Yolsuzluk skandalları ve ses kayıtlarının damgasını vurduğu kampanya döneminin ardından, sandıkta şaibe iddialarıyla birlikte yerel seçimler geride kaldı. Seçim sonuçlarıyla ilgili tartışmalar ise, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim arifesinde devam ediyor. Seçimlerle ilgili, seçime katılan tüm aktörler, gazeteciler ve entelektüeller değerlendirme yapmaya devam ediyor. Değerlendirmelerin konuları ve buna bağlı olarak çıkartılan sonuçlar da değişkenlik gösteriyor. Öne çıkan açıklamalardan bir tanesi, seçim sonuçlarını ekonomideki gelişmelerle açıklamak. Bu açıklamanın en önemli dayanağı ise, AKP’nin 2002’den beri girdiği seçimler içerisinde ciddi bir oy kaybına uğradığı tek seçim olan 2009 yerel seçimleri öncesinde yaşanan negatif büyüme oranı. Grafik 1, seçim sonuçlarıyla büyüme oranlarının bir birine benzer bir biçimde seyrettiğini gösteriyor. Ancak bu ilişkinin bir döneme ilişkin bir gözlem mi, yoksa seçim sonuçlarını daha genel olarak açıklamakta kullanılabilecek bir araç mı olduğunun kontrol edilmesi için, veri aralığını büyütmeye ve Türkiye dışındaki ülkelerde iktidar partisinin oy oranının seyriyle büyüme oranının seyrini kıyaslamaya ihtiyaç olduğuna dikkat edilmeli.
Büyüme oranıyla kurulan bu ilişkiye benzer bir sonucu, Özgürlük Dünyası’nın 225. sayısında yer alan “Sermaye iktidarı ve sermaye ihtiyaçları” başlıklı makalesinde, Hakan Ongan da, imalat sektörü kâr oranları ve iktidarların değişimi arasındaki ilişki üzerinden ortaya koymuştu. Alttaki grafik ve Ongan’ın makalesi göz önüne alındığında, sermaye birikim rejiminin tıkandığı dönemlerde, sermayenin (birikim rejimindeki tıkanıklığın aşılması, sermaye iktidarının meşruiyetinin sağlanması gibi) ihtiyaçlarına cevap veremeyen partilerin seçimlerde oy kaybettikleri gibi bir sonuç çıkartılabilir.
Grafik 1. Büyüme oranları ve iktidar partisinin oy oranı arasındaki ilişki
Kaynak: Eğilmez, 2014
Seçim sonuçları ve büyüme oranı arasındaki ilişkiden hareketle, sadece AKP propagandacılarının değil, her türden muhalifin de “halk istikrarı seçti, ekonomideki başarıları nedeniyle yolsuzluk iddialarına rağmen Erdoğan’ı destekledi” diye başlayan ve AKP’nin ekonomi mucizesini, kimi hasetle, kimi hayranlıkla, kimi de çaresizlikle gündeme getiren açıklamalarını görüyoruz. Bu yazının amacı, Türkiye ekonomisinin AKP dönemindeki genel görünümüne, Türkiye’yi benzer ülkelerle kıyaslayarak bakmaktır. Bunun için öncelikle AKP öncesindeki durgunluk yılları ve bu dönem içerisinde Türkiye ekonomisinin yapısında meydana gelen değişiklikler kısaca özetlenecek ve ekonomiye ilişkin temel göstergeler olan büyüme, enflasyon, işsizlik ve cari açıkla ilgili istatistikler, TUİK, Dünya Bankası ve IMF’nin açıkladığı veriler kullanılarak, Türkiye’ye benzer ekonomilerin performansı ile birlikte tartışılacaktır. Dönem içerisinde üretim yapısında kayda değer bir değişim olup olmadığını kontrol etmek için dış ticaret verilerine, AKP’nin “borçları sıfırladık” iddiasının kontrol edilmesi amacıyla dış borçlarla ilgili göstergelere bakılacaktır. Vergi politikasındaki gelişmeler ise, maliye politikasının incelenmesi için kullanılacaktır. Her arabaşlıkta, o başlığa ilişkin sonuçlar maddeler biçiminde özetlendikten sonra, sonuç kısmında ise, AKP döneminde bir ekonomi mucizesi var mıdır sorusu bu başlıklara ilişkin sonuçlar ışığında tartışılacaktır.
