Yalandan mite: AKP’nin ekonomi mucizesi

Yolsuzluk skandalları ve ses kayıtlarının damgasını vurduğu kampanya döneminin ardından, sandıkta şaibe iddialarıyla birlikte yerel seçimler geride kaldı. Seçim sonuçlarıyla ilgili tartışmalar ise, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim arifesinde devam ediyor. Seçimlerle ilgili, seçime katılan tüm aktörler, gazeteciler ve entelektüeller değerlendirme yapmaya devam ediyor. Değerlendirmelerin konuları ve buna bağlı olarak çıkartılan sonuçlar da değişkenlik gösteriyor. Öne çıkan açıklamalardan bir tanesi, seçim sonuçlarını ekonomideki gelişmelerle açıklamak. Bu açıklamanın en önemli dayanağı ise, AKP’nin 2002’den beri girdiği seçimler içerisinde ciddi bir oy kaybına uğradığı tek seçim olan 2009 yerel seçimleri öncesinde yaşanan negatif büyüme oranı. Grafik 1, seçim sonuçlarıyla büyüme oranlarının bir birine benzer bir biçimde seyrettiğini gösteriyor. Ancak bu ilişkinin bir döneme ilişkin bir gözlem mi, yoksa seçim sonuçlarını daha genel olarak açıklamakta kullanılabilecek bir araç mı olduğunun kontrol edilmesi için, veri aralığını büyütmeye ve Türkiye dışındaki ülkelerde iktidar partisinin oy oranının seyriyle büyüme oranının seyrini kıyaslamaya ihtiyaç olduğuna dikkat edilmeli.

Büyüme oranıyla kurulan bu ilişkiye benzer bir sonucu, Özgürlük Dünyası’nın 225. sayısında yer alan “Sermaye iktidarı ve sermaye ihtiyaçları” başlıklı makalesinde, Hakan Ongan da, imalat sektörü kâr oranları ve iktidarların değişimi arasındaki ilişki üzerinden ortaya koymuştu. Alttaki grafik ve Ongan’ın makalesi göz önüne alındığında, sermaye birikim rejiminin tıkandığı dönemlerde, sermayenin (birikim rejimindeki tıkanıklığın aşılması, sermaye iktidarının meşruiyetinin sağlanması gibi) ihtiyaçlarına cevap veremeyen partilerin seçimlerde oy kaybettikleri gibi bir sonuç çıkartılabilir.

 

Grafik 1. Büyüme oranları ve iktidar partisinin oy oranı arasındaki ilişki

 

 

Kaynak: Eğilmez, 2014

 

Seçim sonuçları ve büyüme oranı arasındaki ilişkiden hareketle, sadece AKP propagandacılarının değil, her türden muhalifin de “halk istikrarı seçti, ekonomideki başarıları nedeniyle yolsuzluk iddialarına rağmen Erdoğan’ı destekledi” diye başlayan ve AKP’nin ekonomi mucizesini, kimi hasetle, kimi hayranlıkla, kimi de çaresizlikle gündeme getiren açıklamalarını görüyoruz. Bu yazının amacı, Türkiye ekonomisinin AKP dönemindeki genel görünümüne, Türkiye’yi benzer ülkelerle kıyaslayarak bakmaktır. Bunun için öncelikle AKP öncesindeki durgunluk yılları ve bu dönem içerisinde Türkiye ekonomisinin yapısında meydana gelen değişiklikler kısaca özetlenecek ve ekonomiye ilişkin temel göstergeler olan büyüme, enflasyon, işsizlik ve cari açıkla ilgili istatistikler, TUİK, Dünya Bankası ve IMF’nin açıkladığı veriler kullanılarak, Türkiye’ye benzer ekonomilerin performansı ile birlikte tartışılacaktır.  Dönem içerisinde üretim yapısında kayda değer bir değişim olup olmadığını kontrol etmek için dış ticaret verilerine, AKP’nin “borçları sıfırladık” iddiasının kontrol edilmesi amacıyla dış borçlarla ilgili göstergelere bakılacaktır. Vergi politikasındaki gelişmeler ise, maliye politikasının incelenmesi için kullanılacaktır. Her arabaşlıkta, o başlığa ilişkin sonuçlar maddeler biçiminde özetlendikten sonra, sonuç kısmında ise, AKP döneminde bir ekonomi mucizesi var mıdır sorusu bu başlıklara ilişkin sonuçlar ışığında tartışılacaktır.

Girişte işaret edilen seçim sonuçları ve büyüme arasındaki ilişkinin incelenmesi ise, başka bir yazının konusu edilmek üzere, bu yazının kapsamı dışında bırakılmıştır. Ancak bu konuda cevaplanması gereken esas soru, eğer ekonomideki büyüme oranlarına bakarak seçim tercihlerini yapıyorsa, halkın, kişi başına milli gelirdeki büyümenin 1,9 olduğu 2008-2013 dönemine değil de, niye büyümenin daha yüksek olduğu 2002-2007 arasına bakarak oy kullandığıdır. Bu durumun, söz konusu önermeyi dile getirenlerce ayrıca açıklanması gerekir.

1998-2002 ARASI: ÇATIŞMA YILLARI VE EMEK HAREKETİNİN YENİLGİSİ

AKP’nin iktidar olduğu dönemin hemen öncesinde Türkiye ekonomisinin genel resmine bakarsak:

1998-2002 arasında, Türkiye ekonomisinde sermaye birikim süreci tıkanmış; ekonomi, durgun bir dönemden geçmiştir. Özelleştirme uygulamaları, emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi düzenlemelerle, IMF ve DB başta olmak üzere, uluslarası sermayenin desteğiyle bu tıkantıklık aşılmaya çalışılmıştır. Dönemin ekonomi politikasına damgasını vuran çatışma, Emek Platformu etrafında bir araya gelmiş emekçi sınıfların örgütlü güçleri ve onların müttefikleri ile uluslararası sermayenin desteğiyle büyük sermaye arasında yaşanmıştır. Çatışmanın programatik karşılığı ise, emekten yana, kamucu, kalkınmacı bir iktisatçı grubu tarafından hazırlanan ve Emek Platformu tarafından sahiplenilen “Emek Programı” ile ulusal ve uluslararası sermayenin programının karşılığı olan IMF ve Dünya Bankası’yla yapılan stand-by anlaşmaları olarak görünmektedir. Emekçi sınıflar, tekel dışı burjuvazi da dahil olmak üzere, toplumun geniş kesiminin taleplerini içeren Emek Programı etrafında girdikleri mücadeleden yenilgiyle çıkmışlardır. Emek hareketinin yenilgisinin hemen gözlenen etkisi, dünya ekonomisindeki gelişmelerin de eklenmesiyle, sermaye birikimindeki (büyümedeki) tıkanıklığın aşılması ve ekonominin AKP döneminin başında toparlanma eğilimleri göstermesidir. Daha uzun dönemli sonuçlar açısından ise, emek piyasasının esnekleştirilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden organize edilmesi, hizmet sektörü başta olmak üzere, güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması gibi sınıflar arası güç ilişkisinin kristalize olduğu değişikliklere dikkat çekmek gerekir. Konuya ilişkin, son olarak, bu süreç, aynı zamanda ’89 Bahar Eylemleri’nin mirası üzerinden yükselen ve büyük kamu işyerlerine dayanan sendikal mücadele hattının bir iktidar stratejisiyle buluşmamasının da etkisiyle, dövüşe dövüşe geri çekilme sürecinin sonuna gelinmesi olmuştur. Özel olarak Türk-İş’in, ancak genelde sendikal hareketin bütünün AKP dönemindeki dönüşümünün anlaşılması bakımından, bu dönemin muhasebesinin yapılması gerekir. İşçi sınıfının genç kuşaklarını kapsayamayan, genç işçi kuşaklarının örgütlenme ve mücadele eğilimleri karşısında ise bürokratik korkularla sınıfa ihanet eden sendikaların beka stratejisi, AKP’ye en yakın olmaya dayanmaktadır. Bu yazının konusu olmamakla birlikte, işçi sınıfının “iyi bir okul” olan yenilgi yıllarından hangi dersleri alarak çıkacağının önümüzdeki dönem sınıflar arası güç ve iktidar kavgasında tayin edici olacağına dikkat etmek gerekir.

AKP öncesindeki dönemin bir başka önemli özelliği ise, “yapısal uyum programları”yla nüfusun kırdan kente göçünün hızlanmasıdır. Tarımsal destekleme politikalarında değişikliklerin etkisiyle, ’90’ların sonunda hemen hemen birbirine eşit olan kır-kent istihdamı, hızlı bir biçimde kent lehine değişmiştir.

 

Tablo1: İstihdamın Kır-Kent ayrımında dağılımı

Yıllar Kır (%) Kent (%)

2000 49

51

2004 36 64

2008 34

66

2013 34 66

Kaynak: TUİK, İşgücü İstatistikleri

 

1998-2002 arasında, “çevre ülkeler”in pek çoğu gibi, Türkiye ekonomisi de durgunluktan geçmiştir. Bu beş yıllık dönem içerisinde kişi başına milli gelir düşerken, ekonomide atıl kapasite oluşmuştur. Ülke içerisinde tarım kesimindeki çözülmenin etkisiyle kentlerde işgücü piyasasısında rekabet artar, dünya ekonomisinde de ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde faiz oranları düşerken, çevre ülkelere doğru kaynak akışı başlamıştır. Bu gelişmelerin sonucu olarak, “gelişmekte olan ülkeler”in çoğunda, 2008 Krizi öncesindeki dönemde, ekonomi hızlı bir şekilde büyümüştür.

 

AKP DÖNEMİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ

Büyüme rakamları, son dönemin en çok tartışma konusu olan noktalarından birini oluşturmaktadır. Kişi başı milli gelirin on bin doları aştığı söylemi, iktidarın en önemli dayanaklarından birini oluşturmaktadır. AKP sözcüleri ve Başbakan Erdoğan, Türkiye ekonomisinin AKP döneminde % 350 büyüdüğünü iddia ediyorlar. Açıkladıkları rakamlara göre, kişi başına düşen milli gelir de bu dönem içerisinde 3 kat büyüdü. Dolar cinsinden cari fiyatlarla yapılan bu hesapların çok etkileyici bir başarı öyküsü olduğu aşikar. Peki, gerçekten Türkiye ekonomisi dönem içerisinde ne kadar büyüdü?

12 yıllık AKP dönemini değerlendiren pek çok çalışmada, bu dönem, 2001 Krizi sonrasında IMF ve DB’nın direktifleri doğrultusunda hazırlanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (Derviş Programı) ve 2008 Krizi sonrası olarak ayrılarak değerlendirilmektedir. Derviş Programı’nın temel hedefinin Türkiye ekonomisinin uluslararası sisteme eklenmesi için finans sektörünün düzenlenmesi, kamu harcamalarının azaltılması, bütçe açığının azaltılması ve ulusararası sermayenin girişinin önündeki yasal engellerin kaldırılması olduğu söylenebilir. Kriz sonrasında kurulmuş olan yeni güç ilişkileri ve kurumsal altyapının üzerinde yükselen bu dönemin büyüme rakamlarına bakıldığında, 2002-2007 arasındaki beş yıllık ortalama büyümenin % 7,3 olduğu, kişi başına büyümenin ise, nüfustaki artışla birlikte % 5,5 olduğu görülmektedir (TUİK).  Bu dönem meydana gelen büyümenin yarısının kaynağı özel sektör yatırımları olurken, kamu yatırımlarının payı ise %1’in altında seyretmektedir.

