Türkiye tarımında yapısal uyum ve yıkım süreci

IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye’de tarım sektörü üzerindeki yönlendirme ve denetimleri 1945’lere dek gitmesine karşın, tarım kesiminin açık ve net bir biçimde istikrar programlarında yer alması 24 Ocak-12 Eylül süreciyle başlamıştır.
1980’li yılların başında Türkiye’de 1950’lerden başlayarak süren kırsal alanın pazara açılma süreci önemli ölçüde tamamlanmış; emperyalist metropollerin Türkiye’ye biçtiği “tahıl ambarı” rolü önem ve gerekliliğini yitirmiştir. Çünkü metropol ülkeler de tarımda artık ihracatçı konuma gelmişlerdir ve üretim fazlaları için yeni pazarlar gerekmektedir.
Uluslararası sermaye tarımı kendi çıkarlarına göre biçimlendirmede yapısal uyum programlarını kullanıyor
IMF ve Dünya Bankası Türkiye tarımını 1980 sonrasında metropol ülkelerin ve çokuluslu tarım/gıda tekellerinin çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye başlamış ve araç olarak “yapısal uyum programları”nı kullanmıştır.
Bu programların gereği olarak tarımsal destekleme fiyatları baskı altında tutulmuş, destekleme kapsamındaki ürün sayısı azaltılmış, tarımsal kredi hacmi daraltılmış ve faizleri yükseltilmiş, tarımsal girdilere verilen sübvansiyonlar kaldırılmış, tarımsal girdilerin dağıtım ve satışı serbest bırakılmış, dış ticaret serbestleştirilmiştir. Bu kapsamda tohumluk, damızlık hayvan ve kimyasal gübre ithalatı serbest bırakılmıştır. Öte yandan sigara ve çay üretimi yerli ve yabancı özel sermayeye açılmış, tarımsal KİT’leri özelleştirmenin temelleri atılmıştır.
Kısaca sıralanan bu politikaların tarım ve köylülük üzerinde yarattığı yıkım nicel göstergelerle şöyle somutlaştırılabilir:
Tarımın ticaret hadleri yüzde 45 oranında düştü
1977-88 yılları arasında köylü gelirlerinin ana belirleyicisi olan tarımın ticaret hadlerinde (TTH) yüzde 45 dolayında dramatik bir düşme yaşandı (6). Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye tarımının (ve çiftçilerin) böylesine ağır bir “fiyat şoku” yaşadığı başka bir dönem yoktur. Bu dönemin tarım (ve çiftçi) üzerindeki faturası büyük buhran yıllarının (1929-36) bile çok üstündedir. (4)
Destekleme alımlarının tarım katma değerine oranı düştü
Destekleme politikaları da aynı yıllar boyunca gerilemiş, destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1976’da yüzde 14.7 iken 1988’de yüzde 5.5’e düşmüştür. (3)
Tefecilerin gücü arttı
Bu süreçte devlet tarımdan elini büyük ölçüde çekmiş, küçük ve orta üreticiyi tefeci ve tüccarla yüz yüze bırakmıştır. Yapılan bir araştırma bu dönemde küçük ve orta üreticilerin elde ettiği safi hasılanın yüzde 7.7’sine tefeci faizi biçiminde el konulduğunu ortaya koymaktadır. (2)
Ticaret sermayesinin sömürüsü arttı
Öte yandan bu dönemde tarım ürünleri ticaretinde, ticaret sermayesinin göreli durumu çiftçi aleyhine düzelmiştir. Çiftçinin eline geçen fiyatlarla tüketicinin ödediği fiyatlar arasındaki makasın açılması “ticari marjlar”da genişleme anlamına gelir. 1976-79 ile 1988 yıllarının fiyatlarını karşılaştıracak olursak, ekmek fiyatı ile çiftçinin eline geçen buğday fiyatı arasındaki makasın yüzde 52, margarin fiyatı ile ayçiçeği arasındaki makasın ise yüzde 79 birinciler (yani ekmek ve margarin) lehine genişlediği görülmektedir. (3)
İhracatçı da sömürüden payını aldı
Yalnızca bölüşüm sorunları açısından değil, dış ticaret politikaları bakımından daha da ilginç olan sonuç, pamuk ve tütünün (TL cinsinden hesaplanan) ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makasın da açılmış olmasıdır. Nitekim pamuk ve tütün için 1976-89 arasında birim ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makas yüzde 175-180 dolaylarında açılmıştır. Başka bir ifadeyle, bu iki üründe 1980’li yıllara damgasını vuran dış ticaret ve döviz kuru politikaları köylü aleyhine, ihracata dönük ticaret sermayesi lehine işlemiştir. (2)
Toprak dağılımındaki eşitsizlik derinleşti
1980-90 yıllarını kapsayan dönemde izlenen emek karşıtı politikalar, orta köylü grubunu önemli ölçüde eritmiş, bu gruptan geçimlik ve geçimlik düzeyin altındaki aileleri içeren gruba kaymalar olmuştur. Topraklarını genişleten bir kısım zengin köylü işletmeleri ise büyük toprak sahibi haline gelmişlerdir. Böylelikle tarım topraklarının dağılımında varolan eşitsizlik daha da derinleşmiştir. 1980’de 0.57 olan Gini oranının 1991’de 0.61’e yükselmesi (1) bu gelişimi açıkça ortaya koymaktadır.
Gelir dağılımı emek aleyhine bozuldu
Tarım kesiminin 1980’li yıllardaki kaybı, milli gelirin fonksiyonel dağılımını gösteren çalışmalarda da görülmektedir. Tarım kesimi 1976’da milli gelirin yüzde 31.3’ünü alırken, bu oran 1980’de yüzde 23.9’a, 1988’de ise yüzde 16.6’ya düşmüştür. Buna karşılık kâr-faiz-ranttan oluşan gelirlerde ise 1980 sonrası büyük artışlar olmuştur. 1980’de payı yüzde 50’yi bile bulmayan bu gelirler, 1988’de yüzde 70’e yaklaşmışlardır. (15)
12 Eylül’de sermaye kazandı, emekçiler kaybetti
Sonuç olarak belirtmek gerekirse 1980 askeri darbesini izleyen yıllarda sermaye yanlısı politikalar uygulanmıştır. Tarımdaki bölüşüm ilişkileri ürün ticaretinin yanı sıra kredi piyasalarında da etkili olan ticaret ve tefeci sermayesi ile kapitalist çiftçiler lehine bozulmuştur.

Emek karşıtı politikaların iflası
1980’li yılların başında iç talebe dayalı birikim modelinin ömrünü tüketmesiyle, yerine inşa edilmeye başlanan “ihracata dönük sanayileşme” modelinin en önemli eksikliği sürdürülebilir bir sabit sermaye birikimini yaratamaması olmuştur. Kendi içinde gerekli yatırımlarını sağlayamayan ve emek gelirlerinin baskı altında tutulmasına dayalı yapay nitelikli bu yapı, 1988’den itibaren siyasi-sosyal gerçeklerle çatışmaya başlamıştır. Bu nedenle 1989, 12 Eylül’ün emek karşıtı bölüşüm politikalarının iflas ettiği yıl olarak nitelenmektedir. (17)
İşçi tabanından başlayan güçlü bir direnme hareketi ve seçim korkusu iktidarı popülist politikalara yöneltmiş, bir yandan ücretlerin baskı altında tutulması politikalarına son verilirken, öte yandan destekleme alımları ve taban fiyatları yükseltilmiştir. Böylelikle tarımın ticaret hadleri 1988-93 arasında yüzde 31 oranında tarım lehine düzelmiştir. (5)
1989-94 döneminde izlenen ekonomi politikaları ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir: İç talebi (özellikle tüketimi) artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırma politikasının büyüttüğü cari işlemler açığı kısa dönemli sermaye hareketleri (sıcak para) ile kapatılmış, sermaye hareketleri serbestleştirilmiş, reel sektörden çok mali piyasalardaki gelişmelere önem verilmiştir. Yani tüketime ve sürekli borçlanmaya dayanan yapay bir büyümedir söz konusu olan.
Sürekli borçlanmaya dayanan bu tür model ancak belirli bir süre işleyebilir; ekonominin rekabet gücü de, borç ödeme kapasitesi de son tahlilde reel ekonomiye (yani mal ve hizmet üretimine) dayandığı için, reel ekonomiyi engelleyen bir parasal modelin sınırı vardır. 1994 başında Türkiye ekonomisi işte bu sınıra çarpmıştır. (13)