Girişte işaret edilen seçim sonuçları ve büyüme arasındaki ilişkinin incelenmesi ise, başka bir yazının konusu edilmek üzere, bu yazının kapsamı dışında bırakılmıştır. Ancak bu konuda cevaplanması gereken esas soru, eğer ekonomideki büyüme oranlarına bakarak seçim tercihlerini yapıyorsa, halkın, kişi başına milli gelirdeki büyümenin 1,9 olduğu 2008-2013 dönemine değil de, niye büyümenin daha yüksek olduğu 2002-2007 arasına bakarak oy kullandığıdır. Bu durumun, söz konusu önermeyi dile getirenlerce ayrıca açıklanması gerekir.
1998-2002 ARASI: ÇATIŞMA YILLARI VE EMEK HAREKETİNİN YENİLGİSİ
AKP’nin iktidar olduğu dönemin hemen öncesinde Türkiye ekonomisinin genel resmine bakarsak:
1998-2002 arasında, Türkiye ekonomisinde sermaye birikim süreci tıkanmış; ekonomi, durgun bir dönemden geçmiştir. Özelleştirme uygulamaları, emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi düzenlemelerle, IMF ve DB başta olmak üzere, uluslarası sermayenin desteğiyle bu tıkantıklık aşılmaya çalışılmıştır. Dönemin ekonomi politikasına damgasını vuran çatışma, Emek Platformu etrafında bir araya gelmiş emekçi sınıfların örgütlü güçleri ve onların müttefikleri ile uluslararası sermayenin desteğiyle büyük sermaye arasında yaşanmıştır. Çatışmanın programatik karşılığı ise, emekten yana, kamucu, kalkınmacı bir iktisatçı grubu tarafından hazırlanan ve Emek Platformu tarafından sahiplenilen “Emek Programı” ile ulusal ve uluslararası sermayenin programının karşılığı olan IMF ve Dünya Bankası’yla yapılan stand-by anlaşmaları olarak görünmektedir. Emekçi sınıflar, tekel dışı burjuvazi da dahil olmak üzere, toplumun geniş kesiminin taleplerini içeren Emek Programı etrafında girdikleri mücadeleden yenilgiyle çıkmışlardır. Emek hareketinin yenilgisinin hemen gözlenen etkisi, dünya ekonomisindeki gelişmelerin de eklenmesiyle, sermaye birikimindeki (büyümedeki) tıkanıklığın aşılması ve ekonominin AKP döneminin başında toparlanma eğilimleri göstermesidir. Daha uzun dönemli sonuçlar açısından ise, emek piyasasının esnekleştirilmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitimin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden organize edilmesi, hizmet sektörü başta olmak üzere, güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması gibi sınıflar arası güç ilişkisinin kristalize olduğu değişikliklere dikkat çekmek gerekir. Konuya ilişkin, son olarak, bu süreç, aynı zamanda ’89 Bahar Eylemleri’nin mirası üzerinden yükselen ve büyük kamu işyerlerine dayanan sendikal mücadele hattının bir iktidar stratejisiyle buluşmamasının da etkisiyle, dövüşe dövüşe geri çekilme sürecinin sonuna gelinmesi olmuştur. Özel olarak Türk-İş’in, ancak genelde sendikal hareketin bütünün AKP dönemindeki dönüşümünün anlaşılması bakımından, bu dönemin muhasebesinin yapılması gerekir. İşçi sınıfının genç kuşaklarını kapsayamayan, genç işçi kuşaklarının örgütlenme ve mücadele eğilimleri karşısında ise bürokratik korkularla sınıfa ihanet eden sendikaların beka stratejisi, AKP’ye en yakın olmaya dayanmaktadır. Bu yazının konusu olmamakla birlikte, işçi sınıfının “iyi bir okul” olan yenilgi yıllarından hangi dersleri alarak çıkacağının önümüzdeki dönem sınıflar arası güç ve iktidar kavgasında tayin edici olacağına dikkat etmek gerekir.
