Bugün başını DÎSK, Otomobil-İş ve Kristal-İş’in çektiği sendika bürokratları, program ve pratikleriyle sendika ve işçi hareketini Yeni Dünya Düzeni’ne entegre etme uğraşı içindeler.
“Teknolojik gelişme”, “Toplumsal Mutabakat”, “İşçi Sınıfının niteliğinin değiştiği” vb. tezleriyle, emperyalist ideolojinin işçi sınıfı içerisine yayılmasının aracılığını üstlenen Çağdaş Sendikacılar, sendikaların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolünü kapitalizmin devamını sağlamanın aracı olarak görüyorlar. Onlara göre adı sendika olsun ama işlevi kitleleri düzene bağlamak olsun. Diğer bir tanımla, burjuvaziye karşı çıkar gibi görünsün ama, onun devletine, düzenine dokunmasın, aksine sağlamlaştırmaya çalışsın.
Bir kaç sendika istisna tutulursa, mevcut sendikaların program ve belgeleriyle izledikleri pratik gözden geçirildiğinde, baskı ve sömürüden kurtulmak, sömürüşüz ve sınıfsız bir dünya için mücadele etmek diye bir şeye rastlamak mümkün değil. Hatta başta DİSK olmak üzere, sendika yönetimlerinin çoğunluğunun, “bağımsızlık”, “demokrasi”, “sosyalizm”, “faşizme karşı mücadele” vb. kavranılan kullanmaktan özenle kaçındıkları görülmekte.
İdeolojik gıdasını emperyalist ideolojiden alan Çağdaş Sendikacılık akımı bazı sol kavramları şimdilik atamıyor, ara sıra kullanıyorsa, buna inandıklarından değil, kitleleri kandırmada geçerli zannettikleri ve esas olarak sınıf düşmanı tutumlarını gizlemek içindir.
Çağdaş Sendikacılık denildiğinde akla hemen Otomobil-İş, Kristal-îş, DİSK ve DİSK’e bağlı bazı sendikalarla, çoğunlukla TBKP kalıntısı revizyonist ve reformistlerin etkin olduğu sendikalar ve sendikacılar gelmekte. Aslında aşağıda görüleceği gibi bir kaçı dışta tutulursa hemen hemen bütün sendikalar ve Yıldırım Koç’un da aralarında bulunduğu çeşitli çevreler açık veya üstü örtülü olarak Çağdaş Sendikacılık’ı savunuyor. Nebioğlu ne kadar, “Bizim dünya görüşümüz ayrı” dese de, Çağdaş Sendikacılığı savunan DİSK ile Türk-İş ve Hak-İş’in siyasal-sendikal görüşü arasında öze ilişkin bir farklılık yok. Aralarındaki fark görünüş ve söylemlerin ötesinde, işçi sınıfı hareketinin gelişmesini önlemedeki yöntemdedir.
Sınıf mücadelesi değil, sınıf uzlaşmasını esas alan Çağdaş Sendikacılık, bütün laf kalabalığı altında işçi sınıfı ve emekçi halka şunları empoze etmeye çalışıyor: “Gelişen teknoloji işçi sınıfının yapısında ve taleplerinde değişikliğe yol açtı, bir uluslararası hukuk sistemi, bir uluslararası vicdan oluştu, işçi sınıfı artık eski işçi stnıft değil, sınıflar arası farklılık giderek ortadan kalktığından işçi sınıfının toplumsal rolü de değişmiştir, daha iyi yaşam ve çalışma koşullarına ilişkin sorunlar eskisi gibi ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur’ anlayışıyla değil, toplumsal mutabakatla çözülür” vs. vs.
İleri sürülüp savunulan ve işçi sınıfına kabul ettirilmeye çalışılan bu karşı-devrimci “teoriler”
tek tek incelendiğinde bunların rasgele söylenmiş, birbirinden bağımsız sözler olmadığı, aksine, daha fazla zulüm ve sömürü demek olan Yeni Dünya Düzeni’ne hizmet eden, bütünlüklü bir saldırının parçaları olduğu görülecektir.