2008 Krizi’yle birlikte yaşanan küçülme ve “Orta Vadeli Program”la birlikte sermaye kesimine transferler artarken, dünya ekonomisindeki “gelişmekte olan ülkeler”e fon akışının yavaşlamasıyla, büyüme, bir önceki beş yıla kıyasla hızlı bir biçimde düşmeye ve ekonomide daha düşük büyüme rakamları ortaya çıkmaya başladı. 2008-2013 arasında ortalama büyüme  % 3,7 olurken, kişi başına büyüme %1,9 oldu. 2002-2007 dönemiyle kıyaslandığında bir başka dikkat çeken gelişme ise, büyümede özel sektör yatırımlarının payı hızla düşerken, kamu yatırımlarının payının artması ve tüketime dayalı bir büyüme modelinin ortaya çıkması oldu.

AKP’nin iktidar olduğu dönemin ortalama büyüme rakamlarına bakıldığında ise, 1998 sabit fiyatlarıyla milli gelir 2002-2013 yıllık ortalama yüzde 5,1 olurken, kişi başına ortalama büyüme oranı yüzde 3,6 oldu. “Türkiye’nin 200 yıllık İktisadi Tarihi” adlı çalışmasında büyüme rakamlarını karşılaştıran iktisat tarihçisi Şevket Pamuk, AKP dönemi ortalamasıyla 200 yıllık veriler arasında dikkate değer bir farklılık olmadığına dikkat çekiyor: “AK Parti dönemi de büyüme açısından ortalamalara yakındır. Yani bir mucizeden söz edilemez. Bu veriler ekonominin ortalama büyüme oranlarından farklı değil (Pamuk, 2014).” Verileri Türkiye’yle benzer koşullardaki ülkelerle kıyasladığımızda ortaya çıkan tablo ise, epey dikkat çekici. Dönemin başında Türkiye gibi hızlı büyüyen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin (BRIC) ile kıyaslandığında, ortalama büyümede Türkiye, BRIC ülkeleri ortalamasının altında kalırken, enflasyon, işşsizlik ve büyümede bu beşli içerisine en kötü durumda olan ülke oldu. IMF’nin hazırladığı 2013 yılı raporundaki verilere göre, ABD Merkez Bankası’nın parasal genişleme programını sone erdirmesinden en kötü etkilenecek beş ülkeden biri olan Türkiye, “kırılgan beşli”nin de en kötüsü olarak dikkat çekiyor.

 

TABLO 2: Kırılgan beşlinin ekonomik göstergeleri

Ortalama 2002 -2013 Ortalama 2002 -2013 Ortalama 2002 -2013

Büyüme Enflasyon İşsizlik

Brezilya 3,4 Brezilya 6,4 Brezilya 8,7

Endonezya 5,6 Endonezya 7,5 Endonezya 8,4

Hindistan 7,0 Hindistan 7,5 Hindistan 9,1

Güney Afrika 3,4 GüneyAfrika 6,0 GüneyAfrika 25,2

Türkiye 5,1 Türkiye 10,9 Türkiye 10,8

BütçeDengesi Cari  Denge

Brezilya -3,1 Brezilya -3,1

Endonezya -0,9 Endonezya 0,9

Hindistan -8,3 Hindistan -1,7

Güney Afrika -2,2 Güney Afrika -4,1

Türkiye -4,1 Türkiye -5,1

Kaynak: Eğilmez. 2014

 

Mahfi Eğilmez’in kapsamlı tablosundan sadece ortalamalar alınarak hazırlanan Tablo 2’ye göre, büyüme, bütçe dengesi, enflasyon, işsizlik, cari açık gibi temel göstergelerde, Türkiye, ekonomisi en kötü durumda olan ülkedir. Türkiye’yi 7 büyük “çevre” ekonomisiyle kıyaslayan Korkut Boratav ise, yatırımların milli gelir içindeki payına bakarak, IMF verilerinden şöyle bir sonuç çıkartıyor: “On bir yıllık ortalamalarda Türkiye yüzde 20,1 ile sadece (yüzde 19,7’lik) Filipinler’i geçmektedir. Diğer altı ülke de yatırımların milli gelire oranları yüzde 22,3 (Arjantin) ile yüzde 45,1 (Çin) arasında yer almaktadır. Büyüme hızları sıralamasının ikincisi olan Hindistan ise, yüzde 34,6’lık birikim oranı ile bu kategoride de ikinci sırada yer almaktadır.”

Tablo 2’nin de işaret ettiği en temel olgu, Türkiye ekonomisi bakımından sermaye birikiminin yeterli olmadığıdır. Bu durumun doğal sonucu ise, tasarrufların düşük olduğu ekonomide dışa bağımlılığın çok yüksek olmasıdır. Yüzde 20’lik yatırım oranı –ki bunun içinde son dönem kamunun yaptığı büyük altyapı yatırımları büyük pay tutmaktadır– işsizliğin mevcut düzeyde sürdürülmesine olanak sağlayacak bir büyüme rakamına yol açmazken –işgücüne her yıl eklenenlerin emek piyasasında kendilerine iş bulabilmeleri için Türkiye ekonomisinin yaklaşık yüzde 5 büyümesi gerekiyor–, tasarrufların GSYİH’ya oranı ise yüzde 15 civarında seyrediyor. Cumhuriyet tarihi boyunca da gözlemlenen yatırım-tasarruf dengesizliği, cari açığın artışıyla finanse edilmektedir. Bu nedenle de, dönem boyunca cari açık sürekli artmış ve bu yönüyle de Türkiye, kendisine benzeyen ülkelerden olumsuz anlamda ayrılmıştır. Ekonomideki büyüme temposunun düşmesinin ardından olması beklenen gelişme, cari açığın düşme eğilimi göstermesidir. AKP sözcülerinden önümüzdeki dönemde en sık duyacağımız övünme cümlesinin “cari açığı düşürdük” olması bu nedenle beklenir, ancak bu, bir başarının değil ekonominin yapısına ilişkin bir çarpıklığın göstergesidir. Türkiye ekonomisi bakımından makas çok açıktır: Üretim yapısında değişim olmadığına göre, hızlı büyürse cari açık artacak, ancak işsizlik yüzde 10’un biraz altında kontrol altında tutulacaktır; büyüme yüzde beşin altına düşerse ise, bu kez tersine cari açık düşerken işssizlik artacaktır. Son aylarda işsizliğin tekrar yüzde 10’un üzerine çıkması da bunun ispatıdır. Bu tablo nedeniyle, uluslararası finans kuruluşlarının raporlarında, Türkiye en kırılgan ülkeler listesinin başında yer alıyor.

Sonuç itibariyle, TUİK’in açıkladığı sabit fiyatlarla yapılan hesaplamalara göre, kişi başına gelirdeki artış üç kat falan değil, 1,46 kattır. Kişi başına milli gelir, dönem boyunca ortalama yüzde 3,6 büyüdü. Yüzde 350’lik büyüme rakamı da, üç katlık kişi başına milli gelir artışı da, istatistğin kötüye kullanımından başka bir şey değildir.

DIŞ TİCARET

2002-2013 arasında en dikkat çekici gelişmelerden biri, dış ticaret hacminin genişlemesidir. İhracatta kırılan rekorlar, Başbakan Erdoğan’ın en çok övündüğü rakamlar arasında yer aldı. Dönem boyunca cari fiyatlarla ihracat artışına yapılan vurgularla sürdürülen bu propagandanın doğruluğunu kontrol etmenin yolu, bir ülkede yapılan ihracatın ithalatı ne kadar karşıladığına bakmaktır. Tablo 3’te ihracatın ithalatı karşılama oranı, 2002 yılından 2013’e kadar gösterilmektedir. Bu tablo, bize, Türkiye’nin her yüz liralık ithalata karşılık ne kadar ihracat yaptığını göstermektedir. Güçlü TL politikası nedeniyle ekonominin büyüme dönemlerinde dış ticaret açığı artarken, ekonominin yavaşladığı ya da küçüldüğü 2002, 2009 gibi yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranında yükselme olduğu, Tablo 3’ten görülmektedir. 1980’den itibaren ihracatçı dışa açık bir büyüme modeline odaklanan ekonominin, dönem boyunca sürekli dış ticaret açığı vermesi, üretim yapısının sonucudur. Ara mallarında dışa bağımlı olan üretim yapısı nedeniyle, dış ticaret açığı sürekli büyümüştür. Dönem içerisinde dış ticaret hacmi büyürken, ihracatın itahalatı karşılama oranı düşmüştür.

TABLO: 3: İhracaatın ithalatı karşılama oranı

2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2009 2010 2011 2012 2013

75,7 69,9 68,1 64,8 62,9 61,3 63,1 65,1 72,5 61,4 56,0 64,5 60,3

Kaynak: TUİK. Dış Ticaret İstatistikleri

 

Dönem içerisinde Türkiye’nin dış ticaret yapısında olumlu sayılabilecek bir değişmenin olmadığının en açık göstergesi ise, ihracat içersinde yüksek teknoloji ürünlerinin payıdır. Yüksek teknoloji ürünlerinin Türkiye’nin ihracaatı içerisindeki payı, alt gelirli, orta gelirli ya da üst gelirli tüm ülke gruplarından, yani dünyanın bütününden olumsuz anlamda ayrışmaktadır. Hızlı büyüme dönemiyle birlikte üretim yapısında daha yüksek katma değerli ürünlerin üretimine geçildiğinin kanıtı olabilecek bu yüksek teknoloji ürünleri ihracatının payı yüzde 2’nin üzerine hiç çıkmazken, bu oran, dünya ortalamasında yüzde 20 civarında seyrediyor.

Kaynak: Dünya Bankası

 

Sonuç olarak, dönem içerisinde dış ticaret hacmi teşviklerle artmış olsa da, üretim yapısında köklü bir değişikliğin olmadığı açık bir biçimde görülmektedir. Üretim yapısında dışa bağımlı bir montaj sanayi görüntüsünde bir değişiklik olmadığı, ihracat ve ithalatın alt kalemleri incelendiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır.

DIŞ BORÇ

“IMF’ye borçları kapattık” iddiası, Başbakan Erdoğan’ın seçim döneminde en çok kullandığı argümanlardan birisi oldu. Dış borcun azaldığı mesajı verilen bu söylemin tersine, 2002-2013 arasında, Hazine Müsteşarlığı verilerine göre, toplam dış borçlar üçe katlanmıştır. Tablo 4’te, dış borçlarla ilgili seçilmiş göstergelere yer verilmiştir. Kısa dönemli dış borç verileri, dönemin başında yüzde 12 seviyelerindedir. Oysa bunların, 2013 yılı itibariyle, toplam borçların üçte birine ulaştığını tablo göstermektedir. Kısa dönem dış borçların bileşimine bakıldığında ise, yüzde 85’ine yakınının özel sektöre ait olduğu ve yüzde 60’a yakınının özel bankaların borcu olduğu görünmektedir. Özellikle 2008 Krizi’nden sonra yaşanan artış, yurtdışından düşük faizle borçlanarak iç piyasaya yüksek faizle borç veren finans kesiminin fon bulmakta zorlandığını ve geri ödemesi daha kısa zamanda gerçekleşecek kredilere yöneldiğini göstermektedir.

