teknolojiyi mücadelenin ihtiyaçları için kullanabilmenin bilinen tek yolu; “hayatın her alanında olabilme” becerisini, sosyal medyada ve internetin tüm alanlarında becerebilmek.
Elbette, her siyasi hareketin olduğu gibi, sınıf hareketinin de öncelikleri, planları vardır; olmalıdır. Sosyal medyayı; bu planlar ve hedefler ekseninde kullanabilme beceresi de, öncelikle “kullanma”yı gerektirir. “Manasız buluyorum”, “Ne var ki, şöyle böyle twit atıyorlar” türü dışarıdan laf kalabalıklarının faydası olmadığı açık. Bugün niyeti daha fazla kâr ve burjuva iktidarını güçlendirmek olsa da; teknoloji ilerledikçe insan da değişiyor, gelişiyor. Kendini yeniliyor. Bu değişim ve gelişimin “ileri”ye mi olacağını ise, yine mücadelenin kendisi ve örgütlenme düzeyi belirleyecek.
Bugün; aşağılama için kullanılan “internet devrimciliği” kavramını da; övgü amaçlı geliştirilen “dijital aktivizm” kavramını da; bir kenara koyma vakti. Evet, kesinlikle “devrim örgütlü kitlelerin eseri”… Ancak, bu örgütlü kitlelerin elinde ne kadar “olanak” olursa, ne kadar “iletişim becerisi” kazanırlarsa eserleri o kadar hızlı ve güzel olacak.

YENİ KUŞAK; YENİ DİL, YENİ ÖRGÜT
Evet, Gezi Direnişi’ne katılanlara “nereden duydunuz?” sorusuna bugün yüzde 90 oranında “internet, sosyal medya” yanıtı veriliyorsa; oturup düşünme vakti. İnternet bütün sorunlarımızı çözmez elbette; ama sorunlarımızı çözmek, mücadelemizi geliştirmek adına önümüze yeni hedefler koyabilir. İşimizi kolaylaştırabilir. Bugüne kadar yaşanmış örneklerden de öğrenerek; ama “yeni, yepyeni biçimler” yaratmak da elimizde… Diğer örneklerden farklı olarak, bir programımız, öncelikli hedeflerimiz ve örgütümüz var.
Berkeley Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cihan Tuğal, Evrensel’e verdiği röportajda Gezi için şöyle diyordu: “Bu hareketten yapısal bir önderlik çıkması zor olsa da çıkmalıdır. Eğer çıkaramazsak hareket sönümlenecektir. Çözüm var olan kemikleşmiş yapılara insan kazanmaktan da geçmiyor. Yeni örgütlülük biçimleri oluşması gerekiyor. Özellikle bu sınıfı, bu kuşağı kendisine bağlayan ve de aynı kesime bu kesim ile sınırlı kalmamamız gerektiğini öğreten yapıların kurulması gerekiyor. Bu çok zor. Bunun reçetesi olmadığı için Amerika’daki ‘işgal et’ hareketi dağıldı, İspanya’daki ‘öfkeliler’ hareketi hiçbir yere gitmiyor, Yunanistan’daki hareket birbirine düşmüş durumda… Çözüm belki de Türkiye’den çıkacak.”
Evet, neden olmasın? Bugüne kadar süren “ileri-geri” tartışmaları sonuca bağlayacak, yeni bir yaklaşım neden bizden çıkmasın… Ne sırtımızda “kâr küfesi” var, ne de klavye başından kalkmayanlardanız… Ayak sürümek geriletir; yenilenmekse güzeldir.

’60’lı yıllarda işçi sınıfı mücadelesi ve DİSK’in kuruluş süreci

Türkiye tarihinde, 1960 sonrası dönem, gerek siyasal tarih ve gerekse sendikal-siyasal mücadeleler açısından önemli mücadelelerin yaşandığı bir dönem olarak bilinir. Bu dönemden önce sürekli baskı altında tutulan, en temel işlevlerini bile yerine getiremeyen, fiilen dernek muamelesi gören sendikalar ve işçi hareketi için 1960’lı yılların önemli büyüktür. Bu yıllar, sadece işçi-sendika hareketini ve sendikaların mücadelesini güçlendirmekle kalmamış, öğretmenlerin, köylülerin ve öğrenci gençlik kesimlerinin örgütlenmesinde ve mücadelesinde de belirgin bir sıçramanın yaşandığı bir dönem olmuştur.
1960 sonrasında Türkiye kapitalizmi yeni bir gelişme dönemine girmiştir. Aynı yıllar, dünya çapında işçi hareketlerinin ve sınıf mücadelesinin belirgin bir şekilde yükseldiği, demokratik ülkelerde işçi sınıfının demokratik örgütlenme gücünün arttığı, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin başarı kazandığı yıllar olarak bilinmektedir.
Türkiye’de 1960 sonrası yaşanan gelişmeler, büyük ölçüde sanayileşmenin ve onun ekonomik-sosyal etkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Büyük kentlere doğru başlayan yoğun göç, insanların yaşam standartlarında meydana gelen değişiklikler, siyasal alanda yaşanan hızlı değişimler, artık kapitalizmin gerek ekonomik ve gerekse toplumsal anlamda Türkiye topraklarında kök salmaya başladığının birer göstergesi olmuştur.
1961 Anayasası ile işçi ya da memur ayrımı yapmaksızın tüm emekçilerin grev ve toplu sözleşme hakkı öngörülmüş, ancak bu hakların sınırlanarak da olsa yasalaşması için iki yıl geçmesi gerekmiştir. Grev ve toplusözleşme hakkının kullanımını düzenleyen 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu, işçilerin tepkileri ve mücadelesi ile ancak 24 Temmuz 1963 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 275 sayılı yasada grevlerin yapılması belli şartlara bağlanmış, genel grev hakkı tanınmamış ve işçi sınıfının grevi siyasal amaçlarla kullanması, 1961 Anayasası tarafından yasaklanmıştır.
İşçi eylemlerindeki artış ve yoğunlaşma, 274 ve 275 sayılı yasalardan önce başlamış, düzenlenen eylemlerle işçi hakları konusunda yasal düzenlemelerin yapılmasının talep edilmesinin yanı sıra, işten atmalar ve düşük ücretler nedeniyle işçilerin protesto eylemleri gerçekleşmiştir.  Özellikle İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin yoğun çabasıyla 31 Aralık 1961 tarihinde gerçekleşen Saraçhane Mitingi tarihsel bir önem taşımaktadır. Sendikalaşma ve grev haklarının yasalaşması talebini ortaya koymak için 200 bine yakın işçinin katılımıyla düzenlenen bu miting, 1960’lı yıllarda yükselen sınıf hareketinin fitilini ateşlemiştir.
Ağustos 1963 ile Aralık 1964 tarihleri arasındaki 17 ay içinde Türkiye’de 75 grev gerçekleşmiş, bu grevlerde toplam 195.106 işgünü kaybedilmiştir. Aynı süre içinde 2.924 işyerinde 391.838 işçiyi kapsayan 824 toplu iş sözleşmesi imzalanmıştır .

1960’LARDA İŞÇİ SINIFININ DURUMU
1960’lı yılların başında Türkiye nüfusunun yüzde 65’i tarımla uğraşmasına karşın, özellikle İstanbul, Kocaeli, Adana, İzmir gibi şehirlerde imalat sanayinin gelişmesi hızlanmıştır. Bu dönemde Türkiye ağırlıklı olarak bir tarım ülkesi olmakla birlikte, kapitalist üretim ilişkileri hızla bir gelişme ve hakim üretim biçimi haline gelme yoluna girmiştir. “1960’lı yıllarda kapitalist üretim biçimi hakim olmakla beraber, yarı-feodal tarımsal üretim ve basit meta üretimi de devam etmektedir.”
1960’larda işçi sınıfı sayısal olarak yoğunlaşırken, aynı zamanda içinde bulunduğu sömürü koşulları da belirgin bir şekilde ağırlaşmıştır. Bu durum, bu dönemde işçi eylemlerinin ve sendikaların gücünün artmasının en önemli nedenlerinden birisi olarak dikkat çekmiştir.
Türkiye’de sanayinin hızla gelişmesine paralel olarak, işçi sayısı da belirgin bir şekilde artmıştır. Resmi kayıtlara göre, Türkiye’de, 1960 yılında 2 milyon 437 bin işçi çalışıyorken, 1970 yılında bu sayı 3 milyon 145’e kadar yükselmiştir. Bu dönemde tespit edilen sendika sayısı 737 iken, bu sendikaların 302’si ulusal çapta faaliyet gösteren sendikalardır. Bu dönem yerel sendikaların sayısının ise 435 olduğu belirtilmektedir. Aynı dönemde, sendikalaşma oranlarında da ciddi artışların olduğu görülmektedir. Ancak 1963’te çıkarılan 274 Sayılı Sendikalar Kanunu birden fazla sendikaya üye olabilme hakkı tanıması nedeniyle bu dönem içindeki sendikalı işçi sayısı fazla göründüğünden, bu konuda net ve güvenilir bilgilere ulaşmak son derece zordur. O dönem, bir işçi hem Türk İş’e, hem de DİSK’e bağlı bir sendikaya üye olabilme hakkına sahiptir. İşçilerin önemli bir bölümü bu yolu kullanarak her iki konfederasyona bağlı sendikalara üye olduklarından, sendikalı işçi sayısı fazla görülmektedir. Ödenen aidatlar açısından bakıldığında ,Türk İş’in 600 bin, DİSK’in 100 bin, çoğunluğunu yerel düzeyde kurulan sendikaların oluşturduğu ve her iki konfederasyona üye olmayan bağımsız sendikaların 400 bin üyesinin olduğu görülmektedir .
1950’li yıllarda sanayinin gelişmesine paralel olarak yerellerde kurulan sendikaların yaratmış olduğu hareketliliğin ardından, 1960’lı yıllardan itibaren işçi eylemlerinde ciddi bir artış görülmüştür. Özellikle 1967’den başlayarak 1970 yılına kadar çeşitli işçi eylemlerinde görülen artış dikkat çekicidir. İşçiler, yaptıkları eylemleri güçlendiren ve sendika yöneticilerinden çok, büyük ölçüde kendi inisiyatiflerine dayanan bir sendikal örgütlülüğün ne kadar önemli olduğunu gördüklerinde, çok daha kararlı bir şekilde hak arama mücadelelerine girmişlerdir.

Grev, İşgal, Pasif Direniş, Miting
ve Yürüyüş Sayıları (1961-1970)

Yıllar    Eylem Sayısı    Yüzdesi
1961    4    0.52
1962    15    1.97
1963    15    3.28
1964    97    12.73
1965    57    7.48
1966    74    9.71
1967    129    16.93
1968    88    11.55
1969    123    16.14
1970    150    16.69
Toplam    762    100

1961-1970 arasında gerçekleşen 762 eylemin 539’u grev, 45’i işyeri işgali, 82’si pasif direnme, 69’u miting ve yürüyüş, diğer 14 ve bilinmeyen 13 şeklinde olmuştur. Bu dönem yapılan işçi eylemlerinin yüzde 43’ü ücret ve sosyal hak yetersizliği gibi nedenlerden çıkmıştır. Bunun yanı sıra bu dönemde işçilerin kimi zaman iş yasasına karşı, kimi zaman işten atılan arkadaşları için dayanışmak amacıyla, kimi zaman da işçileri sarı sendikalara geçirme girişimlerine karşı eylemler yaptığı bilinmektedir .
1961 Anayasası ile grev ve toplu sözleşme gibi en temel haklarını kazanan işçi sınıfı, 1971 yılına kadar yoğun bir eylemlilik hareketi başlatmıştır. Bunun sonucunda bir taraftan işçi sendikalarının üye sayısı ve etkisi hızla artarken, diğer taraftan sendikaların özellikle fabrikalarda işyeri temsilciliklerini ve fiilen kurulan işyeri komitelerini düzenli bir şekilde işletebildiği dönemlerde başta ücretler ve sosyal haklar olmak üzere önemli kazanımlar elde edilmiştir.
Özellikle 1967-1971 yılları arasında topraksız köylülerle, sanayi kesimine bağlı tarımsal ürün yetiştiren küçük ölçekli köylülük bazında da bir huzursuzluk söz konusudur. 1968 yılı sonrası özellikle 1969 yılında çeşitli bölgelerde bu kesimler toprak işgallerine yönelmişlerdir. İşçiler, öğrenciler ve son olarak köylüler fabrikaları, fakülteleri, toprakları işgal ederek, rejim için önemli bir tehdit haline gelmeye başlamıştır.

DİSK’İN KURULUŞ SÜRECİ
Türk İş, 1961 Anayasası’nın grevli toplu sözleşmeli sendika hakkını tanımasından sonra, mevcut hükümetlerle bu hakkın uygulamaya konulması konusunda diyalogu esas alan bir tavır geliştirmiştir. Bu doğrultuda, 1960 yılında Seyfi Demirsoy başkanlığındaki Türk İş yönetimi çeşitli adımlar atmış ve ilk olarak da mevcut sisteme ne kadar yakın olunduğu gösterilmek için 1960’lı yılların başında başta Ankara olmak üzere bazı şehirlerde “Komünizmi Tel’in” mitingleri düzenlemiştir . Bu mitingleri 1964 yılında yapılan Türk İş 5. Genel Kurulu’nda alınan “partiler üstü politika” kararı izlemiştir.
1960’ların ortasından itibaren işyerleri ve tek tek fabrikalar üzerinden işçilerin inisiyatifiyle yükselmeye başlayan talepler ve bu talepler etrafında gerçekleştirilen eylemler, o dönem farklı bir sendikal mücadele yaklaşımını gerektirmiştir. İşçi sınıfının yerel ve ulusal düzeyde ulaştığı örgütlenme ve eylemlilik düzeyi, Türk İş’in uzlaşmacı sendikacılık anlayışının sınırlarını pek çok yönden zorlamış, konfederasyon içinde çeşitli tartışmalara neden olmuş, ancak sonunda hep “diyalogcu” ve “uzlaşmacı” çizgi hakim gelmiştir.
1961 yılında Türk İş içindeki diyalogcu yaklaşımı eleştiren 12 sendikacının öncülüğünde kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve özellikle 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükseliş gösteren işçi örgütlenmeleri ve yapılan eylemler, Türkiye sendikal hareketindeki yeni dönemin ilk somut işaretleri olarak ortaya çıkmıştır. Sonraki süreçte, bütün bu siyasi gelişmelere ve gittikçe radikalleşen işçi eylemlerine duyarsız kalan Türk İş yönetimi ile çoğunluğu yerellerde örgütlü ve işçi hareketinin o dönem en dinamik kesimini oluşturan sendikalardaki mücadeleci eğilim arasındaki açının giderek açıldığı görülmüştür.
Türk İş içinde mevcut yönetimin uzlaşmacı çizgisinden memnun olmayan, temel hakların daha sert mücadelelerle kazanılabileceğine inanan, sendikal-siyasal anlamda daha mücadeleci bir eğilim hep var olmuştur. 1960’ların siyasi ortamı içinde giderek güçlenen bu eğilim, dünyada ve Türkiye’deki siyasi gelişmelerden etkilenmiş ve Türk İş yönetiminin uzlaşmacı çizgisini ve “partiler üstü politika” ilkesini  sürekli eleştirmiştir.
İşçilere grev hakkının tanındığı 1963 yılından sonra, işçi sınıfı eylemlerinin belirgin bir şekilde arttığı görülmüştür. Türk Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile Türk Maden İş sendikası arasında yürütülen toplu sözleşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine Sungurlar Kazan fabrikasında 17 Ağustos 1964 tarihinde grev yapılmış, bu grev karşısında Türk İş yönetimi, sendikadan grevi sona erdirmesini istemiştir. İşçilerin Türk İş’in denetimi dışında greve çıkması karşısındaki tavrı, o dönem mücadeleleri ile öne çıkan bazı sendikaların Türk İş’ten kopuş sürecini olgunlaştırmıştır. Bu koşullar, 1966 Ocak ayında gerçekleşen Paşabahçe Grevi ile doruk noktasına ulaşmış, Paşabahçe grevi sürecinde giderek belirginleşen iki farklı sendikal eğilimin çarpışması en üst düzeyde yaşanmıştır.
Paşabahçe Grevi, Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası’nda 31 Ocak 1966 ile 26 Nisan 1966 tarihleri arasında Kristal İş Sendikası’nın kendisine hükümet tarafından önerilen toplu iş sözleşmesini kabullenmemesi sonucu gerçekleşmiştir. Türk İş başlangıçta desteklediği bu grevi, 20 Mart 1966 tarihinden itibaren işverenin sunduğu sözleşmenin Kristal İş tarafından kabul edilmemesini gerekçe göstererek, desteklememe kararı almıştır .
Türk İş yönetimine rağmen grevin bazı sendikalar tarafından desteklenmesi ve bundan sonraki grevlerde, Türk İş’ten ayrı olarak, Sendikalar Arası Dayanışma Komitesinin kurulması, Türk İş’ten kopuşa son noktayı koymuş ve 13 Şubat 1967 tarihinde “Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu” (DİSK) kurulmuştur.
Yeni kurulan örgütün adının “Devrimci İşçi sendikaları Konfederasyonu” olarak belirlendiği dönemde, Türkiye siyasal yaşamında “devrimci” kavramı, “Atatürk devrimleri” anlayışı ile bağlantılı ele alınmaktaydı ve DİSK kurulurken de aynı esinle kabul edilmiştir. Kuruluş yıllarında DİSK’in “devrim” anlayışı, 1961 Anayasası’nın tam olarak uygulanmasıyla sınırlıdır. Bu anlayış, DİSK’in kuruluş belgelerinde de açıkça ifade edilmiştir. Bu kavram, 1970’lerin ikinci yarısında alacağı anlamdan tümüyle farklı bir anlamda kullanılmıştır .
DİSK’in 1967-1971 dönemi boyunca temel talebi 1961 Anayasa’nın uygulanması olmuştur. DİSK, tüm “devrimci” söylemine rağmen TİP’in parlamento odaklı çizgisiyle uyumlu bir politika izlemiştir. DİSK’in bu çizgisi, işçi sınıfı hareketine yaklaşımını belirlediği gibi, devlet tarafından önemli bir tehdit olarak algılanmasının da önüne geçmiştir. Nitekim 12 Mart darbesi döneminde, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) faaliyetleri sıkıyönetim tarafından durdurulurken, DİSK’e dokunulmamış olması, DİSK’in “devrimcilik” konusunda sınırları fazla zorlamadığının bir göstergesidir.
DİSK’in kurulması, Türk İş’in ve bağlı sendikaların patronlarla ilişkilerini geliştirmiştir. DİSK’e bağlı sendikaların bir işyerinde örgütlenmeye başlaması durumunda birçok işveren Türk İş’e bağlı bir sendikayla bağlantı kurarak, onları işyerinde örgütlenmeye davet etmiştir. DİSK’in kamuoyunda yarattığı izlenim sonucunda, DİSK’in örgütlenme çalışmaları, Türk İş’e bağlı sendikaların üye sayısının fazla bir çaba gerekmeksizin artmasına yol açmıştır. “İthal ikameci” sanayileşme modeli, sürekli ekonomik büyüme ve devamlı genişleyen iç pazar koşullarında, DİSK’in varlığı ve çabaları, tersinden, patronların desteği dolayımıyla, Türk İş’i güçlendirmiştir. Bunlara ve benzeri etmenlere bağlı olarak, 1967-1971 döneminin, DİSK’in örgütlenmesi ve mücadelesi açısından başarısız geçtiği bile iddia edilmektedir .
1967, sınıf hareketinin ileri atılımı için kimi olumlu etkenlerin bir araya geldiği bir yıl olmuştur. Her şeyden önce emekçi sınıfların mücadelesi ve öğrenci gençlik hareketi belirli bir yükseliş dönemi yaşamaktadır. Türk İş’in partiler üstü politikası ve sınıf işbirlikçi çizgisine kısmen ve çoğunlukla görünüşte de olsa karşı çıkan DİSK, o dönemde işçi sınıfı için yeni bir mücadele alternatifi olarak görülmeye başlanmıştır .

İŞÇİ EYLEMLERİNİN KARAKTERİ
İşçi eylemleri denildiği zaman, akla, öncelikle örgütlü işçilerin yaptıkları eylemler ya da sendikalaşmak için yapılan eylemler gelir. Oysa işçi hareketi, ne sadece sendikaların, sendikalaşmak isteyen işçilerin yaptıkları eylemlerden ibarettir, ne de şu ya da bu düzeyde gerçekleşen sendika eylemleri tek başına işçi eylemlerinin tamamını oluşturmaktadır. İşçilerin fabrikasında, mahallesinde, evinde, kısacası tüm ekonomik-sosyal-kültürel yaşamında ortaya çıkan ilişkilerden etkilenen bir olgu olarak görülmesi gereken işçi eylemlerinin, 1960’lı yıllarda, özellikle işyeri merkezli ve işçilerin inisiyatifine dayanan eylemler (özellikle grevler, fabrika işgalleri, kısa süreli iş durdurmalar, yürüyüşler vb.) şeklinde hayata geçirildiği görülmüştür.
Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketinin geleneğinde işyeri işgali, 1968 yılına kadar önemli bir yer tutmamıştır. İlk önemli işgal, üniversitelerdeki boykot ve işgal olaylarından kısa bir süre sonra başlayan Derby işgalidir. 4 Temmuz 1968 günü, İstanbul Bakırköy’deki Derby Lastik Fabrikası’nda çalışan 1600 işçi, işyerinde Kauçuk İş Sendikası’nın kendilerinin dışında toplu iş sözleşmesi imzalamasını önlemek ve DİSK’e bağlı Lastik İş Sendikası aracılığıyla çeşitli haklar elde etmek amacıyla, işyerini işgal etmiştir.
İşyeri işgal eylemleri, kısaca, üretimin yapıldığı alan ve araçlara, orada çalışan işçiler tarafından el konulması şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu tür eylemlere; genellikle ücret artışı ve çalışma koşullarının düzeltilmesi gibi talepler dile getirilmesi, toplu sözleşme sürecine işçilerin lehine müdahale edilmesi, fabrikanın kapatılmasını ya da özelleştirilmesini engellemek, grevci işçilerin işten atılmasını önlemek, işvereni ya da devleti protesto etmek veya çalışma yaşamına yönelik politikalara tepki vermek gibi amaçlarla, grev gibi mücadele araçlarının yetersiz kaldığı noktada başvurulduğu görülmüştür.
Bu dönemde işçiler tarafından yapılan işçi eylemlerinin başarılı olmasının en belirgin nedeni, güçlü bir işyeri örgütlülüğü oluşturulabilmiş olmasıdır. Örgütsüz işyerlerinde oluşturulan fiili komiteler, örgütlü işyerlerinde işyeri temsilciliklerinin aktif olarak çalıştırılması, işçi eylemlerinin daha örgütlü ve daha sonuç alıcı bir içerikte hayata geçirilmesini sağlamıştır. 1967-1971 yılları arasında gerçekleşen işçi eylemlerinin büyük bölümünde, DİSK’in kurumsal ya da örgütsel etkisinden çok, tek tek fabrikalarda kurulan işçi komitelerinin etkili olduğunu özellikle belirtmek gerekir. İşçi komiteleri, işçilerin temsilcilerini doğrudan seçtikleri, aşağıdan yukarıya yapılandırılmış fiili işyeri örgütlenmeler olarak ortaya çıkmış ve yapılan eylemler başından sonuna bu komiteler aracılığıyla ve onların denetiminde hayata geçirilmiştir.
Genel olarak işyerinde yaşanan sorunlara yönelik ortak hareket biçimleri geliştirebilmek ve toplu bir şekilde çözümler bulabilmek amacıyla kurulan komiteler, çoğunlukla sendikaların bürokratikleşmesinin ve tabandan uzaklaşmasının yarattığı sorunlara karşı aşağıdan getirilen bir çözüm olmuştur. Dolayısıyla bu dönemde yapılan eylemlerin büyük bölümü, (Maden İş ve Lastik İş’i kısmen dışında tutarsak) DİSK’in işyerlerini merkez alan sendikal politikalarının bir sonucu olarak değil, DİSK üyesi olan ya da olmayan işçilerin, kendi aralarında oluşturdukları fiili örgütlülük ve işçilerin birliğini sağlam temeller üzerinde kurmuş olmasıyla gerçekleşmiş ve başarıya ulaşmıştır. Bu durum, doğal olarak, bu dönemde DİSK yönetiminin kişisel çabalarının çok ötesinde, DİSK’in örgütlülüğünü de güçlendiren bir rol oynamıştır.
Doğrudan üretim birimleri olan işyerleri veya fabrikalarda oluşturulan fabrika ya da işçi komiteleri, o dönem, işçi hareketinin en temel dayanak noktasını oluşturan fiili örgütlenme biçimi olmuştur. Bu komitelerin işçilerin taleplerini ve bilinç durumlarını diğer örgütlere göre daha iyi ve doğrudan yansıtması, özellikle sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde, kitle hareketinin mevcut sendikal örgütlenmesinin kapasitesini zorlayan bir rol de oynamıştır.
Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin başarılı olmasında büyük rol oynayan işçi komiteleri, işçilerin günlük ekonomik mücadelesinin, giderek kapitalist sistemin yarattığı sorunlara karşı mücadeleye dönüştürülmesi açısından etkili bir araç işlevi de görmüştür. Ancak bu dönem, koşullar uygun olmasına rağmen, kurulan işyeri komitelerin, ekonomik ve siyasal mücadele ayrımına son verebilme potansiyelinin yeterince kullanılabildiği söylenemez.
İşçi komiteleri, sendikanın tersine, işkolunda değil, işyeri ölçeğinde, yani üretim noktasında örgütlendikleri için, işçilerin mücadelelerinde daha elverişli örgütler haline gelmişlerdir. Öncelikle komitelerin karar alıcı ve yöneticilerinin de bizzat işçilerin kendileri olmaları, ikinci olarak herhangi bir yasal sürece bağlı olarak hareket etmemeleri, bu fiili örgütlere pratikte hızlı karar alma ve uygulama olanağı vermiştir.
1967-1971 arasında belirgin bir şekilde artan işçi eylemleri ve örgütlenme girişimleri, ağırlıklı olarak ekonomik amaçlar taşıyan ve fabrika ölçeğini aşmayan komite türü fiili örgütlenmeler üzerinden yapılmıştır. Söz konusu komitelerin o dönem kalıcı olarak örgütlenmekten çok, yapılacak işçi eylemlerini hazırlamak amacıyla sendika ya da ileri işçiler tarafından örgütlenen sonuç almaya yönelik yapılar oldukları ve genellikle eylemin sona ermesinin ardından varlıklarını sürdürmedikleri görülmüştür.
1967-71 dönemi, Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından önemli bir dönemeç noktasıdır. Bu dönemde politik hayata ağırlığını belirgin bir şekilde koyan işçi hareketi, eylemlerini şiddetlendirip grev ve yürüyüşler yanında sınıf eyleminin en radikal biçimlerinden birisi olan işyeri işgalleri de gerçekleştirmiştir. Çoğu zaman kendiliğinden bir şekilde ortaya çıkan ve gelişen bu eylemler, 15-16 Haziran Direnişi’nin de altyapısını hazırlamıştır.

