Herhalde içinde geçtiğimiz sürecin bundan sonraki aşamasında, Ortadoğu’nun (Kuzey Afrika ve Ön Asya’yı da kapsayan geniş Ortadoğu) İslam dünyasında özgürlük, demokrasi, halkların kurtuluşları, emperyalizme ve gericiliklere karşı mücadeleden söz edildiğinde, tartışmaların üstünden atlanamayacak başlıca konusu laisizm olacaktır. İslam ülkelerinin halklarının kendi Ortaçağları ile hesaplaşmasında böyle bir aşamaya gelinmiştir.
Petrol, doğal gaz ve enerjinin batıya güvenli nakil yolları, dünya egemenliği, çürümüş Ortaçağ rejimleri, yoksulluk, açlık, işsizlik gibi emperyalist stratejinin üstünde biçimlendiği başlıca “patlayıcı unsurlar”ın tehlikeli bir biçiminde bir araya geldiği Ortadoğu, son çeyrek yüzyılda dünyanın en sıcak çatışmalarının yaşandığı bölgelerinin başında geldi.
“Bütün bu patlayıcı unsurları bağrında toplayan Ortadoğu son yüzyılın en büyük sarsıntısını geçiriyor” dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz.
100 yıl önce zamanın dünyayı yöneten büyük emperyalistleri tarafından 1916 yılında Sykes Picot anlaşmasıyla çizilen Ortadoğu haritası şimdi yeniden çizilmeyi dayatmış bulunuyor. Üstelik bu sefer sahneye çıkan yeni güçler, haritanın diplomasinin karanlık koridorlarında değil, doğrudan savaş alanlarında çizilmesini zorluyor.
Arap isyanlarının Arap-İslam dünyasında yarattığı büyük sarsıntı ve bu isyanların yönünü değiştirmek için bölge gericikleriyle batılı emperyalistlerin müdahaleleri, halkların bu müdahalelere tepkileri,… Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmek için giriştikleri son çeyrek yüzyılı aşan mücadeleleri de eklendiğinde, bölgede yeterince gerginleşmiş, aynı anlama gelmek üzere, artık çözümü dayatmış çelişkiler daha da girift hale gelmiş bulunuyor.
LAİK VE DEMOKRATİK BİR ORTADOĞU MÜCADELESİ
Bir yandan emperyalist müdahale ve bölge gericiklerinin ömürlerini uzatmak için giriştiği manevralar öte yandan Ortaçağ cehenneminden fırlamış IŞİD’in bölgenin çelişkilerinden ve dış müdahalelerden yararlanarak Irak ve Suriye’de geniş topraklar üstünde kontrol sağlaması ve Yemen’den Nijerya’ya, Libya’dan Irak’a geniş coğrafyada güç kazanması, Ortadoğu’da tek tek ülkelerin iç düzenlerini olduğu kadar genel olarak bölgenin geleneksel düzenini de zorlamaktadır.
Artık eski sınırların sürdürülemeyeceğinin belli olduğu Ortadoğu’da bugün haritanın yeniden çizilmesini zorlayan iki dinamik odak var. Bunlardan birincisi, çeyrek yüz yıldan fazla bir zamandan beri kendi kaderin tayin etmek için, özgürlük, demokrasi, eşit haklar talebiyle mücadele eden bölgede dört ülke (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) arasında bölünmüş Kürdistan’da yaşayan Küt halkıdır. Bölgedeki ikinci dinamik ise, Ortaçağdan kalma çelişkilerle iç içe geçmiş modern dünyanın çelişkileri zemininde patlak veren Arap isyanlarının harekete geçirdiği, emperyalistler ve bölge gericilikleri tarafından bir ölçüde bastırılmış görünen, ama talepleri için mücadele etmekten vazgeçmeyen Arap halklarının mücadelesidir. IŞİD, El Nusra; El Kaide gibi Cihadçı örgütlerin güç kazanması, Arap halklarının özgürlük ve kendi kaderine sahip çıkma tutumuna yönelik emperyalist gerici müdahalenin “kefareti” olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yüzden de Ortadoğu haritası yeniden çizilirken, özellikle IŞİD ve onunla hedef birliği içindeki Cihadçı güçlerin kazandığı mevzilerden sonra, artık bölge haritasının yeniden çiziminin kendi lehlerine olması için müdahale etmeyi amaçlayan bütün güçler, “Nasıl bir Ortadoğu ve ülke; kimlerle birlikte ve kimlere karşı bir mücadele?” sorusunu açıklıkla yanıtlamak ve bunun gereği olan bir tutumu almakla karşı karşıyadırlar.