 

Tablo 4: AKP Döneminde Dış Borç verileri (2002-2013

Kısa  Dönemli (%) Özel sektör (%) Kamu (%) Dış Borç artışı (%)

2002 12.67 33.22 66.78

2003 15.96 33.95 66.05 11.24

2004 19.98 39.77 60.23 11.81

2005 22.78 49.75 50.25 5.98

2006 20.57 58.11 41.89 21.96

2007 17.24 64.31 35.69 20.15

2008 18.68 67.15 32.85 12.33

2009 18.20 64.09 35.91 -4.28

2010 26.49 65.51 34.49 8.43

2011 26.93 65.90 34.10 4.14

2012 29.72 67.16 32.84 11.33

2013 33.25 68.78 31.22 14.76

Kaynak: TCMB, EVDS

 

Kamu kesimi dış borcunda yaşanan düşme karşısında, hem bankacılık sektörünün hem de reel sektörün dış borcunun hızlı bir biçimde artmaya devam etmesi, tasarruf açığının finanse edilmesinin yolu olarak, finans kesiminin de, reel kesimin de yurtdışından borçlanmaya yöneldiğini ortaya koymaktadır. Borç artış yüzdeleri ise, ekonominin, hızlı büyüme dönemlerinde yatırım için daha fazla dış kaynağa bağlandığını göstermektedir.

Dönemin dış borç verilerinden çıkartılabilecek genel sonuçlar:

1- Toplam dış borç 2002-2013 arasında üç kat artmıştır.

2- Dış borçların yapısı bozulmuş ve kısa dönemli dış borçların toplam dış borçlar içerisindeki oranı artarken, özellikle bankacılık sektörünün borçları ekonomideki kırılganlığı arttırmaktadır.

3- Reel sektör, “merkez ülkeler”de faiz oranlarının düşüklüğüyle beraber bankacılık kesimini by pass ederek, kendisi yurtdışından borçlanmaya başlamıştır. Bu durumun en önemli etkilerinden biri, bankaların ücretli çalışanlara (hane halklarına) yönelmesi ve tüketici ve konut kredilerindeki hızlı artış olmuştur. Emekçi sınıfları finans sisteminin içerisine çeken bu dönüşüm, ekonomideki yavaşlamayı takip edecek bir işten çıkartma dalgasında bu kredilerin geri ödenmemesi riskini barındırmaktadır. Bireysel tüketici kredileri ve kredi kartlarının bankaların kredi hacimleri içerisindeki payı %40’a yaklaşmıştır. 2001 yılında bireysel kredilerin milli gelire oranı sadece yüzde 2,3 iken, bu rakam, 2014 yılı itibariyle yüzde 25’i aşmıştır. Bu rakam, büyümeden payını alamayan emekçi sınıfların yaşamlarını sürdürmek için kredi sistemi içerisine çekildiğini göstermektedir.

VERGİ POLİTİKASI

Maliye politikasının en önemli ayaklarından biri olan vergi politikasında bir değişim olup olmadığı, iktidarın gelir dağılımıyla ilgili tercihinin göstergesi olarak okunabilir. Vergi politikası, gelir dağılımının önemli belirleyenlerinden birisi olarak, ekonomide bir dönemin anlaşılması için bakılması gereken temel göstergeler arasındadır. AKP döneminde, sermaye kesiminin ödediği temel vergi olan Kurumlar Vergisinin toplam vergiler içerisindeki payı azalırken, Türkiye’de daha çok kayıtlı çalışanların ödediği gelir ve kazanç vergisi ve iki temel dolaylı vergi olan KDV ile ÖTV’nin toplam vergiler içerisindeki payı sürekli artmıştır. KDV ve gelir vergisi dönem boyunca sürekli artarken, içki ve sigara başta olmak üzere, ÖTV artışlarıyla birlikte, özel tüketim vergisinin vergi gelirleri arasındaki payı üçüncü sıraya yükselmiştir. Vergiler, dolaylı vergiler ve doğrudan vergiler olarak ayrıştırıldığında da, dolaylı vergilerin payının dönem boyunca yüzde 70’e yakın bir noktada seyrettiği görülmektedir.

 

DOLAYLI VE DOLAYSIZ VERGİLERİN DAĞILIMI [2004-2012]

DOLAYLI DOLAYSIZ

2004 68.9 31.1

2005 69.4 30.6

2006 68.5 31.5

2007 66.1 33.9

2008 64.9 35.1

2009 64.5 35.5

2010 68.4 31.6

2011 67.7 32.3

2012 66.8 33,2

Kaynak: Maliye Bakanlığı

 

Kamu harcamalarının en önemli kaynağını oluşturan vergilerin toplanma biçiminden çıkartılacak sonuç ise, devletin 2002-2012 arasında da emekçilerden vergi toplayıp sermayeye gelir transfer ettiğidir. Dolaylı vergiler ve doğrudan vergiler arasındaki bu çarpıklık, teknik bir problem olmanın ötesinde, kamu harcamalarını vergileriyle finanse eden emekçi kesimlerin bütçeden daha fazla pay alma talebinin meşruiyetinin ispatıdır.

SONUÇ

Daha kapsamlı bir değerlendirme için sosyal politika, kredi piyasaları, ücret ve verimlilik göstergeleri gibi göstergelerin de incelenmesi gerekse de, baktığımız bu temel veriler, AKP döneminde bir “ekonomi mucizesi” var mıdır sorusuna cevap vermek için yeterlidir.

Yazı içerisinde işaret edilen sonuçları tekrar etmeden kısaca özetlemek gerekirse:

1-) Ortada bir büyüme mucizesi yoktur. Dönemin karakteri itibariyle hızlı büyüyen “çevre ülkeleri”ne kıyasla Türkiye ekonomisinin performansı daha kötü olduğu gibi, Türkiye’nin tarihsel büyüme ortalamalarından bir sapma görülmemektedir.

2-) Türkiye kendisi gibi ülkelerle kıyaslandığında, tüm ekonomik göstergelerde ortalamanın altında, çoğunda da listenin en sonundadır.

3-) Benzer ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye ekonomisi, düşük yatırım oranları, yatırımdan daha da düşük tasarruf oranları ve son iki üç yıl içinde ise bir durgunluk eğilimi göstermektedir. Dolayısıyla rakamlara bakıldığında, AKP dönemi ekonomik performansı, dünyada Türkiye’ye benzeyen ülkelerden olumsuz anlamda ayrılmaktadır.

4-) Dünya ekonomisindeki para bolluğunun bitmesinin ardından, 2008 Krizi sırasında ABD ve Avrupa ülkeleri gibi kapitalizmin “merkez ülkeleri”nden “çevre”ye doğru akan fonlar gittikçe azalmaktadır. Dolayısıyla yatırım için para bulmak gittikçe zorlaşacaktır. Bu nedenle önümüzdeki birkaç yılın büyüme rakamlarının, daralma değilse bile, durgunluk eğilimi gösterecek olması kaçınılmazdır. Merkez Bankası da, hükümet sözcüleri de, bunu yavaş yavaş dile getirmeye başladılar.

5-) AKP döneminde üretim yapısındaki sorunlar çözülmediği gibi, ekonomideki büyümenin yavaşlaması, işsizlik ve bireysel kredilerin geri dönüşleriyle ilgili ciddi riskler içermektedir.  Toplam dış borçlardaki artış ve kısa vadeli dış borç düzeyi, dolar kurundaki bir değişimle birlikte finans kesiminde de, reel sektörde de iflasların ve büyük daralmaların nedeni olabilir.

6-) Düşük katma değerli üretim yapısı ve düşük tasarruf eğilimleri gibi yapısal sorunlarda bir değişiklik olmadığı için, ekonomik büyümenin en önemli belirleyicisi, Cumhuriyet tarihinin bütününde olduğu gibi, yatırımlar için kaynak bulmaktır. Dünya ekonomisindeki para bolluğunun sona erme eğilimiyle birlikte, yatırımları sürdürmek için gerekli yabancı sermaye girişinin sağlanmasının kolay olmadığı görülmektedir. Bu nedenle, Türkiye ekonomisi için “bahar ayları” sona ermiştir.

Bu tablodan çıkartılabilecek en önemli sonuç, 2001 Krizi’nin ardından “çevre ülkelere” doğru akan fonları kullanarak, emeğin, doğanın ve kentlerin talanı üzerine kurulmuş olan birikim rejimi tıkanmıştır. Bu nedenle, önümüzdeki günlerde bu tıkanıklığın aşılması için piyasaya açılmamış kamusal hizmetlerin piyasaya açılması da, kıdem tazminatının gasp edilmesi, kamu emekçilerinin iş güvencesinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen 657 sayılı kanundaki değişiklikler de gündeme gelecektir. Bu döneme emekçi sınıflar ve onların örgütlerinin ne kadar hazırlıklı olacağı, bu yeni saldırı dalgasından nasıl çıkılacağını belirleyecektir.