15-16 HAZİRAN 1970 DİRENİŞİ
Türk İş’in iktidar yanlısı tavrı, mücadeleci işçilerin DİSK’e yönelmesini hızlandırmıştır. Bunun üzerine, Türk İş yönetimi, DİSK’i etkisiz hale getirmek, TİP ve DİSK işbirliğinin yol açtığı gelişmeleri engellemek için, Sendikalar Kanununu değiştirmek amacıyla, iktidarda olan Süleyman Demirel’in Adalet Partisi (AP) ile işbirliği yaparak ortak hareket etmiştir.
Türk İş’in desteğiyle, AP tarafından hazırlanan 1317 sayılı yasanın 9. maddesi bir konfederasyonun Türkiye çapında kurulabilmesi için sendikalı işçilerin 1/3’ünü örgütlemesi şartını getirmiştir. 1970 yılında Türkiye’de 1.313.500 sendikalı işçi vardır. Ülke çapında faaliyet yürüten iki büyük konfederasyondan büyük olan Türk-İş’in üye sayısı 400 bini biraz aşmaktadır. DİSK’in üye sayısı ise 50 bin civarındadır .
Bu kanunla güdülen amacın DİSK’i kapatmak olduğu iktidar sözcüleri tarafından açıkça dile getirilmiştir. Dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, 1970 yılı Mayıs ayı ortalarında yaptığı bir açıklamada, “ideolojik akımların aleti haline gelmiş sendikalar ile tabela sendikaları bu kanun çıkar çıkmaz kendiliğinden infisah edecektir” diyerek  iktidarın asıl amacını net bir şekilde ortaya koymuştur.
Yeni yasaya göre, bu durumda DİSK’in tarihe karışması, Türk İş’in ise, DİSK’in belirtilen sayıya ulaşamaması nedeniyle daha sonra kendisine katılacak DİSK’li işçilerle birlikte yeter sayıyı yakalaması hesaplanmıştır. Böylece, düzen içi, hükümetlerle uzlaşma yolunda “partiler üstü politika” yönelişini sürdüren Türk İş, yeni yasanın 29. maddesinden aldığı yetkiyle kendine bağlı sendikaları daha rahat denetleme imkanı bulmuştur. Sendikadan ayrılmaya noter şartının getirilmesi de, yeni düzenleme gereği, Türk İş’ten kopma ihtimali bulunan işçilere bürokratik bir zorluk çıkarmak ve onları kayıt altına almak için yapılmıştır.
15-16 Haziran 1970 yılında, Ankara, İstanbul ve Kocaeli merkezli olarak yapılan kitlesel yürüyüş ve eylemler, Türkiye’de gerek sendikal mücadele, gerekse işçi sınıfının mücadele tarihi açısından en üst nokta olarak ifade edilmektedir. Eylemler sadece DİSK üyesi işçilerle sınırlı kalmamış, çoğunluğu Türk İş üyelerinin bulunduğu çok sayıda fabrikadan işçiler 15-16 Haziran’da alanlara çıkmıştır.
15-16 Haziran eylemlerine katılan işçi sayısının fazlalığı, başka sendikalardan ve sendikasız işçilerden katılımların yoğun olmasıve  o dönemdeki eylemlerin yaygınlaşmasında, sendikaların gücünü işyerlerinden almasının önemi tartışmasız derecede büyük olmuştur. 15 Haziran günü, 115 işyeri ve binlerce işçiyle başlayan, 16 Haziran günü 168 fabrika ve 150 bini aşkın işçiyle devam eden 15-16 Haziran direnişi, etkisini en çok, Türkiye işçi sınıfının kalbi sayılan İstanbul ve İzmit’te göstermiştir. İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’teki fabrikalarda üretim büyük ölçüde durmuştur. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler, mitingler düzenlemiş, kent merkezlerine doğru akmaya başlamışlardır. DİSK yönetiminin böylesi bir karar almamasına rağmen, işçilerin kendi iradeleriyle kitlesel olarak harekete geçmiş olması önemlidir.
DİSK üst yönetiminden hiçbir sendikacının, tamamen işçilerin inisiyatifi ile gerçekleşen büyük işçi direnişine katılmamış olması, 15-16 Haziran Direnişi’nin, DİSK yönetiminin değil, tamamen Türk İş ve DİSK’e bağlı sendikalara üye işçilerin inisiyatifi ve kontrolü altında hayata geçirildiğini göstermektedir. 15-16 Haziran Direnişi sırasında DİSK Genel Başkanı’nın radyodan yaptığı konuşma ile işçileri sakin olmaya ve fabrikalarına geri dönmeye çağırması, DİSK’in sendikal mücadele konusunda 1970’li yıllarda daha net görülecek olan “bürokratik” yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
15-16 Haziran olayları sonrasında 4.318 işçi işten atılmış ve kara listeye alınmıştır. Bu durum, 12 Mart’a karşı işçi sınıfından bir tepkinin gelememesinin önemli nedenlerinden biridir. Ayrıca, 15-16 Haziran 1970 başkaldırısı sonrasında, –12 Mart darbesine giden koşulların ve ardından darbenin de etkisiyle– son üç yılın işçi hareketlerinin merkezi olan Marmara bölgesinde işçi sınıfı neredeyse tümüyle sessizleşmiştir . Yaşanan toplumsal baskının da etkisiyle, 1317 Sayılı Kanun’da yer alan birçok düzenleme, Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiştir.
15-16 Haziran, farklı konfederasyonlara bağlı sendikalarda örgütlü, çeşitli işkollarında çalışan ve farklı illerdeki işçilerin ücret dışı haklar için ortaklaşa ilk eylemi olması açısından, Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketi içinde özel bir yere sahiptir. 15-16 Haziran öncesi yapılan tüm işçi eylemleri, dönemin koşullarının da doğal bir sonucu olarak, sadece tek tek işyerleriyle sınırlı olarak gelişirken, 15-16 Haziran işçi direnişi ile birlikte farklı illerden ve farklı işkollarından geniş bir işçi kitlesinin, işyeri sorunlarını aşan, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda ilerlediği ortak bir eylem gerçekleştirmiş olması, günümüz açısından da önemli dersler içermektedir.
15-16 Haziran Direnişi, Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en büyük kitlesel direniştir. 15-16 Haziran’ın bir önemli özelliği de, işçilerin kişisel, grupsal ve lokal çıkarları için değil, örgütlendikleri sendika ve konfederasyonu korumak için eylem yapmasıdır. Daha önce yaşanan işçi eylemlerinin, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hak taleplerine yönelik olarak yapıldığı bilinmektedir.

SONSÖZ
1960-1970 yılları arası, işçi sınıfının gerek sayısal olarak gerekse işçi-sendika hareketi, örgütlenme ve mücadele geleneği yaratma bakımından Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin en önemli dönemi olarak bilinmektedir. Ancak aynı dönem, gerek sivil ve gerekse resmi açılardan geliştirilen baskı ve sindirme eylemlerinin de en yüksek boyutlarına ulaştığı yıllar olmuştur. Dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini kapsayan kesin ayrışmalar üzerinden artarak süren sınıf mücadelesi ilerleyen yıllarda daha da şiddetlenmiştir.
1960’lı yılları, özellikle ikinci yarısını, önemli kılan en önemli özellik, farklı biçimlerde ortaya çıkan işçi eylemlerinin, büyük ölçüde işçilerin kendi aralarında oluşturdukları fiili örgütlenmeler üzerinden gerçekleştirilmesi, sendikal örgütlenmelerin de bu örgütlülüklere dayanmasıdır. İşçilerin yapılan eylem, grev ya da işyeri işgallerinde başından sonuna inisiyatif ve denetimin imkanı olması, eylemlerin başarılı ve sonuç alıcı olmasının en önemli nedenidir.
1960’lı yıllarda gerçekleştirilen işçi eylemlerinin ve direnişlerinin temel özelliği, 15-16 Haziran Direnişi’ni dışında tutarsak, büyük ölçüde ekonomik temelde gelişmiş hareketler olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, işyerlerinde oluşturulan komiteler varlıklarını uzun süre sürdürememiş ve işçi sınıfının siyasallaşması noktasındaki etkileri son derece sınırlı olmuştur.
1960’lı yıllarda gerçekleşen işçi eylemleri ve işyeri temelli örgütlenme ve mücadele deneyimlerinin sonuçları, işçi sınıfı hareketinin gerçek anlamda başarıya ulaşabilmesi için örgütlü siyasal mücadele içine neden girmesi gerektiğini açık bir şekilde göstermiştir. İşçi sınıfı mücadelesinin, hedefleri ve örgütleri ile ekonomik düzeyi aşarak siyasal mücadele aşamasına ulaşmadıkça, yapılan güçlü ve etkili sendikal eylemlerin, kazanılan hakların hepsinin geçici olmasının kaçınılmaz olduğu, geçmişten günümüze kadar yaşanan sendikal mücadele pratiği ile daha belirgin bir şekilde görülmüştür.

Ev içi emek

Kadının özel bir emek örgütlenmesi ve bunun denetlenmesi biçimi olarak ev içi emeği, toplumun artık sınıflara bölündüğü tarihsel sürece tekabül eden tek eşli aile birimi temelinde örgütlenmesi ile başlar. Diğer bir deyişle, kadının ev içi emeği “ev” ve onun ilkel örgütlenmesi kadar eskidir. Ne var ki bu özel emek örgütlenmesi biçiminin yaşamsal maddelerin üretimi sürecinden ayrışması, kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiştir. Yani Marx’ın kooperasyon diye andığı, işçilerin bir ve aynı çatı altında aynı patron için aynı metayı ürettiği basit kapitalist üretim modelini önceleyen, ailenin temel üretim birimi olduğu üretim biçimlerinde kadının ev içi emeği ile tarıma dayalı yaşamsal madde üretimi arasında dolaysız bir ilişki varken, bu ilişki, kapitalizmin doğuşu ile birlikte emeğin örgütlenmesi bakımından ayrışmış ve dolaylı bir hale gelmiştir. Bu durum, elbette toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümünün kapitalizmle birlikte doğduğu anlamına gelmez. Kapitalizm öncesinde de –yukarıda belirttiğimiz gibi evin özel örgütlenmesinin ortaya çıkmasından itibaren– “kadın işi” ve “erkek işi” ayrımı vardır. Kapitalizmle birlikte gelen yenilik, “kadın işinin” meta üretimi ile bağının koparılması, kadının ev içi emeğinin üretim ilişkilerine olan ilişkisinin “dolayımlı” hale getirilmesidir.
Marksizm ile birçok feminist yaklaşım arasında kadının ev içi emeği üzerine yürütülen tartışmaların kilit noktası, bu ilişkinin karakterize edilmesinde, yani dolayımlı ya da dolayımsız olup olmamasındadır. Daha yalın bir ifade ile, kadının ev içi emeğinin değer üretip üretmediğidir. Bu sorunun cevabı, kadının ev içi emeğinin ücretlendirilmesi ya da ücretlendirilmemesi gerektiğinin de yanıtına ışık tutacak niteliktedir. Bu yazının ilk bölümünde, ev içi emeğin Marksist açıdan nasıl kavramsallaştırıldığı ve kavramsallaştırılabileceğini tartışarak, bu soruları yanıtlamaya; ikinci bölümde ise, kapitalist üretim biçiminde tarihsel olarak kadının ev içi emeğinin yeri ve önemi, daha da özel olarak neoliberalizmle birlikte bu konumun edindiği karakteri ortaya koymaya çalışacağız.

EV İÇİ EMEĞİN KAVRAMSALLAŞTIRILMASI
Ücret, Emek ve Ücretli/Ücretsiz Emek
Kavramlar tarihsel süreçte maddi koşulların dayattığı şekilde ve ölçüde ortaya çıkarlar. Bu önermeyi ev içi emek için somutlayacak olursak, kadın kapitalizm öncesinde de bulaşık yıkaması karşılığında para almıyorken, bu emeğine ücretsiz emek denmez. Diğer bir deyişle, ev içi emek, ancak “ücret” kavramı ortaya çıktıktan sonra ve bundan itibaren “ücretsiz emek” olarak kavramsallaştırılabilir. Yani kadının kapitalizm öncesi ev içi emeği, kapitalizmle birlikte ücretsiz emek karakteri taşımaya başlamıştır. Genel olarak, “ev içi emek ücretsiz emektir” demek ise, elbette malumun ilanının ötesinde bir şey ifade etmeyecektir. Fakat neden ücretsiz emek olduğu sorusunun cevabı, değer üretip üretmediğinin somutlanması bakımından önemlidir. Bu da, ücret ve emek kavramları arasındaki ilişkinin açılması ihtiyacını doğurmaktadır.
Kabaca, emeği üretken insan faaliyeti, ücreti de emeğin fiyatı olarak tanımlayıp bu kavramları açmaya başlayalım. Bu durumda, ücret, belirli bir nicelikteki üretken insan faaliyeti için ödenen belirli bir nicelikteki para olarak karşımıza çıkar (ör; x birim emek = y birim para). Bu iki niceliğin doğrudan eşitlenebilmesi mümkün değildir; 5 “birim” üretken insan faaliyeti, diye bir şey olamayacağı gibi. Dolayısıyla (1) bu üretken insan faaliyetini nicel olarak ifade etmek için bir ölçüm birimine, (2) bu eşitliğin iki yanındaki (emek ve para) nicelikler arasındaki ilişkiyi kurabilmek için üçüncü bir biçime ihtiyacımız var. İkincisi için, açık bir şekilde görülebileceği gibi, emek ve para arasındaki dolayım, belirli bir türdeki ve belirli bir amaç için sarf edilen üretken insan faaliyetinin ürünüdür. Bu durumda ücret, örneğin, bir terzinin diktiği bir etek için aldığı 10 lira olarak görünür. Fakat, bir terzinin diktiği etek ile 20 liraya sattığı bir elbise ya da pantolon arasındaki fark nasıl belirlenir? Terzinin etek için harcadığı emek ile elbise için harcadığı emek arasında niteliksel bir fark yoktur. Diğer bir ifade ile, ikisi için de kumaş kesip biçmesi, kesip biçilen parçaları belli bir kalıp üzerinden dikerek birleştirmesi aynı türden emeklerdir. Fakat, ikisi için harcadığı emek miktarı, dolayısıyla harcadığı zaman değişkendir. Böylece eşitliğin (1) tarafında ihtiyacımız olan birim zaman olarak ortaya çıkar.
Ancak, kurduğumuz bu eşitlikte şimdiye kadar totolojik bir ifadeden öteye gidememiş oluruz. Çünkü, bir etek dikmek için harcanan zamanı 3 saat olarak belirlersek, eşitlik “3 emek-saati (emek) = 3 saatlik emeğin değeri (para)” olur. Yani terzinin emeğinin fiyatı ürününün fiyatına eşit olur. Dolayısıyla bu eşitlik, kapitalist üretim ilişkilerindeki emek ve ücret ilişkisini ifade etmediği gibi, kapitalizmin dayandığı artı-değer üretimini de açıklamaz; terzinin emeği bir “ücretli emek” biçimi değildir. Burada, emeğin bir ürünü olarak etek, yararlı bir nesnedir ve bir kullanım değeri ifade eder. Bu kullanım değeri ise, terzinin emeğinin kullanım değerinin nesneleşmiş biçiminde temsilinden, söz konusu eşitlik ise, takas ilişkisinden başka bir şey ifade etmez. Terzi, bu eteği örneğin 1 kilo pirinç ile de değiştirebilirdi.
Şimdi de, belirli bir nitelikteki bir emek sürecinin ürünü olarak eteğin meta biçimini aldığı durumlara ve eteği üreten emeğin karakterine bakalım. İnsan ihtiyacını karşılayan bir nesne olarak etek bir kullanım değerine sahiptir, demiştik. Bu kullanım değeri, her ne kadar terzinin emeğinin kullanım değerinin nesneleşmiş hali olsa da, terzinin harcadığı emek miktarından bağımsızdır. Yani terzi bu eteği 3 saatte de 6 saatte de dikmiş olsa, eteği giymek için satın alan kişi için etek sadece giyilecek bir nesnedir; 3 saat yerine 6 saatte dikilmiş olması eteğin kullanımı açısından bir değişiklik yaratmaz. Fakat eteğin bir kullanım değeri olması onun piyasada alınıp satılan bir nesne olmasının ilk ve zorunlu koşuludur. Etek bir kez alınıp satılan bir nesne olarak piyasaya girdiğinde, yani bir başka alınıp satılan nesne ile takas edilebilir olduğunda ise –örneğin, “1 etek=1 kilo pirinç”– bir değişim değeri edinir; meta biçimini alır. Bir adet etek ile bir kilo pirincin takas edilebilmesi için ikisinin de eşdeğere sahip olmaları, ikisinde de ortak olan bir özelliğe sahip olmaları gerekir. İkisinin de bir emek ürünü olmasının dışında fiziksel özelliklerinde ya da kullanım değerlerinde böylesi bir eşdeğerliği sağlayacak bir ortak özellik yoktur. Terzinin emeği ile rençperin emeğinin nitelikleri de aynı olmadığına göre, eşitlikte eşitlenen 1 eteği üreten emek ile 1 kilo pirinci üreten emek de değildir. Bu noktada Marx Kapital’de, ikisinde de ortak olan ve bu takas içerisinde ikisini de bir değişim değeri kılan şeyin kullanım değerinden soyutlanmış insan emeği, yani belirli bir zaman dilimi içerisinde (emek-zaman) herhangi bir kullanım değeri üretirken harcanan zihinsel ve fiziksel insan kapasitesi olarak tanımladığı “emek-gücü” olduğunu ifade eder.
Sonuç olarak, bir metanın değerinin özünde, onun üretimi için toplumsal olarak gerekli olan zaman diliminde harcanan emek-gücünün miktarı bulunmaktadır. Yaşamını devam ettirmek için bu emek kapasitesini hem başka bir meta olan hem de metaların alım-satım aracı işlevini gören para karşılığında takas etmek zorunda olan kişi için, artık kendi emek gücü de alınıp satılan bir nesne gibidir, yani metadır. Kısacası, ücret, somut emeğin değeri ya da fiyatı değil, belirli bir zaman diliminde satılan/satılacak olan (soyut) emek gücünün fiyatıdır. Ücretli emek ise, işçinin emek gücünü meta olarak patrona sattığı üretim biçimini ifade eder.
Marx’ın yukarıda ücret ve emeğe ilişkin değindiğimiz önermelerini kadının ev içi emeği için ele alacak olursak, varacağımız ilk sonuç, ev içi emeğin bir değişim değeri olmadığıdır. Çünkü bu emek, ne bir metada nesneleşmiş ve metaların piyasada alım satımı dolayısı ile değişim değeri kazanmıştır, ne de bir hizmet emeği türü olarak kadının yaşamını sürdürebilmesi için meta biçiminde bir emek gücü olarak piyasada alınıp satılır bir emektir. Kadının aile birimi içerisinde karşılıksız olarak sunduğu onun emek gücü değil, kullanım değeri olan somut, gerçekleşmiş bir hizmet emeğidir.

Emeğin Üretkenliği, Üretken/Üretken Olmayan Emek
+++Ev içi emeğin neden ücretsiz emek olduğunu açıklarken üretkenliğine dair tartışmaların temelini de atmış olduk. Burada genel olarak emeğin üretkenliğini, yani halihazırda üretken olan emeğin belirli bir zaman diliminde çeşitli faktörlere (teknolojik gelişmişlik, iklim, hammadde rezervi, vs.) bağlı olarak artabilen ya da azabilen meta ya da hizmet üretim kapasitesini tartışmaktan ziyade, emeğin neye göre ve hangi koşullarda üretken bir karakter kazanıp kazanmadığını irdeleyeceğiz. Bu da doğrudan doğruya konu edilen emeğin değer üretip üretmediğiyle ilgilidir.
Marx Grundrisse’de liberalizmin “herhangi bir şey üreten emek üretken emektir” safsatasının anlamsızlığını ve ikiyüzlülüğünü karikatürize ederek açığa çıkarırken, bu safsataya göre dolaylı olarak da olsa ceza hukuku üzerine kitaplar üreten bir hırsızın da üretken bir işçi sayılabileceğini söyler. Buna karşın, Adam Smith’in döngüsel bir mal üretimi sürecinin bir sonraki döngüsüne girdi olarak dahil olmayan, yani ekonomik büyümeden kayıp olarak nitelendirilen meta ve hizmetleri üretken olmayan emek olarak tanımlamasının eleştirel bir analizi hak ettiğini düşünür ve Kapital’de kapitalist üretimin basit bir meta üretimi değil, özü itibariyle artı değer üretimi olduğunu ifade eder.  Buna göre üretken emek kabaca bir başkası için değer üreten, kapitalist için artı değer üreten emektir; bir emek niteliği ya da biçimi olmaktan ziyade özel bir ilişkiyi ifade eder. Her şeyden önce bu tanım gereği, üretken emeğin, meta olarak emek gücünün alım-satım ilişkisi içerisinde ortaya çıkan bir kavram olduğunu söyleyip, zaten bir emek gücü olarak kavramsallaştırılamayan kadının ev içi emeğinin üretken bir emek olmadığını söyleyerek tartışmayı noktalayabiliriz. Fakat hem kapitalizmin geliştiği noktada daha da karmaşıklaşan toplumsal ilişkiler içerisinde ev içi emeğin rolünü kavramak adına hem de ev içi emeğin değer ürettiğini iddia eden bir takım feminist tartışmaların karşısında bir taraf olmak adına tartışmayı sürdürmekte fayda var.
Bu durumda hala şu temel soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Değer üreten emek ne demektir? Yukarıda verdiğimiz terzi ve etek örneğini yeniden hatırlayalım ve terzi bize bir meta biçiminde (etekte) nesneleşmiş emeğini 10 lira karşılığında sattı, diyelim. İlk elden çıkaracağımız sonuç, terzinin sattığı şeyin (soyut) emek gücü değil, somut emeğinin kendisi olduğudur. İkincisi ise eteğin bizim için sermayeye dönüştürülebilir bir değer değil belirli bir ihtiyacımızı karşılayan bir nesneden ibaret olduğudur. Dolayısıyla bir değer üretmemektedir. Şimdi de eteğin 100 işçinin günde 500 etek üreterek 100 etek değerine karşılık gelen toplam bir ücret karşılığında çalıştığı bir konfeksiyon atölyesinde üretildiğini farz edelim. Burada çalışan 100 işçi kendilerinin yaşamını devam ettirmek için üretmek zorunda oldukları 100 eteğin yanı sıra patron için 400 etek değerinde sermayeye dönüştürülebilir artı değer üretmektedir. Bu kavramsallaştırmaya göre, işçilerin emeği üretken emektir çünkü sadece dolaysız bir şekilde sermayeye dönüştürülen emek “kapitalist açısından” üretkendir.
İki noktayı netleştirme ihtiyacımız doğuyor. Birincisi emeğin üretken olup olmadığı ilişkiseldir. Örneğin aynı türden emek hem üretken hem de üretken olmayan emek olarak nitelendirilebilir. Marx’ın verdiği örnek ile açıklayacak olursak, “Şarkılarını kendi hesabına satan bir şarkıcı üretken olmayan bir işçidir. Bir menajer ile anlaşmış olan, para kazanmak için şarkı söyleyen aynı şarkıcı üretken bir işçidir. Çünkü sermaye üretmektedir.”  İkincisi, genel olarak yanlış anlaşılanın aksine üretken olmayan, yani sermayeye dönüştürülebilen bir değer üretmeyen emek yararsız emek demek değildir. Örneğin, ev içi emek yararlıdan da öte kapitalizmin varlık koşullarının sürdürülebilmesi için hayati bir emektir, fakat üretken değildir.

KAPİTALİZMDE EV İÇİ EMEĞİN ROLÜ
Yukarıda vardığımız sonuçlar, kadının ev içi emeğinin kapitalist üretim biçimindeki vazgeçilmez konumunu ve önemini ortadan kaldırmaz. Tam aksine, toplumsal zenginliğin “metaların sonsuz birikimi” olarak sunulduğu kapitalist üretim biçiminde ne kadar elzem bir meta girdisi/bileşeni olduğu emek-gücünün değerinin nasıl belirlendiğinde aranmalıdır: “Her metada söz konusu olduğu gibi, emek gücünün değeri de bu özel metanın üretimi ve dolayısıyla yeniden üretimi için gereken emek-zaman ile belirlenir. Bir değeri olduğu kadarıyla, toplumun içerisinde katılmış ortalama emeğinin belirli bir niceliğinden öte bir şey temsil etmez. Emek gücü sadece yaşayan bir bireyin kapasitesi ya da gücü olarak vardır. Sonuç olarak emek gücünün üretimi bireyin varlığı ön şartına dayanır. Birey dikkate alındığında emek gücünün üretimi onun yeniden üretimine ya da varlığının sürdürülmesine dayanmaktadır. Varlığını sürdürebilmesi için belirli miktardaki yaşamsal maddelere gereksinim duyar. Dolayısıyla emek gücünün üretimi için zorunlu olan emek gücü kendisini bu yaşamsal araçların üretimi için zorunlu olan emek gücüne indirger; diğer bir deyişle, emek gücünün değeri emekçinin varlığını sürdürebilmesi için gereken yaşamsal maddelerin değeridir…. Emek gücünün sahibi ölümlüdür. Dolayısıyla piyasadaki varlığı devamlı olacaksa- ki paranın sürekli olarak sermayeye dönüştürülmesi bunu varsayar- emek gücünü satan kişi, her yaşayan bireyin kendisini sürekli kıldığı gibi üreme yoluyla kendisini sürekli kılmak zorundadır. Yıpranma ya da ölüm yüzünden piyasadan çekilen emek gücü sürekli olarak en azından eşit miktardaki taze emek gücü ile ikame edilmek zorundadır. Böylece, emek gücünün üretimi için gerekli olan yaşamsal maddelerin toplamı, bu özel meta sahibi ırkın piyasadaki varlığını daimi kılabilmesi için emekçilerin yedekleri yani çocukları için gerekli olan maddeleri de içermek zorundadır.”
Bu noktada yöntemsel olarak belirtmekte fayda var ki Marx, kapitalist üretimin eleştirel analizinde emek gücünün, dolayısıyla işçi sınıfının işçi sınıfı olarak yeniden üretimi başlığı altında özel olarak kadının ev içi emeğini irdelememiştir. Fakat Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde toplumsal üretimin ikili karakterini yaşamsal maddelerin üretimi ile maddi yaşamın, yani insan türünün yeniden üretimi olarak ortaya koyarlar. Kapitalist toplum için ilki meta üretimini ikincisi ise kadının ev içi emeğinin temel bir bileşen olduğu eğitim, kültür, sanat, felsefe, aile gibi toplumsal yapıları da içeren bir bütün olarak toplumsal yaşamın yeniden üretimini ifade eder. Şüphesiz ki bu, işçi sınıfının işçi sınıfı olarak yeniden yeniden üretilmesi anlamına da gelir. Tamamlayıcı bir unsur olarak ise, Engels Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde tüm bu karmaşık toplumsal ilişki ağı içerisinde kadının özel konumunu özel olarak incelemiştir. Kadının ev içi emeği üzerine teorik kavramsallaştırma zemininden politik olarak sorunsallaştırılması zeminine geçerken başlıca temel alacağımız metinler bunlar olacaktır.