Bu mevzilenmenin ilk adımı, IŞİD’in Irak ve Suriye’de geniş toprakların kontrolünü sağlayarak Selefi radikal İslamcı bir dünya düzeni kurmak için giriştiği Cihad’ın karşısında tutum alınıp alınmayacak olmasıyla belirlenmektedir/belirlenecektir.
Dolayısıyla şunu şimdiden söyleyebiliriz ki, bölgedeki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin Bush döneminde geliştirilen ABD stratejisi doğrultusunda “Radikal İslam”a karşı “Ilımlı İslam”la (Müslüman Kardeşler ve ona paralel çeşitli İslamcı akımlar) birleşerek yürütülecek mücadele olarak tanımlanması ve bu mücadelenin ürünü olacağı öngörülen “demokratik bir Ortadoğu” stratejisi tümüyle çökmüştür ve bugün bölgede ve ülkelerde asıl eğilim, henüz çok belirgin olmasa da “laik ve demokratik bir Ortadoğu”dur.
BAŞAŞAĞI DURAN LAİSİZM ŞERİATÇILIĞI BESLEDİ
Kuşkusuz Ortadoğu’nun İslam Dünyası için laisizm çok yeni bir şey değil.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren laisizm Cumhuriyetin temel bir ilkesi olarak yüksek sesle savunulmuş; yukardan dayatılmış bir hayat tarzı, halkı terbiye ve ıslah ederek devlete biat etmesinin bir kırbacı olarak kullanmıştır.
Bu, 1950 sonrasında Cezayir, Libya, Mısır, Suriye, Irak, Yemen gibi belli başlı Arap ülkelerinde de modernleşmenin, ama devlet tarafından yukarıdan dayatılan bir modernleşmenin “reform”u olarak sunulan “laiklik”, halkın baskı altına alınmasının bir aleti olarak kullanılıp uygulanmıştır. Filistin 20. yüzyılın ikinci yarısında, Arap dünyasında laisizmi yaşam tarzı olarak da benimseyen devrimci bir odak olarak yükselmiş, dünya ölçüsünde bulduğu desteği ve bölgenin devrimci bir dinamiği olmasını da büyük ölçüde lasizmi bir yaşam tarzı olarak benimseyen bir devrim olmasıyla sağlamıştır. Dolayısıyla Cemal Abdülnasır’la başlayıp askerlerin ve “sivil” aydınların partileri olarak örgütlenen BAAS partileriyle geliştirilen laisizmle, Arap ülkeleri az çok Türkiye’nin yolundan yürümüş, dinin devlet işlerine karışması radikal biçimde önlenirken, dinin kendisi de yeniden tarif edilerek, laiklik bir “rejim dini” olarak dayatılmıştır.
BAAS rejimleri çökerken ise, Mübarek’in Şeriatçı Anayasası ve Saddam’ın Cihat ilan etmesi örneklerinde görüldüğü gibi, bu sözde laisizmle şeriatçılığı iç içe geçirip halkın rejime yönelik tepkilerini şeriatçı uygulamaları benimseyerek yatıştırmayı amaçlayan BAAS kalıntısı son diktatörler, sadece siyasal İslam olarak Şeriatçılığın ve Müslüman Kardeşler başta olmak üzere şeriatçı hareket ve örgütlerin güçlenmesine, halk indinde itibar kazanmasına hizmet etmişlerdir.
Bu nedenledir ki, Arap isyanlarıyla halk BAAS kalıntısı –Mübarek, bin Ali,… gibi– diktatörlüklere karşı ayağa kalktığında, ayaklanan halkı yedekleyen Müslüman Kardeşler olmuştur. Nitekim; son yıllarda neoliberalizme uyum sağlayıp palazlanarak BAAS kalıntısı rejimlerle daha çok uzlaşma içinde olan ve halk ayaklanmalarına da sıcak bakmayan Müslüman Kardeşler’in, önlenemez hale gelerek patlak veren ayaklanmaların bir aşamasında “muhalif” görünen en örgütlü hareket olmanın avantajıyla yedeklediği yığınların başına geçmesi, Tunus ve Mısır’da, devrime katılan demokrat laik kesimler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu ülkelerde Müslüman Kardeşler’in laik kesimler tarafından “devrimi çalmak”la suçlamasının nedeni de budur.
Kısacası, Ortadoğu’da son yüzyılın en önemli gelişmelerinden olan Arap isyanlarının, 30-40 yıllık diktatörlüklere karşı ayaklanmalar oldukları kadar, aynı zamanda, çarpık, tabiri caizse baş aşağı duran laiklik anlayışı ve uygulamalarına karşı da ayaklanmalar olduklarını söylemek yanlış olmaz. Özellikle Müslüman Kardeşler bu çarpık laiklik uygulamalarının yarattığı tepkiden yaralanarak halkı yedeklemeyi başarmıştır.