1994 krizi ve 5 Nisan Kararları
Kriz karşısında burjuvazinin çözümü resmi adı “Ekonomik Önlemler Uygulama Planı” olan 5 Nisan Kararları’nı almak oldu. 5 Nisan Kararları, sermayenin Türkiye tarihinde emekçi sınıflara yönelttiği en önemli saldırılardan biriydi. Standart istikrar programlarının temel ögelerinin çoğunu kapsayan bu kararlar, Temmuz 1994 başında bir stand-by anlaşmasıyla onaylanmıştır.
Program, tüm üretken sektörler gibi, tarımı da derinden etkileyen kararları içeriyordu;
·Destekleme alımlarının kapsamının daraltılması
·Destekleme fiyatlarının dünya fiyatları ile maaş ve ücretlerdeki duruma göre belirlenmesi
·Girdi sübvansiyonlarının kısıtlanması
·Bazı ürünlerin ekim alanları ve üretiminin azaltılması
·Tarımsal KİT ve TSKB’nin Merkez Bankası’nca finansmanına son verilmesi
·Özelleştirme ya da kapatma yoluyla bazı tarımsal KİT’lerin (EBK, YEMSAN, TZDK) tasfiye edilmesi
Ekonomi daraltılıyor, kitleler yoksullaştırılıyor
5 Nisan istikrar programının temel mantığı, ekonomiyi daraltma ve kitleleri yoksullaştırma yoluyla enflasyonu ve dış açığı dizginlemekti. 5 Nisan, hem ekonomiyi daraltmayı ve kitleleri yoksullaştırmayı, hem de enflasyonu yüzde 150’ye çıkarmayı başarmıştı.
5 Nisan’da yeniden tarımı uyumlandırma (çökertme) politikalarına dönülüyor
Bu kararlar gereğince tarımsal destekleme alımlarının kapsamı yalnızca hububat, tütün ve şekerpancarı ile sınırlandırıldı. Destekleme alımlarının tarım katma değeri içindeki payı yüzde 6’ya düşürüldü. TÜFE yüzde 125.5, TEFE yüzde 149.6 oranında artmasına karşın destekleme fiyatları yüzde 95.8 oranında artırıldı.
1994’teki emek karşıtı kriz yönetimi sonunda tarımda kişi başına reel gelir yüzde 16 oranında düştü (8), tarım sektörünün göreli fiyatları ise yüzde 10 dolayında aşındı. (4)
Küreselleşmenin yeni araçları: Gümrük Birliği ve GATT Uruguay Anlaşması
1990’ların ortalarına gelindiğinde bu tabloya iki küreselleşme öğesi daha eklendi: Gümrük Birliği’ne geçişin getirdiği AB Ortak Tarım Politikası’nı (OTP) Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse ederek uygulaması ve tarımda serbest dolaşıma geçiş; GATT Uruguay Anlaşması’nın tarım ürünleri ticaretinde de serbestleşmeyi getirmesi.
Gümrük Birliği Anlaşması’nda, kapsamın Türkiye’nin çıkarlarına aykırı olarak belirlenmesi, beklenen etkilerini göstermekte gecikmemiş, AB-Türkiye dış ticaret dengelerinin Türkiye aleyhine bozulmasına neden olmuştur. 1995 yılında 5.8 milyar dolar olan AB ile dış ticaret açığı 2000’de 12 milyar dolara yükselmiş, aynı dönemde ihracatın yüzde 30 oranında artmasına karşılık ithalat yüzde 56 artmıştır.
Uruguay Turu kapsamında Türkiye, iç destekler konusunda herhangi bir yükümlülük altına girmemiştir. Ancak tarıma verilen destek IMF’ye verilen taahhütler doğrultusunda 1998’deki yüzde 25 seviyesinden, yüzde 13’e kadar çekilmiştir. (10)
Büyümeden büyük krize doğru (1995-1999)
1994’te yaşanan daralmanın ardından 1995’in ikinci yarısından itibaren ağırlıklı olarak iç talepteki canlılığa bağlı olarak ekonomi istikrarlı ve yüksek bir büyüme dönemine girdi. Ancak bu büyüme yüzde 90’lara yerleşen bir enflasyon ve artan bütçe açıkları eşliğinde yaşandı. Yüksek büyümeye eşlik eden bir başka gelişme de dış ticaret açıkları oldu.
Bu dönemde destekleme alım fiyatları enflasyonun üstünde tutuldu. Destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı yüzde 10’un üstüne çıkarıldı. 1980 yılını 100 kabul edersek 1994’te 84.3’e gerileyen TTH 1997’de 110.1’e yükseldi. (7) Böylelikle 1988-97 döneminde TTH yüzde 50 dolayında düzeldi; dünya fiyatları ile Türkiye’de çiftçinin eline geçen fiyatlar arasında olumlu doğrultuda bir kopukluk oluştu. (6)
Uluslararası sermaye tarımı uyumlandırma programının hazırlıklarını yapıyor
Haziran 1998’de, hükümetin açıkladığı Ekonomik Politikalar Bildirgesi’ne dayalı olarak IMF ile -dış kaynak arayışlarına yardımcı olarak- Yakın İzleme Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla hükümet IMF’den mali destek istemeksizin bu kuruluş tarafından izlenip denetlenecek bir istikrar ve yapısal uyum programını, bu bağlamda “reformları” taahhüt ediyordu.
IMF, Ekim 1998 tarihli izleme raporunda; tarımsal desteklemede mali harcamaların ve ticaret korumacılığının azaltılmasını, girdi sübvansiyonlarının sınırlandırılmasını ve kredi faiz oranlarının artırılmasını istiyordu.
Bu arada IMF’nin ikiz kardeşi Dünya Bankası da boş durmuyor, Türkiye’ye gönderdiği heyetlere -daha sonra Türkiye’ye dayatılacak olan- tarımsal reform programının alt yapısını hazırlatıyordu. Dünya Bankası uzmanı John Nash başkanlığında hazırlanarak 1997 ve 1998’de yayımlanan raporlardaki öneriler daha sonra Türkiye’nin uluslararası mali kuruluşlara verdiği niyet mektuplarında -tarıma ilişkin taahhütler olarak- değiştirilmeksizin yer almıştır.
IMF ile 18. Stand-By Anlaşması: Tarıma son darbe vuruluyor
IMF ve Dünya Bankası’nca dayatılan tarımsal reform programının esas amacı ülke tarımını uluslararası tarım tekellerinin yağmasına açmak, ABD ve AB gibi metropollerin biriken gıda stoklarına pazar yaratmaktır.
Program ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir:
· Girdi, kredi ve fiyat desteklerine dayanan mevcut sistemin doğrudan gelir desteği (DGD) sistemiyle değiştirilmesi
· DGD programı tam olarak uygulanıncaya kadar destekleme fiyatlarının dünya piyasa fiyatları ve hedeflenen enflasyon oranına göre belirlenmesi
· Tarımsal kredilere uygulanan sübvansiyonların kaldırılması
· Gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların nominal olarak sabit tutulması
· Destekleme alımlarının nicel olarak sınırlandırılması
· Bazı ürünlerin (fındık, tütün, şekerpancarı) üretim alanlarının daraltılması, üretimlerinin azaltılması
· Tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarının düşürülmesi
· Kamunun tarım ve tarımsal sanayi üretiminden çekilmesi çerçevesinde tarımsal KİT’lerin ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi
· TSKB’nin işlevsiz hale getirilmesi, ürün işleme birimlerinin anonim şirket statüsüyle özelleştirilmesi ya da tasfiyesi
Çiftçiler büyük ölçüde reel gelir kayıplarına uğratıldı
IMF ve Dünya Bankası’na verilen taahhütler doğrultusunda 2000 ve 2001 yıllarında tarım destekleme fiyatları hedeflenen enflasyona göre belirlendi; 2000’de yüzde 28.4, 2001’de ise yüzde 52.8 oranında artırıldı. Enflasyondaki gerçekleşme 2000’de yüzde 39, 2001’de ise yüzde 68.5’i bulduğu için çiftçiler reel gelir kaybına uğratıldı.
Çiftçinin uğradığı gelir kaybı destekleme fiyatları dolar bazında incelendiğinde daha da somutlaşıyor. Örneğin “stratejik ürün” olarak kabul edilen buğday destekleme fiyatı 1999’da 193 $/tondan 2002’de 144 $/ton seviyesine düşürülmüştür. 1999’da 3.05 $/kg olan tütün baş fiyatı 2001’de 2.47 $/kg, 60 $/ton olan şekerpancarı destekleme fiyatı ise 38.4 $/ton olarak belirlenmiştir.
Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemeler 1999-2001 döneminde sistemli olarak azaltılmıştır. Örneğin destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1999’da yüzde 12.7’den 2001’de yüzde 7.8’e düşürülmüştür. 2000 yılında 2.7 milyar dolar olan destekleme ödemeleri 2001’de yüzde 43 azaltılarak 1.5 milyar dolara inmiştir. (16)
Aynı dönemde hükümet, IMF/DB direktifleriyle destekleme alımı miktarlarında da önemli kısıtlamalara gitmiştir. Destekleme alım miktarlarının üretime oranı 1999’da buğdayda yüzde 23.9 iken 2001’de yüzde 7.7’ye, pamukta yüzde 49.5 iken yüzde 27.7’ye, ayçiçeğinde yüzde 40.3 iken yüzde 34.1’e, fındıkta yüzde 26.8 iken yüzde 19.8’e düşürülmüştür.
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) Sistemi: Yoksula açlık parası
Emperyalist metropollerin, bağımlı ülkelerin tarım ekonomilerini denetim altında tutmak ve kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek amacıyla başvurduğu saldırılardan biri olan DGD, üretimden tümüyle bağımsız olarak şu anda dünyanın hiçbir ülkesinde tek destekleme politikası olarak uygulanmamaktadır. Bu sistemin 2002 yılında başka tüm destekleme araçlarını tasfiye ederek Türkiye’de uygulanmak istenmesinin arka planında ABD ve AB’nin biriken tarım/gıda stoklarını Türkiye’ye ihraç etmek istemeleri bulunmaktadır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, DGD sistemi özünde arazi miktarına dayanmakta; verimlilik artışı, girdi kullanımı, teknoloji uygulaması gibi üretkenliği öngören hiçbir amacı bulunmamaktadır.
Türkiye’de tarım işletmelerinin yüzde 85’i 100 dekardan küçük (ortalama 30 dekar) olup, ortalama işletme büyüklüğü çay ve tütünde 4, şeker pancarında 10, fındıkta ise 15 dekar dolayındadır. Dekar başına 13.5 milyon TL DGD ödendiği dikkate alınırsa, ortalama DGD ödemesi çay ve tütünde 55, şekerpancarında 135, fındıkta ise 200 milyon TL olacaktır. 2001 yılı itibariyle kişi başına milli geliri 1000 doların altına düşen tarım kesimine verilecek DGD, üreticilerin beslenme-barınma-giyim gibi temel gereksinimlerine gidecek, tarımın finansman açığı daha da büyüyecektir.
Tarım girdilerine verilen sübvansiyon kaldırılıyor
Uluslararası mali kuruluşlara verilen bir başka taahhüt gübre ve diğer girdilere ilişkin sübvansiyonların 2000-2001 döneminde nominal olarak sabit tutulacağı idi. Bu, sübvansiyonların reel olarak enflasyon oranında aşınacağı anlamına gelmektedir. Gübrede 1995-97 döneminde yüzde 50 olan sübvansiyon oranı Nisan 2000’de yüzde 18’e düşerek göstermelik bir hale gelmiştir. Türkiye’de gübre tüketimi zaten 116 kg BBM/hektar olan dünya ortalamasının çok altında, 85 kg/hektar dolayındadır. IMF’nin dayatması ile gübre desteklerinin azaltılması sonucu gübre kullanımında dramatik bir düşüş yaşanmış, 2000’de 5.3 milyon ton olan gübre kullanımı 2001’de 4.3 milyon tona gerilemiştir. Kuşkusuz bu tarımsal üretime de yansıyacaktır.
Çiftçi artık ucuz kredi kullanamayacak
Türkiye gibi küçük ve orta üreticiliğin yaygın olduğu bir tarımsal yapıda kredi sübvansiyonlarının kaldırılması asla gerçekçi değildir. Sermaye devir hızının çok düşük olduğu tarım kesiminde ticari kredi faizi ile üretim yapabilme şansı yoktur. Bu tür bir anlayışın sonucu çiftçiyi bir daha dönmemek üzere tarım dışına itmekle eş anlamlıdır.
Öte yandan IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmesi ile 15 Kasım 2000’de çıkarılan yasa uyarınca Ziraat Bankası önce özerkleştirilecek sonra da özelleştirilecek. Böylelikle yetersiz de olsa tarımı finansman yönünden destekleyen bir kurum daha tasfiye edilecek. Sonuçta çiftçi daha büyük ölçüde tefecilere ya da ticari bankalara tutsak edilecek.
Tarım satış kooperatiflerini özelleştirme ve tasfiye etmenin yolu açıldı
TSKB’leri “etkin ve sürdürülebilir bir şekilde özerk ve mali yönden bağımsız kılma” kisvesi altında hazırlanan, gerçekte bu örgütlerin işletme ve tesislerinin özelleştirilmesini amaçlayan yasa 16 Haziran 2000 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasanın uygulanmasıyla, özel hukuk hükümlerine tabi oldukları için doğrudan özelleştirme kapsamına alınamayan bu kuruluşlar, mali güçlerine bağlı olarak değişecek sürelerde yavaş bir yok oluş sürecine sokulmuş olacaklardır. (11)
Bu yasayla TSKB’ye anonim şirket statüsü verilmekte, üretim ve satış işlevleri birbirinden ayrılmaktadır. Bu düzenlemeler uyarınca TSKB’ler eskiden olduğu gibi çiftçiden ürün almayı sürdürecekler. Ancak aldıkları ürünleri işlemeden yerli ya da yabancı tüccar ve sanayicilere satacaklar. Yani, kooperatifler üretici ile tüccar arasında köprü işlevini üstlenecekler.
Tütün ve şeker yasaları ile çokuluslu şirketlerin çıkarları güvence altına alındı
Kamuya ait şeker fabrikalarının özelleştirilmelerine zemin hazırlayan, şeker satış fiyatlarının fabrikalar tarafından serbestçe belirlenmesine olanak tanıyan ve şeker pancarı üretimine kota getiren yasa 4 Nisan 2001’de kabul edildi. Bu yasanın uygulanmasıyla yüksek sübvansiyonlarla desteklendiği için daha ucuza şeker üreten AB ülkelerinden şeker ithalatı artacak, sanayi şekeri tümüyle mısırdan elde edilen şekerlere dayandırılacaktır. Sonuçta, pancar üreticisine verilmeyen kamu kaynakları, AB pancar üreticilerine, ABD ve Arjantin mısır üreticilerine ve çokuluslu şirketlere aktarılmaya başlanacaktır. (9)
Uluslararası tütün tekelleri (Philip Morris, JTI, BAT) ve yerli ortakları (Sabancı, Koç) Türkiye’de sigara pazarının tümünü ele geçirmek için dayattıkları Tütün Yasası’nı 3 Ocak 2002’de Meclis’ten geçirdiler. Bu yasa ile TEKEL’in özelleştirilmesinin önündeki engeller kaldırılmakta, tütünde destekleme alımları yerine açık artırma yöntemi getirilmekte, tütün mamulleri alanında küçük üretici ve ithalatçıların piyasaya girişleri yasaklanmaktadır.
Bu yasa ile tütün ve mamulleri piyasasının Philip Morris-Sabancı ortaklığı, RJ Reynolds (JTI) ve Tire’de yatırıma hazırlanan BAT-Koç ortaklığı egemenliğine girmesi için adeta özel bir düzenleme yapılmıştır. (12)
Tarımsal KİT’ler peşkeş çekiliyor
Küreselleşmenin bir aracı olan özelleştirme politikaları -Türkiye gibi- azgelişmiş ülkelerde bir iç dinamik öğe değil, küresel sömürünün kurumsallaşma aracı olarak dış dinamik öğe olarak işlev görmektedir. Amaç tarımı bitirerek Türkiye’yi çokuluslu tarım sermayesinin açık pazarına dönüştürmektir. Bu amaca ulaşabilmek için tarımla ilgili KİT’ler (EBK, SEK, YEMSAN, TZDK, ORÜS, vd.) ya yok pahasına yerli tekellere devredilmiş ya da kapatılmıştır. Tarımsal KİT’leri ele geçiren tekellerin bir süre sonra çokuluslu gıda tekelleriyle ortaklıklar kurmaları sonucu bu kuruluşlar bir kez daha el değiştirerek yabancılaştırılmaya başlanmıştır (SEK işletmelerini satın alan Tekfen Holding bünyesindeki Mis Süt’ün çokuluslu gıda tekeli Nestle tarafından ele geçirilmesi gibi).
Tarımı uyumlandırma politikaları önce hayvancılığı çökertti
1980’lerin ilk yarısından itibaren gerek dış ticarette sağlanan akıldışı kolaylıklar, gerekse sınır ticareti adı altında ülkeye kaçak yoldan düşük fiyatla giren canlı hayvan ve hayvansal ürünler hayvancılığın çöküşünü hazırlamıştır. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan savaş ortamı, köylerin boşaltılması ve zorunlu göç uygulamaları mera hayvancılığını bitirme noktasına getirmiş, hayvancılıkla ilişkili tarımsal KİT’lerin (YEMSAN, SEK, EBK) özelleştirilmesi de sektörün çöküşünde belirgin rol oynamıştır. Bu olumsuzluklara Türkiye’de en örgütsüz ve sömürüye en açık kitleleri barındıran hayvancılığın desteklenmemesini de eklemek gerekir. Gerçekten hayvancılık kredilerinin toplam tarımsal krediler içindeki payı son yıllarda bile yüzde 10’lar düzeyinde kalmıştır.
1980-99 döneminde toplam büyük ve küçükbaş hayvan varlığı yüzde 42 oranında azalarak 85 milyondan 50 milyon başa düşmüştür. 1990-99 yılları arasındaki düşüş yüzde 22’dir. Bu dönemde kesilen hayvan sayısı 10.5 milyondan 6.5 milyon başa, denetim altındaki mezbaha ve kombinalarda üretilen kırmızı et miktarı 514 bin tondan 390 bin tona gerilemiştir. Süt üretimi yerinde saymış, süt ürünleri ithalatı 17.5 milyon dolardan 32 milyon dolara çıkmıştır.
1980’den sonra gıda sektöründe uluslararası sermayenin rolü arttı
1980’lerden başlayarak tarımsal üretim ve gıda sanayiinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde arttı. 1987-98 yılları arasında yabancı şirketler ile yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Yabancı sermayeli kuruluş sayısı tarımda 32’den 65’e, gıda işleme sektöründe 38’den 139’a, yemek müteahhitliği sektöründe 8’den 198’e yükseldi. Türkiye’nin önde gelen yerli sermaye grupları (Sabancı, Koç, Yaşar, Tekfen, vd.) giderek büyüyen ölçeklerde, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Çokuluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasına koşut olarak Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayiinin bir parçası olma yönünde dönüşmeye, Türkiye hızla küresel tarım/gıda komplekslerinin bir parçası haline gelmeye başladı. (18)
12 Eylül darbesi eşliğinde uygulanan yapısal uyum programlarıyla başlayan süreçte gelir dağılımı emek gelirleri ve tarım aleyhine, büyük sermaye lehine bozuldu. Mevcut küçük ölçekli ve dağınık üretim yapısı üzerine çokuluslu şirketlerin oturması gıda piyasasını katmanlaştırdı. Bu süreçte tarım ve gıda üretimi çokuluslu şirketler, onların taşeronları ya da yerli tekelci sermayenin denetimine girmeye başladı. Bu süreç, tarımda sözleşmeli üretim aracılığıyla yabancı şirketlerin tarımı doğrudan kontrol etmesi ya da hibrit tohum ve onun zorunlu girdilerinin -gübre, hormon, tarım ilacı gibi- dağıtımı yoluyla da ivme kazanıyor.
Türkiye’de önemli yerli ve yabancı tekellerin gıda sektöründe faaliyet gösterdiği alanlar ve markalar kısaca şu şekilde sıralanabilir:
· Koç Holding: Et (Maret), Süt (SEK), Makarna (Pastavilla), Konserve ve salça (Tat), Gıda parekendeciliği (Migros)
· Sabancı Holding: Süt (Danone), Margarin (Marsa KJS), Çikolata (Milka), Gıda parekendeciliği (Carrefour)
· Yaşar Holding: Et (Pınar), Süt (Pınar)
· Unilever: Margarin (Sana, Rama), Ayçiçek yağı (Komili), Zeytinyağı (Komili), Çay (Lipton)
· Nestle: Süt (Mis), Hazır kahve (Nescafe)
Girdi kullanımı giderek düşüyor
Bir yandan tarım ürünlerine verilen -ve çoğu zaman maliyetin bile altında tutulan- destekleme fiyatları, öte yandan serbest bırakılan -ve olağanüstü seviyelerde artan- girdi fiyatları küçük ve orta ölçekli çiftçileri inanılmaz zorluklarla karşı karşıya bırakmakta, kimyasal girdi kullanımı giderek düşmektedir. Sulama alanlarındaki artış hızı yavaşlamış, ekim alanları, kimyasal gübre ve tarım ilacı kullanımı gerilemiştir. 1980-90 döneminde yüzde 58 oranında genişleyen sulanan alanlar 1990-2000 döneminde yalnızca yüzde 28 oranında genişlemiştir. 18.9 milyon hektar olan ekili alanlar 18.4 milyon hektara, 5.3 milyon ton olan kimyasal gübre kullanımı 4.3 milyon tona, 34 bin ton olan tarım ilacı kullanımı 32 bin tona düşmüştür.
Üretim düşüyor, ithalat artıyor, Türkiye gıda güvenliğini yitiriyor
Bir zamanlar gıda ürünleri açısından kendine yeterli birkaç ülke arasında sayılan Türkiye, son yıllarda bu konumunu yitirmiş, gıda ürünleri ithal eden bir duruma düşmüştür. Türkiye artık gıdada da dışa bağımlı hale gelerek bu konuda da güvenliğini tehlikeye atmıştır.
Tarımsal üretim 1988’den başlayarak nüfus artış hızının gerisinde kalmıştır. 1990-97 döneminde nüfusun yüzde 11.4 oranında artmasına karşılık, tarımsal üretim yüzde 8.6 artmıştır. 1990-2000 aralığında temel tarımsal ürünlerdeki üretim düşüşleri dramatik boyutlara ulaşmıştır. Bu dönemde mercimek üretimi 846 bin tondan 353 bin tona, nohut üretimi 860 bin tondan 548 bin tona, ayçiçeği üretimi 860 bin tondan 800 bin tona, soya üretimi 162 bin tondan 44 bin tona düşmüştür. Buna karşılık buğday, pamuk ve kuru fasulyede yüzde 5-10 gibi düşük düzeyde artışlar olmuştur.
1990’da 162 bin ton pamuk ihraç eden Türkiye, 2000 yılında 566 bin ton ithalat yapmıştır. Aynı dönemde ithalat miktarları mısırda 519 bin tondan 1.3 milyon tona, pirinçte 198 bin tondan 450 bin tona, baklagillerde 15 bin tondan 432 bin tona yükselmiştir.
2000’li yılların başında Türkiye yalnızca dört ürünün (pamuk, ayçiçeği, soya, mısır) ithalatı için yaklaşık 1 milyar dolar döviz ödemektedir.
1980-2000 döneminde tarım ürünleri ithalatı 12, ihracat ise 2 kat arttı
Dış ticaretin liberalizasyonu ile birlikte ithalat, ihracata göre çok daha hızlı artarak ödemeler dengesi açığının büyümesine yol açmıştır. Metropol ülkelerde sübvansiyonlarla desteklenen ve daha ucuza ithal edilen tarım ürünleri iç piyasada devlet desteği çekilen ürünlerden daha ucuza satılmıştır.
1980’de tarım ürünlerinin ihracat içindeki payı yüzde 57 iken 2000’de yüzde 11’e gerilemiştir. 1980-2000 döneminde tarımsal ithalatın 12 kat artmasına karşılık ihracat yalnızca 2 kat artabilmiştir. Aynı şekilde 1990-2000 yılları arasında tarım ürünleri ihracatının yüzde 21 oranında artmasına karşılık ithalat yüzde 75 oranında artmıştır. 2000 yılı itibariyle ihracat 3.9, ithalat ise 4.2 milyar dolar seviyesindedir.
Kişi başına tarımsal katma değer 1000 doların altına düştü
IMF programının neden olduğu 2001 Şubat krizi, hem tarım katma değerinin GSMH içindeki payının gerilemesine, hem de kişi başına tarım katma değerinin 1994 krizindeki seviyesine, yani 1000 doların altına (878) dolar düşmesine yol açtı.
1998’de 31.6 milyar dolar olan tarım katma değeri 2001’de 19.4 milyar dolara düştü. Aynı şekilde GSMH’de tarım katma değerinin payı yüzde 16.5’ten yüzde 13.1’e geriledi. Tarım ve tarım dışı kesimler arasındaki gelir eşitsizliği daha da derinleşti. 1998’de, kişi başına düşen GSMH, kişi başına tarım katma değerinin 2.2 katı iken, 2001’de 2.5 katına çıktı.
Metropoller tarımda ihracatçı konuma geliyor
1970’li yıllara dek metropol ülkeler, genellikle sanayi malı ve mali sermaye ihracatçısı, hammadde ve tarım ürünleri ithalatçısı idiler. Emperyalist metropoller, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilerle (makina, kimyasallar ve biyoteknoloji) birlikte her türlü destekleme aracını da sonuna dek kullanarak, tarımsal üretimlerini olağanüstü artırdılar. Böylelikle hem gıda, hem de sanayi hammaddesi açıklarını hızla kapattılar. Önce kendilerine yeterli hale geldiler, sonra da üretim fazlaları oluşmaya başladı.
Dünyada tarımı 6 çokuluslu şirket kontrol ediyor
Günümüzde dünya tarımını 6 çokuluslu şirket kontrol ediyor. Bunlardan Cargill ile Archer Daniels Midland (ADM) tarımın yüzde 60’ını tekeli altında bulunduruyorlar. Novartis, Monsanto, Aventis ve Du Pont gibi 4 çokuluslu şirket de dikkate alındığında, bu 6 çokuluslu şirket, dünya tarımının yüzde 90’ını kontrol ediyorlar.
2000’li yılların başında dünyada tarım ürünleri ihracatının yüzde 57’sini ABD ve AB ülkeleri gerçekleştiriyor. ABD’nin yalnızca kendi topraklarında ürettiği hububat ile dünya dış ticaretindeki payı yüzde 25. Bu oran mısır, soya ve yem bitkilerinde yüzde 45’i buluyor. Dünya hububat pazarının yüzde 80’i Cargill (ve onun denetimindeki Continental) ile Archer Daniels Midland (ADM) tarafından kontrol ediliyor.
Emperyalist metropoller -Uruguay Anlaşması’na rağmen- destekleyici/koruyucu tarım politikalarını sürdürüyorlar
Metropol ülkeler Uruguay Turu Anlaşması’nda pazara giriş olanaklarının artırılması, ihracat sübvansiyonlarının ve yurtiçi desteklerinin azaltılması ile tarım ürünleri ticaretinin serbestleştirilmesini kabul etmelerine karşın, destekleyici-koruyucu tarım politikalarını büyük ölçüde sürdürmektedirler.
2000 yılı itibariyle, yani Uruguay Turu’ndan 6 yıl sonra, tarım ürünlerine verilen toplam destek miktarı ABD’de yüzde 22, AB’de yüzde 38, Japonya’da yüzde 64’tür. (10)
2001 yılı rakamları ile AB tarıma 105.6 milyar dolar destek verirken Türkiye aynı dönemde 6.3 milyar dolar destek verdi. AB yurtiçi gayri safi hasılasının yüzde 50’sini, Türkiye yüzde 4.3’ünü, tarımsal desteklemeye ayırdı. (19) Öte yandan ABD, Mayıs 2002 başında tarım sübvansiyonlarını yüzde 70 artırma kararı aldı.
Kendi ülkelerinde destekleyici-koruyucu politikaları sürdüren emperyalist metropoller Türkiye’ye tarımı desteklemekten vazgeçmesini, piyasasını rekabet koşullarına bırakmasını niçin dayatıyorlar?
IMF ve Dünya Bankası’nın dayattığı tarım programının amacı Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirmektir
IMF/DB programı gereğince tarıma yönelik destekleme kurumlarını özelleştirme, işlevsizleştirme ya da tasfiye etme ve tarım ürünleri ithalatında koruma oranlarına yönelik yaklaşımlarla, tarımsal girdi ve kredi olanakları yok edilmiş, “tarım çökertilmiş” olacaktır. İstenen; kendine yeterliliği yok edilmiş, tarım ürünleri ithalatçısı konumuna düşürülmüş bir Türkiye’dir.
Reform programı ile Türkiye tarımı uluslararası sermayenin çıkarlarına göre şekillendirilmek isteniyor. Bu süreçte ülkenin gereksinimlerine ve toprak ve iklim gibi ekolojik koşullarına uygun geleneksel üretim deseni terk edilerek, tarım/gıda tekellerinin gereksinim ve yönelimlerine göre ve onların istediği koşullarda üretim yapılacak (örneğin sözleşmeli tarım). Bu ise uluslararası sermaye ile sektör temelinde bir eklemlenmeyi getirecek.
Mevcut üretim deseninin değiştirilmesi, tarımda kendine yeterliliğin terk edilmesi, ithalatın serbestleştirilmesi vb. ile tarım uluslararası tekellerin gereksinim ve yönelimleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmektedir. Bu uygulama ve yönelimler, Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirme stratejisinin bir parçasıdır.
Türkiye tarımda kendi programını uygulamalıdır
Türkiye, pek çok iklim ve toprak tipinin görüldüğü bir ülke olması nedeniyle çok zengin bir bitki çeşitliliğine sahip olmasına karşın amaçlanan verimlilikten çok uzaktır. IMF ve Dünya Bankası tarafından yönlendirilen programlarla tarım bitirilmek üzeredir. Türkiye tarımının bu sarmaldan kurtulabilmesi için, çokuluslu tarım tekellerinin gereksinim ve yönelimlerine göre değil, ülkenin gereksinimlerine ve ekolojik koşullarına uygun olarak, demokratik bir tarzda oluşturulacak gerçek bir tarımsal reform programı uygulanmalıdır.