TOPLUMSAL CİNSİYETE DAYALI İŞ BÖLÜMÜ
Marx’ın emek gücünün yeniden üretiminin emek gücünün değerinin belirlenmesindeki önemini anlattığı yukarıdaki alıntıda iki farklı iş bölümü varsayılmaktadır: birincisi üretim yerindeki, diyelim ki fabrikadaki belirli, sınırlı, organize ekonomik iş bölümü; ikincisi ise meta üretimlerinin ayrıştığı sektörlerden sağlık, eğitim gibi hizmetlerin sunulmasına ya da sanat eserlerinin üretilmesine kadar geniş bir yelpazedeki anarşik bir karaktere sahip olan serbest toplumsal iş bölümü. Kabaca, “kadın işi”-“erkek işi” ayrımını ifade eden toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü ise hem ekonomik iş bölümüne hem de toplumsal iş bölümüne sirayet etmiştir diyebiliriz. Ne var ki kadının ezilmişliği sorunu üzerine birçok Marksist kaynak da dahil olmak üzere çoğunlukla toplumsal iş bölümündeki cinsiyet ayrımı üzerine yoğunlaşılmıştır.
Kadının erkek karşısındaki ikincil konumunun doğduğu andan itibaren kapitalist topluma kadar gelen süreçte değişmeden kalan bu konumu kapitalist üretimde emek örgütlenmesinin karakterini de etkilemiştir. Sanayileşme ve makineleşme öncesi basit kapitalist üretim biçimi o zamana kadar ev ekonomisini örgütleyen kadın emeğini meta üretiminden koparmış olsa da makineleşme ile birlikte kadının ucuz ve kolay işe alınıp işten çıkarılabilir emek gücü olarak ücretli emek piyasasına girmesi uzun sürmemiştir. Bu andan itibaren ekonomik iş bölümü içerisinde cinsiyete dayalı iş bölümü de kadının makine başı işlerde çalıştırılması ile baş göstermiştir. Buna bağlı olarak toplumsal iş bölümündeki meta ve hizmet üretimine yansıması ise tekstil, gıda gibi belli sektörlerin ya da sağlık (hemşirelik- hasta bakımı, vb.), eğitim (okul öncesi öğretmenlik, vb.) gibi hizmet sektörlerinin belli bölümlerinin kadın emeği yoğun olarak gelişmesi olmuştur. Buna karşılık ağır sanayi diye ifade edilen sektörlerin emek gücünün tamamına yakını erkek işçilerden oluşmaktadır. Bu durum özellikle muhafazakar ideolojiler tarafından kadın ve erkek arasındaki doğal farklılıklara dayanan bir ayrışma gibi sunulmuştur. Fakat tarihin bu “doğal” gidişatında en az iki kırılma anı yaşanmıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında Amerika’da ağır sanayi de, özellikle silah sanayiinde erkek iş gücünün azalması kadınların bu sektörlerde kitlesel olarak istihdam edilmesini gerekli kılmış, her türlü ajitasyon ve propaganda araçlarıyla vatan-millet meselesi olarak sunularak ücretli kadın emeğinin hareketi bu alanlara doğru yönlendirilmiştir (bkz: Rosie the Riveter). Kadın emekçilerde ciddi bir sınıf bilinci gelişimi yaratan bu kırılma, süreç ve kapsam bakımından sınırlı kalmış, savaş sonrası özellikle Soğuk Savaş döneminde kadın işçiler yeniden ailenin parmaklıkları arkasına püskürtülmüştür. Gerçek bir kırılma ise Sovyetler Birliği’nin kurulduğu andan itibaren başlatılan kadın emeğinin kalifikasyonu politikaları ile yaşanmıştır. Devrimin hemen ertesinde kadın erkek çalışabilir durumdaki herkesin üretim sürecine dahil edilmesi ilk etapta kadınlar açısından oldukça sorunlu bir durum yaratmıştır. Mesleki eğitimden ve okuryazarlıktan yoksun kadınlar en iyi bildikleri işlerde yani aş evlerinde, yaşlı, hasta ve çocuk bakım evlerinde çalışmaya başlamışlardır. İlk yıllardaki “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” dağılım ve “eşit işe eşit ücret” ilkeleri vasıfsız kadın emeği ile örneğin maden ocaklarında çalışan kalifiye erkek işçilerin ücretleri arasında derin bir uçurum yaratmıştır. Öyle ki 1918 yılında kadınların ortalama ücretleri erkeklerinkinin yarısı kadardır. Fakat partinin kadın örgütlenmesi jenotyellerin önderliğinde hızla bir okuma-yazma ve mesleki eğitim seferberliği yürütülmüş, İş Emniyeti Enstitüleri’nin ağır sektörlerdeki çalışma koşullarının kadın sağlığı üzerindeki etkileri araştırılmış ve yüzbinlerce kadın inşaat, metal sanayi, kömür madenciliği, petrol, demir cevheri sanayi, ağır demir sanayi, elektrik sanayi sektörlerinde mesleki eğitim alarak istihdama katılmıştır. Kısacası, ekonomik iş bölümündeki cinsiyet ayrımcılığı ve bunun toplumsal iş bölümü üzerindeki yansıması büyük oranda kırılmıştır. Ne yazık ki dünyanın geri kalanında bu çapta bir kırılmadan hala söz edemiyoruz.
Yukarıda meta üretimi sürecindeki cinsiyetçi iş bölümü ile karşılıklı duran toplumsal cinsiyete dayalı (toplumsal) iş bölümü, toplumsal hayatın yeniden üretimi kavramsal çerçevesinde okunmalıdır. Yani, annelik, eşlik, kız evlatlık ve ev hanımlığı toplumsal yeniden üretim sürecindeki iş bölümünde kadınlara yüklenen cinsiyetçi rollerdir. Ne var ki bu meta üretimi ile toplumsal hayatın yeniden üretimi birbirinden kopuk ayrı ayrı süreçler olarak ilerlemezler. Metayı, daha doğrusu artı değeri üreten işçinin üretim kapasitesinin, emeğinin üretkenliğini belirli bir düzeyin altına düşmemesi için “birinin” o işe gitmeden kahvaltı hazırlaması ya da ertesi gün işe gidebilmesi için “birinin” akşam yemeği hazırlaması gerekmektedir. Ya da bu emek gücünün sürekli bir şekilde arzının sağlanması için “birinin” çocuk doğurması ve o çocuğa bakması gerekmektedir. Bu durumda işçinin aldığı ücret eşi ve çocuğuyla birlikte bütün bir ailesinin geçimini sağlayacak, dolaysıyla kendi hayatının da yeniden üretimini sağlayacak düzeyde olmalıdır. Yeniden üretim kavramı 1960’lı yıllar ve sonrasında yükselen yapısalcı, post-yapısalcı, neo-Marksist birçok düşünür ya da hatırı sayılı bir birikim oluşturan Marksist feminist yaklaşımlar tarafından çeşitli şekillerde ele alınıp yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır. Fakat, bu yazıda Marx ve Engels’in yaptığı ikili toplumsal üretim kavramsallaştırmasını temel alarak kadının gündelik ev işlerini ve yaşlı-hasta-çocuk bakımını kapsayan ev içi emeğini bu çerçevede “yeniden üretken emek” olarak kavramsallaştırıyoruz.
Buraya kadar özetlersek, meta üreten ve ürettiği metada metalaşan, dolayısıyla üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan kapitalist için kendi emek gücünü emek-zamanla ölçülen (günlük, haftalık ya da aylık) belirli bir ücret karşılığında artı değer üreten, bu nedenle üretken emek olarak kavramsallaştırılan ücretli emektir. Buna karşılık kadının ev içi emeği doğrudan meta, dolayısıyla sermayeye çevrilebilir bir değer üretmeyen, bu nedenle üretken olmayan emek olarak kavramsallaştırılan ve karşılıksız yani ücretsiz bir şekilde ailenin hizmetine sunulan, emek gücünün yeniden üretimi için elzem bir kullanım değeri olan emeği yeniden üretken emektir. Fakat bu ayrışma ekonomik ve toplumsal iş bölümünde gördüğümüz gibi ikisi arasındaki karşılıklı ilişkiyi ortadan kaldırmaz. Kadının ücretli emeğinin erkeklerinkine göre çoğunlukla daha vasıfsız olması onun ücretli emeği ile ev içi emeği arasındaki geçişkenliği de koşullamaktadır. Örneğin, vasıfsız kadın emeği daha çok kayıt dışı ekonomide istihdam edilmekte ve durgunluk dönemlerinde kadın işçiler daha kolay bir şekilde işten çıkarılıp eve gönderilebilmektedir. Ya da üzerinde hem (Engels’in özel hizmet dediği) ev içi emek hem de ücretli emek yükü bulunan kadınlar kayıt dışı ekonominin esneğinin de esneği çalışma biçimlerine yönelebilmektedir. Başta İstanbul olmak üzere sanayi yoğun kentlerin bütün emekçi semtlerinde ev eksenli üretim yapan yani evde meta üreten kadınlar ya da belirli bölgelerinde gündelik fabrika işçiliği yapan kadınlar bu duruma örnek verilebilir.

BAKIM EMEĞİ ÜZERİNE TARTIŞMALAR
Ev içi emek kavramını, kadının evin çatısı altında gösterdiği birden fazla türden faaliyetlerin bir üst başlığı olarak düşünebiliriz. Bu faaliyetlerden en önemlisi şüphesiz bakım emeğidir. Özellikle geleneksel, kültürel ve ahlaki kodlamaların kadını aile ile özdeşleştiren, kadına aile dışındaki sosyal alanlarda neredeyse hiçbir konumun uygun görülmediği toplumlarda çocuk doğurmak ve belirli bir yaşa kadar bu çocuğun bakımını neredeyse tek başına yüklenmek kadın emeği ve bedeni üzerindeki en etkili tahakküm şeklidir. Çocuk bakımının yanı sıra özellikle geleneksel aile ilişkilerinin korunduğu bu toplumlarda yaşlı ve hasta bakımı da kadının üzerindeki ayrı bir külfettir. Kapitalist toplumda bu tahakküm ulus devletlerin kurulmasıyla birlikte toplumsallaşan ulusal eğitimin kurumsallaştırılması, kreşlerin açılması ve kamusal sağlık hizmetinin sunulması ile birlikte bir nebze olsun kırılmış görünse bile bu hizmetlerin sürekliliğinin hiçbir garantisi olmadığı özellikle 1980’li yıllarda başlayan neoliberal dönüşümle birlikte görülmüştür. Bu dönüşüm bir dereceye kadar daha öncesindeki sözde refah devletlerinde emekçilerin mücadelelerinin kazanımları ile elde edilen eğitim, sağlık ve kültürel hakların hızla özelleştirilmesiyle gerçekleştirilmiştir. Kreş hakkı, kısmen ücretsiz eğitim ve sağlık hakkının özelleştirilmesinin doğrudan doğruya kadının ev içi emeği üzerinde büyük bir olumsuz etkisi olmuştur. Aynı süreçte ücretlerin düşürülmesi hane halkı gelirlerinde ciddi bir düşüşe, yani yoksullaşmaya sebep olurken bu süreklilik gerektiren çocuk, yaşlı ve hasta bakım hizmetini satın alma gücünden yoksun ailelerde kadınlar ücretli emek piyasasından çekilip tekrar eve dönmek zorunda kalmışlardır.
Her ne kadar kapitalist toplumda meta üretimi emek gücü sömürüsünün temelini oluştursa da aynı zamanda tam da bu özelliğinden dolayı toplumsal ilişkilerin de gelişim zeminini oluşturmaktadır. Bu nedenle meta üretimi ile doğrudan ilişkisi koparılmış her bireyin toplumsal entegrasyonu, yani içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesi de kısıtlanmış olur. Bu durum erkek ya da kadın herhangi bir birey için geçerlidir. Ancak, ev içi emek özel bir emek örgütlenmesi olması ve aile birimi ile denetlenmesi bakımından kadının toplumsal entegrasyondan koparılışının kurumsallaşmış bir hailidir. Kadın üzerindeki bu tahakküm, zaman zaman kapitalizmin çıkarları için ihtiyaç görüldükçe muhafazakar ideolojiler tarafından kadınlığın annelik ve aile ile özdeşleştirilerek kutsanmasında ifadesini bulur. Bunun için Türkiye’nin son 10 yılına bakmak bile kâfidir. Bir yandan kadın istihdamının artırılması, kadınların ekonomik olarak bağımsızlaştırılması, vb. söylemlerle en azından iktidarının bir dönemini geçiştiren AKP hükümeti, Kadın Bakanlığının Aile Bakanlığı olarak değiştirilmesi, “Ailem Türkiye” gibi kadınların yatak odalarında nasıl davranması gerektiğine kadar “kadınlık dersi” veren projeler, kürtajı yasaklamaya çalışması ve yasak bir ölçüde şimdilik geri püskürtülmüş olsa bile hastanelerde fiili olarak kürtajın kısıtlanması, kadınların sağlık kurumlarında fişlenmesi, vb. bütün politikalarıyla birlikte kadına kapısından dışarı sadece erkeği ile birlikte çıkabileceği yarı açık ceza evlerine dönüştürülmüş evlerinden başka gidilecek bir adres göstermemektedir. Bu ideolojik ve politik tutum annelik ve eşlik üzerinden kadının ücretsiz ev içi emeğinin sömürüsünün geleneksel olarak meşrulaştırılmasını ve devamlılığını sağlamaktadır. Ne var ki tüm bu eve doğru geri püskürtmelere rağmen derin bir şekilde artan yoksulluk kadınları para kazanma zorunluluğuna da itmektedir. Fakat ev işleri, çocuk, hasta ve yaşlı bakımını gibi zorunluluklar kadınların sürekli ve güvenceli bir işte çalışmasına ayak bağı olmaktadır. Bu yüzden de kadınlar kayıt dışı ekonominin yukarıda verdiğimiz ev eksenli çalışma ve gündelik fabrika işçiliği gibi en esnek koşullarında çalışmaktadırlar. Diyebiliriz ki, ev içi emeğin boyunduruğu kadının ücreti emeğinin daha da fazla sömürülmesine sebep olmaktadır.
Peki, ev içi emeğin ücretlendirilmesi doğru bir talep olabilir mi? Bu soru günümüz koşullarında çok daha çetrefilli bir sorudur. Hem sosyalistler hem de (radikal, sosyalist, Marksist, materyalist, otonomist) farklı feminist yaklaşımlar arasında ciddi fikir ayrılıklarına sebep olmaktadır. Bir yandan “zaten bir işyerinde çalışmayacak olan” kadının en azından ev içi emeği karşılığı devletten ücret almasının ona bir nebze de olsa kocası-babası karşısında bir nebze de olsa ekonomik bağımsızlık kazandıracağı, diğer yandan ise ev içi emeğin ücretlendirilmesi durumunda birçok kadının işyerinde çalışmak yerine evde çalışmaya yöneleceği ve dolayısıyla sosyalleşmesinin önünde bir engel teşkil edeceği tartışılmaktadır. İlk bakışta iki karşıt yaklaşımda da haklılık payı olduğu düşünülebilir.
Özellikle Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde 1970’li yıllardan bugüne kadar gelinen süreçte sadece burjuva ailelerinde değil orta sınıf ve işçi sınıfının üst tabakalarında ev işlerinin görülmesi ve çocuk, yaşlı, hasta bakımını için hizmet emeği satın alınmasında bir yaygınlaşmadan söz edebiliriz. Bunun için özellikle legal ya da illegal göçmen kadınların hizmetçi ya da bakıcı ya da emekçi sınıflara mensup kadınların gündelikçi olarak işe alınması ülkemizde de burjuva ve orta sınıf ailelerinde gözlemlenen bir gerçekliktir. Bu durum zaman zaman “ev içi emeğin metalaşması” olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu türden bir hizmet satın alınması kapitalizme özgü olmadığı gibi ücretli/ücretsiz emek olmak bakımından siparişimiz üzerine etek diken terzinin emeğinden farklı değildir; gündelikçi, bakıcı, temizlikçi ya da hizmetçi kullanım değeri olan hizmet emeğini satmaktadır, emek gücünü değil. Ayrıca, satılan bu türden bir hizmet emeği artık yukarıda kavramsal çerçevesini çizdiğimiz “ev içi emek” olarak da adlandırılamaz. Kaldı ki bu durum yoksul emekçi yığınları açısından da bir gerçeklik ifade etmez. Bir gündelikçi yevmiyesinin 100 lira ve haftada bir temizlik yapıldığını varsayarsak bir aile için bu 400 liralık bir harcama demektir. Bir bakıcının da aylığı 800 lira olsun. Kadın ve erkeğin asgari ücret kazandığı, yani aylık gelirin 1.550 lira olduğu bir aile için ikisi toplamda 1200 liralık bir gider demektir. Kısacası kadının çalışması çalışmamasından daha maliyetli bir duruma gelmektedir.
Diğer taraftan ev içi emeğin başka biçimlerde dolaylı olarak ücretlendirildiği de söylenmektedir. Yaşlı ve engelliler için verilen evde bakım maaşı buna örnek olarak gösterilmektedir. Bu maaşı alabilmek için gereken koşullar  ya da bu uygulamanın sağlığın özelleştirilmesinin bir parçası olması başlı başına incelenmesi gereken konular olmakla birlikte özel bakım ihtiyacı olan bireylerin bulunduğu ailelerde bir işyerinde çalışmayan ve sosyal güvenceden yoksun birçok kadın bu maaş için başvurduğu bir gerçektir. Fakat bu durum bakım evlerinin kurulup buralarda gereken mesleki eğitim ve beceride sağlık ve bakım emekçilerinin istihdam edilmesinin yerine ev kadınlarının ikame edilmesinden başka bir şey değildir; neresinden baksanız kadının ev içi emeğinin ücretlendirilmesi ya da ücretli emeğe dahil edilmesi olarak okunamaz.

Kamu ihaleleriyle rant aktarımı

Türkiye ekonomisinin AKP’li döneminin en önemli tartışma konularından birisi İslami sermaye, yeşil sermaye, yandaş sermaye ve buna karşı geleneksel sermaye, TÜSİAD sermayesi arasındaki güç ilişkilerinde bir değişimin olup olmadığı hususunda yaşanmaktadır. Şüphesiz ki karmaşık ve çeşitli düzlemlerde ele alınıp tartışılması ve maddi zemininin incelenmesini gerektiren bir konudan söz ediyoruz. Tartışmanın bütünü bu yazının boyutlarını aşacak düzeyde ve çeşitli biçimleriyle Özgürlük Dünyasının geçmiş sayılarında kendisine yer bulmuş durumdadır. Bu yazının konusunu halkın vergileri ile oluşmuş kamu kaynaklarının –vergi sistemimizdeki çarpıklıklar nedeniyle çok büyük bir bölümü doğrudan emekçilerin ücretlerinden yapılan kesintiler ve dolaylı vergilerden oluşmaktadır -sermayenin çeşitli klikleri arasında bir kayırmanın aracı olarak kamu harcamaları oluşturmaktadır. Bu yazı kayırılan veya cezalandırılan kliklerin kimler olduğunu değil bu mekanizmanın nasıl işlediğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu nedenle vurgu noktası kimler ödüllendiriliyordan öte ödüllendirme –rant aktarma- mekanizması nasıl işliyor sorusunun üzerindedir.
Peki, bu kadar teknik bir konuyu akademik çevrelerin ve konunun ilgililerinin gündemi olmaktan çıkartıp, sınıflar mücadelesinin konusu haline sokan nedir? Birincisi bugün günlük hayat içerisinde çeşitli biçimlerde gözlemlenen hem çeşitli büyük sermaye gruplarının hükümetle ilişkilerindeki –NTV’nin sahibi Doğuş grubunun ve Habertürk başta olmak üzere pek çok yayın organına sahip Ciner grubunun tavrı Gezi Parki eylemleri ile birlikte sık sık tartışıldı- değişimleri hem de özellikle yerel yönetimler düzeyinde çok açık görünen ihale almak için AKP ilçe teşkilatından üyelik kartı ve onay mekanizmasının işleyiş yollarının nasıl “yasallaştırıldığını” anlamaya katkı sağlamaktır. İkincisi ve daha önemlisi ise tıpkı verginin kimlerden toplandığı sorusunun cevabı gibi, kamu harcamalarının nasıl ve kimin lehine yapıldığı sorusunun cevabının da emek ve sermaye cephesinin güç ilişkilerinin ve mücadelelerinin sonucu olmasıdır.
2013 yılı bütçe görüşmeleri sırasında TBMM’de yapılan tartışmalar arasında en dikkat çekici olanı 2011 yılına ait Sayıştay raporunun bütçe görüşmeleri sırasında parlamentoya sunulmaması oldu. Tartışma muhalefet partileri tarafından “kamu harcamalarının denetimi engelleniyor”, “kamu alımlarında şeffaflık azalıyor” eleştirilerine neden olurken, hükümet bu eleştirileri reddederek raporların sunulmamasını teknik gerekçelere dayandırmıştır.  Bu çalışmanın odaklandığı konu doğrudan Sayıştay Raporları olmamakla birlikte ortaya çıkan bu durum Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez yaşanması ve kamu eliyle bürokratik ve siyasi rant yaratma mekanizmasını bir kez daha gündeme getirmiş olması nedeniyle bu konunun neden seçildiğinin anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Parlamentoda tartışmaya yol açan Sayıştay Raporları’nın sunulmamasının arka planı incelendiğinde muhalefet tarafından gündeme getirilen kamuda şeffaflığın hükümet eliyle azaltıldığı eleştirilerini destekleyen bir tablo ortaya çıkmaktadır. 19.12.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6085 sayılı Kanunla kamu kesiminin TBMM adına denetimi görevi Sayıştay’a verilmiştir . Gerekçesinde kamu denetiminde etkinliği arttırmak ve çok başlılığı azaltmak olan bu kanun kapsamında Sayıştay tarafından hazırlanması gereken raporların sunulmaması konunun özünü oluşturmaktadır. Ancak ilk bakışta denetimle görevli kamu otoritesi olan Sayıştay’ın görevini yapmaması sonucu ortaya çıkmış gibi görünen bu resim biraz genişletildiğinde ortaya çıkan görüntü değişmektedir.
Teftiş kurullarının kaldırılmasından sonra kamuda denetleme yetkisine sahip tek kurum olan Sayıştay 2012 yılı içerisinde 132 kamu kurumunun 2011 harcamalarını değerlendiren rapor hazırlığına girişmiştir. Sayıştay denetçilerinin hazırladığı raporlardaki tespitlerin ilgili kamu kurumlarına iletilerek görüşlerinin sorulmasından kısa bir süre sonra ise 4 Temmuz’da kabul edilen torba kanuna eklenen maddeyle, Sayıştay’ın denetim yetkisi kısıtlandı. 6353 sayılı kanuna eklenen maddeyle ; Sayıştay’ın kamu idarelerinin takdir yetkisini sınırlayacak veya ortadan kaldıracak şekilde rapor düzenleyemeyeceği, yapılan işlerin gerekliliği, ekonomikliği, etkililiği, verimliliğinin denetlenemeyeceği öngörüldü. Bu değişikliklerin ardından denetçiler tarafından hazırlanan raporlar yeni kanunla uyumlu olmadığı için TBMM’ye sunulmamıştır.   Sayıştay’ın denetim yetkisinde torba yasayla yapılan sınırlama Avrupa Komisyonu’nun 2012 Yılı ilerleme raporunda da yer buldu. Raporda, bu durum endişe verici olarak nitelendirildi. “Sayıştay denetim ve kontrolünün bağımsızlığı ve etkinliğinin tehlikeye atıldığı” belirtilen raporda, “Son yapılan yasal değişiklikler ciddi endişeler oluşturmaktadır” denildi (AB, 2012). Bu tartışmalarda ortaya çıkan ve kamu harcamalarının denetimi ile ilgili sorunların boyutunu ortaya çıkartan bir başka bilgi ise hakkında rapor hazırlandığı ifade edilen 132 kamu kurumunun açıklanmaması ve Sayıştay’ın kamu kurumlarının denetimini sadece 59 kişilik bir denetçi kadrosu ile sürdürmesi oldu.
Yukarıda özetlenen örnek olay kamu yönetiminde denetimin, “tavşan kaç- tazı tut” kısır döngüsünün sarmalına sıkışıp kaldığını ortaya koymaktadır. Bu alanda yapılan çalışmalar incelendiğindeyse hem dünyada hem Türkiye’de kamu yönetimi, siyaset bilimi, hukuk, iktisat ve maliye disiplinleri içerisinde oldukça kapsamlı bir literatür şekillendiği görülmektedir. Bu çalışmada kamu alımları, kanun metinleri ve kamu alım raporları, AB, IMF, DB başta olmak üzere uluslararası kurum raporları metinleri ve verileri kullanılarak Kamu İhale Kurumu’nun (KİK) kuruluşundan itibaren incelenecektir. Sözü edilen dönem aynı zamanda Türkiye’de AKP’nin tek parti iktidarıyla da çakıştığı için “hükümet kendi zenginini yaratıyor” eleştirilerine sebep olan kurumsal yapı da ilgi çalışmanın alanı içerisindedir. Ancak AKP döneminde kamu kaynaklarından rant aktarım süreci olup olmadığının ölçülmesi çok daha boyutlu bir araştırmayla cevaplanabilecek bir soru olduğu için bu çalışmanın “bu dönemde kamu alımları vasıtasıyla siyasi ve bürokratik rant riski var mıdır?”, varsa “bu riske konu olabilecek iktisadi kaynağın büyüklüğü nedir?” sorusuna yanıt aramaktır. Bunun için öncelikle kamu ihalelerinin bütçe ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içerisindeki paylarında yaşanan değişim, kamu ihale kanunu ve KİK’in yetki alanındaki değişim ve Kamu İhale Kanunu kapsamından çıkartılan kamu harcamalarındaki değişim incelenecektir.