BİR YAŞAM TARZI OLARAK LAİSİZMİN GÜNDEME GELMESİ
Ancak Arap isyanlarının en önemli iki ülkesinden birisi olan Mısır’da “devrimi çalan” Müslüman Kardeşler’in batılı emperyalistler ve bölge gericiliklerinin önemli bir bölümünün desteğini alan –ve halkın taleplerini benimsediğini açıklayan– Sisi darbesiyle devrilmesi Müslüman Kardeşler’in yükselişine darbe vururken, ondan çok daha önemli olarak, Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidarının halkın oylarıyla yıkılması, Müslüman Kardeşler’e halk iradesiyle dur demenin bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Tunus’taki son seçimi çoğunluğu “laik ve demokratik bir Tunus”tan yana programlarla halkın karşısına çıkan partilerin kazanması, emperyalizmin “ılımlı İslamcısı” Müslüman Kardeşler için yolun sonunu işaret etmiştir. Ama bundan daha fazlası olarak da, Tunus seçimi, bin Ali ve Mübarek rejimlerinin dayatma sözde laikliğinden farklı olarak, gerçek bir laiklik anlayışının Arap-İslam dünyasında yaşam tarzı olarak benimsenmeye başlandığının işareti ve laikliğin demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz ilkesi olma yolunda atılmış hayli ileri bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
Yine bu gelişmeler içinde, Arap isyanlarının harekete geçirdiği Arap dünyasındaki kadınlar arasında laisizm talebinin giderek yaygınlaştığının işaretleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde oluşan çeşitli kadın örgütleri, “laisizm olmadan, kadınların, din dayanak yapılarak dayatılan yaşam tarzına, gelenek ve görenek dayanaklı baskılara karşı mücadelede başarılı olamayacaklarını” uluslararası platformlarda açıkça ve özel vurgu yaparak ifade etmeye başlamışlardır.
Tunus seçiminin önemi; arkasına iktidar olmanın gücünü, Arap ayaklanmalarının perestijini ve Mısır’daki darbenin yarattığı mağduriyetin avantajlarını alan Tunus’un Müslüman Kardeşleri’nin partisi En Nahda Cephesi’nin (deyim yerindeyse Tunus AKP’sinin cephesi) ancak yüzde 31 oy alabildiği seçimi, açıkça laisizmi savunan güçler karşısında kaybetmesinden gelmektedir. Ki, Tunus seçimde, halkın, laiklikle Müslüman Kardeşler’in “ılımlı şeriatçılığı” arasında saflaştığını söylemek yanlış olmaz.
DEMOKRATİK GÜÇLERİN İTTİFAKININ HARCI OLARAK LAİSİZİM
Kısaca laisizm, dinin devletin alanına, devletin de dinin –inancın– alanına karışmamasıdır. Bu “ideal durum”, uygulamada, laik ve dini bir toplum oluşturmayı amaçlayan karşıt güçler arasındaki mücadelenin kazanımlarına göre değişmektedir. Ülkeden ülkeye ve zamana göre uygulamaların farklılaşması da, bu mücadeleye katılan güçlerin kazanımlarıyla ilgilidir. Ama sonuçta laisizm, batıda, bütün bir Ortaçağı kapsayan İslam’la Hıristiyan dünyası ya da Hıristiyanlığın çeşitli mezhepleri arasındaki din ve mezhep savaşlarına son vermek, inançlara özgürlük tanıyarak “toplumsal barışı” sağlamak, bilimi, sanatı dinin etkisinden kurtararak gelişmelerinin önünü açmak,… gibi amaçlarla benimsenmiş, yeni burjuva yaşam tarzının temeli yapılmaya girişilmiştir. Şüphesiz laisizmin bir yaşam tarzı olarak egemen hale gelmesi, elbette savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve karşı devrimleri kapsayan büyük toplumsal alt üst oluşlarla iç içe geçen bir mücadele süreci boyunca gerçekleşmiştir.
Böylece, laiklik, dini referanslara dayanan Ortaçağ yaşam tarzına karşı, sivil, din dışı bir yaşam (laiklik elbette dinsizlik değildir, ama dinsizlik de dahil her tür inanç ve inançsızlığın özgürce yaşamasına devletin karışmaması demektir) tarzı olarak da toplumun Kilise karşısında özgürleşmesinin dayanağı olmuştur.
Yukarıda belirtildiği gibi, İslam ülkeleri içinde laisizmi ilk benimseyen Türkiye Cumhuriyeti olmuş; laisizmi devletin toplumu kontrol altına almanın bir dayanağı olarak kullanmayı amaçlayan Cumhuriyet rejimi, dini referansları devletin dışına atarken, Sünniliği bir “devlet dini” olarak düzenleyip, Diyanet İşleri, İmam Hatipler, imamların devlet memuru olmaları ve maaşa bağlanmaları gibi uygulamalarla dini halkı zapturapt altına almanın aracına dönüştürürken, dinin arkadan dolanıp devlet düzeni içine yeniden girmesinin de yolunu açmıştır.