Tarihten bir örnek: frederic joliot-curie

Frederic Joliot-Curie… 1935 yılında Nobel ödülü almış Fransız bilim adamı. Çok bilinen bir Nâzım Hikmet şiirinde adı geçen İren Curie’nin kocası. Antifaşist mücadelenin ön saflarında yer alan bir bilim insanı. Nazi işgaline karşı direnen Ulusal Cephe’nin genel başkanı. Dünya Bilim İşçileri Federasyonu genel başkanı. Dünya barış kongresi genel başkanı. Fransız Komünist Partisi Merkez Komite üyesi.
Daha çok uzatılabilecek bir listedeki bütün bu özelliklerin bir insanda cisimleşmesi, hayal değil. Bunlar 20. yüzyılın en büyük fizikçilerinden biri olan Frederick Joliot-Curie’nin hayatına dair ilk sıralanabilenler.
Joliot’un fizikle ilgilenmeye başladığı yıllara -yani lise yıllarına- bakılacak olursa, gelişiminde tüm güçlükler karşısında gösterdiği çabanın ne kadar önemli olduğu görülecektir. Lise öğrenimine, paralı bir okul olan Lakanal lisesinde başlayan Joliot’nun Birinci Dünya Savaşı’nda ağabeyi, bundan kısa bir süre sonra da babası ölmüştür. Bu olaylar, Joliot’nun yaşamında önemli değişikliklere yol açmıştır. Ailesinin ekonomik durumunun bozulmasından dolayı, paralı bir okul olan Lakanal lisesinden, parasız bir okul olan Lavosier lisesine geçmek zorunda kalmıştır. Bu süreci Frederic’in okul arkadaşı olan Biquard’in yazdıklarından izleyebiliriz:
“Babasının ölümü ve ailenin mali durumunun bozulması Frederic’in Lakanal lisesinden alınıp parasız bir okul olan Lavosier lisesine verilmesini gerektirdi. Bu yıllar onda yeni bir merakın uyandığı yıllardır: Evin bir bölümü laboratuar haline gelmiş, çalışma odasının dört yanı tüpler, şişeler, elektrik aygıtlarıyla dolmuştu. Ve çalışma masasının karşısında, duvarda, bir fizik dergisinden kesilmiş bir resim: Pierre ve Marie Curie’nin resmi. Genç Joliot’un geleceği yavaş yavaş şekilleniyordu, fizikçi olacaktı. Liseyi bitirince Joliot’un gideceği okul hemen hemen belliydi; Paris Fizik ve Kimya Yüksek Okulu. Çünkü bu okul Paris’teki parasız birkaç yüksek okuldan biriydi. Joliot 1918’de bu okulun giriş sınavlarına katıldı, başarılı olamadı. 1919’da sınava yeniden girdi, bu kez birinci oldu. Sınavın hemen ardından ağır bir tifoya yakalandı. Yaşamla ölüm arasında savaşla geçen bir yılın sonunda 1920’de okula başladı.
Paris Fizik ve Kimya Yüksek Okulu 1882’de kurulmuştu. Endüstrinin isteklerine dönük uygulamaya ağırlık veren bir eğitim programı izliyordu. Okulu bitirenler fizik ya da kimya mühendisi diploması alıyorlardı. Joliot Fizik ve Kimya Yüksek Okulu’nda dönemin ünlü fizikçilerinden Paul Langevin’in öğrencisi oldu. Langevin ünlü bir bilim adamı olmasının ötesinde, insan hakları, demokrasi ve barışın yılmaz bir savunucusu olarak da tanınmıştı. Joliot Fizik ve Kimya Yüksek Okulu’nu 1924’de birincilikle bitirmiş ve bu başarısından dolayı Pierre Curie madalyasıyla onurlandırılmıştır.”
Sınıf ve askerlik arkadaşı Pierre Biquard’la birlikte okulu bitirince Langevin’e gittiler. Her ikisi de kendini bilime adamak istiyorlardı. Langevin, üniversite yaşamında dışarıda çalışmaya göre ellerine çok daha az para geçeceğini, üstelik Fransa’nın içine kapalı bilim dünyasında politeknik ya da yüksek öğretmen okulu gibi “birinci sınıf” eğitim kurumlarından mezun olmayanların ilerlemelerinin çok zor olduğunu anlattı onlara. Ama iki arkadaşın kararları kesindi. Birkaç gün sonra Langevin temaslarının sonuçlarını bildirdi; ikisine de 3 yıl süreyle Curie fonundan burs sağlanmıştı. Biquard kendisinin asistanı olacaktı, Joliot ise radyum enstitüsünde Marie Curie’nin asistanı oluyordu.
Bu olaylar örgüsünün buraya alınmasının nedeni, kapitalist eğitim sisteminin savunmasını yapmak ya da “Çok çalışırsanız siz de yaparsınız” öğüdünü yinelemek değil. Ancak, olanakların kısıtlılığının, bilim insanının özgürce çalışmasının önüne geçemediğini ve bu koşullarda üniversitede “bir şey yapılamayacağı” yargısının yanlış olduğudur. F. J. Curie’nin çabasının sadece kendini tatmin ve kendine çıkar amaçlı olmadığı ve bilimin işlevi itibariyle böyle olamayacağı unutulmamalıdır. Curie’nin akademik çalışma yapabilmek için aşması gereken engellerin ne kadar zorlu olduğu, akademik çevrelerdeki duruşuyla çok önemli bir isim olan Langevin tarafından da kendisine hatırlatılmıştır. Bu yolda Joliot Curie bu engelleri aşmasını bilmiştir. Bu zorlukların belki de en önemlisi, bilim adamı yetiştirmek için değil de, endüstrinin ihtiyaçlarını karşılamak ve ara eleman yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir okulda okumasından kaynaklanan zorluklardır. F. J. Curie’nin içinde bulunduğu koşullar, özgür bilim ve üniversite özlemini taşıyan Türkiyeli bir üniversite öğrencisininkine o kadar çok benziyor ki…
Joliot Marie Curie’nin asistanı olarak başladığı yolda, eşi iren Curie ile birlikte 1935 yılında yapay radyoaktifliği bularak ilerledi. 1935’te Nobel Kimya Ödülünü de alırken aynı anda Antifaşist Aydınlar Komitesi’nin de etkin bir üyesi olan Joliot, Sosyalist Parti’nin üyesiydi. Bir yandan bilimsel gelişimini ve bilimsel araştırmalarını sürdürürken bir yandan da laboratuarın dışındaki hayata karşı da sorumluluklarını da unutmuyordu. Avrupa’da faşizmin ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bu yıllarda, İspanya’da Franco gericiliği ile cumhuriyetçiler arasındaki savaş sürüyordu. Joliot Curie ve eşi, cumhuriyetçilere destek veren örgütlerde önemli görevler almıştı. Sosyalist Parti’nin İspanya İç Savaşı konusunda suya sabuna dokunmaz tutumu, onları Sosyalist Parti’den uzaklaştırmıştı. Hitler faşizminin savaş çığlıkları artık kulakları sağır edecek kadar yükselmişti. Hitler Almanyası’nın Çekoslovakya üzerideki bütün isteklerinin İngiliz ve Fransızlar tarafından kabul edilmesi üzerine, Joliot, aydınlar komitesinde yer aldı.
Joliot Curie, akademik mücadelenin, laboratuarın dışında da, bilim insanı ve onun üretimi olan bilimsel bilgi hayatla yüzleştiğinde de yürütülmesi gerektiğinin farkındaydı. Çünkü laboratuarın dışına çıkan bilgi toplumsallaşmaya başlar. Buradan sonra artık bilim adamının da, bilginin de, toplumun üretim sistemiyle ilişkisinin belirleyici etkisi ortaya çıkar. Bu ilişkide bilim adamı, hem kendi bilimsel üretim sistemine müdahale ettirmemek, hem de bilginin kullanım amacının ve şeklinin ve bunun insanlığı nasıl etkileyeceğini kontrol altına almakla yükümlü olmaya başladığı için, sorumludur. John Desmond Bernal’in de belirttiği gibi, çabası açısından bilim, komünizmdir.
1940 baharı sonunda Almanlar kuzeyden Fransa’ya girdiler. İşbirlikçi Fransız burjuvazisi ise, halkından, düşmandan korktuğundan daha çok korkuyor ve Paris’in savunulması için halka silah dağıtılması önerisini reddediyordu. 14 Haziran’da tek kurşun atılmadan Paris düştü. Tarihin bu karmaşık döneminde herkes kendi safını daha net biçimde ortaya koymak zorunda kalıyordu. İşte bu noktada F. Joliot Curie, laboratuarında çalışmalarının arasında gömülmek veya birçok meslektaşının yaptığı gibi ABD’nin ya da Almanya’nın atom silahları isteğini karşılamak yerine, Fransız Komünist Partisi’nin çağrısına kulak verdi ve Vichy hükümetine, savaşa ve Nazilere karşı Ulusal Cephe’nin örgütlenmesine katıldı. Ulusal Cephe’nin üniversite komitesinde yer aldı.
Aynı süreçte Joliot’un France de College’deki görevini sürdürdüğü ve atom bombası yapımı için çok önemli olan ve Sovyetler Birliği hariç bir tek Fransa’da bulunan sikletronu yönettiği unutulmamalıdır. Bundaki amacı, hem ülkesinin geleceği için genç bilim adamları yetiştirmek, hem de Almanların sikletronu atom bombası yapımı için kullanmalarını önlemekti. Joliot’a işgal altındaki Fransa’yı terk etmesi önerildiğinde, “Fransız atom fiziği geleneğini sürdüreceğim ve gelecek kuşağın fizikçilerini yetiştireceğim” diyerek yurt dışına çıkmayı reddetti. İlk iki yılı, çoğu aygıtı sökülmüş veya bozulmuş laboratuarları tamir ederek harcadı. 1942’ye gelindiğinde sayıları on beşi bulan genç bilim adamları ile birlikte radyoaktif izleyicilerle ilgili çalışmalar yaptı. Bu çalışmalarının sonucunda kanser teşhisini kolaylaştıracak sonuçlar ortaya koydu ve Fransa Tıp Akademisi üyeliğine seçildi. Bu çalışmaların hepsinin İkinci Dünya Savaşı boyunca olması ve Joliot’un Ulusal Cephe’ye genel başkanlık yaptığı döneme denk gelmesi, önemini bir kat daha artırıyor.
Üniversitedeki laboratuarını da direnişçiler için el bombası, telsiz, molotof kokteyli yapan bir imalathaneye dönüştürmesi ve Fransız Komünist Partisi’ne üye olmasının nedeni sorulduğunda, ülkesini çok sevdiğini söylemiştir.
Faşist Almanya’nın Sovyetler karşısında bozguna uğramasının ardından Fransa’nın kurtuluşu ile birlikte Joliot Curie ve eşi bütün çabalarını Fransa’da bilimsel çalışmaların yeniden örgütlenmesine yönelttiler. Bu konuda F. Joliot öğrencilerine şunları söylüyordu: “Bilim Fransa için zorunludur. Bir ülkenin bağımsızlığı ancak öteki uluslara yaptığı özgün katkılarla olanaklıdır. Bu olmadığında sömürge durumuna düşülür.
Bilim adamının yurttaşlarını bilimin görevi hakkında aydınlatması, bilimin özel girişimin kazancını arttırmak için değil insanı özgürleştirmek için var olduğunu anlatması gerekir. Bu bilim adamının yurtseverlik görevidir… Artık laboratuara kapanıp özveriyle çalışmak yetmiyor. Günümüzde bilimi savunmak gerekiyor, hem burada hem yaşamda.”
0, bilimin savunulması gerektiğine inandığı için, Japonya’ya atom bombası atılması kararının altına imza atanların yanında değil, Stockholm çağrısının altına imza atanların yanında yer aldı. Bunun sebebini şu kısa sözü ifade ediyor:
“Biz bilim adamları ancak sürekli bir barış var oldukça iç huzuruna kavuşabilir ve bütün günlerimizi laboratuarda geçirebiliriz.”
İşte bu yüzden belleğimizde savaş karşıtı mücadelenin simgelerinden biri olmuştur. ABD’nin okyanus ötesinde çaldığı savaş tamtamlarına gençlerinin kanını Amerikan dolarına satarak karşılık veren işbirlikçi hükümetlerin karşısında, savaşa böylesine yiğitçe karşı çıkan bilim insanlarına ülkemizin ne kadar ihtiyacı olduğu su götürmez. Bilim insanları, bugün ABD emperyalizmi için savaşa destek vermekle (YÖK’ün son dönemdeki basın açıklamasıyla yaptığı gibi), eşit, özgür bir toplumu yaratma çabasına omuz vermek arasında seçim yapmak zorundadırlar. Çünkü ürettiklerinin laboratuar dışına çıktığında insan yaşamına etkisi o kadar arttı ki, artık kendi kabuğuna çekilmek taraf olmamak değil savaşa destek vermek anlamına geliyor.
Frederic Joliot Curie’nin yaşam öyküsü, bilim adamının yaşam içinde edineceği konum için çok önemli bir örnek sunuyor.
Tarih onu unutmayacaktır…

