Toprak mülkiyeti ilişkilerinin kapitalist dönüşümü ve tarımda kapitalizmin gelişimi nasıl bir süreç izler? Aslında süreç, biçimine ve zaman içindeki akışına göre, her ülkede birbirinden farklı bir şekilde tamamlanır. Ülkelerdeki somut gelişme koşullarına uygun düşen biçimlerin çeşitliliğine karşın, tarımda kapitalizmin gelişiminin belirli tipik yolları görülebilmektedir.
Lenin’e göre, angarya iktisadının kalıntıları hem çiftliklerin dönüştürülmesi (yani reform) yoluyla, hem de feodal latifundiaların (özel büyük topraklar) yok edilmesi (yani devrim) yoluyla ortadan kaldırılabilir. Burjuva gelişmenin nesnel olarak olası bu iki yolu, “Prusya yolu” ve “Amerikan yolu” olarak adlandırılır.(1)
Amerikan tipi geçiş, feodal beylerin topraklarına el konulması ve bu toprakların serflere (temel üreticiler olan bağımlı köylüler) dağıtılması şeklindedir. Serfliğin kaldırılması biçiminde özetlenebilir. Böylece birbiriyle rekabet halinde çok sayıda küçük köylü işletmesi ortaya çıkar ve zamanla bu küçük üretici köylülerin bir bölümü kapitalist çiftçi haline gelirken, bir bölümü de elindekileri kaybederek işçileşir. Bu geçiş modelinin en belirgin örnekleri, öncelikle Birleşik Amerika’nın kuzeydoğu eyaletleri ile 18. yüzyıl Fransa’sıdır. Anlaşılacağı gibi, bu geçiş tipi, burjuvazinin serbest rekabetçi, yani henüz devrimci bir sınıf olduğu dönemlerle ilgilidir. O dönemlerde burjuvazi, feodallere karşı mücadelesinde köylülerin geniş desteğini sağlamış ve bu sayede burjuva demokratik devrimleri yapabilmiştir.
Diğer bir geçiş modeli ise, özellikle Elbe nehrinin doğusunda, Prusya’da en belirgin özellikleriyle görüldüğü için bu adı almıştır. Burada Junker diye adlandırılan büyük toprak sahipleri, süreç içinde kapitalist çiftçiler haline gelmişlerdir. Bunda, bir büyük çiftçi azınlığın oluşmasıyla, köylüler, yıllarca sürecek en eziyetli mülksüzleşmeye ve köleliğe mahkum edilirler. Junker ekonomisinde toprak sahipliği ve toprağın işlenmesi aynı elde muhafaza edilmiştir. Junkerler hem toprak sahibi, hem de kapitalist olan tek bir kişiyi temsil ederler. Prusya’da kapitalizmin gelişmesi, toprak beyleri olan Junkerlerin “iç başkalaşımı”na dayandığından, uzun bir süre feodal sömürü yöntemleriyle kapitalist sömürü yöntemleri iç içe gelişti. Bu durum üreticiler için özellikle eziyetli ve bunaltıcı oldu. Artık tam bir toprak kölesi olmamakla birlikte, malikanelerde çalışan köylüler ve tarım işçileri özgür de değillerdi. Ancak uzun bir süreç içinde bu çiftlik işletmelerinin kapitalist niteliği belirginleşti ve feodal sömürü yöntemleri geriye itildi.
Prusya yolundan kapitalist tarım gelişmesinin başka dikkate değer örnekleri Çarlık Rusya’sı, İtalya, İspanya, Japonya ve Latin Amerika ülkeleridir. (2)
Kapitalist tarımın gelişme tiplerinin bilinmesi, yalnızca günümüz kapitalist ülkelerinde tarım ve rant ilişkilerinin çözümlenmesi için önemli değildir. Bu, azgelişmiş ülkelerdeki tarımsal evrimin değerlendirilmesi için de büyük önem taşır. Toplumsal değişimlerin sosyo-ekonomik karakterine ve sınıf güç ilişkilerine uygun olarak, kapitalist tarım ilişkilerinin ortaya çıkışı, kısmen Prusya yolundan, kısmen de Amerikan yolundan olur. Prusya yolundan gelişme ve kapitalist ekonomi biçimlerine geçiş, bir anti-feodal devrim olmadan (evrimci yoldan) gerçekleştiğinde söz konusudur. Kimi ülkelerde bu gelişme ‘yeşil devrim’ denen olayla güçlendirilir. Amerikan yolunda, feodal tarım ilişkileri, tarımsal bir dizi “reform”la ortadan kaldırılır.