Kaynaklar
1.    ALTAN, F. 1998. “Türk Tarım Yapısı-Tarım Sayımlarının Mülkiyet ve İşletme Biçimleri Bakımından Karşılaştırmalı Bir Analizi”. Türkiye’de Tarımsal Yapı ve İstihdam, DİE, Yayın No: 2210, Ankara, s.401-447.
2.    BORATAV, K. 1991. 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
3.    BORATAV, K. 1995. “İktisat Tarihi (1981-1994)”. Türkiye Tarihi, 5. Cilt içinde, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 159-213.
4.    BORATAV, K. 1998 a. “Serbest Piyasa ve Tarım”. Cumhuriyet, 24 Haziran.
5.    BORATAV, K. 1998 b. “2000’lere Doğru Türkiye’de Popülizm”. Mürekkep, Sayı: 10/11, Ankara, s. 8-13.
6.    BORATAV, K. 2000. “Kuşbakışı Türkiye Tarımı”. Cumhuriyet, 9 Şubat.
7.    BORATAV, 2001. Tarımın Ticaret Hadlerine İlişkin Mektup. 28 Şubat, Ankara.
8.    BORATAV, K., E. YELDAN ve A. KÖSE. 2000. Globalization, Distribution and Social Policy: Turkey, 1980-1998. CEPA and New School for Social Research, Working Paper No. 20, New York, February.
9.    GÜNAYDIN, G. 2001. Türkiye Şeker Sektörü Analizi. KİGEM/TMMOB  Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara.
10.    MİNİBAŞ, T. 2002. “Globalizmin Potansiyel Tarım Pazarları”. Cumhuriyet, 13 Mayıs.
11.    OYAN, O. 2000. “Tarımda Ne Yapılmak İsteniyor?” Teori, Sayı: 127, İstanbul, s. 23-31.
12.    OYAN, O. 2001. “Tütünde Ne Yapılmak İsteniyor?”.  Dünya, 29 Haziran ve 13 Temmuz.
13.    SAVRAN, S. 1996. “Türkiye Ekonomisinde Kriz: 1994’ten 1995’e”. 93-94 Petrol-İş Yıllığı, İstanbul, s. 123-133.
14.    SÖNMEZ, M. 1992 a. 100 Soruda 1980’lerden 1990’lara “Dışa Açılan” Türkiye Kapitalizmi. Gerçek Yayınevi, İstanbul.
15. SÖNMEZ, M. 1992 b. Türkiye’de Gelir Eşitsizliği. İletişim Yayınları, İstanbul.
16.    SÖNMEZ, M. 2002. “Tarımda 4 Milyon Aile Kriz Kurbanı”. www. ekohaber.net, 4 Haziran.
17.    YELDAN, E. 2001. Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi (Bölüşüm, Birikim ve Büyüme). İletişim Yayınları, İstanbul.
18.    YENAL, N. Z. 2001. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Üretiminin Yeniden Yapılanması ve Uluslararasılaşması”. Toplum ve Bilim, Sayı: 88, İstanbul, s. 32-54.
19.    YILDIRIM, A. E. 2002. “Avrupa Tartışmalarında Neden Tarım Yok?”. Dünya, 3 Temmuz.

Tarımdaki Yüzyılların Dönüşümünü Hemen Beklemenin Sonuçları

Toprak mülkiyeti ilişkilerinin kapitalist dönüşümü ve tarımda kapitalizmin gelişimi nasıl bir süreç izler? Aslında süreç, biçimine ve zaman içindeki akışına göre, her ülkede birbirinden farklı bir şekilde tamamlanır. Ülkelerdeki somut gelişme koşullarına uygun düşen biçimlerin çeşitliliğine karşın, tarımda kapitalizmin gelişiminin belirli tipik yolları görülebilmektedir.

Lenin’e göre, angarya iktisadının kalıntıları hem çiftliklerin dönüştürülmesi (yani reform) yoluyla, hem de feodal latifundiaların (özel büyük topraklar) yok edilmesi (yani devrim) yoluyla ortadan kaldırılabilir. Burjuva gelişmenin nesnel olarak olası bu iki yolu, “Prusya yolu” ve “Amerikan yolu” olarak adlandırılır.(1)

Amerikan tipi geçiş, feodal beylerin topraklarına el konulması ve bu toprakların serflere (temel üreticiler olan bağımlı köylüler) dağıtılması şeklindedir. Serfliğin kaldırılması biçiminde özetlenebilir. Böylece birbiriyle rekabet halinde çok sayıda küçük köylü işletmesi ortaya çıkar ve zamanla bu küçük üretici köylülerin bir bölümü kapitalist çiftçi haline gelirken, bir bölümü de elindekileri kaybederek işçileşir. Bu geçiş modelinin en belirgin örnekleri, öncelikle Birleşik Amerika’nın kuzeydoğu eyaletleri ile 18. yüzyıl Fransa’sıdır. Anlaşılacağı gibi, bu geçiş tipi, burjuvazinin serbest rekabetçi, yani henüz devrimci bir sınıf olduğu dönemlerle ilgilidir. O dönemlerde burjuvazi, feodallere karşı mücadelesinde köylülerin geniş desteğini sağlamış ve bu sayede burjuva demokratik devrimleri yapabilmiştir.

Diğer bir geçiş modeli ise, özellikle Elbe nehrinin doğusunda, Prusya’da en belirgin özellikleriyle görüldüğü için bu adı almıştır. Burada Junker diye adlandırılan büyük toprak sahipleri, süreç içinde kapitalist çiftçiler haline gelmişlerdir. Bunda, bir büyük çiftçi azınlığın oluşmasıyla, köylüler, yıllarca sürecek en eziyetli mülksüzleşmeye ve köleliğe mahkum edilirler. Junker ekonomisinde toprak sahipliği ve toprağın işlenmesi aynı elde muhafaza edilmiştir. Junkerler hem toprak sahibi, hem de kapitalist olan tek bir kişiyi temsil ederler. Prusya’da kapitalizmin gelişmesi, toprak beyleri olan Junkerlerin “iç başkalaşımı”na dayandığından, uzun bir süre feodal sömürü yöntemleriyle kapitalist sömürü yöntemleri iç içe gelişti. Bu durum üreticiler için özellikle eziyetli ve bunaltıcı oldu. Artık tam bir toprak kölesi olmamakla birlikte, malikanelerde çalışan köylüler ve tarım işçileri özgür de değillerdi. Ancak uzun bir süreç içinde bu çiftlik işletmelerinin kapitalist niteliği belirginleşti ve feodal sömürü yöntemleri geriye itildi.

Prusya yolundan kapitalist tarım gelişmesinin başka dikkate değer örnekleri Çarlık Rusya’sı, İtalya, İspanya, Japonya ve Latin Amerika ülkeleridir. (2)

Kapitalist tarımın gelişme tiplerinin bilinmesi, yalnızca günümüz kapitalist ülkelerinde tarım ve rant ilişkilerinin çözümlenmesi için önemli değildir. Bu, azgelişmiş ülkelerdeki tarımsal evrimin değerlendirilmesi için de büyük önem taşır. Toplumsal değişimlerin sosyo-ekonomik karakterine ve sınıf güç ilişkilerine uygun olarak, kapitalist tarım ilişkilerinin ortaya çıkışı, kısmen Prusya yolundan, kısmen de Amerikan yolundan olur. Prusya yolundan gelişme ve kapitalist ekonomi biçimlerine geçiş, bir anti-feodal devrim olmadan (evrimci yoldan) gerçekleştiğinde söz konusudur. Kimi ülkelerde bu gelişme ‘yeşil devrim’ denen olayla güçlendirilir. Amerikan yolunda, feodal tarım ilişkileri, tarımsal bir dizi “reform”la ortadan kaldırılır.

Kapitalist tarım ilişkilerinin ortaya çıkış biçimlerinin kapitalist tarımın gelişmesi üzerinde esaslı etkileri vardır. Üretim güçleri ve ilişkilerinin gelişimi bu iki yol tarafından farklı biçimde etkilenir. Prusya yolunda üretim güçlerinin gelişimi feodal kalıntılarca engellenir. Ucuz işgücü olan tarım işçileri ile küçük çiftçilerin vahşice sömürülüşü nedeniyle, tarım kapitalisti yüksek kâr sağlamak için makine kullanma zorunluluğundan kurtulur. Buna karşılık, Amerikan yolunda üretim güçlerinin gelişmesi teşvik görür. Farklılaşma süreciyle ortaya çıkan büyük tarım kapitalistleri, yüksek bir sermaye değerlendirmesine ulaşmak için gittikçe artan sayıda tarım makineleri kullanırlar. Genel olarak feodal bağların bulunmayışı nedeniyle öyle pek ucuz işgücü bulamazlar.

Farklılıklarına bakılmadan, hem Prusya, hem de Amerikan yolu, kapitalist bir sınıfsal sosyal yapının oluşumuna yol açarlar. Kapitalist toplumda olduğu üzere, iki temel sınıf ortaya çıkar: burjuvazi ve proletarya. Bu iki temel sınıf arasında, sayıca büyük bir tabaka oluşturan köylülük bulunur.

Tarım kesiminde burjuvaziyi oluşturanlar, her şeyden önce tarım kapitalistleridir. Bunlar, hem toprağın sahibi, hem de kapitalist kiracı olarak ortaya çıkarlar. Tarım kapitalistlerinin arasında sayıca oldukça büyük bir grup da büyük çiftçilerdir. Tarımın Prusya yolundan geliştiği ülkelerde, feodalizmden gelme bir sınıfı oluşturan büyük toprak sahipleri varlıklarını sürdürürler. Kapitalist gelişme sürecinde, bu sınıf, bağımsız varlığını yitirerek büyük burjuvazinin içinde erir.

Kapitalist sınıf karşıtlığının öteki kutbunda kır proletaryası yer alır. Kır işçileri, meta olan işgüçlerini kapitalistlere satarlar ve hiçbir üretim aracına sahip değildirler. Küçük bir toprak parçasını işliyor olsalar bile, bu bir şey değiştirmez.

Köylülük, feodal toplumun temel sınıflarından biriyken, kapitalizmde bütünlüğe sahip bir sınıf olmaktan çıkar. Kapitalist toplumda köylülük, daha çok, farklı sosyal grupları kapsayan bir tabakadır. Genel olarak köylülükte üç toplumsal tabaka ayırt edilebilir: Küçük köylüler, orta köylüler, büyük (zengin) köylüler.

Küçük köylüler, kural olarak, ailesiyle işleyebileceği kadarından daha büyük olmayan bir parça toprağın sahibi ya da bunun kiracısı durumunda olan kişilerdir. Ama bu toprak parçası aileyi doyuracak kadardan da küçük olmayacaktır. Küçük köylüyü çağdaş proletaryadan ayıran, henüz iş araçlarına sahip olmasıdır. Yani geçmiş bir üretim biçiminin kalıntısıdır.

Bundan farklı olarak, orta köylüler, arada bir ücretli emek kullanırlar ve elverişli yıllarda bir artık ürün sağlayabilirler. Buna karşılık, ücretli emek kullanımı, büyük köylüler için zaten ayırt edici bir özelliktir.

Büyük köylüler özünde kapitalist üreticilerdir. Yalnızca yaşama biçimi ve çiftliklerinde kendi bedeni çalışmalarıyla bağlantılı olduklarından dolayı köylülükten sayılırlar.

Kapitalist gelişmenin akışı içinde, köylülük, çok çeşitli toplumsal değişim süreçleri geçirir. Özünde iki temel süreç söz konusudur. Bir yandan köylülüğün karakteri değişir (doğal ekonomiden pazar için üretime geçiş), öte yandan derinlere inen bir toplumsal farklılaşma süreci yaşanır. Köylülüğün büyük kitlesi yıkıma uğrar ve farklı tempoda görece uzun bir süreç içinde proleterleşir. Günümüzde bu farklılaşma süreci, bu süreci yaşamış olan günümüzün emperyalist-kapitalist ülkelerinde şimdiye dek görülmemiş bir yoğunluk ve hızlılıkta gerçekleşmektedir.

OLTAYA GELMEK

TÜRKİYE’NİN ALT YAPISINA UYMUYOR
BAŞARISIZLIĞI DB’DE KABUL EDİYOR
* 1999-2002 döneminde, tarım sübvansiyonları 6 milyar dolar azalarak 1,1 milyar dolara inmiştir. Başka bir deyişle, tarımsal sübvansiyonların GSMH’ye oranı yüzde 3,2’den yüzde 0,5’e düşmüştür.
* Aynı dönemde, tarımsal GSMH 27 milyar dolardan 22 milyar dolara gerilemiştir.
* Çiftçiler üzerindeki net etki, yaklaşık 4 milyar dolar tutarında yıllık zarar olmuştur.
* 2002-2003 reform döneminde gübre ve ilaç kullanımı yüzde 25-30 azalmıştır.
* Tarım kredisi faiz oranları negatiften pozitife dönmüştür.
* Kredi alan çiftçiler, borçlarını, tarımsal gelirdeki azalmalar ve yüksek reel faiz oranları nedeniyle ödeyememişlerdir.
* 1999-2001 arasında, Türkiye’de üretilen başlıca tarım ürünlerinin brüt değeri, reel olarak yüzde 16 oranında azalmıştır.
* 1997-2002 döneminde, ihracat ve ithalat tüm ürün çeşitlerinde artış gösterirken, tarım ve gıda ürünlerinin toplam ihracat ve ithalattaki payı düşmüştür.
* 1999-2001 arasında, hektar başına üretimin dolar eşdeğeri, 864 dolardan 621 dolara olmak üzere, yüzde 28 oranında düşmüştür. Bu azalış, yüzde -13 ile bakliyatta en az oranda, yüzde -38 ile tütün, şeker pancarı ve pamuğu da içeren kategori olan “öteki tarla ürünlerinde” en yüksek oranda gerçekleşmiştir. Hektar başına meyve değeri yüzde 29 azalırken, hububat ve sebze değeri sırası ile yüzde 22 ve yüzde 23 düşmüştür. Bu dönemde, hektar başına katma değer, dolar bazında yaklaşık yüzde 40’lık bir düşüş kaydetmiştir.
* Çiftçi, 450 bin hektar alanı ekmekten vazgeçmiştir. Bu alanın 300 bin hektarı, Orta Anadolu Bölgesinde bulunmaktadır.
* 1999-2001 arasında tarım ürünleri fiyatları yüzde 40 oranında gerilemiştir.
* Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük destekleme oranlarına sahip olan ülke haline gelmiştir.
* Doğrudan Gelir Desteği (DGD) programı, çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak yüzde 35-45’ini karşılayabilmiştir. DGD programından fiilen yararlanamayanlar için, bu durum dahi söz konusu değildir.
GELİR DAĞILIMINI BOZULUYOR ÇİFTÇİ YOKSULLAŞIYOR
Hayvan varlığındaki erime de devam etmiş; 1990-2005 yılları arasında, koyun sayısı 40,6 milyon baştan 25,3 milyon başa, sığır sayısı 11,4 milyon baştan 10,5 milyon başa gerilemiştir. Süt üretimi, yalnızca yüzde 13 dolayında artmıştır. Denetim altındaki mezbaha ve kombinalarda kesilen toplam sığır, koyun ve keçi sayısı, 9 milyondan 6,5 milyon başa gerilemiştir. Böylelikle kırmızı et üretimi, yüzde 19’luk bir gerilemeyle, 507 bin tondan 409 bin tona düşmüştür.
EMEKÇİLER ÇÖZÜMÜ KENDİNDE ARAMALIDIR

200 yıllık sanayileşme sürecinde, tarımda teknolojik gelişmeyi ve verimlilik artışını sağlayan merkez kapitalist ülkeler, köylülüğü yıkıma uğratırken, aynı zamanda istihdam etmeyi de başardı. Tarım nüfusunu yüzde 10’ların altına düşürürken, büyük sosyal yaralar açılmasını engelledi. Fakat şimdi, kendisinin 200 yıllık bir zaman diliminde yumuşak geçiş yaparak geldiği tarımsal nüfus ve gelişmişlik düzeyini, Türkiye gibi ülkelere dayatıyor. Aynı gelişmişlik düzeyine sahip olmayan Türkiye gibi ülkelerde, dayatma, ülke tarımının, üretimden pazarlamaya değin, uluslararası  tarım-gıda tekellerinin denetimi altına girmesini sağlıyor. Ülkeleri emperyalist metropollerin açık pazarı haline getiriyor. Yerli üreticileri, ya “sözleşmeli çiftçi” adı altında bu şirketlerin “taşeronu” haline düşürüyor ya da göç etmek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıyor. “Türkiye’de tarım nüfusu yüzde 10’un altına düşürülmelidir” sözü çok çarpıcı gelmeyebilir, birçok insana… Rakamların duygusuzluğu, 20 milyon insanın tarımdan kopması anlamına gelen gelişmelerin can acıtıcılığının anlaşılmasını engelleyebilir. Oysa rakamların anlatamadığı madalyonun diğer yanında acı gerçekler var: İşsizlik sorununun çözülmediği ülkemizde, işsizler ordusuna, yenilerin, milyon milyon katılması gibi… Kap kaç, soygun, uyuşturucu batağı, sokakta yatanlar gibi sosyal sorunların daha da derinleşmesi gibi… Kent altyapısının göçleri kaldırmadığı bir ülkede yeni göçlerin olması gibi… Açlık, yoksulluk, cinnet, insanlık dışı koşullarda yaşamak…

Cumhuriyetin kuruluşundan beri, ülke tarımı da dönüşüme tabi tutuluyor. Egemen sınıfların hiç değinmedikleri ya da göz ardı etmek istedikleri arasında, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana tarımda “en az değişenlerin” de bulunmasıdır. Bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:

* Tarım topraklarının işletmelere ve mülkiyete göre dağılımında süregelen büyük eşitsizlik,

* Makineleşme, kredi ve destekleme politikalarının egemen sınıfların yararına göre biçimlenmesi,

* 80 yıllık süreçte 3.5 kat artan topraksızlık ve toprakların belli ellerde toplanma olgusuna koşut olarak kırsal kesimde ivme kazanan işsizlik ve göç…

Bu dönemin “en çok değişeni” ise, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin yukarıdan aşağıya inşası sürecinde, emek-rant sömürüsünün yerini büyük ölçüde emek-ücret sömürüsünün alışı, yani geleneksel sömürü mekanizmalarının yerinin başka sömürü mekanizmaları ile dolduruluşu oldu.

Bilindiği gibi, uluslararası mali sermayenin resmi örgütlenmeleri olan IMF ve Dünya Bankası, 1980’lere dek köylülüğü (küçük üreticiliği) destekleme yönünde ekonomi-politikalar oluştururken, amacı, kırsal alanlarda egemen sınıfların denetimini artırmak ve böylelikle ortaya çıkabilecek bir toplumsal muhalefetin devrimci hareketle bütünleşmesini engellemek ya da düzenin sınırları içerisindeki kanallara yönlendirmek olmuştur. Emperyalizm “küçük üreticiliği destekleme” politikasıyla köylülüğün gelir düzeyini belirli bir düzeyde tutmayı esas almıştır. Tarım sübvansiyonlarıyla yürütülen bu politika, feodal ilişkilerin devrimci bir tarzda tasfiye edilemediği -Türkiye gibi- ülkelerde, aynı zamanda feodal sınıflarla sürdürülen bir işbirliğini ifade etmektedir.

1980 sonrasında dünya çapında ortaya çıkan ekonomik gelişmeler ve sosyalist sistemin dağıtılmışlığı koşullarında, kendisi için uygun bir ortam oluştuğunu düşünen emperyalizm, küçük üreticiliği destekleme politikasını terk ederek, köylülüğün mülksüzleştirilmesine ve bu yolla kırsal nüfusun azaltılmasına yönelik politikalara dönmüştür.