Kamu ihaleleriyle rant aktarımı

Türkiye ekonomisinin AKP’li döneminin en önemli tartışma konularından birisi İslami sermaye, yeşil sermaye, yandaş sermaye ve buna karşı geleneksel sermaye, TÜSİAD sermayesi arasındaki güç ilişkilerinde bir değişimin olup olmadığı hususunda yaşanmaktadır. Şüphesiz ki karmaşık ve çeşitli düzlemlerde ele alınıp tartışılması ve maddi zemininin incelenmesini gerektiren bir konudan söz ediyoruz. Tartışmanın bütünü bu yazının boyutlarını aşacak düzeyde ve çeşitli biçimleriyle Özgürlük Dünyasının geçmiş sayılarında kendisine yer bulmuş durumdadır. Bu yazının konusunu halkın vergileri ile oluşmuş kamu kaynaklarının –vergi sistemimizdeki çarpıklıklar nedeniyle çok büyük bir bölümü doğrudan emekçilerin ücretlerinden yapılan kesintiler ve dolaylı vergilerden oluşmaktadır -sermayenin çeşitli klikleri arasında bir kayırmanın aracı olarak kamu harcamaları oluşturmaktadır. Bu yazı kayırılan veya cezalandırılan kliklerin kimler olduğunu değil bu mekanizmanın nasıl işlediğini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu nedenle vurgu noktası kimler ödüllendiriliyordan öte ödüllendirme –rant aktarma- mekanizması nasıl işliyor sorusunun üzerindedir.
Peki, bu kadar teknik bir konuyu akademik çevrelerin ve konunun ilgililerinin gündemi olmaktan çıkartıp, sınıflar mücadelesinin konusu haline sokan nedir? Birincisi bugün günlük hayat içerisinde çeşitli biçimlerde gözlemlenen hem çeşitli büyük sermaye gruplarının hükümetle ilişkilerindeki –NTV’nin sahibi Doğuş grubunun ve Habertürk başta olmak üzere pek çok yayın organına sahip Ciner grubunun tavrı Gezi Parki eylemleri ile birlikte sık sık tartışıldı- değişimleri hem de özellikle yerel yönetimler düzeyinde çok açık görünen ihale almak için AKP ilçe teşkilatından üyelik kartı ve onay mekanizmasının işleyiş yollarının nasıl “yasallaştırıldığını” anlamaya katkı sağlamaktır. İkincisi ve daha önemlisi ise tıpkı verginin kimlerden toplandığı sorusunun cevabı gibi, kamu harcamalarının nasıl ve kimin lehine yapıldığı sorusunun cevabının da emek ve sermaye cephesinin güç ilişkilerinin ve mücadelelerinin sonucu olmasıdır.
2013 yılı bütçe görüşmeleri sırasında TBMM’de yapılan tartışmalar arasında en dikkat çekici olanı 2011 yılına ait Sayıştay raporunun bütçe görüşmeleri sırasında parlamentoya sunulmaması oldu. Tartışma muhalefet partileri tarafından “kamu harcamalarının denetimi engelleniyor”, “kamu alımlarında şeffaflık azalıyor” eleştirilerine neden olurken, hükümet bu eleştirileri reddederek raporların sunulmamasını teknik gerekçelere dayandırmıştır.  Bu çalışmanın odaklandığı konu doğrudan Sayıştay Raporları olmamakla birlikte ortaya çıkan bu durum Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez yaşanması ve kamu eliyle bürokratik ve siyasi rant yaratma mekanizmasını bir kez daha gündeme getirmiş olması nedeniyle bu konunun neden seçildiğinin anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Parlamentoda tartışmaya yol açan Sayıştay Raporları’nın sunulmamasının arka planı incelendiğinde muhalefet tarafından gündeme getirilen kamuda şeffaflığın hükümet eliyle azaltıldığı eleştirilerini destekleyen bir tablo ortaya çıkmaktadır. 19.12.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6085 sayılı Kanunla kamu kesiminin TBMM adına denetimi görevi Sayıştay’a verilmiştir . Gerekçesinde kamu denetiminde etkinliği arttırmak ve çok başlılığı azaltmak olan bu kanun kapsamında Sayıştay tarafından hazırlanması gereken raporların sunulmaması konunun özünü oluşturmaktadır. Ancak ilk bakışta denetimle görevli kamu otoritesi olan Sayıştay’ın görevini yapmaması sonucu ortaya çıkmış gibi görünen bu resim biraz genişletildiğinde ortaya çıkan görüntü değişmektedir.
Teftiş kurullarının kaldırılmasından sonra kamuda denetleme yetkisine sahip tek kurum olan Sayıştay 2012 yılı içerisinde 132 kamu kurumunun 2011 harcamalarını değerlendiren rapor hazırlığına girişmiştir. Sayıştay denetçilerinin hazırladığı raporlardaki tespitlerin ilgili kamu kurumlarına iletilerek görüşlerinin sorulmasından kısa bir süre sonra ise 4 Temmuz’da kabul edilen torba kanuna eklenen maddeyle, Sayıştay’ın denetim yetkisi kısıtlandı. 6353 sayılı kanuna eklenen maddeyle ; Sayıştay’ın kamu idarelerinin takdir yetkisini sınırlayacak veya ortadan kaldıracak şekilde rapor düzenleyemeyeceği, yapılan işlerin gerekliliği, ekonomikliği, etkililiği, verimliliğinin denetlenemeyeceği öngörüldü. Bu değişikliklerin ardından denetçiler tarafından hazırlanan raporlar yeni kanunla uyumlu olmadığı için TBMM’ye sunulmamıştır.   Sayıştay’ın denetim yetkisinde torba yasayla yapılan sınırlama Avrupa Komisyonu’nun 2012 Yılı ilerleme raporunda da yer buldu. Raporda, bu durum endişe verici olarak nitelendirildi. “Sayıştay denetim ve kontrolünün bağımsızlığı ve etkinliğinin tehlikeye atıldığı” belirtilen raporda, “Son yapılan yasal değişiklikler ciddi endişeler oluşturmaktadır” denildi (AB, 2012). Bu tartışmalarda ortaya çıkan ve kamu harcamalarının denetimi ile ilgili sorunların boyutunu ortaya çıkartan bir başka bilgi ise hakkında rapor hazırlandığı ifade edilen 132 kamu kurumunun açıklanmaması ve Sayıştay’ın kamu kurumlarının denetimini sadece 59 kişilik bir denetçi kadrosu ile sürdürmesi oldu.
Yukarıda özetlenen örnek olay kamu yönetiminde denetimin, “tavşan kaç- tazı tut” kısır döngüsünün sarmalına sıkışıp kaldığını ortaya koymaktadır. Bu alanda yapılan çalışmalar incelendiğindeyse hem dünyada hem Türkiye’de kamu yönetimi, siyaset bilimi, hukuk, iktisat ve maliye disiplinleri içerisinde oldukça kapsamlı bir literatür şekillendiği görülmektedir. Bu çalışmada kamu alımları, kanun metinleri ve kamu alım raporları, AB, IMF, DB başta olmak üzere uluslararası kurum raporları metinleri ve verileri kullanılarak Kamu İhale Kurumu’nun (KİK) kuruluşundan itibaren incelenecektir. Sözü edilen dönem aynı zamanda Türkiye’de AKP’nin tek parti iktidarıyla da çakıştığı için “hükümet kendi zenginini yaratıyor” eleştirilerine sebep olan kurumsal yapı da ilgi çalışmanın alanı içerisindedir. Ancak AKP döneminde kamu kaynaklarından rant aktarım süreci olup olmadığının ölçülmesi çok daha boyutlu bir araştırmayla cevaplanabilecek bir soru olduğu için bu çalışmanın “bu dönemde kamu alımları vasıtasıyla siyasi ve bürokratik rant riski var mıdır?”, varsa “bu riske konu olabilecek iktisadi kaynağın büyüklüğü nedir?” sorusuna yanıt aramaktır. Bunun için öncelikle kamu ihalelerinin bütçe ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içerisindeki paylarında yaşanan değişim, kamu ihale kanunu ve KİK’in yetki alanındaki değişim ve Kamu İhale Kanunu kapsamından çıkartılan kamu harcamalarındaki değişim incelenecektir.

KAMU İHALE KANUNUN DEĞİŞTİRİLMESİ
2001 krizinin ardından ekonomide dışa açıklığın arttırılması ve özelleştirme süreçlerinde (TELEKOM, PETKİM, TÜPRAŞ bunun örnekleridir) yabancı sermaye daha etkin katılımı için kurumsal altyapı önemli bir değişim göstermiştir. Derviş Yasaları olarak anılan yasalarla bağımsız denetleyici ve düzenleyici kurumlar kurulmuş ve kamu hizmetlerinin sunumu ve alım süreçleri piyasa kurallarına tabi kılınmıştır. Bu dönüşüme zemin hazırlayan nedenler ise uluslararası sermayenin pazar arayışı ve ağır ekonomik kriz koşulları altında yabancı sermaye çekmeye ve IMF’den krediye almaya ihtiyaç duyan hükümetlerin ve burjuvazinin bu süreçteki uluslararası sermaye karşısında pazarlık gücünün zayıflamış olmasıdır. Kamu İhale Kanunu ve onunla birlikte kurulan Kamu İhale Kurumu bu sürecin ürünüdür. Yasada yapılan değişiklikler ise 2001 krizinin sermaye üzerindeki etkilerinin azalmaya başlaması ve yüksek büyüme hızları ile birlikte hükümetin ve Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermayenin girişini engellemeyecek bir biçimde kamu alım süreçlerinde yeni şekillenmekte olan elitler arasında paylaşım kanallarını genişletmek için gündeme gelmiştir.
Kamunun alım, satım, kiralama, ruhsat ve imtiyaz devir işlemleri yolsuzluk ve suiistimale karşı en açık alanlarıdır. Bu işlemler; kamu varlıklarının ranta çevrilerek, özel şahıslara aktarılması konusunda siyasetçi, kamu görevlisi ve sermaye tarafından kurulabilecek çıkar gruplarına geniş imkanlar yaratabilmektedir. Bu nedenle kamu alımlarının kurallara bağlanması, denetimi ve yolsuzluğa karşı mücadele hem araştırmacıların hem de politika yapıcıların uzun süredir ilgi alanları arasında yer almaktadır.
Bu kapsamda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kamu alımlarına ilişkin bilinen ilk düzenleme 1857 tarihli Nizamname’dir. Cumhuriyetin ilanını takiben kamu alımları alanına yönelik ilk düzenleme ise 1925 yılında 661 sayılı Müzayede, Münakasa ve İhalat Kanunu ile yapılmıştır. Daha sonra devlet alımlarını daha modern esaslara bağlayan 2490 sayılı Artırma Eksiltme ve İhale Kanunu 1934 yılında uygulamaya sokulmuş, ekonomi politikasındaki değişmelere paralel olarak 01.01.1984 tarih ve 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu yürürlüğe girmiş ve yaklaşık 20 yıl uygulanmıştır. Kamu ihaleleri ile ilgili her kurumun farklı usuller benimsemesine olanak sağlayan bu kanun da ekonomi paradigmasında liberalizmin etkisinin artması ve IMF ve DB kontrolünde sürdürülen yapısal uyum programı çerçevesinde bir kenara konulmuştur. 2001 krizi sonrasında kamu ihale sistemi yeniden düzenlenmiş ve Kamu İhale Kurumunun kuruluşunu da beraberinde getiren 4734 sayılı kanun yürürlüğe girmiştir (Gül, 2010).
Bu çalışmada ele alınan dönem 4734 Sayılı Kanunun sık sık yapılan değişikliklerle birlikte yürürlükte olduğu dönemi kapsadığı için yapılan değişikliklerin yarattığı kamu sistemi daha kapsamlı olarak incelenip kanunun yapılış sürecini biçimlendiren politik ve iktisadi ilişkilere ilişkin genel çerçeveye de bakılmıştır.