Kapitalist tarım ilişkilerinin ortaya çıkış biçimlerinin kapitalist tarımın gelişmesi üzerinde esaslı etkileri vardır. Üretim güçleri ve ilişkilerinin gelişimi bu iki yol tarafından farklı biçimde etkilenir. Prusya yolunda üretim güçlerinin gelişimi feodal kalıntılarca engellenir. Ucuz işgücü olan tarım işçileri ile küçük çiftçilerin vahşice sömürülüşü nedeniyle, tarım kapitalisti yüksek kâr sağlamak için makine kullanma zorunluluğundan kurtulur. Buna karşılık, Amerikan yolunda üretim güçlerinin gelişmesi teşvik görür. Farklılaşma süreciyle ortaya çıkan büyük tarım kapitalistleri, yüksek bir sermaye değerlendirmesine ulaşmak için gittikçe artan sayıda tarım makineleri kullanırlar. Genel olarak feodal bağların bulunmayışı nedeniyle öyle pek ucuz işgücü bulamazlar.
Farklılıklarına bakılmadan, hem Prusya, hem de Amerikan yolu, kapitalist bir sınıfsal sosyal yapının oluşumuna yol açarlar. Kapitalist toplumda olduğu üzere, iki temel sınıf ortaya çıkar: burjuvazi ve proletarya. Bu iki temel sınıf arasında, sayıca büyük bir tabaka oluşturan köylülük bulunur.
Tarım kesiminde burjuvaziyi oluşturanlar, her şeyden önce tarım kapitalistleridir. Bunlar, hem toprağın sahibi, hem de kapitalist kiracı olarak ortaya çıkarlar. Tarım kapitalistlerinin arasında sayıca oldukça büyük bir grup da büyük çiftçilerdir. Tarımın Prusya yolundan geliştiği ülkelerde, feodalizmden gelme bir sınıfı oluşturan büyük toprak sahipleri varlıklarını sürdürürler. Kapitalist gelişme sürecinde, bu sınıf, bağımsız varlığını yitirerek büyük burjuvazinin içinde erir.
Kapitalist sınıf karşıtlığının öteki kutbunda kır proletaryası yer alır. Kır işçileri, meta olan işgüçlerini kapitalistlere satarlar ve hiçbir üretim aracına sahip değildirler. Küçük bir toprak parçasını işliyor olsalar bile, bu bir şey değiştirmez.
Köylülük, feodal toplumun temel sınıflarından biriyken, kapitalizmde bütünlüğe sahip bir sınıf olmaktan çıkar. Kapitalist toplumda köylülük, daha çok, farklı sosyal grupları kapsayan bir tabakadır. Genel olarak köylülükte üç toplumsal tabaka ayırt edilebilir: Küçük köylüler, orta köylüler, büyük (zengin) köylüler.
Küçük köylüler, kural olarak, ailesiyle işleyebileceği kadarından daha büyük olmayan bir parça toprağın sahibi ya da bunun kiracısı durumunda olan kişilerdir. Ama bu toprak parçası aileyi doyuracak kadardan da küçük olmayacaktır. Küçük köylüyü çağdaş proletaryadan ayıran, henüz iş araçlarına sahip olmasıdır. Yani geçmiş bir üretim biçiminin kalıntısıdır.
Bundan farklı olarak, orta köylüler, arada bir ücretli emek kullanırlar ve elverişli yıllarda bir artık ürün sağlayabilirler. Buna karşılık, ücretli emek kullanımı, büyük köylüler için zaten ayırt edici bir özelliktir.
Büyük köylüler özünde kapitalist üreticilerdir. Yalnızca yaşama biçimi ve çiftliklerinde kendi bedeni çalışmalarıyla bağlantılı olduklarından dolayı köylülükten sayılırlar.
Kapitalist gelişmenin akışı içinde, köylülük, çok çeşitli toplumsal değişim süreçleri geçirir. Özünde iki temel süreç söz konusudur. Bir yandan köylülüğün karakteri değişir (doğal ekonomiden pazar için üretime geçiş), öte yandan derinlere inen bir toplumsal farklılaşma süreci yaşanır. Köylülüğün büyük kitlesi yıkıma uğrar ve farklı tempoda görece uzun bir süreç içinde proleterleşir. Günümüzde bu farklılaşma süreci, bu süreci yaşamış olan günümüzün emperyalist-kapitalist ülkelerinde şimdiye dek görülmemiş bir yoğunluk ve hızlılıkta gerçekleşmektedir.