Bugün, hatta çok partili düzene geçilmesinden beri Türkiye’de din istismarcılığı yapan gerici partilerle tarikatlar, bugün “laik devletin uygulamaları” olarak gösterilen Diyanet’i, devletin din adamı yetiştirip memur olarak ataması ve İmam Hatipler açmasıyla okullara zorunlu din dersleri koymasını savunmakta, “böylesine can kurban” diyerek müesses laiklik ve laisizme dört elle sarılmaktadırlar.
BAAS partileri de, Arap ülkelerinde “Kemalist laikliği” nispeten yumuşatarak uygulamışlardır.
Kısacası, bu yukardan ve devleti, düzeni korumayı esas alan laiklik uygulamalarıyla, İslam Dünyası’nda laikliğin bir yaşam tarzı olarak yayılmasının önü kesilirken, tüm inanç kesimlerinin de laisizm karşısında mevzilenmesi için adeta özel çaba sarf edilmiştir ki, bunun sonuçlarını bugün görüyoruz.
Müslüman Kardeşler’in Arap isyanlarını büyük ölçüde yedekleyebilmesinin, Türkiye’de AKP Hükümeti’nin bunca uzun yaşaması ve bugün adım adım Şeriat düzenine gidiş demek olan “muhafazakar toplum planı”nın halktan geniş biçimde destek görüyor olmasının başlıca nedenlerden birisinin de bu tependen getirilen ve inanç özgürlüğü temeline oturmayan laiklik uygulaması olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.
Tunus seçimleri, İslam Dünyası’nda şeriatçılığa karşı laik bir düzen savunusunun halk iradesiyle desteklenmesinin ilk uygulaması olmaya adaydır. Elbette bunun ne kadar olanaklı olacağını da uygulamada göreceğiz.
Şunu söyleyebiliriz ki, bugün Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesini yürüttüğü bölge haritasının yeniden çizilmesinde birinci dereceden önemli olan dört ülke; Türkiye, İran, Irak, Suriye mezhepçi ve mezhepçilik kışkırtması üstünden toplumu bölen hükümetler tarafından yönetilmektedir.
90 yıldır Ortadoğu’nun “tek laik ülkesi” iddiasını terk etmemiş olsa da, bu ülkelerden Türkiye bile, bir bakıma Ortadoğu’daki “son Müslüman Kardeşler rejimi” sayılacak bir hatta ilerlemektedir. “Muhafazakar Türkiye” planıyla adım adım ilerleyen AKP Hükümeti’nin yönettiği Türkiye, resmen “laik demokratik bir sosyal hukuk devleti” dense de, gerçekte bir “Sünni Türk-İslam” devletidir. Irak Şii-Arap, İran Şii-Fars bir yönetimken, istisna denebilecek Suriye’de Arap milliyetçisi ama fazla mezhepçi olmayan bir yönetim vardır.
Sorunu laisizmle ilgisi bakımından ele aldığımız için burada bu ülkelerde iktidarların ya da egemen siyaset tarzının belirleyici bir unsuru olan egemen ulus milliyetçiliğini tartışma dışı tutuyoruz. Bu yüzden de, Suriye’nin özel durumu bir yana, bu ülkelerdeki yönetimleri “mezhepçi yönetimler” olarak niteleyebiliriz.
Bu durum kendi başına bölgeyi ve bölgedeki pek çok ülkeyi bir mezhep çatışmasının kenarına getirmiş, hatta içine çekmiştir. Irak ve emperyalistlerle bölgenin gerici Sünni devletlerinin mezhepçiliği kışkırtması sonucu Suriye’de bir mezhep çatışması çoktan bir iç savaşa dönüşmüştür. Yemen’de de hemen hemen bir iç savaş vardır. Nitekim ABD’nin bölgeye müdahalesinde “Sünni–Şii çatışması üstünden bölgenin yeniden biçimlendirmesine dair senaryosu da bölgedeki bu hassasiyet dolayısıyla ciddiyet kazanmaktadır. Bunun da ötesinde bölge ülkeleri birbirinin içişlerine bu mezhep ayırımcılığı üstünden müdahalelerde bulunmaktadır.
Ancak IŞİD’in sahneye çıkmasıyla Ortadoğu ülkelerinin diplomasilerinin unsuru ve çeşitli senaryoların dayanağı olan mezhepçilik açıkça bir bölgesel savaşın başlıca unsuru ve bir medeniyetler savaşının haberini de vererek gerçek bir sorun olarak gündeme gelmiştir.