4734 SAYILI KANUN
2001 krizi sonrasında yapılan kamu ihale kanunun hazırlanmasının arkasındaki itici güç ulusal değil uluslararası kurum ve şirketler olmuştur. Kamu hizmetlerinde yaşanan neoliberal dönüşümle uyumlu olarak gündeme gelen bu değişikliğin en temel hedefi kamu alımlarının daha liberal hale getirilmesi ve uluslararası sermaye de dahil olmak üzere sermayenin ihale süreçlerinde karşı karşıya kaldığı engellerin bertaraf edilmesidir. 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun, Kamu İhale Kurumunun (KİK) kurulmasını, yapısını ve işleyişini düzenleyen 53’üncü maddesinin gerekçesinde “Uluslararası ihale mevzuatına uyum sağlamak üzere kamu tüzel kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip bir kurum kurulması gereği ortaya çıkmıştır” denilmektedir. 
Türkiye’de kamu alımları konusunda KİK’e ihtiyaç duyulmasının en önemli sebepleri; “saydamlık ihtiyacı”, “rekabetin ve kamuoyu denetiminin sağlanması gereği”, AB Direktifleri ve Dünya Bankası Raporları ile ihtilafların zamanında çözümü isteği olarak sıralanabilir.
Derviş yasaları arasında TBMM tarafından 04.01.2002 tarihinde kabul edilerek 01.01.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4734 sayılı Kanun ile IMF, DB ve AB gibi kurumların taleplerine paralel olarak ihale sistemine getirilen temel ilkeler yasanın maddeleri ve gerekçesi incelendiğinde şöyle özetlenebilir:
a-Saydamlık ve Hesap Verilebilirlik İlkesi,
b-Kaynakların Etkin Kullanımı ve Profesyonellik İlkesi,
c-Açık İhale İlkesi,
d-Uluslararası Uygulamalara Uyum İlkesi.
Kamu alımları için esas yöntemin açık ihale ilkesi olarak belirlediği kanuna bağlı bağımsız bir kurum olarak Kamu İhale Kurumu oluşturulurken BM tarafından hazırlanan UNCITRAL Model Kanunu esas alınmıştır. Ancak kanun metni üzerinde daha yürürlüğe girmeden yapılan değişikliklerle bütünlüğünden uzaklaşmış, istisnai alım yöntemlerinin payı yıllar içerisinde sürekli artış göstermiştir. Kanunda yapılan değişikliklerin nedenlerine bakıldığında şikayet hakkının kısıtlaması, elektronik ihale sisteminin yasal altyapısının oluşturulması, istisnai hükümlerin arttırılması ve yasanın kapsamın daraltılması, KİK’in yetkilerinin azaltılması gibi nedenler öne çıkmaktadır.
Kamu ihaleleri için yukarıda sözü edilen ilkelerin en geniş anlamıyla uygulanabileceği ihale yöntemi açık ihaledir. Bu sebeple açık ihale usulü 4734 sayılı kanunda temel ihale usulü olarak kabul edilmiş olup belli istekliler arasında ihale veya pazarlık usulü ihale yöntemi sadece istisnai haller için öngörülmüştür. Zorunlu hallerde kullanılmak üzere, doğrudan temin usulü de bir satın alma usulü olarak benimsenmiştir. Bu çalışmada kamu ihalelerinde şeffaflığın artışının ya da azalışının göstergesi olarak toplam kamu alımları içerisinde açık ihale yoluyla alımlar ile diğer usuller arasında oransal değişim kullanılacaktır. Çünkü açık usulle yapılması gereken bir ihalenin, kanundaki istisnalar kullanılarak, pazarlık usulü ihale yöntemiyle yapılması bir rant aktarım mekanizması oluşmasının en kolay yollarından birisidir.

4734 SAYILI KANUNDA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER
26 ayrı yasa değişikliği ile yasa metni 143 değişikliğe uğramıştır . Bu değişikliklerle 68 maddelik yasanın 45 maddesi değiştirilmiştir. Bu değişiklikler içerisinde bu çalışma için önemli olanları şeffaflığın azaltılması ve istisnai alımlarının kapsamının genişletilmesi olduğu için tüm değişikliklerle ilgili özet bilgiler vermekle yetinildi. Ancak konunun bütünüyle ilgili bir inceleme için kanun metninden faydalanılabilir.
4734 sayılı Kanun’un kapsamını düzenleyen 2’nci maddesi yoğun bir biçimde kapsamdan istisna taleplerine konu olmuştur. Kanunun değişiklik taleplerine konu olan en önemli maddesi ise, kanun kapsamında olmakla beraber kamu kurum ve kurumlarının faaliyetlerinin bir kısmının 4734 sayılı Kanun’dan istisna edilmesine ilişkin 3’üncü maddesidir.
Kanunun istisnaları düzenleyen 3’üncü maddesi farklı zamanlarda çıkartılan düzenlemelerle genişletilmiştir. Kapsam maddesi ise daraltılmıştır. İstisnaların çok fazla olduğu her ilerleme raporunda belirtilmesine rağmen, değişikliklerle söz konusu fazlalığın azaltılmasının aksine daha fazla istisna getirilmiştir.
Yasanın ilk halinde doğal afetler, istihbarat ve savunma alımları için istisna hükmü konulmuşken yapılan değişikliklerle istisna kapsamındaki alımları düzenleyen üçüncü madde “T” harfine kadar ulaşmıştır. İstisna kapsamındaki ihalelerin arasında yolsuzluk iddiasıyla gündeme gelmiş olan Fatih projesi kapsamındaki alımlar, Marmaray, Meclis’e ait Tarihi Köşkler, demiryolları, 3. köprü ve hızlı tren ihaleleri, BOTAŞ alımları, MİT, MASAK, Spor federasyonları, kömür dağıtımı için yapılacak ihaleler yer almaktadır. Bu konuda dikkat çeken ihalelerin bazıları aşağıdadır (Ateş, 2010):
·    2009 yılında İstanbul’da yapılan Dünya Bankası ve IMF toplantılarının organizasyon giderleri,
·    Spor müsabakaları müşterek bahis oyunlarının özel kesime verilmesine dair ihale işlemleri (5738 sayılı Kanun),
·    Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Vakıflar Kanunu çerçevesinde yapacağı danışmanlık türü hizmet alımları (5737 sayılı Kanun),
·    Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün oluşturacağı özel hesaptan yapılacak harcamalar (5764 sayılı Kanun),
·    Türkiye Yatırım Destek Ajansı’nın söz konusu kanundan muaf tutulması (5523 sayılı Kanun),
·    İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın söz konusu kanundan muaf tutulması ( 5706 sayılı Kanun),
·    TÜRKSAT A.Ş.nin 4734 sayılı Kanun’dan muaf tutulması (5189 sayılı Kanun),
·    Sağlık tesislerinin kiralama karşılığı yaptırılması (5396 sayılı Kanun).

Bu kapsamda dikkati çeken bir düzenleme de Devlet Malzeme Ofisi (DMO) üzerinden yapılan alımlardır. İdareler, kanun kapsamında karşılamaları gereken ihtiyaçlarını DMO’dan sipariş etmeye başlamış, DMO da alımları istisna kapsamında yaptığı için dolaylı yoldan birçok idarenin ihale rejimine tabi olmaması sonucu ortaya çıkmıştır. İstisna hükümlerinin bu kadar genişletilmesi ise AB’nin Türkiye için her yıl yayınladığı ilerleme raporlarında eleştiri konusu olmuştur:
“Kamu kurumlarının mal ve hizmet alımları ile ilgili olarak Kamu İhale Kanunu’ndan (KİK) birçok ek istisna tanınmış ve araştırma ve geliştirme projeleri ile ilgili tüm alımlar KİK kapsamı dışında bırakılmıştır. Kamu İhale Kurumu, istisnalar kapsamında gerçekleştirilen ihalelerin 2008 yılında % 31,8 oranında arttığını belirten bir rapor yayımlamıştır. 2009 yılının ilk çeyreğinde tanınan istisnalarla yapılan alımların değeri iki kattan fazla artmış ve kamu iktisadi teşekküllerinin mal ve hizmet sunan tekelleri teyit edilmiştir (AB İlerleme Raporu, 2009).
AB raporları incelendiğinde eleştirilerin yerli istekliler lehine fiyat ayrımcılığı, KİK’in bağımsızlığına ilişkin kaygılar, kapsam dışında yer alan kamu alımlarının fazlalığı olarak özetlenebilir.
AB’nin de bağımsızlığı konusunda kaygı duyduğu KİK, kanuna göre idari ve mali özerkliğe sahip, bağımsız bir kurum olup hiçbir organ, makam, merci ve kişi kurumun kararlarını etkilemek amacıyla emir ve talimat veremez. Ancak, KİK’in üyelerinin nasıl belirleneceğini düzenleyen 53. maddeye bakıldığında kurulun 10 üyesinden 2’si Danıştay ve Sayıştay, 2’si de TOBB ve TİSK tarafından gösterilecek adaylar arasından atanırken, 6’sı doğrudan hükümet tarafından atanmaktadır. Bu durum kurumun siyasi otoriteden bağımsız olma iddiasını bile geçersiz kılmaktadır.

2003-2012 ARASI KAMU ALIMLARININ GENEL GÖRÜNÜMÜ
Bu bölümde 2003-2012 yılları arasında kamu alımlarıyla rakamlar incelenmektedir. Konuyla ilgili yasal metinler bir iktisat incelemesine göre uzun sayılabilecek bir biçimde incelendi çünkü ihaleleri düzenleyen yasal metinler, kamu kesimi harcama hukukunun bütçe metinleri ile beraber en önemli belgeleri arasında yer almaktadır. Kamu ekonomisi bakımından yıllık bütçe kanunları ve ilgili mali mevzuat metinleri (vergi kanunları, bütçe uygulama talimatları vb.) gelirlerin toplanması ve harcamaların yapılması ile ilgili temel ilkeleri ve bunların ayrıntılarını belirlerken, ihale kanunları kamu hizmetinin görülmesinde ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerin satın alınmasında ve gerek duyulan yapım ve inşaat işlerinin (ağırlıklı olarak sermaye giderleri) yerine getirilmesinde dayanak olan ilkeleri ve bunlara ilişkin olarak uygulanacak kuralları belirler. Kısaca sözü edilen düzenlemelerin kamu ekonomisi bakımından “oyunun kuralları”nı belirlediği açık bir biçimde görülmektedir. Bu çalışmanın konusu kamu alım süreçlerinde rant aktarımı olduğu için piyasa içerisindeki oyuncuların –hükümetler, bürokratlar ve ihalelere giren sermaye grupları- yasal ya da etik kuralları yok sayması ya da arkasından dolaşarak kendilerine çıkar sağlaması konunun özünü oluşturmaktadır. Eğer yaygın bir rant aktarım riskinden söz ediyorsak bu durumda sorunun sadece oyunculardan değil oyunun kurallarındaki sorunlardan da kaynaklanması yüksek bir olasılıktır. Yasal metinlerin incelenmesine oyunun kurallarındaki boşlukların işaret edilmesi için bu kadar kapsamlı bir biçimde yer verilmiştir. Bu bölümde ise rant riskine konu olan kamu alımlarının dönem içerisindeki seyrine odaklanılmıştır.
Kamu ihaleleri birçok yönden hükümetler için kritik öneme sahip faaliyetlerden sayılır. OECD tahminlerine göre, kamu alımlarına konu olan işlemlerin hacmi, ülke GSYH’larının ortalama % 15’ine tekabül etmektedir. Bu yönü ile kamu alımları için önemli miktarda kamu kaynağı tahsis edilmektedir (CHP, 2010).