“Bilimsel teknolojik devrim işçi sınıfının yapısını ve bileşimini de değiştirdi. Günümüz işçi sınıfını klasik işçi sınıfından ayıran yeni özellikler söz konusudur. Bu özellikler sendikal hareket açısından büyük önem taşımakta…
“İşçi sınıfı yapısı ve beklentileri açısından farklılaşmış çeşitlenmiştir.” (İbrahim Eren, 11. Genel Kurul Konuşması).
“İşçinin zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur deyimi artık geçerliliğini yitirdi.
İşçiler arasında evi olan var, otomobili olan var. Hepsinin evinde buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu var. En önemlisi geleceğe yönelik düşleri var. Artık işçilerin de kaybedecek şeyleri var. İşçiler artık çatışmadan yana değil” (Otomobil-İş).
“Bilim ve teknik gelişmenin üretim sürecini yeniden etkilediği koşullarda sendikaların örgütlenmesi, bazı temel noktalarda geçmiş yapılardan farklılık göstermelidir. Daha önce işaret edilmeye çalışılan işçinin niteliği, işsizlik olgusu, dikey farklılaşma gibi sorunları göz önüne almak zorunludur” (DİSK Ören Belgeleri).
“İşçilerin niteliğinde ortaya çıkan değişmenin, talepleri farklılaştırması gerçeğidir.
Teknolojinin sonuçları ülkemizde yaygın bir şekilde kullanılmakta, işçi hareketi bunu özellikle sendikasızlaştırma girişimlerinde görmektedir. O halde şu tespiti yapabiliriz: İşçi ve emekçilerin sanayi devrimi ile içine girilen süreçte yaşadıkları tüm sorunların kaynağında, temsil ettikleri emeğin, bilim ve teknolojiden yani bilgi, bilgi üretim faaliyetinden -zihni emekten- ayrıştırarak, giderek mekanik bir işlemin ifasına kadar varan bir kol emeğine indirgenmiş, indirgenmekte oluşu vardır. Böyle bir emeği temsil ettiği sürece işçi zayıftır, düşük ücrete, ağır çalışma koşullarına zorlanabilir, sömürülür ve toplumdaki rolü bu emek tarafından belirlendiği için toplumsal ve siyasal ağırlığı bireyler ve gruplar olarak çoğu kez Kaile dahi alınmaz” (DİSK Ören Belgeleri).
“Bilim ve teknik dünyasında l yaşıyoruz ve bu dünyada ideolojiye yer yoktur. Bu ortamda büyüyen gençlerin gözünde, dünyayı değiştiren fikirler değil bilimdir. Gençler bir şeyle ilgileniyorsa o da atomdur, sosyalizm değil” (Fransa Genel Emek Konfederasyonu İşgücü CGT-FO).
Görüldüğü gibi yayınlar değişik dalga ve frekansta yapılıyor olsa da hepsinin kaynağı aynı olduğu gibi bir bütünün parçalarını oluşturmaktalar. “Teknolojinin geliştiği, gelişen teknoloji işçi sınıfının yapısını ve niteliğini değiştirdiği” noktasından hareket eden çağdaş sendikacılar, soluğu kapitalizmin yüceltilmesinde alıyor. Revizyonist ve reformistlerin iddiasına göre, bilim ve teknolojinin gelişmesi, “işçi sınıfının hayat şartlarını yükseltip sosyal gelişmeye yol açmıştır.” Sosyal bir gelişme kaydeden işçi sınıfı artık iktidarı değiştirmek istemiyor, tersine kapitalizmle bütünleşme sürecine giriyor.
Olay, olgu ve sınıf mücadelesindeki gelişmelere, sınıf sendikacılığı ve işçi sınıfı çıkarlarının savunulması açısından değil, “kapitalizmin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesi” açısından yaklaşan çağdaş sendikacılar için böyle tespitler yapmak kaçınılmaz olmakta. DİSK Baş Danışmanı Faruk Pekin ve onun yol gösterdiği DİSK ve diğer reformist ve revizyonist bürokratlar, bir tarafta teknolojik gelişmenin rolünü abartıp onu fetişleştirirken, diğer yandan işçi sınıfı hareketi ve toplumsal gelişmeleri bütünüyle teknolojinin gelişmesiyle açıklamaya çalışıyorlar.