KAMU İHALE KANUNUN DEĞİŞTİRİLMESİ
2001 krizinin ardından ekonomide dışa açıklığın arttırılması ve özelleştirme süreçlerinde (TELEKOM, PETKİM, TÜPRAŞ bunun örnekleridir) yabancı sermaye daha etkin katılımı için kurumsal altyapı önemli bir değişim göstermiştir. Derviş Yasaları olarak anılan yasalarla bağımsız denetleyici ve düzenleyici kurumlar kurulmuş ve kamu hizmetlerinin sunumu ve alım süreçleri piyasa kurallarına tabi kılınmıştır. Bu dönüşüme zemin hazırlayan nedenler ise uluslararası sermayenin pazar arayışı ve ağır ekonomik kriz koşulları altında yabancı sermaye çekmeye ve IMF’den krediye almaya ihtiyaç duyan hükümetlerin ve burjuvazinin bu süreçteki uluslararası sermaye karşısında pazarlık gücünün zayıflamış olmasıdır. Kamu İhale Kanunu ve onunla birlikte kurulan Kamu İhale Kurumu bu sürecin ürünüdür. Yasada yapılan değişiklikler ise 2001 krizinin sermaye üzerindeki etkilerinin azalmaya başlaması ve yüksek büyüme hızları ile birlikte hükümetin ve Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermayenin girişini engellemeyecek bir biçimde kamu alım süreçlerinde yeni şekillenmekte olan elitler arasında paylaşım kanallarını genişletmek için gündeme gelmiştir.
Kamunun alım, satım, kiralama, ruhsat ve imtiyaz devir işlemleri yolsuzluk ve suiistimale karşı en açık alanlarıdır. Bu işlemler; kamu varlıklarının ranta çevrilerek, özel şahıslara aktarılması konusunda siyasetçi, kamu görevlisi ve sermaye tarafından kurulabilecek çıkar gruplarına geniş imkanlar yaratabilmektedir. Bu nedenle kamu alımlarının kurallara bağlanması, denetimi ve yolsuzluğa karşı mücadele hem araştırmacıların hem de politika yapıcıların uzun süredir ilgi alanları arasında yer almaktadır.
Bu kapsamda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kamu alımlarına ilişkin bilinen ilk düzenleme 1857 tarihli Nizamname’dir. Cumhuriyetin ilanını takiben kamu alımları alanına yönelik ilk düzenleme ise 1925 yılında 661 sayılı Müzayede, Münakasa ve İhalat Kanunu ile yapılmıştır. Daha sonra devlet alımlarını daha modern esaslara bağlayan 2490 sayılı Artırma Eksiltme ve İhale Kanunu 1934 yılında uygulamaya sokulmuş, ekonomi politikasındaki değişmelere paralel olarak 01.01.1984 tarih ve 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu yürürlüğe girmiş ve yaklaşık 20 yıl uygulanmıştır. Kamu ihaleleri ile ilgili her kurumun farklı usuller benimsemesine olanak sağlayan bu kanun da ekonomi paradigmasında liberalizmin etkisinin artması ve IMF ve DB kontrolünde sürdürülen yapısal uyum programı çerçevesinde bir kenara konulmuştur. 2001 krizi sonrasında kamu ihale sistemi yeniden düzenlenmiş ve Kamu İhale Kurumunun kuruluşunu da beraberinde getiren 4734 sayılı kanun yürürlüğe girmiştir (Gül, 2010).
Bu çalışmada ele alınan dönem 4734 Sayılı Kanunun sık sık yapılan değişikliklerle birlikte yürürlükte olduğu dönemi kapsadığı için yapılan değişikliklerin yarattığı kamu sistemi daha kapsamlı olarak incelenip kanunun yapılış sürecini biçimlendiren politik ve iktisadi ilişkilere ilişkin genel çerçeveye de bakılmıştır.

4734 SAYILI KANUN
2001 krizi sonrasında yapılan kamu ihale kanunun hazırlanmasının arkasındaki itici güç ulusal değil uluslararası kurum ve şirketler olmuştur. Kamu hizmetlerinde yaşanan neoliberal dönüşümle uyumlu olarak gündeme gelen bu değişikliğin en temel hedefi kamu alımlarının daha liberal hale getirilmesi ve uluslararası sermaye de dahil olmak üzere sermayenin ihale süreçlerinde karşı karşıya kaldığı engellerin bertaraf edilmesidir. 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun, Kamu İhale Kurumunun (KİK) kurulmasını, yapısını ve işleyişini düzenleyen 53’üncü maddesinin gerekçesinde “Uluslararası ihale mevzuatına uyum sağlamak üzere kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip bir kurum kurulması gereği ortaya çıkmıştır” denilmektedir. 
Türkiye’de kamu alımları konusunda KİK’e ihtiyaç duyulmasının en önemli sebepleri; “saydamlık ihtiyacı”, “rekabetin ve kamuoyu denetiminin sağlanması gereği”, AB Direktifleri ve Dünya Bankası Raporları ile ihtilafların zamanında çözümü isteği olarak sıralanabilir.
Derviş yasaları arasında TBMM tarafından 04.01.2002 tarihinde kabul edilerek 01.01.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4734 sayılı Kanun ile IMF, DB ve AB gibi kurumların taleplerine paralel olarak ihale sistemine getirilen temel ilkeler yasanın maddeleri ve gerekçesi incelendiğinde şöyle özetlenebilir:
a-Saydamlık ve Hesap Verilebilirlik İlkesi,
b-Kaynakların Etkin Kullanımı ve Profesyonellik İlkesi,
c-Açık İhale İlkesi,
d-Uluslararası Uygulamalara Uyum İlkesi.
Kamu alımları için esas yöntemin açık ihale ilkesi olarak belirlediği kanuna bağlı bağımsız bir kurum olarak Kamu İhale Kurumu oluşturulurken BM tarafından hazırlanan UNCITRAL Model Kanunu esas alınmıştır. Ancak kanun metni üzerinde daha yürürlüğe girmeden yapılan değişikliklerle bütünlüğünden uzaklaşmış, istisnai alım yöntemlerinin payı yıllar içerisinde sürekli artış göstermiştir. Kanunda yapılan değişikliklerin nedenlerine bakıldığında şikayet hakkının kısıtlaması, elektronik ihale sisteminin yasal altyapısının oluşturulması, istisnai hükümlerin arttırılması ve yasanın kapsamın daraltılması, KİK’in yetkilerinin azaltılması gibi nedenler öne çıkmaktadır.
Kamu ihaleleri için yukarıda sözü edilen ilkelerin en geniş anlamıyla uygulanabileceği ihale yöntemi açık ihaledir. Bu sebeple açık ihale usulü 4734 sayılı kanunda temel ihale usulü olarak kabul edilmiş olup belli istekliler arasında ihale veya pazarlık usulü ihale yöntemi sadece istisnai haller için öngörülmüştür. Zorunlu hallerde kullanılmak üzere, doğrudan temin usulü de bir satın alma usulü olarak benimsenmiştir. Bu çalışmada kamu ihalelerinde şeffaflığın artışının ya da azalışının göstergesi olarak toplam kamu alımları içerisinde açık ihale yoluyla alımlar ile diğer usuller arasında oransal değişim kullanılacaktır. Çünkü açık usulle yapılması gereken bir ihalenin, kanundaki istisnalar kullanılarak, pazarlık usulü ihale yöntemiyle yapılması bir rant aktarım mekanizması oluşmasının en kolay yollarından birisidir.

4734 SAYILI KANUNDA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER
26 ayrı yasa değişikliği ile yasa metni 143 değişikliğe uğramıştır . Bu değişikliklerle 68 maddelik yasanın 45 maddesi değiştirilmiştir. Bu değişiklikler içerisinde bu çalışma için önemli olanları şeffaflığın azaltılması ve istisnai alımlarının kapsamının genişletilmesi olduğu için tüm değişikliklerle ilgili özet bilgiler vermekle yetinildi. Ancak konunun bütünüyle ilgili bir inceleme için kanun metninden faydalanılabilir.
4734 sayılı Kanun’un kapsamını düzenleyen 2’nci maddesi yoğun bir biçimde kapsamdan istisna taleplerine konu olmuştur. Kanunun değişiklik taleplerine konu olan en önemli maddesi ise, kanun kapsamında olmakla beraber kamu kurum ve kurumlarının faaliyetlerinin bir kısmının 4734 sayılı Kanun’dan istisna edilmesine ilişkin 3’üncü maddesidir.
Kanunun istisnaları düzenleyen 3’üncü maddesi farklı zamanlarda çıkartılan düzenlemelerle genişletilmiştir. Kapsam maddesi ise daraltılmıştır. İstisnaların çok fazla olduğu her ilerleme raporunda belirtilmesine rağmen, değişikliklerle söz konusu fazlalığın azaltılmasının aksine daha fazla istisna getirilmiştir.
Yasanın ilk halinde doğal afetler, istihbarat ve savunma alımları için istisna hükmü konulmuşken yapılan değişikliklerle istisna kapsamındaki alımları düzenleyen üçüncü madde “T” harfine kadar ulaşmıştır. İstisna kapsamındaki ihalelerin arasında yolsuzluk iddiasıyla gündeme gelmiş olan Fatih projesi kapsamındaki alımlar, Marmaray, Meclis’e ait Tarihi Köşkler, demiryolları, 3. köprü ve hızlı tren ihaleleri, BOTAŞ alımları, MİT, MASAK, Spor federasyonları, kömür dağıtımı için yapılacak ihaleler yer almaktadır. Bu konuda dikkat çeken ihalelerin bazıları aşağıdadır (Ateş, 2010):
·    2009 yılında İstanbul’da yapılan Dünya Bankası ve IMF toplantılarının organizasyon giderleri,
·    Spor müsabakaları müşterek bahis oyunlarının özel kesime verilmesine dair ihale işlemleri (5738 sayılı Kanun),
·    Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Vakıflar Kanunu çerçevesinde yapacağı danışmanlık türü hizmet alımları (5737 sayılı Kanun),
·    Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün oluşturacağı özel hesaptan yapılacak harcamalar (5764 sayılı Kanun),
·    Türkiye Yatırım Destek Ajansı’nın söz konusu kanundan muaf tutulması (5523 sayılı Kanun),
·    İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın söz konusu kanundan muaf tutulması ( 5706 sayılı Kanun),
·    TÜRKSAT A.Ş.nin 4734 sayılı Kanun’dan muaf tutulması (5189 sayılı Kanun),
·    Sağlık tesislerinin kiralama karşılığı yaptırılması (5396 sayılı Kanun).

Bu kapsamda dikkati çeken bir düzenleme de Devlet Malzeme Ofisi (DMO) üzerinden yapılan alımlardır. İdareler, kanun kapsamında karşılamaları gereken ihtiyaçlarını DMO’dan sipariş etmeye başlamış, DMO da alımları istisna kapsamında yaptığı için dolaylı yoldan birçok idarenin ihale rejimine tabi olmaması sonucu ortaya çıkmıştır. İstisna hükümlerinin bu kadar genişletilmesi ise AB’nin Türkiye için her yıl yayınladığı ilerleme raporlarında eleştiri konusu olmuştur:
“Kamu kurumlarının mal ve hizmet alımları ile ilgili olarak Kamu İhale Kanunu’ndan (KİK) birçok ek istisna tanınmış ve araştırma ve geliştirme projeleri ile ilgili tüm alımlar KİK kapsamı dışında bırakılmıştır. Kamu İhale Kurumu, istisnalar kapsamında gerçekleştirilen ihalelerin 2008 yılında % 31,8 oranında arttığını belirten bir rapor yayımlamıştır. 2009 yılının ilk çeyreğinde tanınan istisnalarla yapılan alımların değeri iki kattan fazla artmış ve kamu iktisadi teşekküllerinin mal ve hizmet sunan tekelleri teyit edilmiştir (AB İlerleme Raporu, 2009).
AB raporları incelendiğinde eleştirilerin yerli istekliler lehine fiyat ayrımcılığı, KİK’in bağımsızlığına ilişkin kaygılar, kapsam dışında yer alan kamu alımlarının fazlalığı olarak özetlenebilir.
AB’nin de bağımsızlığı konusunda kaygı duyduğu KİK, kanuna göre idari ve mali özerkliğe sahip, bağımsız bir kurum olup hiçbir organ, makam, merci ve kişi kurumun kararlarını etkilemek amacıyla emir ve talimat veremez. Ancak, KİK’in üyelerinin nasıl belirleneceğini düzenleyen 53. maddeye bakıldığında kurulun 10 üyesinden 2’si Danıştay ve Sayıştay, 2’si de TOBB ve TİSK tarafından gösterilecek adaylar arasından atanırken, 6’sı doğrudan hükümet tarafından atanmaktadır. Bu durum kurumun siyasi otoriteden bağımsız olma iddiasını bile geçersiz kılmaktadır.

2003-2012 ARASI KAMU ALIMLARININ GENEL GÖRÜNÜMÜ
Bu bölümde 2003-2012 yılları arasında kamu alımlarıyla rakamlar incelenmektedir. Konuyla ilgili yasal metinler bir iktisat incelemesine göre uzun sayılabilecek bir biçimde incelendi çünkü ihaleleri düzenleyen yasal metinler, kamu kesimi harcama hukukunun bütçe metinleri ile beraber en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Kamu ekonomisi bakımından yıllık bütçe kanunları ve ilgili mali mevzuat metinleri (vergi kanunları, bütçe uygulama talimatları vb.) gelirlerin toplanması ve harcamaların yapılması ile ilgili temel ilkeleri ve bunların ayrıntılarını belirlerken, ihale kanunları kamu hizmetinin görülmesinde ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerin satın alınmasında ve gerek duyulan yapım ve inşaat işlerinin (ağırlıklı olarak sermaye giderleri) yerine getirilmesinde dayanak olan ilkeleri ve bunlara ilişkin olarak uygulanacak kuralları belirler. Kısaca sözü edilen düzenlemelerin kamu ekonomisi bakımından “oyunun kuralları”nı belirlediği açık bir biçimde görülmektedir. Bu çalışmanın konusu kamu alım süreçlerinde rant aktarımı olduğu için piyasa içerisindeki oyuncuların –hükümetler, bürokratlar ve ihalelere giren sermaye grupları- yasal ya da etik kuralları yok sayması ya da arkasından dolaşarak kendilerine çıkar sağlaması konunun özünü oluşturmaktadır. Eğer yaygın bir rant aktarım riskinden söz ediyorsak bu durumda sorunun sadece oyunculardan değil oyunun kurallarındaki sorunlardan da kaynaklanması yüksek bir olasılıktır. Yasal metinlerin incelenmesine oyunun kurallarındaki boşlukların işaret edilmesi için bu kadar kapsamlı bir biçimde yer verilmiştir. Bu bölümde ise rant riskine konu olan kamu alımlarının dönem içerisindeki seyrine odaklanılmıştır.
Kamu ihaleleri birçok yönden hükümetler için kritik öneme sahip faaliyetlerden sayılır. OECD tahminlerine göre, kamu alımlarına konu olan işlemlerin hacmi, ülke GSYH’larının ortalama % 15’ine tekabül etmektedir. Bu yönü ile kamu alımları için önemli miktarda kamu kaynağı tahsis edilmektedir (CHP, 2010).

ŞEKİL1: Kamu alımlarının yıllara göre dağılımı

Kaynak: KİK yıllık kamu alım raporları üzerinden yazar tarafından hesaplanmıştır.

Türkiye’de 2003-2010 yılları arasında 4734 sayılı Kanun kapsamında gerçekleştirilerek KİK’e bilgi verilen ihalelerin toplam tutarı 377 milyar TL’dir. Bu ihalelerin 261 milyar TL’lik kısım açık ihale usulü ile yapılmışken 116 milyar TL’lik (% 31) kısım eksik rekabet koşulları altında, istisna yöntemleri ile gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’de 2003-2010 tarihleri arasında gerçekleştirilen kamu alımlarının incelemesinden yukarıdaki grafikteki sonuçlara ulaşılmıştır. Grafiğe bakıldığında kamu alımlarının 2003 yılından 2008 yılına kadar hızlı bir artış gösterdiği görülmektedir. Bu artış eğilimi 2001 krizi sonrasında uygulanan yapısal uyum programlarıyla azalan kamu alımlarının krizden çıkış ve yüksek büyüme döneminde hızla arttığını ortaya koymaktadır. Ancak sadece bu açıklama artış hızını açıklamakta yeterli değildir, aynı zamanda yeni kamu alım mevzuatının düzenlenmesinin ardından kamu kurumlarının 2005’e kadar yaptıkları ihaleleri KİK’e bildirmemeleri nedeniyle de sonraki yıllar için veriler hızlı bir biçimde artmış gibi görünmektedir. Dünya ekonomisinde yaşanan küresel krizle birlikte kamu alımları 2008 yılından 2009 yılına geçilirken sert bir düşüş yaşarken, hükümetin uyguladığı kamu yatırımlarını arttırarak küresel krizin etkilerini azaltma politikaları ile kamu alımları 2010 yılından itibaren tekrar artmaya başlamıştır. 2011 yılında kriz öncesindeki düzeyi aşarken, 2012 yılının ilk 9 ay rakamlarına bakıldığında 2012 yılında da bu artışın süreceği öngörülmektedir.

Kaynak: KİK raporları ve TUİK verileri kullanılarak yazar tarafından hesaplanmıştır
Şekil 2 kamu alımlarının Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya oranında yıllara göre meydana gelen değişimi göstermektedir. Grafiğe bakıldığında görünen en açık sonuç kamu alımlarının artış hızı GSYİH’nın artış hızından çok daha yüksek olmuştur. 2003 ve 2004 yılı verilerinin KİK kayıtlarında eksik olduğu kabul edilip dikkate alınmasa bile 2005 yılından 2008 yılına kadar kamu alımlarının GSYİH içindeki payının  iki katına çıktığı görülmektedir. Krizle birlikte ilk dönem uygulanan daraltıcı maliye politikaları ile birlikte oran düşerken 2010 yılından itibaren tekrar artmaya başlamıştır. 2012 yılının sonunda bu oranın % 9 seviyesine yaklaşacağı öngörülmektedir.

Şekil 3: Kamu alımlarının bütçe içindeki payının yıllara göre değişimi (%)

Kaynak: KİK raporları ve MB verileri kullanılarak yazar tarafından hesaplanmıştır.

Kamu alımları ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla arasındaki ilişki ikincil bir ilişki olduğu için kamu alımlarının bütçe içindeki payının değişimi daha doğrudan bir ilişkiyi analiz etmek için incelenebilir. Bu ilişkiyi gösteren Şekil 3’e bakıldığında bütçe içerisinde kamunun mal ve hizmet alımlarının payının hızla arttığı görülmektedir. Dönemin başında % 5’in altında olan kamu alımları/bütçe oranı 2008 yılında % 40’a yaklaşırken kriz sonrasında ise % 30 seviyesinde olmuştur. Şekil 3’e bakarak kamu alımlarının artış hızının bütçenin artış hızının yaklaşık 10 katı seviyesinde gerçekleştiği görülmektedir. Kamu hizmetlerinin liberalleşmesi, sağlık eğitim gibi alanlarda devletin özel sektörden hizmet satın alması gibi bu çalışmanın kapsamı dışında olan nedenleri olan bu artışın en önemli sonucu kamu gelirlerinin üçte birinin harcandığı alan olan kamu ihale sürecinin şeffaflığı ve bu süreçlerde rant aktarım mekanizmasının önünün kapatılmasının önemi artmıştır. Çünkü rant riskine konu olan iktisadi büyüklük on yıl içerisinde çok hızlı bir artış göstermiştir. Bu artış aynı zamanda eğer kamu alım süreçleri şeffaflığı daha yüksek olan açık ihale usulü ile yapılmadığında ve etkin bir denetim mekanizması kurulmadığında bütçenin üçte birinin GSYİH’nın yüzde % 10 yakın bir kısmından bir rant aktarım mekanizması kurulabileceğini göstermektedir.
Kamu kaynaklarının verimli bir biçimde kullanımını sağlamanın ve kamu alımlarında firmalar arasında ayrımcılık yapılmasını engellemenin yolunun ihale süreçlerinde şeffaflığın arttırılmasından geçtiği bu konudaki uluslararası metinlerde sıkça vurgulanmıştır. Saydamlık ilkesi, kamu yöneticileri için ahlaki bir öğüt değil, aynı zamanda 4734 sayılı Kanun’un 5. maddesi gereği bir zorunluluktur. Bu. maddenin başlangıcında “… İdareler, bu kanuna göre yapılacak ihalelerde; saydamlığı, rekabeti, eşit muameleyi, güvenirliği, gizliliği, kamuoyu denetimini, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlamakla sorumludur…” hükmü bulunmaktadır.
Şeffaflığı sağlamanın yolu ihale konusu işi yapmak isteyecek tüm potansiyel firmaların ihaleden haberdar olması ve ihaleye mümkün olduğu kadar çok firmanın katılması sağlanarak rekabet ortamının oluşması temel hedeftir. İhalelerde serbest rekabet sayesinde, kamunun en ucuz fiyata en yüksek kaliteyi alması amaçlanır. Rekabet düzeyi en yüksek olan ihale ise kanunda öngörülen ihale usullerinden açık ihaledir. Açık ihalelerde yolsuzluğun önündeki en önemli engel ihalenin şeffaf olmasıdır, bu engeli kaldırmanın en önemli aracı ise ihalenin usulüne uygun olarak duyurulmaması ve ihale şartnamesinde eksik yanlış bilgi verilmesi ya da ihaleye giren firmaların birini tarif eden özel şartların sağlanmasıdır.
Şeffaflık düzeyine göre sıralandığında ihaleler arasında yolsuzluk en yüksek olanlar KİK’in denetimi dışına çıkartılan istisnai alımlardır. Yukarıda yasanın en incelendiği bölümde istisna maddesinin artışının üzerinde durulmuştu. Rant riski yüksek bir ortamı yaratmanın en kolay yolu ilansız pazarlık usulü ihale (Madde 21/b) ya da doğrudan temin yöntemidir. Pazarlık usulü ihalede idare ihaleye katılacak firmaları kendisi belirlemekte ve diğer firmalar ihaleye davet edilmedikleri için bir risk oluşturmamaktadır. Doğrudan temin yönteminde ise idare, işi yapacak firmayı ve fiyatı doğrudan kendisi belirlediği için yolsuzluğun önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Ancak, doğrudan temin yönteminin uygulama alanları kanunla çok sınırlandırıldığı için yolsuzluk faillerinin bu uygulama dolayısıyla yakalanma ve ceza alma riski çok yüksektir. Şekil 4’te 2003 yılından itibaren kamu alımlarının yapılış yöntemlerine göre toplam içerisindeki payında meydana gelen grafik yer almaktadır. Grafikte açık ihale usulü yapılan ihaleler ve yolsuzluk riski daha yüksek olan açık ihale dışı yöntemlerin payları gösterilmektedir. Oranlar yıllara göre değişmekle birlikte kamu ihalelerinin yaklaşık % 30’unun şeffaflık düzeyi daha düşük olan usullerle yapıldığı açık bir biçimde görülmektedir.

Şekil 4: Şeffaflık düzeyine göre kamu ihalelerinin seyri

İhale yolsuzluklarının tamamının ortak özelliği, kamu görevlileri ile yapımcı firmaların yaptıkları gizli anlaşmalarla, ihalelerde fiyatın yükseltilmesi ve bu işlemler sonucunda ortaya çıkan rantın, kamu görevlileri (bürokrat-politikacı) ile yapımcı firmalar arasında bölüşülmesidir. Yolsuzluk yapan  kamu görevlilerinin ortak söylemi ise kamu ihale mevzuatında yer alan hükümler dolayısıyla hızlı, etkin ve verimli ihale yapılamamasıdır. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bir ihalede yolsuzluk yapılabilmesinin en kolay yolu, ihalenin rekabetten uzak gerçekleştirilmesi, planın parçası olmayan bağımsız ve tarafsız firmaların ihaleye girmelerinin engellenerek, eşit muamele ve rekabet ilkesinin ilk aşamada ortadan kaldırılmasıdır. Şekil 4’te yer alan açık ihale dışı yöntemlerin önemi bu nedenledir. Aşağıda yer alan Şekil 5’te ise açık ihale ve açık ihale dışı ihalelerin yıllara göre artış hızı yer almaktadır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimin yapıldığı 2007 yılı sonrasında şeffaflık düzeyi daha düşük olan açık ihale dışı yöntemlerin hızla arttığı açık bir biçimde görülmektedir. Grafikte yer alan veriler değerlendirildiğinde AKP’nin  10 yıllık tek parti hükümeti döneminin ortasında -gücü elinde tutup kaynakları paylaşan eski siyasal, iktisadi ve bürokratik elitlerin bir bölümünün tasfiye edilip yerine hükümetle bağları daha güçlü yenilerinin dahil olmasıyla birlikte- kamu alımlarında şeffaflık azalıp, rant kollama mekanizması güçlenmiştir. 

Şekil 5: Yıllara göre ihalelerin yapılış yöntemi bağlamında değişim hızı

Kaynak: Yazar tarafından KİK raporlarından hesaplanmıştır

Açık ihaleler ve açık olmayan ihaleler arasında tahmini bedel/maliyet oranın gösteren Tablo1’e bakıldığında açık ihalelerde fiyat kırım oranının çok daha yüksek olduğu açık bir biçimde görülmektedir.

TABLO 1: 2003 2012 Arasında ihalelerin Sözleşme Bedeli/ Yaklaşık Maliyet kırım oranları
2.003    2.004    2.005    2.006    2.007    2.008    2.009    2.010    2.011    2.012    Yatay toplam    Yatay Ortalama
Açık İhale    20    25    22    17    17    18    21    19    28    26    213    21,3
Belirli istekliler arasında    29    20    18    9    12    19    39    34    33    30    243    24,3
Pazarlık usulü    13    13    11    9    10    9    7    9    12    12    105    10,5

Kaynak: Yazar tarafından KİK raporlarından hesaplanmıştır

İhale usullerine ilişkin hem uluslararası raporlar hem de bu konuda yapılmış akademik çalışmalar açık ihale usulünün diğer ihale usullerine göre daha şeffaf ve kamu kaynaklarının daha etkin kullanımına katkı sağladığını göstermektedir. Bu konuda  Özçal, Onur, Taş (2012)’de Türkiye’de kamu alımlarını kapsayan bir inceleme yer almaktadır. Araştırma kapsamında, Türkiye’de 2005, 2006 ve 2007 yıllarında 4734 sayılı Kanun kapsamında gerçekleştirilen ve KİK’e bilgi verilen tüm ihale verileri kullanılmış, verilerin analizi sonucunda yapılan ihalelerde rekabet arttıkça (katılımcı sayısı) fiyatın düştüğü tespit  edilmiştir. Tablonun incelenmesinden de görüleceği üzere, 2003-2012 yılları arasında gerçekleştirilen ihalelerde, açık ihale ve belirli istekliler arasında ihale usulünde ortalama kırım oranı % 20’nin üzerinde gerçekleşmişken, pazarlık usulü ihalelerde bu oran ortalama % 10,5 olarak gerçekleşmiştir. Özetle, pazarlık usulü ihalelerde kırım oranı açık ihalelere göre yaklaşık iki katı (ortalama 10 puan) daha yüksek gerçekleşmiştir. Bunun üzerine pazarlık usulü ihalelerde yaklaşık maliyetlerin kasıtlı olarak yüksek gösterildiğini gösteren soruşturma raporları göz önüne alındığında bu rakamın daha yüksek olduğu görülmektedir.
Kamu alımları ile ilgili istisnai hükümlerin arttırılması, eşik değer uygulamasının suiistimal edilmesi gibi uygulamalar da ihalelerde rekabeti düşüren uygulamalar olarak AB ilerleme raporlarında eleştirilmiştir.
4734 sayılı Kamu İhale Kanunu ile getirilen yeniliklerinden ihalelerde yolsuzluğu önleme ve hesap verebilirlik ilkesine katkı yapacak en önemli düzenlemelerden biri şikayet hakkının verilmiş olmasıdır. Şekil 6’da kanunun yürürlüğe girdiği dönemden itibaren ihalelerle ilgili yapılan şikâyet başvurularının yıllara göre grafiği yer almaktadır. Grafiğe bakıldığında 2008 yılına kadar şikâyet sayısında düzenli bir artış olduğu görülmektedir. Bu durum  KİK’e bildirilen ihale sayısı ve kamu alımlarının miktarının artışı ile ilişkilidir. Azalmada ise KİK’e yapılan şikâyet başvurusunun yasa değişikliği ile aynı döneme geldiği görülmektedir. Yapılan değişiklikler ile ihalelere ilişkin şikâyet mekanizması kısıtlanırken, şikâyet edilmeden dava açılabilmesi de engellenmiş ve KİK’in denetim yetkisi önemli ölçüde sınırlandırılmıştır
KİK’in inceleme ve denetim yetkisi sadece şikâyet olması hali ile  sınırlandırılmıştır. Bu durumda basında bir ihale ile ilgili yolsuzluk iddiaları  çıksa ve iddialar somut delillere dayansa dahi KİK şikâyet olmaksızın  inceleme yapamamaktadır.