Türkiye gibi emperyalizmin boyunduruğu altındaki yeni-sömürge ülkelerde hiçbir ekonomik ve siyasi politika emperyalist-kapitalist sistemden bağımsız değildir. Dolayısıyla 24 Ocak Kararlarının Türkiye tarımına yönelik temel politikası, tarımda üretimden pazarlamaya değin tüm sürecin emperyalizm tarafından denetimini sağlamak olmuştur. Bu denetimin gerçekleştirilebilmesi için 1980 sonrası uygulanan politikalara bakıldığında, tüm uygulamaların küçük üreticiliğin ve küçük ölçekli tarımsal üretimin tasfiye edilmesine yönelik olduğu görülecektir.

Öte yandan 1970’li yıllara dek tarım ürünleri ithalatçısı konumunda olan emperyalist metropoller, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilere ek olarak her türlü destekleme aracını sonuna dek kullanarak, gereksinimlerinin çok üstünde bir tarımsal üretim kapasitesine ulaştılar. Ancak üretim fazlası için pazar gerekiyordu. Bu noktada, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerini devreye soktular ve azgelişmiş ülkelerin tarımlarını çökerterek bu ülkelerin pazarlarını ele geçirmek için bir saldırı programı başlattılar. 1980’li yılların başında borç krizine giren ülkelerde “yapısal uyum programları” şeklinde dayatılan bu saldırı sonucu, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok azgelişmiş ülke, iç piyasalarını gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını uluslararası tarım-gıda tekellerine açtılar. Bu ülkelerde temel gıda üreticiliğine dayalı üretim deseni terk edilerek, tekellerin gereksinimlerine göre ve onların belirlediği koşullarda ihraç malları üretimine geçildi. IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin uygulandığı azgelişmiş ülkeler, sonuçta, kendi kendilerini besleyemeyen bir konuma gelerek, net gıda maddeleri ithalatçısı oldular. Buna karşılık, dünyada gıda üretimi ve dağıtımını birkaç şirket kontrol etmeye başladı. GATT Uruguay Görüşmeleri de tarım-gıda tekellerinin gücüne güç kattı.

“Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” (Dünya ekonomisinin, ABD hegemonyası altında neo-liberal bir düzenleme sistemiyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin kullanımına sunulması süreci) koşullarında, tüm siyasi ve ekonomik politikalarda olduğu gibi, tarımsal politikalarda da artık içsel dinamikler değil, dış dinamiklerin belirleme gücü baskındır. Bu sürecin tarım için yıkım, üretici için ise yoksullaşma ve tasfiye eğilimlerini içinde barındırdığı da bir gerçektir.

Uluslararası mali sermayenin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası, bağımlı kıldığı diğer azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi, Türkiye tarımında da aynı reçeteyi uygulamak istiyor. Dünya Bankası’nca hazırlanan Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) adı altında dayatılan bu program, tarımda fiyat, kredi ve girdi desteklerinin ortadan kaldırılarak -dünyanın hiçbir ülkesinde tek başına uygulanmayan- doğrudan gelir desteği sistemine geçilmesini, tarım birliklerinin işlevsiz hale getirilmesini, bazı ürünlerde kota uygulamasına geçilmesini, kimilerinde ise üretim alanlarının daraltılmasını, tarımdaki tüm dağıtım, pazarlama ve AR-GE etkinliklerinin yerli ve yabancı tekellere devredilmesini içeriyor.

IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları ve hükümetin uygulamaları, Türkiye tarımını -özellikle de küçük ölçekli tarımı- dünyanın acımasız piyasa ekonomisi karşısında korumasız bırakarak, birkaç temel ürün dışında tasfiye etmeyi amaçlıyor.

Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmeler, tarımda özelleştirme, bağımlılaştırma, yabancılaştırma ve tasfiye şeklinde ilerleyen sürecin anlaşılmasını kolaylaştırıyor. Siyasi iktidarlar tarafından 6,5 yıldır taviz verilmeksizin uygulanan IMF/Dünya Bankası programının tarımdaki sonuçları, çiftçilerin yoksullaşması, gelir bölüşümündeki eşitsizliğin artması ve istihdamdaki hızlı azalma olarak ortaya çıkıyor.

2000’lerin başlarından bu yana, tarımda -tüm destek sistemlerini kaldırmaya ve çiftçi örgütlerini adım adım tahrip etmeye dayanan- liberalleştirme politikası ağırlık kazandı. Uluslararası tarım şirketlerinin çıkarına olan bu politikaları teşvik etme konusunda IMF/Dünya Bankası odaklı programlar kritik bir rol oynadı. TEKEL, TİGEM, gübre ve şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, bu gündemin ayrılmaz bir parçasıdır.

Türkiye, 2000’lerin başlarından bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda Tarımsal Reform Programı (ARIP) uygulamaktadır. Bu programın amacı; ürün ve girdiye dayalı desteklerin kaldırılarak, yerine sahip olunan arazi büyüklüğüne dayalı bir gelir destek programının uygulanmasıdır. Ancak, tarımda yapısal sorunlarını aşamamış, devlet desteğine gereksinim duymayacak aşamaya ulaşamamış bir ülke olan Türkiye’nin ARIP bağlamında geliştirilmesi hedeflenmiş olan liberalleştirme politikası, ülkenin tarımsal altyapısına uygun değildir.

Dünya Bankası tarafından verilen tarımsal uyum kredileriyle de desteklenen bu program, tarım sektöründe kapitalist paylaşım ilişkilerinin kurulmasına dönüktür. Bu krediler, tarım sübvansiyonlarının kaldırılması, kamuya ait tarım işletmelerinin özelleştirilmesi, tarım satış kooperatiflerinin işlevsiz hale getirilmesi ya da tasfiyesi ve kırsal nüfusun azaltılması gibi alanlarda kullanılmaktadır.

Özelleştirme ile tarımsal KİT’lerin tasfiyesinin edilmesinin ardından, tarım kesimi liberalleştirme adı altında uluslararası tekellere açılmaktadır. Tarım kesiminin GSMH’den aldığı pay gittikçe düşmekte ve özellikle küçük tarım üreticileri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Hayvancılık neredeyse tümüyle tasfiye edilmiş durumdadır. Her kriz döneminin faturası ücretlilere, kent yoksullarına ve köylülere çıkartılmaktadır.

2000 yılı başından bu yana uygulanan IMF/Dünya Bankası dayatmalı programların etki ve sonuçları, belki de en açık biçimde, tarım kesimindeki değişimde ortaya çıkmıştır. Bu politikaların ülkemizin tarımsal yapısı üzerinde yarattığı sonuçlar, Dünya Bankası tarafından 9 Mart 2004 tarihinde yayımlanan “Türkiye’de Tarım Sektörü Destekleme Reformunun Etkilerine Bir Bakış” başlıklı raporda şöyle ortaya konulmaktadır:

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, Doğrudan Gelir Desteği uygulamasının sonuçları:

* DGD ödemelerinin yüzde 51’i, çiftçilerin yüzde 17’sini oluşturan 100 dekardan daha büyük arazi sahiplerine gitmektedir.

* 2004 yılı için ödenen 2 katrilyon 670 trilyon liralık DGD’nin yüzde 51’i, yani 1 katrilyon 361,7 trilyon lirası 476 bin çiftçiye giderken, kalan yüzde 49’luk miktar, çiftçilerin yüzde 83’ünü oluşturan 2 milyon 324 bin çiftçiye dağıtılmıştır.

* Arazi varlığı 100 dekarın üzerindeki çiftçilere ortalama 2 milyar 750 milyon TL düşerken, küçük arazi sahiplerine ortalama 586 bin TL ödenmiştir. Aradaki fark tam 3,5 kattır.

* Bu adaletsizliği önlemek için, DGD’nin desteklemeler içinde 2002-04 döneminde ortalama yüzde 78 olan payı, 2005 itibarıyla yüzde 55’ler seviyesine çekilmiştir. 2006’da, bu rakamın yüzde 45’lere düşürülmesi öngörülmüştür. Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı 2,8 milyon çiftçi bulunuyor. Çiftçilerin yüzde 83’ünün arazisi 100 dekarın altında. Bu kesimin yüzde 16’lık kısmının arazi varlığı, 10 dekardan küçük. Geriye kalan yüzde 17’lik kesimin ise, arazi büyüklüğü 100 dekarın üstünde. Bu kapsamda, DGD ödemelerinin yarısı yüzde 83’lik kesime giderken, diğer yarısı yüzde 17’lik kesime gitmektedir. Kısacası DGD ödemeleri arazi sahipliğine göre yapıldığından, kırsal kesimde gelir dağılımını ciddi ölçüde bozmaktadır.

2000-04 döneminde tarımsal ürün alım fiyatları sürekli olarak enflasyonun altında tutulmuştur. 2000-04 ortalaması olarak TEFE’deki değişmenin yüzde 40’ı bulmasına karşın; aynı dönemde, tarımsal ürün ortalama alım fiyatları artışı yüzde 28 düzeyinde tutulmuştur. Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemelerin tarımsal katma değer içindeki payı sürekli olarak geriletilmiştir. Destekleme alımlarının tarım sektörünün toplam katma değerine oranı, 1990-99 dönemi ortalaması olarak yüzde 9,7 iken, 2000-04 döneminde yüzde 7,1’e, 2004 yılına gelindiğinde ise yüzde 5,4’e düşmüştür.

Fiyat destekleme ve girdi (gübre, kredi, vb.) sübvansiyonlarından yoksun bırakılan çiftçi, toprağını ekemez, gübre ve kredi kullanamaz hale gelmiştir. Örneğin 1990 yılında yaklaşık 24,2 milyon hektar olan işlenen tarla alanları, günümüzde 23 milyon hektara düşmüştür. 2000-2004 yılları arasında, yalnızca 8 ürünün (buğday, ayçiçeği, soya, pamuk, tütün, şekerpancarı, nohut, mercimek) ekim alanlarındaki gerileme 312 bin hektar olmuştur.

“Çiftçiye yapılan destekler ülkeyi batırıyor” denilerek üreticiye kredi verilmemeye, azaltılmaya başlanmıştır. Ziraat Bankası tarımdan kopartılmış, Tarişbank’a el konularak başka bir bankaya devredilmiştir. Tarımsal kredi faiz oranlarına uygulanan sübvansiyon Mart 2000, kimyasal gübre desteği Ekim 2001, tohum ve tarımsal ilaç destekleri ise Aralık 2001 sonundan itibaren kaldırılmıştır. Bu çerçevede tarım kredilerinin toplam krediler içindeki payı 2000 yılında yüzde 9,6 iken, 2005 yılında yüzde 3,5’e değin gerilmiştir.

2000 yılında 18,8 milyon ton olan şekerpancarı üretimi, IMF’ye verilen ekim alanlarının daraltılması taahhüdü ve 4 Nisan 2001’de çıkarılan 4364 sayılı Şeker Kanunu hükümleri doğrultusunda, 2004 yılında 13,5 milyon tona gerilemiştir. Şeker Kanunu ile şeker fabrikalarının özelleştirilmesi öngörülmüş, şeker üretimi kısıtlanarak suni tatlandırıcılara geniş kota tanınması gündeme gelmiştir. Öte yandan şekerpancarı ekim alanlarının daraltılması, 450 bin üretici aile ve şekerpancarı tarımında çalışan 100 bini aşkın işçinin gelir olanaklarını kısıtlamakta ve yaşamını zorlaştırmaktadır.

9 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4733 sayılı Tütün Kanunu ile tütünde destekleme alımları kaldırılarak sözleşmeli üretim sistemine geçilmiştir. Tütün üreticisinin örgütsüz olması nedeniyle bu sistemde fiyatlar alıcı firmalar tarafından belirlenmekte; üretici bu durumda sektörden kopmak zorunda kalmaktadır. Bu koşullarda, yakın bir gelecekte tütün üreticisi bulmak zorlaşacaktır. 1999 yılında 251 bin ton olan tütün üretimi, 2004 yılında 129 bin tona; 578 bin olan ekici sayısı ise, 274 bin kişiye düşmüştür. Aynı şekilde, TEKEL’in destekleme alımlarının toplam üretimdeki payı 1999’da yüzde 72 iken, 2004’te sözleşmeli alımdaki payı yüzde 28’e inmiştir.

1990’lı yılların başında 56 milyon olan nüfus, 2004 yılında 71 milyona yükselmiş, yani 14 yılda yüzde 25 dolayında artmıştır. Oysa tarım ve hayvancılık üretimi ya yerinde saymakta ya da gerilemektedir. IMF/Dünya Bankası patentli reform projesi bu sürece ivme kazandırmıştır. 1990 yılında 20 milyon ton olan buğday üretimi 2004 yılında 21 milyon tona çıkabilmiştir. 1990’da 860 bin ton olan nohut üretimi 2004’te 620 bin tona; 846 bin ton mercimek üretimi ise 540 bin tona düşmüştür. Soya fasulyesi üretimi dramatik bir şekilde 162 bin tondan 50 bin tonlara gerilemiştir. Ayçiçeği üretimindeki artış, yalnızca yüzde 10’lar seviyesindedir. Buna karşılık, yıllık bitkisel yağ açığı yaklaşık 1 milyon ton ham yağ ya da karşılığı yağlı tohumdur; her yıl yağlı tohum ve ürünleri ithalatı için ödenen bedel 1 milyar doların üstündedir. Önemli sayılabilecek üretim artışı sağlanan tek ürün pamuktur. Ancak aynı dönemde pamuk kullanımı 540 bin tondan 1,4 milyon tona yükselmiştir. Böylece Türkiye 1990’da 50 bin ton dolayında pamuk ithal ederken, 2002-04 döneminde 650 bin ton pamuk ithal eder hale gelmiştir.

Türkiye’nin üretimi azaldıkça, bundan ithalat ve ihracatı da etkilenmektedir. Tarımsal dış ticaret dengesi, 1980-89 döneminde yıllık ortalama 1,5 milyar dolar fazla verirken, 1990-99 döneminde bu fazla 866 milyon dolara düşmüş; IMF/Dünya Bankası politikalarının izlendiği 2000 sonrası dönemde yalnızca 227 milyon dolar olmuştur. 1990-99 döneminde tarım ürünleri ihracatının toplam ihracat içerisindeki payı yüzde 12,8 iken, 2000-04 döneminde yüzde 6’ya gerilemiştir.

Yoksulluk, ülke kırsal yaşamının kendini yeniden üretme kapasitesini tehdit eder bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye köylüsü, yaşamını sürdürebilmek için, kendine özgü “beka stratejileri” oluşturmaktadır. Köylülüğün geliştirdiği “beka stratejileri”, tarımda küçük köylü yapısının sürmesine uygun bir zemin yaratmaktadır. “Beka stratejisi” olarak tanımlanan, Türkiye köylüsünün, giderek artan zorluklara karşın kendini yeniden üretme koşullarına yönelik değişimi, başka bir deyişle yaşamını sürdürebilmek için aradığı ve bulduğu yollardır. Bunları (i) yeni gelir olanakları yaratmaya yönelik, (ii) birikeni tüketme ve borçlanmaya yönelik ve (iii) tüketimi sınırlama ve kadın emeği sömürüsünü derinleştirmeye yönelik olmak üzere gruplandırmak mümkündür. Ancak bunun sürdürülebilir olmadığı ortadadır.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı Yoksulluk Çalışması’na göre; Türkiye’de en yüksek yoksulluk kırsal kesimde yaşayanlar arasında gözleniyor. 2002 yılında yüzde 35,5 olarak hesaplanan kırsal kesimde yaşayanlar arasındaki yoksulluk oranı, 2003 yılında yüzde 37,1’e, 2004 yılında ise yüzde 40’a ulaştı.

İktisadi faaliyet koluna göre en yüksek yoksulluğun yaşandığı tarım sektöründe, 2002 yılında yüzde 36,4 düzeyinde bulunan yoksulluk oranı, 2003 yılında yüzde 39,9’a, 2004 yılında ise yüzde 40,9’a çıktı.

Öte yandan, kırsal kesimde tarımla uğraşanların 2002 yılında yüzde 36,8’i yoksul iken, bu rakam, 2003 yılında yüzde 40,9’a, 2004 yılında ise yüzde 42,3’e yükseldi. 2000-2005 yılları arasında tarımdan kopanların sayısı 1,3 milyona ulaştı.

Tarımda ekim alanları daralıyor, üretim ve istihdam düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor ve gelir dağılımı bozuluyor. Beş yıldan beri IMF/Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla siyasi iktidarlar tarafından kararlı bir şekilde uygulanan sözde tarım reformunun getirdikleri bunlar.

Bu gidişe dur diyebilmenin olmazsa olmaz koşulu, demokratik bir halk hareketinin sürece ağırlığını koymasıdır. Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine, halkın demokratik ilişkilerle ördüğü, üreticinin önceliklerini ve iradesini yansıtan kurumlar geçirilmelidir. Söz ve kararın çiftçilerde olduğu yapılar, sendikalar, kooperatifler, demokratik yollarla oluşmalıdır.

Türkiye tarımının girdiği bu sarmaldan kurtulabilmesi, uluslararası tarım-gıda şirketlerinin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve yönelimlerine göre hazırlanan sözde reform programlarını terk edip, kendi insanımızın ihtiyaçlarına ve ülkemizin özgül -iklim ve toprak- koşullarına göre oluşturulacak üretim odaklı bir tarım programının hayata geçirilmesine bağlıdır.

Emekten yana bir politik/ekonomik dönüşümün gerçekleştirilmesini, emekçi sınıfların aktif olarak yer almadığı bir iktidar yapısından beklemek, herhalde söz konusu olamaz. Tarih, burjuvazinin denetimindeki ilerici görünüşlü iktidarlardan çok şey bekleyenlerin uğradığı hayal kırıklıkları ve çoğu hallerde bozgunlarla doludur. Çünkü emperyalist metropollere bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu azgelişmiş ülkelerde, ilerici görünüşlü tüm hareketler; sistemin içinde kalındığı sürece, başında ya da sonunda, egemen sınıflar ittifakının çıkarlarına dönük bir raya oturur. Ancak Türkiye’de emekçi sınıflar (özellikle kır emekçileri), çıkarlarının korunmasını hala kendilerinin oluşturacakları öz örgütlerinden değil, tekelci sermayenin yönlendirici güç olduğu egemen ittifaktan beklemeyi sürdürmektedirler.

1) Bkz: LENİN, V. İ. 1988. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi. 2. Baskı, Sol Yayınları, Ankara.

LENİN, V. İ. 1990. “Tarım Sorunuyla İlgili Tezlerin İlk Taslağı”. İşçi Sınıfı ve Köylülük içinde, Sol

2) Bkz: HOELL, G. 1975. Tarımda Kapitalizmin Gelişmesi ve Toprak Rantı. Bilim Yayınları, İstanbul.

Tarımda Yabancı Sermaye Egemenliği

1980 sonrasında Türkiye tarımında önemli değişim ve dönüşümler yaşanmaktadır. 1950-80 arasındaki devletin tarım sektörünü koruyan ve destekleyen politikaları büyük ölçüde değişmiş; devletin tarımda destekleme alımları, girdi ve kredi sübvansiyonları şeklinde üç ayaktan oluşan rolü küçültülmüştür. İzlenen politikalarla sermaye hayatın her alanında belirleyici hale getirilmiş; köylü ile doğrudan ilişkiye giren devletin yerini köylüyü sermaye ile yüz yüze bırakan devletin alması amaçlanmıştır. Uygulanan neoliberal politikalar küçük üreticilik üzerindeki sermaye hakimiyetini güçlendirirken, geniş bir köylü kitlesini üretimden kopartmış; 2001 krizinden sonra tarımda da hayata geçirilen IMF-Dünya Bankası patentli “reformlar”, köylülüğün çözülme sürecini daha da hızlandırmıştır.