Dolayısıyla bugün gerek bölgeye emperyalist müdahalelere ve gerici ülke yönetimlerine karşı mücadelede, gerekse de IŞİD’e karşı mücadelede birleşecek güçler için ortak cephe ilkesi olarak, bütün din ve mezhepler için inanç özgürlüğü, dolayısıyla bölge ülkelerinde laisizm mücadelesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Kısacası bölgede demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesi, bugün, dün olmadığı kadar laisizm mücadelesiyle iç içe geçmiştir.
Burada laisizm mücadelesinin önemli bir yanı ortaya çıkmaktadır: Halkların kardeşleşmesi bakımından laisizmin bir yaşam tarzı olarak benimsemesi için mücadelede olduğu gibi, bölgedeki mezhepçi yönetimler ve Şeriatçı hareketlere, IŞİD’e ve Cihadçı örgütlere karşı mücadelede de laisizm, her milliyetten, her din ve mezhepten halkların mücadelelerinin birlik harcı durumundadır.
IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte, Cihadçı ve dini siyasete alet etmeyi politika tarzı olarak benimsememiş İslami hareketler için bile, gerçek bir laisizm savunusu, IŞİD’çi şeriat düzeni savunucularına karşı güçlerin birleştirilmesinin zeminini oluşturacak bir ilke olarak öne çıkmaktadır.
LAİSİZİM VE KÜRT HALKININ ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
Bölge açısından bakıldığında, Kürtler, şeriatçı bir yaşam tarzını benimsememiş, en önemlisi de kendi kaderini tayin hakkı uğruna mücadele içinde demokratikleşen, mezhep ayırımlarını aşan bir ulusal birlik içinde (eğilim olarak) olan da bir halktır. IŞİD’in Musul’u zapt etmesi ve bölge halkları için dolaysız bir tehdide dönüşmesiyle Kürtler ve ulusal demokratik hareketleri, Ezidi, Süryani, Keldani, Şii, Türkmen, Asuri, Arap,… bölgenin bütün halkları için “kurtarıcı” bir güç olarak sahneye çıkmıştır.
Çeyrek yüzyıldan beri, Kürtler Ortadoğu’da statükoya itiraz eden devrimci-demokrat bir güç olarak sahnedeler. Kendi içlerinde Barzanicilik, Talabanicilik ve PKK gibi büyük ve tarihsel ayırımlara karşın, Kürt halkı, Ortadoğu’da az çok laik bir toplum yaşamını, en azından Şeriat dayatmasının dışında bir yaşamı benimsemiş bir halk olarak sahnede. Bu durum, IŞİD’in sahneye çıkmasıyla birlikte ilk saldırdığı ve ilerleyişinde de ilk direnişle karşılaştığı halkın Kürtler olmasının da bir rastlantı olmadığını göstermektedir. Çünkü Ortadoğu’nun bu bölgesinde IŞİD’çi bir İslami yaşam tarzına en çok karşı ve laik bir yaşam tarzını en ileriden benimsemiş olanın Kürtler olmasından dolayı da IŞİD’e karşı direniş Kürtlerden gelmiştir. Bu çerçevede peşmergeler ve nispeten de PKK güçleri IŞİD’e karşı ilk direniş cephesini Kerkük merkezli olarak kurmuşlar; bölgedeki Ezidi, Hıristiyan, Süryani, Asuri, Türkmen… nispeten küçük etnik ve dini çevreleri IŞİD katliamından koruma yükümlülüğünü de Kürtler üstlenmiştir.
IŞİD’e karşı mücadelenin Suriye cephesinde yoğunlaşmasıyla Rojava’da direnişin dünya ölçüsünde sembolik bir anlam da kazandığı Kobanê merkezli tartışmalarda, Kürt liderler her platformda, “Biz laik ve demokratik bir Suriye için mücadele ediyoruz” diye ilan ederek, oluşacak ve oluşması gereken cephenin “laiklik” ve “demokratiklik” ilkesine çok açık bir vurgu yapmışlardır. Kaldı ki, Kürt ulusal mücadelesinin en önemli ayağı olarak PKK laik bir hareket olarak ortaya çıkmış, anlayışı bakımından farklılıklar taşısa da, laisizm, her zaman onun için önemli olmuştur. Özellikle Türkiye’de Alevilerin inanç özgürlüğü talebiyle ortaya çıkmasıyla birlikte, PKK-HDP ekseninde politika yapan Kürtler, devletin din ve mezheplere tümüyle eşit uzaklıkta olacağı ve din ve mezheplerin de devletle ilişkisinin olmadığı gerçek bir laisizmi talep ettiklerini her platformda ifade etmişlerdir, etmektedirler.