OLTAYA GELMEK
TÜRKİYE’NİN ALT YAPISINA UYMUYOR
BAŞARISIZLIĞI DB’DE KABUL EDİYOR
* 1999-2002 döneminde, tarım sübvansiyonları 6 milyar dolar azalarak 1,1 milyar dolara inmiştir. Başka bir deyişle, tarımsal sübvansiyonların GSMH’ye oranı yüzde 3,2’den yüzde 0,5’e düşmüştür.
* Aynı dönemde, tarımsal GSMH 27 milyar dolardan 22 milyar dolara gerilemiştir.
* Çiftçiler üzerindeki net etki, yaklaşık 4 milyar dolar tutarında yıllık zarar olmuştur.
* 2002-2003 reform döneminde gübre ve ilaç kullanımı yüzde 25-30 azalmıştır.
* Tarım kredisi faiz oranları negatiften pozitife dönmüştür.
* Kredi alan çiftçiler, borçlarını, tarımsal gelirdeki azalmalar ve yüksek reel faiz oranları nedeniyle ödeyememişlerdir.
* 1999-2001 arasında, Türkiye’de üretilen başlıca tarım ürünlerinin brüt değeri, reel olarak yüzde 16 oranında azalmıştır.
* 1997-2002 döneminde, ihracat ve ithalat tüm ürün çeşitlerinde artış gösterirken, tarım ve gıda ürünlerinin toplam ihracat ve ithalattaki payı düşmüştür.
* 1999-2001 arasında, hektar başına üretimin dolar eşdeğeri, 864 dolardan 621 dolara olmak üzere, yüzde 28 oranında düşmüştür. Bu azalış, yüzde -13 ile bakliyatta en az oranda, yüzde -38 ile tütün, şeker pancarı ve pamuğu da içeren kategori olan “öteki tarla ürünlerinde” en yüksek oranda gerçekleşmiştir. Hektar başına meyve değeri yüzde 29 azalırken, hububat ve sebze değeri sırası ile yüzde 22 ve yüzde 23 düşmüştür. Bu dönemde, hektar başına katma değer, dolar bazında yaklaşık yüzde 40’lık bir düşüş kaydetmiştir.
* Çiftçi, 450 bin hektar alanı ekmekten vazgeçmiştir. Bu alanın 300 bin hektarı, Orta Anadolu Bölgesinde bulunmaktadır.
* 1999-2001 arasında tarım ürünleri fiyatları yüzde 40 oranında gerilemiştir.
* Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük destekleme oranlarına sahip olan ülke haline gelmiştir.
* Doğrudan Gelir Desteği (DGD) programı, çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak yüzde 35-45’ini karşılayabilmiştir. DGD programından fiilen yararlanamayanlar için, bu durum dahi söz konusu değildir.
GELİR DAĞILIMINI BOZULUYOR ÇİFTÇİ YOKSULLAŞIYOR
Hayvan varlığındaki erime de devam etmiş; 1990-2005 yılları arasında, koyun sayısı 40,6 milyon baştan 25,3 milyon başa, sığır sayısı 11,4 milyon baştan 10,5 milyon başa gerilemiştir. Süt üretimi, yalnızca yüzde 13 dolayında artmıştır. Denetim altındaki mezbaha ve kombinalarda kesilen toplam sığır, koyun ve keçi sayısı, 9 milyondan 6,5 milyon başa gerilemiştir. Böylelikle kırmızı et üretimi, yüzde 19’luk bir gerilemeyle, 507 bin tondan 409 bin tona düşmüştür.