Tarımdaki dönüşüm iç dinamiklerin olduğu kadar dış dinamiklerin de ürünüdür. Küreselleşme olgusuna paralel olarak uluslararası şirketler çeşitli mekanizmalarla azgelişmiş ülkelerde tarımı kontrol altına almaktadır. Uluslararası şirketler tarımda doğrudan yatırıma girebilmekte ya da tarımı denetim altına almak için yerli taşeronlar kullanmaktadır. Türkiye’de de devletle işbirliği içerisinde çiftçileri girdi, kredi ve pazarlama mekanizmalarıyla kontrol etmektedir.

Türkiye’de uygulanan neoliberal politikalarla çökertilen tarım sektörü, uluslararası şirketlerin serbest piyasası haline getirilmiştir. Bu amaca ulaşmak için sektörde kamuya ait tarımsal işletme ve kuruluşlar ya özelleştirilmiş ya da kapatılmıştır. EBK, SEK ve YEMSAN gibi tarımsal KİT’ler elden çıkarılarak yerli tekellere peşkeş çekilmiştir. Bu şirketlerin kısa bir süre içerisinde yabancılarla ortak girişim kurmalarıyla bu kuruluşlar bir kez daha el değiştirerek yabancılaştırılmaya başlanmıştır. Öte yandan son 15 yıllık dönemde gerçekleşen krizler sonrasında piyasa değerleri düşen gıda şirketleri, yabancı yatırımcılara oldukça cazip gelmiş; birçok şirket yabancılar tarafından satın alınmıştır.

I. TARIMDA YABANCI SERMAYE:

TOHUMCULUK SEKTÖRÜ

Tarımda en önemli girdi tohumdur. Kullanılan tohumun yüksek verimli, hastalık ve zararlılara dayanıklı, ekoloji ile uyumlu olması, tarımsal üretimi belirleyen önemli özelliklerdir.

Türkiye’de tohumculuğun geliştirilmesi için başlatılan çalışmalar 1930’lu yıllara kadar gitmektedir. 1963 yılında çıkarılan kanunla tohumluk üretim, denetim ve dış ticareti Tarım Bakanlığı’nın izni ve denetimi altında alınmıştır. 1980’lere kadar tohumculuk tümüyle devletin tekelinde kalmış; tohum fiyatları devletçe belirlenmiştir. 1982 yılında tohum fiyatları serbest bırakılmış, 1984 yılında “Tohumluk İthalatının Serbest Bırakılması” ve 1985 yılında çıkarılan “Tohumluk Teşvik Kararnamesi” ve bunları izleyen politikalarla tohumculuk özel sektöre dayalı bir yapılanma içine girmiştir.

Bu politikaların etkisiyle ülkemizde özel tohumculuk şirketlerinin sayısı hızla artmış, dünyanın en büyük tohumculuk şirketleri ülkemizde yatırım yapmışlardır. Ancak bu şirketlerin pek azı ıslah ve adaptasyon çabası içine girmiş, çoğunlukla bilinen çeşitlerin çoğaltılması ya da ithalat tercih edilmiştir. Tohumculuğun özelleştirilmesi hibrit tohumun yeni bir uluslararası meta haline gelmesi ile çakışmış, sonuçta Türkiye uluslararası tohum tekellerinin açık pazarı haline gelmiştir (Tümay 1998).

2006 yılında çıkarılan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu hükümlerinden, kamunun tohumculuğun her alanından çekilerek bu alanı özel firmalara terk edeceği anlaşılmaktadır. Kanunun “yetki devri” başlıklı 15. maddesine göre; kamu, üretim, sertifikalandırma, ticaret ve denetim yetkilerini kurulacak olan tohumculuk birliğine (gerçekte ise buna hakim olacak uluslararası şirketler ve onların yerli taşeronlarının egemenliğine) devredebilecektir.

1980’li yıllarda tohumluk pazarının büyüklüğü 80 milyon dolar olarak tahmin ediliyordu. Ticari tohumluk hacminin 400 milyon dolara ulaştığı günümüz Türkiye’sinde tohum pazarının %40’ı özel tohum şirketlerinin elinde. Özellikle hibrit sebze, ayçiçeği, mısır ve patateste özel şirketlerin payı %100’lere ulaştı. Büyük bölümü yabancı ortaklı, çoğu da yalnızca tohum ithalatı yapan 250’yi aşkın tohumculuk şirketi mevcut. İhtiyaç duyulan tohumun en az üçte biri ithal ediliyor. Sebze tohumlarında dışa bağımlılık oranı %85’e çıkıyor. Patatesin neredeyse tümü ithal tohumla üretiliyor. Sertifikalı hububat tohumluğunun ise ancak %25’i üretilebiliyor.

Mısır tohumluğunda Monsanto %10, Pioneer %72’lik bir paya sahip. Pamukta Monsanto ve Bayer’in ağırlığı toplam %80 düzeyine ulaşıyor. Pioneer’in Cargill ile işbirliği içerisinde olduğu düşünüldüğünde, Türkiye mısır piyasasında “işgal” ettiği yer daha kolay anlaşılır. Ancak asıl tehlike kamunun yetkilerini tohum birliklerine ve özel şirketlere devretmesi. Böylesi bir tohum piyasası, özel şirketlerin lisans sağlayıcılığı altında ABD, İsrail, İspanya ve Fransa gibi ülkelerin tarım şirketlerinin doğrudan belirleyicisi olduğu bir yapıya bürünecek (Express Dergi, 2009/05).

KİMYASAL GÜBRE PİYASASI

Kimyasal gübreler, bitkilerin besin gereksinimi karşılamak amacıyla mevsimsel olarak kullanılan, tarımsal üretimde tek başına %40 verim artışı sağlayabilen girdilerdir.

Türkiye gübre piyasasında üretici olarak toplam 5 sermaye grubuna bağlı 7 kuruluş faaliyet göstermektedir. Sektörde yer alan kamuya ait kuruluşların (TÜGSAŞ’ın bağlı ortaklıkları Gemlik Gübre ve Samsun Gübre ile İGSAŞ) özelleştirilmeleri 2005 yılında tamamlanmış ve kamunun üretici olarak varlığı sona ermiştir. Özelleştirmeler sonrası iki yeni grup, Yılyak Yakıt Pazarlama Tic. A.Ş. Gemlik Gübre hisselerini, Yıldız Entegre Ağaç San. ve Tic. A.Ş. İGSAS hisselerini ve Kütahya Gübre varlıklarını satın alarak sektöre girmiş, sektörde yer alan Toros Gübre, Samsun Gübre hisselerini alarak kurulu kapasitesini artırmıştır.

Üretim kapasitesi 5.3 milyon ton/yıl olan Türkiye gübre sanayii iç pazara yönelik olarak kurulmuş olup, iki ana mal (kompoze ve TSP) dışında kurulu kapasitesi iç talebi karşılayamaz durumdadır. Son 10 yıllık ortalamalara göre, kimyasal gübre tüketiminin yaklaşık %55’i yerli üretimle karşılanırken %45’i ithalatla karşılanmaktadır. Fiilen ithalat yapan firma sayısı 15 dolayındadır. Ayrıca yerli gübre üreticileri de, üretmedikleri gübre cinslerini ya da üretebilmelerine karşın ithal etmeyi daha ekonomik buldukları gübreleri ithal etmektedirler. İthalatın tamamına yakını Rusya, Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerden yapılmaktadır.

Gübrenin başlangıç hammaddeleri doğalgaz, fosfat kayası ve potas tuzu; ara maddeleri amonyak, nitrik asit, sülfürik asit, fosforik asittir. Maliyetlerin %65-80’i hammadde maliyeti olup; yukarıda sayılan girdilerin yaklaşık %80-85’i ithalat yoluyla sağlanmaktadır. Çünkü Türkiye, kimyasal gübre üretimde kullanılan hammadde kaynaklarına sahip değildir. Dolayısıyla Türkiye’de gübre sanayii ithal girdilere bağımlı bir endüstridir. Bu çerçevede, iç piyasadaki gübre fiyat değişimlerini uluslararası piyasadaki gübre ve hammadde fiyatları; döviz kur değişmeleri ve gübre tekellerinin kâr hırsı belirlemektedir.

TARIM İLAÇLARI PİYASASI

Türkiye’de tarım ilaçları pazarının büyüklüğü yaklaşık olarak 350 milyon dolar olup; yıllık ortalama ilaç tüketimi 33 bin tondur. Tarımsal ilaçların yaklaşık %40’ı Akdeniz (Adana, Mersin, Antalya) ve Ege (İzmir) bölgelerinde tüketilmektedir. Tarım ilacı kullanımına ürün bazında bakıldığında; %40’lık payla pamuk ve hububat ilk sırayı almakta, onu %27’lik paylarla turunçgiller, üzüm, meyveler ve %16’lık payla sebzeler izlemektedir.

Türkiye aktif madde açısından dışa bağımlı olup; tarım ilacı imalatında kullanılan girdilerin yaklaşık %90’ı ithal edilmektedir. Yerli firmalar aktif maddeleri ithal ederek jenerik ilaç üretmektedirler.

Tarım ilaçları pazarında %22’lik payı ile Hektaş ilk sırayı almakta, onu Bayer ve Syngenta izlemektedir. Bu üç firmanın pazardaki payı %65’i bulmaktadır. Hektaş dünya tarım ilaçları sektörünün önemli şirketleri arasında yer alan DuPont, Makhteshim-Agan, FMC, Chemtura, Sipcam ve Agrichem’in Türkiye dağıtıcısıdır. Ayrıca pazarda ithalat yoluyla ilaç sağlayan 350 dolayında şirket bulunmaktadır.

TARIM MAKİNELERİ PİYASASI

Traktör, tarımsal üretimde modern üretim teknolojilerinin kullanılma olanağını sağlayarak verimliliği artırmakta ve maliyetleri düşürmektedir.

Türkiye’de traktör üretiminin tarihi 1955 yılına kadar gitmektedir. Türkiye 1949’dan itibaren traktör ithal ediyordu. Bu nedenle ilk üretimin yapıldığı 1955’te traktör parkı 40 bin adede ulaşmıştı. 1954’de kurulan ve ilk yılı hazırlıklarla geçiren Türk Traktör bir sonraki yıl üretime başlamıştır.

Traktör satışlarında yıldan yıla büyük dalgalanmalar olmaktadır. Bunun en önemli nedeni, izlenen destekleme politikaları ve değişken iklim koşullarından dolayı çiftçi gelirinin yıldan yıla büyük değişiklikler göstermesidir. 1995-1998 döneminde tarımsal gelirdeki artışla birlikte traktör talebinde de artış yaşanmış; 1994 yılında 23 bin traktör satılırken, 1998 yılında bu sayı 49 bine yükselmiştir. Ancak 17 Ağustos 1999 depreminden sonra traktör talebi olağanüstü bir şekilde düşmüştür. 1999 yılındaki traktör satışı 19 bin adede ulaşabilmiştir. 2001 kriz yılında 11 bin; 2002 yılında ise yalnızca 7 bin adet traktör satılabilmiştir. 2006 yılında 40 bin adede ulaşan traktör satışları, 2008’de 27 bin adet olarak gerçekleşmiştir. Yaşanan küresel kriz başta olmak üzere, çiftçinin borçlu olması, girdi ve ürün fiyatlarındaki dengesizlik nedeniyle alım gücünün iyice daralması gibi faktörlerin etkisiyle, 2009 yılında traktör üretimi ilk altı ayda %60’tan fazla daralmış; iç pazardaki daralma, firma bazında %80-90 seviyelerine ulaşmıştır.

Türkiye traktör pazarı uzun yıllar pazar payları birbirine oldukça yakın iki üretici şirket tarafından kontrol edilmiştir. Bunlarda ilki, Koç Grubu ile Hollanda merkezli CNH Global NV’nin ortaklığında faaliyetini sürdüren Türk Traktör’dür ve 2007 yılında %48’lik bir pazar payına sahipti. Aynı yıl Massey Ferguson lisansıyla üretim yapmakta olan diğer üretici şirket Uzel Makine’nin pazar payı ise %37 olarak gerçekleşmişti (Uzel Grubu, 2008 yılında AGCO’ya ait Massey Ferguson traktörlerinin üretim ve dağıtım lisansını kaybetmesi nedeniyle faaliyetine ara vermiştir). Bu şirketlerin yanı sıra, daha düşük pazar paylarına sahip Alçelik (Tümosan), Hattat, Erkunt da traktör pazarında faaliyetlerini sürdürmektedir.

TARIM BANKACILIĞINDA YABANCILAŞMA

Merkez Bankası verilerine göre; 2009 yılı Mart ayı itibariyle Türkiye’de bankacılık sektöründe faaliyet gösteren 49 bankanın 32’si mevduat bankası, 13’ü kalkınma ve yatırım bankası, 4’ü ise katılım bankasıdır. Mevduat bankalarından yalnızca 3’ünün sermayesi kamuya aittir (Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası). Ancak kamu bankaları özelleştirme tehdidi altındadır. 31 Aralık 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”na göre, “Özelleştirme vizyonu çerçevesinde önümüzdeki dönemde, devletin bankacılık alanından tamamen çekilmesi” hedeflenmektedir. Bu programın uygulanması halinde Türkiye’de kamu bankası kalmayacaktır.

1990’lı yıllarda birçok ülkede uygulanan neoliberal politikalarla yabancı bankaların şube açmalarına ve banka kurmalarına imkân tanıyan düzenlemeler, azgelişmiş ülkelerde yaşanan bankacılık krizleri, uluslararası sermaye akımları, teknolojik yenilikler, özellikle azgelişmiş ülkelerde yabancı bankaların sektördeki payının önemli ölçüde artmasına yol açmıştır. Türkiye’de de, özellikle liberalizasyon sürecinden sonra yabancı banka girişleri artmıştır. Bunda, 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve uluslararası ticaretin artması etkili olmuştur (Apak ve Tavşancı, 2008). Bankacılık sisteminde yabancılaşma süreci, ekonomik krizin yaşandığı 2001 yılından itibaren ivme kazanarak günümüze kadar süregelmiştir. Tablo 1, ülkenin öz kaynakları ile kurulmuş bankaların son yıllarda yabancıların eline geçtiğini göstermesi açısından önem taşımaktadır.

Gelinen noktada ödenmiş sermayedeki payları esas alındığında, yabancı hissedarların bankaların aktif büyüklüğü içindeki payı 2009 yılı Mart ayı itibarıyla %25,3 olarak gerçekleşmiştir. Öte yandan, %16 olan halka açık paylar içindeki yabancı payları da eklendiğinde, bankacılık sektöründeki yabancı payı %41,3 düzeyine ulaşmaktadır (TCMB, 2009). Oysa AB ülkeleri bankacılığın ulusal sermayenin elinde kalması için uğraş vermektedirler. Bu nedenle yabancılaşma oranı Almanya’da %5, İtalya’da %8, İspanya’da %10, Hollanda’da %11, Danimarka’da %17, Avusturya ve Fransa’da %19, Yunanistan’da %20 dolayındadır. IMF kontrolündeki ülkelerde bankacılık sektöründeki yabancılaşma oranı dikkat çekicidir. Bu oran Estonya’da %100, Çek Cumhuriyeti’nde %95, Slovakya’da %93, Meksika’da %82, Macaristan ve Polonya’da %65, Arjantin’de %48, Peru’da %47 ve Şili’de %42 düzeyindedir (Uzunlu, 2007).

Türkiye, bankacılık sektöründe yabancı sermayeye üst sınır getirilmesinde geç kalmıştır. Mevcut koşullar devam ettiğinde, sektör aşama aşama %70’lere varan oranda yabancılaşacaktır.

Tablo 1. Bankacılık Sisteminde Yabancılaşma Süreci

TARİH BANKA ADI YABANCI ORTAK PAYI                                                                                                                                                   (%)
2001 Demirbank HSBC (İngiltere) 100
2002 Koçbank Italiano (İtalya) 50
2003 Site Bank Millennium BCP (Portekiz) 100
2005 T. Ekonomi Bankası BNP Paribas (Fransa) 42,1
2005 Dışbank Fortis Bank (Belçika) 89,3
2005 Yapı Kredi Bankası Koçbank-UniCredito 57,4
2005 Garanti Bankası General Electric Capital Corporation (ABD) 25,5
2006 Bank Pozitif (C Bank) Bank Hapoalim (İsrail) 65
2006 Finansbank National Bank of Greece (Yunanistan) 89,4
2006 Denizbank Dexia (Belçika-Fransa) 99,8
2006 Akbank Citibank (ABD) 20
2006 Şekerbank Bank Turan Alem Group (Kazakistan) 34
2006 Tat Bank Merill Lynch Europan Asset Holdings Inc (ABD) 100
2006 Tekfenbank Eurobank EFG (Yunanistan) 70
2006 MNG (Turkland) Bank BankMed ve Arab Bank (Ürdün) 91
2007 Oyakbank ING Bank (Hollanda) 100
2007 Turkish Bank National Bank Of Kuwait (Kuveyt) 40
2007 Türkiye Finans The National Commercial Bank (S. Arabistan) 60
Kaynak: Günaydın (2009)

 

Tablo 2’den görüldüğü gibi, 2008 yılında kullanılan toplam kredinin %45’i Ziraat Bankası, %15’i tarım kredi kooperatifleri, %8,2’si İş Bankası, %7,9’u Denizbank, %5’i Halkbank, geri kalanı ise diğer bankalar tarafından kullandırılmıştır. Bu durumda kredilerin %60’ı Ziraat Bankası ve tarım kredi kooperatifleri, %40’ı da diğer bankalar tarafından kullandırılmıştır. Bunlardan Denizbank ve Finansbank yabancı sermayeli bankalardır. Kamu bankaları (Ziraat Bankası, Vakıfbank ve Halkbank) ve yerli özel sermayeli İş Bankası dışındaki diğer tüm bankaların değişen oranlarda yabancı hissedarları bulunduğu göz önüne alındığında, tarım bankacılığı alanındaki yabancılaşma tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır (Günaydın, 2009).