Bu, hem Kürtlerin bölgedeki özgürlük mücadelesinin diğer halklarla yakınlaşmasının, hem de Türkiye’de Aleviler ve tüm inanç kesimleri yanında laik yaşam tarzını benimsemiş oldukça geniş bir nüfusa karşılık gelen Türk kökenli halk kesimlerinin yakınlaşmasının gerçek zeminini oluşturmaktadır.
TÜRKİYE’DE LAİSİZM MÜCADELESİ
Türkiye’yi yönetenler, yerli yersiz her fırsatta “bölgenin tek laik ülkesi Türkiye’dir” diyerek övünmüşlerdir.
Keşke doğru olsaydı. Ama değildir.
Daha Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dinin devlete müdahalesi sınırlanmış, dini referansların devlet yaşamından temizlenmesi için önemli adımlar atılmıştır. Ancak o kadar!
Çünkü din ve inanç alanı devlet işlerinin yürütülmesini kapsayan siyaset alanının dışına çıkarılırken, laiklik uygulamalarında en ileri gidildiğinde bile, devlet, laiklik adına Sünni mezhebini ”devlet dini” olarak biçimlendirerek, Müslüman olmayan azınlıklar dışındaki diğer bütün inanç biçimlerini yasaklamış, böylece inanç özgürlüğünün olmadığı bir “yarım laisizmle” yetinilmiştir.
Bu dönemde ve büyük ölçüde sonraki dönemlerde de, laisizm, dinin, gelenek ve göreneğin pençesindeki geniş halk yığınları tarafından devletin yukarından dayattığı ve halkın geleneksel yaşamına karşı “alafranga yaşam tarzı” dayatması olarak algılanmıştır.
Çok partili döneme geçilmesiyle birlikte, uygulanan laisizmin gücü gibi görünen tek mezhepli “resmi din”sel yaşam hedefe konmuş, din istismarcılığı sermaye partilerinin her türü için başlıca politika tarzı olmuştur. Böylece din, Diyanet İşleri, İmam Hatipler, sıkıyönetimler dönemlerinde Alevi köylerine cami yaptırılması, zorunlu din dersleri, Diyanet’in bir İmam ordusuna sahip olması,… gibi uygulamalar, din istismarcısı partiler ve tarikatlar üstünden “arkadan dolanıp” devletin derin uzuvlarına kadar sızmıştır. AKP Hükümeti’nin “Müslüman Kardeşçi olmaya doğru hızla yol alan” çizgisinin egemen olmasına paralel olaraksa, din, devletin “laik mekanizmalarını” da önemli ölçüde işgal etmiştir.
Bu gelişme içinde laisizmin gerçek temellerine oturtulması ve bir yaşam tarzı olarak benimsenmeye yönelinmesinde 1990’larda Alevilerin “inanç özgürlüğü” ve “Sünnilerle hak eşitliği” talebi etrafında ortaya çıkan mücadelesi, laisizm mücadelesine yeni bir dinamizm kazandırmıştır.
Geçen çeyrek yüzyıldan sonra Alevilerin inanç özgürlüğü talebi etrafındaki mücadelesi, özellikle mücadelenin ön cephesinde yer alan örgütlü Alevi kesimleri içinde, giderek de Alevi kitlesi içinde yayılmaya başlayan gerçek bir demokrasi mücadelesine dönüşmektedir. Bugün Alevilerin inanç özgürlüğü talebinin gerçek içeriği, Hükümet yetkililerinin göstermeye çalıştığı gibi zorunlu din dersi kitaplarında Alevilere ayrılan sayfa sayısının artırılması ve Sünnilerle Diyanet üstünden eşitlenme değil, gerçek bir laisizmin gereği olarak devletin din alanından elini bütünüyle çekmesidir.
AKP Hükümeti ise, tersine, Aleviliği yeniden tarifleyerek ve Alevilerin gerçek Aleviliği bilmediğini, bu yüzden de Sünnilikten farklı bir mezhep olduğunu sandıklarını iddia ederek, Diyanet’te Alevlere koltuk, Dedelere maaş, …gibi Alevileri mevcut mezhepçi iktidarın hamiliğine razı olmuş bir azınlık “kültür çevresi” bir olarak yedeklemeyi istemektedir.
Oysa, yukardan beri belirtilmeye çalışıldığı gibi, Aleviler, “azınlık hakları” istemiyor, tersine;
– Din derslerinin zorunlu ders olmaktan çıkarılmasını,
– Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini,
– Diyanetin kaldırılmasını,
– İmam Hatiplerin kapatılmasını, devletin imam kadrosunun kaldırılması ve dinin ve din görevlilerinin finansmanına son verilmesini,
– (…) istiyorlar.