Teknolojinin gelişmesiyle beraber işçi sınıfının ‘niteliğinde ve taleplerinde” değişme olduğunu iddia edenler nedense gelişen teknolojinin işçi sınıfının üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısında konumu ve sömürünün devam edip etmediği konularına girmiyor.
İşçilere, “Teknoloji meselesi sendikaların baş gündemini oluşturmalı ve geniş geniş tartışmalıdır” öğüdünü veren Faruk Pekin, aynen DİSK’in Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ASK) Temsilcisi Yücel Top gibi “sınıf, “sınıf mücadelesi” kavramlarının kullanılmasına da tahammül edemiyor.
Teknolojinin geliştiği günümüzde, artık bu kavramlara yer olmadığı, “bunları kullanmanın ve militan sendikal mücadele sürdürmenin” aynen Güney Sendikalarında olduğu gibi üye kayıplarına neden olacağını ileri sürüp, kendini gelişen teknolojiye göre ayarlamayan sendikaların sermaye tarafından “kaile alınmayacaklarını” iddia edecek kadar saçmalayan Faruk Pekin’in bununla demek istediği, “eğer işçi sınıfının çıkarları için militan bir mücadele verirseniz, üye kayıpları bir yana sermaye sizi kaile almaz, onların yanında yüzünüz olmaz.” Yapmanız gereken şey “sınıf kavgası”, “militan mücadele vb.” şeyleri bir kenara bırakıp sermayeyle kafa kafaya verip sömürünün kaça katlanacağının hesabını yapmaktır.
Elbette Pekin ve DİSK yöneticilerinin, barikatın hangi yanında yer alacaklarına kendileri karar vereceklerdir. Pekin’in kendi deyimiyle “Bu bir tercih sorunudur.” İşçi sınıfı saflarında görünüp sermayeye, hakim sınıflara hizmet eden revizyonist ve reformistlere “neden tercihinizi sömürücü sınıflardan yana koydunuz” demek elbette gereksiz, ama onları teşhir ve tecrit ederek işçi sınıfı saflarından dışarı atmak “kirli ellerinizi işçi sınıfının yakasından çekiniz” demek de bizim için önemli ve gereklidir.
Gelişen teknoloji, revizyonist ve reformistlerin iddia ettikleri gibi, işçi sınıfı ve emekçi halk ile egemen sınıflar arasındaki çelişkiyi azaltıp sınıf farklılığını ortadan kaldırmamış, onun niteliği ve taleplerinde bir değişikliğe yol açmamıştır.
Evinde çamaşır makinesi, buzdolabı, televizyon olan bir işçi, ne burjuvalaşmış ne de sömürüden kurtulmuştur. İşçi sınıfının sermayeye karşı verdiği mücadelenin amacı sömürüden kurtulmaktır, sadece yukarıda sayılan eşyalara sahip olmak değildir.
Sermayenin çıkarlarından başka şeyi gözü görmeyen çağdaş sendikacılara göre, işçi sınıfının amacı, sermayeye karşı sömürünün ortadan kaldırılması, sınıfsız topluma varma falan değil, bu tür eşyalara sahip olmaktır. Aşağı yukarı işçilerin evlerinde bunlardan birikişi olduğuna göre sınıf savaşımı bitmiş, yerine “sınıf uzlaşması” gelmiştir. Eğer işçiler bu eşyalara sahip değillerse, META örneğinde olduğu gibi, sendika bu eşyaları pazarlamalıdır. Bilindiği gibi ödeme “güçlüğüne” düşen META işverenine yardım için Otomobil-İş Sendikası, fabrikada üretilen TV ve müzik seti gibi ürünlerin pazarlanmasını üstlenerek işvereni ayrıca pazar sorunundan da kurtardı!