ŞEKİL1: Kamu alımlarının yıllara göre dağılımı

Kaynak: KİK yıllık kamu alım raporları üzerinden yazar tarafından hesaplanmıştır.

Türkiye’de 2003-2010 yılları arasında 4734 sayılı Kanun kapsamında gerçekleştirilerek KİK’e bilgi verilen ihalelerin toplam tutarı 377 milyar TL’dir. Bu ihalelerin 261 milyar TL’lik kısım açık ihale usulü ile yapılmışken 116 milyar TL’lik (% 31) kısım eksik rekabet koşulları altında, istisna yöntemleri ile gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’de 2003-2010 tarihleri arasında gerçekleştirilen kamu alımlarının incelemesinden yukarıdaki grafikteki sonuçlara ulaşılmıştır. Grafiğe bakıldığında kamu alımlarının 2003 yılından 2008 yılına kadar hızlı bir artış gösterdiği görülmektedir. Bu artış eğilimi 2001 krizi sonrasında uygulanan yapısal uyum programlarıyla azalan kamu alımlarının krizden çıkış ve yüksek büyüme döneminde hızla arttığını ortaya koymaktadır. Ancak sadece bu açıklama artış hızını açıklamakta yeterli değildir, aynı zamanda yeni kamu alım mevzuatının düzenlenmesinin ardından kamu kurumlarının 2005’e kadar yaptıkları ihaleleri KİK’e bildirmemeleri nedeniyle de sonraki yıllar için veriler hızlı bir biçimde artmış gibi görünmektedir. Dünya ekonomisinde yaşanan küresel krizle birlikte kamu alımları 2008 yılından 2009 yılına geçilirken sert bir düşüş yaşarken, hükümetin uyguladığı kamu yatırımlarını arttırarak küresel krizin etkilerini azaltma politikaları ile kamu alımları 2010 yılından itibaren tekrar artmaya başlamıştır. 2011 yılında kriz öncesindeki düzeyi aşarken, 2012 yılının ilk 9 ay rakamlarına bakıldığında 2012 yılında da bu artışın süreceği öngörülmektedir.

Kaynak: KİK raporları ve TUİK verileri kullanılarak yazar tarafından hesaplanmıştır
Şekil 2 kamu alımlarının Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya oranında yıllara göre meydana gelen değişimi göstermektedir. Grafiğe bakıldığında görünen en açık sonuç kamu alımlarının artış hızı GSYİH’nın artış hızından çok daha yüksek olmuştur. 2003 ve 2004 yılı verilerinin KİK kayıtlarında eksik olduğu kabul edilip dikkate alınmasa bile 2005 yılından 2008 yılına kadar kamu alımlarının GSYİH içindeki payının  iki katına çıktığı görülmektedir. Krizle birlikte ilk dönem uygulanan daraltıcı maliye politikaları ile birlikte oran düşerken 2010 yılından itibaren tekrar artmaya başlamıştır. 2012 yılının sonunda bu oranın % 9 seviyesine yaklaşacağı öngörülmektedir.

Şekil 3: Kamu alımlarının bütçe içindeki payının yıllara göre değişimi (%)

Kaynak: KİK raporları ve MB verileri kullanılarak yazar tarafından hesaplanmıştır.

Kamu alımları ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla arasındaki ilişki ikincil bir ilişki olduğu için kamu alımlarının bütçe içindeki payının değişimi daha doğrudan bir ilişkiyi analiz etmek için incelenebilir. Bu ilişkiyi gösteren Şekil 3’e bakıldığında bütçe içerisinde kamunun mal ve hizmet alımlarının payının hızla arttığı görülmektedir. Dönemin başında % 5’in altında olan kamu alımları/bütçe oranı 2008 yılında % 40’a yaklaşırken kriz sonrasında ise % 30 seviyesinde olmuştur. Şekil 3’e bakarak kamu alımlarının artış hızının bütçenin artış hızının yaklaşık 10 katı seviyesinde gerçekleştiği görülmektedir. Kamu hizmetlerinin liberalleşmesi, sağlık eğitim gibi alanlarda devletin özel sektörden hizmet satın alması gibi bu çalışmanın kapsamı dışında olan nedenleri olan bu artışın en önemli sonucu kamu gelirlerinin üçte birinin harcandığı alan olan kamu ihale sürecinin şeffaflığı ve bu süreçlerde rant aktarım mekanizmasının önünün kapatılmasının önemi artmıştır. Çünkü rant riskine konu olan iktisadi büyüklük on yıl içerisinde çok hızlı bir artış göstermiştir. Bu artış aynı zamanda eğer kamu alım süreçleri şeffaflığı daha yüksek olan açık ihale usulü ile yapılmadığında ve etkin bir denetim mekanizması kurulmadığında bütçenin üçte birinin GSYİH’nın yüzde % 10 yakın bir kısmından bir rant aktarım mekanizması kurulabileceğini göstermektedir.
Kamu kaynaklarının verimli bir biçimde kullanımını sağlamanın ve kamu alımlarında firmalar arasında ayrımcılık yapılmasını engellemenin yolunun ihale süreçlerinde şeffaflığın arttırılmasından geçtiği bu konudaki uluslararası metinlerde sıkça vurgulanmıştır. Saydamlık ilkesi, kamu yöneticileri için ahlaki bir öğüt değil, aynı zamanda 4734 sayılı Kanun’un 5. maddesi gereği bir zorunluluktur. Bu. maddenin başlangıcında “… İdareler, bu kanuna göre yapılacak ihalelerde; saydamlığı, rekabeti, eşit muameleyi, güvenirliği, gizliliği, kamuoyu denetimini, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlamakla sorumludur…” hükmü bulunmaktadır.
Şeffaflığı sağlamanın yolu ihale konusu işi yapmak isteyecek tüm potansiyel firmaların ihaleden haberdar olması ve ihaleye mümkün olduğu kadar çok firmanın katılması sağlanarak rekabet ortamının oluşması temel hedeftir. İhalelerde serbest rekabet sayesinde, kamunun en ucuz fiyata en yüksek kaliteyi alması amaçlanır. Rekabet düzeyi en yüksek olan ihale ise kanunda öngörülen ihale usullerinden açık ihaledir. Açık ihalelerde yolsuzluğun önündeki en önemli engel ihalenin şeffaf olmasıdır, bu engeli kaldırmanın en önemli aracı ise ihalenin usulüne uygun olarak duyurulmaması ve ihale şartnamesinde eksik yanlış bilgi verilmesi ya da ihaleye giren firmaların birini tarif eden özel şartların sağlanmasıdır.
Şeffaflık düzeyine göre sıralandığında ihaleler arasında yolsuzluk en yüksek olanlar KİK’in denetimi dışına çıkartılan istisnai alımlardır. Yukarıda yasanın en incelendiği bölümde istisna maddesinin artışının üzerinde durulmuştu. Rant riski yüksek bir ortamı yaratmanın en kolay yolu ilansız pazarlık usulü ihale (Madde 21/b) ya da doğrudan temin yöntemidir. Pazarlık usulü ihalede idare ihaleye katılacak firmaları kendisi belirlemekte ve diğer firmalar ihaleye davet edilmedikleri için bir risk oluşturmamaktadır. Doğrudan temin yönteminde ise idare, işi yapacak firmayı ve fiyatı doğrudan kendisi belirlediği için yolsuzluğun önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Ancak, doğrudan temin yönteminin uygulama alanları kanunla çok sınırlandırıldığı için yolsuzluk faillerinin bu uygulama dolayısıyla yakalanma ve ceza alma riski çok yüksektir. Şekil 4’te 2003 yılından itibaren kamu alımlarının yapılış yöntemlerine göre toplam içerisindeki payında meydana gelen grafik yer almaktadır. Grafikte açık ihale usulü yapılan ihaleler ve yolsuzluk riski daha yüksek olan açık ihale dışı yöntemlerin payları gösterilmektedir. Oranlar yıllara göre değişmekle birlikte kamu ihalelerinin yaklaşık % 30’unun şeffaflık düzeyi daha düşük olan usullerle yapıldığı açık bir biçimde görülmektedir.

Şekil 4: Şeffaflık düzeyine göre kamu ihalelerinin seyri

İhale yolsuzluklarının tamamının ortak özelliği, kamu görevlileri ile yapımcı firmaların yaptıkları gizli anlaşmalarla, ihalelerde fiyatın yükseltilmesi ve bu işlemler sonucunda ortaya çıkan rantın, kamu görevlileri (bürokrat-politikacı) ile yapımcı firmalar arasında bölüşülmesidir. Yolsuzluk yapan  kamu görevlilerinin ortak söylemi ise kamu ihale mevzuatında yer alan hükümler dolayısıyla hızlı, etkin ve verimli ihale yapılamamasıdır. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bir ihalede yolsuzluk yapılabilmesinin en kolay yolu, ihalenin rekabetten uzak gerçekleştirilmesi, planın parçası olmayan bağımsız ve tarafsız firmaların ihaleye girmelerinin engellenerek, eşit muamele ve rekabet ilkesinin ilk aşamada ortadan kaldırılmasıdır. Şekil 4’te yer alan açık ihale dışı yöntemlerin önemi bu nedenledir. Aşağıda yer alan Şekil 5’te ise açık ihale ve açık ihale dışı ihalelerin yıllara göre artış hızı yer almaktadır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimin yapıldığı 2007 yılı sonrasında şeffaflık düzeyi daha düşük olan açık ihale dışı yöntemlerin hızla arttığı açık bir biçimde görülmektedir. Grafikte yer alan veriler değerlendirildiğinde AKP’nin  10 yıllık tek parti hükümeti döneminin ortasında -gücü elinde tutup kaynakları paylaşan eski siyasal, iktisadi ve bürokratik elitlerin bir bölümünün tasfiye edilip yerine hükümetle bağları daha güçlü yenilerinin dahil olmasıyla birlikte- kamu alımlarında şeffaflık azalıp, rant kollama mekanizması güçlenmiştir. 

Şekil 5: Yıllara göre ihalelerin yapılış yöntemi bağlamında değişim hızı

Kaynak: Yazar tarafından KİK raporlarından hesaplanmıştır

Açık ihaleler ve açık olmayan ihaleler arasında tahmini bedel/maliyet oranın gösteren Tablo1’e bakıldığında açık ihalelerde fiyat kırım oranının çok daha yüksek olduğu açık bir biçimde görülmektedir.