AKP öncesindeki dönemin bir başka önemli özelliği ise, “yapısal uyum programları”yla nüfusun kırdan kente göçünün hızlanmasıdır. Tarımsal destekleme politikalarında değişikliklerin etkisiyle, ’90’ların sonunda hemen hemen birbirine eşit olan kır-kent istihdamı, hızlı bir biçimde kent lehine değişmiştir.
Tablo1: İstihdamın Kır-Kent ayrımında dağılımı
Yıllar Kır (%) Kent (%)
2000 49
51
2004 36 64
2008 34
66
2013 34 66
Kaynak: TUİK, İşgücü İstatistikleri
1998-2002 arasında, “çevre ülkeler”in pek çoğu gibi, Türkiye ekonomisi de durgunluktan geçmiştir. Bu beş yıllık dönem içerisinde kişi başına milli gelir düşerken, ekonomide atıl kapasite oluşmuştur. Ülke içerisinde tarım kesimindeki çözülmenin etkisiyle kentlerde işgücü piyasasısında rekabet artar, dünya ekonomisinde de ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde faiz oranları düşerken, çevre ülkelere doğru kaynak akışı başlamıştır. Bu gelişmelerin sonucu olarak, “gelişmekte olan ülkeler”in çoğunda, 2008 Krizi öncesindeki dönemde, ekonomi hızlı bir şekilde büyümüştür.
AKP DÖNEMİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ
Büyüme rakamları, son dönemin en çok tartışma konusu olan noktalarından birini oluşturmaktadır. Kişi başı milli gelirin on bin doları aştığı söylemi, iktidarın en önemli dayanaklarından birini oluşturmaktadır. AKP sözcüleri ve Başbakan Erdoğan, Türkiye ekonomisinin AKP döneminde % 350 büyüdüğünü iddia ediyorlar. Açıkladıkları rakamlara göre, kişi başına düşen milli gelir de bu dönem içerisinde 3 kat büyüdü. Dolar cinsinden cari fiyatlarla yapılan bu hesapların çok etkileyici bir başarı öyküsü olduğu aşikar. Peki, gerçekten Türkiye ekonomisi dönem içerisinde ne kadar büyüdü?
12 yıllık AKP dönemini değerlendiren pek çok çalışmada, bu dönem, 2001 Krizi sonrasında IMF ve DB’nın direktifleri doğrultusunda hazırlanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” (Derviş Programı) ve 2008 Krizi sonrası olarak ayrılarak değerlendirilmektedir. Derviş Programı’nın temel hedefinin Türkiye ekonomisinin uluslararası sisteme eklenmesi için finans sektörünün düzenlenmesi, kamu harcamalarının azaltılması, bütçe açığının azaltılması ve ulusararası sermayenin girişinin önündeki yasal engellerin kaldırılması olduğu söylenebilir. Kriz sonrasında kurulmuş olan yeni güç ilişkileri ve kurumsal altyapının üzerinde yükselen bu dönemin büyüme rakamlarına bakıldığında, 2002-2007 arasındaki beş yıllık ortalama büyümenin % 7,3 olduğu, kişi başına büyümenin ise, nüfustaki artışla birlikte % 5,5 olduğu görülmektedir (TUİK). Bu dönem meydana gelen büyümenin yarısının kaynağı özel sektör yatırımları olurken, kamu yatırımlarının payı ise %1’in altında seyretmektedir.