Kaynak: Yazar tarafından KİK raporlarından hesaplanmıştır

Yapılan değişikliklerle şikayet hakkının kısıtlanmasına rağmen şikayet sayısının 2010 ve sonrasında tekrar artması ise şikayet hakkının kısıtlanmasının kamu alım süreci aktörlerinin usulsüzlüğe daha fazla yöneltmiş olmasıyla ilişkili olarak açıklanabilir.

SONUÇ
Bu çalışma içerisinde KİK’in kuruluşu ve kamu ihale mevzuatındaki değişim IMF, DB, AB gibi uluslararası kurumların ve uluslararası sermayenin kamu hizmetlerinin piyasaya açılması talebi ve piyasada Türkiye siyasal sisteminin bir parçası olan seçmenini rant kollama mekanizmasıyla mutlu etmeye dayanan patronaj ilişkilerinin kısıtlanarak uluslararası sermayenin de piyasaya girebileceği düzeyde piyasa kurallarına bağlanmasıyla ilişkili olarak ele alındı. Kanunun yapılış sürecinde içinden geçilen ekonomik kriz nedeniyle IMF ve DB kredilerine olan bağımlılık yerel siyaset elitlerinin ve kamu bürokrasisinin uluslararası sermaye karşısında direncini kırmıştır. Ancak hem Türkiye ekonomisinin 2002 sonrasındaki yüksek büyüme hızı hem de özellikle 2008 yılında tüm dünyayı etkileyen küresel kriz 2002 sonrasında şekillenen yeni elite kamu alım süreçlerinde şeffaflığı azaltarak rant bölüşüm mekanizmasını tasarlama şansı vermiştir. Uluslararası sermaye ise bu duruma kendisinin girmeyi istediği büyük ihaleler için patronaj ilişkileri kurarak cevap vermiştir. ABD’de görülen ve ABD’li şirketlerin Türkiye’de ihale almak için rüşvet vermekle suçlandığı davalar bunun açık kanıtıdır. Bu davaların birinde sanıklardan birinin mahkemeye eğer Türkiye’de iş yapacaksanız bu durum kaçınılmaz diye savunma yapması konunun anlaşılmasına faydalı olacaktır. Sadece yurtdışında görülen davalarda değil yurt içinde de bu konuda önemli bilgiler ortaya çıkmıştır. 2013 yılı bütçe görüşmeleri sırasında TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu üyelerinin sorularını yanıtlayan KİK Başkanı Mahmut Cürses ihalelerin sadece % 4’ünü denetleyebildiklerini açıklamıştır.
2012 yılının Nisan ayında göreve başlayan KİK Başkanı Mahmut Cürses, yapılan kamu ihalelerinin birçoğunun Kurulun gündemine gelmediğini belirterek, “Yapılan her 100 ihaleden 4’ü bize geliyor, sadece 4’ünü inceleyip karara bağlayabiliyoruz. Denetimini yaptığımız her 100 ihaleden 82’si ise herhangi bir şikayete meydan vermeden ve mahkemeye gitmeden sonuçlanıyor. Denetlenen ihalelerle ilgili kararlarımızın yüzde 19’u yargıda aleyhimize sonuçlanıyor” diyerek yapılan değişikliklerle kamu alımlarında yaşanan denetim sıkıntısını ortaya koymuştur. KİK Başkanın açıklamasındakine benzer sonuçlar Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu raporunda da yer almaktadır. Örnek olaylarla bu konuda yaşanan yolsuzluklarla ilgili iddialara bu çalışmada yer verilebilirdi ancak buradaki amaç yolsuzluk olduğunu ortaya koymak değil yolsuzluk riski yaratan bir kurumsal yapının varlığına işaret etmek olduğu için örnekler çalışmanın dışında tutuldu.
Sonuç olarak kamu alımları 2003 yılından itibaren hızla artmış ve GSYİH içindeki payı % 10’a yaklaşmıştır. Bu artışla birlikte denetim ve şeffaflığın önemi artarken kamu alım mevzuatı 2003 sonrasında yapılan değişikliklerle rant aktarım mekanizması ve yolsuzluklara daha da açık hale getirilmiş uluslararası sermeye ise bu konuda kendini ilgilendiren ihalelerle ilgili sorunları aşmaya odaklanmıştır. Bu durum ise bugün bu rant aktarım mekanizmasının parçası olanların neredeyse hepsi –yargı ve güvenlik bürokrasisi, ulusal ve uluslararası burjuvazi– henüz birbirlerini terk edip yeni bir yol aramaya açık bir biçimde girişmedikleri için üstü örtülerek sürdürülebilmektedir. Ancak hem ekonomideki toparlanmaya başlayan kriz bulutları hem de iktidar bloğu içerisinde dış politika başta olmak üzere daha açık bir biçimde görünür hale gelmeye başlayan çekişmeler bu yolsuzluk ve rant aktarım mekanizmasının üzerindeki perdenin korunmasını zorlaştırmaktadır. Bu saadet zincirinde meydana gelecek küçücük bir çatlak büyük yolsuzluk skandallarının ortalığa saçılmasına yol açmaya adaydır. Bu nedenle bu mekanizmayı anlamaya çalışmak da teşhir etmeye çalışmakta bugünün önemli politik sorumluluklarından biridir.

KAYNAKÇA
AB, 2002, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2002”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2003, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2003”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2004, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2004”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2005, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2005”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2006, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2006”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2007, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2007”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2008, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2008”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2009, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2009”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2010, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2010”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2011, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2011”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2012, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2012”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
Ateş, Yaşar. 2010.  “Kamu İhale Kanunu’nun kapsamı, istisnalar ile Kanun’da yapılan değişiklikler ve yeni kanun taslağının getirdikleri” Dış Denetim, Ekim, Kasım Aralık 2010, http://www.sayder.org.tr/e-dergi-kamu-ihale-kanununun-kapsami,-istisnalar-ile-kanunda-yapilan-degisiklikler-ve-yeni-kanun-taslaginin-getirdikleri-9-16.pdf(Erişim Tarihi 15.12.2012.)
CHP, 2010.  “Yolsuzluğun Kitabı – 1:KAMU ALIMLARI”
http://www.chp.org.tr/wp-content/uploads/kamualimlari.pdf, (Erişim Tarihi 15.12.2012.)

DDK, 2010 Düzenleyici ve Denetleyici Kurumların Oluşumu, Teşkilatı, Yetki ve
Görevleri, Denetlenmeleri ve Kurul Üyeleri ile Çalışanlarının Statüsüne İlişkin Hususların İrdelenmesi
Gül, Hasan. 2012. “Türk kamu alımları sisteminde kamu
İhale Kurumunun yeri ve artan önemi” Dış Denetim, Ekim, Kasım Aralık 2010, http://www.sayder.org.tr/e-dergi-turk-kamu-alimlari-sisteminde-kamu-ihale-kurumunun-yeri-ve-artan-onemi-9-1.pdf(Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Işık, Aslı. “Kamunun yaptığı her ihaleden sadece 4’ünü KİK inceliyor” Akşam, 10 Aralık 2012 http://www.aksam.com.tr/kamunun-yaptigi-her-ihaleden-sadece-4unu-kik-inceliyor–153240h.html erişim tarihi 20.12.2012
Kamu İhale Kurumu, 2004. “2003 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2005. “2004 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2006. “2005 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2007. “2006 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2008. “2007 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2009. “2008 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2010. “2009 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 20011. “2010 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2012. “2011 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2012. “2012 İlk 9 Ay Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kanunu
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)   
Sayıştay Kanunu
http://www.sayistay.gov.tr/mevzuat/6085/07%206085%20TBMM%E2%80%99de%20Kabul%20Edilen%20Yeni%20Say%C4%B1%C5%9Ftay%20Kanunu.pdf  (Erişim Tarihi 15.12.2012.)

Mısır, darbe ve tartışmalar

Mısır’da olup bitenler, nedenleri çok iyi anlaşılabileceği gibi, ülkemizde de yakından takip ediliyor. Mısır’daki darbe üzerine yapılan tartışmalar ise, genellikle bu ülkede olup bitenin nesnel bir değerlendirmesinden çok, ülkemizdeki politik bölünmüşlük ve bu bölünmüşlükte saf tutmuş tarafların konumları üzerinden yürüyor. Oysa Mısır’daki gelişmelerin ne anlama geldiğini açıklamak ve kavramak, ancak bu ülkede olup bitenin gerçek boyutlarının ortaya konulması ile olanaklı. Gelişmelere Mısır’daki ideolojik, politik bölünmenin sınırlarına hapsolarak değil, darbenin Mısır iç ve dış politikasında taşıdığı anlam üzerinden bakıldığında söylenecek olanlar, oradaki durumu daha net bir biçimde ortaya koyacaktır.
Konuya kısa bir özetle girmek yararlı olacak. Tunus’ta başlayan ve “Arap Baharı” diye adlandırılan, aslında her birisinin kendi koşullarında değerlendirilmesi gereken hareketlerin en önemli durağı Mısır’dı. Halk hareketi Mübarek’in yaklaşık 30 yıllık diktatörlüğüne son verdi. Bu, hiç kuşkusuz politik bir devrimdi. Ancak bu devrimi gerçekleştiren halk güçleri merkezi ve birleşmiş bir örgütlenmeden ve net politik hedeflerden –Mübarek’in gitmesi dışında– yoksundu. Bu durum halk hareketinin temel bir zaafıydı ve ne politik devrimin iç gelişmesi, yani bu devrime etki eden güçlerin durumu, ne de sonrasında gelişen süreç halk hareketinin yukarıda belirtilen temel zaafından etkilenmezlik edemezdi.
Bu söylediklerimizi biraz açarsak, durum şöyle gözüküyordu: Halk kitleleri Mübarek diktatörlüğüne karşı alanları doldurmuş, başlangıçta harekete katılmayan Müslüman Kardeşler (MK) de bir süre sonra bu hareket içerisinde yerini almıştı. MK, sonradan katılmasına rağmen, muhalefetin en örgütlü kesimini oluşturuyordu. Halkın büyüyen öfkesi, artık Mısır’da Mübarek yönetiminin olanaklı olmadığını yeterince anlaşılır bir biçimde ortaya koyuyordu. Mübarek yönetimini destekleyen güçler, yani Mısır ordusu ve onunla çok sıkı ilişkiler geliştirmiş olan ABD emperyalizmi Mübarek’in ardından desteklerini çektiler ve halk hareketinin kazanımlarını bir “at değişikliği” ile sınırlamaya, yönetimin temel yönünü ve mekanizmalarını güvenceye almaya, halk hareketini bu yolla dizginlemeye çalıştılar.
ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin Mübarek’in devrilmesinin ardından “Mübareksiz bir Mübarek rejimi” hesapları o dönem için tutmamış olsa da, bu durum, Mübarek’in gönderilmesinde rol almış olan ordunun, temel bir politik aktör olarak, halkın önemli bir kesimi tarafından kendi üzerindeki güç ve etkisinin benimsenmesine, ordu hakkında yanılsamalı düşüncelerin yayılmasına da kapıyı araladı. Ardından seçimler yapılmak zorunda kalındı ve muhalefetin en örgütlü gücü olan MK adayı Mursi, ilk turda ancak yüzde 26 civarında oy alabildi. Bu oran, MK’nın toplumsal destek ve dayanağı konusunda genel bir fikir vermektedir. İkinci turdaysa, Mursi, yaklaşık iki puan farkla, Mubarek’in eski Başbakanı olan muhalefetin diğer kesimin adayını geçmeyi başardı. Burada seçimlere katılımın da oldukça düşük olduğunu, seçmenlerin yaklaşık yarısının oy kullanmadığını, 22 milyonluk “defol” imzası toplanır ve 40 milyonluk “Mursi istifa” gösterileriyle meydan ve sokaklar doldurulurken “sandık” ve “sandığın meşruiyeti”ne, “yarıdan fazla oy aldığı”na ilişkin bütün çekiştirmeli iddialara karşın Mursi’nin ikinci turda aldığı toplam oyun da ancak 13,2 milyon olduğunu hatırlamak gerekir.
Mursi iktidarı hem ekonomik olarak halkın beklentilerini karşılayamaması nedeniyle, hem de attığı politik adımlarla halkın hoşnutsuzluğunu derinleştirdi. Anayasa sorunundaki dayatmacı tutum, ülke yönetiminde yeni bir otokratik diktatörlüğe doğru gidişin belirtileri, İslami kuralların toplumsal yaşamda görünür biçimde öne çıkarılarak uygulanmaya başlaması halk tepkisini büyüttü. Halk hareketi onurlu ve insanca bir yaşam, demokrasi yönünde bir gelişme için Mübarek’i götürmüştü. Ama şimdi bu idealleri elinden alınıyor, daha geri bir yaşam biçimine zorlanıyordu. Açıkçası, Mübarek’i götüren halk hareketinin kendi içindeki politik  bölünmüşlüğü, şimdi karşıt cephelerde açıkça mevzilenme biçimine dönüşmüştü. Şimdi artık bölünme Mursi yanlıları ve karşıtları biçimde görünüyordu.
İçeride bunlar olurken, Mısır’ın dış politikasına da bir göz atmak gerekiyor. ABD emperyalizmi açısından Mısır, Ortadoğu’da mevcut gerici statükonun korunmasında en stratejik Arap ülkesiydi. Mısır’da halk hareketinin ilerlemesi ve gelişmesi, ABD çıkarlarına darbe vuran, İsrail’in güvenliğini tehlikeye atan bir gelişme olacaktı. Mursi yönetimi ABD ve İsrail ile yapılmış olan temel anlaşmalardan hiçbirine dokunmamasına ve bir uzlaşma ile işi götürme eğiliminde olmasına rağmen, özellikle halk kitlelerinin baskısıyla bu politikayı ne kadar süre devam ettirebileceği konusunda belirsizlikler taşıyordu. Kitleler doğal olarak Filistinlilere sempati duyuyor, onlarla dayanışma içinde olmayı istiyor, İsrail’e karşıt bir pozisyonda bulunuyorlardı. Bu durum, ABD ve İsrail açısından potansiyel bir tehdit oluşturuyordu. Mısır, bu haliyle, Ortadoğu’da ABD ve İsrail’in çıkarlarının savunulması açısından “bir zayıf halka” görünümündeydi. Müslüman Kardeşler’in halk üzerinde denetimi sağlayamadığı, üstelik on milyonlarca Mısırlının sokakları doldurarak eylemli olarak MK hükümetine karşı ayağa kalktığı durumda, ABD’nin öncelikli tercihinin perde gerisinde ordunun ipleri elinde tuttuğu bir yönetim biçiminden yana olacağı çok açıktı.
İşte bu iç ve dış koşullarda Mursi ve MK karşıtı gösteriler yaygınlaşmaya başladı ve ciddi bir kitleselliğe de ulaştı. Gelişmeler, halkın ilk atılımında eksik bıraktığı hedeflerin gerçekleştirilmesi yönünde ilerleme eğiliminde olduğunu gösteriyordu. Mursi yönetimi ya uzlaşma yönüne gidecek ya da halk hareketi tarafından süpürülecekti. Gelişmelerin bu yönde ilerleme ihtimali giderek güçleniyordu. Ama halkın bağımsız hareketinin ve inisiyatifinin gelişmesi, en başta ordu etrafında kenetlenmiş olan egemen sınıf kliklerini ve kuşkusuz emperyalistleri rahatsız ediyordu. Kitleler sokaktayken, ordu ilk devrimde açtığı ve yerleştiği gediği genişletmeye ve ön safa doğru ilerlemeye başladı. Önce göstermelik bir uzlaşma çağrısı yapıldı, ardından darbe geldi, ordu yönetime el koydu. Ama Mısır’ın politik koşulları artık eskisi gibi değildi ve ordu diktatörlüğün yönetimini elinde toplamasını maskeleyecek mekanizmalar –bazı muhalif kesimlerin yönetime katılması vb. gibi– kullanma ihtiyacı duydu.
Tam da burada, halk içindeki bölünmenin trajik sonuçları ortaya çıkmaya başladı. Mursi’ye ve MK’ya muhalefet eden kesimler tereddüte düştüler ve alanlardan çekildiler. Bu kitlelerden bir kesimi açıkça “dinci bir yönetimi engelleme kaygısı ile” darbeyi desteklerken, bazı kesimleri de yanılsama içinde sessizliğe büründü. Halk kitleleri açısından görünen tablo şuydu: Mübarek rejimine karşı birleşmiş gibi görünen halk yığınları farklı politik amaçlar güden taraflara bölünmüştü. Halk yığınları, bir yanda ezilen ve baskı altında tutulan alt sınıflar, diğer yanda ezen ve baskı altında tutan üst sınıflar olarak değil, politik, ideolojik konumlarına ve görüşlerine göre bölündüler. Bu durum askeri rejime kendisine karşı çıkan güçlere karşı açıktan saldırma cesareti verdi ve katliamlar gerçekleştirildi ve gerçekleştiriliyor.

DARBE HALKA KARŞIDIR
Halkın bölünmüşlüğü, Mursi yönetiminin atmak istediği adımlar vb. böylesi bir darbeye haklılık ve meşruluk kazandırır mı? Bu soruyu, tereddütsüz olarak “hayır” diye yanıtlamak gerekiyor. Bugün darbeciler sadece MK’ya karşı şiddet uyguluyorlarsa da, onların yeniden sağlamlaştırmak istedikleri yönetim biçimi, halk hareketinin cephesinde gedikler açtığı, yer yer felç ettiği Mübarek rejiminin yeni bir versiyonudur. Darbe yönetimi sokağa çıkma yasağı koyarak, göstericilerin üzerine pervasızca ateş açarak, grevleri yasaklayarak işçi ve emekçi halka karşı tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Bu rejim tüm halka karşıdır ve Amerikancıdır. Mısır halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesi çizgisinin terkedilmemesi gerekiyor. Amerikancı askeri darbe ile de, MK’nın gerici amaçları ile de hesaplaşmak, hiç kuşku yok ki Mısır işçi ve emekçilerin görevidir ve onlara bu konuda güven duyulması gerekir.
Unutmamak gerekir ki, Mısır halkı, özellikle halk hareketi ve devrim günlerinde önemli politik tecrübeler edinmiştir. Bu durum, bağımsız gelişebilecek bir halk hareketinden korku duyulmasını da beraberinde getirmiştir. Halk hareketinden duyulan bu korku, sadece darbeciler için değil, halkı dinsel ideolojinin körlüğüne, dar kalıplarına hapsetmek isteyen MK için de geçerlidir.
MK’nın politik durumunu ve gerici hedeflerini ileri sürerek Amerikancı bir darbenin haklılığı ve meşruluğu üzerine güzellemeler yapmak, kuşkusuz devrimci ve sosyalist güçlerin işi olmamalıdır. Böylesi bir tutumun, Taliban yönetiminden dolayı Afganistan’ın işgali ve yıkılmasını desteklemekten, Saddam diktatörlüğü gerekçesiyle Irak’ın işgalinin desteklenmesinden, Esad rejimi nedeniyle Suriye’nin yıkımını desteklemekten özünde bir farkı bulunmamaktadır. Bir taraftan dış güçler doğrudan işin içinde ve darbenin arkasındadır. Diğer taraftan Mısır’da bunu onlar (ve işbirlikçi egemenler) adına yapacak bir “iç güç” olarak ordu bu yıkım görevini üstlenmiş, eski rejimi tamir etmeye soyunmuştur.
MK ile hesaplaşacak olan Mısır halkıdır ve onlar zaten bu hesaplaşmayı başlatma olgunluğuna erişmekte olduklarını eylemleriyle ortaya koymuşlardı. Mısır’da yapılan darbeye karşı çıkmak, MK’nın gerici yönelimini ve iktidarını desteklemekle özdeştirilebilmekte, darbeye karşı çıkanlar MK’yı desteklemekle suçlanabilmektedirler. Oysa karşı çıkılan darbenin kendisi ve onun tüm Mısır halkı üzerinde kurmak istediği otokratik diktatörlük yönetimidir. Savunulan ise, Mısır halkı ve onun kendi kaderini kendisinin ele almasıdır. Dahası, darbeye karşı çıkılmasının nedeni, iktidarın yeniden Mursi ve MK’ya verilmesini savunmak değil, Mısır halkının kendi politik olgunluğunun gelişebileceği bir yolun açılması, demokratik bir zeminin geliştirilmesini savunmaktır. Darbeye karşı çıkmak, şimdiden başlamış olan işçi ve emekçi halk üzerinde estirilecek terörü ve şiddeti engellemeye çalışmak anlamına gelmektedir. En önemlisi de, darbeye karşı çıkmanın işçi ve emekçi halkın kendisi için demokrasi ve özgürlük mücadelelesini yükseltmesi, kendisini savunması anlamına gelmesidir.
Mısır iç poltikasının ve siyasi geçmişinin durumu karmaşıklaştırdığı ve bazı sorunları bulandırdığı bir gerçektir. Bu sorunların başında ise, laiklik ve dincilik sorunları gelmektedir. Buradan bakıldığında, gerek Mısır’da, gerekse de ülkemizde “laikçi” diyebileceğimiz kesimlerin açıkça ya da üstü örtülü olarak darbeyi destekledikleri görülebilmektedir. Bu kesimler, sorunu, “gerici kalkışmanın bastırılması” olarak görmekte –İP, ulusalcılar vb.– ve öyle göstermek istemektedirler. Mısır gibi bir ülkede bu tür bir “laikçilik”in ABD uşaklığı anlamına geldiği, bölgedeki ABD stratejisine bağlanıp ona hizmet ettiği üstü örtülemez bir gerçektir. Burada “laikçilik” adına anti-emperyalizm çöpe atılmaktadır ve diğer taraftan Amerikancı “laikçi” kesimlerin ise zaten anti-emperyalizm diye bir sorunları bulunmamaktadır. Bu kesimler darbeci general Sisi’nin şahsında ilerici ve yurtsever bir Nasır portresi görmek istemekte, bu nedenle tarihsel ve sosyal gelişmeleri, onun ortaya çıkış koşullarını bilinçli olarak çarpıtmaktadırlar.
Öte yandan başta AKP olmak üzere neoliberal siyasal İslamcılar ise, Mısır darbesinin Mursi ve Mısır siyasal İslamcılarının iktidarını ve bu iktidarın “demokratik meşruiyeti”ni ortadan kaldırmayı hedeflediğini, dolayısıyla “darbe karşıtlığı” ve “demokrasi savunuculuğu”nun Müslüman Kardeşler ve iktidarını savunmakla eşanlamlı olduğunu ileri sürmekte, halkla MK’yı eşitlemekte, halkı ve demokrasiyi savunmanın MK’yı savunmayı gerektirdiğini öne sürerek darbe–demokrasi ve halk-MK ilişkisini isteyerek ve bilerek çarpıtmaktadırlar.
AKP, aslında, Mısır ve Sisi darbesi üzerinden iç politika yapmaktadır. Amaç, Haziran’da kendisine karşı ayağa kalkmış ve bastırılıp ezilememesi ama ancak geri çekilmesi nedeniyle sonbaharda yeniden ayağa kalkma ya da kaldığı yerden devam etme ihtimali olan, AKP tarafından bu ihtimal çoktan “Eylül sendromu” olarak ölümcül korku düzeyine yükseltilen halkın demokratik direnişini, Türkiye demokrasi güçlerini karalayıp köşeye sıkıştırmaktır. Bu amaçla, AKP, daha Haziran Direnişi günlerinde –TGB, İP türü ulusalcı Ergenekon savunucularının tutumlarını ileri sürerek– direnişe geçen halkı darbecilikle suçlamayı denemiş, ama halkın, direnişçilerin apaçık demokratik tutum ve yönelimleri dolayısıyla bu tutmamıştır. AKP, “sıcak” bir gelişme olarak Mısır darbesinin, yeniden “darbe” kozunu kullanarak, kendi otaritarizmine karşı ayağa kalkanları karalamak üzere bir bahane sağladığını düşünerek, Türkiye’de, “darbecilik” ve darbe karşıtlığı propagandasına hız vermeye, karşıtlarını darbecilikle suçlayarak, kendi saflarını buradan düzenlemeye yönelmiştir. Başbakan’a ve AKP’ye göre “Batı” “bölgede güçlü bir Türkiye istememektedir”. Başbakan Erdoğan, uluslararası medya, BM Güvenlik Konseyi ve Amerika, AB’siyle “Batı”ya yönelik yaptığı “darbeye darbe demiyorlar” eleştirisinde, “Bugün Mısır’da oynadıkları oyunu yarın çıkacaklar, başka bir İslam ülkesinde oynayacaklar. Bugün Mısır ama belki yarın Türkiye’yi karıştırmak isteyecekler.” tezini işleyerek, Mısır darbesiyle Türkiye ve Türkiye’deki AKP’ye yönelmiş toplumsal hareket arasında paralellik kurmakta, açıktan sıranın Türkiye’ye geldiğini söyleyerek, darbeciliğin Türkiye’de tekrarlanmak isteneceğini ileri sürmekte, en başta tabanını, “Eylül’de patlayacağından korktuğu halk hareketine karşı hazırlamaktadır. Ama sadece tabanını değil, şimdiden darbecilik korkuluğu sallayarak, eskiden darbeciliğe karşı yedeklediği bir takım liberal çevreler gibi ara güçlerin kafasını karıştırmaya ve darbeci yaftası asmakla ürkütmeye yönelmekteve kafalarını karıştırmanın ötesinde, bizzat direnişe geçeceğinden çekindiği halk ve demokrasi güçlerini bugünden suçlu ilan etmektedir. ve “Darbe karşıtı” ve yalnızca darbe karşıtlığına indirgenmiş “demokrasi yandaşı” olan Mursi ve Müslüman Kardeşlerdir, Erdoğan ve AKP’dir! Onlar “seçilmişler”dir; “sandık”tan çıkmışlardır, yarıdan fazla oy almışlardır, “meşru” olan onlardır! Tahrir’de, Kahire ve İskenderiye’de, Gezi’de, İstanbul ve Ankara’da, Hatay’da halka saldırmak, öldürmek yalnızca onların hakkıdır. Hem Mursi ve MK, hem de Erdoğan ve AKP bu haklarını kullanmışlardır ve bu haklarını kullandıkları için suçlanamazlar, çünkü “meşruiyet” onlardadır! Bu propaganda ve politikasıyla AKP, ne kadar saldırgan ve anti demokratik tutum alarsa alsın, “demokrasi”nin kendi “tapulu malı” olduğunu ve bunu kimsenin elinden alamayacağını, almaya çalışanın darbeci sayılacağını şimdiden ilen etmektedir. Tabii ki bu oyunun bozulması gerekmektedir. Mısır’da da Türkiye’de de darbeciler bugüne kadar asıl olarak halka ve halk güçlerine saldırmışlar, halkın inisiyatifini kırmak üzere hareket etmişler, halka karşı egemenlerin “borusu”nu çalmışlardır. Öyleyse Türkiye’de olduğu kadar Mısır’da da derbe ve darbecilere karşı çıkmanın siyasal İslamcıların eline terkedilmemesi gereği tartışılamaz. Türkiye’de eskiden –27 Nisan günlerinde– kullanıp kendisini ihya ettiğini kendi deneyiyle sınavdan geçirdiği “askeri vesayet ve darbe karşıtlığı” silahı AKP’nin elinden alınarak Erdoğan ve partisi silahsızlandırılmalı; bu aynı silahı Mısır ve Sisi darbesi üzerinden yeniden kullanarak, halkı bu kez sadece aldatmasına değil ama saldırıp ezmesine izin verilmemelidir. Bunun yolu, Aydınlık-İP gibilerinin açıktan, “meşru değil, ama haklı” diyen TKP gibilerinin az-çok üstü örtülü olarak Mısır darbesini onaylayan yakklaşım ve tutumlarını kesinlikle ve net biçimde reddetmek ve Sisi darbesine tartışmasız olarak karşı tutum almaktır. Bu tutumun tamamlayıcı bileşeni, Mısır’da halkı hedefine koyan anti demokratik ve halk karşıtı MK çizgisinin çıkar yol olmadığının açıklanması olabilir, öyle olmalıdır.
Mısır bugünlerde ateş ve kan içinden geçiyor. Bu sürecin Mısır halkı üzerinde kalıcı etkiler yapmaması beklenemez. Kuşkusuz bu etkiler çok yönlü olacaktır ve şimdiden belli olan bir şey varsa, o da, Mısır’ın yeniden eski Mısır olmayacağıdır. Halk hareketinin gelişme özellikleri ve talepleri dikkate alındığında, bu hareketin başlıca iki noktada ilerleme ve gelişme göstereceğini tahmin edebiliriz.
İlk olarak: Mısır’ın ilerici ve devrimci güçleri, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık isteyen halk kesimleri nasıl Mursi yönetimiyle hesaplaşma işine yönelmişlerse, mevcut darbe yönetimle de hesaplaşmak zorunda kalacaklardır. Onlar içinde yanılsamalar içinde olan kesimlerin ülkede olup bitenler konusunda ciddi deneyimler edinecekleri, bu tecrübeleri gelecek mücadeleleri için kullanacaklarını öngörebiliriz.
İkinci olarak: MK’yı destekleyen halk kesimleri, anti emperyalist, anti-Amerikan bir tutum alınmadan, halkın diğer kesimleri ile onların kaygılarını ortadan kaldıran uzlaşma ve anlaşma başarılmadan bağımsız ve demokratik bir ülke kurulamayacağını anlamak durumundadırlar. Emperyalizm ve ABD karşısındaki her tereddüt, uzlaşmayı içinde barındıran her tutum, bağımsız, onurlu bir ülke idealinden uzaklaşmak anlamına gelecektir. Bu gelişmenin MK’nın üst yönetiminde olmasa da, onları destekleyen halk kesimleri içinde ciddi gelişmelere ve kırılmalara yol açacağını öngörmek gerekiyor. Bugün MK’yı destekleyen halk kesimlerinin çoğunluğunun daha ileri bir tutuma sahip olmak gerektiğini anlayacakları bir süreç başlamaktadır. Politik ve ideolojik bölünmeler ne kadar keskin olursa olsun, darbenin kurbanları farklı taraflarda görünen işçi ve emekçi yoksul halktır. Darbecilerin tüm zorlamalarına karşın halk yığınlarının karşı karşıya gelmemeleri, Mısır’daki hareketin geleceği açısından olumlu bir işarettir. Eğer MK’nın peşinden giden halk kesimlerinin olup bitenden çıkaracakları tecrübeler olacaksa, bu tecrübelerin, öncelikle yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan tutumlar temelinde olacağı düşünülebilir.