EMEKÇİLER ÇÖZÜMÜ KENDİNDE ARAMALIDIR
200 yıllık sanayileşme sürecinde, tarımda teknolojik gelişmeyi ve verimlilik artışını sağlayan merkez kapitalist ülkeler, köylülüğü yıkıma uğratırken, aynı zamanda istihdam etmeyi de başardı. Tarım nüfusunu yüzde 10’ların altına düşürürken, büyük sosyal yaralar açılmasını engelledi. Fakat şimdi, kendisinin 200 yıllık bir zaman diliminde yumuşak geçiş yaparak geldiği tarımsal nüfus ve gelişmişlik düzeyini, Türkiye gibi ülkelere dayatıyor. Aynı gelişmişlik düzeyine sahip olmayan Türkiye gibi ülkelerde, dayatma, ülke tarımının, üretimden pazarlamaya değin, uluslararası tarım-gıda tekellerinin denetimi altına girmesini sağlıyor. Ülkeleri emperyalist metropollerin açık pazarı haline getiriyor. Yerli üreticileri, ya “sözleşmeli çiftçi” adı altında bu şirketlerin “taşeronu” haline düşürüyor ya da göç etmek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıyor. “Türkiye’de tarım nüfusu yüzde 10’un altına düşürülmelidir” sözü çok çarpıcı gelmeyebilir, birçok insana… Rakamların duygusuzluğu, 20 milyon insanın tarımdan kopması anlamına gelen gelişmelerin can acıtıcılığının anlaşılmasını engelleyebilir. Oysa rakamların anlatamadığı madalyonun diğer yanında acı gerçekler var: İşsizlik sorununun çözülmediği ülkemizde, işsizler ordusuna, yenilerin, milyon milyon katılması gibi… Kap kaç, soygun, uyuşturucu batağı, sokakta yatanlar gibi sosyal sorunların daha da derinleşmesi gibi… Kent altyapısının göçleri kaldırmadığı bir ülkede yeni göçlerin olması gibi… Açlık, yoksulluk, cinnet, insanlık dışı koşullarda yaşamak…
Cumhuriyetin kuruluşundan beri, ülke tarımı da dönüşüme tabi tutuluyor. Egemen sınıfların hiç değinmedikleri ya da göz ardı etmek istedikleri arasında, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana tarımda “en az değişenlerin” de bulunmasıdır. Bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:
* Tarım topraklarının işletmelere ve mülkiyete göre dağılımında süregelen büyük eşitsizlik,
* Makineleşme, kredi ve destekleme politikalarının egemen sınıfların yararına göre biçimlenmesi,
* 80 yıllık süreçte 3.5 kat artan topraksızlık ve toprakların belli ellerde toplanma olgusuna koşut olarak kırsal kesimde ivme kazanan işsizlik ve göç…
Bu dönemin “en çok değişeni” ise, emperyalizme bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin yukarıdan aşağıya inşası sürecinde, emek-rant sömürüsünün yerini büyük ölçüde emek-ücret sömürüsünün alışı, yani geleneksel sömürü mekanizmalarının yerinin başka sömürü mekanizmaları ile dolduruluşu oldu.
Bilindiği gibi, uluslararası mali sermayenin resmi örgütlenmeleri olan IMF ve Dünya Bankası, 1980’lere dek köylülüğü (küçük üreticiliği) destekleme yönünde ekonomi-politikalar oluştururken, amacı, kırsal alanlarda egemen sınıfların denetimini artırmak ve böylelikle ortaya çıkabilecek bir toplumsal muhalefetin devrimci hareketle bütünleşmesini engellemek ya da düzenin sınırları içerisindeki kanallara yönlendirmek olmuştur. Emperyalizm “küçük üreticiliği destekleme” politikasıyla köylülüğün gelir düzeyini belirli bir düzeyde tutmayı esas almıştır. Tarım sübvansiyonlarıyla yürütülen bu politika, feodal ilişkilerin devrimci bir tarzda tasfiye edilemediği -Türkiye gibi- ülkelerde, aynı zamanda feodal sınıflarla sürdürülen bir işbirliğini ifade etmektedir.
1980 sonrasında dünya çapında ortaya çıkan ekonomik gelişmeler ve sosyalist sistemin dağıtılmışlığı koşullarında, kendisi için uygun bir ortam oluştuğunu düşünen emperyalizm, küçük üreticiliği destekleme politikasını terk ederek, köylülüğün mülksüzleştirilmesine ve bu yolla kırsal nüfusun azaltılmasına yönelik politikalara dönmüştür.
Türkiye gibi emperyalizmin boyunduruğu altındaki yeni-sömürge ülkelerde hiçbir ekonomik ve siyasi politika emperyalist-kapitalist sistemden bağımsız değildir. Dolayısıyla 24 Ocak Kararlarının Türkiye tarımına yönelik temel politikası, tarımda üretimden pazarlamaya değin tüm sürecin emperyalizm tarafından denetimini sağlamak olmuştur. Bu denetimin gerçekleştirilebilmesi için 1980 sonrası uygulanan politikalara bakıldığında, tüm uygulamaların küçük üreticiliğin ve küçük ölçekli tarımsal üretimin tasfiye edilmesine yönelik olduğu görülecektir.