2008 Krizi’yle birlikte yaşanan küçülme ve “Orta Vadeli Program”la birlikte sermaye kesimine transferler artarken, dünya ekonomisindeki “gelişmekte olan ülkeler”e fon akışının yavaşlamasıyla, büyüme, bir önceki beş yıla kıyasla hızlı bir biçimde düşmeye ve ekonomide daha düşük büyüme rakamları ortaya çıkmaya başladı. 2008-2013 arasında ortalama büyüme % 3,7 olurken, kişi başına büyüme %1,9 oldu. 2002-2007 dönemiyle kıyaslandığında bir başka dikkat çeken gelişme ise, büyümede özel sektör yatırımlarının payı hızla düşerken, kamu yatırımlarının payının artması ve tüketime dayalı bir büyüme modelinin ortaya çıkması oldu.
AKP’nin iktidar olduğu dönemin ortalama büyüme rakamlarına bakıldığında ise, 1998 sabit fiyatlarıyla milli gelir 2002-2013 yıllık ortalama yüzde 5,1 olurken, kişi başına ortalama büyüme oranı yüzde 3,6 oldu. “Türkiye’nin 200 yıllık İktisadi Tarihi” adlı çalışmasında büyüme rakamlarını karşılaştıran iktisat tarihçisi Şevket Pamuk, AKP dönemi ortalamasıyla 200 yıllık veriler arasında dikkate değer bir farklılık olmadığına dikkat çekiyor: “AK Parti dönemi de büyüme açısından ortalamalara yakındır. Yani bir mucizeden söz edilemez. Bu veriler ekonominin ortalama büyüme oranlarından farklı değil (Pamuk, 2014).” Verileri Türkiye’yle benzer koşullardaki ülkelerle kıyasladığımızda ortaya çıkan tablo ise, epey dikkat çekici. Dönemin başında Türkiye gibi hızlı büyüyen Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin (BRIC) ile kıyaslandığında, ortalama büyümede Türkiye, BRIC ülkeleri ortalamasının altında kalırken, enflasyon, işşsizlik ve büyümede bu beşli içerisine en kötü durumda olan ülke oldu. IMF’nin hazırladığı 2013 yılı raporundaki verilere göre, ABD Merkez Bankası’nın parasal genişleme programını sone erdirmesinden en kötü etkilenecek beş ülkeden biri olan Türkiye, “kırılgan beşli”nin de en kötüsü olarak dikkat çekiyor.
TABLO 2: Kırılgan beşlinin ekonomik göstergeleri
Ortalama 2002 -2013 Ortalama 2002 -2013 Ortalama 2002 -2013
Büyüme Enflasyon İşsizlik
Brezilya 3,4 Brezilya 6,4 Brezilya 8,7
Endonezya 5,6 Endonezya 7,5 Endonezya 8,4
Hindistan 7,0 Hindistan 7,5 Hindistan 9,1
Güney Afrika 3,4 GüneyAfrika 6,0 GüneyAfrika 25,2
Türkiye 5,1 Türkiye 10,9 Türkiye 10,8
BütçeDengesi Cari Denge
Brezilya -3,1 Brezilya -3,1
Endonezya -0,9 Endonezya 0,9
Hindistan -8,3 Hindistan -1,7
Güney Afrika -2,2 Güney Afrika -4,1
Türkiye -4,1 Türkiye -5,1
Kaynak: Eğilmez. 2014
Mahfi Eğilmez’in kapsamlı tablosundan sadece ortalamalar alınarak hazırlanan Tablo 2’ye göre, büyüme, bütçe dengesi, enflasyon, işsizlik, cari açık gibi temel göstergelerde, Türkiye, ekonomisi en kötü durumda olan ülkedir. Türkiye’yi 7 büyük “çevre” ekonomisiyle kıyaslayan Korkut Boratav ise, yatırımların milli gelir içindeki payına bakarak, IMF verilerinden şöyle bir sonuç çıkartıyor: “On bir yıllık ortalamalarda Türkiye yüzde 20,1 ile sadece (yüzde 19,7’lik) Filipinler’i geçmektedir. Diğer altı ülke de yatırımların milli gelire oranları yüzde 22,3 (Arjantin) ile yüzde 45,1 (Çin) arasında yer almaktadır. Büyüme hızları sıralamasının ikincisi olan Hindistan ise, yüzde 34,6’lık birikim oranı ile bu kategoride de ikinci sırada yer almaktadır.”