Tablo 2. Tarım Kredilerinin Bankalara Göre Dağılımı

BANKA ADI 2006 2007 2008
Milyon TL % Milyon TL % Milyon TL %
T.C. Ziraat Bankası 3.522 42,3 4.810 45,5 6.358 45,8
Tarım Kredi Koop. 1.452 17,5 1.723 16,3 2.124 15,3
Türkiye İş Bankası 536 6,4 908 8,6 1.140 8,2
Denizbank 512 6,2 804 7,6 1.100 7,9
Halkbank 391 4,7 567 5,4 737 5,3
Akbank 350 4,2 550 5,2 430 3,1
Yapı- Kredi Bankası 339 4,1 401 3,8 410 3,0
Garanti Bankası 473 5,7 292 2,8 382 2,8
Şekerbank 400 4,8 235 2,2 350 2,5
Vakıfbank 175 2,1 12 0,1 309 2,2
T. Ekonomi Bankası 35 0,3 231 1,7
Finansbank 108 1,3 168 1,6 219 1,6
Fortis Bank 61 0,7 73 0,7 100 0,7
GENEL TOPLAM 8.319 100,0 10.576 100,0 13.890 100,0
Kaynak:  TZOB (2009)

 

II. GIDA SEKTÖRÜNDE YABANCI SERMAYE

Gıda sanayii, tarımdan sağladığı bitkisel ve hayvansal hammaddeyi, uyguladığı bir ya da daha fazla işlemle, raf ömrü uzun ve tüketime hazır ürünlere dönüştüren bir imalat sanayi kolu olup; tarımsal üretim, dengeli beslenme, katma değer, istihdam ve ihracat açısından önemli işlevleri olan bir sektördür (Ekşi vd. 2005). Tarımsal üretimin mevsime ve yöreye bağlı değişkenliğine karşılık gıda gereksiniminin sürekliliği, çabuk bozulma eğilimindeki tarımsal ürünlere belirli işleme ve koruma yöntemlerinin uygulanmasını zorunlu hale getirmekte ve bu işlevi de gıda sanayii yerine getirmektedir (Ekşi 1992). Gıda sanayii, gıda maddelerinin hammaddeden başlayarak; depolama, tasnif, işleme, değerlendirme, dayanıklı hale getirme, ambalajlama işlerinden bir ya da birkaçının yapıldığı ve gıda maddeleri satış yerlerine gönderilmek üzere depolandığı tesislerle bu tesislerin tamamlayıcısı sayılacak yerlerin tümünü kapsamaktadır (DPT, 2007).

Uluslararası gıda sanayi sınıflandırma sistemine (ISIC, Rev.3) göre gıda sanayii; et ve et ürünleri, süt ve süt ürünleri, su ürünleri mamulleri, hububat ve nişasta mamulleri, meyve ve sebze işleme, bitkisel yağ ve mamulleri, şeker ve şekerli mamuller, yem sanayi olmak üzere 8 alt sektörden oluşmaktadır. Bu sisteme göre farklı sektörler içerisinde incelenmekte olan çay, meşrubat, alkollü içkiler, gıda katkı maddeleri gibi ürünler de gıda tanımı kapsamındadır.

1980’LERDEN SONRA SEKTÖRDE ÖNEMLİ YAPISAL DEĞİŞİMLER YAŞANDI

Türkiye’de II. Paylaşım Savaşı’nı izleyen 20 yıl içerisinde devlet, gıda sektöründe büyük ölçekli işletmeler kurmuş ve bunlara yoğun yatırım yapmıştır. Bu işletmeler (KİT’ler), şeker, çay, tütün, alkollü içecekler, et ve süt ürünleri üretimi alanlarında etkinlik göstermişlerdir. Bu dönemde artan kamu yatırımlarına ve büyük devlet işletmelerinin varlığına karşın, gıda sektöründe küçük ölçekli ve bağımsız üretici birimlerin hakimiyeti sürmüştür (Yenal, 2001).

Sektörde özellikle 1980’lerden bu yana sözleşmeli tarıma yönelme, teknolojinin yenilenmesi, kalite sistemlerinin yaygınlaşması, KİT’lerin özelleştirilmesi, şirket evlilikleri, yeni pazarlama tekniklerinin uygulanması ve sektörel örgütlenmenin gelişmesi gibi önemli yapısal değişimler yaşanmaktadır. Bu değişime yol açan başlıca etmenler ise, küreselleşme olgusu, uluslararası anlaşmalar, uygulanan tarım politikaları, tüketici talepleri, gıda mevzuatı ve çevre duyarlılığıdır (Ekşi vd. 2005).

Öte yandan 1990’ların başında özelleştirme kapsamına alınan SEK, EBK ve YEMSAN gibi tarımsal KİT’ler çok düşük (arsa bedellerinin bile altında kalan) fiyatlarla Koç, Tekfen, Yimpaş, Tikveşli gibi sermaye gruplarına satılmıştır. Besi ve süt hayvanı yetiştiricileri için belirli bir pazar güvencesi oluşturan bu kuruluşların piyasadan çekilmesi sonucunda piyasada görülen fiyat istikrarsızlığı et ve süt ürünleri üretiminde dalgalanmalara yol açmıştır.

SON 20 YILDA TARIM VE GIDADA İTHALATINDAKİ ARTIŞ YEDİ KAT

1980 öncesinde dünya ekonomisine ithal ikameci birikim tarzıyla eklemlenmiş bulunan Türkiye kapitalizmi, bu tarzın artık işlememesi sonucu, dışa açılma olarak tanımlanan bir birikim tarzına doğru evrilmeye başladı (Sönmez, 1992). Bu dönemde dış ticaret rejiminde gıda ürünlerini de kapsayan önemli değişiklikler yapıldı. Bunların başında tarım ve gıda ürünleri dış ticaretinin serbestleştirilmesi geliyordu. Bu kapsamda 1984 yılında gıda ürünlerinin ithalatında uygulanan vergi ve harçlar önemli ölçüde aşağı çekildi. Bunun sonucunda bazı tarımsal ürünlerde ithalat önemli boyutlara ulaştı ve kimi sektörler olumsuz etkilenmeye başladı. Bu politikaların uygulanmasıyla olumsuz etkilenen sektörlerin başında hayvancılık ve et üretimi gelmektedir. Tarım ve gıda ürünleri dış ticaretinin serbestleştirilmesinden sonra canlı hayvan ve et ithalatındaki sıçrama, yerel üretimin ve hayvancılığın gerilemesine yol açtı. Türkiye’nin süt, peynir, yağ ve dondurma gibi sütlü ürünler ithalatı da yükseldi.

Tarım ürünleri dış ticaret dengesi 1980-89 döneminde yıllık ortalama 1.6 milyar dolar fazla verirken, 1990-99 döneminde bu fazla 600 milyon dolara düşmüştür. IMF-Dünya Bankası patentli politikaların izlendiği 2000 sonrası dönemde ise, 200 milyon dolar açık vermiştir. Son 20 yılda tarım ve gıda ürünleri ithalatı yaklaşık 7 kat artmış, Cumhuriyet tarihinde ilk kez 1995 yılında ithalat ihracatı geçmiştir. Tarımsal dış ticaret açığı, 2008 yılında, 85 yıllık Cumhuriyet tarihinin en yüksek değerine (2.3 milyar dolar) ulaşmıştır. İthalatın özellikle pamuk, hububat, bitkisel yağ ve yağlı tohumlarda yoğunlaştığı gözükmektedir.

1980’LERDEN SONRA SEKTÖRDE ULUSLARARASI ŞİRKETLERİN ROLÜ ARTTI

Uluslararası şirketlerin Türkiye’de gıda piyasasına girişi 1950’li yıllara dayansa da, etkinlik alanları birkaç sektörle sınırlı kalmıştır. Örneğin Unilever’in bitkisel yağ üretimine, Coca-Cola’nın alkolsüz içecek üretim ve dağıtımına başlaması gibi. Ancak 1980’lerden başlayarak tarım ve gıda sektörlerinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde arttı. 1980’lerin ortalarını izleyen 10 yılda yabancı şirketlerle yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselme oldu. Yabancı sermayeli kuruluş sayısı tarımda 32’den 65’e, gıda işlemede 38’den 139’a, hazır yemek sektöründe 8’den 198’e yükseldi. Önde gelen yerli sermaye grupları, uluslararası şirketlerle ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze-meyve işlemesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve yarı hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Uluslararası gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasıyla birlikte Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayiin bir parçası olma yönünde dönüşmeye başladı (Yenal, 2001).

2006 başında Türkiye’de faaliyet gösteren 258 yabancı sermayeli gıda ve içecek üretim şirketi bulunmaktadır. İmalat sanayiine yönelen yabancı sermayenin %10’u gıda işleme sektörüne yatırım yapmaktadır. Sermaye büyüklüğü olarak söz konusu bu yatırımları incelersek; 2002-2006 yılları arasında imalat sanayiine yapılan 1.5 milyar dolarlık yabancı yatırımın %25’i gıda sektörüne yapılmıştır (Tozanlı vd. 2007).

YABANCILAŞMA VE TEKELLEŞME OLGUSUNDAN ÖRNEKLER

Gıda sanayiinde şirket birleşmeleri ve satın almalarla birlikte yabancılaşma ve tekelleşme eğilimleri güçlenmektedir. Özellikle son 25 yılda gerek satın alma ve gerekse ortaklık yoluyla gerçekleşen şirket birleşmesi sayısı 2 bin dolayındadır. Bu birleşmelerin çoğunluğu yerli şirketler arasında olmakla birlikte, çok sayıda yerli-yabancı evliliği de söz konusudur. Yabancı şirketle evliliklerin özelleştirme sürecinde ve özellikle kriz sonrasında ivme kazandığı görülmektedir.

1990’lı yılların ortalarından bu yana sektörde yerli ve yabancı şirketler arasındaki önemli ortak girişim ve satın almalarla; bu süreçte sektörün alt dallarında pazara hakim olan yabancı şirket ve markalar Tablo 3 ve 4’te görülmektedir.

GIDA DEVİ UNİLEVER TÜRKİYE’DE ETKİNLİKLERİNİ YOĞUNLAŞTIRIYOR

1930’da Hollanda’da bitkisel yağ üreticisi Margarin Unies ile İngiltere’de sabun üreten Lever Brothers’ın birleşmesiyle oluşan Unilever, 1953 yılında İş Bankası ile sermaye ortaklığı kurarak, iki bitkisel yağ markasıyla (Vita ve Sana) üretime başladı. Uzunca bir süre Unilever’in Türkiye’deki en önemli etkinlik alanı bitkisel yağlar ve temizlik maddeleri üretimiyle sınırlı kaldı. Unilever, halen dünyanın tüketim malları üreten en büyük uluslararası şirketi.

1986 yılında çay sanayiinin özel sektöre açılmasıyla Unilever Lipton markası ile Türkiye piyasasına girdi. İlk olarak Dosan Şirketi tarafından Pazar ilçesinde kurulan fabrikasında üretime geçti. 1994’te Arhavi, 2004’te ise Fındıklı ilçelerindeki tesisleri işletmeye açtı. Lipton, iç piyasadan aldığı yaş çayı Hindistan, Kenya, Sri Lanka gibi ülkelerden ithal ettiği çaylarla harmanlayarak piyasaya sürmekte. Yılda 40-50 bin ton çay bu yöntemle pazarlanmakta ve yerli çayı tehdit etmektedirler.

 

Tablo 3. Gıda Sektöründe Yabancılaşma Süreci

TARİH ŞİRKET ADI YABANCI ORTAK PAYI (%)
1994 Filiz Gıda (Doğuş Grubu) Barilla 55
1995 Komili (Unicom) Unilever 100
1996 Sabancı Grubu Carrefour 60*
1997 Sabancı Grubu Danone 50*
1998 Doğadan Gıda MKT Holding 50
1998 İmbat Meşrubat The Coca-Cola Company 40
1998 Tikveşli DanoneSA (Sabancı/Danone) 100
1999 Birtat DanoneSA (Sabancı/Danone) 100
1999 Cadbury Schweppes Türkiye markaları Coca-Cola Company 100
2000 Besan Besin Sanayii (Bestfoods) Unilever 100
2000 Çapamarka Gıda Sanayii (Bestfoods) Unilever 100
2000 Bozkurt Helva (Bestfoods) Unilever 100
2001 Dosan Konserve Unilever 100
2001 Penguen Gıda Deutsche Investitions (KFW) 12,7
2001 Pamir Gıda Haribo 76
2001 Türk Tuborg (Yaşar Holding) Carlsberg Breweries 95,7
2002 Mis Süt (Tekfen) Nestlé 100
2002 Kent Gıda (Tahincioğlu) Cadbury Schweppes 51
2002 Fruko AŞ Pepsi Bootling Group (PBG) 100
2002 Kar Gıda Kraft Foods 100
2003 Filiz Gıda (Doğuş Grubu) Barilla Alimentare SpA 45
2003 Mudurnu Tavukçuluk Global AŞ 51
2003 Unicom (Unilever/ Yudum ve Sırma) Seef (Soros Investment Capital) 100
2003 DanoneSA (Sabancı/Danone) Danone 100
2003 Nestlé Türkiye süt işletmeleri Danone 100
2005 Gima (Fiba Holding) CarrefourSA (Sabancı/Carrefour) 60,2
2005 Endi (Fiba Holding) CarrefourSA (Sabancı/Carrefour) 100
2005 Tansaş (Doğuş) Migros (Koç Grubu) 70,8
2006 Penguen Gıda ADM Capital 13
2006 Kent Gıda (Tahincioğlu) Cadbury Schweppes 30
2006 Mey İçki (Nurol-Limak-Özaltın-TÜTSAB) Martini Paz. (Texas Pacific Group) 99
2006 Eker Süt Novandie (Andros) 50
2006 Erikli Su Nestlé Waters S.A. 60
2007 Intergum Grubu Greencastle (Cadbury Schweppes) 100
2007 Doğadan Gıda The Coca-Cola Company 100
2007 Yudum Gıda (Seef Holdings) Swan (NBK Capital) 100
2007 Yudum Gıda (Swan/NBK Capital) Afia Int (Savola Group) 100
2008 Türk Tuborg (Carlsberg Breweries) Israel Beer Breweries (CBC Group) 95,7
2008 Migros Türk (Koç Grubu) Moonlight Capital 50,8
2008 Ana Gıda (Anadolu Grubu) Seef Foods (Bedminster Capital) 39
2008 Bizim Tüketim (Ülker Grubu) Golden Horn Investments 20
2009 Burgaz Rakı (Garipoğlu Grubu) Mey İçki (Texas Pacific Group) 100
* Ortak girişimdeki payı Kaynak: Oral (2006 ve 2009)

 

Tablo 4. Gıda piyasasındaki önemli yabancı şirket ve markalar

ÜRETİM KONUSU ŞİRKETLER VE MARKALAR PAYI (%)
Süt ve süt ürünleri Danone 20
Makarna Barilla / Filiz 30
Endüstriyel dondurma Unilever (Algida) 70
Bebek maması Numil/Danone (Milupa, Bebelac) 90
Cips Frito-Lay (Ruffles, Doritos), Kraft (Cipso, Patos), P&G (Pringles) 90
Hazır çorba Unilever (Knorr), Nestlé (Maggi) 70
Margarin Unilever  (Sana, Becel) 40
Ayçiçeği yağı Savola Group (Yudum) 25
Çikolata Nestlé, Kraft Foods (Milka), Algida (Unilever) 30
Şekerleme Cadbury (Kent), Haribo 70
Nişasta bazlı şeker Cargill, Amylum, Cargill/Ülker (Pendik Nişasta) 80
Sakız Cadbury (First, Falım), Perfetti Van Melle (Vivident) 90
Çay Unilever (Lipton) 20
Hazır kahve Nestlé (Nescafé), Kraft Foods (Jacobs) 80
Ambalajlı su Erikli /Nestlé, Danone (Hayat) 70
Meyve suyu Coca-Cola (Cappy) 25
Gazlı içecek Coca-Cola, Pepsi 70
Bira CBC Group (Türk Tuborg) 20
Rakı Texas Pacific Group (Mey, Burgaz) 80
Organize perakende Migros, CarrefourSA, Metro Group, Tesco-Kipa 60
Kaynak: Oral (2006 ve 2009)

 

Piyasada bu yöntemi uygulayan başka şirketler de bulunuyor. Örneğin Alman sermayeli Teekanne, Kütaş’la ortaklık kurarak 2001’de iç pazara girdi; İzmir Kemalpaşa’da kurduğu fabrikada Seylan çaylarını işliyor. 2006 yılında Kütaş Teekanne’yi Doğadan Gıda devraldı. 2007 yılında ise Coca-Cola Doğadan Gıda’yı satın aldı. Böylelikle Cola-Cola da Çaykur’un rakipleri arasına katıldı. 2009 yılında Türkiye çay pazarının büyüklüğü 1 milyar TL’yi aştı. Türkiye, dünyanın en çok çay tüketilen ikinci ülkesi konumunda. Halen çay piyasasında %55-60’lık payıyla en büyük oyuncu Çaykur; en yakın rakibi ise %17’lik payıyla Lipton/Unilever. Doğuş çay ise üçüncü sırada.

Unilever son 20 yıldır Türkiye piyasasında isim yapmış şirketleri satın alarak, daha önce faaliyet göstermediği alanlara da girdi. Buna en tipik örnek olarak Türkiye’nin en köklü gıda şirketlerinden Komili’yi 2000 yılında satın alması gösterilebilir. Komili’nin ardından 2001 yılında Rize’deki Dosan Konserveyi de bünyesine katan Unilever, 2003’te ayçiçeği ve mısır yağı işletmelerini (Yudum ve Sırma) Soros’a devretti. Yudum Gıda 2007 yılında önce Kuveytli NBK Capital’e, sonra da Suudi Arabistanlı Savola Group’a geçti.

KOÇ GRUBU GIDADA SATIN ALMALARLA BÜYÜDÜ

1963 yılında kurulan Süt Endüstrisi Kurumu (SEK), özelleştirilinceye kadar ülkenin farklı yörelerindeki 40’a yakın fabrikasıyla gerek süt üreticileri gerekse süt sanayiine önemli katkılarda bulunmuştur. 1995 yılında SEK’in isim hakkı ve İstanbul İşletmesi küçük ve orta boy sanayicilerle gıda toptancılarından oluşan 164 kişilik bir gruba satılmıştır. Özelleştirmeden iki yıl sonra Koç Grubu işletmenin %68’ini satın almıştır (Günümüzde SEK’teki Koç hisselerinin oranı %72 dolayındadır).

Öte yandan, 1928 yılında Ulukartal Makarnacılık adıyla üretime başlayan Pastavilla hisseleri de, 1995’te Koç Holding bünyesine geçti. Pastavilla günümüzde makarna piyasasındaki önemli oyunculardan birisidir.

GIDADA SABANCI-PHİLİP MORRİS ORTAKLIĞI

Sabancı Grubu bitkisel yağ üretimine 1946 yılında Toroslar AŞ ile başladı. Bu şirket 1973’te Marsa AŞ adını aldı. Marsa, 1993 yılında Philip Morris’in de bağlı bulunduğu Altria şirketi bünyesindeki Kraft Foods ile ortaklık kurarak, kahve, çikolata ve toz içecekleri de ürün yelpazesine dahil etti. 2002 yılında Piyale’yi de satın alarak makarna sektörüne giren Sabancı; 2005’te Kraft ile yollarını ayırdı.

Sabancı 1997 yılında sütlü ürünler konusunda dünyanın önemli kuruluşlarından Groupe Danone ile kurduğu ortak girişim DanoneSA ile piyasaya girdi. DanoneSA, 1998 yılında Tikveşli’yi, 1999’da ise Ankara’da faaliyet gösteren Birtat şirketini satın aldı. Danone-Sabancı ortaklığı 2003 yılına kadar devam etti.

Sabancı Grubu, gıda alanındaki yatırımlarını, Haziran 2008’de BİM’in de %22’lik payına sahip olan Marmara Gıda Sanayii’ne (MGS) devretti. MGS, böylelikle bitkisel yağ, makarna, su ve çay kategorilerinde önemli oyunculardan birisi haline geldi (Rekabet Kurulu’na göre, MGS’yi kontrol eden Topbaş Ailesi, Ülker Grubu ile aynı ekonomik birlik içinde bulunuyor).

NESTLÉ’NİN TAŞERONU MİS SÜT

Uluslararası şirketler Türkiye’de tarım ve gıda sektörünü kontrol altına almada doğrudan yatırım ve ortak girişim dışında yerli taşeronlar da kullanmaktadır. Bunun en tipik örneği olarak Nestlé’nin Mis Süt’ü taşeron olarak kullanması gösterilebilir.

