Laik ve demokratik bir Ortadoğu ve Türkiye mücadelesinin harcı olarak laisizm

Herhalde içinde geçtiğimiz sürecin bundan sonraki aşamasında, Ortadoğu’nun (Kuzey Afrika ve Ön Asya’yı da kapsayan geniş Ortadoğu) İslam dünyasında özgürlük, demokrasi, halkların kurtuluşları, emperyalizme ve gericiliklere karşı mücadeleden söz edildiğinde, tartışmaların üstünden atlanamayacak başlıca konusu laisizm olacaktır. İslam ülkelerinin halklarının kendi Ortaçağları ile hesaplaşmasında böyle bir aşamaya gelinmiştir.
Petrol, doğal gaz ve enerjinin batıya güvenli nakil yolları, dünya egemenliği, çürümüş Ortaçağ rejimleri, yoksulluk, açlık, işsizlik gibi emperyalist stratejinin üstünde biçimlendiği başlıca “patlayıcı unsurlar”ın tehlikeli bir biçiminde bir araya geldiği Ortadoğu, son çeyrek yüzyılda dünyanın en sıcak çatışmalarının yaşandığı bölgelerinin başında geldi.
“Bütün bu patlayıcı unsurları bağrında toplayan Ortadoğu son yüzyılın en büyük sarsıntısını geçiriyor” dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz.
100 yıl önce zamanın dünyayı yöneten büyük emperyalistleri tarafından 1916 yılında Sykes Picot anlaşmasıyla çizilen Ortadoğu haritası şimdi yeniden çizilmeyi dayatmış bulunuyor. Üstelik bu sefer sahneye çıkan yeni güçler, haritanın diplomasinin karanlık koridorlarında değil, doğrudan savaş alanlarında çizilmesini zorluyor.
Arap isyanlarının Arap-İslam dünyasında yarattığı büyük sarsıntı ve bu isyanların yönünü değiştirmek için bölge gericikleriyle batılı emperyalistlerin müdahaleleri, halkların bu müdahalelere tepkileri,… Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmek için giriştikleri son çeyrek yüzyılı aşan mücadeleleri de eklendiğinde, bölgede yeterince gerginleşmiş, aynı anlama gelmek üzere, artık çözümü dayatmış çelişkiler daha da girift hale gelmiş bulunuyor.

LAİK VE DEMOKRATİK BİR ORTADOĞU MÜCADELESİ

Bir yandan emperyalist müdahale ve bölge gericiklerinin ömürlerini uzatmak için giriştiği manevralar öte yandan Ortaçağ cehenneminden fırlamış IŞİD’in bölgenin çelişkilerinden ve dış müdahalelerden yararlanarak Irak ve Suriye’de geniş topraklar üstünde kontrol sağlaması ve Yemen’den Nijerya’ya, Libya’dan Irak’a geniş coğrafyada güç kazanması, Ortadoğu’da tek tek ülkelerin iç düzenlerini olduğu kadar genel olarak bölgenin geleneksel düzenini de zorlamaktadır.
Artık eski sınırların sürdürülemeyeceğinin belli olduğu Ortadoğu’da bugün haritanın yeniden çizilmesini zorlayan iki dinamik odak var. Bunlardan birincisi, çeyrek yüz yıldan fazla bir zamandan beri kendi kaderin tayin etmek için, özgürlük, demokrasi, eşit haklar talebiyle mücadele eden bölgede dört ülke (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) arasında bölünmüş Kürdistan’da yaşayan Küt halkıdır. Bölgedeki ikinci dinamik ise, Ortaçağdan kalma çelişkilerle iç içe geçmiş modern dünyanın çelişkileri zemininde patlak veren Arap isyanlarının harekete geçirdiği, emperyalistler ve bölge gericilikleri tarafından bir ölçüde bastırılmış görünen, ama talepleri için mücadele etmekten vazgeçmeyen Arap halklarının mücadelesidir. IŞİD, El Nusra; El Kaide gibi Cihadçı örgütlerin güç kazanması, Arap halklarının özgürlük ve kendi kaderine sahip çıkma tutumuna yönelik emperyalist gerici müdahalenin “kefareti” olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yüzden de Ortadoğu haritası yeniden çizilirken, özellikle IŞİD ve onunla hedef birliği içindeki Cihadçı güçlerin kazandığı mevzilerden sonra, artık bölge haritasının yeniden çiziminin kendi lehlerine olması için müdahale etmeyi amaçlayan bütün güçler, “Nasıl bir Ortadoğu ve ülke; kimlerle birlikte ve kimlere karşı bir mücadele?” sorusunu açıklıkla yanıtlamak ve bunun gereği olan bir tutumu almakla karşı karşıyadırlar.
Bu mevzilenmenin ilk adımı, IŞİD’in Irak ve Suriye’de geniş toprakların kontrolünü sağlayarak Selefi radikal İslamcı bir dünya düzeni kurmak için giriştiği Cihad’ın karşısında tutum alınıp alınmayacak olmasıyla belirlenmektedir/belirlenecektir.
Dolayısıyla şunu şimdiden söyleyebiliriz ki, bölgedeki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin Bush döneminde geliştirilen ABD stratejisi doğrultusunda “Radikal İslam”a karşı “Ilımlı İslam”la (Müslüman Kardeşler ve ona paralel çeşitli İslamcı akımlar) birleşerek yürütülecek mücadele olarak tanımlanması ve bu mücadelenin ürünü olacağı öngörülen “demokratik bir Ortadoğu” stratejisi tümüyle çökmüştür ve bugün bölgede ve ülkelerde asıl eğilim, henüz çok belirgin olmasa da “laik ve demokratik bir Ortadoğu”dur.

BAŞAŞAĞI DURAN LAİSİZM ŞERİATÇILIĞI BESLEDİ

Kuşkusuz Ortadoğu’nun İslam Dünyası için laisizm çok yeni bir şey değil.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren laisizm Cumhuriyetin temel bir ilkesi olarak yüksek sesle savunulmuş; yukardan dayatılmış bir hayat tarzı, halkı terbiye ve ıslah ederek devlete biat etmesinin bir kırbacı olarak kullanmıştır.
Bu, 1950 sonrasında Cezayir, Libya, Mısır, Suriye, Irak, Yemen gibi belli başlı Arap ülkelerinde de modernleşmenin, ama devlet tarafından yukarıdan dayatılan bir modernleşmenin “reform”u olarak sunulan “laiklik”, halkın baskı altına alınmasının bir aleti olarak kullanılıp uygulanmıştır. Filistin 20. yüzyılın ikinci yarısında, Arap dünyasında laisizmi yaşam tarzı olarak da benimseyen devrimci bir odak olarak yükselmiş, dünya ölçüsünde bulduğu desteği ve bölgenin devrimci bir dinamiği olmasını da büyük ölçüde lasizmi bir yaşam tarzı olarak benimseyen bir devrim olmasıyla sağlamıştır.  Dolayısıyla Cemal Abdülnasır’la başlayıp askerlerin ve “sivil” aydınların partileri olarak örgütlenen BAAS partileriyle geliştirilen laisizmle, Arap ülkeleri az çok Türkiye’nin yolundan yürümüş, dinin devlet işlerine karışması radikal biçimde önlenirken, dinin kendisi de yeniden tarif edilerek, laiklik bir “rejim dini” olarak dayatılmıştır.
BAAS rejimleri çökerken ise, Mübarek’in Şeriatçı Anayasası ve Saddam’ın Cihat ilan etmesi örneklerinde görüldüğü gibi, bu sözde laisizmle şeriatçılığı iç içe geçirip halkın rejime yönelik tepkilerini şeriatçı uygulamaları benimseyerek yatıştırmayı amaçlayan BAAS kalıntısı son diktatörler, sadece siyasal İslam olarak Şeriatçılığın ve Müslüman Kardeşler başta olmak üzere şeriatçı hareket ve örgütlerin güçlenmesine, halk indinde itibar kazanmasına hizmet etmişlerdir.
Bu nedenledir ki, Arap isyanlarıyla halk BAAS kalıntısı –Mübarek, bin Ali,… gibi– diktatörlüklere karşı ayağa kalktığında, ayaklanan halkı yedekleyen Müslüman Kardeşler olmuştur. Nitekim; son yıllarda neoliberalizme uyum sağlayıp palazlanarak BAAS kalıntısı rejimlerle daha çok uzlaşma içinde olan ve halk ayaklanmalarına da sıcak bakmayan Müslüman Kardeşler’in, önlenemez hale gelerek patlak veren ayaklanmaların bir aşamasında “muhalif” görünen en örgütlü hareket olmanın avantajıyla yedeklediği yığınların başına geçmesi, Tunus ve Mısır’da, devrime katılan demokrat laik kesimler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu ülkelerde Müslüman Kardeşler’in laik kesimler tarafından “devrimi çalmak”la suçlamasının nedeni de budur.
Kısacası, Ortadoğu’da son yüzyılın en önemli gelişmelerinden olan Arap isyanlarının, 30-40 yıllık diktatörlüklere karşı ayaklanmalar oldukları kadar, aynı zamanda, çarpık, tabiri caizse baş aşağı duran laiklik anlayışı ve uygulamalarına karşı da ayaklanmalar olduklarını söylemek yanlış olmaz. Özellikle Müslüman Kardeşler bu çarpık laiklik uygulamalarının yarattığı tepkiden yaralanarak halkı yedeklemeyi başarmıştır.

BİR YAŞAM TARZI OLARAK LAİSİZMİN GÜNDEME GELMESİ

Ancak Arap isyanlarının en önemli iki ülkesinden birisi olan Mısır’da “devrimi çalan” Müslüman Kardeşler’in batılı emperyalistler ve bölge gericiliklerinin önemli bir bölümünün desteğini alan –ve halkın taleplerini benimsediğini açıklayan– Sisi darbesiyle devrilmesi Müslüman Kardeşler’in yükselişine darbe vururken, ondan çok daha önemli olarak, Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidarının halkın oylarıyla yıkılması, Müslüman Kardeşler’e halk iradesiyle dur demenin bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Tunus’taki son seçimi çoğunluğu “laik ve demokratik bir Tunus”tan yana programlarla halkın karşısına çıkan partilerin kazanması, emperyalizmin “ılımlı İslamcısı” Müslüman Kardeşler için yolun sonunu işaret etmiştir. Ama bundan daha fazlası olarak da, Tunus seçimi, bin Ali ve Mübarek rejimlerinin dayatma sözde laikliğinden farklı olarak, gerçek bir laiklik anlayışının Arap-İslam dünyasında yaşam tarzı olarak benimsenmeye başlandığının işareti ve laikliğin demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz ilkesi olma yolunda atılmış hayli ileri bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
Yine bu gelişmeler içinde, Arap isyanlarının harekete geçirdiği Arap dünyasındaki kadınlar arasında laisizm talebinin giderek yaygınlaştığının işaretleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde oluşan çeşitli kadın örgütleri, “laisizm olmadan, kadınların, din dayanak yapılarak dayatılan yaşam tarzına, gelenek ve görenek dayanaklı baskılara karşı mücadelede başarılı olamayacaklarını” uluslararası platformlarda açıkça ve özel vurgu yaparak ifade etmeye başlamışlardır.
Tunus seçiminin önemi; arkasına iktidar olmanın gücünü, Arap ayaklanmalarının perestijini ve Mısır’daki darbenin yarattığı mağduriyetin avantajlarını alan Tunus’un Müslüman Kardeşleri’nin partisi En Nahda Cephesi’nin (deyim yerindeyse Tunus AKP’sinin cephesi) ancak yüzde 31 oy alabildiği seçimi, açıkça laisizmi savunan güçler karşısında kaybetmesinden gelmektedir. Ki, Tunus seçimde, halkın, laiklikle Müslüman Kardeşler’in “ılımlı şeriatçılığı” arasında saflaştığını söylemek yanlış olmaz.

DEMOKRATİK GÜÇLERİN İTTİFAKININ HARCI OLARAK LAİSİZİM
Kısaca laisizm, dinin devletin alanına, devletin de dinin –inancın– alanına karışmamasıdır. Bu “ideal durum”, uygulamada, laik ve dini bir toplum oluşturmayı amaçlayan karşıt güçler arasındaki mücadelenin kazanımlarına göre değişmektedir. Ülkeden ülkeye ve zamana göre uygulamaların farklılaşması da, bu mücadeleye katılan güçlerin kazanımlarıyla ilgilidir. Ama sonuçta laisizm, batıda, bütün bir Ortaçağı kapsayan İslam’la Hıristiyan dünyası ya da Hıristiyanlığın çeşitli mezhepleri arasındaki din ve mezhep savaşlarına son vermek, inançlara özgürlük tanıyarak “toplumsal barışı” sağlamak, bilimi, sanatı dinin etkisinden kurtararak gelişmelerinin önünü açmak,… gibi amaçlarla benimsenmiş, yeni burjuva yaşam tarzının temeli yapılmaya girişilmiştir. Şüphesiz laisizmin bir yaşam tarzı olarak egemen hale gelmesi, elbette savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve karşı devrimleri kapsayan büyük toplumsal alt üst oluşlarla iç içe geçen bir mücadele süreci boyunca gerçekleşmiştir.
Böylece, laiklik, dini referanslara dayanan Ortaçağ yaşam tarzına karşı, sivil, din dışı bir yaşam (laiklik elbette dinsizlik değildir, ama dinsizlik de dahil her tür inanç ve inançsızlığın özgürce yaşamasına devletin karışmaması demektir) tarzı olarak da toplumun Kilise karşısında özgürleşmesinin dayanağı olmuştur.
Yukarıda belirtildiği gibi, İslam ülkeleri içinde laisizmi ilk benimseyen Türkiye Cumhuriyeti olmuş; laisizmi devletin toplumu kontrol altına almanın bir dayanağı olarak kullanmayı amaçlayan Cumhuriyet rejimi, dini referansları devletin dışına atarken, Sünniliği bir “devlet dini” olarak düzenleyip, Diyanet İşleri, İmam Hatipler, imamların devlet memuru olmaları ve maaşa bağlanmaları gibi uygulamalarla dini halkı zapturapt altına almanın aracına dönüştürürken, dinin arkadan dolanıp devlet düzeni içine yeniden girmesinin de yolunu açmıştır.
Bugün, hatta çok partili düzene geçilmesinden beri Türkiye’de din istismarcılığı yapan gerici partilerle tarikatlar, bugün “laik devletin uygulamaları” olarak gösterilen Diyanet’i, devletin din adamı yetiştirip memur olarak ataması ve İmam Hatipler açmasıyla okullara zorunlu din dersleri koymasını savunmakta, “böylesine can kurban” diyerek müesses laiklik ve laisizme dört elle sarılmaktadırlar.
BAAS partileri de, Arap ülkelerinde “Kemalist laikliği” nispeten yumuşatarak uygulamışlardır.
Kısacası, bu yukardan ve devleti, düzeni korumayı esas alan laiklik uygulamalarıyla, İslam Dünyası’nda laikliğin bir yaşam tarzı olarak yayılmasının önü kesilirken, tüm inanç kesimlerinin de laisizm karşısında mevzilenmesi için adeta özel çaba sarf edilmiştir ki, bunun sonuçlarını bugün görüyoruz.
Müslüman Kardeşler’in Arap isyanlarını büyük ölçüde yedekleyebilmesinin, Türkiye’de AKP Hükümeti’nin bunca uzun yaşaması ve bugün adım adım Şeriat düzenine gidiş demek olan “muhafazakar toplum planı”nın halktan geniş biçimde destek görüyor olmasının başlıca nedenlerden birisinin de bu tependen getirilen ve inanç özgürlüğü temeline oturmayan laiklik uygulaması olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.
Tunus seçimleri, İslam Dünyası’nda şeriatçılığa karşı laik bir düzen savunusunun halk iradesiyle desteklenmesinin ilk uygulaması olmaya adaydır. Elbette bunun ne kadar olanaklı olacağını da uygulamada göreceğiz.
Şunu söyleyebiliriz ki, bugün Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesini yürüttüğü bölge haritasının yeniden çizilmesinde birinci dereceden önemli olan dört ülke; Türkiye, İran, Irak, Suriye mezhepçi ve mezhepçilik kışkırtması üstünden toplumu bölen hükümetler tarafından yönetilmektedir.
90 yıldır Ortadoğu’nun “tek laik ülkesi” iddiasını terk etmemiş olsa da, bu ülkelerden Türkiye bile, bir bakıma Ortadoğu’daki “son Müslüman Kardeşler rejimi” sayılacak bir hatta ilerlemektedir. “Muhafazakar Türkiye” planıyla adım adım ilerleyen AKP Hükümeti’nin yönettiği Türkiye, resmen “laik demokratik bir sosyal hukuk devleti” dense de, gerçekte bir “Sünni Türk-İslam” devletidir. Irak Şii-Arap, İran Şii-Fars bir yönetimken, istisna denebilecek Suriye’de Arap milliyetçisi ama fazla mezhepçi olmayan bir yönetim vardır.
Sorunu laisizmle ilgisi bakımından ele aldığımız için burada bu ülkelerde iktidarların ya da egemen siyaset tarzının belirleyici bir unsuru olan egemen ulus milliyetçiliğini tartışma dışı tutuyoruz. Bu yüzden de, Suriye’nin özel durumu bir yana, bu ülkelerdeki yönetimleri “mezhepçi yönetimler” olarak niteleyebiliriz.
Bu durum kendi başına bölgeyi ve bölgedeki pek çok ülkeyi bir mezhep çatışmasının kenarına getirmiş, hatta içine çekmiştir. Irak ve emperyalistlerle bölgenin gerici Sünni devletlerinin mezhepçiliği kışkırtması sonucu Suriye’de bir mezhep çatışması çoktan bir iç savaşa dönüşmüştür. Yemen’de de hemen hemen bir iç savaş vardır. Nitekim ABD’nin bölgeye müdahalesinde “Sünni–Şii çatışması üstünden bölgenin yeniden biçimlendirmesine dair senaryosu da bölgedeki bu hassasiyet dolayısıyla ciddiyet kazanmaktadır. Bunun da ötesinde bölge ülkeleri birbirinin içişlerine bu mezhep ayırımcılığı üstünden müdahalelerde bulunmaktadır.
Ancak IŞİD’in sahneye çıkmasıyla Ortadoğu ülkelerinin diplomasilerinin unsuru ve çeşitli senaryoların dayanağı olan mezhepçilik açıkça bir bölgesel savaşın başlıca unsuru ve bir medeniyetler savaşının haberini de vererek gerçek bir sorun olarak gündeme gelmiştir.
Dolayısıyla bugün gerek bölgeye emperyalist müdahalelere ve gerici ülke yönetimlerine karşı mücadelede, gerekse de IŞİD’e karşı mücadelede birleşecek güçler için ortak cephe ilkesi olarak, bütün din ve mezhepler için inanç özgürlüğü, dolayısıyla bölge ülkelerinde laisizm mücadelesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Kısacası bölgede demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesi, bugün, dün olmadığı kadar laisizm mücadelesiyle iç içe geçmiştir.
Burada laisizm mücadelesinin önemli bir yanı ortaya çıkmaktadır: Halkların kardeşleşmesi bakımından laisizmin bir yaşam tarzı olarak benimsemesi için mücadelede olduğu gibi, bölgedeki mezhepçi yönetimler ve Şeriatçı hareketlere, IŞİD’e ve Cihadçı örgütlere karşı mücadelede de laisizm, her milliyetten, her din ve mezhepten halkların mücadelelerinin birlik harcı durumundadır.
IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte, Cihadçı ve dini siyasete alet etmeyi politika tarzı olarak benimsememiş İslami hareketler için bile, gerçek bir laisizm savunusu, IŞİD’çi şeriat düzeni savunucularına karşı güçlerin birleştirilmesinin zeminini oluşturacak bir ilke olarak öne çıkmaktadır.

LAİSİZİM VE KÜRT HALKININ ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
Bölge açısından bakıldığında, Kürtler, şeriatçı bir yaşam tarzını benimsememiş, en önemlisi de kendi kaderini tayin hakkı uğruna mücadele içinde demokratikleşen, mezhep ayırımlarını aşan bir ulusal birlik içinde (eğilim olarak) olan da bir halktır. IŞİD’in Musul’u zapt etmesi ve bölge halkları için dolaysız bir tehdide dönüşmesiyle Kürtler ve ulusal demokratik hareketleri, Ezidi, Süryani, Keldani, Şii, Türkmen, Asuri, Arap,… bölgenin bütün halkları için “kurtarıcı” bir güç olarak sahneye çıkmıştır.
Çeyrek yüzyıldan beri, Kürtler Ortadoğu’da statükoya itiraz eden devrimci-demokrat bir güç olarak sahnedeler. Kendi içlerinde Barzanicilik, Talabanicilik ve PKK gibi büyük ve tarihsel ayırımlara karşın, Kürt halkı, Ortadoğu’da az çok laik bir toplum yaşamını, en azından Şeriat dayatmasının dışında bir yaşamı benimsemiş bir halk olarak sahnede. Bu durum, IŞİD’in sahneye çıkmasıyla birlikte ilk saldırdığı ve ilerleyişinde de ilk direnişle karşılaştığı halkın Kürtler olmasının da bir rastlantı olmadığını göstermektedir. Çünkü Ortadoğu’nun bu bölgesinde IŞİD’çi bir İslami yaşam tarzına en çok karşı ve laik bir yaşam tarzını en ileriden benimsemiş olanın Kürtler olmasından dolayı da IŞİD’e karşı direniş Kürtlerden gelmiştir. Bu çerçevede peşmergeler ve nispeten de PKK güçleri IŞİD’e karşı ilk direniş cephesini Kerkük merkezli olarak kurmuşlar; bölgedeki Ezidi, Hıristiyan, Süryani, Asuri, Türkmen… nispeten küçük etnik ve dini çevreleri IŞİD katliamından koruma yükümlülüğünü de Kürtler üstlenmiştir.
IŞİD’e karşı mücadelenin Suriye cephesinde yoğunlaşmasıyla Rojava’da direnişin dünya ölçüsünde sembolik bir anlam da kazandığı Kobanê merkezli tartışmalarda, Kürt liderler her platformda, “Biz laik ve demokratik bir Suriye için mücadele ediyoruz” diye ilan ederek, oluşacak ve oluşması gereken cephenin “laiklik” ve “demokratiklik” ilkesine çok açık bir vurgu yapmışlardır. Kaldı ki, Kürt ulusal mücadelesinin en önemli ayağı olarak PKK laik bir hareket olarak ortaya çıkmış, anlayışı bakımından farklılıklar taşısa da, laisizm, her zaman onun için önemli olmuştur. Özellikle Türkiye’de Alevilerin inanç özgürlüğü talebiyle ortaya çıkmasıyla birlikte, PKK-HDP ekseninde politika yapan Kürtler, devletin din ve mezheplere tümüyle eşit uzaklıkta olacağı ve din ve mezheplerin de devletle ilişkisinin olmadığı gerçek bir laisizmi talep ettiklerini her platformda ifade etmişlerdir, etmektedirler.
Bu, hem Kürtlerin bölgedeki özgürlük mücadelesinin diğer halklarla yakınlaşmasının, hem de Türkiye’de Aleviler ve tüm inanç kesimleri yanında laik yaşam tarzını benimsemiş oldukça geniş bir nüfusa karşılık gelen Türk kökenli halk kesimlerinin yakınlaşmasının gerçek zeminini oluşturmaktadır.

TÜRKİYE’DE LAİSİZM MÜCADELESİ
Türkiye’yi yönetenler, yerli yersiz her fırsatta “bölgenin tek laik ülkesi Türkiye’dir” diyerek övünmüşlerdir.
Keşke doğru olsaydı. Ama değildir.
Daha Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dinin devlete müdahalesi sınırlanmış, dini referansların devlet yaşamından temizlenmesi için önemli adımlar atılmıştır. Ancak o kadar!
Çünkü din ve inanç alanı devlet işlerinin yürütülmesini kapsayan siyaset alanının dışına çıkarılırken, laiklik uygulamalarında en ileri gidildiğinde bile, devlet, laiklik adına Sünni mezhebini ”devlet dini” olarak biçimlendirerek, Müslüman olmayan azınlıklar dışındaki diğer bütün inanç biçimlerini yasaklamış, böylece inanç özgürlüğünün olmadığı bir “yarım laisizmle” yetinilmiştir.
Bu dönemde ve büyük ölçüde sonraki dönemlerde de, laisizm, dinin, gelenek ve göreneğin pençesindeki geniş halk yığınları tarafından devletin yukarından dayattığı ve halkın geleneksel yaşamına karşı “alafranga yaşam tarzı” dayatması olarak algılanmıştır.
Çok partili döneme geçilmesiyle birlikte, uygulanan laisizmin gücü gibi görünen tek mezhepli “resmi din”sel yaşam hedefe konmuş, din istismarcılığı sermaye partilerinin her türü için başlıca politika tarzı olmuştur. Böylece din, Diyanet İşleri, İmam Hatipler, sıkıyönetimler dönemlerinde Alevi köylerine cami yaptırılması, zorunlu din dersleri, Diyanet’in bir İmam ordusuna sahip olması,… gibi uygulamalar, din istismarcısı partiler ve tarikatlar üstünden “arkadan dolanıp” devletin derin uzuvlarına kadar sızmıştır. AKP Hükümeti’nin “Müslüman Kardeşçi olmaya doğru hızla yol alan” çizgisinin egemen olmasına paralel olaraksa, din, devletin “laik mekanizmalarını” da önemli ölçüde işgal etmiştir.
Bu gelişme içinde laisizmin gerçek temellerine oturtulması ve bir yaşam tarzı olarak benimsenmeye yönelinmesinde 1990’larda Alevilerin “inanç özgürlüğü” ve “Sünnilerle hak eşitliği” talebi etrafında ortaya çıkan mücadelesi, laisizm mücadelesine yeni bir dinamizm kazandırmıştır.
Geçen çeyrek yüzyıldan sonra Alevilerin inanç özgürlüğü talebi etrafındaki mücadelesi, özellikle mücadelenin ön cephesinde yer alan örgütlü Alevi kesimleri içinde, giderek de Alevi kitlesi içinde yayılmaya başlayan gerçek bir demokrasi mücadelesine dönüşmektedir. Bugün Alevilerin inanç özgürlüğü talebinin gerçek içeriği, Hükümet yetkililerinin göstermeye çalıştığı gibi zorunlu din dersi kitaplarında Alevilere ayrılan sayfa sayısının artırılması ve Sünnilerle Diyanet üstünden eşitlenme değil, gerçek bir laisizmin gereği olarak devletin din alanından elini bütünüyle çekmesidir.
AKP Hükümeti ise, tersine, Aleviliği yeniden tarifleyerek ve Alevilerin gerçek Aleviliği bilmediğini, bu yüzden de Sünnilikten farklı bir mezhep olduğunu sandıklarını iddia ederek, Diyanet’te Alevlere koltuk, Dedelere maaş, …gibi Alevileri mevcut mezhepçi iktidarın hamiliğine razı olmuş bir azınlık “kültür çevresi” bir olarak yedeklemeyi istemektedir.
Oysa, yukardan beri belirtilmeye çalışıldığı gibi, Aleviler, “azınlık hakları” istemiyor, tersine;
–    Din derslerinin zorunlu ders olmaktan çıkarılmasını,
–     Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini,
–    Diyanetin kaldırılmasını,
–    İmam Hatiplerin kapatılmasını, devletin imam kadrosunun kaldırılması ve dinin ve din görevlilerinin finansmanına son verilmesini,
–    (…) istiyorlar.
Ancak Alevilerin mücadeleci kesimlerinin taleplerini dikkate aldığımızda, bu kesimin, Hükümetin “Çağdaş Hızır Paşalar” yaratmak için öne sürdüğü rüşveti kabul etmeyeceği, tersine, görünüşte bir “din-mezhep eşitliği” için değil, demokratik bir ülkede gerçek bir laisizm talebi için mücadele ettikleri görülmektedir. En azından bugün yöneliş budur.