Ama gerçek, bunların iddialarının tam tersidir.. Gelişen teknoloji işçi sınıfının niteliğinde bir değişikliğe yol açıp sınıf savaşını ortadan kaldırmamış, aksine Nebioğlu’nun iddia ettiği “İşçi sınıfının tarihi toplumsal rolü”değişmemiştir.
Sömüren ve sömürülenin olduğu kapitalist toplumda, ezilenlerin, sömürülenlerin, üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıflara karşı mücadelesi sürmekte ve bu mücadele sınıflar ortadan kalkana kadar da sürecektir. Sınıf savaşımı ne bir uydurma ne de bir seçimdir. Bu, kapitalist toplum gibi çıkartan birbirine temekten karşıt sınıflara bölünmüş bir toplumun kaçınılmaz var oluş biçimidir. Bir gerçekliğin saptanmasıdır. Bu nesnel gerçeklik Nebioğlu, Pekin, Eren istedi diye değişmez, yok olmaz. Yine Faruk Pekin ve Yücel Top’un iddia ettiğinin aksine işçi sendikaları militan mücadele yürüttükleri için değil, sermaye ve faşizme karşı mücadele yürütmedikleri, onunla uzlaştıkları için üye kaybediyor, geriliyor.
İşçi sınıfını işçi sınıfı yapan onun giyiniş biçimi, otomobili, buzdolabı sahibi olması değildir. Bunlar her insanın yaşamında sahip olması gereken en doğal ihtiyaçlarıdır. Her işçi ailesinin bunlara sahip olmasının zorunluluğu bir yana, işçiler bunları burjuvazi kullansın diye de üretmiyor.
İşçi sınıfına özelliğini ve-ren onun üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısındaki konumudur. “Üretim araçlarının mülkiyetinden uzaklaştırılıp yoksun bırakılması ve işgücünü kendini sömüren üretim aracı sahiplerine satarak yaşamak zorunda olması olgusudur.”
İşçilerin belli eşyalara sahip olmalarından kalkarak işçi sınıfı artık “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan, işçi sınıfı değildir”, “işçi sınıfının niteliği ve talepleri değişmiştir” teorileri burjuva revizyonistlerin saptırmasıdır.
Elbette ki işçi sınıfı daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için mücadele edecektir. Ama hiçbir zaman da kendini bununla sınırlamaz. Günlük çıkarlar için mücadele eden işçi sınıfı, geleceği için, sömürünün ortadan kalkması için de mücadelesini sürdürür. Ve bu mücadele, toplumun tümden değişimiyle, yani kapitalizmin ortadan kaldırılması, yerine sosyalizmin geçmesi ve sınıfsız toplumun kurulmasına kadar kesintisiz olarak sürer.
Teknoloji hayranı çağdaş sendikacılar, kaderlerini emperyalistlerle birleştirmiş, onlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalarına rağmen maskeleri düşer diye sosyalizme açıktan saldıramıyor, saldırılarını daha çok, sinsi ve “demokrat” maskesi altında sürdürüyor.
Kapitalizmin tüm insanlığa ve daha çok da işçi sınıfına verdiği korkunç boyutlardaki zararlar ortada olduğundan, bu ikiyüzlüler açıktan kapitalizm iyidir diyemiyor, ama dilleri varıp kötü olduğunu da söylemiyorlar. Tersine, ince ve sinsi bir biçimde sosyalizme ve onun temel ilkelerine saldırarak kapitalizmi kutsuyorlar.
“İşçi sınıfının toplumsal rolünün değiştiği” safsatasına gelince, bu, Nebioğlu ve Pekin’in icat ettiği bir teori değil. Burjuva ve revizyonist ideologlar yıllardır işçi sınıfının devrimci niteliğinin ve tarihi önder rolünün değiştiği, geçersizleştiği üzerine vaazlarını aralıksız sürdürdüler ve sürdürüyorlar.
Revizyonist kampın dağılmasıyla bu saldırılar “sosyalizm öldü yaşasın kapitalizm” vb. karşıdevrime propagandalarla birleştirilerek genel bir kampanya biçiminde sürdürülmeye başlandı.