Nestlé’nin 1867 yılında İsviçre Vevey’de başlayan serüveni, günümüzde dünya ölçeğinde tanınan bir markaya dönüştü. Günümüzde Nestlé, yaklaşık 90 milyar doları bulan cirosu, 500’e yaklaşan fabrikası ve 276 bin çalışanıyla dünyanın en büyük gıda şirketlerinden birisidir.

Türkiye pazarına 1875 yılında giren Nestlé, sınırlı bir tüketici kitlesine hitap eden birkaç ürün (süt ve çikolata ürünleri) dışında, 1980’lere kadar Türkiye gıda piyasasında önemli bir yere sahip değildi. Bu tarihten sonra hazır kahve, çikolatalı toz içecek ve kahve kreması ithal etmeye başladı. 1995 yılında, Türkiye’nin en büyük süt ve süt mamulleri üreticilerinden Tekfen Holding bünyesindeki Mis Süt’ün %25’ini satın alarak, iç piyasaya girdi. 1996’da bu şirketteki ortaklık payını %34’e, 1998’de %60’a çıkardı ve sonuçta 2000 yılında Mis Süt’ün tümünü satın aldı.

Groupe Danone, Aralık 2003 itibariyle %50-50 oranında ortak olduğu DanoneSA şirketinin %50 hissesini de Sabancı Holding’den satın alarak şirketin tümüne sahip oldu. Adını Danone-Tikveşli olarak değiştiren şirket aynı dönemde Nestlé’nin Türkiye’deki süt ve sütlü ürünler işkolunu da satın alarak, sektörün tekelleşmesi yönünde önemli bir adım attı. Böylelikle Mis ve Gülüm Süt markaları da Danone’ye geçmiş oldu.

SÜTTE YEDİ ŞİRKETİN HAKİMİYETİ

Türkiye’de 12 milyon ton süt üretilmesine karşın bunun ancak %15’i kayıt altında. Pazarın büyüklüğü 1.5 milyar dolar civarında. Kayıtlı işletmelerde işlenen sütün %43’ünden yoğurt, %24’ünden süt, %18’inden peynir, %8’inden yağ, %6’sından ayran ve %1’inden ise süttozu üretildiği tahmin ediliyor.

Pazarda Pınar, Ülker ve Danone ilk üçte yer almakta; ardından SEK, Yörsan, Sütaş ve Dimes gelmektedir. Bu işletmelerde günlük 1.000-1.500 ton süt işlenmektedir. Ambalajlı UHT süt pazarının dörtte biri Pınar Süt’ün kontrolünde iken; ambalajlı ayran pazarının üçte biri Sütaş tarafından kontrol edilmektedir.

AMBALAJLI/MARKALI DONDURMA PAZARININ LİDERİ UNİLEVER/ALGİDA

2008 yılı sonu itibariyle Türkiye’de kişi başına dondurma tüketimi 2,5 litre dolayındadır. Bu rakam AB ülkelerinde 8 litre, Kuzey Avrupa ülkelerinde 17-18 litre, ABD’de ise 25 litre düzeyindedir.

Türkiye dondurma pazarında endüstriyel üretim yapan ilk dondurma üreticisi, İzmir merkezli Memo’dur. Ulusal ölçekte etkinlik gösteren ilk endüstriyel dondurma üreticisi ise, 1984 yılında pazara giren Panda olmuştur. Dünyanın en büyük dondurma üreticisi Unilever/Algida Türkiye pazarına 1990 yılında girmiştir. Pazarın son oyuncusu ise, 1999 yılında pazarda etkinlik göstermeye başlayan Schöller’i devralan Ülker (Golf) olmuştur.

2007 yılında sektörün cirosu 1 milyar dolara ulaşmış; cironun %75’i endüstriyel üreticiler, %25’i ise yerel üreticiler ve pastaneler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ambalajlı/markalı dondurma pazarının %60’ı Algida, %20’si ise Golf markaları tarafından kontrol edilmektedir.

GIDA SANAYİİNİN ÖNCÜ SEKTÖRÜ MAKARNA

Makarnanın sanayi olarak Türkiye’ye giriş tarihi 1922 yılı olup; üretim, 1950’lere kadar küçük kapasiteli tesislerde yapılmıştır. Özellikle 1960 yılından sonra fabrika sayısı ve kapasitelerinde önemli artışlar olmuştur. Günümüzde toplam üretici sayısı 26’yı, kurulu kapasite ise 1 milyon tonu aşmıştır. Bu kapasite, Türkiye’yi dünyanın 5. büyük makarna üreticisi haline getirmiştir. Sektörde faaliyet gösteren ve her birinin kurulu kapasitesi 200 ton/günün üzerinde olan 6 büyük şirket, sektörün kapasite açısından yarısından fazlasını oluşturmaktadır. Pazarda Barilla %30’luk payıyla ilk sırayı almakta; onu Nuh’un Ankara, Piyale ve Pastavilla izlemektedir.

BİSKÜVİ PAZARI ÜLKER VE ETİ’NİN

Türkiye’de bisküvi üretimi 1924 yılında başlamıştır. Günümüzde büyüklüğü 2 milyar dolar olarak tahmin edilen bisküvi pazarında 40’ı aşkın fabrika 850 bin ton düzeyindeki üretim kapasitesiyle faaliyet göstermektedir. Bisküvi pazarının yarıdan fazlası Ülker Grubu’nun kontrolünde olup; ardından yaklaşık %30’luk payı ile Eti gelmektedir.

BEBEK MAMASININ %90’I YABANCILARIN ELİNDE

Bebek başına mama tüketimi İspanya ve Hollanda‘da 32, Polonya‘da 25, Yunanistan‘da 21 ve Rusya‘da 18 kg olmasına karşılık, Türkiye’de yalnızca 2 kg dolayındadır. Büyüklüğü 375 milyon TL dolayında olan mama pazarının %90’ı yabancı sermayeli şirketlerin elindedir. Pazarın yarıdan fazlasını Milupa ve Bebelac markalarının pazarlamasını yapan Numil kontrol etmekte; onu, %25’lik payıyla Ülker Hero Baby izlemektedir. Numil 2007 yılında Danone tarafından satın alınmıştır. 2003’te üretime başlayan Ülker Hero Baby ise Ülker ve Hero Grubu ortaklığıdır.

SALÇA, KONSERVE VE DONDURULMUŞ GIDADA YERLİ ŞİRKETLER

Türkiye’de ilk domates salçası üretim tesisi 1955 yılında Bursa’da kurulmuştur. Sahip olduğu yıllık 600 bin tonu aşan domates salçası üretim kapasitesiyle Türkiye, İtalya’dan sonra Avrupa’da 2., dünyada ise ABD ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin ardından 4. sırada bulunmaktadır. İç pazarda tüketim 150 bin ton (kişi başına yıllık 2 kg) dolayındadır. Ambalajlı pazarın %25-30’unun kayıt dışı olduğu tahmin edilmektedir. 30’un üzerinde şirketin faaliyet gösterdiği salça pazarından en büyük payı Tat, Tukaş, Tamek ve Akfa olmak üzere 4 marka almakta. Sekiz şirketin büyük ölçekli olarak adlandırıldığı bu pazarda, ayrıca Acemoğlu, Demko, Penguen ve Burcu markaları öne çıkmaktadır (Capital, 1/10/2008).

Belli başlı 20 kadar oyuncu bulunan konserve sektöründe, pazarın %60’ı aşkın kısmı 3 şirketin (Tat, Tamek ve Tukaş) kontrolündedir. Bunların ardından ise Penguen, Superfresh, Dardanel ve Akfa gelmektedir (Capital, 1/10/2008).

Türkiye’de dondurulmuş meyve-sebze üretimi 1970’li yıllarda başlamıştır. Sektörde 15 kuruluş faaliyet göstermekte olup; bunlardan bir bölümü yabancı ortaklıdır. Sektörde kullanılan hammaddenin %30-40’ı sözleşmeli üretimle karşılanmakta, geri kalanı ise küçük üretici ve yerel toptancılardan sağlanmaktadır. Büyüklüğü 100 milyon TL’ye ulaşan pazarda Superfresh’in üreticisi Kerevitaş %35’lik payla lider konumda bulunurken, onu Pınar, Penguen ve Dardanel izlemektedir (Hürriyet, 20/08/2006).

CİPS PAZARINDA ÜÇ ABD’Lİ

Türkiye’de cips üretimini 1986 yılında Uzay Gıda başlattı. Uzay Gıda, 1988 yılında hisselerinin %50’sini ABD’nin önde gelen gıda-içecek üreticisi PepsiCo’ya sattı. PepsiCo, 1993 yılında da Uzay Gıda’nın kalan %50 hissesini alarak, Frito Lay Türkiye adıyla faaliyet göstermeye başladı. 1994 yılında Kar Gıda da cips üretimine başladı. Kar Gıda’yı da 2002 yılında bir diğer ABD’li gıda üreticisi Kraft satın aldı. Pazarda yaşanan bu gelişmeler, Pringles’ın üreticisi Procter and Gamble’nin de Türkiye pazarına girmesini sağladı. Böylelikle Türkiye cip pazarı, yerli üreticileri devre dışı bırakan üç ABD şirketi arasında paylaşıldı. Büyüklüğü 500 milyon dolara ulaşan ve üçte ikisi Frito Lay tarafından kontrol edilen pazarda, Seykar, Nazlı ve Gesa gibi yerli şirketler de bulunuyor (Hürriyet, 01/04/2007).

HAZIR ÇORBA PAZARININ ÜÇTE İKİSİ UNİLEVER’İN

Türkiye, dünya’da Rusya ve Meksika’dan sonra çorba tüketiminin en yüksek olduğu 3. ülke olarak biliniyor. Hazır çorba ülkemizdeki toplam çorba tüketiminin %17’sini oluşturuyor. Büyüklüğü 150 milyon TL’ye ulaşan hazır çorba pazarının lideri üçte ikiyi aşan payıyla Unilever (Knorr) olup; onu Ülker ve Nestlé (Maggi) izlemektedir. Pazardan ayrıca Piyale, Tamek ve Tukaş gibi şirketler de pay almaktadır.

MARGARİN PİYASASINI ÜLKER VE UNİLEVER KONTROL EDİYOR

Türkiye’de parasal büyüklüğü yaklaşık 4 milyar dolar olan bitkisel yağ piyasasının %40’ını margarinler oluşturmaktadır. Margarin üretimi 2006 yılı itibarıyla 650 bin ton; kişi başına yılık margarin tüketimi ise 2.2 kg dolayındadır. Sektörde faaliyet gösteren 33 şirket piyasaya 100’e yakın farklı margarin markası sunmaktadır. Unilever pazar lideri iken onu en güçlü rakibi Ülker izlemektedir. Pazardaki en yoğun rekabet bu iki şirket arasında yaşanmaktadır. MGS, Trakyabirlik ve Turyağ piyasanın diğer önemli firmalarıdır.

AYÇİÇEĞİ YAĞINDA LİDER SUUDİLER

Türkiye’de tüketilen sıvı yağların %50’si ayçiçeğinden üretilmektedir. Yağ sanayiinde kurulu kapasitenin %65’i, piyasanın ise %80’i yabancı şirketlerin elindedir. Piyasa koşullarının zorlaşmasıyla yerel üreticiler tesislerini yabancılara kiralamaktadır. Ölçülebilen ayçiçeği yağı pazarının %40’ı Yudum (Savola) dahil üç, kalan %60’ı ise 200’e yakın marka tarafından paylaşılmaktadır. (Capital, 1/4/2005)

TÜRKİYE ZEYTİNYAĞINDA DÜNYA BEŞİNCİSİ, FAKAT TÜKETİM ÇOK AZ

Son 10 sezon itibarıyla Türkiye’de zeytinyağı üretimi ortalama 120 bin ton olarak gerçekleşti. Türkiye zeytinyağı üretiminde İspanya, İtalya, Yunanistan ve Tunus’un ardından 5. sırada yer almasına karşın tüketimde oldukça gerilerde kalıyor. Kişi başına yıllık tüketim Yunanistan’da 21, İspanya’da 18, İtalya’da 11, Tunus’ta 10, Suriye’de 6, Portekiz’de 5 kg iken Türkiye’de 1 kilogramı geçmiyor. Zeytinyağında pazarın lideri Komili (payı %35), Kırlangıç (payı %20) ve Sezai Ömer Madra markalarını bünyesinde toplayan Anadolu Grubu. Üretici örgütü TARİŞ’in pazar payı ise %25’e dolayında. TARİŞ, ayrıca büyüklüğü 22 bin litreyi bulan organik zeytinyağı pazarından %80 pay alıyor. Sektörün önde gelen diğer markaları ise, Kristal (payı %10), Ekiz ve Altınhasat (Ülker).

ÇİKOLATADA ÜLKER, ŞEKERLEME VE SAKIZDA KENT

Türkiye’de kişi başına yıllık çikolata tüketimi 1.5 kg, Avrupa ortalaması ise 5 kg dolayında. 2008 yılı itibariyle 1 milyar 360 milyon TL büyüklüğe ulaşan çikolata pazarında Ülker’in payı %60 dolayında; onu, %12’lik pazar payıyla Nestlé izliyor. Piyasanın diğer önemli oyuncuları Milka (Kraft Foods), Eti (Tam Gıda), Algida (Unilever) ve Şölen.

Şekerleme pazarında ise, %60’ı aşan payıyla lider konumda olan Kent Gıda’yı Tahincioğlu Holding, 2006 yılında Cadbury Schweppes’e devretti. Böylelikle şekerleme pazarı da büyük ölçüde yabancıların eline geçmiş oldu.

Endüstriyel sakız üretimine 1950’li yıllarda başlanan Türkiye’de sakız tüketimi dünyanın oldukça gerisinde. Batı Avrupa, Japonya ve Amerika’da tüketim Türkiye’den 4-5 kat daha fazla. 2007 yılı itibariyle büyüklüğü 400 milyon doları bulan pazarın %90’ı aşan kısmı yabancı sermayeli şirketlerin elinde. 2007 yılında üçüncü sıradaki Kent Gıda (Cadbury Schweppes), sektör lideri Intergum’u satın alarak, %60’lık bir pazar payına ulaştı ve sektörde birinci sıraya yerleşti. Onun arkasından, %25 dolayındaki pazar payıyla yine yabancı sermayeli Perfetti Van Melle; üçüncü sırada ise  %10’luk payıyla Ülker geliyor.

NİŞASTA BAZLI ŞEKERDE CARGİLL HAKİMİYETİ

Türkiye’de tümü özel sektöre ait olmak üzere 5 şirkete (Amylum, Cargill, Pendik, Sunar, Tat) ait 6 nişasta bazlı şeker fabrikası bulunmaktadır. Bunlardan Amylum ve Cargill yabancı, Sunar ve Tat yerli sermayeli olup; Pendik Nişasta ise Ülker-Cargill ortaklığıdır. Şeker Kurumu tarafından nişasta bazlı şeker üreticilerine tanınan kotanın %80’i aşkın kısmı yabancı sermayeye aittir.

HAZIR KAHVENİN LİDERİ NESCAFÉ

Geleneksel Türk kahvesiyle başlayan ve hazır kahvelerle büyüyen kahve pazarı, son yıllarda kahve karışımlarının pazara girmesiyle hızını artırarak büyümesini sürdürüyor. 2007 yılında büyüklük olarak 18 bin ton, cirosal bazda ise 310 milyon TL’ye ulaşan kahve pazarının cirosunun %57’sini üçü bir arada ürünler, %27’sini çözünebilir kahveler,  %17’sini de Türk kahvesi oluşturuyor.

Kurukahveci Mehmet Efendi, Kocatepe, Elittepe ve Ülker Türk kahvesi alt pazarında önde gelen markalar. Hazır kahvede ise, Nestlé (Nescafé), Ülker Grubu (Cafe Crown) ve Kraft Foods (Jacobs) faaliyet göstermekte olup; pazarın üçte ikisi Nestlé’nin elindedir.

MEYVE SUYUNDA TÜKETİM 10 LİTREYE ULAŞTI

Meyve suyu sektöründe 2000 yılında 4.4 litre olan kişi başına yıllık tüketim, 2007’de 10 litre olarak gerçekleşti. Ancak bu miktar, AB ülkelerinde 20, ABD’de ise 30 litreye kadar çıkıyor. Toplam 710 milyon litrelik tüketimden; meyve nektarı %70.8, aromalı içecek %17.0, meyve suyu %8.8 ve meyveli içecek %3.4 pay alıyor. Sektörde 2007 yılı itibariyle 34 şirket rekabet ediyor. Dimes ve Cappy (Coca-Cola) %25’lik paylarıyla pazarda lider konumdalar. Aroma’nın 3. sırada yer aldığı pazarın diğer önde gelen markaları Tamek, Pınar, Ülker ve Meysu.

COCA-COLA’NIN HAKİMİYETİ SÜRÜYOR

Türkiye’de gazlı içecek pazarının üçte ikisini elinde bulunduran kolalı içecekler, ilk olarak 1955 yılında Erbak Uludağ tarafından üretildi. 1964 yılından sonra Coca-Cola ve Pepsi pazara girdiler. Bunlara daha sonra Bixi, RC, Kristal ve Cola Turka gibi yerli markalar eklendi. Günümüzde 1.5 milyar TL’lik kolalı içecekler pazarında Coca-Cola %60’ın üzerindeki payı ile liderliğini sürdürürken, pazarın diğer iki büyük markasını Pepsi ve Cola Turka (Ülker) oluşturuyor.

 

SU VE SODA PAZARINDA REKABET YOĞUN

2007 yılında parasal büyüklüğü 1.2 milyar doları bulan ambalajlı su sektöründe Sağlık Bakanlığı ruhsatlı 200’ü aşkın kuruluş faaliyet gösteriyor. Pazar payı Nestlé’nin %29, Coca-Cola’nın %18.4, Danone’nin %10.5, Yaşar Grubu’nun %13.7, Aytaç’ın %14.3. Piyasanın %70’i yabancıların kontrolünde.

Büyüklüğü 200 milyon litreyi aşan soda pazarının %15’ini meyveli çeşitler oluşturuyor. Sektörde Sağlık Bakanlığı ruhsatlı 38 şirket faaliyet gösteriyor. 2002’de 2.5 litre olan kişi başı yıllık tüketim, 2008’de 6.5 litreye yükseldi. Pazarın üçte ikisini üç marka (Freşa, Frutti, Akmina) kontrol ediyor.

BİRA YERLİ, RAKI YABANCILARIN

Türkiye’de bira hariç alkollü içki pazarının büyüklüğü 2 milyar TL olarak tahmin ediliyor. Pazarın lideri Mey İçki, rakıda %70, votkada %60 pazar payına sahip. Burgaz Rakı ise, 5 yılda alkollü içecek pazarının %20’sine sahip oldu. Efe Rakı’nın pazar payı ise, %9. Ağustos 2009’da Mey İçki’nin Burgaz’ı satın almasıyla sektördeki pazar payı %80’lere ulaştı.

Büyüklüğü 2 milyar TL olan birada kişi başına yıllık tüketim 11 litre dolayında. 2001 yılında Carlsberg’e geçen Türk Tuborg hisseleri, 2008’de Israel Beer Breweries tarafından satın alındı. Pazarın yaklaşık %80’i Efes Pilsen’in elinde. Onu, %17’lik pazar payıyla Tuborg izliyor.