Öte yandan 1970’li yıllara dek tarım ürünleri ithalatçısı konumunda olan emperyalist metropoller, geliştirip uyguladıkları yeni teknolojilere ek olarak her türlü destekleme aracını sonuna dek kullanarak, gereksinimlerinin çok üstünde bir tarımsal üretim kapasitesine ulaştılar. Ancak üretim fazlası için pazar gerekiyordu. Bu noktada, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerini devreye soktular ve azgelişmiş ülkelerin tarımlarını çökerterek bu ülkelerin pazarlarını ele geçirmek için bir saldırı programı başlattılar. 1980’li yılların başında borç krizine giren ülkelerde “yapısal uyum programları” şeklinde dayatılan bu saldırı sonucu, Afrika, Latin Amerika ve Asya’da birçok azgelişmiş ülke, iç piyasalarını gıda malları ithalatına ve tarım alanlarını uluslararası tarım-gıda tekellerine açtılar. Bu ülkelerde temel gıda üreticiliğine dayalı üretim deseni terk edilerek, tekellerin gereksinimlerine göre ve onların belirlediği koşullarda ihraç malları üretimine geçildi. IMF ve Dünya Bankası reçetelerinin uygulandığı azgelişmiş ülkeler, sonuçta, kendi kendilerini besleyemeyen bir konuma gelerek, net gıda maddeleri ithalatçısı oldular. Buna karşılık, dünyada gıda üretimi ve dağıtımını birkaç şirket kontrol etmeye başladı. GATT Uruguay Görüşmeleri de tarım-gıda tekellerinin gücüne güç kattı.
“Yeni Dünya Düzeni” ve “Küreselleşme” (Dünya ekonomisinin, ABD hegemonyası altında neo-liberal bir düzenleme sistemiyle, gelişmiş kapitalist ülkelerin kullanımına sunulması süreci) koşullarında, tüm siyasi ve ekonomik politikalarda olduğu gibi, tarımsal politikalarda da artık içsel dinamikler değil, dış dinamiklerin belirleme gücü baskındır. Bu sürecin tarım için yıkım, üretici için ise yoksullaşma ve tasfiye eğilimlerini içinde barındırdığı da bir gerçektir.
Uluslararası mali sermayenin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası, bağımlı kıldığı diğer azgelişmiş ülkelerde olduğu gibi, Türkiye tarımında da aynı reçeteyi uygulamak istiyor. Dünya Bankası’nca hazırlanan Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) adı altında dayatılan bu program, tarımda fiyat, kredi ve girdi desteklerinin ortadan kaldırılarak -dünyanın hiçbir ülkesinde tek başına uygulanmayan- doğrudan gelir desteği sistemine geçilmesini, tarım birliklerinin işlevsiz hale getirilmesini, bazı ürünlerde kota uygulamasına geçilmesini, kimilerinde ise üretim alanlarının daraltılmasını, tarımdaki tüm dağıtım, pazarlama ve AR-GE etkinliklerinin yerli ve yabancı tekellere devredilmesini içeriyor.
IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları ve hükümetin uygulamaları, Türkiye tarımını -özellikle de küçük ölçekli tarımı- dünyanın acımasız piyasa ekonomisi karşısında korumasız bırakarak, birkaç temel ürün dışında tasfiye etmeyi amaçlıyor.
Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmeler, tarımda özelleştirme, bağımlılaştırma, yabancılaştırma ve tasfiye şeklinde ilerleyen sürecin anlaşılmasını kolaylaştırıyor. Siyasi iktidarlar tarafından 6,5 yıldır taviz verilmeksizin uygulanan IMF/Dünya Bankası programının tarımdaki sonuçları, çiftçilerin yoksullaşması, gelir bölüşümündeki eşitsizliğin artması ve istihdamdaki hızlı azalma olarak ortaya çıkıyor.
2000’lerin başlarından bu yana, tarımda -tüm destek sistemlerini kaldırmaya ve çiftçi örgütlerini adım adım tahrip etmeye dayanan- liberalleştirme politikası ağırlık kazandı. Uluslararası tarım şirketlerinin çıkarına olan bu politikaları teşvik etme konusunda IMF/Dünya Bankası odaklı programlar kritik bir rol oynadı. TEKEL, TİGEM, gübre ve şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, bu gündemin ayrılmaz bir parçasıdır.
Türkiye, 2000’lerin başlarından bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda Tarımsal Reform Programı (ARIP) uygulamaktadır. Bu programın amacı; ürün ve girdiye dayalı desteklerin kaldırılarak, yerine sahip olunan arazi büyüklüğüne dayalı bir gelir destek programının uygulanmasıdır. Ancak, tarımda yapısal sorunlarını aşamamış, devlet desteğine gereksinim duymayacak aşamaya ulaşamamış bir ülke olan Türkiye’nin ARIP bağlamında geliştirilmesi hedeflenmiş olan liberalleştirme politikası, ülkenin tarımsal altyapısına uygun değildir.