LAİK VE DEMOKRATİK BİR TÜRKİYE MÜCADELESİ
Kürt özgürlük mücadelesi ve Alevilerin inanç özgürlüğü mücadelesinin bugün geldikleri yere bakıldığında; Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından yola çıkarak, “Türk milliyetiyle eşit statüko” talebini de aşarak; Türkier, Kürtler,… her milliyetten halk için demokrasi ve özgürlük, gerçekten “Laik ve Demokratik Türkiye” mücadelesine gelmeleri gibi, Aleviler de “Sünnilerle eşit haklar ve Alevi inancına özgürlük” talebinden kalkarak “Laik ve Demokratik Türkiye” çizgisine gelmişlerdir.
Hem Kürt siyasi güçleri bu gelişmenin farkındadır, hem de Alevilerin mücadele eden kesimleri bunun farkına varmışlardır.
Onun içindir ki, Kürt siyasi güçleri uzun zamandan beri Alevilere yönelik olarak ortak mücadele çağrısı yapmakta, bunun için somut girişimlerde de bulunmaktadır.
Alevilerin mücadeleci kesimleri de giderek daha çok bu çizgiye gelmişler, Alevi örgütlerinin Ankara’da düzenledikleri son mitingde “Kobanê ile dayanışma” öne çıkarılmıştır. Onun içindir ki, mitingin değerlendirmesini yapan yorumcuların hemen tümü, “Mitinge Kobanê direnişinin damga vurduğu” değerlendirmesini yapmışlar, mitingin mesajı da “Kobanê’ye saldırı Alevilere de saldırıdır” biçiminde ifade edilmiştir.
Nitekim “çözüm süreci”nde Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin tarafında laisizm mücadelesi veren Alevilerin de açıkça saf tutması, bu gelinen yerde olması gereken şeydir. Örneğin İmralı’da kurulması tartışılan “çözüm masası”nda, en azından ilerleyen safhalarda, Kürtlerin tarafında Alevi temsilcilerinin de yer alması ve kendi taleplerini masaya getirmeleri, gerçekten “Laik ve Demokratik bir Türkiye” için elzem olmaz mı?
Sadece Kürtler ve Aleviler de değil, Gezi Direnişi’nde açıkça görüldü ki, modern yaşam tarzını benimseyen kesimler açısından da laisizm, genel bir “Cumhuriyet ilkesi” ötesinde artık bir yaşam tarzıdır. Ve giderek daha çok İslami referanslar etrafında toplumu zapturapt altına almaya yönelen AKP Hükümeti’nin uygulamalarına tepki, sadece laik devletle ilişkili kimi ilkelerin ihlali değil, modern yaşam tarzını benimseyen çok geniş kesimler için de yaşam tarzına müdahaleye karşı mücadele biçimine bürünmüştür.
IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte, bu kesimlerden de öte, IŞİD’çi bir çizgide İslami hayat tarzını benimsemeyen her çevre ve kişi tehdit altındadır. Ve bugüne kadar AKP’ye oy veren en geniş yığınlar içinde de laiklik artık kendi yaşamları ve inançlarını savunma ilkesidir.
Yine özel olarak Şeriatçı, Cihadçı bir çizgide örgütlenmeyen kadın çevreleri dışındaki tüm kadınlar için IŞİD’in temsil ettiği yaşam tarzı karşısında kendi inançlarının da güvencesi laisizmdir ve bunu giderek kadın çevreleri daha hızlı bir biçimde anlayacaklardır.
Bilim ve sanat çevreleri için bu daha da çok gerçektir ve AKP’nin giderek daralan kıskacı, bilim ve sanat dünyasının üstüne giderek koyulaşan bir gölge olarak çökerken, IŞİD’in sanat eserleri ve bilimin gerçekleri karşısındaki yok edici tutumu, laisizmi savunmayı daha acil ve ertelenemez hale getirmiştir.
Çok milliyetli ve çok din-mezhepli bir ülkenin işçi sınıfı olarak sınıf içinde de laisizm, sınıfın birliğinin önemli bir ilkesi olarak kesinlikle küçümsenebilir değildir. AKP Hükümeti’nin ve çeşitli tarikatların din ve mezhep ayırımlarını ustaca kullandığı da dikkate alındığında, işçi enternasyonalizminin bir ayağının farklı milletleri aşan bir birlik mücadelesi olduğu gibi, diğer ayağının da farklı din-mezhep ayırımlarını aşan laik tutumunun bir birlik ilkesi olarak yaygınlaştırılması son derece önemlidir.
Demek ki; demokrasi isteyen Kürtler, inanç özgürlüğü talebiyle hareket geçen Aleviler, hayat tarzlarını zapturapt altına alınmasına tepki gösteren her inançtan halk kesimleri, dini referanslı hayat tarzının tehdidi altındaki kadın çevreleri,… bilim ve sanat çevrelerine kadar çok geniş bir nüfus kesimi bakımından mücadeleyi ortaklaştırmak için laisizm bir birleştirici harç durumuna gelmiştir.
Burada en önemli sorun; laisizmi yaşam tarzı olarak benimseyen kesimler içinde ulusalcılık Cumhuriyet ve laisizmle bir ve aynı şeymiş gibi gösterilirken, aynı zamanda demokrasi ve özgürlükleri savunmak da bölücülük gibi gösterilmiştir ki, bu, batı illerinde ve özellikle de Türk kökenli Alevi yığınları içinde yaygın ve etkin bir anlayıştır.
Dolayısıyla, laisizm mücadelesi, aynı zamanda ulusalcılığa ve şovenizme karşı bir mücadele olarak da yürütülmek zorunda olan bir mücadele olarak ele alınmak durumundadır.

SINIF PARTİSİ VE LAİSİZM MÜCADELESİ
Yukardan beri laisizmle ve onun demokrasi mücadelesinin birleştirici harcı olarak önemine yapılan vurgu, elbette ki bir eğilim, bir olanakla ilgilidir. Yoksa pratikte bu, ne geniş Kürt ve Alevi yığınları, ne işçi sınıfının ana kitlesi, ne de geriş kadın yığınları, hatta geniş anlamda bilim çevreleri için gerçekleşmiş ya da geniş yığınlar açısından pratik mücadelenin yaygın bir talebi olarak öne çıkmış değildir.
Ortadoğu ülkelerinin halkları açısından ele alındığında, bu, çok daha fazla böyle değildir.
Başka türlüsü de beklenemezdi zaten.
Bu yüzden de toplumun, sınıfın, her mücadele alanının en önde mücadele eden kesimleri açısından laisizmin önemi fark edilmiştir ve bundan sonrası elbette mücadele içinde olacak, geniş kesimler arasında laisizm, mücadele içinde yayılacaktır.
Ancak şu da bir gerçek ki, her mücadele konu ve alanı gibi laisizmin yayılması da bir mücadeleyi gerektirecektir ki, burada sınıf partisinin görevleri belirleyici önemde olacaktır.
Kuşkusuz burada, baş aşağı duran çok köklü ve yaygın laisizm kültürüne karşı her alanda mücadele, gerçek laisizmin demokrasi güçleri içinde yayılması için her platformu kullanma son derece önemli bir görev olarak ortaya çakmıştır. Ve bu görev giderek önem kazanmaktadır.
Yine tartışılmaz bir gerçektir ki, sınıf partisi açısından işçi sınıfı içinde her türden din ve mezhep ayırımını aşan bir mücadele yürütülmesinde de laisizm önemli bir dayanaktır. Ve bu da sendikal ve siyasal mücadelede farklı inançtan işçi çevreleri arasında laik tutumun, inançların kişiselliği düşüncesinin yaygınlaştırılması, açık ki, sınıfın birliğinin başlıca sorunudur. Dolayısıyla sınıf partisinin bu alanda doğru anlayışın yerleşmesi ve mücadelenin örgütlenmesinde din ve mezhep farklılıklarını aşan bir yaklaşımın yerleştirilmesi hayatidir.
Ortadoğu’daki halkların yaşamı, laisizmle ilgili algıları, bu ülkelerdeki demokratik hareketlerin birikimleri dikkate alındığında, sınıf partisinin birikiminin bölge ülkelerindeki işçi sınıfı örgütleri ve demokratik güçlere içinde yayılması için elindeki tüm imkanları kullanması da son derece önemlidir. Bu yüzden sınıf partisinin bölge ülkelerindeki demokratik hareketlerle, en başta da sınıf partileriyle ilişkilerini geliştirme, az çok demokratik çizgide hareket eden çeşitli partiler, kadınlar, bilim ve kültür çevreleriyle ilişkilerini sıkılaştırıp yaygınlaştırması içinden geçilen süreçte ayrıca önem kazanmıştır.
Artık Ortadoğu ve Türkiye gerçeği, “laisizm olmadan demokrasi, demokrasi olmadan laisizm olmaz” önermesinin bir formülasyon olmaktan öte pratik bir gerçek olarak ve mücadelenin yol gösterici ilkesi olarak kavranmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu gerçeği doğru anladığımız ölçüde görevlerimizi daha derinlemesine kavrayacağımız da tartışılmazdır.

Gezi, Negri ve otonomculuğun eleştirisi

Gezi Direnişi, Türkiye tarihinin en büyük halk hareketlerinden birisi olarak siyasal mücadele tarihindeki yerini alırken; sol entelektüel çevrelerce iki biçimde; sınıf analizi ve komünizm fikrinin karşısına konuldu.
Birincisi; Gezi eylemleriyle kanıtlandığı varsayılan; “sınıf hareketinin çağı geçmiş”, toplumsal gerçeklerle bağdaşmayan idealize bir düş olduğu; talep odaklı, pratik, pragmatist; çevre, kent, özgürlükler gibi insanların günlük yaşamlarını ilgilendiren konular üzerinden ortaya çıkan yeni toplumsal hareketlerin değişimin temel gücü olduğu fikri. Bu yaklaşım ‘solcu’ ve ‘sosyal demokrat’ entelektüeller, hatta bir kısım muhafazakar gazeteci-yazar içinde de karşılık buldu. Konuya ilişkin tartışma, Özgürlük Dünyası’nın daha önceki sayılarında da ayrıntılı bir biçimde yapıldı.
İkincisi yaklaşımsa şöyle özetlenebilir: Gezi eylemleri; komünizmi gelecek bir ütopya olarak tasarlayan geleneksel komünist ve sosyalist anlayışları bir kez daha yıktı. “Komünist hipotezleri” doğrudan yaşama uygulayan, alternatif yaşam alanları kuran, hiyerarşik ilişkiler yerine yatay örgütlenmeleri, öncü parti yerine demokratik karar alma mekanizmalarını kullanan otonomcu komünal çerçeveyi doğruladı. Gezi Parkı’nda kurulan alternatif yaşam da bunu pratik olarak gösterdi. Mısır, Tunus, Yunanistan, İspanya ve ABD’deki Occupy Wall Street eylemleri dünya örnekleri olarak önümüzde…
Bu ikinci politik yaklaşım; Gezi Direnişi’nin ardından kurulan işgal evleri, işgal bostanları, belli bir mekanın işgal edilerek orada dayanışmacı ilişki ağlarının kurulması gibi pratik etkinliklerin de kendi doğrulanması olduğunu ifade etti. Gezi Parkı işgalini bunun en gelişmiş örneği olarak kutsadı. Mekan işgali ve otonom yaşam alanlarının oluşturulması birer araç olmaktan çıkarılıp ulaşılması ve bir ağ halinde tüm ülkeye yayılması gereken “komünist bir ideal” olarak sunuldu.
Burada sorun nedir?
İnsanların bulundukları mahallerde boş, kullanılmayan ya da bakımsız binaları dayanışmacı, sosyal ve kültürel iddialarla işgal etmeleri, bir halk inisiyatifiyle ‘toplumsallaştırmaları’ mı?
Elbette bu bir sorun değil, tersine olumlu ve önemli bir inisiyatif. Gezi Direnişi’yle birlikte giderek bir kırılma halinde ortaya çıkan, insanların kendi mahallelerine, mahallelerindeki bir ağaca bile sahip çıkmaları, “bize sormadan yapamazsın” demeleri, burjuva temsili demokrasisinin biçimselliğinin aksine halka ve yerele dayanan gerçek bir demokrasinin nüvelerine işaret ediyor.
Bu tip örgütlenmelerin ve mekânsal işgallerin; işçi sınıfının doğrudan üretim sürecinden çıkan eylem biçimleri olmaması hasebiyle klasik bir form arz etmedikleri de doğru… Bu açıdan kesin olarak ‘sınıf dışı’ ve ‘reddi mübah’ aktiviteler olarak damgalanmalı mıdır?
Ya da ‘postmodern’ dünyanın yeni mücadele tipi olarak kutsanıp idealleştirilerek “yeni dünya”nın böyle kurulabileceği sanısına kapılıp gidilmeli midir?
Burada iki sorun, özü itibarıyla birbirinden ayrı değerlendirilmeli. Tartışma şöyle ifade edilebilir:
Birincisi; işgal evleri, bir mekanın işgal edilerek ‘halkın kullanımı’na açılması, buranın sosyal ve kültürel faaliyetler için kolektif buluşma alanı olması, forumlar eliyle takip edilmesi; ihtiyaca bağlı olarak değişebilen ‘örgüt’ formları olarak değerlendirilmesi…
İkincisi; mekanın işgali ve ‘ortak varlık’ olarak yeniden kazanılması, iktidara dokunmadan otonomcu, yarı-anarşist bir perspektiften; bir komün ideali olarak toplumsal devrim ve işçi sınıfı iktidarının yerine konulması; sosyalizmin reddedilmesi…
Birincisi; insanların yerelde somut talep ve hedeflerle (çoğu zaman ilerici bazen ihtiyatla yaklaşılması gereken bir yönelimle) eyleme girişmesiyken, ikincisi ‘komün’ savunusu adı altında kapitalizmin sınırlarına bile yaklaşamayan reformculuktur. Bu ikisi kesin olarak birbirinden ayrıdır ve ayrılmalıdır.

***
Türkiye’de “iktidardan uzak durma”, “iktidara sırtını dönme”, “otonom”, “karşı-kültürcü” ve “alternatif yaşam alanları kurma” gibi sloganların son 15 yılda özellikle ‘sol’ akademik entelektüel kuşak  içerisinde karşılık bulduğunu söylemek mümkün. Gezi Parkı direnişinin ardından yapılan ve sayıca azımsanamayacak analizde, Negri, Hardt, Badiou, Zizek, Deleuze, Foucault, Guattari gibi isimlerin referans olması; toplumsal ve siyasal koşullarından koparılarak “tekilliklerin arzu/özgürlük arayışı” ve “otonom yaşam alanları” kurma isteği olarak tanımlanması; bunun göstergelerinden…
Genel olarak kapitalizme, özel olarak sermaye iktidarına karşı kararlı, istikrarlı, nispeten uzun vadeli bir örgütlenme, güç biriktirme ve ardından iktidarı alma mücadelesinin yerine; hemen, yani bugünden “alternatif yaşam alanları kurma” fikri cazip gelebilir. Bu konum alış, “iktidara karşı mücadeleyi” ve bir iktidar olarak örgütlenmeyi reddederken; esas olarak ‘işçi iktidarı’ fikri yani “kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması” olarak sosyalizmle arasına kesin bir mesafe koyuyor.
İktidarın kimin iktidarı olduğunu gözetmeyen, hangi sınıfsal işlevlerle donandığını dikkate almayan, kapitalist toplumsal ilişkilerle sıkı bağlantısını göz ardı eden bir iktidar eleştirisinden geriye Weberci “şiddet kullanma hakkına sahip” bir “bürokratlar yığını”nın kalması kaçınılmaz. Weberyan devlet anlayışındaki sivil toplumculuğun bu anarşist perspektifle uzlaştığı söylenebilir. Buna göre; devlet ‘sivil’ toplum üzerinde özel olarak örgütlenmiş bir baskı gücüdür. Hangi devlet? Anarşist ve otonomcu yaklaşıma göre; her türlü devlet… Peki; devletin küçük bir kapitalist azınlığın çıkarlarını milyonlarca yoksul ve sömürülen, baskı ve şiddet gören emekçiye karşı savunmasıyla; sosyalizmde tam tersini yapması arasında fark yok mudur? Otonomcu yaklaşıma göre; bu fark olsa olsa ikincildir.
Bu teorik sığlığına rağmen, kirlenmiş araçlardan, iktidar olmakla birlikte ortaya çıkan risk ve tehlikelerden, en azından düşünsel planda kurtuluyor olması; otonomculuk için bir çekim kaynağı… SSCB başta olmak üzere sosyalist ülkelerin kapitalist restorasyon sonucu antidemokratik baskıcı uygulamaları, işgalleri ve girdikleri yozlaşma sürecinin ardından devletsiz bir ‘komünizm’ fikri, ayrıca, çekici de olabilir…
Bu anarşist/otonomcu ve postmodern yaklaşımın en önemli temsilcileri; İtalyan Otonomcu geleneğin önde gelen isimlerinden Negri, ortak çalışmalara imza attığı Hardt, Badiou, Holloway, Murray Bookchin, Wallerstein, Jean-Luc Nancy, Guattari gibi düşünürlerdir. Eski ‘komünizm’in devlet/iktidar/parti odaklı olduğunu, sınıfa dayanan devrim anlayışının güncelliğini yitirdiğini iddia eden ‘yeni’ bir ‘komünizm ideası’ konusunda ortaklaştıkları söylenebilir. Çeşitli görüş ve yaklaşımları olmakla birlikte, bu ‘idea’nın temel özelliği, sınıfın iktidar olarak örgütlenmesinin reddedilmesi, otonom yaşam alanları üzerinden ‘sivil itaatsizlik’ ya da ‘çokluk’ eylemleri ve kendiliğinden hareketlerle, komünizmin “bugünden başlayarak kurulması” iddiasıdır.
“İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek” kitabının yazarı John Holloway, sanki komünistler, devrim için çalışmayı ve örgütlenmeyi erteliyormuş gibi şu değerlendirmeyi yapar:
“Leninist devrimci gelenek bize beklememizi söyler. ‘Bir sonraki devrimci durum ya da uzun dalganın bir sonraki düşüşüne kadar bekle, biz iktidarı alana kadar bekle, o zaman toplumu değiştireceğiz ve arada partiyi inşa ederiz.’ Ama bekleyemeyeceğimizi biliyoruz. Kapitalizm dünyayı ve bizi öyle bir hızla mahvediyor ki bekleyemeyiz.” (Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek mi, s. 77)
Peki ne yapmayı öneriyor Holloway:
“Reddetmeliyiz. … Sadece onu bugün yarattığımız için var oluyor kapitalizm. Kapitalizmi yarın yaratmazsak, o zaman yarın var olmayacak.” (Holloway, agy, s. 77)
Reddetmek! Kapitalizmin çöküşü; insanların sadece reddetmesine, “hadi alternatif ilişki ağı kuralım” demesine bakıyormuş gibi… Peki ya devlet? Sermaye? Kapitalist ilişki ağı? Daha sonra tartışmak üzere devam edelim… Gelelim; Holloway’ın alternatif toplum önerisine:
“Devlete sırtımızı geri çevirmek ne demek peki? Bazı durumlarda, devleti tamamen görmezden gelmek, devlet üzerinde hiçbir talepte bulunmamak, sadece kendi alternatiflerimizi inşa etmeye devam etmek anlamına gelir bu.” (Holloway, agy, s. 76)
“Anti-iktidar günlük yaşantının onuru içindedir. Anti-iktidar sürekli olarak biçimlendirdiğimiz ilişkilerin, aşk, dostluk, yoldaşlık, topluluk, işbirliği ilişkilerinin içindedir.” (Holloway, agy, s. 60)
Yani? Biraz daha ayrıntı? Daha somut bir tasarı? Ne yapmalıyız, neyi kurmalıyız? Bunların hiçbirisi yok… “Cevabı bulmanın tek yolu onu yapmakta yatıyor.” (Holloway, agy, s. 97) Çünkü daha fazlasını tartışmaya kalkarsa, kaçınılmaz olarak bu ilişkilerin nasıl sürekli kılınacağını, kapitalist devletin saldırıları karşısında neler yapılacağını, kapitalist üretim ilişkilerine nasıl sırt çevrileceğini açıklamak zorunda kalır ki; bu da onu kaçınılmaz olarak ‘yeni bir iktidar’a götürür.
Badiou’nun söylediği de daha fazlası değildir. Kapitalizm içerisinde, devletten ‘çıkarılmış’ bir otonomi noktası:
“[bir çıkarma işlemi] bir durumun politik gerçekliğinin hakim yasalarına bağlı değildir. Bu yasaların imhasına da indirgenemez. Bir çıkarma işlemi durumun yasalarını onlara dokunmadan bırakabilir. Çıkarmanın yaptığı şey bir otonomi noktası getirmektir. Bir olumsuzlamadır ama olumsuzlamanın iyice yıkıcı kısmıyla da özdeşleştirilemez… durumun hakim yasalarından yeni bir bağımsızlık ve otonomi alanı açabilecek ‘özgün bir çıkarmaya’ ihtiyacımız var.” (Badiou’dan alıntılayan Lotta, Duniya, K.J.A, Alain Badiou Eleştirisi, s. 154)
Çıkarma yapılacak ama kapitalizmin ve “politik gerçekliğinin hakim yasaları” devam edecek. Otonomi noktası kurulacak, “devletten eksiltilecek” ama dışarıda kapitalizm ve onun devleti varlığını koruyacak. Kapitalizmi ortadan kaldırma hedefi ise, “komünizmi bugünden kurma” iddiasının yanından bile geçmeyerek vazgeçilen eski “hedefler” rafına konulacak.
Örnekler çoğaltılabilir…

***
1950’li yılların ikinci yarısından itibaren sosyalizmin kapitalist restorasyon sürecine girmesi, kapitalist iktidarın modern araçları da kullanarak artan denetimci ve kontrolcü işlevi; 1968 isyanına katılan genç kuşaklarda “anti-otoriter” ve her “türlü iktidara karşı” bir tutum alışı koşulladı. Eski anarşist tezler; yeni biçimler altında ve başkaca teorilerle uzlaştırılarak güncel bir hal aldı. İtalya’da oldukça etkili olan Otonomi hareketi; düşünsel alanda da Foucault, Deleuze ve Guattari’nin toplumun tüm hücrelerine nüfuz etmiş postyapısalcı ‘iktidar’ yaklaşımları; anarşist temaları canlandırdı. İktidardan uzak durmak, onunla ilişkiye girmemek, “kendi kendini yöneten yaşam alanları” kurmak, egemen kültüre “karşı kültür” pratikleri geliştirmek, işçi sınıfı iktidarı karşısında belli belirsiz bir strateji olarak şekillendi. Elbette bu ‘sol’ hareketteki genel bir eğilimi hiçbir zaman temsil etmedi. Ancak 1970 ve 80’lerde yükselen feminist, nükleer karşıtı, çevreci ve hayvan hakçı vb. hareketler içinde açık ya da kapalı olarak yer aldı.
1994’te Zapatistlerin Chipas’ı işgal etmesi, 1999 Seattle’da simgesel çıkış yapan küreselleşme karşıtlarının eylemleri ve özellikle de Negri ve Hardt’ın İmparatorluk kitabıyla Otonomcu perspektif yeniden dikkatleri çekti.
Türkiye’de de işçi ve halk hareketi içerisinde karşılığı olmayan anarşist ve otonomcu tezler, özellikle Negri ve Hardt’ın İmparatorluk kitabının Türkiye’de yayınlanmasıyla akademik platformlarda dikkat çekti. Postmodern ve postyapısalcı çalışmalar, uzun zamandır ilgi odağı olsa da, otonomcu düşünürlere ilgi son 15 yılın olgusu. Gezi Parkı’nın işgaliyle başlayan Gezi direnişi, ardından işgal evleri gibi pratikler; akademi için Otonomcu düşünürlerle pratik arasındaki bağı, daha ‘gerçekçi’ kıldı.
Otonomcu ilginin bir diğer büyük kaynağı ise; Kürt ulusal hareketi. Abdullah Öcalan’ın Murray Bookchin’dan esinlenerek önerdiği; işçi, köylü, patron, tüm sınıfları kapsayan ‘komün’ ve ‘doğrudan demokrasi’ kurumları; devlet iktidarı ve iktidar olarak örgütlenmenin ‘demokratik özerklik’ kavramıyla teoride reddedilmesi  açıkça otonomcu bir içerik taşıyor. Bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı açısından, sınıfsal analiz ve eleştiri bir yana, bu ‘demokratik özerklik’ perspektifinin elbette anlamı vardır. Ancak, küçük komünler ve alternatif yaşam alanları (Kürtçenin ve bazı kültürel ögelerin günlük yaşamda yaygınlaştırılması gibi pratikler dışında) önerisinde, ulusal haklar ve pratiklerin güçlü bir halk inisiyatifiyle yaşama geçirilmesi söz konusu olabilirken; bunun bir ekonomik ve toplumsal model olarak yaşam geçirilmesi mümkün değildir. Devlete ilişkin olan kısmı ise zaten pratikte işlememektedir: Kürt hareketi Rojava’da açıkça iktidar olarak örgütlenmektedir; düşmanlarına karşı savaşmak için başka da bir yolu yoktur.
***
Biz bu makalede; iktidardan uzak durarak ve onu hedeflemeden ama “komünizmin ilkelerini hiç beklemeksizin doğrudan yaşama geçirerek”; kapitalizm içerisinde ‘soluk alınabilecek’ adacıklar, otonom yaşam alanları ya da komünler kurma politikasını; en önemli teorisyenlerinden ikisi olan Negri ve Hardt’ın görüşleri üzerinden değerlendireceğiz.
Negri ve Hardt’ın görüşlerinin genel çerçevesi İtalyan Otonomist geleneğe dayanıyor. Bu gelenek sadece kapitalist devleti değil her türlü devleti reddederken anarşizme yakın bir çizgi izliyor. İtalyan topraklarındaki özgün bir deneyimi, 1960’lı yıllarda Güney İtalya’dan gelen köylülerin Kuzey İtalya’daki fabrikalarda işi reddetme tavrını genelleştirirken, teorik olarak da kapitalist ya da sosyalist her türlü işin reddine vardırıyor. İşin reddedilmesi, sermaye ilişkisinden toplu çıkış; emeğin üretici kapasitesine dikkat çekerek ‘kendini değerli kılma’sı, ‘ortak varoluş’un sahiplenilmesi, ‘sevgi’nin gücüyle bir araya gelen ‘çokluk’un tekillikleri koruyan yerel otonom toplulukları oluşturmasını öngörüyor. (Negri ve Hardt, 2011b: 186-188) Bu ‘otonom’ kavram setinin kısa bir sıralanışı bile renkli bir idealizm sergisi gibi…
Negri; modern düşünce içerisinde ikili bir gelenek olduğunu; Hobbes, Rousseasu, Hegel’in devletçi-otoriter çizgisi ile Machiavelli, Spinoza ve Marx’ın ‘demokratik’ çizgisinin karşı karşıya geldiğini ifade ediyor (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 125). İşçi sınıfı mücadelesinin baskısı ve 1973 kriziyle birlikte kapitalizmin postmodern bir aşamaya girdiğini düşünen Negri (ve sonrasında Hardt) küreselleşmenin yarattığı ekonomik dönüşümün siyasal karşılığının ulus devlet ve mekanın aşıldığı “İmparatorluk” (Negri, İmparatorluktaki Hareketler, s. 20), üzerinde yükseldiği “değiştirici özne”nin ise “çokluk” olduğunu savunuyor (Negri, Ortak Zenginlik, s. 36). Ve üretim; bilgi, iletişim, duygulanım üretimi haline gelirken, “çokluk” bu üretimi giderek daha ‘özerk’ yaşama geçirmeye başladı. İşte Negri ve Hardt’a göre; bu durum kapitalizm içinde ‘özerk’, iktidara ilişmeyen, otonom yaşam alanlarının kurulmasına ve Machiavelli, Spinoza, Marx’ın temsil ettiği demokratik geleneğin yaşama geçirilmesine ‘nesnel’ bir zemin hazırladı (Negri, İmparatorluk, s. 36).