Tablo 2’nin de işaret ettiği en temel olgu, Türkiye ekonomisi bakımından sermaye birikiminin yeterli olmadığıdır. Bu durumun doğal sonucu ise, tasarrufların düşük olduğu ekonomide dışa bağımlılığın çok yüksek olmasıdır. Yüzde 20’lik yatırım oranı –ki bunun içinde son dönem kamunun yaptığı büyük altyapı yatırımları büyük pay tutmaktadır– işsizliğin mevcut düzeyde sürdürülmesine olanak sağlayacak bir büyüme rakamına yol açmazken –işgücüne her yıl eklenenlerin emek piyasasında kendilerine iş bulabilmeleri için Türkiye ekonomisinin yaklaşık yüzde 5 büyümesi gerekiyor–, tasarrufların GSYİH’ya oranı ise yüzde 15 civarında seyrediyor. Cumhuriyet tarihi boyunca da gözlemlenen yatırım-tasarruf dengesizliği, cari açığın artışıyla finanse edilmektedir. Bu nedenle de, dönem boyunca cari açık sürekli artmış ve bu yönüyle de Türkiye, kendisine benzeyen ülkelerden olumsuz anlamda ayrılmıştır. Ekonomideki büyüme temposunun düşmesinin ardından olması beklenen gelişme, cari açığın düşme eğilimi göstermesidir. AKP sözcülerinden önümüzdeki dönemde en sık duyacağımız övünme cümlesinin “cari açığı düşürdük” olması bu nedenle beklenir, ancak bu, bir başarının değil ekonominin yapısına ilişkin bir çarpıklığın göstergesidir. Türkiye ekonomisi bakımından makas çok açıktır: Üretim yapısında değişim olmadığına göre, hızlı büyürse cari açık artacak, ancak işsizlik yüzde 10’un biraz altında kontrol altında tutulacaktır; büyüme yüzde beşin altına düşerse ise, bu kez tersine cari açık düşerken işssizlik artacaktır. Son aylarda işsizliğin tekrar yüzde 10’un üzerine çıkması da bunun ispatıdır. Bu tablo nedeniyle, uluslararası finans kuruluşlarının raporlarında, Türkiye en kırılgan ülkeler listesinin başında yer alıyor.
Sonuç itibariyle, TUİK’in açıkladığı sabit fiyatlarla yapılan hesaplamalara göre, kişi başına gelirdeki artış üç kat falan değil, 1,46 kattır. Kişi başına milli gelir, dönem boyunca ortalama yüzde 3,6 büyüdü. Yüzde 350’lik büyüme rakamı da, üç katlık kişi başına milli gelir artışı da, istatistğin kötüye kullanımından başka bir şey değildir.
DIŞ TİCARET
2002-2013 arasında en dikkat çekici gelişmelerden biri, dış ticaret hacminin genişlemesidir. İhracatta kırılan rekorlar, Başbakan Erdoğan’ın en çok övündüğü rakamlar arasında yer aldı. Dönem boyunca cari fiyatlarla ihracat artışına yapılan vurgularla sürdürülen bu propagandanın doğruluğunu kontrol etmenin yolu, bir ülkede yapılan ihracatın ithalatı ne kadar karşıladığına bakmaktır. Tablo 3’te ihracatın ithalatı karşılama oranı, 2002 yılından 2013’e kadar gösterilmektedir. Bu tablo, bize, Türkiye’nin her yüz liralık ithalata karşılık ne kadar ihracat yaptığını göstermektedir. Güçlü TL politikası nedeniyle ekonominin büyüme dönemlerinde dış ticaret açığı artarken, ekonominin yavaşladığı ya da küçüldüğü 2002, 2009 gibi yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranında yükselme olduğu, Tablo 3’ten görülmektedir. 1980’den itibaren ihracatçı dışa açık bir büyüme modeline odaklanan ekonominin, dönem boyunca sürekli dış ticaret açığı vermesi, üretim yapısının sonucudur. Ara mallarında dışa bağımlı olan üretim yapısı nedeniyle, dış ticaret açığı sürekli büyümüştür. Dönem içerisinde dış ticaret hacmi büyürken, ihracatın itahalatı karşılama oranı düşmüştür.