FAST-FOOD VE CATERİNGDE DE LİDER YABANCILAR

1980’li yıllardan itibaren özellikle büyük kentlerde yaşanan hızlı çalışma temposu, ev ve iş arası mesafelerin uzaklığı, zamanın kısıtlılığı gibi ögeler, Türkiye’de dışarıda yeme alışkanlığını artırdı. Dışarıda yemek yeme oranındaki artışa paralel olarak fast-food (hızlı beslenme) sektörü hızlı bir yükseliş dönemi yaşadı, hızla büyüdü. Fast-food restoranlar, sınırlı yiyecek ve içecek sunan, tüketicilerin hazır paket ürünleri evlerine götürebildikleri, self servis uygulamasının çoğunlukla uygulandığı, ucuz restoranlar olarak tanımlanmaktadır (Tayfun ve Tokmak, 2007).

Halen fast-food sektöründe yaklaşık 3 bin 400 restoran faaliyet göstermekte olup, 2008 yılı itibariyle sektörün büyüklüğü 1,2 milyar TL dolayındadır.

Tablo 5. Başlıca Fast Food (Hızlı Beslenme) Restoranları (2007)

RESTORAN MENŞEİ RESTORAN                                         SAYISI SATIŞ (MİLYON $)
Burger King İngiltere 193 300
McDonald’s ABD 104 125
Sultanahmet Köftecisi Türkiye 72 70
Pizza Hut ABD 32 42
Dominos Pizza ABD 93 40
Kentucky FC ABD 36 40
Pizza Pizza Türkiye 112 15
Kaynak: USDA (2008)

 

Kayıtdışının yoğun olduğu catering (hazır yemek) sektörünün büyüklüğü ise 4.5 milyar dolar dolayında olup; halen 6 milyon kişiye hizmet veren sektörün lider şirketleri İngiliz-Fransız ortaklığı Sofra ile Fransız sermayeli Sodexho’dur.

Tablo 6. Başlıca Catering (Hazır Yemek) Şirketleri (2007)

ŞİRKET MENŞEİ GÜNLÜK PORSİYON KAPASİTESİ (BİN) SATIŞ (MİLYON $)
Sofra/Eurest Compass İngiltere-Fransa 280 250
Sodexho Fransa 200 90
Sardunya Türkiye 120 65
Emin Catering Türkiye 50 20
Sava Catering Türkiye 145 27
Kaynak: USDA (2008)

 

ORGANİZE GIDA PERAKENDECİLİĞİNDE TEKELLEŞME VE YABANCILAŞMA

Türkiye’de gıda perakendeciliğinde yeniden yapılanma 1954 yılında MİGROS Türk’ün (İsviçre Migros Kooperatifler Birliği ve İstanbul Belediyesi’nin ortak girişimi), 1956’da GİMA’nın (Ankara’da bir devlet kuruluşu) ve 1973’te TANSAŞ’ın (İzmir’de bir belediye kuruluşu) kurulmasıyla kendini göstermiştir. 1950’li yılların başından itibaren büyük kentlerde var olan sektör, asıl gelişimini, 1985 yılından itibaren büyük alışveriş merkezleri ve süpermarket zincirlerinin kurulmaya başlamasıyla gerçekleştirmiştir. 1990’lı yılların ortalarında, artık kentlerdeki perakende sektörünün %30’luk kısmını süpermarketler kontrol etmekteydi. Bu değişime, 1980’lerin sonlarına doğru yabancı perakendeci şirketlerin Türkiye piyasasına girmesi ve önde gelen yerli sermaye gruplarının perakende sektöründe de yatırım yapmaya başlaması gibi iki ana etmenin yol açtığı söylenebilir. Bu iki gelişme birbiriyle ilişkiliydi, çünkü sektörde faaliyete başlayan yabancı şirketlerin çoğu, yerli sermayeyle ortak girişimler kurmak ve bayilik ve lisans anlaşmaları yapmak yoluyla Türkiye piyasasına girmişlerdir (Yenal, 2001).

Türkiye, 1990’lı yıllardan itibaren geleneksel perakendecilikten organize perakendeciliğe geçişin başlamasıyla birlikte (aynı zamanda toptancılıktan dağıtıcılığa geçişin başladığı dönem) hızlı bir süpermarketleşme sürecine girmiştir. Bu süreç, gıda üretim ve perakendeciliği sektörleri arasındaki ilişkiler açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Artık gıda sanayii için tüketici pazarına ulaşmanın yolu yalnızca çok sayıda küçük ölçekli satıcı ve toptancıyla dağıtım anlaşmaları yapmaktan geçmemektedir. Pazara ulaşmak için ürünlerin kalitesi ve fiyatları, dağıtım koşulları ve raf alanı gibi konularda önde gelen süpermarket zincirleriyle pazarlık yapmak, gıda üreticileri için bir zorunluluk haline gelmiştir. Gıda perakendeciliği sektöründeki sermaye yoğunlaşmasıyla birlikte ürünlerin dağıtımı ve pazarlanmasına ilişkin konularda, perakendeci şirketlerin üretici şirketlere karşı pazarlık ve yaptırım güçleri giderek artmış; bu durum, gıda üreticisi büyük yerli sermaye gruplarının gıda perakendeciliğine girmelerine neden olmuştur. Bu durumu, genel olarak gıda ve tarım sektöründe dikey bütünleşme çabalarının bir parçası olarak da görebiliriz (Yenal, 2001).

Geleneksel kanaldan organize perakendeye geçiş sürecinde, geleneksel kesimi oluşturan bakkallar yerlerini organize perakendecilere (hiper, zincir, süpermarket) bırakmaktadır. 1998 yılında 2 bin 135 olan hiper, süper ve zincir market sayısı, 2008 yılı itibariyle 8 bin 252’ye ulaşmış; yani 4 kat artmıştır. Özellikle küresel zincirlerin (Metro, Carrefour, Tesco) Türkiye’ye yönelik yatırımlarıyla yerli zincirlerin (MİGROS, BİM) sayılarını artırması, bu rakamların artmasında önemli rol oynamıştır. AC Nielsen’in verilerine göre, bakkal ve orta marketlerde 1998 yılında yaklaşık 167 binlerde olan sayı, 2008 yılında 128 binlere düşmüştür. Sayılardaki düşüş, bakkal kanalından kaynaklanmış; son 10 yılda bakkal sayıları 155 binden 113 bine gerilemiştir (Tablo 7). Sektörde geleneksel kanaldan zincir perakendeye doğru bir dönüşüm söz konusu olup; geleneksel kesimi oluşturan bakkallar yerlerini organize perakendecilere bırakmaktadır. Yani dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, piyasa kurallarının dayatılmasıyla küçük ve orta ölçekli işletmeler yok olmaktadır. 2007 yılı itibariyle süpermarket zincirlerinin gıda perakende satışlarındaki payı %47’ye ulaşmıştır (Bölük ve Koç, 2008).

Tablo 7. Türkiye’de perakendeci sayıları ve gelişimi

KANALLAR 1998 2000 2002 2004 2006 2008
Hiper, Zincir ve Süpermarket 2.135 2.979 4.005 4.809 6.474 8.252
Hipermarket >2500 m2 91 129 151 152 164 183
Büyük Süpermarket 1000-2500 m2 210 306 368 396 504 623
Süpermarket 400-1000 m2 464 726 909 1.082 1.567 1.902
Küçük Süpermarket <400 m2 1.370 1.818 2.577 3.179 4.239 5.544
Orta Market ve Bakkal 167.612 149.995 135.897 137.978 131.632 128.568
Orta market 50-100m2 12.192 13.232 13.555 15.197 14.775 15.273
Bakkal <50 m2 155.420 136.763 122.342 122.781 116.857 113.295
Kaynak: AC Nielsen

 

2005, organize perakende sektöründeki değişimin başlangıç yılı olmuştur. 2005 yılına kadarki devralmalar, yoğunlaşmaya yol açmayan, yeni girişler ya da özelleştirmeler yoluyla gerçekleşen, başka bir deyişle yalnızca mülkiyet değişikliğine yol açan, ancak piyasa yapısını etkilemeyen işlemlerdi. 2005 sonrası yaşanan devralmalarsa, önceki yıllardan farklı olarak, organize perakende içinde de önemli yoğunlaşmaya yol açmıştır. 2005 yılındaki CarrefourSA’nın GİMA’yı, MİGROS’un TANSAŞ’ı devralmasıyla birlikte, organize perakendede ilk 4 şirketin yoğunlaşma oranında (CR4) 10 puanın üzerinde artış gerçekleşmiştir (Tablo 8).

Günümüzde organize perakende pazarı, esas olarak 4 yerli zincir ve 3 uluslararası şirket tarafından paylaşılmaktadır (Bölük ve Koç, 2008). Rekabet Kurumu verilerine göre; en büyük 5 zincir perakende şirketin (MİGROS, CarrefourSA, BİM, Metro ve Tesco) gıda perakendeciliğindeki toplam pazar payı %60’ı geçmektedir. Sektörde birleşmeler artmaktadır; dolayısıyla yoğunlaşma oranının gelecek yıllarda önemli ölçüde yükselmesi beklenmektedir.

 

Tablo 8. Organize perakende sektöründe pazar yapısı

2005 ÖNCESİ 2005 2008
ŞİRKETLER PAZAR

PAYI (%)

ŞİRKETLER PAZAR

PAYI (%)

ŞİRKETLER PAZAR

PAYI (%)

MİGROS 14,1 MİGROS/TANSAŞ 22,1 MİGROS 22,4
BİM 10,1 CarrefourSA/GİMA 15,0 CarrefourSA 13,8
CarrefourSA 9,7 BİM 10,1 BİM 13,5
TANSAŞ 8,0 Metro Grubu 6,7 Metro Grubu 7,8
Metro Grubu 6,7 Kiler/Canerler 5,0 Tesco 4,1
GİMA 5,3 KİPA 3,0
KİPA 3,0
YOĞUNLAŞMA

ORANI (CR4)

41,9 YOĞUNLAŞMA

ORANI (CR4)

53,9 YOĞUNLAŞMA

ORANI (CR4)

57,5
Kaynak: Ekonomist (2005/47), AC Nielsen, Rekabet Kurumu (7/11/2008)

 

Your browser may not support display of this image.

ORGANİZE PERAKENDE SEKTÖRÜNDE PAZAR PAYLARI (2008)

Süpermarket zincirlerinin güçlerini artırmalarıyla gıda kaynakları birkaç ticari organizasyonun eline geçmektedir. Yerel ve bölgesel piyasaların tasfiyesiyle, küçük ve orta ölçekli üreticiler, uluslararası şirketlerle rekabet edememektedir. Öte yandan küçük çiftçiler, büyük zincir mağazalara mal verememektedir. Çünkü büyük perakendeciler ya tedarikçi firmalardan alım yapmakta ya da sözleşmeli tarım yolunu seçmektedirler.

Organize perakendede MİGROS’un İngiliz BC Partners’a satılması, dengeleri yabancı şirketler lehine çevirmiştir. MİGROS sektörün lideri, CarrefourSA ikinci sırada yer alıyor. Diğer güçlü yabancı rakipler Metro Group ve Tesco-Kipa ile yabancı şirketlerin pazar payları %60’a yaklaşmaktadır (Capital, 1/6/2008).

ÖZET VE SONUÇLAR

1980 sonrasında devletçe korunan ve desteklenen tarımdan devlet desteği giderek artan bir biçimde çekilmiş; bu süreç 1999 sonrasında ivme kazanmıştır. Son 30 yıldır uygulanan neoliberal saldırı politikaları tamamen köylülüğü tasfiyeye yöneliktir. Bu politikalarla sermaye hayatın her alanında belirleyici hale getirilmiş; köylü ile doğrudan ilişkiye giren devletin yerini köylüyü sermaye ile yüz yüze bırakan devlet almıştır. Bu süreçte küçük ve orta ölçekli üreticiler, ya tasfiye edilip kentlere göç etmişler ya da kendi topraklarında ırgatlaşarak sözleşmeli üreticilere dönüşmüşlerdir. Girdi sağlamadan üretime, işleme ve pazarlamaya kadar, tüm süreç ise, -Tablo 9 ve 10’da görüldüğü şekilde- uluslararası tarım/gıda şirketleri, onların taşeronları ya da yerli tekelci sermayenin denetimine girmeye başlamıştır. Bu süreç, sözleşmeli üretim aracılığıyla yabancı şirketlerin tarımı doğrudan kontrol etmesi ya da hibrit tohum ve onun zorunlu girdilerinin -gübre, hormon, tarım ilacı gibi- dağıtımı yoluyla da ivme kazanmaktadır.

Tablo 9. Tarımsal Girdi Piyasasında Yabancı Hakimiyeti

GİRDİ PİYASAYI KONTROL EDEN ŞİRKETLER VE PAYLARI
Tohumculuk Monsanto, Pioneer/DuPont, Syngenta, Bayer. Pazarın %40’ı özel şirketlerin elinde. Dışa bağımlılık oranı sebzede %85, patateste %100.
Kimyasal gübre Kimyasal gübre tüketiminin %55’i yerli üretimle, %45’i ithalatla karşılanmaktadır. Girdilerin %80-85’i ithal edilmekte.
Tarım ilaçları Hektaş (DuPont, Makhteshim-Agan), Bayer, Syngenta. Jenerik ilaç imalatında kullanılan girdilerin %90’ı ithal edilmektedir.
Traktör Piyasayı kontrol eden şirketlerden Türk Traktör Hollanda şirketi CNH Global NV ile ortak. Uzel Makine ise, uzun yıllar Massey Ferguson lisansıyla üretim yaptı.
Kredi piyasası Bankacılık sektöründe yabancı payı %41. Tarım kredilerinden kamu bankaları %63, yerli özel-yabancı ortaklı bankalar %21, yabancı bankalar %16 pay alıyor.

 

Tablo 10. Türkiye’de Uluslararası Gıda Şirketlerinin Faaliyet Alanları

ŞİRKET ÜRÜNLER
Nestlé Çikolata, hazır çorba, bebek maması, hazır kahve, ambalajlı su
Cargill Hububat ve yağlı tohum ticareti, nişasta bazlı şeker
Unilever Margarin, dondurma, çikolata, hazır çorba, çay
PepsiCo Kolalı içecek, ambalajlı su, cips
Kraft Foods Çikolata, hazır kahve, cips
Coca-Cola Kolalı içecek, meyve suyu, ambalajlı su
Groupe Danone Süt ve süt ürünleri, bebek maması, maden suyu, ambalajlı su
Cadbury Schweppes Çikolata, şekerleme, sakız
Procter & Gamble Cips

 

Çiftçi, üretim için gerekli tohum ve girdileri Monsanto, DuPont, Sygenta, Bayer gibi biyoteknoloji ve agro-kimya devlerinden satın almakta; uluslararası şirketler toprak satın alma, kiralama ya da sözleşmeli tarım modeli ile üretime girmektedir. Yabancı ortaklı/sermayeli bankaların çiftçiye kredi vermesiyle birlikte tarım arazileri yabancıların eline geçmektedir. Öte yandan yabancılar son 5 yılda toplam 10 milyar dolarlık taşınmaz satın almışlardır. Gıda sektörü Nestlé, Cargill, Unilever, Kraft, Coca-Cola, PepsiCo, Danone, Cadbury, P&G ya da onların ortakları/taşeronları tarafından denetlenmektedir. MİGROS, Carrefour, Metro ve Tesco gibi yabancı sermayeli perakende devleri pazardan %60 oranında pay almaktadırlar.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse; Türkiye tarım ve gıdada yeni sömürge olma yolunda hızla ilerlemektedir.

KAYNAKLAR

APAK S. ve A. TAVŞANCI. 2008. “Türkiye’de Yabancı Bankacılığın Gelişimi ve Ekonomi Politikaları İle Uyumu”, Maliye Finans Yazıları, Sayı: 80, Temmuz, s.33-53

BÖLÜK, G. ve A. KOÇ (2008), “Gıda Perakende Sektörde Tekel Gücünün Belirlenmesi”, Ekonomi ve Rekabet Sempozyumu, 1 Kasım 2008, Türkiye Rekabet Kurumu ve Pamukkale Üniv. İİBF, Denizli

DPT. 2007. Dokuzuncu Kalkınma Planı Gıda Sanayii Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Yayın No: 2720, Ankara

EKONOMİST. 2005. Perakende Liginde Devlerin Yarışı, 20-26 Kasım, Sayı: 2005/47

EKŞİ, A. 1992, “Türkiye’de Gıda Sanayinin Durumu ve Geleceği”, Gıda Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, s. 3-6

EKŞİ, A.; O. YURDAKUL, M. EMİROĞLU, E. GÜNEŞ, M. ATAMER, E. TOPAL, O. DEVECİ ve F. TAŞDÖĞEN. 2005. “Gıda Sanayiinde Yapısal Değişimler”, Türkiye Ziraat Mühendisliği VI. Teknik Kongresi, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara, s. 1001-1018

ERDOĞAN, T. 2005. “Organize Perakende Sektörünün Ekonomik Dinamikleri: Rekabet Politikası Açısından Değerlendirme”, Rekabet Dergisi, Sayı: 24, s. 27-63

GÜNAYDIN, G. 2009. “Tarım Bankacılığında Yabancılaşma”. Bağımsız Dergisi, Sayı: 1, s.54-59

ORAL, N. 2006. Türkiye Tarımında Kapitalizm ve Sınıflar, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Ankara

ORAL, N. 2009. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Sektöründe Yabancılaşma ve Tekelleşme”, Mülkiye Dergisi, 33(262):325-344

SÖNMEZ, M. 1992. 100 Soruda 1980’lerden 1990’lara “Dışa Açılan” Türkiye Kapitalizmi, Gerçek Yayınevi, İstanbul

T.C. MERKEZ BANKASI. 2009. Finansal İstikrar Raporu, Mayıs, Sayı: 8. http://www.tcmb.gov.tr/yeni/evds/yayin/finist/Fir_TamMetin8.pdf

TZOB. 2009. “Çiftçilerimizin kredi borçları arttı”. TZOB Basın Bülteni, 29 Haziran, Ankara, http://www.tzob.org.tr/tzob_web/basin_bulten/2009/28_06_2009.htm

TAYFUN, A. ve C. TOKMAK. 2007. “Tüketicilerin Türk Usulü Fast Food İşletmelerini Tercih Etme Sebepleri Üzerine Bir Araştırma”. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Güz 2007, 6(22):169-183

TOZANLI, S.; M. DONDURAN ve A. ATAY. 2007. Uluslararası Rekabet Stratejileri: Türkiye Gıda Sanayii, TÜSİAD, Yayın No: 442, İstanbul

TÜMAY, İ. 1998. “Tarım ve Köylü: Sizi İlgilendiriyor mu?”. Mürekkep, Sayı 10/11, Ankara, s. 160-194

USDA. 2008. Turkey Food Service Sector (Prepared by: O. Cakiroglu), GAIN Report Number: TU8034, http://www.fas.usda.gov/gainfiles/200807/146295228.pdf

UZUNLU, V. 2007. Bankacılık Sektörünün Güncel Sorunları, http://www.dp.org.tr/ARGE/belgeler/Bankacilik_Sektorunun_Guncel_Sorunlari-06032007.pdf

YENAL, N. Z. 2001. “Türkiye’de Tarım ve Gıda Üretiminin Yeniden Yapılanması ve Uluslararasılaşması”, Toplum ve Bilim, Sayı: 88, İstanbul, s. 32-54

http://www.argemar.com

http://www.capital.com.tr

http://www.dunyagazetesi.com.tr

http://www.ekonomist.com.tr

http://www.hurriyet.com.tr

http://www.milliyet.com.tr

http://www.radikal.com.tr

http://www.referansgazetesi.com

http://www.rekabet.gov.tr

http://www.sutdunyasi.com

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