Dünya Bankası tarafından verilen tarımsal uyum kredileriyle de desteklenen bu program, tarım sektöründe kapitalist paylaşım ilişkilerinin kurulmasına dönüktür. Bu krediler, tarım sübvansiyonlarının kaldırılması, kamuya ait tarım işletmelerinin özelleştirilmesi, tarım satış kooperatiflerinin işlevsiz hale getirilmesi ya da tasfiyesi ve kırsal nüfusun azaltılması gibi alanlarda kullanılmaktadır.
Özelleştirme ile tarımsal KİT’lerin tasfiyesinin edilmesinin ardından, tarım kesimi liberalleştirme adı altında uluslararası tekellere açılmaktadır. Tarım kesiminin GSMH’den aldığı pay gittikçe düşmekte ve özellikle küçük tarım üreticileri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Hayvancılık neredeyse tümüyle tasfiye edilmiş durumdadır. Her kriz döneminin faturası ücretlilere, kent yoksullarına ve köylülere çıkartılmaktadır.
2000 yılı başından bu yana uygulanan IMF/Dünya Bankası dayatmalı programların etki ve sonuçları, belki de en açık biçimde, tarım kesimindeki değişimde ortaya çıkmıştır. Bu politikaların ülkemizin tarımsal yapısı üzerinde yarattığı sonuçlar, Dünya Bankası tarafından 9 Mart 2004 tarihinde yayımlanan “Türkiye’de Tarım Sektörü Destekleme Reformunun Etkilerine Bir Bakış” başlıklı raporda şöyle ortaya konulmaktadır:
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, Doğrudan Gelir Desteği uygulamasının sonuçları:
* DGD ödemelerinin yüzde 51’i, çiftçilerin yüzde 17’sini oluşturan 100 dekardan daha büyük arazi sahiplerine gitmektedir.
* 2004 yılı için ödenen 2 katrilyon 670 trilyon liralık DGD’nin yüzde 51’i, yani 1 katrilyon 361,7 trilyon lirası 476 bin çiftçiye giderken, kalan yüzde 49’luk miktar, çiftçilerin yüzde 83’ünü oluşturan 2 milyon 324 bin çiftçiye dağıtılmıştır.
* Arazi varlığı 100 dekarın üzerindeki çiftçilere ortalama 2 milyar 750 milyon TL düşerken, küçük arazi sahiplerine ortalama 586 bin TL ödenmiştir. Aradaki fark tam 3,5 kattır.
* Bu adaletsizliği önlemek için, DGD’nin desteklemeler içinde 2002-04 döneminde ortalama yüzde 78 olan payı, 2005 itibarıyla yüzde 55’ler seviyesine çekilmiştir. 2006’da, bu rakamın yüzde 45’lere düşürülmesi öngörülmüştür. Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı 2,8 milyon çiftçi bulunuyor. Çiftçilerin yüzde 83’ünün arazisi 100 dekarın altında. Bu kesimin yüzde 16’lık kısmının arazi varlığı, 10 dekardan küçük. Geriye kalan yüzde 17’lik kesimin ise, arazi büyüklüğü 100 dekarın üstünde. Bu kapsamda, DGD ödemelerinin yarısı yüzde 83’lik kesime giderken, diğer yarısı yüzde 17’lik kesime gitmektedir. Kısacası DGD ödemeleri arazi sahipliğine göre yapıldığından, kırsal kesimde gelir dağılımını ciddi ölçüde bozmaktadır.
2000-04 döneminde tarımsal ürün alım fiyatları sürekli olarak enflasyonun altında tutulmuştur. 2000-04 ortalaması olarak TEFE’deki değişmenin yüzde 40’ı bulmasına karşın; aynı dönemde, tarımsal ürün ortalama alım fiyatları artışı yüzde 28 düzeyinde tutulmuştur. Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemelerin tarımsal katma değer içindeki payı sürekli olarak geriletilmiştir. Destekleme alımlarının tarım sektörünün toplam katma değerine oranı, 1990-99 dönemi ortalaması olarak yüzde 9,7 iken, 2000-04 döneminde yüzde 7,1’e, 2004 yılına gelindiğinde ise yüzde 5,4’e düşmüştür.
Fiyat destekleme ve girdi (gübre, kredi, vb.) sübvansiyonlarından yoksun bırakılan çiftçi, toprağını ekemez, gübre ve kredi kullanamaz hale gelmiştir. Örneğin 1990 yılında yaklaşık 24,2 milyon hektar olan işlenen tarla alanları, günümüzde 23 milyon hektara düşmüştür. 2000-2004 yılları arasında, yalnızca 8 ürünün (buğday, ayçiçeği, soya, pamuk, tütün, şekerpancarı, nohut, mercimek) ekim alanlarındaki gerileme 312 bin hektar olmuştur.