TABLO: 3: İhracaatın ithalatı karşılama oranı
2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009 2009 2010 2011 2012 2013
75,7 69,9 68,1 64,8 62,9 61,3 63,1 65,1 72,5 61,4 56,0 64,5 60,3
Kaynak: TUİK. Dış Ticaret İstatistikleri
Dönem içerisinde Türkiye’nin dış ticaret yapısında olumlu sayılabilecek bir değişmenin olmadığının en açık göstergesi ise, ihracat içersinde yüksek teknoloji ürünlerinin payıdır. Yüksek teknoloji ürünlerinin Türkiye’nin ihracaatı içerisindeki payı, alt gelirli, orta gelirli ya da üst gelirli tüm ülke gruplarından, yani dünyanın bütününden olumsuz anlamda ayrışmaktadır. Hızlı büyüme dönemiyle birlikte üretim yapısında daha yüksek katma değerli ürünlerin üretimine geçildiğinin kanıtı olabilecek bu yüksek teknoloji ürünleri ihracatının payı yüzde 2’nin üzerine hiç çıkmazken, bu oran, dünya ortalamasında yüzde 20 civarında seyrediyor.
Kaynak: Dünya Bankası
Sonuç olarak, dönem içerisinde dış ticaret hacmi teşviklerle artmış olsa da, üretim yapısında köklü bir değişikliğin olmadığı açık bir biçimde görülmektedir. Üretim yapısında dışa bağımlı bir montaj sanayi görüntüsünde bir değişiklik olmadığı, ihracat ve ithalatın alt kalemleri incelendiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
DIŞ BORÇ
“IMF’ye borçları kapattık” iddiası, Başbakan Erdoğan’ın seçim döneminde en çok kullandığı argümanlardan birisi oldu. Dış borcun azaldığı mesajı verilen bu söylemin tersine, 2002-2013 arasında, Hazine Müsteşarlığı verilerine göre, toplam dış borçlar üçe katlanmıştır. Tablo 4’te, dış borçlarla ilgili seçilmiş göstergelere yer verilmiştir. Kısa dönemli dış borç verileri, dönemin başında yüzde 12 seviyelerindedir. Oysa bunların, 2013 yılı itibariyle, toplam borçların üçte birine ulaştığını tablo göstermektedir. Kısa dönem dış borçların bileşimine bakıldığında ise, yüzde 85’ine yakınının özel sektöre ait olduğu ve yüzde 60’a yakınının özel bankaların borcu olduğu görünmektedir. Özellikle 2008 Krizi’nden sonra yaşanan artış, yurtdışından düşük faizle borçlanarak iç piyasaya yüksek faizle borç veren finans kesiminin fon bulmakta zorlandığını ve geri ödemesi daha kısa zamanda gerçekleşecek kredilere yöneldiğini göstermektedir.
Tablo 4: AKP Döneminde Dış Borç verileri (2002-2013
Kısa Dönemli (%) Özel sektör (%) Kamu (%) Dış Borç artışı (%)
2002 12.67 33.22 66.78
2003 15.96 33.95 66.05 11.24
2004 19.98 39.77 60.23 11.81
2005 22.78 49.75 50.25 5.98
2006 20.57 58.11 41.89 21.96
2007 17.24 64.31 35.69 20.15
2008 18.68 67.15 32.85 12.33
2009 18.20 64.09 35.91 -4.28
2010 26.49 65.51 34.49 8.43
2011 26.93 65.90 34.10 4.14
2012 29.72 67.16 32.84 11.33
2013 33.25 68.78 31.22 14.76
Kaynak: TCMB, EVDS
Kamu kesimi dış borcunda yaşanan düşme karşısında, hem bankacılık sektörünün hem de reel sektörün dış borcunun hızlı bir biçimde artmaya devam etmesi, tasarruf açığının finanse edilmesinin yolu olarak, finans kesiminin de, reel kesimin de yurtdışından borçlanmaya yöneldiğini ortaya koymaktadır. Borç artış yüzdeleri ise, ekonominin, hızlı büyüme dönemlerinde yatırım için daha fazla dış kaynağa bağlandığını göstermektedir.