Bu işçi sınıfı düşmanlarına göre evrime uğrayan “tekelci kapitalizm artık eskisi kadar sömürücü değil. Proletersizleşmeye doğru giden kapitalist toplumda işçi sınıfı yavaş yavaş yok olarak burjuvalaşıp kapitalizmle bütünleşme sürecine girmiştir.”
Bu tespitlerden yola çıkan çağdaş sendikal akımın ülkemizdeki temsilcileri, işçi sınıfının mücadeleci ruhunu yitirdiği, artık toplumun devrimci dönüşümüyle ilgilenmediği, tarihi ve toplumsal ve önder rolünden vazgeçtiği vb. saçmalıklarını ileri sürerek, bu tezlerin sendikal plana yansıması olarak, sendikaların kapitalizmle işbirliği yapmasını, aralarındaki sorunları burjuva sistemi ve anayasası çerçevesinde görüşmeler yoluyla çözmesini savunuyorlar.
Revizyonist ve reformistlerin iddialarının aksine, işçi sınıfı ne burjuvalaşmış ne de kapitalizmle bütünleşmiştir. Hele sermaye ve faşizme karşı mücadele ruhunu hiç yitirmemiştir. Sömürülmesi ve yoksullaşması şiddetlenerek devam eden işçi sınıfı, sermayeyle olan sorunlarını burjuva ajanlarının istediğinin tersine görüşmeler yoluyla değil, sınıfın sınıfa karşı mücadelesinin dayattığı yöntemle çözmeyi savunmaktadır.
“Teknolojik gelişme, -onlar ‘teknolojik devrim’ diyorlar- tekelci kapitalizm ve işçi sınıfının niteliğinde değişime neden oldu” önerilerine gelince… Dünyada meydana gelen önemli değişiklikler ve ortaya çıkan yeni olgular, kapitalizmin doğasını ve niteliğini değiştirmemiş, sadece, onu daha saldırgan, daha vahşi ve daha zalim yapmıştır.
Ülkemizde, başta DİSK yöneticileri olmak üzere çağdaş sendikacıların çok sözünü ettikleri ve her fırsatta kendi uzlaşmacılıklarına gerekçe olarak göstermeye çalıştıkları “1980 öncesine göre çok şey değişti, teknoloji her şeyi değiştirdi, artık eski, klasik sendikacılık yapılamaz* tezlerinin kaynağı da emperyalist ideolojidir.
Evet, 1980 öncesine göre ülkemizde de bir takım değişiklikler oldu, her şey aynısı değil. Ama bu değişim kapitalizmin niteliğinde ve işçi sınıfının toplumsal rolündeki değişiklik değil 1980 öncesine göre değişen nedir diye sorulacak olursa, kaba hatlarıyla şunlar sayılabilir: Öncelikle sermaye ile emek arasında güç ilişkileri değişti. Sermaye ve onun iktidarı, işçi sınıfı ve emekçi halk tarafından açılan gedikleri 12 Eylül aracılığıyla kapattı. Anti-demokratik yapı geliştirilip kısmi de olsa var olan demokratik hak ve özgürlükler tırpanlandı. İşçi sınıfını doğrudan ilgilendiren sendikalarla ilgili olarak anti-sendikal bir yapı yerleştirildi. Sözleşmeli personel, taşeron, fason iş yaptırma gibi sendikasızlaştırmaya yönelik istihdam biçimleri geliştirildi. Mücadeleci bir sendikal yapının ortaya çıkmaması için kendilerine göre önlemler getirildi… Ki bu değişikliklerin ne teknolojinin gelişmesiyle, ne de tekelci sermayenin sömürüden vazgeçmesi, uysallaşmasıyla ilgisi var.