TOPLU ÇIKIŞ
“Bir ilk hipotez geliştirme cesaretini gösterebiliriz: Sınıf mücadelesi, biyo-politik bağlamda toplu çıkış biçimine bürünür.” (Negri ve Hardt, Çokluk, 160)
Negri ve Hardt’ın bu ‘hipotezi’ yeni değil; 1970’ler İtalya’sındaki otonomist hareketin temel stratejisidir: işin reddi ve çıkış!
Peki, Negri ve Hardt toplu çıkışla ne demek istiyor?
“… en azından başlangıçta, emek gücünün potansiyel özerkliğini gerçekleştirerek sermayeyle olan ilişkisinden çıkma sürecini kastediliyoruz. Dolayısıyla toplu çıkış, biyo-politik emek-gücünün üretkenliğinin reddi değil; tersine onun üretici kapasitelerine sermaye tarafından konulan ve kısıtlayıcılığı giderek artan engellerin bir reddidir.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 160)
Sermaye ilişkisinden çıkış… Radikal bir söylem! Emek-gücünün üretkenliğinden şüphesi yok! Tersine özgürce üretebilmesi ve yeteneklerini sergileyebilmesi için… Otonomist hareketin stratejisinin ikinci ayağı: Kendini değerli kılma süreci…
Devamla:
“O halde bir ilk yaklaşım olarak, sınıf mücadelesinin bu formunu bir tür maroonage  olarak düşünmeliyiz. Kendini yöneten toplumlarını ve quilombo’larını  kurmak için toplu olarak köleliğin zincirlerini kırıp kaçan köleler gibi, sermayeyle olan bağından çekilen biyo-politik emek gücü de üretici güçlerini gerçekleştirmesine olanak veren yeni yaşam biçimleri ve toplumsal ilişkiler kurmak ve keşfetmek zorundadır. Ancak maroon’ların aksine bu toplu çıkış, zorunlu olarak başka bir yere gitme anlamına gelmez. Tam burada kalırken, içinde yaşadığımız toplumsal örgütlenme tarzı ve üretim ilişkilerini dönüştürerek bir kaçış çizgisi takip edebiliriz.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 160)
Bu nokta; konumuz açısından kritik. Sermaye ilişkisinden çıkıp “yeni yaşam biçimleri ve toplumsal ilişkiler kurmak”… Ve diğer bir önemli kavram; “Kendini yöneten toplumlar kurmak”; başka bir ifadeyle öz-yönetim.
Peki, bir bölgede, örneğin Gezi Parkı’ndaki direniş gibi, ‘çokluk’, sermaye ile ilişkisinden çekildiğinde, kendi kendini yöneten bir topluluk kurup alternatif bir yaşam örgütlediğinde; dışarıdaki kapitalist ilişkiler ağı varlığını korumaya devam edecek mi?
Negri ve Hardt’a göre; evet. İktidardan uzak durulmalı; kapitalist toplum içinde komünist otonomlar oluşturulmalı… Zapatistalar örneğinde olduğu gibi (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 117)…  Küçük özel mülkiyet ve yoksulluk devam etse bile Chipas’ta kahve kooperatifleri kurmak; kararları beraber almak… Belki de o kadarına bile gerek kalmadan. Yunan ve İspanyol anarşist ve otonom hareketinin işgal evlerindeki gibi alternatif kültürel faaliyetlere girişmek. Ya da 1973 İtalyan otonom hareketinin işgal ve karşı-kültür hareketindeki gibi otonom yaşam alanları kurmak.
Özetle; Negri ve Hardt’ın önerisi; kapitalist üretim ilişkilerini parçalamadan, hatta mevcut devlet aygıtı egemenliğini sürdürürken; kapitalist toplum içinde otonom bir yaşam alanı kurmak.
Martin Thomas’ın dediği gibi; “Otonomcular hareketin kendisine ‘alternatif toplum’un onaylanması olarak bakarlar. Hareket kendi mekânlarını fethetmeli ve kontrol altında tutmalıdır. Bugün otonomizmin politikası karikatür bir anarşizmle (otonomcu bir bildiride görüldüğü üzere, ‘çalışmak değil, isyan etmek istiyoruz!’) ılımlı bir reformizm (Fransız otonomcu gazete Çokluk’un editörü Yann Moulier Boutang, Fransa’da saygıdeğer bir hükümet partisi olan Yeşiller’in saygıdeğer bir üyesidir) arasında salınır.” (Thomas, İtalya’da Otonomculuk, s. 6)

***
Kapitalizm içinde ‘özerk’ “komünist” toplumlar kurma iddiasını, birbiriyle bağlantılı dört açıdan ele alacağız:
1. Negri ve Hardt, üretim yapısı ve emeğin teknik bileşimindeki değişikliklere dair postmodern paradigmanın belli başlı bütün tezlerini bir araya getirirken; yeni bir sınıf olarak “çokluk” kavramını öneriyor. ‘Maddi olmayan emeğin hegemonyası’ndan (Negri ve Hardt, Ortak Zenginlik, s. 122) ‘biyo-politik sömürü’ye, ‘üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrılıkların ortadan kalkması’ndan ‘yoksulluğun genelleşmesi’ne kadar “çokluk” kavramına ilişkin ‘nesnel bir zemin’ iddiasında ısrar edilse de; “çokluk” esasen öznel bir kurgu ile ‘komünizmi’ isteyen farklı sınıflardan insanların bir araya gelişini tanımlıyor.
2. Komünizmi; toplumun yaşamsal zorunluluğu olan üretim sürecinin ve ona burjuva-kapitalist bir nitelik veren üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ilgası olmadan; hatta bu ilişkiler devam ederken kurabilecek bir “proje” olarak tasarlıyor.
3. Devlet ya da başka bir deyişle iktidar problemi. Negri ve Hardt; iki açıdan devlet sorunuyla yüz yüze. a) mevcut devleti ortadan kaldırmayı ya da yıkmayı değil onu bir bakıma boykot ederek ya da ‘cumhuriyetten toplu çıkış’la zora sokmayı planlıyor (Negri ve Hardt, Porselen Yapımı, s. 112): Devletin kontrol edemediği öz-yönetim toplulukları oluşturulması, mevcut devletin uzun bir süre varlığının devamını öngördüğü gibi, onun saldırıları karşısında da hareketi savunmasız bırakıyor. b) alternatif/devrimci bir ‘sınıf’ iktidarı kurma fikrine de karşı çıkıyor. Her türlü devleti; bu işçi sınıfının devleti olsa bile, anti-demokratik ve kapitalist ilişkiler ağının bir parçası olarak görüyor.
4. Negri ve Hardt’ın “komünizmi” ve “çokluk”un talepler dizgesi; basit bir reformizmle sınırlı kalıyor. “Otonom toplumları” kapitalizmin sınırları içerisindeyken, dile getirilen talepler kapitalizmin sınırına dahi yaklaşamıyor. Zaten program da ‘sermayeyi kurtarma programı’ olarak sunuluyor (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 303).
Şimdi bu 4 başlığı tek tek ele alalım…

1. SINIF MÜCADELESİZ “KOMÜNİZM” VE “ÇOKLUK”
Özgürlük Dünyası’nın daha önceki bir sayısında  uzun uzadıya ‘çokluk’ tartışması yapıldığı için, bu bölümde sadece makalenin ana konusu açısından dikkat çeken noktalara değineceğiz.
Otonom ve kendi kendini yöneten topluluklar kurma projesinin öznesi olarak “çokluk”.
Bir sınıf kavramı mıdır?
Negri ve Hardt’a göre; hem öyle hem değil. Bir yandan “postmodern ekonomi” ve siyasal ilişkiler ağı içinde yeni sınıf gerçekliğini temsil ediyor. Ama diğer yandan sınıf; halk, ulus vb. “çokluk”u ‘bütünleştiren’, ‘tekilliklerin özgünlüklerini göz ardı eden’ bir kavram olduğu gerekçesiyle reddediliyor.
Peki; nedir “çokluk”?
Maddi olmayan emek, maddi emek, köylüler, işsizler, göçmenler, yerliler, kadınlar, ezilen ırklar, LGBTİ bireyler vb. sayılabilecek çeşitli kimlikleri kapsayan bir kavram. Ancak bu kategoriler içinde yer almakla birlikte “çokluk”u bunlarla ifade etmek doğru değil! Çünkü “çokluk”; bunların toplamından değil, ama Negri ve Hardt’a göre bunları da kapsayarak, “postmodern çağ”ın yeni ekonomi/politikasından doğuyor.
Buna göre; modern çağın üretimi sanayi ve tarım gibi maddi üretime dayanırken, “postmodern çağ”da esas olan maddi olmayan üretimdir: bilgi, iletişim, kodlar, dil, duygulanım… Bu üretimin öznesi de; eskisi gibi işçi sınıfı değil; ‘maddi olmayan emek’ kavramı altına doldurulan mühendis, bilişimci, yazılımcı vb. ‘bilgi-işçileri’ ve hizmet sektörü çalışanlarıdır.  (Negri ve Hardt, Ortak Zenginlik, s. 112).
Ve Negri, bir kavramsal oyunla “çokluk”u son noktasına kadar genişletiyor: İktidar dışındaki tüm ‘tekillik’ler, günlük dil, iletişim ve bilgi ‘üretim’ine katılırlar. Günlük yaşamdaki her türlü ‘maddi olmayan üretim’, üretimin bir bileşeni, dolayısıyla iktidar sömürüsünün bir parçası haline gelmiştir. Yani; günlük konuşmalar dahi “postmodern maddi olmayan üretim” sürecine dahildir. Negri ve Hardt, bu üretimin iktidar tarafından mass edildiği tespitiyle; bunu “biyo-politik sömürü” olarak adlandırırken; sömürünün iktidar dışındaki tüm toplumu yani herhangi bir kimliğe indirgenmesi mümkün olmayan ‘çokluk’u kapsadığını savunur (Negri ve Hardt, İmparatorluk, s. 406). “Çokluk”, bu açıdan hiçbir nesnel ve ampirik gözleme dayanmayan; tamamen kavramsal düzeyde ve ‘yapısöküm’ yönetimiyle oluşturulan “postmodern dünya”nın ‘materyalistçe’ bir sonucu olur!
Kapitalist üretim ilişkilerinin tahliline dayanarak toplumun işçi sınıfı ve burjuvazi olmak üzere iki temel sınıfa bölündüğünü savunan Marksizme karşı; Negri ‘iktidar’ı toplumsal bölünmede merkeze koyan ve sınıfları en genel anlamda ‘iktidar olan’ ve ‘olmayan’ (“çokluk”) olarak tanımlayan yaklaşımı benimser. Artık sınıf değil, iktidarın dışında olmasıyla tanımlanabilecek “çokluk” direnişin temel öznesidir: “Öznellik üretiminin nedeni ve motoru iktidar ilişkilerinin içinde, yani aslında sürekli olarak bir yaşam arzusu tarafından kat edilen bir karmaşık ilişkiler oyununda bulunmaktadır.” (Negri, Porselen Yapımı, s. 46)
Negri, bu sonuca ulaşabilmek için; kapitalizmin “fordizmden postfordizme”, “modernizmden postmodernizme”, “maddi emekten maddi olmayan emeğe” geçtiğini iddia ederken; üretim araçları üzerindeki mülkiyeti, bu mülkiyetten kaynaklı ilişkileri, bu ilişkinin ‘özneleri’ ve nesnelliği olarak sınıfları tamamen göz ardı ediyor. Negri ve Hardt bir yandan kapitalizmin tüm toplumu sarıp sarmadığını kabul ederken diğer yandan toplumdaki sınıfsal yarılmanın önemli ölçüde değiştiğini; yerini sivil toplum (çokluk) ve iktidar karşıtlığına bıraktığını savunuyor.
Son 40 yıllık neoliberal dönem; kapitalizmin temel özelliklerinin ortadan kaybolması, sınıfal bölünmenin aşınması bir yana; onun özsel niteliklerinin tüm açıklık ve gerçekliğiyle ortaya çıktığı bir dönemdir. Dünyada ve tek tek ülkelerde; giderek daha az sayıda insan üretim araçları üzerinde kontrol sahibi olurken; milyarlarca insan üretim araçlarından koptu. Emek güçlerinden başka satacak hiçbir şeyleri olmaksızın kapitalist piyasaya girmek zorunda kaldı.
Çin’de, Hindistan’da, Türkiye’de, Mısır’da, Brezilya’da; dünyanın geç kapitalistleşmiş coğrafyalarında; şu ya da bu şekilde geçimini sürdüren yüz milyonlarca (Çin ve Hindistan’ı düşününce milyarı aşkın) köylü; sadece son 15 yıl içinde bile büyük kitleler halinde topraklarından koptu. Şehirlere işsiz ve enformal sektörlerde çalışacak işçi kitleleri olarak akın etti.
Özelleştirmeler, liberal deregülasyon politikaları, sermayenin önündeki ‘ulusal’ engellerin tamamen kaldırılması, çevre maliyetlerinin ‘çevre’ye yıkılması, işçi ücretlerinin baskılanması, esnek ve kuralsız çalışma; 19. yüzyıl kapitalizminin vahşi koşullarının, daha ileri bir teknolojik seviyede günümüze zuhur etmesi; sınıf gerçekliğini; sınıflar arasındaki uçurumu ve mücadeleyi gün gibi ortaya koyuyor. Ve bu eşitsizlik; iktidardakilerle iktidar olmayanların karşı karşıya gelişini körüklediği gibi, esas olarak siyasi hiyerarşiye değil, siyaseti de koşullayan ve yine onun tarafından etkilenen sosyo-ekonomik bir zemine dayanıyor.
Özetle; Negri’nin yeni ‘sınıf’ı; iktidar-dışı ‘tekil’liklerin birliği olarak ‘çokluk’; burjuva liberalizminin devlet-toplum karşıtlığından devşirilen yarı-anarşist bir sivil toplumculuğun sonucu. Kapitalist üretim ilişkilerinin siyasetten ekonomiye, kültürden ideolojiye toplumun tüm gözeneklerini sardığı günümüzde, sınıfın ekonomik ve toplumsal köklerinin gözardı edilmesi olsa olsa ‘ideolojik’ bir körlük olabilir.

***
Negri’nin “çokluk” kavramında Spinoza etkisi de oldukça belirleyici. Bireylerin ‘doğal’ haklarını, en azından haklarının tamamını iktidara devretmediği vurgusu, iktidarın gücü (potestas) karşısında “çokluk”un gücü (potentia) tahlili; Negri’nin otonom toplulukları için önemli bir zemini oldu. “Çokluk”un gücünün dayandığı temel ilke canatus. Canatus; varlığın “kendi varlığında devam etmek için elinden gelen çabası” (Spinoza, 2011: 137). Bu bilinçsiz çaba, bilinçle birleştiğinde ortaya yaratıcı arzu (cupiditas) çıkıyor. Bu da “çokluk”un gücünün temeli. Negri ve Hardt’a göre; bu güç yaratıcı ve kurucudur; yeni bir toplum kurma potansiyeli içermektedir.
‘Çokluk’, ‘güç’, ‘arzu’ ve ‘direniş’… Negri, bu Spinozacı kavram setine bir ek daha yapar. “Çokluk”un üretimindeki yaratıcılık ve taşma!
Negri’ye göre; tekilliklerin bir araya gelerek yaptığı bilinçli toplu çıkış; “çokluk”un üretiminde yaratıcılık ve taşmanın, dolayısıyla da yeni bir toplumun yolunu açıyor. (Negri, Porselen Yapımı, s. 114-115)
Bütün bunların Negri’nin liberal bireyinin marifetleri olduğu açık. Negri ona “tekil” dese de, “bireyin içsel gücü”, “arzusu”, “direnişi”; bunların hepsi bireyin içine Negri tarafından idealistçe sokulmaya çalışılıyor.
Negri’nin savunduğunun aksine, duygulanım, düşünce ve eylem gücü, bireyin ‘conatus’ diye tanımlanan soyut bir yaşam arzusu ve çabasından değil; içinde bulunulan kapitalist toplumsal ilişkiler ağı tarafından şekillendirilen ‘yaşam’ mücadelesiyle biçimlenir. İnsanlar, kendi keyiflerince belirledikleri toplumsal koşullarda değil; tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal ve sınıfsal ilişki ağı içinde doğar, büyür; belirli zorunlulukları yerine getirir. Ancak bu zorunluluk çerçevesi içinde kendini kurar/kurulur… İşte duygular, düşünceler ve eylemler bu nesnel gerçeklik olmadan ele alındığında, bireyin kendinden menkul; nasıl ve hangi koşullarda oluştuğu belli olmayan; Tanrı’dan gelme ya da gerçeklikle bağlantısız Platoncu ‘idea’lara döner.
Negri; ‘fark’, ‘arzu’, ‘güç’, ‘direniş’ temalarını bireye değil, “tekil” diye adlandırdığı soyut özneye ithaf ediyor. Tekilin burjuva liberalizminin bireyi olmadığını ifade ediyor. Ancak, Negri’nin ‘fark’a yaptığı vurgu dikkate aldığında; ‘fark’ “tekil”in olmazsa olmaz bir özelliği ise, bu tekil, ‘birey’den başka bir şey olabilir mi? Çünkü “tekil” birden çok bireyi kapsıyorsa, bu tekil içinde de yine kendini ifade etmek isteyecek ‘fark’lı bireyler olacak ve Negri’nin “tekili” daha küçük alt-tekillere bölünmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla, Marksizm külliyatıyla haşır neşir olmuş Negri’nin burjuva liberal bireyciliğinden kaçmak adına ‘birey’ yerine ‘tekil’i koyması, işin özüne dair bir değişiklik değildir. Liberalizmin kutsal kavramı ve liberal özgürlüğün teminatı ‘birey’, Negri’nin ‘arzu’, ‘yaratıcı’ ve ‘güç sahibi’ ‘tekil’inde yaşam bulmakta ve yine ‘özgürlüğün teminatı’ olmaktadır.
“Çokluk” ise, bu “tekil”lerin iletişimsel ağları da kullanarak birbiriyle temas kurdukları, gönüllü, hiçbir hiyerarşiyi kabul etmeyen, salt yıkıcı değil alternatif bir kurucu güce de sahip olan bir harekettir. Bu hareketin liderliği ve öncü örgütü reddeden, Spinoza’cı ‘kurucu’ güce sahip yapısı, yeni bir toplum kurma fiiliyatı olarak ilan ediliyor.
Birey ve sınıf, parça ve bütün arasındaki ilişki hem karşılıklı olarak etkileşime hem de içermeye dayanır. Birey, sınıfın bir bileşeni olarak ancak nesnel zorunluluklar ve pratik günlük ‘dayatmalar’ altında tercihlerini yapar. Misal; Negri, bir akademisyen olarak, içindeki ‘tekil’in müthiş arzu, coşku ve direnişine rağmen paşa paşa üniversitede ücret karşılığında çalıştığı hayat döngüsüne girer (eğer elinde bir sermaye birikimi yoksa). Negri’yi de belirli bir ‘iş’ pratiğine zorlayan kapitalizm; sınıfsal bölünme ve mücadeleleri sürekli örgütler, yeniler. İşte bu sömürü ilişkileri ağı; burjuvaziye karşı tepki, öfke ve mücadelenin birikmesine yol açar.
Birey, tüm özgünlüğüyle beraber toplumsal sınıf ve sömürü ilişkilerinin bir bileşenidir. Bu kültürel ve ideolojik ortamın içindedir; ki bu ortam karşılıklı etkileşim içinde sürekli değişim halindedir. Bireyin içinde bulunduğu toplumsal zemin ve sınıf ilişkileri göz ardı edilerek, ne bireyin davranışlarına anlam verilebilir, ne de bir mücadele biçimi tarif edilebilir. Yani reddediş ve rıza ilişkisi; içinde bireyin nesnel zorunluluğa tabi olduğu sınıf ilişkileri tarafından belirlenir. Bununla kuşatılmıştır. Kuşatmayı kırması da yine buradan olur. Öfkesi, tepkisi ve pratiği ne olursa olsun, sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmadığı sürece, kapitalist işe mahkumiyeti devam edecektir. Sömürünün doğrudan tarafı işçi sınıfının; bu ilişkileri parçalamak ve başka bir ilişki tarzını kurmak üzere özel-pozitif bir durum ve role sahip olması kaçınılmazdır.

***
Negri’ye göre; otonom bir toplum kurmak üzere hareket eden “çokluk”un çeşitli kimliklerle tanımlanamayacağını, “tekilliklerin özgür birliği” olduğunu ifade ettik. Öyleyse; otonom toplumun kurucu gücü olarak “çokluk”; “egemen bir bedeni ifade eden sınıf” ya da tek tek toplumsal kimliklerle tanımlanamazsa; “tekillikler”in birliği ne anlama gelir? Daha kısa bir ifadeyle; otonom bir toplum kurmak isteyen tekilliklerin birliği nedir?
Negri ve Hardt’ın ‘komünizm’ ya da otonom topluluklar için temel önerisi; farklı sınıf ve kategorilerden tekilliklerin/bireylerin ‘komünizmi kurmak için’ bir araya gelmesidir. Böylece kavramsal düzeydeki ‘materyalizm’ iddiasından çok bayat bir idealizme yeniden dönmüş oluyoruz: Komünizmin sınıftan ve sınıf hareketinden kopartılarak, onu isteyenlerin, kafasında/zihninde kuranların iradesine, başka bir deyişle bir projeye indirgenmesi.
Komünizmin, küçük bir bölgede ya da bir grup tarafından uygulanıp dünyanın geri kalanına örnek olup, benimseneceğini düşünen 19. yüzyılın ütopyacı sosyalistleri; bu fikirlerini büyük bir coşkuyla uygulamaya girişmişlerdi. Robert Owen, Fourier gibi düşünür ve eylemciler, kurdukları ‘komün’lerde insanların daha eşit, çalışma koşullarının daha insani, geçim olanaklarının daha fazla olduğu bir toplum için kurallar belirlediler. Eğitim sistemini hümanist temeller üzerinden şekillendirmeye çalıştılar. Ancak; bu ‘komün’ler, komünizmin ‘iyi niyetli insanların yan yana gelmesiyle’ kurulamayacağını bir kez daha gösterdi. Ütopik sosyalistler kapitalist ülkelerine geri dönmek zorunda kaldı (Engels, Anti-Dühring, s. 376-379). Henüz kapitalist çelişki ve ilişkilerin tam olarak egemen olmadığı bir dönemde ütopik sosyalistler; kapitalizme karşı öfke ve tepkinin ilk sistematik formülasyonunu gerçekleştirdi. Dolayısıyla onlar, çağlarının bir adım ötesinde, radikal bir eleştiri geliştirirken; Negri’nin otonom bir toplum kurmak üzere tekillerin “çokluk”u oluşturacak şekilde bir araya geldiği ‘komün’ler projesi trajikomik bir tekrar olabilir. Ya da gerçek komünizm hareketi karşısında gösterişçi bir reformizm!
‘Sol’ komünist akımlardan küçük burjuva devrimciliğinin çeşitli biçimlerine ve postmodern ‘yeni’ komünizm düşüncesine kadar bütün bu akımların ortak özelliği; Marksizmin, üretim ilişkileriyle belirlenen toplumsal sınıflar ve bu sınıfların mücadelesinin bir sonucu olarak değerlendirdiği komünizmi; onu düşünsel olarak isteyenlerin iradesine indirgemesidir.
Bu, tarihin idealist bir okumasıdır. Örneğin hükümetlerin kötü icraatlarının siyasetçiler, savaşların devletler, krizlerin bankacıların beceriksizlikleri ve kötü yönetimleriyle açıklanmasıdır. Komünizmi kapitalizm içinde koşullayan sınıf ilişkileri, mücadeleler, nesnel tarihsel koşullar yoktur; sadece düşünceler ve onların karar altına alınması vardır!
Ütopik sosyalistlere göre de böyledir. Komünizmi kurmak için bunu isteyen bireylerin yan yana gelmesi yeterlidir. Ya da Blankistler gibi bir darbe ile hükümeti aldıklarında; kendi iradelerini tüm topluma dayatarak komünizm kurulabilir!
Negri’nin ‘ayrıntlı’ “postmodern üretim” tahlillerinin sonucunda ifade ettiği “çokluk” ve “komünizm projesi”; meseleyi düşüncede bitiren bayağı bir idealizmdir. Kapitalist üretim ilişkileri ve işbölümünün geldiği düzey, insanlığın temel ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarının önemli bir bölümünün toplumsal nitelikte bir üretimle karşılanmasını zorunlu kılıyor. Örneğin Negri ve Hardt’ın büyük önem atfettikleri Gezi, Mısır ve Tunus meydanlarındaki “kolektif iletişimsel üretim”in araçları olan cep telefonları dünyanın dört bir yanındaki üretim süreçlerinin toplumsal bileşimiyle ortaya çıkıyor. Gezi’de karar alma, tartışma ve haberleşme mekanizmasının en temel bileşenlerinden birisi olan sosyal medyanın kullanımı için gereken bilgisayar ve cep telefonlarının üretilmesinde Çin ve Avrupa arasındaki döngünün Gezi’de bir araya gelen gençler arasında halledilmesi mümkün değil. Küçük sağlık operasyonları; gönüllü doktorlar tarafından yapılabilse de sadece binlerce kişinin günlük yemek organizasyonu bile büyük bir tarımsal ve endüstriyel faaliyeti gerektirir. Yani cep telefonundan yemeğe kadar tüm temel üretim süreçleri kapitalist üretim ilişkilerinin girdabında iken, Gezi’de komünist bir üretim ve paylaşım için; ancak bir mücadele sürecinde ortaya çıkabilecek olan duygu, bilgi ve irade ortaklığı kalıyor. Bu da komünist bir heyecan için oldukça iyi. Ama gerçek komünizm için, kendi sınıfıyla birleştiğinde bile, sadece bir başlangıç.
Özeti itibarıyla; bu küçük ‘komün’lerde ya da “otonom yaşam alanları”nda, toplumsal işbölümü, bilim ve teknolojinin geldiği düzey açısından, derli toplu toplumsal bir üretim söz konusu olamaz. Negri ve Hardt için en temel iletişim ve bilgi üretim platformu olan bilgisayarların kullanılması için bile otonom yaşam alanının dışında ticari/kapitalist bir ilişki kurulmalıdır. Bunun için de elde para (ve sermaye) olması lazımdır. Keza yemek için de… Keza giysi için de… Keza iletişim operatörü için de… İnternet bağlantısı için de vb… Bu otonom yaşam alanı komünizm için gerekli olan üretim gücüne sahip olmadığı gibi, ancak tüketimin paylaşılması konusunda etkin olabilir. Sadece işgal alanlar için değil, bir işgal fabrikaları için de böyledir. “Otonom bölgeler” arasında kurulan ortak ağ da bu derdi çözmeye yetmez. Ve komünizm tüketimin paylaşıldığı bir koloniye indirgenemez.
Kapitalist üretim ilişkileri; sınıf sömürüsüne dayandığı gibi ve dayandığı için; sınıf mücadelesini de koşullar. Gerçek komünizmi, onu isteyenlerin kafasındaki hayallerden ayıran temel öge de; onun yaşamın gerçekliğine dayanıyor olması; üretim sürecinden başlayarak ancak işçi sınıfının, kendi üzerindeki sömürüye son vermesiyle mümkün olmasıdır. Sömürünün olduğu bir komünizm masa başında bile tahayyül edilemeyeceğinden, sömürünün kaldırılması ‘her türlü’ komünizm anlayışının da temeli olduğundan; bu sömürüyü; üretim süreci ve sömürünün doğrudan muhatabı işçi sınıfının kaldırması zorunludur. Aksi, komünizmin, ‘iyi insanlar’ın, kalanları kurtarma hayaline indirgenmesi olur. Dolayısıyla gerçek komünizmi, ‘iyi insanlar’ın ‘iyi niyet taşları’ndan ayıran temel unsur; işçi sınıfının sömürüyü kaldırma mücadelesinin bir bileşeni, bugünkü duruma son verecek gerçek hareket olmasıdır (Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, s. 43).

2. “KAPİTALİZM İÇİNDE KOMÜNİZM
Negri ve Hardt; kapitalizm içinde kurulacak bu “komünist” toplum projesini feodalizm içinde gelişmekte olan kapitalizme benzetir:
“Bu, tıpkı feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişte olduğu gibi, uzun bir süreçtir; sermayenin hayati eşiği ne zaman geçeceğini söylemek mümkün değildir; ancak daha şimdiden biyo-politik üretimin özerkliği, ortak varoluşun merkeziliği ve bunların kapitalist sömürü ve denetimden gitgide kopuşuna bakarak, daha şimdiden yeni bir toplumun eskisinin kabukları içinde yaratıldığını görebiliriz.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 298)
Negri ve Hardt’ın kapitalizm içinde komünist toplumun varlığına dair tezi; onların üretim süreci ve emek gücünün bileşimine dair ifade ettikleri ‘yeni’ eğilimlere dayanıyor. Bu tezi şöyle özetleyebiliriz: Kapitalist üretim biyo-politik bir hal aldı; yani sadece maddi metaların değil dil, simge, duygulanım, enformasyon, iletişim vb. tüm toplumsal yaşamın üretimini kapsadı. Ve post-modern çağda; artık maddi olmayan ürünlerin üretimi ve maddi olmayan emek egemen biçimdir. Maddi olmayan emeğin üretiminde makine gibi değişmeyen sermaye kullanımı dikkate alınmayacak boyutlardadır. Bu değişmeyen sermaye ve değişen sermaye ilişkisini kökten değiştirir. Artık; emek-gücü makinelere bağlı olmadığı için; giderek işbirliği halinde ve sermayeden bağımsız bir biçimde üretimi örgütler. Emek-gücü (üretimin dilsel ve iletişimsel olmasıyla emek-gücü toplumun iktidar dışındaki tüm kesimlerini kapsayarak yerini “çokluk”a bırakır) giderek özerkleşmiş; kapitalizm içinde şimdiden komünizmi kurma olanağını yaratmıştır (Negri, İmparatorluk, s. 306).
Negri’nin emek-gücünün bir kısmının, hatta yüksek nitelik sahibi çok küçük bir kısmının üretim sürecindeki özelliklerini  mutlaklaştırmasının ve iktidar dışında kalan bütün bir nüfusa bu özellikleri masa başında mal edip “çokluk”un ‘özerk’ gücüne dahil etmesinin zorlama tespitler olduğu açık. Bunu şimdilik not edip bir kenara koyalım.
Feodalizm içinde kapitalizmin gelişmesine yapılan atıfla komünizmin kapitalist toplumsal formasyon içinde geliştiği tespiti tam bir çarpıtmadır. Komünizmin kapitalist iktidar ve kapitalist üretim ilişkileri içinde ‘kurtarılmış’ otonom yaşam alanları olarak varlık bulması ve komünist toplumun böylece kurulması mümkün değildir.
Birkaç nedenden ötürü:
İlk olarak: Üretim araçlarının gelişmesi, makineleşme, bilim ve teknikteki ilerlemeler, bunlarla bağlantılı sınıfsal değişim ve hareketlilikler feodal toplumun statik, durgun ve toprağa dayalı ilişkileriyle çelişki halindeydi. Köylü ailesinin kendi ‘aile işletmesi’nde ürettiği birçok zanaat ürünü, manifaktürle birlikte çok daha ucuza mal edilir olmuştu. Alışverişe konu olmayan birçok mal, ticari bir meta olarak, feodal toplum bağrında büyüyen kapitalist piyasanın parçası haline geldi. Sömürgecilik ve deniz aşırı ticaret, sömürge ülkelerde el konulan hammaddelerin işlenmesi ve satılmasıyla, piyasa, feodal kapalı toplumun sınırlarını giderek zorladığı gibi; tüccar ve sanayi burjuvazisi, yeni sınıflar olarak, feodal siyasal egemenliği ve sınıfları tehdit eder duruma geldi. Feodal toplumun bağrında kapitalist ticari ilişkiler açıkça ve kendi sınıflarını yaratarak gelişmişti. Hatta feodal sınıfların bir kısmı burjuvalaşmış, bizzat kapitalist gelişmenin bir bileşeni haline gelmişti. Burjuva devrimler ise, bu yeni sınıflarla eski egemen sınıflar arasındaki siyasal mücadelelerin sonucu olarak gündeme gelmişti. Özetle; sömürücü bir sınıfın iktidarı diğer bir sömürücü sınıfın iktidarıyla yer değiştirmişti. Başka bir ifadeyle bir sömürü düzeni olarak feodal toplum; kendi içinden çıkan başka bir sömürü ilişkisi tarafından sarmalanmış, değiştirilmiş ya da ortadan kaldırılmıştı.
Komünizm ve kapitalizm ilişkisi öz olarak farklıdır. Kapitalist toplumsal formasyon içinde; komünizmin nesnel temeli giderek güçlense de ; komünist ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi söz konusu değildir. Çünkü kapitalizm bir sömürü toplumudur; işçi sınıfının ürettiği artı-değere kapitalistler tarafından el konulmasına dayanır. Bu işleyiş olmadan, sermaye de, sermayenin işçi sınıfıyla birlikte temel ilişkisini oluşturduğu kapitalizm de söz konusu olamaz.
Bu açıdan kapitalizmin içinde “sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırılması” olarak komünizmin varlığı bizzat kapitalizmin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Bu sadece mantıksal ve masa başı bir zorunluluk değil; yaşamın kendi gerçekliği, günlük sınıf ilişkileri, görüngüleri ve mücadelelerin pratik sonucudur. Ekonomisi, siyaseti, kültür ve ideolojisiyle ‘yeni’ insanlığın yaratılması ve sömürüsüz bir toplum olarak komünizm; kapitalizmin varlığını reddeder. Ya kapitalizm vardır, ya komünizm… Feodalizm ve kapitalizm ilişkisindeki gibi iki sömürü düzeni arasındaki tarihsel geçişe ilişkin örnek; birbirini tamamen dışlayan; ancak birisinin sonu diğerinin başlangıcı olabilecek kapitalist ve komünist toplumsal ilişkiler açısından doğru bir referans değildir.