Dönemin dış borç verilerinden çıkartılabilecek genel sonuçlar:
1- Toplam dış borç 2002-2013 arasında üç kat artmıştır.
2- Dış borçların yapısı bozulmuş ve kısa dönemli dış borçların toplam dış borçlar içerisindeki oranı artarken, özellikle bankacılık sektörünün borçları ekonomideki kırılganlığı arttırmaktadır.
3- Reel sektör, “merkez ülkeler”de faiz oranlarının düşüklüğüyle beraber bankacılık kesimini by pass ederek, kendisi yurtdışından borçlanmaya başlamıştır. Bu durumun en önemli etkilerinden biri, bankaların ücretli çalışanlara (hane halklarına) yönelmesi ve tüketici ve konut kredilerindeki hızlı artış olmuştur. Emekçi sınıfları finans sisteminin içerisine çeken bu dönüşüm, ekonomideki yavaşlamayı takip edecek bir işten çıkartma dalgasında bu kredilerin geri ödenmemesi riskini barındırmaktadır. Bireysel tüketici kredileri ve kredi kartlarının bankaların kredi hacimleri içerisindeki payı %40’a yaklaşmıştır. 2001 yılında bireysel kredilerin milli gelire oranı sadece yüzde 2,3 iken, bu rakam, 2014 yılı itibariyle yüzde 25’i aşmıştır. Bu rakam, büyümeden payını alamayan emekçi sınıfların yaşamlarını sürdürmek için kredi sistemi içerisine çekildiğini göstermektedir.
VERGİ POLİTİKASI
Maliye politikasının en önemli ayaklarından biri olan vergi politikasında bir değişim olup olmadığı, iktidarın gelir dağılımıyla ilgili tercihinin göstergesi olarak okunabilir. Vergi politikası, gelir dağılımının önemli belirleyenlerinden birisi olarak, ekonomide bir dönemin anlaşılması için bakılması gereken temel göstergeler arasındadır. AKP döneminde, sermaye kesiminin ödediği temel vergi olan Kurumlar Vergisinin toplam vergiler içerisindeki payı azalırken, Türkiye’de daha çok kayıtlı çalışanların ödediği gelir ve kazanç vergisi ve iki temel dolaylı vergi olan KDV ile ÖTV’nin toplam vergiler içerisindeki payı sürekli artmıştır. KDV ve gelir vergisi dönem boyunca sürekli artarken, içki ve sigara başta olmak üzere, ÖTV artışlarıyla birlikte, özel tüketim vergisinin vergi gelirleri arasındaki payı üçüncü sıraya yükselmiştir. Vergiler, dolaylı vergiler ve doğrudan vergiler olarak ayrıştırıldığında da, dolaylı vergilerin payının dönem boyunca yüzde 70’e yakın bir noktada seyrettiği görülmektedir.
DOLAYLI VE DOLAYSIZ VERGİLERİN DAĞILIMI [2004-2012]
DOLAYLI DOLAYSIZ
2004 68.9 31.1
2005 69.4 30.6
2006 68.5 31.5
2007 66.1 33.9
2008 64.9 35.1
2009 64.5 35.5
2010 68.4 31.6
2011 67.7 32.3
2012 66.8 33,2
Kaynak: Maliye Bakanlığı
Kamu harcamalarının en önemli kaynağını oluşturan vergilerin toplanma biçiminden çıkartılacak sonuç ise, devletin 2002-2012 arasında da emekçilerden vergi toplayıp sermayeye gelir transfer ettiğidir. Dolaylı vergiler ve doğrudan vergiler arasındaki bu çarpıklık, teknik bir problem olmanın ötesinde, kamu harcamalarını vergileriyle finanse eden emekçi kesimlerin bütçeden daha fazla pay alma talebinin meşruiyetinin ispatıdır.