“Çiftçiye yapılan destekler ülkeyi batırıyor” denilerek üreticiye kredi verilmemeye, azaltılmaya başlanmıştır. Ziraat Bankası tarımdan kopartılmış, Tarişbank’a el konularak başka bir bankaya devredilmiştir. Tarımsal kredi faiz oranlarına uygulanan sübvansiyon Mart 2000, kimyasal gübre desteği Ekim 2001, tohum ve tarımsal ilaç destekleri ise Aralık 2001 sonundan itibaren kaldırılmıştır. Bu çerçevede tarım kredilerinin toplam krediler içindeki payı 2000 yılında yüzde 9,6 iken, 2005 yılında yüzde 3,5’e değin gerilmiştir.
2000 yılında 18,8 milyon ton olan şekerpancarı üretimi, IMF’ye verilen ekim alanlarının daraltılması taahhüdü ve 4 Nisan 2001’de çıkarılan 4364 sayılı Şeker Kanunu hükümleri doğrultusunda, 2004 yılında 13,5 milyon tona gerilemiştir. Şeker Kanunu ile şeker fabrikalarının özelleştirilmesi öngörülmüş, şeker üretimi kısıtlanarak suni tatlandırıcılara geniş kota tanınması gündeme gelmiştir. Öte yandan şekerpancarı ekim alanlarının daraltılması, 450 bin üretici aile ve şekerpancarı tarımında çalışan 100 bini aşkın işçinin gelir olanaklarını kısıtlamakta ve yaşamını zorlaştırmaktadır.
9 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4733 sayılı Tütün Kanunu ile tütünde destekleme alımları kaldırılarak sözleşmeli üretim sistemine geçilmiştir. Tütün üreticisinin örgütsüz olması nedeniyle bu sistemde fiyatlar alıcı firmalar tarafından belirlenmekte; üretici bu durumda sektörden kopmak zorunda kalmaktadır. Bu koşullarda, yakın bir gelecekte tütün üreticisi bulmak zorlaşacaktır. 1999 yılında 251 bin ton olan tütün üretimi, 2004 yılında 129 bin tona; 578 bin olan ekici sayısı ise, 274 bin kişiye düşmüştür. Aynı şekilde, TEKEL’in destekleme alımlarının toplam üretimdeki payı 1999’da yüzde 72 iken, 2004’te sözleşmeli alımdaki payı yüzde 28’e inmiştir.
1990’lı yılların başında 56 milyon olan nüfus, 2004 yılında 71 milyona yükselmiş, yani 14 yılda yüzde 25 dolayında artmıştır. Oysa tarım ve hayvancılık üretimi ya yerinde saymakta ya da gerilemektedir. IMF/Dünya Bankası patentli reform projesi bu sürece ivme kazandırmıştır. 1990 yılında 20 milyon ton olan buğday üretimi 2004 yılında 21 milyon tona çıkabilmiştir. 1990’da 860 bin ton olan nohut üretimi 2004’te 620 bin tona; 846 bin ton mercimek üretimi ise 540 bin tona düşmüştür. Soya fasulyesi üretimi dramatik bir şekilde 162 bin tondan 50 bin tonlara gerilemiştir. Ayçiçeği üretimindeki artış, yalnızca yüzde 10’lar seviyesindedir. Buna karşılık, yıllık bitkisel yağ açığı yaklaşık 1 milyon ton ham yağ ya da karşılığı yağlı tohumdur; her yıl yağlı tohum ve ürünleri ithalatı için ödenen bedel 1 milyar doların üstündedir. Önemli sayılabilecek üretim artışı sağlanan tek ürün pamuktur. Ancak aynı dönemde pamuk kullanımı 540 bin tondan 1,4 milyon tona yükselmiştir. Böylece Türkiye 1990’da 50 bin ton dolayında pamuk ithal ederken, 2002-04 döneminde 650 bin ton pamuk ithal eder hale gelmiştir.
Türkiye’nin üretimi azaldıkça, bundan ithalat ve ihracatı da etkilenmektedir. Tarımsal dış ticaret dengesi, 1980-89 döneminde yıllık ortalama 1,5 milyar dolar fazla verirken, 1990-99 döneminde bu fazla 866 milyon dolara düşmüş; IMF/Dünya Bankası politikalarının izlendiği 2000 sonrası dönemde yalnızca 227 milyon dolar olmuştur. 1990-99 döneminde tarım ürünleri ihracatının toplam ihracat içerisindeki payı yüzde 12,8 iken, 2000-04 döneminde yüzde 6’ya gerilemiştir.