***
Negri ve Hardt’ın “komünizmin kapitalizm içinde kurulduğu” fikri belli bir soyutlama düzeyinde kabul edilemez ve tarihsel referansların kötü bir tekrarı olsa da; kapitalizm içinde “otonom yaşam alanları” kurmak mümkün değil midir?
Bir grup insan kapitalist ilişkileri reddederek kendi aralarında eşit ve paylaşımcı ilişkiler kuramaz mı?
Bu tür güncel ve somut alternatifler ancak yüzyıllar sonra gerçekleşecek bir ‘komünist ütopya’ya mı ertelenmeli?
Evet, tartışmanın bir düzeyi de bu… Devrimin edimselliği, yani güncelliği olarak ifade edilen bu tartışma; komünist programın hiç beklemeksizin ve ertelemeksizin bizzat uygulanmasını talep ediyor.
Tekrar hatırlatalım: Negri ve Hardt’a göre; kapitalist toplumsal ilişkiler ve iktidarın devamı koşullarında…
Şimdi; Negri ve Hardt’ın otonom örgütlenmeler olarak dikkat çektiği örneklere daha yakından bakalım:
Eva Morales’in 2005 yılında Bolivya devlet başkanlığına seçilmesinin önünü açan toplumsal hareketler… “Örneğin El Alto kentinde, 2003’teki mücadeleleri canlandıran Ulusal Gazı Savunma Komiteleri zaten varolan yerel öz-yönetim yapıları ve pratikleri temelinde işledi. El Alto, temel olarak son yirmi yılda kırsal dağlık arazilerden başkente göç etmiş Aymara halklarının yaşadığı, La Paz’ın genişleyen bir varoşudur. O halde mücadeleler, bir yandan, kırsal Aymara toplumlarının ortak varoluşa dayalı örgütleniş modelleri ve öz-yönetim pratikleri tarafından koşullanır ve oradan büyür: doğal kaynaklar ve mülkiyete ortak erişim, toplum ilişkileri için ortak sorumluluk vs. Öte yandan da kent çapında bir federasyon olarak örgütlenen El Alto’daki mahalle komiteleri, öz-yönetimin bir başka temelini oluşturur. Mahalle komiteleri eğitimden sağlığa ve diğer sosyal hizmetlere, paylaşılan kaynaklar ve vatandaş sorumlulukları hakkında kararlar alarak, hükümet tarafından sağlanmayan çok çeşitli hizmetleri sağlar.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 122)
Diğer bir örnek ise, Meksika Zapatistaları. Negri ve Hardt; Zapatistaların stratejisinin; kapitalizm içinde “özerk-komünal” yönetimler kurmak olduğuna dikkat çekiyor:
“Yerli hakları ve kültürü üzerine Ernesto Zedillo hükümetiyle 1996’da yürütülen San Andres Anlaşmaları’nda, anayasal reformları tartışırken Zapatista stratejisine rehberlik eden prensipler, özerklik ve öz-belirlenimdir. Bununla birlikte, hükümet anlaşmayı tamamlamada başarısız olduğunda, Zapatistalar özerk bölgesel yönetim kürsüleri ve ‘iyi yönetim’ konseyleri kurarak, kendi prensiplerini eyleme geçirmek için bir dizi projeye başladı.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 117)
Negri’nin sunduğu çerçeveye, birkaç örnek de biz ekleyelim:
Mısır ve Tunus’ta günlerce meydanları işgal eden, diktatörleri istifa edene kadar da terk etmeyen; işgal mekanındaki yaşam süreçlerinde paylaşım ve dayanışmanın en ileri biçimlerini sergileyen, Baltacıların saldırılarına karşı ortak koruma ağları oluşturan, kararları temsili yöntemlerle merkezi otoriteye devretmeyip bizzat orada alan, sosyal medya ve iletişimin tüm olanaklarından yararlanarak demokratik mekanizmayı iletişim araçlarıyla güçlendiren yüz binlerce hatta milyonlarca insan…
Bir de bizden örnek: Ülke genelindeki Gezi Direnişi’nin önemli bir parçası olarak Gezi Parkı işgalinde bir araya gelen, mücadele sürecine dair forumlarda karar alıp adeta öz-yönetim organları kuran, sağlık birimleri, kütüphane, küçük yiyecek servislerini sağlayan, gerçek bir paylaşım, birliktelik ve mücadele kültürü oluşturan binlerce insan… Ve sonrasında Gezi direnişinin armağanı park forumları, işgal evleri, işgal bostanları…
İspanya ve Yunanistan da eklenebilir…
Bütün bu örnekler, Negri ve Hardt için kapitalizm koşullarında komünizmin kurulabileceğinin göstergeleri… “Dil, iletişim, simge ve duygulanımların üretimi olarak ortak varlığın sahiplenilmesi”, “sermaye ilişkisinden dışarı çıkılması”nın örnekleri…
Negri ve Hardt’ın, bu örnekleri, “çokluk” projesi, “ortak varlığın sahiplenilmesi” ya da “komünizm” olarak sunarken; “geleneksel” komünizmle ayrımı kalın çizgilerle çizebilmek ihtiyacıyla bütün bu pratikleri fazlasıyla idealize ettiği kolayca görülebilir.
Yakından bakacak olursak;
Bu toplulukların tamamı kapitalizm içinde komünizm toplulukları değil, birer mücadele örgütleridir. Ekvator, Bolivya, Venezüella, Brezilya’daki tüm fabrika ve mahalle “öz-yönetim” ‘kurumları’ da keza öyle. Negri ve Hardt’ın Bolivya’dan verdiği mahalle komiteleri örneği, gazın özelleştirilmesiyle gaza ulaşımı giderek zorlaşan, faturalarını ödeyemedikleri için gaza ulaşımları neredeyse imkansız hale gelen insanların; belli bir talep etrafından kurdukları mahalle ve semt örgütlenmeleridir. Mücadele geleneklerini de yanlarına alan ve daha da geliştiren insanların içine girdikleri örgütlenmeleri devam ettirmeleri, başka sorunlar için de bir araya gelip hızla müdahale edebilir hale gelmeleri; belirli bir talebi aşıp çeşitli dayanışmacı pratikleri kurumsallaştırmaları; bu örgütlenmelerle ‘komünizm’ kurulduğu anlamına gelmez. Ancak halkçı değerlerin günlük ilişkilerde olabildiğince etkin kılındığı, bunun komünist mücadele açısından oldukça anlamlı olduğu anlamına gelir. Ama “ideal bir durum” ya da tüm dünyada ulaşılması hedeflenecek bir “komünizm” projesi değildir.
Örneğin Bolivya’da bu bölgeler hala ülkenin en yoksul semtleridir. Gönüllü doktorların sunduğu basit ücretsiz sağlık hizmetine rağmen; hem sağlıksız beslenme hem de sağlıksız çevre koşulları nedeniyle sağlık açısından ‘komünist’ bir bölge değildir. Zenginlik hala Bolivyalı kapitalistlerde toplanmıştır; bu yoksul mahallelerdeki insanlar az da olsa teknoloji gerektiren ya da nispeten maliyetli olan hiçbir hastalığını tedavi ettirememektedir.
Negri ve Hardt, iktidara sırtını dönerek komünist bir toplum kurma projesini ileri sürerken; bunu Zapatistaların bizzat yaparak gösterdiğini iddia ediyor. Oysa, tam tersine, Zapatista örneği, ilerici ve demokratik niteliğine rağmen; komünizmin, kapitalizm sınırları içerisinde kurulamayacağının somut bir göstergesi. Ayrıca, Zapatistaların da benimsediği otonomcu yaklaşımın komünizmle alakasız olduğunu, kapitalist üretim ilişkilerine dokunamadığı anlamak açısından da oldukça önemli.
ABD ve Kanada arasında 1987 yılında imzalanmış olan NAFTA’ya (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) Meksika’nın katılacağı tarih olan 1994 yılının ilk günü Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) eylemlerinin esas başlangıç noktasıdır. Anlaşmanın 27. maddesine göre; halka ait topraklar özel mülk sayılacak, satılmaya ve yatırım stratejilerine uygun hale getirilecekti. Maya toplumunun haklarına odaklanan bir yerli hareketi olarak Zapatistalar, bu neoliberal anlaşmanın yerli halk için yeni bir büyük yıkıma neden olacağını gördü ve hükümete savaş ilan etti. Meksika’nın Güney Eyaletlerinden Chiapas’ın dağlık bölgelerinde bulunan 7 şehri kontrol altına alan Zapatistalarla hükümet güçleri arasındaki çatışmalar 12 gün sürdü. Meksika’nın başkenti Mexico City’de Zapatistaları destekleyen kitle gösterilerinin ardından hükümet başkanı Salinas ateşkes ve görüşme çağrısında bulundu. Hükümet ile Zapatistalar arasında kimi zaman görüşme kimi zaman da çekişme ile ilerleyen dengeli ilişki böylece başlamış oldu. Zapatistaların etkin olduğu bölgelerde kurulan otonom belediyeler iktidarla bağını keserken, hükümet askeri baskı ve tehdidi her zaman güncel tutmaya çalıştı.
Çıkış bildirgeleri olan Lacandon Ormanlarından Birinci Deklerasyon’da Zapatistalar şu çağrıyı yaptı:
“Diktatörler, halkımıza yıllardır ilan edilmemiş bir soykırım yapıyorlar. Bu yüzden de iş, toprak, konut, gıda, sağlık hizmeti, eğitim, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi, adalet ve barış için mücadele planına katılımınızı, desteklemenizi istiyoruz. Halkımızın temel talepleri, ülkemizde özgür ve demokratik bir yönetim oluşturulmasıyla karşılanmadan savaşa son vermeyeceğimizi ilan ediyoruz.” (EZLN, 2001)
Bildirgedeki burjuva demokratik taleplerden de anlaşılabileceği gibi; EZLN’nin otonom yönetimler kurma projesi; Chiapas’ta Maya toplumunun topraklarını koruma, uluslararası sermayenin neoliberal politikalarına karşı çıkma, hükümetin saldırılarına karşı mücadele etme olarak özetlenebilecek bir demokratik muhtevaya sahiptir. Subcomandante Marcos’un neoliberalizme karşı edebi ve öfkeli çıkışları, ezilen kimlikleri savunusu; köklü bir kapitalizm karşıtlığına ilerlememekte, genel bir “aşağıdan demokrasi” pratiği öngörmektedir.
EZLN’nin Meksika Uyanışı isimli 1 nolu bülteninde yayınlanan ‘Devrimci Yasalar’da yoksul köylülere ve topraksızlara toprak dağıtımı öngörülürken; komünist bir düzenlemenin işaretleri yer almaz. Kapitalist işletmelerde çalışan işçilere yönelik talepler “ücret artışı” ile sınırlıdır. Devrimci Yasalar’ın İş Yasası başlıklı bölümünün birinci maddesinde, “Yabancı işletmeler, kendi ülkelerinde ödediklerini saat ücretini çalışanlarına ulusal para biçiminde ödeyeceklerdir.” denilir. (Marcos, Ya Basta! Artık Yeter, s. 38)
Yerli işletmelerdeki ücret artışları ise “işçi temsilcilerinden, çiftlik sahiplerinden, patronlardan, tüccarlardan ve özgürce ve demokratikçe seçilmiş otoritelerden” (Marcos, Ya Basta! Artık Yeter, s. 38) oluşan ‘demokratik’ bir komisyon tarafından belirlenecekti.
Zapatistaların komünizm karşısındaki tutumu açısından, Devrimci Yasalar’da yer alan ‘İş Yasası’ bölümü oldukça önemli. Zapatist politika; neoliberal yağmacılığı şiddetli bir biçimde eleştirirken; kapitalizme köklü bir karşı çıkış gösteremez. Kapitalist üretim ilişkileri karşısında öne sürdüğü talepler, ücret artışı gibi reformlarla sınırlıdır. Anti-emperyalist karakterdeki hareketlerin dahi gündemine aldığı; yabancı tekellerin toplumsallaştırılması hedefi söz konusu bile değildir. Yabancı tekellerden sadece, “kendi ülkelerinde ödediklerini saat ücretini çalışanlarına ulusal para biçiminde ödemeleri” istenmektedir. Yerli işletmelerin toplumsallaştırılması, üretim araçlarına el konulması bir yana; işçi ücretlerinin “patronların, çiftlik sahipleri ve tüccarların” da yer aldığı ‘demokratik’ komisyonlarca belirlenmesi öngörülmektedir.
Zapatist deneyimi değerlendiren bir çalışmada işçi hareketi karşısındaki tutuma dair şu tespitler yapılmaktadır: “Genel olarak bakıldığında, neo-liberalizm eleştirisi ve toprak sorunu dışında, EZLN’nin, ekonomik meseleler konusunda oldukça sessiz bir tutum takındığı görülmektedir. Kentlerdeki grevleri destekleyen açıklamaları olmakla birlikte, gelecekte işçilerin fabrikalarla nasıl ilişkilenecekleri, (örneğin fabrikaların gerçek sahipleri olup olmayacakları) konusunda net bir tavırları yoktur.” (Dulkadir, Doğrudan Demokrasi, s. 129)
Meksika hükümetine karşı Zapatistaların ‘aşağıdan demokrasi’ pratiklerini geliştiren bir mücadele deneyimi biriktirdileri, kararların köylülerin katıldığı toplantılarda alındığı, buralarda uzun ve demokratik tartışmaların yapıldığı doğrudur. Ancak kapitalist özel mülkiyet karşısındaki ikircikli tutum, kapitalist temel üzerinde sürdürülmeye çalışılan bir ‘demokrasi’ çabası anlamına geliyor. Bu nedenle Zapatistaların etkin olduğu otonom bölgeler, tüm olumlu ve ilerici adımlara rağmen hâlâ Meksika’nın en yoksul yöreleridir.
Sonuç olarak; Negri ve Hardt’ın verdiği örneklerde; maddi ve maddi olmayan ürünlerin üretimi temel olarak hala burjuvazinin elindedir. ‘Çokluk’un elindeki ise komünizm değil, komünizm için mücadele edebileceği halk örgütlenmeleridir. Ancak mücadele birlikleri ve komünal değerler ayrı; bir toplumsal sistem olarak komünizm ayrıdır…

3. İKTİDARDAN KAÇIŞ
Kapitalist üretim ilişkileri ve devleti ortadan kaldırmaksızın tasarlanan ‘komünizm’ arayışı; devlet ve iktidarın nasıl tanımlandığı, nasıl ele alındığıyla yakından ilgilidir. Devlet sınıflardan bağımsız, hatta sınıf oluşturan ve toplumu denetim altına alan bir otorite olarak görüldüğünden; “iktidar olma ve kurma iddiası olmadan” alternatif otonom yaşam alanlarının örgütlenmesini savunurlar.
“İktidar bütünüyle biyo-politik hale geldiğinde” der Negri ve Hardt, “bütün toplumsal bünye iktidar mekanizması tarafından tasarlanır ve onun virtüelliği çerçevesinde gelişir. Bu ilişki açık, nitel ve duygulanımsaldır. Toplumsal yapı ve gelişme süreçlerinin sinir uçlarına kadar erişen bir iktidar altında toplum tek bir bünye gibi tepki verir. İktidar böylelikle insanların bilincinin ve bedenlerinin –aynı zamanda bütün toplumsal ilişkilerin- derinliklerine işleyen bir kontrol mekanizması olarak kendini gösterir. … Kontrol toplumu ve biyo-iktidar kavramlarının ikisi de İmparatorluk kavramının merkezi özelliklerini betimler.”
Negri ve Hardt’a göre; toplumsal ilişkiler ve toplumsal sınıflar arasındaki mücadele devleti değil, tam tersine; devlet toplumu belirler hale gelmiştir:
“Olgunlaşan aşkın modern egemenlik teorisi toplumu iktidar içinde özümleyerek yeni bir ‘birey’i gerçek kılar. İdari mekanizma geliştikçe, toplumla iktidar, çoklukla egemen devlet arasındaki ilişki adım adım tersine çevrilir, öyle ki artık toplumu iktidar ve devlet üretir.” (Hardt ve Negri, İmparatorluk, s. 110)
Bu tezler açık ki; devleti sınıf mücadelesinin bir bileşeni ve sonucu değil, tersine toplumu kuran ve sınıf yaratan bağımsız bir aygıt olarak gören anarşist yaklaşımın ağır etkisini taşır.
Marx, daha gençlik çalışmalarında Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken, devletin ‘sivil toplumun’ dışında, bizzat kurucu bir özne ve kendiliğinden bir kavram olarak tanımlanması şiddetle eleştirmişti (Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s. 38-39). Devlet, demokratiğinden faşistine ve monarşik olanına kadar, hepsi, toplumun içinden, içindeki sınıf ve güç ilişkilerinin belli bir dolayımından ortaya çıkmıştır. Sınıf ve güç ilişkileri çerçevesinde, toplumun bir kesiminin (bir sınıfın ya da bir sınıfın diğer sınıflarla/tabakalarla ittifakının) çıkarlarını koruyan bir aygıt olarak şekillenmiştir. Elbette toplumun ve onun çelişkilerinin dışında kalamadığı gibi, edilgen bir yansıma da olmamış; kurumsallaştıkça nispeten özerk bir yaşamı ve doğası olmuştur.
Ancak; ortaya çıktıktan sonra her kurumun nispi bir özerklik kazanmasından yola çıkarak; devlet-toplum ilişkisini tersine çevirmek; Hegel’in toplum ve doğadaki hareketi ‘evrensel tin’in hareketinin bir yansıması olarak yorumlaması gibidir. Nedenle sonucu, bu ikisi arasındaki karşılıklı ilişkiye atıfla karıştırmaktır. Buradaki tartışmamız açısındansa toplum bilimlerinde idealizmdir.
Devletin tüm toplumu belirlediğini ifade ederek radikal bir “devlet karşıtlığıyla” tutum alan bu politik yaklaşımın; tarihi ve eylemi, devletlerin karar ve eylemlerine indirgeyen geleneksel burjuva tarihçilikle sanılandan çok daha fazla ortak noktası vardır.
İktidarın ‘aşkın’lığını, toplumun üstünde oluşunu eleştiren Hardt ve Negri, bu ‘aşkın’ yapıya karşı ‘içkinliği’ yani toplumun kendisini ve otonom gücünü savunurken; yel değirmenlerine karşı savaşıyor. Çünkü; iktidar; bazen tüm dehşetine, hatta bazen toplumsal güç odaklarına meydan okumasına rağmen; toplumdan bağımsız ve aşkın değildir. “İçkindir”; sınıf mücadelesi kapsamında; egemen sınıfın hizmetindedir. Egemen sınıfın fraksiyonları ve toplumsal baskılar karşısında farklı adımlar atabilir. Ancak toplumsal işlevi; mevcut sosyal/siyasal şekilleniş ve hiyerarşilere dayanarak mülkiyetin dokunulmazlığını korumaktır. Bu gözardı edildiğinde karşımızda; liberalizmin baskıcı bürokratlar yığınından başka bir şey bulamayız!
Liberalizm ile anarşizm arasında salınan bu devlet anlayışı; Türkiye’de özellikle liberal aydınlar arasında oldukça yaygındır. 1923 sonrası iktidarın, sınıfsal bir temeli olmadığının iddia eden liberaller; devleti kişilerin bireysel özellik ve geçmişlerine indirgeyerek askeri-bürokratik tabakanın iktidarı olarak tanımlamışlardı. AKP’li muhafazakar liberallere göre, söz konusu olan bürokratik oligarşinin iktidarıydı. Buna göre; Türkiye’de yakın zamana kadar burjuvazi iktidar olamamış, tam da bu nedenle düzgün bir kapitalist gelişme sağlanamamıştı. Burjuvaziye oldukça “düzgün bir kapitalist gelişme” misyonu atfeden bu yaklaşımda, iktidar sınıflardan bağımsız sivil ve asker elitlerden oluşuyordu. Bu tabaka bütün toplumu ‘keyfince’ şekillendirmekteydi. İktidardakilerin kişisel özellikleri açısından bu ‘doğru’ görünüş, Türkiye’deki kapitalist gelişmeyi, ulusal burjuvazinin desteklenmesini, emperyalizmle kurulan ilişkileri de iktidarın burjuva niteliğine değil, iktidardaki bireylerin ideolojilerine bağlamaktaydı.
Negri’de ‘iktidar’ ve devlet, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir sonucu ve bileşeni olarak değil tersine ‘yaradanı’ olarak ayrıcalıklı bir konumdadır. İşte bu ‘yaratıcılık’, modern toplumun sınıflarını göz ardı etmeye, toplumsal bölünmeyi ‘iktidar’ merkezli tarif etmeye neden oluyor. Alternatif de sınıf hareketi ile sınıfın komünizme geçişte zorunlu bir aşama olarak kendi iktidarını kurması (sönümlenmek üzere) değil iktidardan kaçış biçimini alıyor.