SONUÇ
Daha kapsamlı bir değerlendirme için sosyal politika, kredi piyasaları, ücret ve verimlilik göstergeleri gibi göstergelerin de incelenmesi gerekse de, baktığımız bu temel veriler, AKP döneminde bir “ekonomi mucizesi” var mıdır sorusuna cevap vermek için yeterlidir.
Yazı içerisinde işaret edilen sonuçları tekrar etmeden kısaca özetlemek gerekirse:
1-) Ortada bir büyüme mucizesi yoktur. Dönemin karakteri itibariyle hızlı büyüyen “çevre ülkeleri”ne kıyasla Türkiye ekonomisinin performansı daha kötü olduğu gibi, Türkiye’nin tarihsel büyüme ortalamalarından bir sapma görülmemektedir.
2-) Türkiye kendisi gibi ülkelerle kıyaslandığında, tüm ekonomik göstergelerde ortalamanın altında, çoğunda da listenin en sonundadır.
3-) Benzer ülkelerle kıyaslandığında, Türkiye ekonomisi, düşük yatırım oranları, yatırımdan daha da düşük tasarruf oranları ve son iki üç yıl içinde ise bir durgunluk eğilimi göstermektedir. Dolayısıyla rakamlara bakıldığında, AKP dönemi ekonomik performansı, dünyada Türkiye’ye benzeyen ülkelerden olumsuz anlamda ayrılmaktadır.
4-) Dünya ekonomisindeki para bolluğunun bitmesinin ardından, 2008 Krizi sırasında ABD ve Avrupa ülkeleri gibi kapitalizmin “merkez ülkeleri”nden “çevre”ye doğru akan fonlar gittikçe azalmaktadır. Dolayısıyla yatırım için para bulmak gittikçe zorlaşacaktır. Bu nedenle önümüzdeki birkaç yılın büyüme rakamlarının, daralma değilse bile, durgunluk eğilimi gösterecek olması kaçınılmazdır. Merkez Bankası da, hükümet sözcüleri de, bunu yavaş yavaş dile getirmeye başladılar.
5-) AKP döneminde üretim yapısındaki sorunlar çözülmediği gibi, ekonomideki büyümenin yavaşlaması, işsizlik ve bireysel kredilerin geri dönüşleriyle ilgili ciddi riskler içermektedir. Toplam dış borçlardaki artış ve kısa vadeli dış borç düzeyi, dolar kurundaki bir değişimle birlikte finans kesiminde de, reel sektörde de iflasların ve büyük daralmaların nedeni olabilir.
6-) Düşük katma değerli üretim yapısı ve düşük tasarruf eğilimleri gibi yapısal sorunlarda bir değişiklik olmadığı için, ekonomik büyümenin en önemli belirleyicisi, Cumhuriyet tarihinin bütününde olduğu gibi, yatırımlar için kaynak bulmaktır. Dünya ekonomisindeki para bolluğunun sona erme eğilimiyle birlikte, yatırımları sürdürmek için gerekli yabancı sermaye girişinin sağlanmasının kolay olmadığı görülmektedir. Bu nedenle, Türkiye ekonomisi için “bahar ayları” sona ermiştir.
Bu tablodan çıkartılabilecek en önemli sonuç, 2001 Krizi’nin ardından “çevre ülkelere” doğru akan fonları kullanarak, emeğin, doğanın ve kentlerin talanı üzerine kurulmuş olan birikim rejimi tıkanmıştır. Bu nedenle, önümüzdeki günlerde bu tıkanıklığın aşılması için piyasaya açılmamış kamusal hizmetlerin piyasaya açılması da, kıdem tazminatının gasp edilmesi, kamu emekçilerinin iş güvencesinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen 657 sayılı kanundaki değişiklikler de gündeme gelecektir. Bu döneme emekçi sınıflar ve onların örgütlerinin ne kadar hazırlıklı olacağı, bu yeni saldırı dalgasından nasıl çıkılacağını belirleyecektir.