Yoksulluk, ülke kırsal yaşamının kendini yeniden üretme kapasitesini tehdit eder bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye köylüsü, yaşamını sürdürebilmek için, kendine özgü “beka stratejileri” oluşturmaktadır. Köylülüğün geliştirdiği “beka stratejileri”, tarımda küçük köylü yapısının sürmesine uygun bir zemin yaratmaktadır. “Beka stratejisi” olarak tanımlanan, Türkiye köylüsünün, giderek artan zorluklara karşın kendini yeniden üretme koşullarına yönelik değişimi, başka bir deyişle yaşamını sürdürebilmek için aradığı ve bulduğu yollardır. Bunları (i) yeni gelir olanakları yaratmaya yönelik, (ii) birikeni tüketme ve borçlanmaya yönelik ve (iii) tüketimi sınırlama ve kadın emeği sömürüsünü derinleştirmeye yönelik olmak üzere gruplandırmak mümkündür. Ancak bunun sürdürülebilir olmadığı ortadadır.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı Yoksulluk Çalışması’na göre; Türkiye’de en yüksek yoksulluk kırsal kesimde yaşayanlar arasında gözleniyor. 2002 yılında yüzde 35,5 olarak hesaplanan kırsal kesimde yaşayanlar arasındaki yoksulluk oranı, 2003 yılında yüzde 37,1’e, 2004 yılında ise yüzde 40’a ulaştı.
İktisadi faaliyet koluna göre en yüksek yoksulluğun yaşandığı tarım sektöründe, 2002 yılında yüzde 36,4 düzeyinde bulunan yoksulluk oranı, 2003 yılında yüzde 39,9’a, 2004 yılında ise yüzde 40,9’a çıktı.
Öte yandan, kırsal kesimde tarımla uğraşanların 2002 yılında yüzde 36,8’i yoksul iken, bu rakam, 2003 yılında yüzde 40,9’a, 2004 yılında ise yüzde 42,3’e yükseldi. 2000-2005 yılları arasında tarımdan kopanların sayısı 1,3 milyona ulaştı.
Tarımda ekim alanları daralıyor, üretim ve istihdam düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor ve gelir dağılımı bozuluyor. Beş yıldan beri IMF/Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla siyasi iktidarlar tarafından kararlı bir şekilde uygulanan sözde tarım reformunun getirdikleri bunlar.
Bu gidişe dur diyebilmenin olmazsa olmaz koşulu, demokratik bir halk hareketinin sürece ağırlığını koymasıdır. Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine, halkın demokratik ilişkilerle ördüğü, üreticinin önceliklerini ve iradesini yansıtan kurumlar geçirilmelidir. Söz ve kararın çiftçilerde olduğu yapılar, sendikalar, kooperatifler, demokratik yollarla oluşmalıdır.
Türkiye tarımının girdiği bu sarmaldan kurtulabilmesi, uluslararası tarım-gıda şirketlerinin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve yönelimlerine göre hazırlanan sözde reform programlarını terk edip, kendi insanımızın ihtiyaçlarına ve ülkemizin özgül -iklim ve toprak- koşullarına göre oluşturulacak üretim odaklı bir tarım programının hayata geçirilmesine bağlıdır.
Emekten yana bir politik/ekonomik dönüşümün gerçekleştirilmesini, emekçi sınıfların aktif olarak yer almadığı bir iktidar yapısından beklemek, herhalde söz konusu olamaz. Tarih, burjuvazinin denetimindeki ilerici görünüşlü iktidarlardan çok şey bekleyenlerin uğradığı hayal kırıklıkları ve çoğu hallerde bozgunlarla doludur. Çünkü emperyalist metropollere bağımlı kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici olduğu azgelişmiş ülkelerde, ilerici görünüşlü tüm hareketler; sistemin içinde kalındığı sürece, başında ya da sonunda, egemen sınıflar ittifakının çıkarlarına dönük bir raya oturur. Ancak Türkiye’de emekçi sınıflar (özellikle kır emekçileri), çıkarlarının korunmasını hala kendilerinin oluşturacakları öz örgütlerinden değil, tekelci sermayenin yönlendirici güç olduğu egemen ittifaktan beklemeyi sürdürmektedirler.
1) Bkz: LENİN, V. İ. 1988. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi. 2. Baskı, Sol Yayınları, Ankara.
LENİN, V. İ. 1990. “Tarım Sorunuyla İlgili Tezlerin İlk Taslağı”. İşçi Sınıfı ve Köylülük içinde, Sol
2) Bkz: HOELL, G. 1975. Tarımda Kapitalizmin Gelişmesi ve Toprak Rantı. Bilim Yayınları, İstanbul.