TOPLUMSAL MUTABAKAT VE SENDİKALAR
TİSK, MESS, TÜSİAD gibi işveren örgütlerinden DİSK, Hak-İş, Türk-İş gibi sendikalara, hükümetten ILO’ya kadar çeşitli örgüt ve çevreler işçi sınıfıyla sermayeyi Toplumsal Mutabakat” adı altında uzlaştırma çabası içinde. “Sosyalizmin çöktüğü”, “kapitalizmin alternatifinin olmadığı” tezleri, ilişkilerde teknolojinin gelişmesiyle işçi sınıfının niteliğinde de değişiklik oldu teorileriyle birleştirilerek, işçi sınıfına şu mesaj verilmek isteniyor: “Sorunlar kavgayla değil, daha çok masada çözülebilir” (Nebioğlu).
Sermaye kanadı, öteden beri Türk-İş ile ortaklaşa götürdüğü işbirliğine hukuki bir statü kazandırmak isterken, örgütleri aracılığıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey’in ülke için ihtiyaç olduğu ve hükümet dahil bütün tarafların, bunun gerçekleşmesi için çaba sarf etmeleri gerektiği çağrısını yapıyor. “Yasaların değiştirilmesi konusunda Türk-İş ile aramızda görüş ayrılığı yoktur” diyen Refik Baydur, DİSK yöneticileri için “İş barışını en iyi savunandır, destekliyoruz” ifadesini kullanıyor.
Sendikalar, işverenlere paralel görüş açıklamakta gecikmiyorlar. Başoğlu, “İşverenlere barış çağrısında bulunuyoruz. Ben işverenlere karşı değilim. İşçi de olmalı işveren de. Bizim işverenleri sevdiğimiz kadar işverenlerin de bizi sevmesini isliyoruz.” (Dedeman Oteli’ndeki konuşma). Nebioğlu ise bir gazeteye “Nasıl serbest piyasa koşullarının çağdaş şartlara göre işlemesi isteniyorsa, sosyal sorunlar da buna göre çözülmeli. İşte çağdaş sendikacılık burada başlıyor” açıklamasını yapıyor.
Sermaye kesiminin bu girişimleri hükümet üzerinde hemen etkisini gösteriyor. Çalışma Bakanı Mehmet Moğultay 1992-bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada “Devletin, işveren ve işçilerle birlikte verimlilik, istihdam, işsizlik ve gelirler gibi konularda taraflara yol gösterecek ve tavsiye niteliğinde kararlar alacak, demokratik ve eşit katılımcı yapıya sahip bir iş ve istihdam kurulu oluşturulmasında büyük yarar görüyoruz” diye girişimlerde bulunacağının işaretini verdi ve bugüne kadar geçen süre içinde çalışmalarını ta marnlayarak taraflara sundu.
Konfederasyonların tutumlarına gelince, işçi sınıfının sorunlarının “toplumsal mutabakat” çerçevesinde “çözüleceği, çözülmesi gerektiğini” ileri süren konfederasyon yöneticileri zaten işçi sınıfına karşı “toplumsal mutabakat” oluşturmuş durumda. O nedenle işverenlerin çağrısına hiç biri “biz işverenlerle birlikte hareket edemeyiz, Konseyde de yer alamayız” diyemedi. Aksine TİSK’in çağrısına her üç konfederasyon da olumlu yaklaştı. TİSK’in çağrısına, DİSK “devlet sendikacılığı yapıyor” diye suçladığı yılların sarı sendikacısı Türk-İş yöneticilerinden önce “biz varız” yanıtını verdi.
Kristal-İş Sendikası öteden beri “demokratik toplumsal bir mutabakata dayanmayan çözümlerin iflas ettiği” görüşünde, DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası “Çağdaş sendikanın kimliğinin temel unsurunun çoğulculuk ve katılımcılık olduğunu” savunuyor, Tekstil Sendikası, “12 Eylül öncesi sendikacılık anlayışımızı, toplumsal tavır ve eylemlerimizi belirleyen siyasal ve ekonomik tespitlerimizin, toplumsal yargılarımızın çoğu büyük ölçüde geçersizleşti. Demokrasi anlayışına ulaşmanın ön koşulu demokratik toplumsal mutabakat ortamının yaratılmasıdır. ‘Demokratik Toplumsal Mutabakat’ toplumun farklı sınıflarının, çıkar gruplarının eşit koşullarda bir arada var olmayı kabul etlikleri bir zemindir” diyerek Selimiye’de teslim olma kuyruğuna girdikleri gibi uzlaşma kuyruğunda sıradaki yerlerini almaktalar.