***
Peki; devrimci bir hareket/sınıf hareketi, kapitalist iktidarı alaşağı ettikten sonra ne yapacaktır?
Negri ve Hardt’ın terminolojisiyle konuşacak olursak; “çokluk” “toplu çıkışla” otonom bir toplum kurmaya giriştiğinde bunun devamlılığını nasıl sağlayacaktır?
İktidar sorununa ilişkin temel tartışmalardan biri budur…
Negri’nin de aralarında bulunduğu İtalya’daki Rebibbia Hapishanesinde tutuklu İtalyan Otonomistlerinin, 1983’te yaptıkları değerlendirmeler; Negri’nin bugünkü genel yaklaşımını da özetliyor:
“Hareketin öznelliğinde, kültüründe ve geleceğe bakışında bir değişim yaşanmaya başladı. ‘İktidarı ele geçirme’ fikri, kalıplaşmış olan ‘proletarya diktatörlüğü’ hedefi ‘reel sosyalizm’den arta kalan yük ve herhangi bir devlet yönetimi projesi dahil, tüm işçi hareketleri geleneğinin tam bir reddi söz konusuydu.” “Bu anlamda yerelcilik Otonomi deneyiminin tanımlayıcı bir özelliğiydi.” (Negri, Virno, vd., İtalya’da Radikal Düşünce, s. 40-41)
Negri ve Hardt’ın iktidar problemine yaklaşımı kritik önemde. Çünkü “Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur.” (Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, s. 42). İktidar sorununu ciddi bir biçimde ele almayan; bunu teorik ve pratik olarak hedeflemeyen her hareket, öznel dilekleri, ideal ve istekleri ne olursa olsun kapitalizmin sınırları içerisinde kalmaya mahkumdur. Negri ve Hardt’ın ‘komünist’ projesinin de durumu bu. Yeni bir iktidar kurmadan burjuvaziyi bastırıp komünizmi kurmak mümkün değil.
Negri, bu çizgide ilerlerken sosyalizmi sadece gereksiz bir ara aşama değil; kapitalizmin ve sermaye iktidarının başka bir biçimi olarak görüyor:
“Sosyalizm, içinde sermayenin örgütlenip idare edildiği bir biçimden başkası değildir – işte bu nedenle, bugün gelişmiş kapitalist ülkelerin çoğunun sisteminde sosyalist unsurlar fazlasıyla güçlüdür. Fakat komünizm, her iki kapitalist sistemin de yıkılmasından, yani sınıf sisteminin ve sömürü sisteminin yıkılmasından sonra, toplumun örgütleyici rolü değil, devletin örgütleyici rolü yok edildiğinde, içinde toplumun örgütleneceği bir biçimdir. Daha da ileri giderek, sosyalizmin komünizmin bir aşaması ya da komünizme geçişin bir aracı olduğunun kesinlikle yalan olduğunu ısrarla vurgulamalıyız.” (Negri ve Guattari, Bizim Gibi Komünistler, s. 94)
Sosyalizmi bir sermaye sistemi olarak tanımlayan Negri, onun bir geçiş aşaması olamayacağını, asgari programın da komünizm olduğunu iddia ediyor.
Anarşist ya da otonomcuların sorusu şudur: Doğrudan komünizme geçmek varken; devletin ve bir ölçüde ‘burjuva hukuk’un devam ettiği bir “geçiş dönemi”ne gerek var mıdır? Komünizmin ilkeleri doğrudan ve beklemeksizin uygulanamaz mı? Tüm dünyada olmasa bile, belli bir bölgede, kapitalist devlet burnumuzun dibinde dursa bile iktidarsız, küçük ‘elbirliği komünleri’ kurulamaz mı?
Mesele; komünizme ilişkin bu ‘dilekleri’ ‘aşırı’ bulup eleştirmek değil… Sorun; kapitalizmi, onun sınıflara dayanan yapısını, tarihte sınıf mücadelelerinin rolünü ve komünizmin maddi temellerini anlamamak, devleti idealistçe tüm toplumu belirleyen bağımsız bir aygıt olarak yorumlamak; büyük büyük komünizm lafları ardında işçi sınıfının iktidarı kurma hedefinden vazgeçmektir…
Çünkü mesele; işçi sınıfın politik olarak örgütlenmesi, kapitalist ilişki ve iktidarı yıkarak kendi siyasi ve ‘iktisadi’ iktidarını kurması sorunudur. Kapitalist iktidar, bir devrimci ayaklanma ile alaşağı edildiğince (Negri’nin hiç ama hiç böyle bir hedefi yoktur, onun ufku iktidar devam ederken ‘kültürel etkinlikler’ yapan otonom grupçuklar kurmakla sınırlıdır) komünizm hangi koşullarda örgütlenecektir. Fabrikalar, tarlalar, hizmet işkolundaki işyerlerinin yeniden üretime geçirilmesi, burjuva alışkanlıklar ve eski kültürün etkileri, kalıntıların direnişi, kapitalistlerin baskıları… Bütün bunlar karşısında işçi sınıfı ne yapacaktır?
Çünkü; söz konusu olan “kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş bulunduğu biçimiyle değil, tersine, kapitalist toplumdan çıkmış bulunduğu biçimiyle bir komünist toplumdur; o halde, ekonomik, törel, entelektüel bütün bakımlardan henüz bağrından çıktığı eski toplumun izlerini taşıyan bir toplum”dur. (Marx ve Engels, Gotha Programının Eleştirisi)
Komünist toplum, kendi belirlediği koşullarda ve keyfince değil; tarihsel olarak belirlenmiş bir şartlar kümesi altında kurulacağından kapitalizmden miras kalan zorluklarla karşı karşıya kalacaktır. Marx ve Engels’in I. Enternasyonal’de anarşistlerle, özellikle de Bakunincilerle polemikleri, bu tartışma açısından da oldukça aydınlatıcıdır: “Anti-otoriterler neden siyasal otoriteyi, devleti kınamakla yetinmezler? Gelecekteki toplumsal devrimden sonra, devletin ve onunla birlikte, siyasal otoritenin ortadan kalkacağını; yani kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini, ve toplum çıkarlarını gözeten basit yönetsel görevler durumuna dönüşeceklerini kabul etmek için bütün sosyalistler birleşirler. Ama anti-otoriterler, siyasal devletin, hatta kendisini yaratmış olan toplumsal koşullar ortadan kalkmadan önce hemen ortadan kalkmasını isterler.” (Engels’ten aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 71)
Negri ve Hardt, devletin hangi sınıfın kontrolünde olursa olsun “anti-demokratik” olduğu ön kabulünden yola çıkarak; “gerçek bir demokrasi” ve komünizm için devletsiz bir otonom örgütlenmeyi savunurken; tarihsel koşulları göz ardı eder.
Ancak yukarıda sıraladığımız gibi; burjuvazinin ve devletinin baskısı bir yana daha küçük sorunlar bile sınıfın iktidar olarak örgütlenmesi gündeme gelmeden çözülemez ve komünizm kurulamaz.
Örneğin bir milyonluk bir nüfusun gıda ihtiyacını organize etmek için ne yapılacaktır? Diyelim ki; küçük köylülükle bir şekilde ihtiyaç kadar ürettik. Peki, gıdaları muhafaza etmek için dolaplar ya da günlük ihtiyaçtaki buzdolapları nereden bulunacaktır? Heralde onu da küçük köylülük üretemez. Ya da giysiler, bilgisayarlar, ulaşım araçları? Bütün bunları kapitalist üretim ilişkilerinden temin etmek, bunun için para kazanmak, ihtiyaçlar arttıkça daha fazla para kazanmak, kapitalistler satmadığında da yok olup gitmek midir söz konusu olan?
Fabrikalar da otonom kolektiflerin kontrolünde diyelim… Toplumsal ihtiyacın ölçülmesi, fabrika ve tarlalarda bu ihtiyaca bağlı olarak üretimin planlanması, daha sonra üretilenlerin belirli bir mekanizma ile dağıtılması gerekmez mi? Sadece bu işlemler bile merkezi bir sayım, denetleme, planlama ve dağıtım fonksiyonunu zorunlu kılmaz mı? Bunu kim yapacak? Otonom toplumun kendini korumak üzere silahlanması gerekmeyecek mi? Bu merkezi ihtiyaçlar, ister istemez iktidar olarak örgütlenmeyi zorunlu kılar… İşte bunları organize edecek, merkezi ama demokratik bir yapı kurulmadan, hareketi iktidar olarak örgütlenmeden komünizme doğru ilerlemek mümkün değildir.
Negri ve Hardt’ın en önemli örneği olan Zapatistaların etkin oldukları otonom bölgelerde, evet, bir çok konu halkın katılımı ve tartışmalarla karar altına alınıyor. Ancak bu iktidar olarak örgütlenme ile çelişen bir durum değil, tersine bunun gereğidir. EZLN örgütlenmesi kurumsallaşmış bir yönlendirici güçtür, konuları genel olarak EZLN belirler; uygulamasını, gerektiğinde askeri gücünü de kullanarak takip eder. Ve yine bölgedeki işlerin organizasyonunda ‘devlet’imsi yapılar örgütlenmiştir. Bir çeşit belediye yönetimleri seçilir. Temsilciler geri çağırabilir ve yaptıkları iş karşılığında ek bir ücret almazlar. Ancak bunlar; devletin birçok fonksiyonunu yerine getiren kurumsallaşmalardır.
Yine devlet olarak örgütlenmeye ‘demokratik özerklik’ kavramsallaştırmasıyla teori düzeyinde karşı çıkan Kürt ulusal hareketi, Rojava’daki kantonlarda oluşturdukları meclis ve hükümetlerle çoktan iktidar olarak örgütlenmiştir.
Bu iki örnekte de; hareketler genel olarak burjuva kapitalizminin sınırları içindedir. Toplumsal değişimi ‘iktidardan uzak durarak’ gerçekleştirmek iddiaları olmasına rağmen; her ihtiyaç ve zorluk, onları iktidar olarak örgütlenmek zorunda bırakmıştır. İşçi hareketi için bu ihtiyaç çok daha açıktır. Engels’in dediği gibi “… proleterya devlete hala gereksinim duyduğu sürece, bunu hiç de özgürlük için değil, ama düşmanlarına karşı bastırmayı örgütlemek için duyar. Ve özgürlükten söz etmenin olanaklı duruma geldiği gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 99)
***
Negri ve Hardt’ın bir diğer iddiası; işçi sınıfı iktidarının kaçınılmaz olarak yeni bir ‘bürokratik diktatörlük’ olacağı, toplumda yeni bir sınıf yaratacağıdır. “İktidarın olduğu yerde demokrasi olmaz.”
Negri ve Hardt’ın bu tespidinde iki önemli sorun vardır.
Birincisi; devleti esasen siyasal işlevlerden ibaret görmesi… Buna göre devlet; toplumun karar alma ve kendi kendini yönetme hakkının gasp edilmesi, yönetici ve sınıf yaratan bir elitin ortaya çıkması anlamına gelir. Oysa, devletin siyasal işlevleri, kararların nasıl alındığı, toplumun hangi siyasal mekanizmalarla yönetildiği konularını içermekle beraber, toplumsal yaşamın ekonomik temelleriyle de sıkı sıkıya bağlıdır. Hatta ona bağımlıdır. Yani, devletin nasıl bir devlet olduğu sorununda, siyasal mekanizmalar ve karar alma biçimi önemli olduğu kadar, o devletin hangi sosyo-ekonomik temeller üzerinde yükseldiği, örneğin kapitalist üretim ilişkilerinin mi, sosyalist üretim ilişkilerinin mi korunduğu belirleyici önemdedir. Devlet, küçük bir kapitalist azınlığın çıkarlarını korumak üzere mi vardır, yoksa toplumun büyük çoğunluğun çıkarlarını bu kapitalist azınlığa karşı örgütlemek, hatta kapitalist azınlığın toplumsal temellerini yok etmek üzere mi vardır? Bu sosyo-ekonomik temel ve bağlantılar göz ardı edildiğinde soyut bir devletten bahsetmiş oluruz ki, gerçek yaşamda böyle bir devlet yoktur.
Negri ve Hardt, her türlü devletin “baskıcı, totoliter ve anti-demokratik” olduğunu iddia eder ve işçi sınıfının iktidarını reddederken; kapitalist ve sosyalist devletler arasındaki bu karşıtlığı göz ardı ediyor. Devletin siyasal niteliği mutlaklaştırılıp soyutlandığında; kapitalist devlet içerisindeki karar alma mekanizmalarına sivil toplum taraflarını ‘dahil’ eden kapitalist ‘yönetişim’ uygulamaları bile; eleştirilere rağmen “demokrasi” adına kazanım sayılabiliyor (Negri, Porselen yapımı, s. 137-138). Kimi burjuva demokratik ülkelerdeki, genellikle göstermelik kararların (bazı durumlarda önemli kararların) halka sorulması, referandumlar; kapitalist toplumsal ilişkilerin vahşetine rağmen; sosyalist toplumdan daha ileri bir ‘demokrasi’ hamlesi olarak kabul edilebiliyor.
Oysa; az-çok gerçek (burjuva olmayan) bir demokrasi; sömürü ilişkilerinin toplumun başat ilişkisi olduğu, küçük bir azınlığın toplumun büyük çoğunluğunu yönettiği, ona ancak 4 senede bir kendi egemenlerini seçme hakkının sağlandığı, sömürü ilişkilerinin temellerine dokunmamak kaydıyla ‘her türlü karara katılma hakkı’nın (yönetişim) tanındığı bir toplumda söz konusu olamaz. Bu demokrasi; sömürü ilişkileri temelinde bir demokrasidir ki; ezilen sınıflar üzerinde gerçek bir diktatörlüktür. Emekçiler, bu demokratik haklarla; kapitalist üretim ilişkilerine az-çok dokunmaya başladığında, egemen sınıfların demokrasisiyle değil şiddetiyle karşılaşacağını ve karşılaştığını, sınıf mücadelesinin deneyimlerinden görmek mümkündür. 1973 Şili deneyimi, 1980’lerde İngiliz maden işçileri grevinin şiddetle bastırılması, dünyanın en demokratik ülkelerinde kriz karşıtı mücadeleler karşısında en gerici ve baskıcı düzenlemelerin hayata geçirilmesi; sömürü ilişkilerini bırakalım kaldırmayı; ona tepkileri bile ‘demokratik’ kapitalist iktidarların şiddetle bastırdığını gösteriyor.
İkincisi; sosyalizm, egemen bir azınlığın tüm toplum üzerindeki kontrolü ve sömürüsünü ortadan kaldırarak, burjuvazinin göstermelik ‘demokrasi’sini aşan gerçek bir demokrasinin koşullarını hazırlar. Kapitalizmde, ‘sömürüyü kabul etme’ temel şartını dayatan etkenler; tüm demokratik hakları ya kullanılmaz hale getirir ya da bunların kullanılmasına sermayenin kırmızı çizgilerine dokunmadığı sürece izin verilir.
Bu açıdan, sosyalizm, işçi sınıfının iktidarı olarak, işçi sınıfının toplumsal yaşamı, bizzat kendi inisiyatifi ve girişkenliğiyle örgütlemesidir. Yukarıdan ‘sosyalist’ temsilcilerin, işçiler adına karar vermesi, ‘gereğini yapması’ değil; işçi sınıfının tüm toplumsal üretim, dağıtım, planlama ve siyasal kararlar konusunda demokratik mekanizmalar aracılığıyla karar alması, onu bizzat uygulamasıdır. İşçi sovyetleri ya da konseyleri üzerinden daha üst düzeydeki temsili organların bürokratikleşmeye izin vermeyecek şekilde gerektiği zaman geri çağrılabilmesi, ücretlerinin işçi ücretleriyle sınırlanması ve kalıcı bir bürokrasinin oluşmasının yaygın bir işçi denetimiyle engellenmesidir.
Negri ve Hardt’ın otonom topluluklar için öngördükleri karar alma süreçlerindeki ‘doğrudan demokrasi’ çağrısı, sosyalizmde işçi sınıfı inisiyatifi ve yönetiminde hayat bulduğu gibi; sömürü ilişkilerini de reddederek genel bir ‘demokrasi’yi, aslında kapitalist demokrasiyi aşar. Bu açıdan sosyalizmin güvencesi; Lenin’in henüz sovyet iktidarı kurulmuşken işçilere yaptığı çağrıdaki gibi; “Ürünlerin üretim ve dağılımının sayım ve denetimine kendiniz girişin! Sosyalizmin zaferine götüren yol, sosyalizmin zaferinin güvencesi, her türlü sömürü üzerindeki, her türlü yoksulluk ve sefalet üzerindeki zaferin güvencesi bunda ve yalnız bundadır!” (Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, s. 251)
İşçi sınıfının burjuvaziyi yenmek ve onun iktidarını parçalamak için kendi iktidarını kurmaktan başka yolu yoktur. İşçi sınıfı devleti olarak sosyalist iktidar, işçi sınıfının sosyalizmi inşa etmek için geçici olarak kullanmak zorunda olduğu, ancak yine işçi sınıfının aşağıdan denetimi ve demokrasisiyle giderek tarihin çöp sepetine atacağı bir araçtır. Engels’in ifade ettiği gibi; “Baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca sınıf egemenliği ve üretimdeki güncel anarşi üzerine kurulu yaşama mücadelesi ile birlikte, bunlardan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık baskı altında tutulacak hiçbir şey yok demektir ve özel bir baskı iktidarı, bir devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak görüldüğü ilk eylem, yani üretim araçlarına toplum adına el konması, aynı zamanda onun devlette özgü son eylemidir de. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, bir alandan sonra bir başkasında gereksiz duruma gelir ve sonra kendiliğinden uykuya dalar. Kişilerin hükümeti, yerini şeylerin idaresi ve üretim sürecinin yönetimine bırakır. Devlet ‘ilga’ edilmez, söner.” (Engels, Anti-Dühring, s. 400)

ARA: “ÇOKLUK”UN DİNİ OLARAK SEVGİ
İktidardan uzak duran, kapitalist üretim ilişkilerinin bütününe dokunmak gibi bir hedefi olmayan çokluk, kendi dilsel, iletişimsel ve simgesel üretimini sahiplenip karar alma süreciyle toplu çıkışı gerçekleştirmesi ve kalıcı bir birliktelik sağlayabilmesi için, Negri ve Hardt sihirli bir yapıştırıcıya ihtiyaç duyar: sevgi.
“Sevgi hem ortak varoluşun ortaya koyduğu hem de ortak varoluşu kuran güçtür. Dolayısıyla sevgi aynı zamanda, tekilliklerin bileşiminin birlik veya kimlik yerine iletişim ve işbirliği ağındaki her katılımcının artan özerkliğine yol açtığı, özgürlüğe doğru bir harekettir. Sevgi, yoksulun sefalet ve yalnızlık dolu bir yaşamdan çıkma ve çokluğu yaratma tasarısına katılma gücüdür.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 195)
Bu duygusal gibi gözüken alıntı; Negri ve Hardt’ta oldukça bir politik yere oturur. “… sevginin gücü ortak varoluşun kuruluşu ve son tahlilde toplumun oluşumudur. … sevginin gücü, aynı zamanda ve ikinci olarak, kötülükle savaşmak için bir kuvvet olmak zorundadır. Sevgi gücünün bu ilk iki biçimi –sevginin birliktelik ve isyan güçleri ile ortak varoluşu kurma ve yozlaşmaya karşı savaşma güçleri- üçüncüsünde birlikte işler: çokluğu yaratmak. Bu proje, toplu çıkış sürecini, ortak varoluş kurumlarını yaratmayı hedefleyen örgütsel bir projeyle bir araya getirmek zorundadır.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 201)
Negri ve Hardt’a göre, Spinozacı anlamda sevgi, çokluğu bir araya getiren temel güçtür. Kapitalist toplum içinde gerçekleştirilecek komünist bir proje olarak otonom ‘çokluk’un temeli sevgidir. Ancak bu kendiliğinden bir sevgi değil. “Sevginin yayılımı öğrenilmeli ve yeni alışkanlıklar, arzularımızın duygusal ve politik bir eğitim süreci olan kolektif örgütlenmesi aracılığıyla oluşturulmalıdır. Yeni toplumsal kurumlarda pekiştirilen alışkanlıklar ve pratikler artık dönüştürülmüş olan insan doğamızı da kuracaktır.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 201)
Negri ve Hardt, sevgiyi daha da ‘pratikleştirerek’ komünist projenin eylemsel bir gücü olarak tasarlar: “… sevgi her zaman kuvvet kullanımını içerir veya daha kesin olarak sevgi eylemlerinin kendileri birer kuvvet konuşlanmasıdır. Sevgi bir melek olabilir ama ancak silahlı bir melektir.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 201)
Bu duygu dolu sevgi sözcüklerinin politik bir projedeki yeri konusunda sorun olduğu açık. Negri ve Hardt’ın buna cevabı; “Aydınlanmacı rasyonalizm; bakışımızı beden ve duygunun yaşamdaki yerini görmeyen bir çerçeveye sıkıştıştırır” olabilir. Ve devamında; “duygunun ve akılla birleştirilmiş bir sevginin politik bir projede önemli bir yer tutmasının normal olduğu” söylenebilir.
Burada sevgi sözünü duyar duymaz; “sosyal bilimlerde duyguya yer yoktur” diyen bir yukarıdanlıkla yaklaşıyor değiliz. Elbette insanlar, insan grupları toplumsal yaşamda sadece rasyonel kararlarla hareket etmez. Bu ancak liberalizmin homo-economicus hayalinde olabilir. Günlük yaşam ve kararlarda zaman zaman, hatta bazı durumlarda çoğu zaman insanlar; akıl ve deneyimleriyle değil toplumsal alışkanlık, gelenek, yönlendirme ve duygularla hareket eder.
Bütün bunlara rağmen politik projenin temeline; “bütün insanlar birbirini sevmeli” gibi bir ‘dini’, ‘uhrevi’ ya da ‘duygusal’ bir çağrıyı koymak; o projenin temellerine dinamit koyar.
Çünkü sömürüsüz ve sınıfsız toplumda insanların birbiriyle eşit ve özgür ilişkisinin hem sonucu hem de ‘nedeni’ zaten sevgileridir. Ayrılmaz bir bileşendir. ‘Proje’ye ek bir unsur, hatta temel bir unsur olarak dahil edilmesi; komünizmin nesnel gerekliliklerinin yerine “birbirinizi sevin yeter” gibi bir kolaycılığın geçirilmesi; aslında Negri ve Hardt’ın ekonomik ve tarihsel koşulları dikkate alınmadığının itirafıdır. Ufuk; kapitalizmi ve onun iktidarını yıkmadan, onunla birlikte ya da onun altında bir otonom toplum hedefiyle sınırlı olunca; nesnel koşulları göz ardı eden bir iradecilik; bunun bir parçası olarak “birbirinizi sevin” çağrısı kaçınılmaz oluyor. Teoride ve pratikteki eksiklik kucak dolusu sevgiyle kapatılmak isteniyor ki; bu sevgi dolu bir çağrıdan öte kurnazca bir yakarış olabilir.
Bu, Feuerbach’ın Hıristiyanlığı şiddetle eleştirirken insancıl bir toplum için insanları ‘sevgi dini’ne çağırmasına benzemektedir (Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 31-32). Komünizm bilimsel olarak teshiş edilemediğinde, o boşluğu ilahi ya da laik bir din doldurur.
Ekonomik, sosyal ve tarihsel koşulları gerektiren; gerçek bir hareket olarak komünizmde ‘sevgi’ kendinden menkul bir güç değildir. Sevgi; insanların birbirinden nefret etmesine neden olan nesnel koşulların ortadan kaldırılmasıyla birlikte; ekonomik, sosyal ve siyasal ilişki ağının koşulladığı yeni ‘insan’ın bir bileşenidir.
Burada Negri ve Hardt’ın Spinoza’dan ödünç altığı ‘sevgi’ kavramının (amor) sadece duygu yüklü olmadığını, akılla işleyen bir sevgi olduğunu göz ardı etmiyoruz. Ancak ‘sevgi’nin bir din gibi yapıştırıcı unsur olarak “çokluk” projesine temel bir bileşen olarak eklenmesinin nedeni; bu projenin komünist bir toplum fikri ve onun ideallerinden uzak olması; aradaki açının ancak insanların sevgiye çağrılması ve eğitilmesiyle kapatılabileceği düşüncesidir.

4. SERMAYEYİ KURTARMA PROGRAMI
Negri ve Hardt’ın kapitalizm koşullarında komünizm projesi, aslında bitişini baştan ilan ediyor. ‘Çokluğun kendi üretimi’ olan ‘ortak zenginliği’ sahiplenmesine dayanan proje için ifade edilen talepler ‘sermayeyi kurtarma programı’ gibi. Gibisi fazla. “Gözlemlerimiz bize, sermayenin felakete giden bir yol izlediğini, sadece başkalarını –küresel ortam ve en başta da yoksul kesimi– değil, aynı zamanda kendisini de yok ettiğini gösterdi. Sermaye ölüm yolcuğundan kurtarılabilir mi?” deniyor. (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 302)
Negri ve Hardt kararlı… Zaten bu satırların yer aldığı bölümün başlığı “Sismik Uyarlama: Sermaye İçin Reformist Bir Program”. “Küresel aristokrasinin yakın bir zamanda tavsiye için başvurması” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 303) beklenmese de; elden gelen yapılacaktır: “…en azından sermayenin hastalıklarını tedavi etmek ve biyo-politik üretimin gelişmesini desteklemek için bu demokrasiyi kurmak zorunludur.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 302)
Negri ve Hardt’ın ilk adımda “sermayeyi kurtarmak”, onun “hastalıklarını tedavi etmek” olan ufku üç temel reform öneriyor:
“Bunun için kurulacak ilk platform sefalete karşı yaşam desteği talep etmelidir, yani hükümetler herkese temel yaşam ihtiyaçlarını sağlamalıdır. Birçok ulusal bağlamda, tüm vatandaşlara garantili bir gelir, üretici, itibarlı bir varoluş için gereksinimlerin karşılanmasına yeterli bir temel gelir sağlamaya yönelik önemli projeler tartışılmıştır. Birçok hükümet ise, özellikle de en varlıklı ülkelerde, zaten tüm vatandaşlarına temel sağlık hizmetini garanti eder. … Zorunlu olan şey, ister BM kurumları, vatandaşlık kurumları gibi küresel kurumlar aracılığıyla ister diğer kurumlar aracılığıyla sağlansın, dünya çapında herkes için temel yaşam araçlarını, küresel bir garanti geliri ve gerçek bir evrensel sağlık hizmetini karşılayacak bir küresel inisiyatiftir.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 370)
Bu, pespaye bir “vatandaşlık geliri” savunusudur: toplumun tüm üyelerine –kimi önerilerde sermaye de dahil– yaşamını asgari koşullarda idame ettirebileceği bir temel ücreti sağlamak. Çalışmak ya da çalışmamak önemli değil. “Vatandaşlık geliri” savunucularının varsayımına göre; ‘postfordist’ düzende artık iş, düzenli ücret ve çalışma mümkün değil.
Böylece sermayeyi, insanca yaşayacak ücret, düzenli istihdam koşulları, herkese iş vb. taleplerle zorlamak, buradan sınıf mücadelesini ilerletip sermaye iktidarını yıkma perspektifi yerine; sermayenin her türlü saldırısının ‘dünyanın değişmez düzeni’ olarak kabul edildiği bir yaklaşım konulur. İşte sermayenin istediği ve yol aldığı böyle bir dünya veri kabul edildiğinde; devletin herkese yaşayabileceği asgari (oldukça düşük) ücreti vermesini istemek haklı bir talep gibi gözükebilir. Bu, Negri’nin “çokluk”unun önüne koyduğu bir talep olsa da, tam da Dünya Bankası gibi ‘İmparatorluk’ kurumları tarafından pilot uygulamaları yapılan bir ‘talep’tir! Çünkü sermaye, işçi sınıfının insanca yaşayacak bir ücret talebini yükü devletin vereceği vatandaşlık ücretine yıkarak ‘karşılamayı’ makul görebilmektedir. Ya da kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olan işsizlik ve sosyal patlama riskine karşı yine kendisi bir maliyete katlanmadan devleti göreve çağırabilmektedir. Bunun üstüne bir de ‘parasız sağlık’ talebini eklemek; reformizmi ne yüceltir ne de alçaltır!
“İkinci bir platform herkesin toplumun kuruluşunda, kolektif öz-yönetimde ve diğerleriyle yapıcı etkileşimde temsil edilme hakkına sahip olmasına imkan tanımak suretiyle hiyerarşiye karşı eşitlik talep etmek zorundadır. …” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 370) “Üçüncü platform, özel mülkiyetin engellerine karşı ortak varoluşa açık erişim talep etmelidir. Bugün herkes için eşit ve serbest kaynak ve zenginlik kullanımı ve bunun karşılığında da bu kaynaklarla üretim yapması mümkündür. … bugün üretim ve zenginlik, kaynak yetersizliği mantığına teslim olmaktan giderek uzaklaşıyor. Gerçekte bir fikirle ne kadar çok kişi çalışır ve o fikir hakkında iletişime geçerse fikir o kadar üretken hale gelir. Yönetim, bilhassa da bilgi birikimini desteklemek zorundadır.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 370-371)
Hardt ve Negri, üçüncü talebi başka bir yerde “Yeniden sahiplenme hakkı her şeyden önce üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, İmparatorluk, s. 406) diyerek de ifade eder.
Evet, en azından son hali, gerçekten sosyalist, devrimci bir talep olarak görülebilir. Negri ve Hardt hemen bu yanlış anlamayı düzeltmeye girişir:
“Sosyalistler ve komünistler uzun zaman proletaryanın üretimde kullandığı makinelere ve materyallere özgürce erişmesini ve onları kontrol etmesini talep etmişlerdir. Ne var ki, maddi olmayan ve biyo-politik nitelikli üretim bağlamında, bu geleneksel talep yeni bir biçim alır. Çokluk makineleri yalnızca üretmek için kullanmaz, aynı zamanda, üretim araçları giderek çokluğun zihni ve bedeniyle bütünleştikçe kendisi de makinesel hale gelir.” (Negri ve Hardt, İmparatorluk, s. 406)
Yani… Önce; üretim araçları yerine dosdoğru ‘makineler’ lafı ikame edilir. Sonra, emeğin ya da “çokluk”un zihni ve bedeniyle makinesel hale geldiği ifade edilir. Üretim aracı makineyse, makine de “çokluk”un zihni ve bedeni ise; yeniden sahiplenme de, olsa olsa, “çokluk”u ya da onun bilgisini ve duygulanımını sahiplenmesi oluyor:
“Yeniden sahiplenme, bilgi, enformasyon, iletişim ve duygulanımlara özgür erişim ve onlar üzerinde kontrol demektir; çünkü bunlar biyo-politik üretimin asli araçlarından bazılarıdır. Sırt bu üretici makinelerin çoklukla bütünleşmiş olması, çokluğun onlar üzerinde denetim kurduğu anlamına gelmez. Bu, daha çok, çokluğun yabancılaştırılmasını daha acımasız ve zarar verici kılar. Yeniden sahiplenme hakkı gerçekte çokluğun kendini kontrol etme ve otonom şekilde kendini yeniden üretme hakkıdır.” (Negri ve Hardt, İmparatorluk, s. 406)
Evet, başlangıçta ifade edilen “üretim araçlarını yeniden sahiplenme hakkı”ndan, geriye, kala kala, “kendini kontrol etme hakkı” kalmıştır! Üretim araçlarının toplumsallaştırılması yine gündem dışıdır. Sosyalizmi andıran bir ifadenin derhal içi boşaltılmış, “internete özgür erişim” derekesine düşürülmüştür!

SONUÇ

Bu üç talebi ifade ettikten sonra Negri ve Hardt’ın söylediklerini oldukça ‘anlamlı’:
“Bu üç platform, bugünün egemen iktidarından isteyebileceğimiz meşru ve makul taleplerdir. … Unutmamalıyız ki analizimizde zaten görmüş olduğumuz gibi, biyo-politik üretim ağlarında, metropol yaşamında ve günlük toplumsal yaşamın dokusunda küresel nüfusun geniş bir kesimi bu kapasitelerin çoğuna zaten sahiptir. Egemen iktidarların bunları garanti altına almasını ve evrenselleştirmesini talep edebiliriz.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 371)
Evet, bu üç talep; sermaye tarafından ya da zaten kendiliğinden farklı biçimler altında ve bir ölçüde yaşama geçirilmiştir. Negri ve Hardt’ın istediği bu reformların bütün dünyada uygulanmasını istemekten ibaret. Kapitalizmin sınırlarını aşmak bir yana sermayenin dönemsel politika ve ihtiyaçlarına derli toplu bir karşı çıkış bile içermemektedir. Tamamen kapitalizm içidir. Zaten programın iddiası da emekçilerin kapitalizme karşı bir adım atması, onu geriletmesi, komünizm yolunda ilerlemesi değil; “sermayeyi kurtarmaktır”.
Negri ve Hardt, sermayeyi kurtarma misyonundan rahatsız olan okuru uyarmayı da ihmal etmez:
“Bu noktada, bazı okurlar, bizim devrimci niyetlerimizden şüphe duymaya başlayabilir. Biz neden sermayeyi kurtarmak için reformlar öneriyoruz? Bu sadece devrimi ertelemez mi? Biz burada, farklı bir dönüşüm anlayışıyla çalışıyoruz. Açık söylemek gerekirse, bizim anlayışımız ‘ne kadar kötüyse, o kadar iyidir’ sloganını teşvik eden, kapitalist egemenliğin sonunu felaket getiren ve bir şekilde küllerinden doğan yeni bir ekonomik düzen tarafından takip edilen krizlerden bekleyen yıkım teorilerinden farklıdır. Bizim anlayışımız aynı zamanda, devlet düzenlemesini, denetimini ve toplumsal üretimin yönetimini güçlendirerek zenginlik ve kontrolün özelden kamuya devredilmesini öngören sosyalist dönüşüm anlayışından da farklıdır. Bizim üzerimizde çalıştığımız dönüşüm türü, bunların yerine çokluğun hem özel hem de kamusal kontrol karşısında gittikçe özerkleşmesini, toplumsal öznelerin işbirliği, iletişim ve sosyal karşılaşmalarda alacakları eğitim ve yetiştirilme aracılığıyla dönüşmesini ve dolayısıyla da gittikçe artan bir ortak varoluş birikimini gerektirir. Sermayenin kendi mezar kazıcılarını yaratma biçimidir bu: Kendi çıkarlarını takip ederek ve kendi yaşamını korumayı sürdürerek, üretici çokluğun artan özerkliğini ve gücünü beslemek zorundadır. Güç birikimi belli bir eşiği geçtiğinde ise, çokluk ortak zenginliği özerk olarak yönetme yetisiyle birlikte ortaya çıkacaktır.” (Negri ve Hardt, Çokluk, s. 306)
Bu uzun alıntının özeti şu cümle de saklıdır: “Bizim üzerimizde çalıştığımız dönüşüm türü … toplumsal öznelerin işbirliği, iletişim ve sosyal karşılaşmalarda alacakları eğitim ve yetiştirilme aracılığıyla dönüşmesi”ni gerektirir.
‘Çokluk’un eğitimi için sermayenin kurtarılmasını ilk ödev olarak belirlemek. Müthiş bir eğitim!
Negri ve Hardt’ın tahlilinin en önemli yönlerinden birisi; demokrasi ve kapitalizmi birbirinden ayırmasıdır. Demokrasiyi biçimsel “karar alma süreçlerine” indirgemesidir. Kararların nasıl alındığı, karar alma sürecinde halkın katılımı, seçilenlerin denetlenmesi ve geri çağrılması hakkı oldukça önemlidir. Ancak demokrasi, bu kurallara indirgenir; üzerinde yükseldiği sosyo-ekonomik temel göz ardı edilirse; geriye içi boş bir elbise kalır. Burjuvazi için siyasal hak ve özgürlükler; kapitalist sömürü ilişkilerine dokunmadığı, hatta bazı durumlarda onun meşruiyuetini sağladığı sürece sorun teşkil etmeyebilir. Ne zaman ki bu hakları kullanan emekçiler; sömürü ilişkilerine ilişir, işte o zaman özgürlüklerin yılmaz savunucusu burjuvazi; kendi mülkiyet ve sömürü hakkını topla tüfekle, her türlü şiddet aracıyla savunmaktan imtina etmez.
Gerçek, en azından gerçeğe yakın bir demokrasinin bedeni, ancak sömürü ilişkilerinin ortadan kaldırıldığı, emekçilerin kendi kendini yönetmesinin nesnel temellerinin sağlandığı sosyalizmdir. İşte böyle bir düzende; demokratik hak ve özgürlükler biçimsel olmaktan çıkar, gerçek anlamda yaşam bulur. Ve gerçek demokrasi, bir devlet biçimi olarak demokrasinin devletle birlikte son bulması; komünist toplumda ayrı bir örgütlenmeye gerek duymadan toplumun kendi kendini yönetmesidir.
Negri ve Hardt’ın platformunda; burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve bir sınıf olarak ortadan kaldırılması yoktur. Son noktada, “yatırımları demokratik karar alma süreçlerinin denetimine ve katılımcı yurttaş yönetimine sokmak” vardır. Negri, ‘sosyalizm’ deneyiminden rahatsızlığını ve burjuvaziye göz kırpışını ifade etmek üzere, ‘demokratik kontrol’e vurgu yapmaktadır. Ancak burjuvazi mülksüzleştirilmediği sürece demokratik kontrol demokratik safsata olmanın ötesine geçemez! Demokratik kontrolünün ilk koşulu olan bu devrimci hamle, Negri için ya yoktur ya da korkunçtur!
Öyleyse Negri’nin çokluğunun talepleri ve mücadelesinden ne bekleniyor? Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki mülkiyeti devam ettiği ya da bu konulara hiç girilmediği koşullarda “çokluk”un iletişim ve bilgi ağını kontrol altına aldığı demokratik bir toplum… Belki Spinoza çağında bu ilerici bir hayal olabilirdi. Bugün ise ‘iyi niyetli’ bir ütopya bile olamaz!
Peki, komünizmin ertelenmeksizin derhal yaşama geçirilmesi fikri nerede? Pespaye bir reformizmin içinde başlamadan bitmiş durumda.