DARBE KARŞISINDA ABD, AB VE TÜRKİYE
ABD ve AB’nin darbe karşısındaki tutumlarını iki yüzlülükle eleştirmek oldukça hafif bir eleştiri olacaktır. Onlar darbeyi açıkça destekleyemiyorlarsa, bunun nedeni, bu durumun kendilerini dünya halkları karşısında çok zor durumda bırakacak olmasıdır. Darbecilerin vahşeti ve katliamları, özgürlük ve demokrasi üzerine her fırsatta büyük laflar eden ve bağımlı ülkeleri bu konuda sınava çekenlerin açıktan savunabilecekleri bir durum değildir. Ama bu ülkelerin tutumları alttan alta darbeyi desteklemek, açıktan ise, suya sabuna dokunmayan eleştiriler yöneltmektir. ABD, Mısır Ordusu ile çok sıkı bir askeri işbirliği içindedir ve bazı tankların ve uçakların montajı Mısır’da yapılmakta, her yıl binlerce Mısır subayı ABD’de eğitim almaktadır.
Darbecilerin Mısır’ı kan gölüne çevirmeleri karşısında ABD’nin bütün yaptığı, bazı ortak işleri göstermelik olarak iptal etmek olmuştur. ABD, soruna, diğer sorunlarda olduğu gibi, bütünüyle stratejik emperyalist çıkarları açısından yaklaşmaktadır. Bu çıkarlar, ABD’nin bölgedeki etkinliğini, İsrail’in güvenliğini sağlamayı, Arap halklarının bağımsızlık yönündeki adımlarını kontrol altına almayı hedeflemektedir. Süveyş Kanalı, gerek petrolün, gerekse ticari malların geçişi için stratejik bir su yoludur, ve ABD, hem kendi çıkarları için, hem de bekçiliğini yaptığı dünya emperyalizmi için bu bölgenin denetimini elinde bulundurmayı hayati bir sorun saymaktadır. Ayrıca bugün Ortadoğu’nun statükosu açısından olduğu kadar, İsrail’in güvenliği açısından da Mısır’ın kontrol altında tutulması gerekmektedir. ABD’den “Mısır’a yapılan askeri yardımın askıya alındığı” yönünde haberler gfelmektedir; ancak en son Obama, Mısır’daki gelişmelerin değerlendirilmesine devam ediliğini ve darbeye “darbe” denmediği gibi, askeri yardımların akışında da şimdilik bir değişme olmadığını açıklamıştır. Ve üstelik Mısır’a askeri yardımın kesintiye uğramasından kaçınılamasa bile, pratik tecrübelerden biliniyor ki, askeri yardım yapmanın pek çok gizli ve örtülü yolu var ve ABD bu yolları kullanmakta da oldukça ustadır. Bu yöndeki haberlerin ve kaçınılamayıp askeri yardımlar kesilse bile bu yöndeki bir gelişmenin, ABD’nin Mısır darbecileri ile ilişkilerini etkileyeceği beklenmemelidir.
AB ise havanda su dövmektedir. AB askeri alan dışında Mısır’a en fazla finansal yardım yapan, borç veren kurumdur. Mısır için 5 milyar dolarlık yeni bir “yardım” ve borç paketi hazırlanmaktaydı. Bu yazı yazılırken, AB dışişleri bakanlarının bunun iptal edilmesi için  toplanacakları açıklandı. AB içerisinde etkili pozisyonda olmayan birkaç ülke darbeyi kınamıştır. AB ise, bir kurum olarak, darbeye karşı açık bir tutum almamıştır. Darbecilerin katliamlara yönelmesinin ardından, Almanya’dan “durumu yeniden değerlendirmek” –Merkel– gerektiğini belirten açıklamalar yapılmaktadır. Kuşkusuz kınamalar ve karşı çıkmalar olacaktır. Çünkü olup bitenler savunulamayacak şeylerdir. Ancak bütün bunların sözde kalacağı, sadece kamuoyunu yatıştırmak için “diplomatik” bir görevin yerine getirilmesi olarak yapılacağı çok açıktır. Mısır’la ilişkiler kuşukusuz “alt düzeyde” devam edecek, ancak bu ilişkilerin nitelikleri değişmeyecektir.
Diğer büyük devletlerin tutumları da farklı değildir. Darbecilerin katliamlara yönelmeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin göstermelik olarak toplanmasına yol açtı. Ama bu toplantıdan, bilindiği ve tahmin edildiği gibi, hiçbir sonuç çıkmadı. Zaten Rusya ve Çin de daha çok öncesinde darbeciler tarafında yer almışlardı. Büyük devletlerin dış politikalarını belirleyen ilkeler “ahlaki ve vicdani” ilkeler değil, stratejik çıkarlar ve güç ilişkileridir. Bu gerçek Mısır darbesi dolayısıyla bir kez daha görülmüş oldu.
ABD ve AB, özellikle AKP Hükümeti tarafından darbeye darbe diyememekle eleştirilmektedir. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP Hükümeti ve onu destekleyen kesimler, Mısır’da yaşananlarla Türkiye’de Haziran ayı boyunca yaşanan halk hareketi arasında paralellik kurmakta, demokrasi ve özgürlük isteyen güçleri darbecilikle, darbeye zemin hazırlamakla suçlamaktadırlar. Üzerinden iç politika yapmakta olduğu dış (Mısır) politikasındaysa, Hükümet, Müslüman Kardeşleri savunarak ve onu demokrasi ve darbe karşıtlığının temsilcisi sayarak, darbe karşıtlığıyla MK yandaşlığını özdeşleştirerek, darbeye karşı çıkmakta ve tüm dünyayı bu konuda aynı tutumu almaya çağırmaktadır. Hükümetin bu tutumu büyük bir iki yüzlülüktür ve demogojiye dayanmaktadır.
Olgular ortadadır: Otokratik diktatörlük eğilimleri taşıyan bu hükümetin kendisidir ve Haziran’daki halk hareketine gazlarla ve şiddetle saldıran, göstericilerin öldürülmesine yol açan yine kendisidir. Burada palalılar ve sopalılar göreve çağrılmış, Mısır’da ise bu işi doğrudan ordu ve “baltacılar” üstlenmişlerdir. Mısır Ordusunun halk hareketine müdahale konusunda AKP Hükümeti’nin taktiklerinden yararlandığı açıktır. İki ülke arasındaki fark, toplumsal ve politik gelişmişlik düzeyinin farklılığı, Mısır’daki tablonun daha ağır olmasına neden olmuştur. AKP Hükümeti ülkede demokrasi ve özgürlüğü savunmadığı gibi, Mısır’da darbeye karşı çıkmasının nedeni de orada demokrasi ve özgürlüğü savunması değildir. Mursi ve MK halk hareketinin kazanımları üzerinden değil, dinle harmanladıkları kendi gerici politik düşünceleri temelinde ilerlemeyi tercih ettiler. Bu tercihte demokrasi ve özgürlük yolunda ilerlemek bulunmuyordu. Bu yönelim ise, halk yığınlarının bölünmesine, Mursi ve MK’nın yapmak istediklerine karşı derin hoşnutsuzluğun ortaya çıkmasına neden oldu. Darbecilerin bu hoşnutsuzluğu ve öfkeyi kullandıkları, ama bunu yaparken, sadece Mursi ve MK’yı hedefe koymadıkları, bütün halkın özgürce ve onurlu bir yaşam isteğini hedefe koydukları son derece açıktır.
Mısır’daki gelişmelerin ülkeye yansımasının diğer bir yüzü de bir süredir devam etmekte olan “darbecilik”, “vesayet” vb. tartışmalarının güncellenmesidir. Artık ortalıkta sahte demokrasi kahramanlarından geçilmiyor. Bu cenah, Mısır’da darbeye karşıtlığı adına Müslüman Kardeşlerin savunulmasını doğrudan doğruya demokrasi ve özgürlüğü savunmak olarak ele alıyor. Oysa iktidara yürürken “ordu ile el ele” tutumunu sloganlaştıran MK’nın gerçek darbe karşıtlığı ve demokratlıkla bir ilişkisi olmadığı gibi, AKP ve yandaşı kesimlerin ülkedeki özgürlük ve demokrasi mücadelesinde çok kötü bir sicilleri bulunuyor. Halk karşıtı demokrasi düşmanı açık saldırgan tutumları, Gezi karşısında reddedilemez biçimde bu sicili kabartarak, bir kez daha kayda geçtiği gibi, kesindir ki, savundukları, özgürlük ve demokrasi değil, dinin politik amaçlarla kullanılmasından ibaret olan gerici neoliberal emperyalizm yanlısı ideolojilere yol açılmasıdır. Bu ideolojilerde ise özgürlük ve demokrasiye yer yoktur. AKP ve MK benzer ipliklerden dokundukları için demokrasi ve özgürlükler konusunda benzer gerici bir tutum içerisindedirler. Benzemezlikler ise, ülkelerin koşulları ve tarihsel deneyimleri ve birikimleridir. Ülkede tüm tartışılan yönlerine rağmen “temsili bir demokrasi geleneği”nin belirli bir yer tutması, bu “geleneği” savunanların küçümsenmeyecek bir güce sahip olması AKP’nin gerici hesaplarını frenlemektedir.
Diğer taraftan, demokrasi ve özgürlük mücadelesini bir halk demokrasisine ve sosyal kurtuluş mücadelesine doğru genişletmeye çalışan ilerici, devrimci, sosyalist güçler bulunmaktadır. Bunlar küçümsenmeyecek bir mücadele tecrübesine sahiptirler ve işçi ve emekçi halkla bütünleşebildikleri ölçüde ciddi bir gücü temsil edebilmektedirler. Bu güçler laiklik sorununu, emekçi halkı bölen ve düşmanlaştıran “laikçilik” anlayışından farklı biçimde ele almaktadırlar. Din ve vicdan özgürlüğüne dayanan bir laiklik anlayışı ve emekçi halkın kendi deneyimleri temelinde, pratik günlük mücadele içerisinde aydınlanması ve ilerlemesini sağlayacak bir çizgiyi savunmaları, işçi ve emekçi halkın birliğini sağlayacak bir güvencedir.
Bitirirken şunlar söylenebilir ki, Mursi ve MK, Mısır halkının devrimci hareketiyle elde ettiği kazanımları yok ederek Mübarek kalıntısı eski “Firavunluk” sistemini restore etme yolunda ilerlemekteydi. Bu durum öncelikle Mısır halkının tepkisini çekmiş, halk mücadele yolunu tutmuştu. Darbeciler Mursi yönetiminin başlattığı restorasyonu tamamlama niyetiyle hareket ediyorlar. Ama tabii ki, kendi istedikleri –Mübarek’in serbest bırakılacağı haberleri geliyor– yönde! Mısır halkının bütün bu olup bitenleri kabulleneceğini düşünmemek gerekiyor. Mısır daha çok gelişmelere gebedir. AKP Hükümeti ise, Mısır’da olup bitenlerden hareketle kendi gerici platformunu güçlendirmeye çalışmaktadır. AKP’nin “darbe karşıtlığı” gerici Mursi ve MK ideolojisinin ve pratiğinin desteklenmesi anlamına gelmektedir. Türkiye ve Mısır halkları gerici yönetimlere karşı mücadele etmektedirler ve ortada bu mücadelelerin önümüzdeki dönemde daha da yükselerek devam edeceğine ilişkin epeyce belirti bulunmaktadır.

Toplumsal hareket – tek düze olmayış ve bileşiklik

Gezi Direnişi dolayısıyla yine gündemin ilk sıralarına yükseltildi: İşçi sınıfı yoktu, “Y kuşağı” adı takılan ’90’lılar, gençler ve övülen örgütsüzlükleri, daha ileri gidilerek “yeni orta sınıf” öne sürüldü. “Yeni toplumsal hareket”le karşı karşıyaydık, her şey eskisinden çok farklıydı, öyle artık sınıf ve işçi eksenli düşünmemeliydik, akıllanmalıydık!
Neydi durum? Ne ile yüzleşiyorduk? Değişenler olmaz mı, tabii ki çok şey değişmişti ve değişmekteydi. Ancak nereye kadar? Topyekûn bir değişme karşısında mıydık? İşçi sınıfı ve öyleyse kuşkusuz ki kapitalizm de yapısal olarak ve bütünüyle bir değişime mi uğramıştı? “Yeni” ne kadar yeniydi? Ya da tabii ki yaşam durmayıp aktığına göre her şey yenilenmekteydi ve yeniydi de, ölçüsü neydi? Biz ya da devrim ve devrimciler ne kadar yenilenmeliydi? Veya devrimin ve sosyalizmin yenilenmeye ihtiyacı var mıydı yoksa devrim ve sosyalizm zaten başlıbaşına yenilik ve yenilenme mi demekti?

*
Sosyalizm, geçici olmakla birlikte, özellikle dünya ölçeğinde uğratıldığı yenilginin ardından, çok sayıda aklıevvel tarafından sorguya çekilmeye, yeniden tanımlanmaya, nesnelliği ve önkoşullarından, onların doğrudan ürünü olmaktan koparılıp yeniden ve yeniden “projelendirilmeye” girişildi.
Sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde yenilgiye uğratılmasının ardından, revizyonizmin egemenliği koşullarında, örneğin H. Marcuse ve “üçüncü dalga”sıyla, onun yeni “toplumsal özne” olarak ileri sürdüğü “gençlik”in, devindirici/dönüştürücü güç olarak, “devrimci dönüştürücülüğü”nü yitirdiği iddia edilen işçi sınıfının yerine geçirilmesiyle ’60’larda başlayan “elvada”cı “yeni” arayışlara yönelen eğilimler, Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte ve hele “küreselleşme” ve neoliberal saldırganlığın gündeme girişiyle çok daha yüksek sesle piyasaya sürülüp savunulur oldu. Marksizmin teorik zaferini sağlamasının ve hele Rusya’da kapitalizmin sonunun ilan edilişinin ardından, geleceksizliği tartışmasız kabullenilen kapitalizmi ve sonunu açıklamasıyla dünya işçi sınıfının şahsında insanlığın elinde geleceği aydınlatan “ışık” olan bilimsel sosyalizm, özellikle felsefi dayanağı olan –kuşkusuz diyalektik– tarihsel materyalizm, yenilgiye uğratılmış olan ilk deneyin başarısızlığı vurgusuyla ve sosyalizmin tarihin sadece bir “zigzag”ı olduğu ileri sürülerek, baltalar ele alınıp sağından solundan doğranmaya, yerden yere vurulmaya ve tanınmaz hale getirilmeye başlandı. Madem ki ilk pratiğe uygulanması sonuçsuz kalmış, yenilmişti; öyleyse yanlıştı! En azından önemli yanlışlarla malûldü! Kesilip biçilmeli, “yanlışlar”ından arındırılmalı, “ayakları üzerine oturtulmalı”ydı –kimilerinin açıktan ilan ettikleri, kimilerinin üstü örtülü olarak savunup doğrultu edinerek o yönde davrandıkları “hesap” buydu. “Elvada proletarya” açık ve yürekli sloganlarıydı. En yüreklilerinden başlayarak, sosyalizmi alay konusu bile etmeye yöneldiler, bu tutum sonra yayıldı. Üstü örtülü davranarak sosyalizmi hala savundukları ama sadece pratikte ortaya çıkmış yanlışlıklarını eleştirdiklerini söyleyen daha geniş kesimin de katılımıyla, eleştirmen bay ve bayanlar, bilimsel sosyalizm öğretisine sadık kalanları eski kafalılık, hatta kafasızlıkla suçlar oldular. Deneyle kanıtlanmış olanlara rağmen hala ordodoksça bilimsel sosyalizmde ısrar ediyor, öğretisini, teorik temelleriyle birlikte, revize edilmesine karşı çıkarak sahipleniyorlar ve bununla, gelişmelere, moda tabirle “zamanın ruhu”na karşı “suç” işlemiş oluyorlardı!

*
Bilimsel sosyalizme yönelik saldırı, başka yönlerden de, ama asıl olarak, kapitalizmin başlıca ürünü ve mezar kazıcısı olduğu açıklanarak, “dünya görüşü” olarak geliştirildiği işçi sınıfının değersizleştiği, bileşiminin ve yapısının değiştiği, dolayısıyla hala dönüştürücü/tarih yapıcı “özne” olarak kabul edilmesinin “hata” olduğu ve olacağı iddiasıyla “özne” tartışması eksen alınarak yöneltildi. Bu tartışma, şüphesiz bütün bir materyalist tarih anlayışına yönelik yürütülen geçersizleştirici kampanya ile birlikte ve onun bir yönü olarak geliştirilmekteydi. Çünkü, açık ki, işçi sınıfı, “laf olsun diye”, yani herhangi birilerinin gönlünden öyle geçip öyle istedikleri için değil, kapitalizmin üzerine kurulu olduğu temel karşıtlığın bir yönü olarak, giderek daha az sayıda elde toplumsal zenginlikle çelişme halindeki emeğin ve üretimin yine giderek daha çok toplumsallaşmasıyla gelişen üretici güçlerin başlıcası, üretken emeğin sosyal yaşamdaki ifadesi olarak kapitalizmin mezar kazıcısıydı.
Bütün bir toplumsal tarih, başka bir zümre, sınıf ya da “kategori”yi, bir “yeni toplumsal özne”yi değil, ama ürünü olarak burjuvazinin, kendi özel çıkarlarını toplumun genel çıkarı olarak dayatarak temsilci ve sözcülüğüyle birlikte giderek egemenliğini de sağladığı feodal taplumun bağrında gelişmeye başlayan kapitalizmin, kısa sürede, artık üretici güçleri geliştirmek yerine, bu güçlerle çelişmeye başlayıp burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte, hele tekelci kapitalizme dönüştüğünde, yine kendi doğrudan ürünü olarak işçi sınıfını, toplumsal ilerlemenin temsilcisi ve sözcüsü olduğu kadar, tarihsel olarak kapitalizmin yerini almaya çağrılı –toplumsal üretici güçlerle uyum sağlayıp gelişmelerinin önünü açacak kolektif üretim ilişkilerinin örgütlenmesi olan– sosyalizmin yapıcısı olarak da “sahnesi”nin asıl “aktörü” rolüyle yükümlendirmişti.
Tarih; Marx’ın deyişiyle, “gökyüzünden yeryüzüne akan Alman felsefesinin tersine” yeryüzünden gökyüzüne çıkar. Ya da, bir başka söyleyişle, tarih, insanın ne dediğinden, ne düşündüğünden, ne tasarladığından ya da kanlı-canlı bir yapı olarak insana ulaşmak için hikaye edilen insandan, hayal edilen, kafada tasarlanan insandan değil de, gerçek, üretken insandan ve onun ideolojik tepkilerinin ve yaşam sürecinin yansımalarının gelişimini gösteren gerçek yaşam sürecinin temellerinden yola çıkarak akar.* Bu, tarihin idealist değil ama materyalist yorumlanması zorunluluğu da demektir. Tarih ve tarihsellikten söz edecekseniz, düşüncelerden, tasarımlardan ya da moda tabiriyle “projeler”den yola çıkamazsınız. Ya materyalistsinizdir, hele toplumlar söz konusu olduğunda tarihsellikten kaçınamazsınız; ya da değilsinizdir, uç örneği “toplum mühendisliği” olan kurmacacılığa, toplumları ve gelişmelerini istediğiniz türden dizayn etmeye, geleceği projelendirmeye girişirsiniz.
Sosyalizmin uğratıldığı yenilginin ardından Sovyetler Birliği’nde revizyonizmin çöküşüyle birlikte, hatta çöküşe giden süreçte, revizyonizmin bozuşturuculuğunun da dolaysız bir bileşenini oluşturduğu hata ve başarısızlığı Marksizme, bilimsel sosyalizme yıkma ve uygulayıcıları ve uygulamalarından başlayıp sonuçlar çıkararak “düzeltme” faaliyeti başlamıştır. “Beyaz yakalı-mavi yakalı” vb. tartışmalarının gündeme getirilmesiyle atılan “düzeltme adımları”, giderek formal-enformal emek tartışmalarına uzanmış, ama asıl altında yatan işçi sınıfına “elveda” tutumunun örgütlendirilmesi olmuştur.
“Proje”nin yanlış çizildiği, sosyalizmin hatalı projelendirildiği ileri sürülmüş, “yığınakta hata yapıldığı” iddia edilmiştir. Bilimsel sosyalizm sanki ütopik sosyalizmdir, seçmece, kurgulanmıştır da, tarihsel rolü “deney içinde” yanlışlanan (!) işçi sınıfının yerine geçirilecek “yeni” bir “özne” aranmasına girişilmiştir. Değil mi ki “deney”, Vietnam Savaşı karşıtı barış hareketiyle 60’lardan başlayarak ve hele gençliğin küçümsenemez bir rol üstlendiği 68 Hareketiyle birlikte “yeni özne”yi de göstermekte, en azından ipuçlarını vermektedir, vakit geçirmeden “yeni projeler” sökün etmiştir! Geldiği nokta, bizzat toplumsal harekete karşı “toplumsal hareket”in yüceltilişidir. Toplumsal hareketçilik yeni bir ideoloji düzeyine yükseltilirken, asıl olarak işçi sınıfı ve tarihsel rolü saldırı konusu edinilmiş, sınıfsızlaştırma başlıca yönelim olarak benimsenmiş, eski sınıflarüstücü yaklaşımlar yeni bir hamleyle yeniden yapılandırılmaya girişilmiştir.
Kapitalizmin tarihselliğin ürünü değilmiş ve yine tarihsel olarak onun dönüştürülmesi ve sosyalizmin kuruluşuyla yükümlendirilmemiş gibi, işçi sınıfının bir kılıç darbesiyle “işi” bitirilmeye soyunulmuş; bu durumda da projecilik kaçınılmaz hale gelmiş, yerine geçirilecek, kurgunun yeni dayanağı aranmıştır.
Sınıfsızlaştırmanın hareketsizleştirmeye, toplumsal hareketin reddine kadar genişletilmesi, özellikle Avrupa’da II. Dünya Savaşı sonrası döneme yayılan ve on yıllarca süren “barışçı” döneme karşın, ne olursa olsun, şurada burada patlak veren ve ne denli üstü örtülmeye uğraşılırsa uğraşılsın kapitalizm ve saldırganlığıyla bağlantırılmadan edilemeyecek olan sömürülen ve ezilen yığınların genellikle tecrit edilmesi başarılan hoşnutsuzluklarının eyleme dökülmesi koşullarında ikna edicilik sorununa neden olacağı için, tabii ki göze alınamamıştır. Hareket ve şüphesiz yağmur, çamur, deprem türünden sadece doğal hareket değil, toplumsal hareket kabul görmüştür, ama sınıfsızlaştırılma rağmına. Trajikomik olan odur ki, kapitalizm ve hele ölümünün arefesi olan tekelci kapitalist aşamasında, kapitalizmi vareden toplumsal karşıtlığının yıkıcı yönünü oluşturan işçi sınıfı olmadan, işçi sınıfının burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlık halinde olmadığı bir tür kapitalizm aranıp bulunmuştur! Kapitalistlerin rüyasıdır, hep aramış, bulmaya uğraşmışlardır. Ama rüya asıl ara sınıfındır, burjuvaziyle işçi sınıfı arasında salınan küçük burjuvazinindir. Asıl, burjuvaziyle işçi sınıfı çatışırken arada kendisinin de “ezileceği”, işçiyi sömüren burjuvazinin kendisini de iflasa sürükleyeceği/sürüklemekte olduğu kapitalizme yolaçmayacak türden ilişkiler isteyip, “efendiliği”ni büyük fabrikalı üretimin olmadığı koşullarda arayan ve bu koşulları özleyen kentli ve kırlı küçük burjuvazidir. İşçisiz “projeler” asıl onundur.
’50’lerin sonu ve ’60’ların başında sosyalizmin uğratıldığı geçici de olsa yenilgi koşullarının neden olduğu moral yitimi ve özellikle revizyonist ihanetin örgütsüzleştirmesiyle işçi hareketinin yaşadığı gerileme ve pratik bir güce de sahip çekim merkezinin geçersizleşmesiyle, gerçekte olmasa bile özellikle antiemperyalist (daha çok antiAmerikan) hareketlerin, eskiden olduğu gibi “sosyalist” etiketini kullanmalarının özendirici bir nedeninin kalmamasıyla giderek yerini İslami, mezhepsel, milliyetçi vb. hareketlere bırakması, işçisiz değerlendirme ve “projeler”in kutsanması için uygun veriler sunmaktaydı. Yanı sıra uygun koşullarda kır ve kent yoksulları hareketleri olarak sosyalizme bağlanarak işçi hareketiyle birleşmiş ve birleşecek olan “Topraksızlar Hareketi”, Zapatistler, İşsizler Hareketi, Evsizler Hareketi vb., “işçisiz” yeni dönemin yeni “toplumsal özne”lerinin yeni “toplumsal hareketleri” olarak takdis edildiler. Toplumsal Hareket Sendikacılığı da ileri sürüldü ve “işçisizlik” işçi sınıfının başlıca “egemenlik alanı” sayılagelmiş sendikal alana kadar her yanı ele geçirmeye cesaret eder oldu. Önce Avrupa eksenli olarak ortaya çıkıp yayılan ve ardından partileşen, çevre sorunlarını dayanak edinen “Yeşiller” hareketini de eklersek tablo tamamlanacaktır. Ya da tamamlanması için, neredeyse iki yüz yıldır dalgalar halinde ilerleyen ve bilimsel sosyalizmin zafere yürüdüğü dönemlerde sosyalizme bağlanan kadın hareketinin, konjonktürel olarak daralıp genişleyen ve yine zefere ilerleyiş döneminde sosyalizme bağlanan barış hareketinin, tabii ki gençlik hareketinin “yeni toplumsal özneler” aranıp bulunmak üzere kendi başlarına ve özellikle yüceltilişlerini, yine zamanında sosyalizme bağlanarak kendisi de zafere ilerlemiş olan kuşkusuz etnik hareketlerin hatta sosyalizm karşıtlıklarının teşvik edilişini, dini ve mezhepsel hareketleri ve giderek –aslında ana toplumsal hareketlere bağlanmadan edemeyecek olan– tek tek sorunlar üzerinden yükselen kürtaj serbestisi hareketi, nükleer karşıtı hareket, vicdani red hareketi, kimi durumda HES’leri hedef edinip kimi durumda ekolojik ortamı savunan vb. ekolojik hareketin “kimlik” hareketleri olarak kendilerine yeterliliklerinin öne sürülüşünü –hatta en son LBGT bireyler hareketinin öne çıkarılmakta oluşunu– eklemek gerekecektir.
Yaklaşım odur ki, bu “toplumsal hareket”lerin her biri bizzatihi kendi özel “dönüştürücü özne”sine sahip “kimlik” hareketleridir. “Alt” ve “üst” kimlikler olarak, hatta birey ve gruplar, yeni toplumsal ve giderek siyasal özne pozisyonlarıyla örneğin hem kadın hareketinin hem ekolojik hareketin ve hem de bir etnik hareketin unsurları olarak varsayılabilmekte, hele işçisizleşmenin bir kaynağı olarak mekansal parçalanma (fabrikanın, işin küçük birimlere, taşerona dağıtılması vb.) ile bir arada, “toplumsal hareket” adına ve toplumsal hareketin kendisi ileri sürülerek, hareketin ve şüphesiz ki tarihsel öznenin parçalanarak işlevsizleşmek üzere atomize edilmesi benimsenmektedir.
Her şey “toplumsal hareket” adınadır! Her şey toplumsal hareket içindir. İşçisizleştirilme de onun içindir, artık “gelecek projeleri” de onun için ve onunla yapılmaktadır. Devrimci özne, “yeni siyasal aktör” ya da “aktörler” denerek, bu nedenle, toplumsal hareketin esenliği için “yenilenmekte”, modern tarihin devindirici ve dönüştürücü gücü işçi sınıfı “eskidiği” ileri sürülerek, onun uğruna paramparça edilerek “parçalanmakta”, miadını doldurduğu ve artık verili tarihsel rolünü oynayamaz olduğu, çünkü bileşimi ve yapısının değiştiği, şüphesiz ki buna yol açmak üzere kapitalizmin de, üretim yöntem ve ilişkilerinin de değiştiği ilan edilmektedir. Başka bir yazımızın doğrudan konusu bu “değişimler” ve onlara dayandırılıp bağlanan “toplumsal hareketçilik” olduğu için uzatmadan asıl konumuza gelelim.