TABLO 1: 2003 2012 Arasında ihalelerin Sözleşme Bedeli/ Yaklaşık Maliyet kırım oranları
2.003    2.004    2.005    2.006    2.007    2.008    2.009    2.010    2.011    2.012    Yatay toplam    Yatay Ortalama
Açık İhale    20    25    22    17    17    18    21    19    28    26    213    21,3
Belirli istekliler arasında    29    20    18    9    12    19    39    34    33    30    243    24,3
Pazarlık usulü    13    13    11    9    10    9    7    9    12    12    105    10,5

Kaynak: Yazar tarafından KİK raporlarından hesaplanmıştır

İhale usullerine ilişkin hem uluslararası raporlar hem de bu konuda yapılmış akademik çalışmalar açık ihale usulünün diğer ihale usullerine göre daha şeffaf ve kamu kaynaklarının daha etkin kullanımına katkı sağladığını göstermektedir. Bu konuda  Özçal, Onur, Taş (2012)’de Türkiye’de kamu alımlarını kapsayan bir inceleme yer almaktadır. Araştırma kapsamında, Türkiye’de 2005, 2006 ve 2007 yıllarında 4734 sayılı Kanun kapsamında gerçekleştirilen ve KİK’e bilgi verilen tüm ihale verileri kullanılmış, verilerin analizi sonucunda yapılan ihalelerde rekabet arttıkça (katılımcı sayısı) fiyatın düştüğü tespit  edilmiştir. Tablonun incelenmesinden de görüleceği üzere, 2003-2012 yılları arasında gerçekleştirilen ihalelerde, açık ihale ve belirli istekliler arasında ihale usulünde ortalama kırım oranı % 20’nin üzerinde gerçekleşmişken, pazarlık usulü ihalelerde bu oran ortalama % 10,5 olarak gerçekleşmiştir. Özetle, pazarlık usulü ihalelerde kırım oranı açık ihalelere göre yaklaşık iki katı (ortalama 10 puan) daha yüksek gerçekleşmiştir. Bunun üzerine pazarlık usulü ihalelerde yaklaşık maliyetlerin kasıtlı olarak yüksek gösterildiğini gösteren soruşturma raporları göz önüne alındığında bu rakamın daha yüksek olduğu görülmektedir.
Kamu alımları ile ilgili istisnai hükümlerin arttırılması, eşik değer uygulamasının suiistimal edilmesi gibi uygulamalar da ihalelerde rekabeti düşüren uygulamalar olarak AB ilerleme raporlarında eleştirilmiştir.
4734 sayılı Kamu İhale Kanunu ile getirilen yeniliklerinden ihalelerde yolsuzluğu önleme ve hesap verebilirlik ilkesine katkı yapacak en önemli düzenlemelerden biri şikayet hakkının verilmiş olmasıdır. Şekil 6’da kanunun yürürlüğe girdiği dönemden itibaren ihalelerle ilgili yapılan şikâyet başvurularının yıllara göre grafiği yer almaktadır. Grafiğe bakıldığında 2008 yılına kadar şikâyet sayısında düzenli bir artış olduğu görülmektedir. Bu durum  KİK’e bildirilen ihale sayısı ve kamu alımlarının miktarının artışı ile ilişkilidir. Azalmada ise KİK’e yapılan şikâyet başvurusunun yasa değişikliği ile aynı döneme geldiği görülmektedir. Yapılan değişiklikler ile ihalelere ilişkin şikâyet mekanizması kısıtlanırken, şikâyet edilmeden dava açılabilmesi de engellenmiş ve KİK’in denetim yetkisi önemli ölçüde sınırlandırılmıştır
KİK’in inceleme ve denetim yetkisi sadece şikâyet olması hali ile  sınırlandırılmıştır. Bu durumda basında bir ihale ile ilgili yolsuzluk iddiaları  çıksa ve iddialar somut delillere dayansa dahi KİK şikâyet olmaksızın  inceleme yapamamaktadır.

Kaynak: Yazar tarafından KİK raporlarından hesaplanmıştır

Yapılan değişikliklerle şikayet hakkının kısıtlanmasına rağmen şikayet sayısının 2010 ve sonrasında tekrar artması ise şikayet hakkının kısıtlanmasının kamu alım süreci aktörlerinin usulsüzlüğe daha fazla yöneltmiş olmasıyla ilişkili olarak açıklanabilir.

SONUÇ
Bu çalışma içerisinde KİK’in kuruluşu ve kamu ihale mevzuatındaki değişim IMF, DB, AB gibi uluslararası kurumların ve uluslararası sermayenin kamu hizmetlerinin piyasaya açılması talebi ve piyasada Türkiye siyasal sisteminin bir parçası olan seçmenini rant kollama mekanizmasıyla mutlu etmeye dayanan patronaj ilişkilerinin kısıtlanarak uluslararası sermayenin de piyasaya girebileceği düzeyde piyasa kurallarına bağlanmasıyla ilişkili olarak ele alındı. Kanunun yapılış sürecinde içinden geçilen ekonomik kriz nedeniyle IMF ve DB kredilerine olan bağımlılık yerel siyaset elitlerinin ve kamu bürokrasisinin uluslararası sermaye karşısında direncini kırmıştır. Ancak hem Türkiye ekonomisinin 2002 sonrasındaki yüksek büyüme hızı hem de özellikle 2008 yılında tüm dünyayı etkileyen küresel kriz 2002 sonrasında şekillenen yeni elite kamu alım süreçlerinde şeffaflığı azaltarak rant bölüşüm mekanizmasını tasarlama şansı vermiştir. Uluslararası sermaye ise bu duruma kendisinin girmeyi istediği büyük ihaleler için patronaj ilişkileri kurarak cevap vermiştir. ABD’de görülen ve ABD’li şirketlerin Türkiye’de ihale almak için rüşvet vermekle suçlandığı davalar bunun açık kanıtıdır. Bu davaların birinde sanıklardan birinin mahkemeye eğer Türkiye’de iş yapacaksanız bu durum kaçınılmaz diye savunma yapması konunun anlaşılmasına faydalı olacaktır. Sadece yurtdışında görülen davalarda değil yurt içinde de bu konuda önemli bilgiler ortaya çıkmıştır. 2013 yılı bütçe görüşmeleri sırasında TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu üyelerinin sorularını yanıtlayan KİK Başkanı Mahmut Cürses ihalelerin sadece % 4’ünü denetleyebildiklerini açıklamıştır.
2012 yılının Nisan ayında göreve başlayan KİK Başkanı Mahmut Cürses, yapılan kamu ihalelerinin birçoğunun Kurulun gündemine gelmediğini belirterek, “Yapılan her 100 ihaleden 4’ü bize geliyor, sadece 4’ünü inceleyip karara bağlayabiliyoruz. Denetimini yaptığımız her 100 ihaleden 82’si ise herhangi bir şikayete meydan vermeden ve mahkemeye gitmeden sonuçlanıyor. Denetlenen ihalelerle ilgili kararlarımızın yüzde 19’u yargıda aleyhimize sonuçlanıyor” diyerek yapılan değişikliklerle kamu alımlarında yaşanan denetim sıkıntısını ortaya koymuştur. KİK Başkanın açıklamasındakine benzer sonuçlar Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu raporunda da yer almaktadır. Örnek olaylarla bu konuda yaşanan yolsuzluklarla ilgili iddialara bu çalışmada yer verilebilirdi ancak buradaki amaç yolsuzluk olduğunu ortaya koymak değil yolsuzluk riski yaratan bir kurumsal yapının varlığına işaret etmek olduğu için örnekler çalışmanın dışında tutuldu.
Sonuç olarak kamu alımları 2003 yılından itibaren hızla artmış ve GSYİH içindeki payı % 10’a yaklaşmıştır. Bu artışla birlikte denetim ve şeffaflığın önemi artarken kamu alım mevzuatı 2003 sonrasında yapılan değişikliklerle rant aktarım mekanizması ve yolsuzluklara daha da açık hale getirilmiş uluslararası sermeye ise bu konuda kendini ilgilendiren ihalelerle ilgili sorunları aşmaya odaklanmıştır. Bu durum ise bugün bu rant aktarım mekanizmasının parçası olanların neredeyse hepsi –yargı ve güvenlik bürokrasisi, ulusal ve uluslararası burjuvazi– henüz birbirlerini terk edip yeni bir yol aramaya açık bir biçimde girişmedikleri için üstü örtülerek sürdürülebilmektedir. Ancak hem ekonomideki toparlanmaya başlayan kriz bulutları hem de iktidar bloğu içerisinde dış politika başta olmak üzere daha açık bir biçimde görünür hale gelmeye başlayan çekişmeler bu yolsuzluk ve rant aktarım mekanizmasının üzerindeki perdenin korunmasını zorlaştırmaktadır. Bu saadet zincirinde meydana gelecek küçücük bir çatlak büyük yolsuzluk skandallarının ortalığa saçılmasına yol açmaya adaydır. Bu nedenle bu mekanizmayı anlamaya çalışmak da teşhir etmeye çalışmakta bugünün önemli politik sorumluluklarından biridir.

KAYNAKÇA
AB, 2002, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2002”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2003, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2003”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2004, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2004”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2005, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2005”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2006, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2006”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2007, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2007”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2008, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2008”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2009, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2009”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2010, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2010”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2011, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2011”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
AB, 2012, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılım sürecine ilişkin ilerleme raporu 2012”
http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=46224&l=1 (erişim tarihi 20.12.2012)
Ateş, Yaşar. 2010.  “Kamu İhale Kanunu’nun kapsamı, istisnalar ile Kanun’da yapılan değişiklikler ve yeni kanun taslağının getirdikleri” Dış Denetim, Ekim, Kasım Aralık 2010, http://www.sayder.org.tr/e-dergi-kamu-ihale-kanununun-kapsami,-istisnalar-ile-kanunda-yapilan-degisiklikler-ve-yeni-kanun-taslaginin-getirdikleri-9-16.pdf(Erişim Tarihi 15.12.2012.)
CHP, 2010.  “Yolsuzluğun Kitabı – 1:KAMU ALIMLARI”
http://www.chp.org.tr/wp-content/uploads/kamualimlari.pdf, (Erişim Tarihi 15.12.2012.)

DDK, 2010 Düzenleyici ve Denetleyici Kurumların Oluşumu, Teşkilatı, Yetki ve
Görevleri, Denetlenmeleri ve Kurul Üyeleri ile Çalışanlarının Statüsüne İlişkin Hususların İrdelenmesi
Gül, Hasan. 2012. “Türk kamu alımları sisteminde kamu
İhale Kurumunun yeri ve artan önemi” Dış Denetim, Ekim, Kasım Aralık 2010, http://www.sayder.org.tr/e-dergi-turk-kamu-alimlari-sisteminde-kamu-ihale-kurumunun-yeri-ve-artan-onemi-9-1.pdf(Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Işık, Aslı. “Kamunun yaptığı her ihaleden sadece 4’ünü KİK inceliyor” Akşam, 10 Aralık 2012 http://www.aksam.com.tr/kamunun-yaptigi-her-ihaleden-sadece-4unu-kik-inceliyor–153240h.html erişim tarihi 20.12.2012
Kamu İhale Kurumu, 2004. “2003 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2005. “2004 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2006. “2005 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2007. “2006 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2008. “2007 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2009. “2008 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2010. “2009 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 20011. “2010 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2012. “2011 Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kurumu, 2012. “2012 İlk 9 Ay Kamu Alımları İzleme Raporu”
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)
Kamu İhale Kanunu
http://www.ihale.gov.tr/ (Erişim Tarihi 15.12.2012.)   
Sayıştay Kanunu
http://www.sayistay.gov.tr/mevzuat/6085/07%206085%20TBMM%E2%80%99de%20Kabul%20Edilen%20Yeni%20Say%C4%B1%C5%9Ftay%20Kanunu.pdf  (Erişim Tarihi 15.12.2012.)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