KAYNAKLAR
Dulkadir, Mutlu (2008) Doğrudan Demokrasi – Zapatist Özyönetim Deneyimi, Ankara: Algıyayın
Engels, Friedrich (1992) Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Ankara: Sol Yayınları.
Engels, Friedrich (1996) Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları.
EZLN, (2001), “First Declaration of the Lacandon Jungle”, Subcomandante Insurgente Marcos, Our Word is Our Weapon, ed. Juana Ponce de Leon, Toronto, Seven Stories Press.
Geniş, Arif (2006) “İmparatorluk, çokluk ve proletarya: Antonio Negri’nin sınıf analizi”, Eğitim Bilim Toplum, Cilt 4, Sayı 15, Ankara.
Holloway, John; Callinicos, Alex (2006) İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek mi? Dünyayı Değiştirmek İçin İktidar Olmak mı?, İstanbul: Yazın Yayınları.
Lenin, V.İ. (1989) Devlet ve İhtilal, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Lenin, V.İ. (1999) Ekim Devrimi Dosyası, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Lotta, Raymond; Duniya, Nayi ve K.J.A (2014) Alain Badiou Eleştirisi: Burjuva Dünyasına Hapsolmuş Bir Komünizm, İstanbul: Patika Kitap.
Marcos (1996) Ya Basta! Artık Yeter, İstanbul: Belge Yayınları.
Marx, Karl (1997) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (1999) Anarşizm Üzerine, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2000) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, Karl ve Engels, Friedrich (2013) Alman İdeolojisi, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.
Negri, Antonio (2005) İmparatorluktaki Hareketler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Negri, Antonio (2012) Porselen Yapımı, İstanbul: MonoKL Yayınları.
Negri, Antonio. ve Guattari, Felix (2006) Bizim Gibi Komünistler, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2001) İmparatorluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011a) Ortak Zenginlik, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio ve Hardt, Michael (2011b) Çokluk, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Negri, Antonio; Virno, Paolo; Cleaver, Harry; vd. (2005) İtalya’da Radikal Düşünce, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Spinoza, Benedictus (2011) Etika, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları.
Thomas, Martin, İtalya’da Otonomculuk: Üç Tema Üç Eleştiri, http://www.sosyolojidunyasi.com/marksizm/102-otonomculuk.html, 19 Eylül2014
Witheford, Nick Dyer (2004) Siber Marx –  Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi, İstanbul: Aykırı Yayınları.
Wright, Steve (2008) Gökyüzü Fethetmek – İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, İstanbul: Otonom Yayıncılık.
Yeğin, Metin (2006) Patronsuzlar, İstanbul: Versus Kitap.

Ekonomik büyüme ve sağlık

21. yüzyılda bunca ekonomik refaha, bilim ve teknolojideki gelişmelere rağmen yeryüzünde temel sağlık sorunları artarak devam etmektedir. Dünyanın “yoksul yarısı”nda, “Güney yarım küre”de insanlar hala açlıktan, bulaşıcı hastalıklardan; “varsıl yarısı”nda, “Batı Dünyası”nda ise kanserden, şeker hastalığından, aşırı şişmanlıktan ölmekte, hastalanmaktadırlar.
Uluslararası ekonomik ve sosyal göstergeler, sağlık alanında hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin, farklı sorunlar yaşasalar da, temelde benzer bir çıkmaza sürüklendiğini göstermektedir. Sağlık hizmetleri giderek ileri teknoloji bağımlı, çok çeşitli ve çok pahalı hale gelmektedir. Hükümetler, artan sağlık harcamaları karşısında çözümü devletin sağlık alanından mümkün olduğu ölçüde çekilmesinde bulmaktadırlar. Kamunun aradan çekilmesi ile bireyler devasa sağlık harcamaları ile başbaşa kalmaktadır. “Yoksul ülkeler”de durum daha da olumsuzdur. “Yoksul ülkeler”in sağlık hizmeti kaynakları içinde kamu sektörünün payı en düşüktür. Yoksul insanların büyük çoğunluğu sağlık hizmeti almak için cepten ödeme yapmak zorundadır. Bu hizmeti de daha çok özel sektörden almakta ve ödemeyi özel sağlık kuruluşlarına yapmaktadırlar. “Yoksul ülkeler”in sağlık sistemlerinde yaşanan bu özelleştirme zengin Batı ve Dünya Bankası (DB) gibi küresel kurumlar tarafından özendirilmektedir. Örneğin, Hindistan’da sağlık hizmeti harcamalarının %20’den daha azı kamu sektörü tarafından karşılanmaktadır.
Küresel olarak bakıldığında “kuzey yarım küre” ile “güney” arasında büyük bir ekonomik uçurum söz konusudur. Varsıl Batı ülkeleri de dahil olmak üzere bütün ülkelerde eşitsizlik artmaktadır. Özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde yoksulların gelirleri çok düşüktür.
Bir toplumun sağlık ölçütlerinin iyi olması için o toplumda dayanışma ve toplumsal uyumluluk hali olması gerektiği genel bir inanıştır. Kapitalizmin son 30 yıllık evresi olarak neoliberalizm, bütün ülkelerde bireyciliği özendirmekte ve toplumlarda eşitsizliği büyütmektedir. Neoliberalizm, gelişmiş ve “gelişmekte olan” ülkelerde insanların refahı, yaşam kalitesi ve sağlığı üzerinde çok büyük olumsuz etkilerde bulundu. Eşitsizlik eşi görülmemiş bir düzeye ulaştı. Eşitsizlik sadece ülkeler arasında değil, her bir ülkenin kendi içinde de oluştu. Neoliberal politikaların yoksul sınıfların refahı, yaşam kalitesi ve sağlığı üzerindeki etkileri özellikle yıkıcı oldu.
Neoliberalizmin temel argümanı gelişmenin ekonomik “büyüme” ile olacağıdır. Neoliberalizmin ekonomik “büyüme”yi artırıp artırmadığına dair tartışmalar sürmektedir. Ekonomik “büyüme”nin sağlık için iyi olup olmadığı konusu da tartışmalıdır. Yoksulluk sağlık açısından baş olumsuzluktur. Yoksulluğu ortadan kaldırmak, insanların sağlık ölçütlerini düzeltmek için ilk yapılması gereken şeydir. Ancak, ekonomik “büyüme” ile toplumlarda yoksulluk azalmakta mıdır? Hemen her ülkede ekonomik büyümenin tüm faydaları zenginlere sunulmaktadır. “Ekonomik büyüme” ile ‘refahın tabana yayılacağı’ söylemi bir efsane olmaktan öteye gidememiştir. Ayrıca, kaynakların miktarından çok toplumun bu kaynakları nasıl kullandığı ve organize ettiğinin sağlık üzerinde daha büyük etkisi olduğuna dair önemli kanıtlar mevcuttur.
Neoliberalizm vergileri düşürür. Aynı zamanda, para ve kaynakların ulusal sınırlardan serbest dolaşımını sağlar. Neoliberal dünyada devletlerin vergiler aracılığı ile zenginlerden yoksullara gelir aktarma imkanı ciddi ölçüde kısıtlanmıştır. Örneğin, bir ülke şirket vergi oranlarını artırırsa, kazanç peşindeki endüstriyel yatırımcılar için cazibesi azalmaktadır. Bu ülke, yatırımları ve böylece de iş yaratma imkanlarını kaybetmektedir. Benzer biçimde, vergi gelirlerini arttırmak ve özellikle kademeli hale getirmek (çok kazanandan çok almak) gibi çözüm arayışları, zengin insanların başka ülkelere göç etmelerine yol açmaktadır. Son yirmi yılda vergi oranları artmak yerine ciddi biçimde azalmaktadır. Gayri safi yurtiçi hasıla (GSYİH) ağırlıklı hesaplamalarda, OECD ortalama şirket vergi oranı 1985’deki yüzde 44’ten, 2004’te yüzde 31’e gerilemiştir.  Oysa, toplanan vergilerin büyüklüğü bir toplumun kamuya dair duyarlılığının kaba bir ölçütüdür. Vergiler, gelir dağılımı ve kaynak kullanımındaki paylaşımın düzeltilmesine dair toplumdaki müşterek gönüllüğün bir göstergesidir. OECD ülkelerine toplanan vergilerin büyüklüğü açısından bakıldığında, en yukarıda Danimarka ve İsveç, en son sırada ise Meksika ve Türkiye (Amerika Birleşik Devletleri sondan beşinci) yer almaktadır.
Büyüme fetişizmi, neoliberalizmin doğuşuna yol açan dürtüdür. Neoliberal ekonominin daha hızlı ekonomik büyüme ile sonuçlanabildiğine dair bir kanıt yoktur.  Diyelim ki böyle, ekonomik büyümenin toplum sağlığını iyileştirebilmesi için aynı zamanda yoksulluğu ve eşitsizliği azaltması gerekir. Neoliberalizm ne yoksulluğu ne de eşitsizliği azaltmamaktadır. ‘Yükselen dalganın bütün kayıkları yukarı kaldıracağı’ söylemi ya da refahın ‘tabana yayılma’ etkisi, bir türlü gerçekleşmemektedir.  Tabana yayılma (“trickle-down”) teorisi, daha çok ABD’de kullanılan, Reagan döneminde popüler olmuş, hükümetlerin  vergi indirimleri ve diğer ekonomik yardımlarla “iş dünyası”nı ve zenginleri desteklemeleri halinde toplam ekonomi büyüyeceğinden nihayetinde yoksulların da bundan fayda göreceği fikridir. Günümüzde de “sürdürebilir” bir büyümeyle ekonominin hacmi büyütülebilirse, üst sınıfın kazancında oluşun artışın olumlu etkilerinin yukardan aşağıya ‘damla damla’ sızarak alt sınıflara yansıyacağı anlamında kullanılmaktadır. Yatırımın, buna paralel olarak istihdamın arttığı bir ekonomide yoksulların gelirinin artacağı var sayılır. Hükümetlerin de bu sayede daha fazla vergi toplayarak, gelir bölüşümü ve dağılımı problemlerinin çözümü için yeterli kaynak yaratabilecekleri öne sürülür… Çok ciddi eleştirilere maruz kalmış bir ekonomik teoridir: Keynesçi ekonomistler sadece zenginlere vergi indirimi yapılmasını yanlış bulurlar, ekonominin bütün olarak ele alınmasını savunurlar. Vergi indirimi yapılacaksa bunun düşük gelir grubuna yapıldığında ekonomide uyarıcı etki yapacağına inanırlar. En üst sınıfın “trickle-down” olmadığı/damlamadıkları, vergi cennetlerine kaçarak domestik ekonomiye katkıda bulunmadıkları görülmüştür.
Gerçekte neoliberalizm sağlık hizmetini metalaştırmakta ve tamamen hasta bireyin tedavisi kapsamına indirgemektedir. Sağlık sisteminin bir toplumsal kurum olduğu büyük oranda ihmal edilmiştir. Neoliberalizmin olumsuz etkileri Dünya Sağlık Örgütü Sağlık ve Makroekonomi Komisyon raporlarında bile yer almaktadır: “…Ticaretin serbestleştirilmesi ve piyasaların ülkelerarası entegrasyonu gibi küreselleşmenin temel özellikleri, ülkelerin ulusal üretim ve dağıtım politikalarında köklü değişikliklere yol açmıştır. ‘Yapısal Uyum Programı’ 1970’ler ve sonrasında, temel küresel politik program olarak küresel kurumlarda çok etkili ortodoks bir anlayışın, neoliberal ekonomik anlayışın yerleşmesinde rol oynadı. ‘Gelişmekte olan’; borç batağındaki ülkelerde enflasyonun düşürülmesi, kamusal alandaki harcamaların azaltılması ve büyümenin teşviki için tasarlandığı öne sürülen yapısal değişim politikaları, ticarette serbestliği, özelleştirmeyi ve kamu sektörünün rolünün azaltılmasını teşvik etmiştir. Bu politikaların asıl amaçları ise borçların geri ödenmesidir. Bu değişimi yaşayan ülkelerin büyük bir kısmında, sağlık ve eğitimde, sağlığın sosyal belirleyicileri üzerinde çok kötü etkiler yaratmıştır. Buna rağmen pek çok ülke hiper enflasyonun düşürülmesi ve finans yönetiminin iyileştirilmesi gibi konular yüzünden bu programın arkasında durdu. Ancak, yapısal değişim programının tehditleri ile uygulanan bu sert politikaların beklenilen faydaları ürettiği çok şüpheli olmakla birlikte sağlık ve sosyal alandaki olumsuz maliyetleri işin cabası olmuştur…”  Raporda, sağlıktaki eşitsizliğin yapısal örneklerine yer verilmiştir: “En zengin ülkelerdeki dünya nüfusunun tepedeki 1/5’i, artan ihracata dayalı ticaretin %82’sini elinde tutmaktadır”; “Doğu Asya’daki finansal kriz, kapitalin (105 milyar dolar; bu bölgedeki toplam gayri safi milli hasılanın –GSMH– %10’u değerinde) yönünün ters dönmesiyle başlamıştır”; “1990’dan bu yana çatışmalarda 3.6 milyon insan öldürülmüştür ve pek çok ülkenin askeri harcamaları sağlık harcamalarından çok daha fazladır”; “Avrupa’daki her bir inek, günde 2 dolardan daha fazla, yani dünya nüfusunun yarısının günlük gelirinden daha fazla teşvik almaktadır”….
Toplumların sağlığı için ekonomik büyümenin gerekli olup olmadığı konusu ihmal edilmiş bir konudur. Bu alandaki önemli çalışmalardan biri, Sen (2001) tarafından yapılmıştır.  Bu çalışmada bazı ülkeler ‘ekonomik büyümeye dayanan’ ve ‘destek önderliğinde’ şeklinde iki gruba ayrılarak; gelişme açısından karşılaştırılmıştır. Büyümeye dayanan modelin, hızlı ekonomik büyüme ile işlediği ve bu modelin başarısının büyümenin geniş tabanlı ve ekonomik açıdan yaygın olmasına bağlı olduğu gösterilmiştir. Ayrıca bu modelde, ekonomik büyüme ile elde edilen zenginlik, sağlık hizmeti, eğitim ve sosyal güvence gibi toplumsal hizmetler için kullanılmamışsa başarılı olmamaktadır. Tam tersi ‘destek önderliğinde’ model, hızlı ekonomik büyüme gerektirmemekte, sağlık, eğitim ve diğer toplumsal hizmet alanları için geliştirilmiş akıllı destek programları sayesinde başarılı olmaktadır.  Sen, Sri Lanka’yı, reformlar öncesi Çin’i, Kosta Rika’yı ve Hindistan’ın bir eyaleti olan Kerala’yı ekonominin büyümediği, ancak ölüm oranlarında hızlı bir düşüş ve yaşam standartlarında yükselme olan ülkeler olarak örnek gösterir. Sen, sağlık alanındaki sonuçlar için ekonomik büyümeden elde edilen gelirin nereye harcandığının belirleyici olduğunu öne sürmektedir.  Güney Kore ve Tayvan gibi hızlı ekonomik büyüme ile birlikte insanlarının ortalama yaşam süresini uzatabilmeyi başaran ülkeler olduğu gibi, Brezilya gibi hemen hemen aynı ekonomik büyüme hızını yakalayan ama buna karşılık gelen ortalama yaşam süresindeki artışı gerçekleştiremeyen ülkeler de vardır.  
Sen’in 1999’da yaptığı bir çalışmada, ulusal gelir düzeyinin yüksek olmasının yeterli olmadığı; insanların ortalama yaşam sürelerinin yalnızca toplum sağlığını iyileştirmeyi önceleyen ülkelerde uzatılabildiği  gösterilmiştir.

Şekil 1- Çeşitli ülkelerde kişi başına ulusal gelir ve doğumda beklenen yaşam süresi

Şekil 1’de, Çin, Srilanka, Namibya, Brezilya, Güney Afrika, Gabon ve Hindistan’ın 30 milyon nüfuslu büyük eyaleti Kerala’nın kişi başına düşen ulusal geliri ile beklenen yaşam süreleri karşılaştırılmıştır. Kerala, Hindistan’ın halkın eğitim ve sağlık göstergeleri açısından büyük başarılar elde edildiği bir eyaletidir. Kerala, Çin ve Sri Lanka’da, kişi başına düşen ulusal gelir çok düşük olmasına rağmen kendilerinden daha zengin olan Brezilya, Güney Afrika, Namibya ve Gabon’a kıyasla insanların beklenen yaşam süresi çok daha uzundur. Bu çalışma, sağlık göstergelerinin ve ortalama yaşam süresinin ülke geliri düşük olsa bile, toplum sağlığına verilen önemle iyileştirilebilineceğini göstermektedir.
Sen’in bu çalışması, DB ve IMF gibi neoliberalizmin küresel kurumlarının sürekli ve çok güçlü biçimde vurguladıkları, bir ülkenin gelişmesi için en doğru yolun ekonomik büyüme oranını artırmak olduğu argümanı ile hesaplaşmaktadır. Bu iki küresel kurumun öngörüsü, hızlı büyüyen ekonomilerde refahın yukarıdan aşağı doğru damlayacağı ve bütün toplumun, nüfusun çoğunluğunun bundan yaralanacağı şeklindedir.
Bu geleneksel inanca -belki de ‘dogma’ demek daha doğru- daha başından itibaren itiraz edenlerden biri Vicente Navarro’dur. 60’larda Brezilya’nın ekonomik mucizesi olarak sunulan 1968-1981 yılları arasındaki Brezilya ekonomisindeki büyüme, Navarro tarafından incelenmiş ve “…evet Brezilya ekonomisi gerçekten çok iyi gidiyor gibi görünüyor, ama Brezilya halkından ne haber?…” sorusuna yanıt aranmıştır.  Çalışmada, ekonomideki büyümeye rağmen bebek ölüm oranlarının yükseldiği gösterildi. Brezilya ekonomisindeki sözde mucizenin başında %070 olan yenidoğan ölüm oranı mucizenin sonunda %092’ye yükselmişti. Yenidoğan ölüm oranlarındaki artışı araştırmak üzere Navarro’nun yaptığı analizde, Brezilya’da bu dönemde refah ve gelirin yukarıdan aşağı doğru yeniden dağılmak yerine, tam tersi, aşağıdan yukarı doğru olduğu saptandı. Ekonomik ‘mucize’ sayesinde Brezilya’daki en zengin %5’lik nüfusun ulusal tüketim oranı %20’den %48’e çıkmıştı, alttaki nüfusun %50’si için ise %20’den %12’ye düşmüştü. Bebek ölüm oranının artmasının nedeni buydu. Daha ayrıntılı analizler, en yüksek gelir gruplarının durumunun çok iyi olduğunu, gelirlerinin hızla artmakta olduğunu, oysa çoğunluğun gelirlerinde azalma olduğunu gösterdi. Aynı dönemde Brezilya’nın kişi başına GSMH dramatik biçimde artıyordu. Navarro bu önemli çalışmasını ABD’de bilimsel dergilerde yayımlatmak üzere uğraşsa da, hiçbir dergi bu çalışmayı kabul etmedi. Ancak, yıllar sonra, 1998’de, benzer çalışmaları nedeniyle Amartya Sen’e ekonomi biliminde Nobel ödülü verildi. Oysa, Navarro 35 yıldır ekonomik büyüme oranı ile gelişmenin ayrı ölçümler olduğunu söylemekteydi! Navarro, Sen’in ödül almasını mutlulukla karşılamıştır. “Gelişmenin birincil amacı ekonomik büyümeyi uyarmak ve kolaylaştırmak değildir ve ekonomik büyüme her zaman daha fazla gelişme anlamına gelmemektedir” görüşünün ödüllendirilmesinin bir adım olduğunu belirtmiştir.
Navarro ile Sen’i ayıran en önemli nokta, Sen’in piyasayı değişimin ve ilerlemenin motor gücü olarak görmesi, devletin aktif müdahalelerle piyasayı regüle etmesini, eksikliklerini düzeltmesini, piyasanın başarılı olabilmesi için “beşeri sermaye”ye yatırımda bulunmasına inanmasıdır. Sen, gelişmenin politik içeriğinin analizinde özgürlük ve demokrasi kavramlarını kullanmaktadır. Navarro, Sen’in kavramlaştırmalarını sorunlu bulur. Örneğin Sen’in “hiçbir demokratik ülkede açlık görülmemiştir” önermesine, Sen, ülkesi Bangladeş’i örnek vererek, bir demokratik  ülke olmasına rağmen sürekli açlık sorunu ile karşı karşıya olduğu örneğini verir. Navarro, Sen’in önermelerinde sosyalizm, Hristiyan demokratlar, liberalizm, faşizm ve diğer politik geleneklerin olmamasını büyük bir eksiklik olarak görür. Navarro gelişmeyi politik kategoriler içinde analiz eder ve çalışmalarında Sen’in aksine 20. yüzyılda sosyalizmin başarısız olmadığını savunur. Navarro’ya göre, gelişmiş ve geri kalmış ülkelerde sosyal demokrat ya da komünist; sosyalist gelenek, nüfusların yaşam kalitesini çok daha iyi biçimde artırmıştır. Örneğin 1940-1987 döneminde Çin, Hindistan’a kıyasla bebek ölüm oranını daha hızlı düzeltmiştir. Diğer yaş gruplarında da çocuk ölüm oranları Çin’de benzer biçimde daha hızlı bir şekilde düzeltilmiştir. Bebek ve çocuk ölümlerindeki azalmadan daha iyi beslenme ve daha iyi eğitim sorumludur. Çin, Hindistan’a kıyasla okur yazarlık, okullaşma oranları ve beslenme düzeylerini 1960-1980 döneminde daha iyi düzeylere çıkarabilmiştir. Navarro’ya göre Çin’in bunu başarmasının nedeni, kaynakların dağılımını daha iyi yapması ve “beşeri sermaye”ye daha fazla önem vermesi (Sen bunlara inanır) değildir. Başarının nedenini, Çin’in sosyalist bir projeyle yönetilmesi olarak açıklar. Kaynakların daha iyi dağıtılması ve “beşeri sermaye”ye önem verilmesi konularının başarının nedenleri olamayacağını, bunların belirtiler olduğunu vurgular. Görüleceği üzere, Navarro, Sen’in analizini depolitizasyon olarak tanımlamaktadır. Sen, olumlu örnek olarak sunduğu ülkelerde, ekonomik büyüme ile kaynakların dağılımı ile insani gelişim arasında ilişki kurmaktadır. Bu bağlamda Çin, Hindistan’ın Kerela eyaleti ve Costa Rica örneklerini başarı öyküsü olarak sunmaktadır. Ancak, analizinin hiçbir yerinde bu ülkelerde bu başarının sosyalist hükümetlerle geldiğinden bahsetmez. Sen, adını hiç geçirmeden, sosyalizmin kapitalizme geçiş için en iyi durum olduğunu savunmaktadır. Bu durumda piyasa düzenine geçildiğinde sosyalizmin kazanımlarının devam edip etmeyeceği sorusu yanıtsız kalmaktadır. Nitekim Çin’in piyasa ekonomisine geçmesi ile beraber 1980’lerin ortasından itibaren bebek ölüm oranlarındaki iyileşme yavaşlamıştır.
Bütün bu eleştirilere rağmen, Navarro, Sen’in çalışmasını geleneksel gelişme çalışmalarına ciddi bir karşı çıkış olarak görüp olumlu bulur.

EKONOMİK BÜYÜME VE KÜRESEL ISINMA VE SAĞLIK
Ünlü tıp dergisi Lancet 2009 yılında küresel ısınmanın sağlık üzerindeki etkilerine dair önemli bir makale yayımladı.  Editoryal makalede iklim değişikliğinin 21. yüzyılın en önemli sorunu olduğu iddia edildi.  Son zamanlara dek iklim bilimciler küresel ısınmadaki artışın 2°C’ın altında tutulmasının gerektiğini öne sürmüşlerdir, ancak bugün önemli bilim insanları  buna karşı çıkmakta ve bunun muhtemelen bir felakete yol açacağını belirtmektedirler: “Tam tersi güçlü görüşlere rağmen yerkürenin yüzey ısısındaki artışı 2°C ya da bunun altında tutmak için artık hiç bir şansımız kalmamıştır.”
Costello, küresel ısınmanın sağlık üzerine etkilerini, “gelecek on yıllarda insanların büyük çoğunluğunu etkileyecek ve milyarlarca insanın sağlığı ve yaşamları risk altına girecek” şeklinde açıklamaktadır.   Emisyonlara katkılarının en az olmasına rağmen iklim değişiminin sonuçlarından en çok olumsuz etkilenecek olanlar yoksul ülkeler olacaktır. İki bin yılı için iklim değişikliğinin yol açtığı sağlıksız olarak sürdürülen yaşam yılının (sakatlığa ayarlanmış yaşam yılları- “disability-adjusted life years, DALYs”) 5.5 milyon olduğu hesaplanmıştır. Costello   makalesinde sürekli olarak sorunun ekonomik yönünün kritik olduğunu vurgulamıştır: “Son finansal kriz, ekonomik büyümeye dayanarak eşitsizlikleri azaltmayı hedefleyen küresel  modelin işe yaramadığını gösterdi. Daralma ve konverjans yeni ekonomik yaklaşımların gerekliliğini artırmıştır; ekonomik tartışmaların merkezine eşitlik ve sürdürülebilirlik yerleşmek zorundadır.”  Costello, ‘yeni bir ekonomik yaklaşım’ çağrısı ile var olan ekonomik sistemin eşitsizlikleri düzeltemediğini; ‘ekonomik büyümeye’ dayalı küresel modele, yani kapitalizme güvenilemeyeceğini ilan etmiş oldu.
Küresel ısınmanın nedeni, daha fazla, daha hızlı ekonomik büyüme çılgınlığıdır. Ekonomik büyüme, enerji ve özellikle fosil yakıtların kullanımını gerektirmektedir. Bu da, karbon emisyon miktarını artırarak gezegeni yok etmektedir. Elimizdeki en iyi bilimsel kanıtlara göre, şu anda küresel ısınmayı durduramayacak noktaya çok yakınız.  Yenilenebilir kaynakları devreye sokmak yoluyla gezegeni kurtarmak için gerekenleri yeterince yapamadığımız gibi, gereken hızda yapmıyoruz. Ekonomik büyümeyi yavaşlatmalı, hatta tersine çevirmeliyiz. Bunu yapmanın yegane yolu kapitalist olmayan bir ekonomik model bulmaktır. Batı dünyasının ekonomik büyüme susamışlığından vaz geçmesi, fosil yakıt tüketimini durdurması gerekmektedir. Endüstriyel tarım pratiklerine ve ormanların yok edilmesine son verilmelidir. Sonuç olarak, Weston’un dediği gibi, “Seçim, kapitalizm ile gezegen arasındadır. Sadece biri yaşama devam edebilir.”