*
Ama peki “toplumsal hareket” ileri sürülerek kendini bunca zora koşmanın anlamı var mıdır? Toplumsal hareket nedir ki? Öznesi tartışmasız işçi sınıfı olan sosyalizm bir toplumsal hareket olmaktan başka ne olabilir ki? Sosyalizm, gerçek bir harekettir. Kuşkusuz toplumsal bir hareket. Marx, “Alman İdeolojisi”nde açık seçik yazmıştır: “Bizim için komünizm, ne doğruluğu bulunması ve emin olunması gereken bir olgudur ve ne de gerçeğin kendisini ona uydurması gereken bir ideal. Biz komünizmi şu anki her şeyi ortadan kaldıran gerçek bir hareket olarak görüyoruz. Bu hareketin koşulları şu anda varolan öncüllerden çıkmaktadır.” Evet proje de değildir sosyalizm, doğruluğu kanıtlanması için uğraşılacak bir olgu da. Hele kafalarda kurgulanmış ve geleceğin gerçeğinin çerçevesini çizen bir varsayım, tasarım hiç değildir. Tarihsel bir biçimleniş olarak, kaslı sinirli, kanlı canlı üretken insandan, onun ideolojik tepkileri ve içinde üretici güçlerin gelişmesi tarafından belirlenen ilişki biçimlerine uygun şekillenen klana, kabileye dair, giderek ulusal vb., dinsel, çevreye ilişkin, önce anaerkil, sonra ataerkil vb. bir dizi kurgusal, düşünsel, ruhsal, ahlaki, önyargısal başka yansımalarını veren gerçek yaşam sürecinin temellerinden doğarak vardığı toplumsal koşullarda, insanın kendisinin efendisi olmak üzere özgürleşmesinin tek olanağı olan ve kullanmak durumunda olduğu verili üretim araçları sermayeye dönüşürken kendisi de el konulan emeğinin ürünlerine ve kendine yabancılaşan üretken insan olarak işçi sınıfının kurtuluş eylemi ile karakterize gerçek bir harekettir. İnsana, öyleyse insan toplumuna dair olduğu tartışılır olmayan bir harekettir, toplumsal bir harekettir.
Gerçek hareket nedir? Ve gerçek hareketin öncülleri nelerdir? İlk öncül geçim araçlarının üretimidir, tarih sahnesine çıkan insan, yaşamını sürdürebilmek için yemeden, içmeden, barınmadan, giyinmeden edemez; öyleyse geçinmesi için gerekli olan araçları üretecektir. İlk tarihsel eylem, bundan başkası olamaz: insanın ihtiyaçlarını giderme araçlarının üretimi.. Maddi yaşamın bizzatihi kendisinin üretimi. Bu, gerçek tarihi harekettir. İnsanın düşünmesinden ya da düşünmemesinden, şöyle ya da böyle düşünmesinden, ideolojik tutum ve tepkilerinden, dışındaki maddi dünyayı ne tür kavramlaştırmalarla nasıl yorumladığı ve hangi ahlaki pozisyonlara sahip, ne tür önyargılarla donanmış olduğundan bağımsız olan ve tersine nasıl düşüneceğini ve bütün manevi yaşamı ve ruhsallığını da yansıtarak, kapsamak üzere belirleyen gerçek bir hareket. Binlerce yıl öncesinde de, bugün de, insan ve insan toplumsal bir varlık olduğuna göre, insan toplumunun sürekliliğini sağlamak üzere her gün her saat gerçekleştirilmezlik edilemeyecek olan yaşamın, öyleyse tarihin de temel koşulu ve öncülü olan türden maddi bir hareket. Ve bununla kalınmaz. İnsan sadece geçim araçları edinmek, onları üretmekle yetinemez. Bu ilk ihtiyaçların giderilmesi, yeni ihtiyaçlara yol açmadan edemez, ihtiyaçlar yeni ihtiyaçları koşullar.. Özellikle belirli ihtiyaçların karşılanmasında kullanılan aletlerin koşulladığı ihtiyaç belirleyici olur: Bu aletlerin, üretim aletlerinin üretilmesi. Giderek gelişip daha sofistike hal alan aletlerle birlikte, onlar kullanılarak giderek çeşitlenen geçim araçları üretimi, yani üretim araçlarıyla tüketim maddelerinin üretimi, gerçek hareketin ve şüphesiz tarihin ikinci öncülünü verir. Bu nedir? Her şeyden önce üretimdir. Maddi yaşam araçlarının ve aletlerin, demek ki maddi yaşamın kendisinin üretimidir; öyleyse başlangıçta ilkel haliyle ve giderek gelişen üretici güçlerin bu gelişmesine koşut gelişen endüstridir, sanayidir ve şüphesiz ki üretilen ürünlerin değişimidir, ticarettir. Son olarak, insan geçim araçlarıyla aletlerin yanı sıra kendisini, kendi neslini de üretir ki, gerçek bir hareketin unsuru ve parçası olarak insan tarihe, bir üçüncü öncülle daha, kadın, erkek ve çocuklarının oluşturdukları toplumsal ilişki türüyle, aileyle adım atmış, sonra gelişen ihtiyaçları, ailenin yanı sıra, genişleyerek, kabilesel, kavmî, etnik, ulusal vb. başka sosyal ilişki türlerini de zorunlu kılmıştır. Tümü bir arada, insanların içinde toplumsallaşıp toplum oldukları üretim sürecinde birbirleriyle ilişkilendikleri bir maddi hareket oluşturmuştur.
Tamamlamak için, ikinci, üçüncü dereceden yansımalardan, ideolojik, politik vb. tepkimelerden de söz edilmelidir. Maddi hareket düşüncelerden bağımsızdır, ancak bir kez ortaya çıktıktan sonra, görüş, düşünce, giderek politik tutum ve ideoloji, kültür, hukuk vb. alanlarda yansımalarını var etmeden, belirli bir özerklikle şekillenen bu alanlara yansımadan edemez. Ve burada da kalmaz, yansıyanlar, ters dönerler ve karşıt etkilerini icra etmek üzere, yansımaları oldukları maddi yaşamın ve gerçek bir hareket olan onun üretimi üzerinde etkili olmak üzere yansımanın yansıması olarak işlevselleşir ve maddi toplumsal hareketin kendisinin unsuru haline gelirler ve toplumsal hareket tümünden oluşur. Burada önemli olan, düşüncel düzeye ait olan her şeyin bir yansıma oluşu ve ikincilliğinin farkında olmaktır.
Bu hareket, bilinir, çağlar boyu giderek farklılaşarak, hep belirli türden olmuştur. Bu maddi hareket olmadan tarih olmamış, ama insanlar kendi tarihlerini yaparlarken, kimsenin kimsenin sırtından geçinmesinin imkanı olmadığı, çünkü henüz gelişmemiş üretici güçlerin insanların kendisine yetenden fazlasını üretmeye olanak sunmadığı toplumsallıklarının sömürüsüz sınıfsız ilk dönemi dışında, bir “artık”, bir “fazla” üretimi olanaklı olur olmaz, toplumun, bu artığa el koymaya ve bunun ihtiyacı olan şiddet örgütünü, yani devleti örgütlemeye girişen küçük bir sömürücü azınlıkla üretici ama sömürülen bir çoğunluk olarak uzlaşmaz bir karşıtlık halinde bölündüğü ve bu andan itibaren insanların birbirleriyle ve doğayla ilişkilendikleri ilişkilerin özel mülkiyet konusu oluşturduğuna tanıklık edilmiştir. Olan biten ve asıl olarak toplumsal bölünme ve karşıtlık, hele karşıtlığın ortadan kaldırılmasının kapitalizm ve onun ürünü işçi sınıfına gelinceye dek oluşmamış imkanları bakımından anlaşılmaz kalsa da, bu bölünmeye tanıklık edilmiştir.
Maddi yaşamı üretirken, yine düşüncelerinden, kafalarında belirli “projeler” kurgulayıp kurgulamamış olmalarından bağımsız olarak insanların zorunlu olarak yöneldikleri toplumsal işbölümü ve buna bağlı olarak toplumsal sınıfların oluşumu sökün edip gelmiştir. Geçim araçları herkesin istediğince tüketebileceği kadar üretilememekte, çünkü nesilden nesile devralınarak, üretken insanın kendisi de üzerine yenilerini ekleyerek kullanageldiği üretim araçları, aletler ve ona denk düşen işin/üretimin örgütlenmesi bunu olanaklı kılmamakta; bu, özel çıkarlarla toplumun genel çıkarlarının çelişkiye düşmesini, üretimin, özel çıkarlar uyarınca, alet ve sonra makineler giderek sermayeye dönüşerek, sermayeye dönüşmeden işlevselleşemeyerek, üretim araçları özel ellerde toplanıp özel mülkiyet konusu olarak, üretim ve toplumsal emek ürünlerine el konulmasına aracılık ederek yapılabilir oluşunu koşullamaktadır.
Bu koşullarda, üreten ama sömürülen çoğunluğun isyanları kaçınılmaz olmuş, ancak özgürlük ve elde edilebilmesi de yine koşullara bağlı kalmıştır. Maddi yaşamın üretimi ve buradan üreyen gerçek toplumsal hareket plan ve projelere sığmadığı, bir kez kafalarda tasarlandığı gibi oluşup yürümediği gibi, özgürlük ve elde edilişi de tasarımlarla gerçekleştirilebilir olmamıştır, değildir. Özgürlükler, maddi yaşamın akışı içinde, gerçek toplumsal hareketin ilerleyişine bağlanarak ve şüphesiz gerçek maddi araçlarla koşullanarak olanaklıdır. Çapanın ötesinde aletlerin üretime uygulanamadığı kölecilik koşullarında kölelerin özgürlüğü ancak “sahip”in azad etmesi koşuluyla olanaklı olabilirdi. Spartaküs o nedenle isyanla özgürlüğünü aradı, ama bulduğunu sandığı anda kendisinin köle sahipleriyle benzeştiğini görmekten kaçınamadı; henüz kölenin özgürleşme koşulları ortaya çıkmamıştı ve kölelik –çoktan bir tarihsel haksızlığa dönüşmüş olsa da– taa Amerikan iç savaşına kadar süregeldi. Buharlı makine olmadan köle emeğiyle birlikte kölecilik ortadan kalkabilir/kaldırılabilir değildi, çapasıyla köle emeği makinalı üretim karşısında “değersizleştiği”nde köleciliğin sonuna gelinebildi. Onun gibi, makineli tarım ve dokuma makinelerine varılmadan, ne ilkel yün ve pamuk eğirme aletlerinin, ne de serfliğin üstesinden gelinebildi. Serf, ancak toprak beyliğinin de sonunu getiren burjuvalar, makineleriyle birlikte sökün ettiklerinde, toprağa ve kişiye bağlı olmaktan kurtulabildi ve “özgürleşebildi”.
Ancak öylesine özgürleşebildiler ki, bu ancak biçimsel olabildi, özgürlükleri parayla satın alınabilir/kiralanabilir kaldı; gerçek bir özgürlük olamadı. Burjuva özgürlük, ticaret özgürlüğünden başka şey olmadı. Köle, yine köle olarak kaldı, tek farkla ki, bu kez görünüşte özgürdü, ama özgürlük araçlarına henüz sahip değildi, ücretli köle durumundaydı. İşçi, sadece, işgücünü kiralayıp kiralamamakta, dolayısıyla aç kalıp kalmamaya karar vermekte özgürdü! Bir kez kiraladıktan sonra, kendisinden istendiği gibi, artık tamamen sermayeye dönüşmüş üretim araçları dolayımıyla ve tamamen mülksüzleştirilmişliği koşullarında, kendisine, kendi ürettiği ürünlere bütünüyle yabancılaşmışlığı içinde, özgürlüğünü de işgücüyle birlikte kiralamış olarak varolabilirdi. Artık, mülksüzleştirilmenin, üretim araçlarının sermaye niteliğini kazanmadan işlevselleşememesinin ve işgücünün metalaşmasının kaldırılması olmadan, bununla önü açılacak üretici güçlerle herkes için yiyecek, içecek, barınma.. araçları olarak yeterli kalite ve miktarda ürüne ulaşılabilmesini olanaklı kılacak engelsiz bir üretimle, gerçek toplumsal hareket olarak, tamamen insanileştirilmiş boyutu ve özelle genel çıkarın çelişmesinin üstesinden gelinerek maddi yaşamın üretimine ulaşılmadan, insanın gerçek özgürlüşmesi imkan dahilinde değildir. Bu ama, sadece öznesi işçi sınıfı olan sosyalizmden başka bir şey olmayan gerçek toplumsal hareketin ilerleyişine bağlıdır. İşçi sınıfı çünkü, bütün bir mülksüzleştirme sürecinin geldiği yerdir; üretim araçlarının sermayeye dönüşmeden hiçbir işe yaramadıkları ve yararlılıklarını ancak işgücünü metalaştırarak gerçekleştirebildikleri yerde ürünlerine el konulan ücretli emeğin sahibidir işçi; üretimin, dolayısıyla gerçek toplumsal hareketin öznesi olarak tanınması gerekirken sömürü nesnesi edilendir. Öyleyse artık özgürlük sorunu işçi sınıfının kurtuluşu sorunuyla içiçe geçmiş, koparılmaz biçimde onunla bağlanmıştır.

*
Ancak neredeyse kör inan düzeyine yükseltilmiş, önyargı halinde tasarlanır olunmuş yanlış bir algı ya da kavrayış da yok değildir. Evet, işçi sınıfı. Ve evet, işçi sınıfı başlıca fabrikalarda örgütlüdür. Hele ağır sanayi işçileri. Doğrudur. İşçi sınıfı, çünkü, bilindiği üzere, mezar kazıcısı olduğu kapitalizmin ürünüdür ve kapitalizm de, basit meta üretimi değil, özgür üreticilerin mülksüzleştirilmesiyle kurulmuş ve hala ara sınıf ve tabakaları durmadan mülksüzleştirerek proleterleştiren büyük ölçekli makineli üretimdir ve bu üretim kuşkusuz asıl olarak fabrikalarda örgütlüdür ki, buradan kapitalizmin temel bir zıtlığı da türemiştir: Giderek çok sayıda fabrika, hatta birden fazla ülkede çok sayıda fabrika hisse senetli ortaklık ya da değil, ama tek bir kapitalist ya da kapitalist grubun mülkiyeti ya da denetiminde olsa bile, rekabet ve üretim anarşisinin kaynağı olarak üretimin fabrikalarda örgütlü oluşu. Toplumsal emek ve üretimle mülk edinmenin özel kapitalist karakteri arasındaki karşıtlık, kendisini, sadece burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlıkta değil, ama aynı zamanda emek ve üretimin bir dizi fabrikada örgütlü oluşuyla fabrikaların özel ellerde bulunuşu ya da tüm toplumdaki üretim anarşisi arasındaki karşıtlıkta da gösterir ya da yeniden üretir. Tek tek ya da birkaçı bir arada, fabrikaların sahipleri farklı farklıdır, tüm fabrikalar toplumun kolektif mülkü değildir; ancak açıktır ki, kapitalizmde, işçi sınıfı ne birbirinden tecrit edilmiş tarla ya da dükkanlarında küçük üreticiler türünden, ne de köle ve serfler gibi fabrika-dışı ortamlarda değil, ama fabrikada örgütlenmişlerdir. Neoliberalizmin taşeronluğu, esnek çalışmayı, zamansal ve mekansal parçalanmayı üretim sürecine sokması, şüphesiz küçük üretime dönüş demek olmamakta; emeğin ve üretimin örgütlenme ölçeği bir taraftan çeşitli yöntemler uygulanarak bölünüp parçalanarak küçültülmekte, ama öte yandan tek bir patronaj (hisse senetli ortaklıklar, uluslararası tekeller ve özellikle gruplar halinde birbirleriyle dünyayı egemenlik altına almak üzere yarışıp çatışan mali sermaye ve bankalar) altında sadece bir fabrikayı değil, hatta işkollarını da değil, ama birden fazla ülkeyi kapsayan üretim örgütleri kurulmakta ve işletilmektedir. Öyle ki, bir Microsoft, bir dizi fabrika ve işletmede, ciro alarak örneğin Afrika’nın 50’ye yakın ülkesinin ürettiğinden fazlasını üretmektedir.
Özetle, abartılı “parçalanma” öykülerine karşın, evet, esnekleşmeyle üretimde bir dizi parçalanma süreçleri gelişmekle birlikte, fabrika ve fabrikaya dayalı büyük ölçekli üretim hala kapitalizmin asıl örgütsel biçimidir. İşçi sınıfının, kuşkusuz burjuvazinin denetiminde, fabrikalardaki örgütlülüğü tartışılmaz bir gerçektir. Ve bu denetime son verilip fabrikaların işçi sınıfının kaleleri haline dönüştürülmesi, doğrudur, bütün insanlığın kurtuluşunun başlıca yönü olarak, işçi sınıfının kurtuluşunun (insanın özgürleşmesinin) önde gelen koşuludur.
Ancak bütün bunlardan “toplumsal hareketçiler” ve başkalarının Marksizme ve Marksistlere yakıştırdıkları determinizm ve öngördükleri “kalıp”ın doğruluğu sonucu çıkmaz. Kapitalizm ve işçi sınıfı fabrikalarda örgütlü olduğuna göre, “ne olacaksa fabrikalarda ve fabrikalardan başlayarak olacak” –bu, ne doğru bir algı ya da beklentidir, ne de Marksistler tarafından savunulmaktadır.
Toplumsal hareketin başlıca ekseninin, burjuvaziyle çatışma halindeki işçi sınıfının üstelik asıl olarak fabrikalarda karşı karşıya konumlanmasının, kapitalizmin temel uzlaşmaz karşıtlığı olan emeğin ve üretimin durmaksızın daha ileri ölçülerde toplumsallaşmasıyla emek ürünleri olarak üretimin sonuçlarının kapitalist özel mülkiyet olarak kalışının sosyal görünümünden başka bir şey olmaması, her şeyin fabrika ile başlayıp fabrika ile bittiği anlamına gelmez. Fabrika, tabii ki, temel kapitalist örgüt olarak, modern toplumda maddi yaşamın üretildiği başlıca alandır; ancak tek alan olmadığı da tartışma götürmez.
Fabrika, maddi yaşamın üretimin temelini verir, ama sadece temelini, tümünü değil. Tamamen gerçek olan toplumsal hareket, tarihi yaparken izlediği serüveni içinde fabrikayı varetmiştir ve modern toplumsal örgütlenme olarak ona dayanarak ilerlemektedir. Sermaye ve sermaye birikimi, –şüphesiz kapitalistlerin örneğin doktorlara ve öğretmenlere vb. varıncaya kadar işgüçlerini kiralayarak proleterleştirdikleri özel sağlık, eğitim vb. işletmeleriyle de, ama– asıl olarak ve en başta makinelerin sermayeye dönüştüğü fabrikayla anlamlanabilir; ancak bu, toplumun ve toplumsal örgütlenmenin fabrikadan ibaret olduğunun ileri sürülmesi anlamına gelemez. Başlıca fabrika üzerinden, fabrika dolayımıyla karşı karşıya gelen emekle sermaye ya da işçi sınıfıyla burjuvazi, yalnızca burada karşı karşıya gelmekle kalmadıkları gibi, karşıtlıkları, bu temele dayanarak, buradan türeyen, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkiye düştükleri bu toplumsal temelden hareketle ve buradan yansıyarak oluşan çok sayıda karşıtlık ve ilişki türünde görünür olur. Üstelik ulusal ilişkilerle de sınırlı olmadan ve asıl olarak uluslararası bir ilişki olarak…
Fabrika önemli ve tayin edicidir, ancak dayanaklık ettiği, burjuvaziyle işçi sınıfının bir dizi başka alana da yansıyan karşıtlığının oluşum merkezi olduğu için önemlidir. Yoksa fabrikayla sınırlı, onunla başlayıp onunla biten bir algı ve yorum, daha baştan gerçek bir toplumsal hareket olarak sosyalizmi fabrikaya, burjuvaziyle işçi sınıfının asıl olarak kendiliğindenliği içinde ve başlıca sosyal iktisadi sınırlanmayla karşı karşıya geldikleri alana hapsetmek, işçiyi ücret pazarlığı ve sosyal hak talepleriyle yetinmenin pek ötesinde “tasarlamamak” demek olacaktır. Fabrika, sadece üretim ve sadece sermayenin yeniden üretimi, işgücünün metalaşması değildir, ideolojilerle farklı politikalar ve ahlaki vb. fikir ve düşüncelerin de oluşumunun hareket ettiricisi, ilk başlangıç mekanıdır, işçiler kendi aralarında ve patronlar ve adamlarıyla ilk orada ilişkilenmeye başlarlar; ama sadece başlarlar. Maddi yaşamın üretimin merkezidir fabrika, ancak bütün bir maddi yaşamın üretimi oraya sığacak kadar dar ve çok yönlülükten uzak değildir.
Fabrikanın dışında, ilk öncüllerinden hareketle oluşmuş, maddi eklentileriyle maddi yaşamın üretiminin sürdürüldüğü koca bir alan daha vardır. Devlet, bu alanların içinde, diğerleri arasından sivrilen önemli biridir. Devlet işleri ile haşır neşir olmak politika demektir ve politik alan, kuşkusuz fabrikayla bağlantısız ve ondan kopuk değildir, ama kendi başına az-çok özerk bir alan oluşturur. İdeoloji üretimi de öyledir, okulu, akademisi vb. içinde hatta medyası, kışlasının da katılımıyla ideoloji üretimi, tabii ki fabrikayla bağlı, ancak yine özerk bir diğer alan durumundadır. Ve kapitalizm fabrika merkezli gelişmesine rağmen, farklı ülkelerde farklı koşullarda, farklı ulusal özellikler taşıyarak ilerlemiş, buradan gerek burjuvaziyle işçi sınıfı gerekse farklı ülkelerin burujuvazileri arasında farklı biçimleriyle ilişki ve çatışmalar türemiştir. Aynı şekilde din ve mezhepsel farklılıklar da hesaba katılmazlık edilemezler. “Medeniyetler çatışması” tezi tabii ki doğru değildir, ancak kimi ülkelerin Hıristiyan kimilerinin Müslüman ya da Yahudi oluşlarının hiçbir öneminin olmadığı ve bu farklılıkların örneğin Ortadoğu’da hiç önem taşımadığı ve sınıf mücadelesinin şekillenişini hiç etkilemediği söylenemez.
“Yeni toplumsal hareket”çiler, toplumsal hareketin bileşenlerini ve çeşitli görünümlerini veren bu çeşitliliği, kafa karışıklığı içinde ya da tersine kafa karışıklığı yaratmak üzere abartır ve ikinci dereceden olan ilişki ve alanların her birine asallık ve belirleyicilik, kendine yeterlik yüklerler. Ancak tersine fabrika içine kapanma ve fabrikayla yetinmeye yönelmiş, ekonomizme eğilimli yaklaşım ise, kendisini, çeşitliliği görmemeye ve ne gelecekse fabrikadan gelmesini beklemeye kurgulamıştır. İkisi de kurmacadır ve sosyalizmi gerçek bir toplumsal hareket olarak anlamamayla maluldür, eksiklidir ve idealizmle yaralıdır.