Ancak Alevilerin mücadeleci kesimlerinin taleplerini dikkate aldığımızda, bu kesimin, Hükümetin “Çağdaş Hızır Paşalar” yaratmak için öne sürdüğü rüşveti kabul etmeyeceği, tersine, görünüşte bir “din-mezhep eşitliği” için değil, demokratik bir ülkede gerçek bir laisizm talebi için mücadele ettikleri görülmektedir. En azından bugün yöneliş budur.
LAİK VE DEMOKRATİK BİR TÜRKİYE MÜCADELESİ
Kürt özgürlük mücadelesi ve Alevilerin inanç özgürlüğü mücadelesinin bugün geldikleri yere bakıldığında; Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından yola çıkarak, “Türk milliyetiyle eşit statüko” talebini de aşarak; Türkier, Kürtler,… her milliyetten halk için demokrasi ve özgürlük, gerçekten “Laik ve Demokratik Türkiye” mücadelesine gelmeleri gibi, Aleviler de “Sünnilerle eşit haklar ve Alevi inancına özgürlük” talebinden kalkarak “Laik ve Demokratik Türkiye” çizgisine gelmişlerdir.
Hem Kürt siyasi güçleri bu gelişmenin farkındadır, hem de Alevilerin mücadele eden kesimleri bunun farkına varmışlardır.
Onun içindir ki, Kürt siyasi güçleri uzun zamandan beri Alevilere yönelik olarak ortak mücadele çağrısı yapmakta, bunun için somut girişimlerde de bulunmaktadır.
Alevilerin mücadeleci kesimleri de giderek daha çok bu çizgiye gelmişler, Alevi örgütlerinin Ankara’da düzenledikleri son mitingde “Kobanê ile dayanışma” öne çıkarılmıştır. Onun içindir ki, mitingin değerlendirmesini yapan yorumcuların hemen tümü, “Mitinge Kobanê direnişinin damga vurduğu” değerlendirmesini yapmışlar, mitingin mesajı da “Kobanê’ye saldırı Alevilere de saldırıdır” biçiminde ifade edilmiştir.
Nitekim “çözüm süreci”nde Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin tarafında laisizm mücadelesi veren Alevilerin de açıkça saf tutması, bu gelinen yerde olması gereken şeydir. Örneğin İmralı’da kurulması tartışılan “çözüm masası”nda, en azından ilerleyen safhalarda, Kürtlerin tarafında Alevi temsilcilerinin de yer alması ve kendi taleplerini masaya getirmeleri, gerçekten “Laik ve Demokratik bir Türkiye” için elzem olmaz mı?
Sadece Kürtler ve Aleviler de değil, Gezi Direnişi’nde açıkça görüldü ki, modern yaşam tarzını benimseyen kesimler açısından da laisizm, genel bir “Cumhuriyet ilkesi” ötesinde artık bir yaşam tarzıdır. Ve giderek daha çok İslami referanslar etrafında toplumu zapturapt altına almaya yönelen AKP Hükümeti’nin uygulamalarına tepki, sadece laik devletle ilişkili kimi ilkelerin ihlali değil, modern yaşam tarzını benimseyen çok geniş kesimler için de yaşam tarzına müdahaleye karşı mücadele biçimine bürünmüştür.
IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte, bu kesimlerden de öte, IŞİD’çi bir çizgide İslami hayat tarzını benimsemeyen her çevre ve kişi tehdit altındadır. Ve bugüne kadar AKP’ye oy veren en geniş yığınlar içinde de laiklik artık kendi yaşamları ve inançlarını savunma ilkesidir.
Yine özel olarak Şeriatçı, Cihadçı bir çizgide örgütlenmeyen kadın çevreleri dışındaki tüm kadınlar için IŞİD’in temsil ettiği yaşam tarzı karşısında kendi inançlarının da güvencesi laisizmdir ve bunu giderek kadın çevreleri daha hızlı bir biçimde anlayacaklardır.
Bilim ve sanat çevreleri için bu daha da çok gerçektir ve AKP’nin giderek daralan kıskacı, bilim ve sanat dünyasının üstüne giderek koyulaşan bir gölge olarak çökerken, IŞİD’in sanat eserleri ve bilimin gerçekleri karşısındaki yok edici tutumu, laisizmi savunmayı daha acil ve ertelenemez hale getirmiştir.
Çok milliyetli ve çok din-mezhepli bir ülkenin işçi sınıfı olarak sınıf içinde de laisizm, sınıfın birliğinin önemli bir ilkesi olarak kesinlikle küçümsenebilir değildir. AKP Hükümeti’nin ve çeşitli tarikatların din ve mezhep ayırımlarını ustaca kullandığı da dikkate alındığında, işçi enternasyonalizminin bir ayağının farklı milletleri aşan bir birlik mücadelesi olduğu gibi, diğer ayağının da farklı din-mezhep ayırımlarını aşan laik tutumunun bir birlik ilkesi olarak yaygınlaştırılması son derece önemlidir.