TÜRKİYE’DE SAĞLIKTA NEOLİBERAL SALDIRI: SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMI
Türkiye’de hazırlığına 1990’larda neoliberal hükümetler tarafından başlanan sağlık reformları, 2002’den itibaren AKP hükümetleri aracılığıyla ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’ altında tam anlamıyla yaşama geçirildi. Programın temel özelliği sağlık hizmetlerinin piyasa temelli hale getirilmesidir.
Sağlık reformlarının yüzleri, farklı ülkelerde ve farklı dönemlerde değişebilmektedir. Bu nedenle gerçekte yapılmak istenenin ne olduğunun anlaşılması bazen yıllar alabilmektedir. Ancak, nihai hedef, sağlığın anayasal güvence altında bir vatandaşlık hakkı ve sağlık hizmetinin üretim, finansman ve uygulama olarak bir kamusal hizmet olmaktan çıkarılması, en azından bu niteliğin ciddi ölçüde azaltılmasıdır.
Sağlık reformları ile Avrupa ülkelerindeki (örneğin; İngiltere, Almanya, Fransa, İskandinav ülkeler vb. gibi) tüm vatandaşları kapsayan (üniversal) ve kamu hizmeti olarak sunulan sağlık hizmetlerinin piyasa ile uyumlu hale getirilmesini amaçlanmaktadır. Sağlık sistemlerinin çoğu kez tüm vatandaşları kapsamaktan uzak olan Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ise, bir yandan sistemin daha çok insanı kapsamasına çalışılırken, bir yandan da sağlık hizmeti özelleştirilmekte ve ticarileştirilmektedir. Sağlık hizmeti ve sağlık ekonomisinin oldukça karmaşık olan yapısı, sağlık reformlarının niteliğinin ve uzun dönem sonuçlarının toplum tarafından anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.
DB’nın temel ideolojisi neoliberalizmdir: Yıllar içinde ortaya çıkan sağlık harcamalarındaki artışlar nedeniyle zengin ülkelerin refah devletlerinin vatandaşlarına sunduğu kamusal sağlık hizmetinin artık sürdürülemez olduğunu telkin eder. Bu ülkelerde sağlık reformları ile vatandaşların sağlık hakkı kazanımlarını azaltmaya çalışır. DB, gelişmekte olan ülkeler için ise, daha en başta sağlığın bir vatandaşlık hakkı ve kamu hizmeti olması yerine sağlık hizmetlerinin piyasa ilişkilerine açılmasını, kamudan özel sektöre devredilmesini ve her bireyin sağlık harcamasına katkıda bulunmasını istemektedir.
1980’lerden 2000’lere Avrupa ülkelerinin çoğunda sağlık harcamaları artmaya devam ederken, toplam sağlık harcamalarındaki  kamu payı azaldı. Buna, özel sağlık sigortacılığının yükselmesi eşlik etti. Sağlık hizmeti finansmanı, 2005 itibari ile Hollanda’da %23, Fransa’da %13, Almanya’da %10 oranlarında özel sigorta şirketlerine devredildi. Tamamlayıcı sağlık sigortası hızla yaygınlaştı. 2000 yılı itibari ile  Fransa’da nüfusun %85’i, Hollanda’da %60’ı, Belçika’da %30-50’si cepten ödeme suretiyle özel sağlık sigorta şirketlerinden tamamlayıcı sağlık sigortası satın almak zorunda kaldı. Sağlık hizmetleri için  vatandaşın cepten ödeme oranlarını artırmaya yönelik masraf paylaşımı/katkı payı sistemlerine geçildi ve cepten ödeme 2005’de bazı ülkelerde (Belçika, İtalya, Portekiz, İspanya Macaristan ve Polonya gibi)  toplam sağlık harcamalarının %20’nin üzerine çıktı.
Türkiye’de, kimi merkez kapitalist ülkenin ‘refah devleti’ anlayışıyla oluşturduğu kamusal bir sağlık sistemi hiç bir zaman kurulmamıştır. Tamamı genel bütçeden finanse edilen ya da başka finansman sistemleri ile de olsa vatandaşın sağlık için cepten harcama yapmadığı ya da çok az yaptığı ve tüm vatandaşların kapsam içi olduğu (üniversal) bir sağlık sistemi ülkemizde hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.  “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile bu özellikleri taşıyan bir sağlık sistemi ulusal hedef olmaktan çıkarılmıştır.
Türkiye’de hiçbir zaman herkesin ulaşabildiği, genel bütçeden finanse edilen bir sağlık sistemi olmadı. Sağlık hakkı büyük ölçüde sosyal sigorta (Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu-SSK ve yıllar sonra sisteme eklenen Bağ-Kur) kapsamındakilere sunuldu. Buna Bismarck tipi sosyal güvenlik sitemi denmektedir. Bismarck tipi modellerde devlet, refahı mevcut sınıf ve statü farklarını sürdürmek, hatta güçlendirmek üzere dağıtır. Sosyal haklar istihdamdaki konuma ve kişinin prim katkısına göre sunulur. Devlet, refahı topluma dağıtırken eşitleme amacı gütmez. Bu modelin kurucusu olan Almanya’da sistem herkesi kapsamaktadır. Oysa, Türkiye’de büyük bir nüfus oluşturmasına rağmen enformel istihdam ve tarımda çalışanlar her zaman sistem dışı kalmıştır. Bu sağlık sistemi eşitsiz ve korparatist (ayrımcı) bir sağlık sistemidir. Türkiye’nin eşitsiz ve ayırımcı sağlık sistemi, nüfusun ciddi bir kısmını kapsam dışı bırakmakla kalmamış, kapsam içine aldığı gruplara sunulan sağlık hizmetinin niteliği de ayrımcı olmuştur. Emekli Sandığı ile kamu kesiminde çalışan memur ve askeri personele, SSK ile işveren ve işçiden toplanan primlerle işçilere ve Bağ-Kur ile ise belirli bir prim karşılığında devlet eliyle esnaf, sanatkarlar ve bağımsız çalışan vatandaşlara sosyal güvenlik sağlanmaya çalışılmıştır. Bu sistem kendi içinde ciddi eşitsizlikler içermiştir. En iyi hizmet ve en çok sağlık harcaması, Emekli Sandığı mensuplarına yapıldı. Daha sonra Bağ-Kur ve son sırada SSK’lılar yer aldı. Emekli Sandığı mensuplarına yapılan yıllık sağlık harcaması SSK’lıların 4-5 katı olmuştur. Emekli Sandığı mensupları üniversite hastanelerine doğrudan başvurabilirken, SSK’lıların böyle bir imkânı olamamıştır. Sevk zinciri hiçbir zaman işletilmemiştir. Emekli Sandığı mensupları ilaçlarını her eczaneden alabilirken SSK’lıların böyle bir imkanı olmamıştır.
Hemen her ülkede toplum üniversal (herkesin ulaşabildiği) bir sağlık sistemi talep eder ve bu talep pek çok “merkez” kapitalist ülkede 60’lardan itibaren karşılık bulmuştur. Avrupa ülkelerinin pek çoğunda tüm vatandaşların kapsam içinde olduğu, sağlık hizmeti finansmanının ağırlıkla kamu kaynaklarından yapıldığı ve sağlık hizmetinin ağırlıkla kamu kuruluşlarında üretildiği modeller geliştirilmiştir. İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkeler 60’lardan itibaren, İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi ülkeler ise 80’lerden itibaren üniversal sağlık sistemlerini kurdular. Beveridge Modeli olarak adlandırılan üniversal sağlık sistemlerinde sağlık hizmeti devlet eliyle ücretsiz olarak verilir. Sağlık hizmetini kamunun yönetmesi asli unsurdur. Özel sektörün payı yok denecek kadar azdır. (İngiltere, Norveç vb. gibi). Almanya’nın kurucusu olduğu Bismarck Modeli’nde ise vatandaştan prim toplanır. Bu modelde de genellikle kamu sektörü ağırlıktadır (Fransa ve Belçika diğer örnekler olarak verilebilir). 1917 Sovyet Devrimi’nde, ardından 2. Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’nde ve Avrupa’nın yarısında, 1949’da Çin’de, 1959’da Küba’da sağlık sistemlerinin toplumsallaştırılmasına girişilmiştir. Bunlarda tüm sağlık hizmetleri herkese eşit ve ücretsiz olarak verilir. Özel sektörün yeri yoktur. Sağlık hizmetini kamu sunar.
Türkiye’de ise, vatandaşın cepten ödemeler (muayenehanelerde, özel hastanelerde, üniversite hastanelerinde öğretim üyesi katkı payı olarak vb. gibi) ile sağlık harcamalarının bir kısmını üstlenmesi maliyet azaltıcı/paylaştırıcı bir yöntem olarak hemen her hükümet tarafından benimsenmiş, ücretsiz ve herkesin ulaşabileceği bir sağlık hizmeti anlayışı hiçbir zaman egemen olmamıştır. Bu durumu değiştirmeye yönelik ilk ve tek çaba 60’lardaki Sosyalizasyon Yasası’dır. Sosyalizasyon, İngiltere’de ve bazı Avrupa ülkelerinde geçerli olan, sosyal hakları insanların çalıştıkları işteki konumuna göre değil vatandaşlık konumuna göre tanımlayan, herkesi kapsayan (üniversal) ve vergilerle oluşan genel bütçeye dayalı; Beveridge Modeli sosyal güvenlik sitemini Türkiye’de kurma çabasıydı. Birbiri ile zıt iki sistem (Bismarck tipi korparatist ve Beveridge tipi üniversal) eş zamanlı devam ettirilmek istendi. Doğu ve Batı, kır ve kent arasında ciddi eşitsizlikler mevcuttu. Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanunu, bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmak ve ülke kalkınmasını hızlandırmak üzere tasarlandı. Bu yasa ile “Hizmetin bireyler için kişisel kazanç olmaktan çıkarılması, var olan olanaklardan herkesin eşit şekilde yararlanması, sağlık hizmetinden yararlanmanın kişilerin parasal olanaklarıyla sınırlandırılmaması, hizmetin devlet eliyle yürütülmesi ve belirli bir programa göre geliştirilmesi” amaçlanmıştı. Sosyalleştirilme yapılan il ve bölgede belirli bir nüfusun sağlığından sorumlu sağlık evleri ve sağlık ocakları açılmış, bütün sağlık kurumlarının tek elde toplanmasına ve sevk zincirinin işlemesine çalışılmıştı. Ancak, hükümetler hiçbir zaman Sosyalizasyon Yasa’sının gereklerini yerine getirmediler ve sosyalizasyonun Türkiye’nin sağlık sitemi olmasını sağlamadılar. Sevk zinciri kurulmadı. Emekli Sandığı mensupları ve SSK’lılar sağlık ocağına uğramadan doğrudan hastanelerden hizmet aldı. Sağlık Ocakları yoksullara ve sağlık güvencesi olmayanlara sınırlı hizmet veren kurumlara dönüştürüldü. Uzman, laboratuvar ve teknik ekipman içeren kent versiyonları geliştirilmedi. Formel sektörde istihdam edilen işçiler ve memurlar sosyalleştirme sistemini desteklemediler. Türkiye’de hâkim, enformel sektörde ve tarımda çalışanları dışlayan Bismarkçı hiyerarşik korporatist sistem, üniversal bir sağlık sisteminin gelişimini engelledi. Birbiriyle çelişen iki farklı sağlık sistemi bir arada tutuldu ve korporatist sistem kazandı.  Pek çok sağlık ocağı açılmasına rağmen sosyalleştirme tüm gerekleriyle bir devlet politikası olarak benimsenmedi. 70’li yıllar boyunca, tüm nüfusu kapsayan bir Genel Sağlık Sigortası kurulmaya çalışılsa da, asla başarılamadı. Sonuçta Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur’un birinde yer almayan enformel sektör ve tarım çalışanları, sağlık hizmetlerine yeterince erişemediler. Sağlık ocaklarında birinci basamak hizmet, aşılama, doğum öncesi ve sonrası bakım ücretsizdi. İkinci basamak sağlık hizmetlerine hastanelerde ulaşmak için kapsam dışı yoksul insanlar çok büyük zorluklar çektiler. Muhtarlardan yoksul belgesi almak zorunda kaldılar. Bu onur kırıcı bürokrasi bir yana, işe de yaramıyordu çoğu kez. Bu yılların temel özellikleri, bölgesel ve statüye dayalı eşitsizlikler, altyapı sorunları ve parası olmayana kalitesiz sağlık hizmeti olarak özetlenebilir. 80’lere geldiğimizde Türkiye’nin sağlık siteminde durum kabaca buydu.
1980’ler ülkemiz için işte süreklilik ve güvencenin yitirilmesi, yoksullaşma ve güvencesizleşme yıllarıdır. Çalışma yaşamına esnek üretim, atipik işler, yarı zamanlı işler gibi yeni olumsuzluklar girmiştir. Toplumun alt üst olduğu bir dönemidir. Bu yıllarda işlerini kaybeden, düzenli bir işi olmayan insanlardan prim toplamak da mümkün olmadı, doğal olarak. Ülkemizin Bismarck tipi prim ödemeye dayalı sağlık sistemi iyice çalışmaz hale geldi. SSK negatif bütçeye düştü. Pek çok insan primlerini ödeyemedikleri için Bağ-Kur güvencesini yitirdi. Geriye, vergi toplayarak genel bütçeden sosyal hakların temini (Beveridge modeli) seçeneği kalmıştı. Ancak, o da yapılmadı. Devlet, gelir vergisi ve kurumlar vergisi yerine sosyal adaletle bağdaşmayan yöntemlerle vergi toplamaya; tüketim vergilerine (KDV vb. gibi) yöneldi. Bu tip dolaylı vergiler toplumdaki eşitsizliği daha da arttırdı. 80 askeri darbesinden sonra sağlıkta özelleştirmeye de hız verildi. Devlet sadece personel maaşlarını karşılıyordu, hastaneler ayakta kalabilmek için parası ve güvencesi olmayan hastaları kabul etmemeye başladılar.
1990’lara gelindiğinde sağlık sistemi ciddi bir krize girmişti. Hemen her gün hastane masraflarını karşılayamadığı için rehin tutulan yoksul hastalar ile karşılaşıyorduk. Tarım sektöründeki çöküşe ciddi bir kent yoksulluğu da eklendi. Yoksulların sağlık hizmeti alamadıkları, hastane kapılarında süründükleri ya da hastanelerde rehin kaldıkları bir dönemde Yeşil Kart uygulamasına geçildi. Yeşil Kart ile yoksul olduklarını kanıtlayan insanların, ihtiyaç duyduklarında, sadece acil sağlık hizmetlerini ve yataklı tedavi hizmetlerini içerecek biçimde sağlık hizmetlerinin ücretsiz karşılanması bu dönemde başladı. Yeşil Kart yetersiz ve bütüncül olmayan, adeta sadaka gibi sunulan bir sosyal yardım sistemiydi. Genel Sağlık Sigortası kurulana kadar geçici bir önlem olarak tasarlanmıştı. Yeşil Kart, sağlığa erişimi ihtiyaç tespitine dayandırdığı için aslında neoliberal bir uygulamadır, ancak, öncesindeki acımasız durumla karşılaştırıldığında yoksullara bir nefes aldırmıştır. Yeşil Kart sahibi olabilmek için aylık gelirin asgari ücretin 1/3’ünden az olması gerekiyordu. Yeşil Kart ile yoksullarla hastane yönetiminin karşı karşıya gelmesi önlenmeye çalışıldı. Daha önce her hastalandıklarında muhtarlardan yoksul olduklarını kanıtlayan belge almak zorunda kalan insanların artık bir kurtarıcıları, Yeşil Kart’ları vardı.
Neoliberalizm Türkiye’de 90’lı yıllarda egemen olmaya başladı. AB ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşması sayesinde sermeye ve mal hareketi tamamen serbestleşti ve Türkiye ekonomisi “kriz ekonomisi” haline geldi; 91, 94, 98’de ciddi ekonomik krizler oldu. En son yaşanan ve en ağır olan 2001 ekonomik krizinde, DB ve IMF’nin Güney Amerika ülkelerinde uygulayarak olgunlaştırdığı ‘Yapısal Uyum Programı’ büyük bir hızla Türkiye’de uygulamaya konuldu. Bu program, sosyal harcamaların kesilerek kamu borcunun azaltılması, devlet mallarının yoğun biçimde özelleştirilmesi, ücretlerin (işçi/memur) düşürülerek devlet hazine gelirlerinin artırılması, ulusal mal piyasasının liberalizasyonu, ulusal finans piyasasının liberalizasyonu, dışsatım ekonomisine reoryantasyon ve ulusal paranın devalüasyonunu içeriyordu. Program aracılığı ile Türkiye için en önemli iç ve dış sorun, borç yönetimi haline getirildi. Sosyal bedeli ne olursa olsun dış borç ödemeleri birincil öncelik kazandı.
2001 krizinden DB ve IMF önderliğinde (!) çıkmaya çalışan Türkiye’de, vatandaşların zihinleri kriz ablukasındaydı. Bu sayede serbest piyasa, kamu harcamalarında ciddi kısıntı ve özelleştirme programı kolaylıkla yaşama geçti. Kamu sektörü art arda özelleştirilerek devlet küçültüldü ve piyasa ekonomisine bağlılık perçinlendi. Parasız sağlık ve parasız eğitim gibi yaşamsal destek alanları iyice daraltıldı. 2002’de Sağlıkta Dönüşüm Programı uygulamaya başlandığında, 80 ve 90’ların neoliberal programları ve 2001 krizi sayesinde ülkemizde sağlık güvencesi olmayan, yeşil kartı bile olmayan, işsiz ya da geçici iş bulan, barınma koşulları elverişsiz, kötü ya da çok kötü koşullarda yaşayan, sadece gelir yoksulu değil tamamen toplum dışına itilmiş insanların sayısı kimi çalışmalara göre 14 milyon, kimi çalışmalara göre de 21 milyonu bulmuştu.  Bu dönemde neoliberal dönüşüm programlarının uygulandığı pek çok ülkede ortaya çıkan aşırı yoksullaşmanın niceliksel ve niteliksel boyutu DB açısından bir tehlike (toplumsal muhalefet riski ve bireylerin tüketici özelliklerini sürdürememe durumu) olarak görülmeye başlanmıştı. Dolayısıyla sağlık sistemlerini piyasalaştırma programında rötuşlar yapıldı; daha tedbirli, tedrici reform paketleri oluşturuldu.
2000’lerden itibaren DB, Türkiye’ye ve Doğu Avrupa ülkelerine yalnızca temel (minimum) sağlık hizmetlerinin (ana çocuk sağlığı, aşılama gibi birinci basamak sağlık hizmetlerinin) devletler tarafından finanse edilmesi, bundan daha fazlası için ise vatandaşların özel sigorta ve özel hizmet sunucularına yönlendirilmesini içeren bir sistem önermeye başladı. Temel (minimum) sağlık hizmetlerinin finansmanı için de maliyet artışlarını kontrol edebilmek gerekçesiyle vatandaşların sağlık güvencesi için prim ödemelerini zorunlu kılan bir sistem önerilmektedir. Bu sistemin Türkiye’deki adı “Genel Sağlık Sigortası” (GSS)’dır,  Aslında GSS sistemi ülkemize uygun bir sistem değildir. Türkiye’nin prim ödeyebilecek bir sosyoekonomik yapısı yoktur. işsizlik oranı yüksektir. Çalışanların büyük bir kısmı kayıt dışıdır. Nüfusun önemli bir kısmı köylerde ve beldelerde yaşamakta, tarımla geçinmektedir. Genel Sağlık Sigortası ile enformel sektörün (tüm çalışanların %50’si kayıt dışı) ve tarımdaki nüfusun büyüklüğü, prim toplamada yaşanan sorunlar ve hiçbir sağlık güvencesi/emeklilik hakkı/düzenli işi olmayan yoksul ve dışlanmış nüfus oranı (nüfusun %20’si, DB verisine göre nüfusun 1/3’ü) tamamen göz ardı edilmektedir. Çok açıkça söylemek gerekirse, toplum sağlık güvencesi için prim ödeyebilecek güçte değildir. Bu sistem, pek çok insanın sağlık güvencesini yitirmesine yol açacak ve pek çok insan bütüncül bir sağlık hizmeti alamayacaktır.
Genel Sağlık Sigortası modeli, kamusal sigortacılık olmasına rağmen Türkiye’de bu sistem içine aynı zamanda halkın yaptığı cepten ödemeleri, katkı paylarını, farkları da dahil ettiği için özeli de kapsayan karma bir finansman modeli durumunda gelişmektedir. Genel Sağlık Sigortası, kazanandan vergi toplamak yerine, orta ve alt sınıftan prim adı altında yeni bir vergi; sağlık vergisi almak demektir. Üstelik halkı katkı payı ödemeye (cepten ödeme) ve özel sigortacılık sisteminden teminat paketinin dışında kalan hizmetler için sağlık sigortası satın almaya yöneltmektedir. Türkiye gibi bir toplumda, vergi gelirleriyle değil de prim ödemeleriyle finanse edilen bir sağlık sistemi kurulması, primlerin toplanmasındaki zorlukları bir yana bırakırsak, yoksulların sağlık hizmetlerine erişimini ihtiyaç tespitine bağlamakta ve vatandaşlık statüsündeki eşitliği yok etmektedir.  Bu yeni sağlık sistemi de, özü itibari ile Bismarck tipi, yani eşitsiz ve ayrımcı bir modeldir. Toplum bu kez prim ödeyebilenler ve ödeyemeyenler olarak ikiye ayrılmaktadır. Prim ödeyebilenlerden ek vergi alınacak, prim tutarları yıllar içinde giderek yükselecek, prim karşılığında sunulan sağlık hizmeti içeriği yetersiz kalacak, daha fazlası için özel sağlık sigortası yaptırılmak zorunda kalınacak ve toplumun cepten harcama oranı artacaktır. Yoksullar ise, sağlık hizmeti alabilmek için primlerini devletin ödemesini sağlamak üzere sürekli yoksul olduklarını kanıtlamak zorunda kalacaklar. Bürokratik engellerle karşılaşacaklar. Pek çok yoksul insan sağlık güvencesine kavuşamayacak ve sağlık hizmeti alamayacaktır.
Son 30 yılın neoliberal politikaları ile küresel sağlık harcamaları 2011’de 6 trilyon doları geçti. Bu miktar, sermayenin seyirci kalamayacağı kadar büyüktür. Sağlık alanı sermayeleştikçe bu alandan beslenen çok uluslu şirket sayısı da artmaktadır. Almanya’da birleşmelerle 4 büyük özel hastane zinciri ortaya çıktı. Diyaliz alanında faaliyet gösteren Fresenius, toplam 15 8000 yatağı ve 27 000 çalışanı olan 58 hastane sahibi bir şirket olan Helios’u satın aldı. Fresenius, dünya genelinde 2000 diyaliz merkezi işletmektedir. İsveçli Capio Grubu, Deutsche Kliniken GmbH’i 2006’da satın aldı. Yakın zaman önce Capio’nun çoğunluk hisselerini İngiliz Apax şirketi satın aldı. Capio, İsveç ve İspanya’nın en büyük özel hastane işletmecisi durumundadır. Ayrıca pek çok başka 3. Avrupa ülkesinde hastaneleri vardır. Fransa’da Capio Sante adıyla ikinci büyük özel hastane zincirinin sahibidir. Capio, İngiltere’de 21 özel hastanenin sahibidir. Güney Afrika şirketi Netcare, İngiltere’de BMI adı altında 49 özel hastane işletmektedir. Fransa’da General de Sante şirketinin 206 hastanesi vardır. İsveçli Medicover Polonya, Romanya ve Çek Cumhuriyeti’nde özel sigorta ve özel hastane işletmeleri sahibidir. ABD’ne ait Euromedic şirketi, Macaristan, Bosna-Hersek, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Hırvatistan ve Rusya’da faaliyet göstermektedir.
Türkiye’de de sağlık harcamalarında rekor artışlar oldu, kişi başına yılda 624 Dolar’a, toplamda yılda 44.6 milyar Dolar’a (2008 yılı) ulaşıldı. 20007 yılına kıyasla artış oranı %13.5’dir. Toplam sağlık harcamasının ulusal gelirdeki payı %6’ya yükseldi. Sağlık harcaması yıllık artışı, ulusal gelirin yıllık büyüme hızının üzerindedir.  Bu dönemde sağlık harcamalarındaki artış “merkez” zengin ülkelere benzedi. Oysa, Türkiye refah sistemi güvensiz, sosyal ve teknolojik açığı olan, ulusal inovasyon sistemini geliştirememiş ve biyoteknolojik açıdan tamamen dışa bağımlı bir ülke olmaya devam etmektedir. Buna rağmen Türkiye’nin geçmişteki sağlık harcamalarının çok düşük olduğu gerçeğini vurgulayarak, bu artışı olumlu bulsak bile, harcamaların bileşimi, sağlığın piyasalaştırıldığını ve özel sektör sermaye birikimini göstermektedir. Bu harcamalar, çok büyük oranda tedavi edici sağlık hizmetlerine; büyük oranda hastane hizmetlerine (%40) ve ilaca, asıl olarak da özel sağlık sektörüne yönelik oldu.  Koruyucu hekimliğe yönelik harcama ciddi biçimde düşüktür. Sayıları hızla artan özel hastanelere, 2008 yılında, kamu kaynaklarından 6 milyar Dolar aktarıldı. Bu dönemde vatandaşların hekime başvuru sayısında, yapılan tetkik ve tedavi giderlerinde (başta ilaç olmak üzere) çok ciddi artışlar oldu.
Vatandaş şimdilik bu gidişattan memnundur. Ancak, özel sektör aracığı ile kışkırtılmış talep toplumun gerçek sağlık gereksinimi ile ne kadar örtüşüyor? Yapılan bunca tetkik, kullanılan bunca ilaç akılcı mıdır? Özel sektör arz artışını karşılamak için tedavici edici sağlık hizmetlerinde kışkırtılmış bir talep yaratmak sağlık sisteminin kendisini hastalıklı hale getirmektedir.
Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK birleştirilerek tek bir geri ödeme kurumu olan Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) yaratıldı ve sosyal güvencesi olanların özel hastanelere başvurmasına olanak verildi. Bu adım toplumda memnuniyet yaratmıştır. Daha önce belirttiğim gibi, kendi içinde ayrımcı olan sağlık sistemimizde eşitleyici bir hamle olarak algılanmıştır topum tarafından. Oysa, aşağıda açıklayacağım üzere, sistemde tek ve güçlü bir geri ödeme kurumu kurulması ile kamu sağlık sistemi aleyhine özel sağlık sektörü lehine bir geri ödeme politikasına geçilmiştir. SGK ödemelerinde özel sektörün payı her yıl artarak, %30’lara ulaşmış durumdadır. SGK, özel hastanelere ödediği gibi, ilaç şirketlerine de büyük paralar ödemektedir. 2008 yılında, SGK, özel hastanelere 6 milyar, ilaç şirketlerine de 9.4 milyar Dolar, toplamda özel sektöre 14.5 milyar Dolar ödedi. Bu rakamlar, 2002 yılından 2008’e sadece 6 yılda, 6 kat arttı (2008 yılı kamu sağlık harcamasının paylaşımı: Sağlık Bakanlığı %58, Özel Hastaneler ve Özel Tıp Merkezleri %26, Üniversite Hastaneleri %17, diğer optik, tıbbi malzeme ve görüntüleme %4). Sayıları 500 civarında olan ve kamudan 2008 yılında 6 milyar Dolar aktarılan özel sağlık kurumlarına, buna ek olarak, vatandaşın katkı payı ya da fark adı altında cepten ödemeler de yapmasına imkân tanındı. Özel sektör, son 8 yılda, birkaç yüz hastane ile, kamunun 80 yılık binlerce hastanesi ve yüz binlerce çalışanı ile yaptığı birikimin yarısına ulaştı. Kamu sağlık harcamasındaki artış ile özel sağlık sektörü yaratılmaktadır. SGK bütçesi her yıl daha fazla oranda açık vermekte ve bu açık merkezi bütçeden karşılanmaktadır. 2002-2008 döneminde SGK harcama artışı 3.5 kat, bütçeden yapılan harcama artışı 1.8 kat, Yeşil Kart’taki harcama artışı 6 kat oldu. SGK sayesinde kamu finansman kurumları dışarıdan hizmet satın alan bir sektör haline getirildi. SGK hizmet satın alan ve özel sağlık hizmeti üreticilerine ciddi oranda kaynak aktaran bir yapı oldu.
1992’de yürürlüğe girmiş olan Yeşil Kart uygulaması, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde nüfusun neredeyse yarısını içerecek biçimde, 10 milyona ulaştı. Aynı zamanda Yeşil Kart’ın hizmet içeriği genişletilerek, yatarak tedavi hizmetlerinin ve ilaç masraflarının kamu kaynaklarından karşılanmasına başlandı. Bu uygulamalar, toplumun yoksul kesimi için küçümsenemeyecek imkanlar sağladı. Yoksullar için Yeşil Kart ölüm kalım meselesidir. Yoksullar, Yeşil Kart’ın sadece bir sosyal yardım olduğu, hak statüsünde olmadığı, verildiği gibi geri alınabileceği ya da her an kapsamının daraltılabilineceği gibi itirazlara sahip çıkacak gücü bulamamaktadır. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın bir özelliği gibi sunulan Yeşil Kart sayısının ve içeriğinin artırılması, bu programın geniş toplum kesimlerinde bir umut olarak algılanmasına yol açmıştır. Daha önce sosyal güvence kapsamında olanlar için söz konusu olmayan halkın katkı payı ile sisteme katılmasına yönelik yasal düzenlemeler yapıldı. Şu anda dikkat çekici oranlara çıkarılmayarak kontrolde tutulan muayene ve ilaç katkı paylarının zaman içinde artış göstermesi ve yataklı tedavi hizmetleri için de katkı payı talep edilmesi kaçınılmazdır. Birinci basamakta aile hekimleri muayenesinden ve acil servis müracaatlarından katkı payı alınmaya şimdiden başlanmıştır. Özel hastaneler ise, sosyal güvencesi olanlardan %30-70 oranlarında ek ödemeler almaktadır. Toplam sağlık harcamalarında vatandaşın cebinden çıkan miktarın oranı 2002’de %19,8 idi. 2007’de bu oran %21,8 ve 2008’de %17,4 oldu.
Dikkat edilirse Sağlıkta Dönüşüm Programı ile vatandaşın cepten ödeme oranı azalmamaktadır. Bu para ağırlıkla özel hastanelere yapılan ek ödemelere gitmektedir. Bu oran, Beveridge tipi sosyal güvenlik sistemi olan (sosyalizasyon) ülkelerde çok düşüktür, örneğin İngiltere’de %3’tür.
Sağlık alanında geçerliliği/yeri tartışmalı da olsa memnuniyet anketleri (örneğin TUİK, 2011) halkın sağlık politikalarından memnun olduğunu ortaya koymaktadır. Sayıları 10 milyonu bulan Yeşil Kart’lılar ayaktan tedavilerinin ve ilaçlarının ödenmesinden, SSK’lılar üniversite hastanesine gidebilmekten, eczanelerden ilaç alabilmekten, Emekli Sandığı mensupları üniversite hastanelerinde öğretim üyesi katkı payı vermemekten vb. gibi memnundur. Sağlıkta Dönüşüm Programı, Yeşil Kartlı sayısını artırarak, Yeşil Kart hizmet kapsamını genişleterek toplumsal dışlanmışlar (yoksullar) açısından imkânlar yaratmış, eski sağlık sisteminde yerleri olmayan insanlara yer açmış ve yoksul halk kesimlerinde memnuniyet yaratmıştır. Güvence kapsamındakilere ise imkânlardan daha eşit yararlanma olanağı verilmiştir. Bu da başta SSK’lılar olmak üzere memnuniyet yaratmıştır. Bu nedenle toplum Sağlıkta Dönüşüm Programı hakkında yapılan eleştirileri, eski eşitsiz ve ayrımcı sistemin savunusu olarak algılamakta ve rahatsız olmaktadır. Süreçten çıkarılacak en büyük derslerden biri, yoksulların ve dışlanmışların bu dönemdeki kazanımlarını küçümseyerek ya da yok sayarak Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın deşifre edilemeyeceğidir.
Genel Sağlık Sigortası (GSS) yasası 1 Ocak 2012’de yürürlüğe girdi. Özellikle sosyal güvencesi olmayan ve Yeşil Kart kullanan vatandaşlar, ne yapması gerektiğini bilmediği için SGK önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başladı. Bu ayın sonuna kadar başvuruda bulunmayanlar, en yüksek prim olan 212 liradan cezalandırılacaklar. Başvuru yapanlar ise, gelirine göre 35 TL’den 212 TL’ye varan prim vermek zorunda kalacaklar. Yeşil Kartla ilgili gerekli sorgulamaların ardından eğer bir kişi Yeşil Kartı hak ediyorsa, yani geliri asgari ücretin 3’te 1’inden azsa, primini devlet ödemek kaydıyla, sağlık hakkından yararlanmayı sürdürecek. Bu sayede Yeşil Kartlı sayısının ciddi biçimde azalacağı planlanıyor. Sonuçta, yoksulların sağlık hizmetlerine erişimi, bu sefer de GSS ile ihtiyaç tespitine bağlanmış oldu. Vatandaşlık statüsünde eşitlik bir kez daha gerçekleşmedi. Önümüzdeki günlerde, yoksul vatandaşlar Yeşil Kartla sahip olduklarını yitirmeye, orta gelirli vatandaşlar ise her şey için katkı payı ödemeye ve özel sigortacılık sisteminden teminat paketinin dışında kalan sağlık hizmetleri için sağlık sigortası satın almaya mecbur kalacaktır.
2011 yılında Türkiye ekonomisi için en büyük sorun olarak tanımlanan cari açığın önemli bir kısmının sağlık harcamalarındaki artıştan kaynaklandığı dikkat çekicidir. Ekonomistler bu ciddi boyutlardaki sağlık harcamalarına 2002-2010 yılları arasındaki likidite bolluğu ve konjonktürel olarak yakalanmış %8.5’lik büyüme hızlarının imkan verdiğini, ancak, küresel bir krize girilen önümüzdeki dönemde sürdürülebilir olmadığını düşünmekteler.
İlaç harcamalarında sorun yaşanmaya şimdiden başlandı. İki yılda global bütçe (2009’da 3 yıllık yapılmıştı) 1.2 milyar lira aşılmış durumda. Çaresiz, 125 ilaca 17 Kasım’da iskonto getirildi. Ancak, fiyat indirimleri ilaç firmaları tarafından kabul edilmedi. İlaçlarını piyasadan çektiler. Vatandaş kritik ilaçlara ulaşmakta ciddi sıkıntı yaşadı. Hükümet kararından vazgeçmek zorunda kaldı.
SGK özel hastane sözleşmesini değiştirerek kısıntı getirmeye karar verdi. Özel hastaneler ayağa kalktı. Bir saatte bakılacak hasta sayısı 6 ile sınırlandırıldı. Branş doktorlarının yüzde 80’inin SGK’lı hastaya bakma zorunluluğu getirildi. 100 TL üzeri işlemlerde hastaya belge verilmesi şartı konuldu. Hastaneler, ‘bu şartlarda sözleşme imzalamayız’ deyince Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı devreye girdi. Bakan Çelik, bütün özel hastane yöneticilerini Sosyal Güvenlik Kurumu’nda topladı. Önce kamunun tedavi giderlerinin 2002 yılında 10 milyar lira iken, 2011 yılında 45 milyar liraya ulaştığını söyledi. Ardından kamunun özel hastanelere ödediği faturanın 564 milyondan 6.4 milyar TL’ye çıkarak, 11 kat artış gösterdiğine dikkat çekti. Bunun sürdürülebilirliği için özel hastane sahiplerinden anlayış (!) rica etti.
Öte yandan kamu sağlık hizmetlerine her geçen gün yeni katkı payları eklenmektedir. Kamu hastanelerinden 8 TL. muayene ücreti alınmaya başlandı. Bunun üzerine, ilaç, reçete payları adı altında da para alınmaktadır. Şimdilik reçete başına 3 TL gibi uygulamalar giderek artacak gibi görünmektedir. Tüm dünyadaki örneklerde sağlık piyasalaştıkça maliyet artmaktadır. Etkin, erişilebilir ve mali açıdan sürdürülebilir bir sağlık sistemi, ancak, güçlü kamusal sağlık hizmeti anlayışı ile mümkündür. Bunu yeniden keşfetmenin Türkiye ekonomisine bedeli ağır olacaktır.
Türkiye sağlık harcamalarına GSMH’nın yaklaşık %6’sını harcıyor, ancak bu artış eğilimi ile %9’a çıkması bekleniyor. Bu konuda hükümet içinde görüş ayrılıkları olduğu yakın zaman önce kamuoyuna yansıdı. Bırakın %9’a çıkmayı, önümüzdeki yıllarda %6’yı sürdürmekte bile güçlük çekileceği anlaşılıyor. Sağlık sistemi üç büyük sorun ile karşı karşıyadır: 1. Yaşlı nüfus artışı ve buna bağlı olarak sağlık harcamalarındaki yükselme riski, 2. 2012’den itibaren ekonomik büyümenin ciddi biçimde gerilemesi, 3. Türkiye’nin ilaç ve biyoteknolojik endüstri anlamında büyük ölçüde dışa bağımlı olması.
Sağlıkta dönüşüm programı yüzünden piyasalaşmış durumda olan sistem, sağlık harcamalarında artışa yol açmaya devam edecektir. Ekonomik küçülme yüzünden SGK prim toplamakta çok daha büyük zorluk yaşayacaktır. Aynı nedenle vatandaştan katkı payı aracılığı ile daha fazla cepten ödeme yapmasını beklemek de gerçekçi olmaz. Hükümetin daha çok kişiden prim toplamaya çalışması ya da primleri artırması ya da katkı paylarını artırması ya da hizmet paketini sınırlaması vatandaşlarda ciddi bir memnuniyetsizliğe yol açacaktır. 2015 yılının seçim yılı olduğu düşünülürse, hükümetin bu adımları atması kolay değildir. Geriye uluslararası ilaç firmalarını ikna ederek (!) ilaç fiyatlarını daha fazla baskılamak ve sağlık  hizmeti veren uluslarasılaşmış özel sektöre mali kısıtlama uygulamak seçenekleri kalıyor. Türkiye’nin Avrupa’daki en düşük ilaç fiyatlarına sahip ülke olduğu düşünülürse, bu alanda sınırlara yaklaşılmış olduğu da görülecektir. Özel sektöre mali kısıtlar getirmenin de, Tayvan, Güney Kore ve İspanya’nın yakın zamanlardaki deneyimleri incelenirse, pek kolay bir iş olmadığı anlaşılacaktır. Kısaca deniz bitti! Balayı sona eriyor… Bu süreçte özel sermaye ciddi kazanç sağladı ve bu para vatandaşın cebinden çıktı. Kamusal sağlık hizmeti avuçlarımızdan kayıp gitmektedir. Bu dönem kapandığında, Türkiye sağlık sistemi her zamankinden daha endüstriyel daha piyasacı, maliyeti çok daha yüksek, büyük ölçüde özelleşmiş ve uluslararasılaşmış, eşitlikçi olmayan, sınıf, statü ve bölge farkları artmış, toplumsal dayanışma duygusu zayıflamış bir sağlık sistemi haline gelecektir. O gün, Türkiye’nin genel bütçeden finanse edilecek, herkesi vatandaşlık temelinde kapsayacak, kamu eliyle üretilecek ve herkese ücretsiz olarak sunulacak bir sağlık sistemine olan ihtiyacı daha da artmış olacaktır.