*
İşçi fabrikada örgütlü olduğuna göre, onun politik hareketi de, teorik ideolojik kavgası da, iktisadi mücadelesi gibi, elbette fabrikayı eksen alacak, fabrikadan ayağı kesik tasarlanıp yürütülmeyecek, eğer sosyalist karakterli olacaksa yürütülemeyecektir. Ama ideolojik faaliyetin fabrika sınırlarına hapsolabileceğini ve hapsolması gerektiğini kim iddia edebilir? Ya da işçi ve sosyalist karakterli olacaksa fabrikaya yaslanmazlık edemeyecek politik mücadelenin, başlıca partiler aracılığıyla yürütülen ve iktidar mücadelesinden başka bir şey olmayan mücadelenin sadece ve yalnızca fabrikayla tanımlanabileceğini kim ileri sürebilir? İdeoloji üretimi tabii ki kütüphane demektir, günümüzde bilgisayar vb. demektir, bilimsel araştırma ve çalışma demektir. Politika, bir çok sınıfın arasındaki ilişki, politik bilinçse farklı sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkisi alanında yer tutmak, buradan seslenmek demektir ki, kaçınılmazlıkla fabrikanın ötesini zorunlu varsayarlar. Ahlak, hukuk vb. de öyledir ki, tümünün, işçi sınıfıyla burjuvazinin çatışma alanları olarak, maddi yaşamın üretimine –kiminin belirleyerek, kiminin ikinci, kiminin üçüncü dereceden rolüyle katılarak– etki edecekleri, dolayısıyla sosyalizmin gerçek bir toplumsal hareket olarak oluşup gelişmesine, bileşenleri olarak katkıda bulundukları/bulunacakları bir gerçektir.
Elbette daha başından politik olarak örgütlenmiş üst sınıf hareketleri ve devlet türünden politik örgütleri vardır. Üstelik üst sınıfların egemenlikleri sadece iktisadi yaşam üzerinde bir egemenlik olmakla sınırlı kalmaz, buradan ve başlıca devlete dayanarak, siyasal egemenliği kapsamanın ötesinde, entelektüel yaşamın tekel altına alınmasını, fikir ve düşünce üzerindeki hegemonyayı kapsayarak, yayılır. Egemen sınıf, iktisaden olduğu kadar, siyasal, entellektüel, kültürel, hukuki, ahlaki vb. olarak da egemendir ve gerçek toplumsal hareket olarak sosyalizmin bütün bu alanlarda egemenlik sistemi ve burjuvaziyle çatışma içine girmemesi, kendisini, çatışmanın bütünü içinde ve kapitalizm ve burjuva egemenliğin karşıtı ve mezar kazıcılığının üstlenilmesi olarak oluşturup ifade etmemesi düşünülemez.
Dolayısıyla maddi yaşamın üretimi süreci de, tek boyutlu bir süreç, yalnızca üretime, endüstri ve ticarete vb. dair bir süreç olarak kalamaz, zaten hiçbir anında da öyle olmamıştır. Üretken insan maddi yaşamı üretirken, üretici güçlerin düzeyiyle belirlenmiş –örneğin özgürlüğe ilişkin– fikirler, başlangıçta eksikli olsa bile giderek sistematize hale gelen/gelecek olan fikri akımlar, ahlaki tutumlar ve yaklaşımlar, politik eğilimler ve hareketler, giderek başkaldırı ve isyanlar vb. üretmekten kaçınamaz. Yaşamın maddi koşullarından yansıyarak geliştirilen fikir ve düşünceler, egemenlik sistemi karşısında derli toplu hale getirilmeleri olarak politik tutumlar ve buradan gelişen politik hareketler –kimi doğruya yakın, kimi düpedüz yanlış olarak ve birbirlerini ve etkilerini giderip dengeleyip düzelterek–, uzun vadede az-çok ortalama doğru bir yansıma verirler. Kim ki, sömürülen ve ezilen “alt” sınıfların sistemli fikirler geliştirmek ve politik bir örgütü kurup işletmek için gerekli zaman, finansman gücü ve yeteneklerini geliştirecek eğitsel vb. olanaklardan yoksunluğu ve çoğu durumda düpedüz cahilliğinin üzerine binen maddi yaşamın egemenler tarafından bozuşturulmuş dinsel kör inan, ulusal vb. önyargı vb. biçimindeki yansımalarının başlangıçta devrimlere götüren gerçek halk hareketleri ve sonunda sosyalizmin gerçek toplumsal hareket olarak ortaya çıkışı üzerindeki negatif etkilerini görmez ya da önemsemezse, yanlışlığa düşecektir. Ancak kim ki sosyalizmi, gerçek toplumsal hareketi, başından her şeyi belirli biçimiyle kurgulanmış, ama belirli önkoşullardan hareketle gerçek yaşamın içinde ve kendi yolunu açarak gelişip ilerleyen bir hareket olarak anlamazsa, onun düşeceği yanlışlık birincisinden daha az olmayacaktır. Hele yaşamın maddi üretimini, fikirler, düşünce sistemleri, politikalar ve politik hareketleri yansıtarak var etmeyen, salt fabrikaya dayalı etkinlik olarak anlayansa, toplumsal hareketten hiçbir şey anlamamış sayılmalıdır.

*
Gerçek toplumsal hareket olarak sosyalizm, başlıca işçi hareketidir: Devrimci işçi hareketi, Marksizmle birleşmiş işçi hareketi. Ama bu, böyle bir işçi hareketinin bir yandan teorik ideolojik mücadeleden bir yandan da gençlik, kadın, kentsel dönüşüme, HES’lere vb. karşı çevre, barış vb. hareketlerden bileşmesi demektir. Kim sosyalizm ve sosyalist hareketi, bir işçi hareketi olmasından hareketle, örneğin sendikal hareketten ibaret ya da onun gibi, onun türünden sınırlı bir işçi hareketi olarak ileri sürebilir ki? Öncelikle, 1) ideolojik teorik mücadele, 2) iktisadi (sendikal) mücadele ve 3) politik mücadele olarak, üç biçimi, birbirini bütünleyen üç yönü olduğunu biliyoruz. Ama sosyalist hareketin, hele Türkiye türünden hala demokrasiyi kazanamamış ülkelerde, önünde yürüyüp kendisine bağlaması gereken demokratik hareketlerin de bulunduğu düşünülürse, “çıplak” bir işçi hareketinden ibaret sayılabileceği herhalde düşünülemez.
İlk olarak işçi hareketinin, örneğin sadece bir yönü olan sendikal hareketten farklı olarak, bir dizi diğer yönü ve görünümü olduğunu, üstelik sosyal görünümü burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki karşıtlık olan emeğin ve üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist karakteri arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktan kaynaklanan, dolayısıyla kaynağını sömürü ilişkisi olarak kapitalizmde bulan ve çözümü kaçınılmazlıkla kapitalizmin yıkılışına, işçi sınıfının kurtuluşu ve sosyalizme bağlanan kadın hareketi, gençlik hareketi, köylü ve memur hareketi, çevre hareketi gibi haraketlerle nükleer karşıtı hareket türünden daha özgün ve konjonktürel olanlarına kadar birçok hareketle içiçe bulunduğunu, onlardan beslenip onları besleyerek koşulladığı ve kapitalizme yönelik olarak tümünden bileştiğini ve bileşmeden gerçek bir toplumsal hareket olarak oluşumunun olanaksız olduğunu söylemeliyiz.
Elbette kadın, gençlik, çevre vb. alanlarında gelişecek hareketlerin tümünün burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çatışma koşullarında olduğu kadar, burjuvazinin egemenlik koşullarında ortaya çıkıp gelişme durumunda olduğunu bileceğiz. Bu, burjuvazinin bu alanların hiçbirinde, egemenliğinin koşullarından hareketle etkin olmaya çalışmadan, örneğin burjuva kadın, gençlik, çevre vb. hareketleri öngörüp geliştirmek üzere etkide bulunmadan, bu alanlara doğrudan müdahale etmeden edemeyeceği anlamına gelir. Bu nedenle, doğaldır ki, bu alanlarda toplumsal hareket, özellikle ikinci, üçüncü dereceden yansısal etkenlerle politik vb. yönleri de kapsayarak gelişirken, üzerinde burjuva etkiler taşımadan edemeyecek, bununla kalmayarak, hatta gelişmeleri tamamen olağan ilerici ama düpedüz burjuva, küçük burjuva vb. nitelikli demokratik hareketleri kucaklayıp onlarla birleşmeden adına layık olamayacaktır. Demokratik içerikli hareketleriyle birleşerek, kadın, gençlik, çevre vb. alanlarını kendi dayanağı ve bu alanlarda gelişecek hareketleri kendi bileşeni ve unsuru olarak edinemeyen ve tümünden kapitalizm karşıtlığını varedemeyen; düşünsel, politik vb. yönleriyle belirli görüşler ve eğilimlerin diğerlerini dengelemesiyle, sonuç olarak tarihselliğinin kendisine yüklediği ortalamayı tutturarak ilerleyemeyen bir hareket, gerçek toplumsal bir hareket sayılamaz; ya politik ama dar bir hareket olarak kalır ya da yine ideolojik/politik nedenler ya da kendiliğindenliği içinde çeşitli alan ve unsurlarıyla birlikte varolmaktan burjuva etkisinin ağırlığıyla uzaklaşır ve uzaklaştıkça gerçek bir toplumsal hareket olmayı da başaramaz.
Evet, kadın hareketi kendi başına da bir harekettir; demokratik içerikli olabilir ve bu hiçbir sakınca da teşkil etmez. Ancak kadın hareketi, belirli bir siyasallaştırılmışlığıyla “erkek karşıtı” bir hareket olarak değil, ama gerçek temelleri ve öncülleriyle gerçekte olduğu gibi, gerçek bir hareket olarak anlaşılacaksa, demokratik içerikli olanıyla birleşme zorunluluğunun ötesinde ve kadın işçi olarak doğrudan sermaye boyunduruğu altında olanların zaten kendilerinin hareketi olmanın yanında, kadının kapitalizm tarafından kuşatılıp mahkum edildiği haksızlıklar karşısında ve kapitalizmin ataerkilliği besleyen gericiliği ve tekelciliği zorbalığı dolayısıyla, kitlesel olarak kadınların da sermaye ve kapitalizm karşıtı bir pozisyon tutmakta oldukları koşullarda, kapitalizm karşıtı gerçek hareketin, kadın alanına dayanmadan ve kadın hareketini de bileşeni edinmeden edemeyeceği tartışmasızdır. Bunun için bütün kadınların sosyalist olmaları ya da kadın hareketinin her durumda örneğin politik bakımdan kararlı biçimde sosyalist yaklaşım ve politikalar benimsemiş olması şüphesiz gerekmemektedir. Gerçek bir toplumsal hareket olarak sosyalizm demokratik içerikli kadın hareketiyle birleşmeden edemez ve hareketin, içinde doğru ya da yanlış, kuşkusuz burjuva etkisinin ifadesi bir dizi görüşün ileri sürülmesinin tamamen olağan olduğu farklı ideolojik, politik, kültürel, ahlaki vb. düzeylerdeki yansımalarının, son belirlemede, tarihsel nesnellliğin öncülleri ve ihtiyaçları doğrultusunda birbirlerinin “aşırılıkları”nı giderip yönlerini doğrultacak oluşlarına güvenilebilir.
Gençlik hareketi için de aynı şeyler söylenebilir: Geleceği kapitalizm tarafından karartılıp bugünü kapitalistler tarafından çalınan ve yaşamı zindana döndürülen gençlik kitlelerinin hareketinin, tümü işçi gençlik olmadan da, kaderini işçilerle birleştirmeye kapitalizm karşıtı gerçek toplumsal hareket içinde saf tutup onun bir bileşenini oluşturmaya yatkınlığından daha anlaşılır ne olabilir? Bu, tabii ki, gençliğin demokratik hareketini kucaklayıp onunla birleşmekten kaçınmayı gerektirmez, tersine kucaklayıcı yaklaşım, onun kapitalizm karşıtı hareketin unsuru ve bileşeni oluşunu kolaylaştırır.
Ya da çevre hareketi. Çevre hareketi örneğin TEMA’nın burjuva çevre hareketinden mi ibarettir? Ya da AKP Hükümeti’nin sözcülerinin “üç-beş ağaç” edebiyatıyla hiç anlamadıklarını belli ettikleri ve küçümseyip aşağıladıkları “çiçek-böcek sevgisi” kapitalizm koşullarında nereden kaynaklanmaktadır ve kaçınılmazlıkla ancak nereye bağlanabilir? Kâr hırsıyla doğayı yaşanmaz hale sokan, örneğin rant kaygısıyla bir dere üzerine 12 baraj inşaa etmeyi bile önüne koyabilen kapitalistlerden başka kimdir? Ve çevrenin gerçek savunuculuğunun kapitalizmin yıkılışını hedeflemesinden daha anlaşılır ne olabilir ki? Elbette gerçek toplumsal hareketin bir unsuru ve bileşeni olması, çevre hareketin önkoşulu değildir. Ancak eğer hoş bir gönül eğlendirme olarak kalmayacak ve bu durumda üç-beş burjuvanın kurmaca iyilikseverliğiyle sınırlı anlaşılmayacaksa, kitleselleşip gerçek bir hareket oluşturacak bir çevre hareketinin kır ve kentin yoksullarına HES’leri ve kentsel dönüşümü vb. dayatan kapitalizm koşullarındaki gerçek maddi öncüllerinden ve kuşkusuz emeğin ve üretimin toplumsallaşmasıyla mülk edinmenin kapitalist karakteri arasındaki temel karşıtlıktan hareket etmesinin, bu durumda da, bilincinde olsun ya da olmasın, düşünce ve politik eğilimlerinden bağımsız olarak ve süreç içinde farklı eğilimlerin de düzeltilmesi imkanını elde etmek üzere, kapitalizme karşı yönelmesi ve genel kapitalizm karşıtı hareketin bir yönü ve bileşeni olmasının anlaşılmaz bir yanı olamaz.
Latin Amerika’da ortaya çıktığı ve üzerine tez ve teoriler inşa edildiği türden topraksız köylülerin ya da evsizlerin hareketi, evet çekiştirilmekte, “yeni siyasal özne” arayışlarına konu edilmektedir; ancak tanıtlanmaya çalışılması gerekmeyecek denli açıktır ki, öncüllerini, maddi yaşamın kapitalist tarzda ya da kapitalizme bağlanmış büyük toprak mülkiyeti koşullarında üretiminde bulan ve buradan temellenip gelişen hareketlerdir ve iki durumda da kapitalizm karşıtı genel toplumsal harekete bağlanmalarından doğalı herhalde yoktur. Ya topraksız köylülerin işçi sınıfına ve onunla ittifaka itilmeleri olarak demokratik içerikli mücadeleleriyle ya da köylülerin proleterleşme sürecinde veya proleterleşmiş oluşlarıyla kurtulmak zorunda oldukları kapitalizme karşı doğrudan mücadeleye zorlanmaları nedeniyle. Kapitalizme bağlansa bile hala daha geri (örneğin feodal) ilişkilerin kıskacındaysalar kolaylıkla sosyalizme bağlanabilecek demokratik mücadeleleriyle evsiz ve topraksızların eylemiyle birleşmek.. Ya da mülksüzleştirme yoluyla yoksullaştırıp evsiz ve topraksız bırakmış olan kapitalizmse, kapitalizmin üzerine yürümesinden doğalı olmayan evsizler ve topraksızların eyleminde –burjuva görüşler ileri sürerek onlar üzerinde de burjuva etkisinin yayılmasını sağlamaya ön ayak olmak üzere– “eski”sinden farklı bir “toplumsal özne” aramak yerine, onları, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin bir dayanağı olarak görmek ve gerçek bir toplumsal hareket olarak sosyalizmin bir bileşeni haline getirmek, dolayısıyla somut olarak taşıdıkları kapitalizm karşıtı potansiyel ve olanakları gerçeğe dönüştürmek için çalışmak – herhalde doğru ve sosyalistçe olan yaklaşım ve tutum bu olur.
“Toplumsal hareketçi” yaklaşımın zaafı, kadın, çevre, gençlik vb. hareketlerin toplumsal hareket olmayışlarında değildir, ama bu hareketlerin, onları birleştiren ve genel bir kapitalizm karşıtı hareketin unsur ve yönleri olarak bileştiren kapitalizmdeki öncüllerinin ortaklığını görmemeleri ya da düpedüz önemsememeleri, ama bu hareketleri, tamamen birbirlerinden kopuk ve herbirini ayrıca ve bizzatihi kendilerine yeterli özneler olarak varsaymalarıdır. Tarihsel materyalizm savunucularına ve kuşkusuz Marksistlere izafe edilen, uvriyerist içerikli, ne gelecekse fabrikadan geleceğini bekleme ve özgünlükleri olan ama tek bir sosyal hareketin bileşenleri durumundaki hareketlerin özgünlükleri ve ayrı ayrı ve bir arada oluşturdukları önemi ve gerçek toplumsal hareket olan sosyalizme katacaklarını görmeme, ama sadece fabrika ve fabrikayla sınırlı eyleme önem atfetme eğilimi ise, ne Marksistlerin eğilimidir ve ne de doğrudur.
Anlatılanlardan, şüphesiz, bir işçi, bir kadın, bir genç, bir çevreciyi bir araya toplayarak ve onların taleplerini alt alta yazarak ilerleme ve toplumsal hareket olarak sosyalist hareketi bir “toplama” hareket olarak öngörme sonucu çıkmaz. Dikkat çekilen; kapitalizmde, kapitalizm koşullarında gelişen sosyal hereketin temelleri ve gerçek öncüllerinin ortaklığı ve toplumsal hareketin bileşikliği ve çok yönlülüğü ve bu çok yönlülüğü içinde birliğidir.

*
Peki, bu ortak temel ve öncüllere sahip oluş ve tek bir toplumsal hareket oluşturmak üzere hareketin çeşitli yönlerinin birliği/bileşikliği, tümünün kaynaklandığı emeğin ve üretimin toplumsallaşmasıyla mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki karşıtlık ve aynı karşıtlığın sosyal görünümü burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık olduğuna göre, düzenli olarak ve sadece az-çok örgütlü işçi sınıfının etrafında toplanmış bir toplumsal hareketi mi koşullandırır? Özetle, biz yalnızca örneğin Zonguldak Madencilerinin Büyük Yürüyüşü’nde gördüğümüz gibi, ayağa kalkan işçi yığınlarının kadını, genci, memuru, esnafı vb. ile diğer emekçi yığınları peşinden sürükleyişine mi tanıklık ederiz? Tarihin gelişmesi bunca düzenli ve kurgulanabilir midir, yoksa kendilerine özgü gelişmeleri olan ve olan-bitenden farklı etkilenen işçi, gençlik, kadın, çevre vb. hareketlerin zamandaş olmayan, bazen biri, bazen diğerinin, bazan bir başkasının ya da birkaçının birden hızlı gelişme göstererek öne çıkacağı ve diğerlerinin gelişmesi üzerinde baskı yaparak etkide bulunacağı şekilde somut gelişme farklılaşabilir mi? Tabii ki ikincisi doğrudur. 15-16 Haziran 1970’te işçi harektinin doruk yaptığını, ama öncesinde 68 Hareketi diye anılan hareket içinde gençlik hareketinin, işçi ve özellikle küçük üretici köylü hareketinin de gelişmesini etkileyerek öne çıktığını biliyoruz.
Bu olanaklıdır ve kendi başına bir olumsuzluk oluşturmaz. Olumsuzluk, burjuvazinin hareket üzerindeki etkisinden gelebilir ki, özellikle gençlik, köylü vb. kitleleri üzerinde bu etkinin görece daha kolay gerçekleşebildiği düşünülebilir. Ancak toplumsal hareket üzerindeki burjuva etkiden işçi hareketinin de azade kalamadığı, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi aracılığıyla burjuvazinin saptırıcı yıkıcı etkisini işçi sınıfı saflarına da taşıdığı bilinir. Yine de her halükarda fabrikalarda örgütlülüğü ve burjuvaziyle doğrudan karşı karşıya gelişiyle işçi sınıfının burjuvazi karşısında daha korunaklı ve fabrikalarda örgütlü oluşundan gelen örgütlülüğe yatkınlığıyla daha silahlanmış olduğu tartışmasızdır. Ve hangi yönü öne çıkıp nereden gelişirse gelişsin, bilinç ve örgüt eksiğiyle burjuvazinin saptırıcı etkisinden gelen zaaflı durumların giderilerek hareketin ilerleyişin doğrultulmasını, sömürülen yığınların ideolojik ve politik cihazlanması ve gelişkinliğinin ilerletilmesinde, ama özellikle de çoktan dünya pazarına bağlanmış büyük ölçekli üretim yapan fabrikalarda örgütlü ağır sanayi işçilerinin örgütlü katılımının haraketi damgalamasında bulabiliriz ve bulmalıyız.
Kapitalizmi yıkıp insanın sermaye tarafından mahkum kılındığı yabancılaşmanın üstesinden gelmek üzere, işbölümü ve sınıflara bölünmeye son vererek, üretici güçlerin gelişmesinin önünü sonuna kadar açıp herkese yeterli kalite ve miktarda istediğince tüketebilecek kadar gelişkin bir üretimi olanaklı kılarak insanın birbirine, makineye, sermaye haline dönüşmeden makinenin işlevsel oluşunu engelleyen sermayeye köleliğinin gerçekleşme koşullarını kaldırarak gerçek özgürlüğü sağlayacak gerçek toplumsal hareketin merkezinde şüphesiz işçi sınıfı durmaktadır. Başında ağır sanayi işçileri olmak üzere, kırın ve kentin bütün sömürülen yığınlarını etrafında birleştirme ve zaman zaman zorlansa da hiç değilse belirli koşullarda burjuva olmayan ve tekelci kapitalizmden zarar gören, çıkarı tekelci yağma ve dikte edicilikten kurtulmakta olan ve demokrasi talep eden emekçi karakterli –küçük burjuva– katmanları peşinden sürükleme yeteneğindeki işçi sınıfı.
İşte bu hareket dün şu sorun üzerinden patlamıştır, bugün bir başkasından.. Yarınsa nereden patlayacağını hep birlikte göreceğiz.

*
Gezi Direnişinin orta sınıfların hareketi olarak patladığı ileri sürülmüştür. Çevre sorunundan patladığı, ama onunla sınırlı kalmadığı bilinmektedir. Genel bir toplumsal hareket olarak gelişmiştir. Peki, ama bir orta sınıf haraketi, bir burjuva hareket midir? Fabrikalardan ve tulumu-baretiyle açık seçik bir işçi hareketi olarak ortaya çıkmamış olduğuna bakıp, “orta sınıf” vb., biraz yumuşatmak üzere “yeni orta sınıf” hareketi olarak nitelenmiştir. Kuşkusuz, orta sınıftan da katılanlar olmuştur. Harekete küçük burjuvazi de, memur ve esnaf da katıldılar. İşçi ve işsiz emekçi kitlelerin katılımı da kesinlikle küçümsenir gibi değildir. İşsiz olanlarıyla birlikte işçi ve emekçi katılımı, özellikle büyük kentlerin kenar mahallelerine, taşraya gidildikçe artmıştır. Harekete geçirici nedenleri arasında, eşitlik ve demokrasi talebini kitleselleştiren insan yerine koyup kimseyi söz hakkı tanımayan otoritarizmin zorbalığıyla geçim koşullarının zorluğu ve hızla daha da kötüleşmekte oluşunun yaşamı zındana dönüştürmesi önde gelmektedir. Direniş, emekçi niteliği küçümsenir türden olmayan bir halk direnişi olarak gerçekleşmiştir. Elde ayrıntılı bir anket yoktur, ancak okumuşu yazmışıyla, genci yetişkini, kadını ve erkeğiyle, çevre dostu, geçim derdi çekeni, söz hakkı isteyeniyle hareketin “alt sınıflar”ın hareketi olduğunu açıktır. İşçiler örgütlülükleriyle olmasa bile katılmışlardır, memurlar öyledir. Gençler ve kadınlar da. Hareketin örgütlülük düzeyinin düşüklüğü kesin, kendiliğindenliği belirgindir. Sosyalistler, burjuva, küçük burjuva gruplar, kendi ideolojik yönelim ve politik tutum ve sloganlarıyla katılmışlar ve hareketi etkilemeye çalışmışlardır. Ancak bir o kadar kesin olan başka bir gerçek de, örneğin ulusalcı burjuva sloganların hareket içinde belirli bir yer tutmasına karşın, hareketin, burjuva bir hareket, bir “üst sınıf” hareketi olmadığıdır. Gezi Direnişi gerçek bir halk hareketi olarak ortaya çıkıp gelişmiş, demokratik nitelikli bir hareket olarak varolmuştur ki, bu beklenmeyen bir şey değildir. İçinde sosyalist hareketin belirli bir yer tuttuğu ve tüm öncüllerine sahip olduğu için genişlemesine mayalanabileceği demokratik nitelikli kendiliğinden ve kuşkusuz “aşağıdan” bir hareket. Emekçi karakterli bir hareket.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