Demek ki; demokrasi isteyen Kürtler, inanç özgürlüğü talebiyle hareket geçen Aleviler, hayat tarzlarını zapturapt altına alınmasına tepki gösteren her inançtan halk kesimleri, dini referanslı hayat tarzının tehdidi altındaki kadın çevreleri,… bilim ve sanat çevrelerine kadar çok geniş bir nüfus kesimi bakımından mücadeleyi ortaklaştırmak için laisizm bir birleştirici harç durumuna gelmiştir.
Burada en önemli sorun; laisizmi yaşam tarzı olarak benimseyen kesimler içinde ulusalcılık Cumhuriyet ve laisizmle bir ve aynı şeymiş gibi gösterilirken, aynı zamanda demokrasi ve özgürlükleri savunmak da bölücülük gibi gösterilmiştir ki, bu, batı illerinde ve özellikle de Türk kökenli Alevi yığınları içinde yaygın ve etkin bir anlayıştır.
Dolayısıyla, laisizm mücadelesi, aynı zamanda ulusalcılığa ve şovenizme karşı bir mücadele olarak da yürütülmek zorunda olan bir mücadele olarak ele alınmak durumundadır.
SINIF PARTİSİ VE LAİSİZM MÜCADELESİ
Yukardan beri laisizmle ve onun demokrasi mücadelesinin birleştirici harcı olarak önemine yapılan vurgu, elbette ki bir eğilim, bir olanakla ilgilidir. Yoksa pratikte bu, ne geniş Kürt ve Alevi yığınları, ne işçi sınıfının ana kitlesi, ne de geriş kadın yığınları, hatta geniş anlamda bilim çevreleri için gerçekleşmiş ya da geniş yığınlar açısından pratik mücadelenin yaygın bir talebi olarak öne çıkmış değildir.
Ortadoğu ülkelerinin halkları açısından ele alındığında, bu, çok daha fazla böyle değildir.
Başka türlüsü de beklenemezdi zaten.
Bu yüzden de toplumun, sınıfın, her mücadele alanının en önde mücadele eden kesimleri açısından laisizmin önemi fark edilmiştir ve bundan sonrası elbette mücadele içinde olacak, geniş kesimler arasında laisizm, mücadele içinde yayılacaktır.
Ancak şu da bir gerçek ki, her mücadele konu ve alanı gibi laisizmin yayılması da bir mücadeleyi gerektirecektir ki, burada sınıf partisinin görevleri belirleyici önemde olacaktır.
Kuşkusuz burada, baş aşağı duran çok köklü ve yaygın laisizm kültürüne karşı her alanda mücadele, gerçek laisizmin demokrasi güçleri içinde yayılması için her platformu kullanma son derece önemli bir görev olarak ortaya çakmıştır. Ve bu görev giderek önem kazanmaktadır.
Yine tartışılmaz bir gerçektir ki, sınıf partisi açısından işçi sınıfı içinde her türden din ve mezhep ayırımını aşan bir mücadele yürütülmesinde de laisizm önemli bir dayanaktır. Ve bu da sendikal ve siyasal mücadelede farklı inançtan işçi çevreleri arasında laik tutumun, inançların kişiselliği düşüncesinin yaygınlaştırılması, açık ki, sınıfın birliğinin başlıca sorunudur. Dolayısıyla sınıf partisinin bu alanda doğru anlayışın yerleşmesi ve mücadelenin örgütlenmesinde din ve mezhep farklılıklarını aşan bir yaklaşımın yerleştirilmesi hayatidir.
Ortadoğu’daki halkların yaşamı, laisizmle ilgili algıları, bu ülkelerdeki demokratik hareketlerin birikimleri dikkate alındığında, sınıf partisinin birikiminin bölge ülkelerindeki işçi sınıfı örgütleri ve demokratik güçlere içinde yayılması için elindeki tüm imkanları kullanması da son derece önemlidir. Bu yüzden sınıf partisinin bölge ülkelerindeki demokratik hareketlerle, en başta da sınıf partileriyle ilişkilerini geliştirme, az çok demokratik çizgide hareket eden çeşitli partiler, kadınlar, bilim ve kültür çevreleriyle ilişkilerini sıkılaştırıp yaygınlaştırması içinden geçilen süreçte ayrıca önem kazanmıştır.
Artık Ortadoğu ve Türkiye gerçeği, “laisizm olmadan demokrasi, demokrasi olmadan laisizm olmaz” önermesinin bir formülasyon olmaktan öte pratik bir gerçek olarak ve mücadelenin yol gösterici ilkesi olarak kavranmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu gerçeği doğru anladığımız ölçüde görevlerimizi daha derinlemesine kavrayacağımız da tartışılmazdır.