NE YAPILABİLİR?
Asıl yok edilmesi gereken, neoliberalizmdir. Toplum örgütlü biçimde neoliberal dönüşümlere karşı mücadele vermeden bu saldırı geri çevrilemez. Eş zamanlı olarak toplum sağlığını desteklemek için daha iyi bir ekonomik ve sosyal çevre sağlamak üzere mücadele edilmelidir. Bu mücadelenin ilkeleri, yoksulluğun giderilmesi, yalnızca gelir bakımından değil iktidar/güç bakımından da daha fazla eşitlik sağlanması, daha fazla katılım ve daha güçlü bir demokrasi ve daha çok toplum ve aidiyet duygusu olamlıdır.

Devrim ve sosyalizm için Birlik ve mücadele yolunda 20 yıl

Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’mız Türkiye’de toplandı.
Bir araya gelişimizin 20. yılında kapitalizme, uluslararası burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadele kararlılığımızı bir kez daha vurguladık. Sınıf mücadelesinin güncel durumunu ve dünya işçi sınıfının önündeki görevleri belirleyerek, kararlar aldık.

***
Kapitalist-emperyalist sistemin savunucuları krizsiz, savaşsız, demokratik ve refah içinde bir dünyanın olanaklı olduğunu ileri sürdüler. Bütün insani amaç ve özlemlerin gerçekleşmesinin tek yolunun kapitalizm olduğunu iddia ettiler. Ancak sayısız delille yeniden ve yeniden görülüp pratik olarak kanıtlanıyor ki, kapitalizmin işçi sınıfı ve emekçi halklara sunabileceği bir gelecek yoktur.
Üretici güçlerle, sınai ve hizmet üretimi dünya ölçeğinde hiç olmadık ölçüde gelişmiştir. Ancak gelişen üretici güçler, kapitalist üretim ilişkilerinin oluşturduğu kabuğa sığmamaktadır.
Günümüzde, üretimin toplumsallaşmasıyla, mülk edinmenin özel (kapitalist) niteliği arasındaki çelişki tarihteki tüm örneklerini geride bırakan düzeydedir. Asalaklığı ve çürümeyi koşullayan –kapitalist metropollerde büyük sermaye fazlalıkları oluşmasına neden olan– mali sermaye büyümüş, egemenlik ağları dünyanın en ücra köşelerine kadar yayılmıştır.
Başta taşeronlaştırma olmak üzere, emek süreçlerinin zaman ve mekân olarak parçalanmasıyla, esnek çalışma biçimleri yaygınlaştırılmıştır. Bununla birlikte örgütsüzlük dayatılmış, düşük ücret, ilkel çalışma koşulları, işsizlik ve iş cinayetleri artmış, kapitalist sömürü yoğunlaşmıştır. Tekelci sermayenin sömürü ve kâr oranlarının aşırı yüksekliğiyle, çalışma ve geçim koşullarının tahammül edilemez düzeyde kötüleşmesi, emek ve sermaye arasındaki kutuplaşmanın başlıca etkenidir.
Varlık içinde yokluk olan kapitalizmin gelişmesi bölüşümde uçurumun derinleşmesiyle atbaşı gidiyor. Yoksullaşma ve sefalet yayılıyor. Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde bile evsizler, dilencilik ve çöp toplayıcılığı yaygınlaşıyor. Açlık, Afrika’nın kuraklık ve kıtlık bölgelerinin dışına genişledi.
Kapitalizmin bir ürünü olarak çevre sorunu çözümü ertelenemez pratik bir sorun olarak gündeme geldi. Kâr hırsı uğruna toprağın, suyun ve havanın aşırı kirletilmesi ve doğanın tahribi insanlığın geleceğini tehdit eder boyutlara ulaştı, iklim değişikliklerini beraberinde getirdi.
Sosyal adaletsizlik, ücretlerin düşürülmesi, vergi ve zamlarla tekellere burjuva devlet eliyle birikim olanağı yaratılması, devlet harcamalarının halkların sırtına yıkılması ve hükümetlerin yoksulluğu derinleştirici uygulamaları karşısında başta işçiler olmak üzere emekçi halk kitlelerinin tepki ve öfkesi büyüyor.

***
2008’de ABD merkezli olarak patlak veren kapitalist krizin girdabına çekmediği ülke neredeyse kalmadı. Üretici güçlerin ciddi ölçüde tahribine neden oldu. Büyük kapitalist devletler ve hükümetleri trilyonlarca dolarlık fonlarla şirket kurtarmalara giriştiler. Şirket kurtarmaları övgüyle karşılayan burjuvaziyse, işçi sınıfı ve emekçi halklar karşısındaki tutumunu kriz vesilesiyle bir kez daha ortaya koydu. Şirketlere aktarılan fonlar emekçi halkların sırtından karşılanmakla kalmadı, krizin bütün faturası işçi sınıfı ve emekçilere kesildi: Çeşitli ülkelerde 10 milyondan fazla işçi işten çıkarıldı, ücretlerde üçte bire varan kesintiler oldu, emeklilik yaşı yükseltildi, emeklilik maaşları düşürüldü.
Yaşananlar, kapitalizmin insani hiçbir mantıklı açıklaması ve gerçekliğinin olmadığını kanıtladı. Sermayenin merkezileşmesini artırırken, tüm yükünü işçilerin ve ezilen halkların sırtına yıktı. Bu yıkım, başta işsizlik olmak üzere en ağır sonuçlarını kadınlar ve gençler üzerinde gösterdi.

***
2009’un ardından görece bir canlanma ve toparlanma sürecine giren ABD ve belirli Batı Avrupa ülkelerinin ekonomileri bunu fazla sürdüremedi ve bugün yeni bir krizin belirtileri görülmektedir. 2008’in şirket kurtarmaları ve borçlanmalarıyla şişen devlet borçları kapitalist ülkeler bakımından ciddi yük oluştururken, Çin dışında borçsuz ülke kalmadı. Birçok ülke ekonomisinde büyüme rakamlarında düşüşler, durgunluk belirtileri, hatta negatif büyüme gündemde.
İşsizlik ve yoksulluk rakamları alarm vericidir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) rakamlarına göre, dünyada toplam 202 milyon işsiz var. 2013 yılı yoksulluk oranları, bir milyar insanın günlük gelirinin 1 doların altında olduğunu gösteriyor. 2.8 milyar insanın günlük geliri ise 2 doların altında. 448 milyon çocuk, olması gereken ağırlığın altında ve her yıl bir yaşın altında 30 bin çocuk tedavi edilebilir hastalıklardan dolayı ölüyor.
Bugün dünyada benzeri görülmemiş oranda bir göç yaşanıyor. Bağımlı ülkelerden –özellikle de emperyalist yağmalar sonucu en yoksul durumda olanlarla bölgesel savaşlara konu olanlardan– milyonlarca kişi gelişmiş ülkelere ulaşma, geçinebilecek bir iş ve katlanılabilir bir yaşam fırsatı yakalayabilme umuduyla göç ediyor. Bunların büyük bir kesimi istediği yere varamadan yollarda ölüyor. İstedikleri yere varanlar da ayrımcılığa, düşük ücretle, en kötü yaşam koşullarında çalışmaya, ırkçı ve yabancı düşmanı saldırılara maruz kalıyor.

***
Uluslararası burjuvazi ve kapitalist devletler arasında çelişkiler keskinleşmekte ve rekabet büyümektedir. Dahası bu durum, günümüzün ileri ölçülerde iç içe geçmiş dünya ekonomisi koşullarında gerçekleşmektedir.
Emperyalistler arası çelişkiler ve rekabet soncu ekonomik-ticari ittifaklar da yenileniyor. Asya Pasifik Bloğu, Çin ve Rusya öncülüğünde BRICS, ABD-AB Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı gibi oluşumlar, işçi ve emekçilerin yaşamını doğrudan etkileyecek yeni saldırıları da gündeme getiriyor.
“Küreselleşme” taraftarlarının dünya ekonomisindeki entegrasyon eğiliminin gelişmesini çekiştirerek ileri sürdükleri “eski emperyalizm kalmadı”, “emperyalizm tahlilleri eskidi ve aşıldı” içerikli iddialar, sadece kapitalistlerin, emperyalistlerin bir güzellemesidir.
Ağları tüm dünyayı saran mali sermaye egemenliği, devlet olanaklarından en ileri ölçüde yararlanmayı da kapsayan ve ulusal sınır tanımayan tekelci yağma ve asalaklığın doruğu olarak finansal spekülasyonlar gerçektir ve varlığı kanıt gerektirmemektedir. Bir yanda sayıları artan dolar milyarderleri ve banka ve yatırım tekellerinin bilânço ve kârları vardır. Diğer yanda ise nicelik olarak durmaksızın büyüyen, çalışma koşulları kötüleşen, sefaleti derinleşen işçi ve emekçi kitleler vardır. Bunlar da gerçektir ve varlıkları kanıt gerektirmemektedir.
Öte yandan, emperyalist müdahale ve bölgesel savaşları da kapsayarak, tekeller ve emperyalist devletler arasında rekabet ve hegemonya mücadelesi keskinleşerek sürmektedir. Emperyalist ve gerici burjuva devletlerin yalnızca ülke dışına, yayılmacılığa yöneldikleri, ama “cephe gerileri”ni sağlamlaştırmaya önem vermedikleri düşünülemez.
Dünya, gelinen yerde, işçi hareketinin yenilgiye uğraması ve sosyalizmin püskürtülmesinin ardından iyice gericileşen burjuva politik ilişkiler ve devlet yapılanmalarının alanı oldu. “Sosyal devlet” uygulamalarına gerek görülmedi ve doludizgin “neoliberal” politikalar izlendi. Dağınıklık ve yenilgi ruh halinden güç alan burjuvazi bütün ülkelerde daha da saldırganlaştı ve gericileşti.
Eşitlik ve özgürlük konusundaki ikiyüzlülüğü ve biçimselliği tartışmasız olan burjuva demokrasisi, bu “neoliberal süreç”te iyice güdükleşti. Gericileşme ideolojik, politik, kültürel, ahlaki, hukuksal tüm alanları kapsadı. Ortaçağ değerleriyle muhafazakârlığın yükselmesi, güncel gelişmenin belirgin niteliği oldu. El Kaide ve IŞİD türü örgütler bu koşullar içinde yükseldiler ve uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin kullanışlı maşaları oldular. Emperyalizm ve mali sermaye, başta Ortaçağ gericiliği olmak üzere her türden gericiliği destekliyor ve onu egemenliğinin temel dayanağı yapıyor.
Burjuva demokrasisinin gelişkin olduğu ileri kapitalist ülkelerde bile antidemokratik, faşist eğilimler ve polis devletine gidiş dikkat çekiyor. Son dönemde sadece Ukrayna’da yaşananlar bile burjuva demokrasisinin sınırlarını göstermesi bakımında oldukça öğreticidir. Emperyalist güçler arasındaki çatışmanın ortasında kalan Ukrayna’da, “demokrasinin beşiği” ileri kapitalist ülkeler neo-Nazi, faşizan güçleri açıkça desteklemekte sakınca görmediler.

***
Bütün bunlar madalyonun bir yüzüdür. Tekelci gericiliğin iktisadi-sosyal saldırganlığı ve politik alanı kapsayan zulmü sonucu biriken öfke ve hoşnutsuzluk büyük patlamalara, halk hareketlerine ve kitlesel mücadelelerin yaşanmasına neden olmuştur. Son birkaç yıl, uluslararası burjuvazi, emperyalizm ve gericiliğin saldırganlığının çok sayıda ülkede halk hareketleriyle yanıtlanmasının örnekleriyle doludur. Bu halk hareketleri, yaygın grev ve gösteriler, ayaklanma ve isyanlar burjuva gericiliğini püskürtemese bile, gelecek açısından önemli bir mücadele birikimi oluşturmuştur.
Emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından cetvelle çizilmiş yapay sınırlarla bölünerek halkların kendi geleceklerini belirleme haklarının tanınmadığı Ortadoğu’da ise, yüz yıl önce biçimlendirilen statüko parçalanıyor.
Suriye, ülke bütünlüğünü kaybetmiş, geleceğini iç savaşın sonucunda arıyor. Zaten birleşik bir ülke olarak örgütlenmesi kararlı bir biçimde sağlanamamış olan Irak’ın, üstelik Suriye iç savaşından da etkilenerek, bugüne kadar geldiği gibi gidemeyeceği görülüyor. Ülkenin geleceği, emperyalistler, bölge devletleri ve etnik ve mezhebi bölünmelerle çatışmaya zorlanan farklı ulus ve inançtan Irak halkının mücadelesiyle belirlenecektir. Mısır’ın geleceği, ulusal ve uluslararası gericilikle halk arasındaki mücadelenin sonucuna bağlanmıştır. Kürt halkı, Rojava’da çeşitli milliyetlerden halklarla da birleşerek, üç kantonda demokratik yönetimler oluşturmuş, kendi kaderini belirlemek üzere somut adımlar atmıştır. İsrail Siyonizmi’nin saldırganlığı karşısında Filistin halkının kendi kaderini belirleme ve devlet olarak örgütlenme mücadelesi de sürmektedir.
İspanya, Güney Afrika, Portekiz, İtalya, Fransa, Belçika ve Yunanistan’da yaşanan grev ve gösteriler yeni mücadele dinamikleri ortaya çıkarmıştır. Tunus’ta hak ve özgürlükler mücadelesi ilerlemiş ve Halk Cephesi güçlenmiştir. Burkina Faso halkı Afrika’nın bir diktatörünü daha yıkarak kendi geleceğini ellerine alma yolunda devrimci bir mücadele içine girmiştir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde halklar emperyalizmin işbirlikçisi yönetimlere ve dinci gericiliklere karşı mücadele içerisindedir. Türkiye’de Gezi ve Haziran Halk Direnişi, Brezilya’da ulaşım zammı protestoları, Şili’de öğrenci eylemleri, demokrasi ve özgürlük talep edenlerin özgüvenini artırmıştır. Ekvador, Dominik Cumhuriyeti ve Meksika başta olmak üzere Latin Amerika da yaşanan mücadeleler güçlenerek sürmektedir.
Bütün bu ülkelerde yaşanan grev, direniş ve halk hareketlerinde emekçi kadınların kitlesel olarak mücadeleye katılımı ve direngen tutumu dikkat çekicidir. Bu, aynı zamanda işçi sınıfı ve halkların mücadelesinin ilerlemesinde kadınların belirleyici rolünü bütün somutluğuyla göstermiştir.

***
Açıktır ki, bu yaşanan grev ve direnişler, halk hareketleri, işçi sınıfı ve halkların mücadelesinde umut ve güç kaynağıdır. Ancak bütün bu kitlesel işçi ve halk hareketleri, bilinç ve örgütlenme düzeylerinin yetersizliği ve işçilerin bağımsız bir sınıf olarak bu hareketlere katılma ve öncülük etme düzeyleri açısından önemli bir zayıflık taşımaktadır.
Son birkaç yılın halk hareketleri, işçi sınıfının yenilgisinin neden olduğu dağınıklık ve örgütsüzlükten henüz kurtulamadığımızı gösteriyor. Bugünkü acil ve somut görevimiz bu durumu değiştirmektir. Çünkü örgütsüz ve kendi bağımsız talepleriyle devrimci bir programa sahip olmayan hareketler, belirli ilerlemeler sağlayıp, burjuva gericiliğini ürkütseler bile kesin başarı elde edemiyorlar.
Bu konuda asıl sorumluluk parti ve örgütlerimize düşüyor. İşçi ve emekçiler arasında kitleselleşmek; bunun için iktisadi, sosyal ve demokratik acil talepleri sahiplenmek ve bu mücadeleyi devrim ve sosyalizmin zaferine bağlamak tek çıkış yoludur. Sosyalizmin maddi önkoşulları şimdiye kadar olmadık ölçüde olgundur. Ancak, devrimin, işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlülüğü ve birliğini zorunlu kıldığı da tartışmasızdır.

***
Dün olduğu gibi, bugün de, devrimin stratejik ittifaklara ihtiyacı vardır. Bu ittifaklar sınıf ittifaklarıdır ve masa başında değil, eylem içinde ve mücadelenin pratik siyasal ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulurlar ve zengin biçimlere sahip olurlar. İşçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar, saldırıları püskürtmek için kısmi ve geçici ittifaklar kurarak mücadelelerini ilerletirler. Esas olan, bu ittifakların işçi sınıfı ve ezilen halkların acil ve somut taleplerini içeren mücadele programları etrafında oluşmasıdır.
Dün faşizme karşı birleşik cepheler örneğinde olduğu gibi, bugün de çeşitli biçimler altında birlik, ittifak ve Halk Cepheleri kurulması görevinden kaçınılamaz. Bu, özellikle işçi sınıfı ve partilerimizin ideolojik ve politik etki gücünü artırmak ve tarihin tekerleğinin ileri doğru döndürülmesine katkıda bulunacak halk örgütlenmeleri yaratıp, geliştirmek açısından önemlidir.

***
Birçok ülkede reformist, oportünist ve revizyonist parti ve örgütlerin ideologları, sözcüleri, her gün “yeni” bir iddiada bulunuyor ve sınıf mücadelesini saptırmaya çalışıyorlar. Brezilya’da Lulacılık ve liberal hükümet, İspanya’da Podemos, Yunanistan’da SYRIZA “solculuğu” vb. bunların güncel örnekleridir. Öte yandan “Sol-liberal” hükümetler, özellikle ortaya çıktıkları Latin Amerika’da kendilerini tüketmiş ve itibar kaybetmeye başlamışlardır. Yaşananlar bir kez daha gösteriyor ki, reformizm ve liberalizmin işçi sınıfı ve halklara verecek hiçbir şeyi yoktur.
Bir başka saptırıcı iddia ise, ABD emperyalizmi ve batılı ortakları karşısında, Çin ve Rus emperyalizminin ilericiliği üzerine ortaya atılmaktadır. Bu görüş saçmadır. Kapitalist emperyalizmi ve burjuva gericiliğini şirinleştirmekten başka bir anlamı yoktur.
Bütün bu reformist, revizyonist ve liberal akımlara karşı, parti ve örgütlerimiz uzlaşmaz ve kararlı bir ideolojik-politik mücadele yürütmeye devam edecektir.

***
Bütün sapkın iddialara karşın sınıf mücadelesi tarihin başlıca itici gücüdür ve işçi sınıfı, devrim ve sosyalizmin temel ve öncü gücü olmaya devam ediyor.
Bu gerçeğe olan inancımızla, bütün dünya halklarının kadın ve erkek işçilerini, emekçilerini, gençlerini, bilim insanlarını ve aydınlarını birleşmeye, uluslararası burjuvazi, gericilik ve emperyalizme karşı mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.
“Uluslararası Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı” olarak bu yolda üzerimize düşen hiçbir görevi üstlenmekten kaçınmayacağımızı ilan ediyoruz!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