Çağdaş sendikacılıkta başa oynayan Otomobil-İş Sendikası ise uzlaşmacılıkta adeta sınır tanımıyor, Uzlaşma için en ufak olanağı değerlendirme ve mücadeleye yol açacak tüm kapıları kapatmada diğer sendikalara fark atan Otomobil-İş, MESS ile olan son toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde Endüstri İlişkiler Kurulu diye bir oluşum önerdi. İşçi temsilcisinden çok işverenlerin teklifine benzeyen öneride, oluşumun görevleri şöyle sıralanmakta.
“İşçilerin mesleki alanda yetkinleşmesi, otomasyon, mekanizasyon ve teknolojik gelişmeler sonucu niteliği değişen işler ve prodüktivite artırılması.”
“İşyeri ve işverenin sırlarını saklama ve genel durum hakkında kimseye bilgi vermeme.”
Özelde MESS ile genelde sermaye ve devletle işbirliğini savunan Otomobil-İş, “Toplumsal Mutabakata” ilişkin olarak şunları söylüyor:
‘Kapitalizmin demokratik yollarla geliştirilmesinden yana olan herkesle birlikte bir platform oluşturulması gerektiğine inanıyoruz. Partilerin, işçi, işveren sendikalarının, meslek odalarının, tüm kurumların katkısına açık olacak böylesi bir birlikte, tartışılabilir, ortak çözümler aranabilir.”
“Ayrıca belirtmek gerekir ki, ücret belirlenirken verimliliğin de dikkate alınmasına alışmalıyız.”
“İşçi kesiminde, verimliliğin artırılmasının sonuçlarından kendisinin de yararlanacağına ilişkin bir bilinç değişikliği kendini dayatmaktadır.” (Temel Sendikal Yaklaşımlar 17-19)
Otomobil-İş’ten farklı düşünmeyen Hak-İş, kendisini işçinin temsilcisi değil, işçi ile işveren arasında bir hakem olarak görmekte. Yayınladığı “uzlaşma mı çatışma mı?” broşüründe savunduğu düşünce öz olarak sömürünün “adil ölçüler” içerisinde sürmesidir.
Hak-İş, işverenlerin önerdiği işçi, işveren, hükümet formülüne; işçi, işveren ve Hak-İş (hakem olarak) formülüyle yaklaşıyor.
1976’da kurulurken, “Hak-İş, işçi ve işveren hakkım hat terazisinde tartacak, korkmadan, yılmadan hakkı olanın hakkını teslim edecektir” diye yola çıkan Hak-İş’in 16 sene sonra geldiği nokta, yönetici olarak kendilerinin uzlaşmacı çizgilerini işçilere de kabul ettirmeye yönelik çaba olmuştur.
“İşçinin işverenine sahip çıkması, burada işçi işveren münasebetlerinin fevkalade uygar medeni ölçüler içerisinde yürütüldüğünü gösteriyor. Türkiye’nin yakalamaya çalıştığı bana göre doğru seviye de budur” (Antalya Özelleştirme Seminer konuşması Necati Çelik). Bu düşüncedeki Hak-İş çoktan ekonomik ve sosyal konseyde yer almaya hazır.
Konfederasyon olarak İslamcı bir sendikal akım yaratmayı düşünen ama bir türlü başaramayan, Türk-İş’e, “tencere dibin kara” örneği eleştiri yönelten, kuruluşundan itibaren iktidar ve hükümetlerle iyi geçinen, mücadele yerine uzlaşma diyen bir siyasal-sendikal düzlemde olan Hak-İş, DİSK’i sınıf sendikacılığını, Türk-İş’i kapitalizmi savunduğu için eleştirirken, mevcut antidemokratik yasalara ve askeri cuntaya bazen karşı çıkan, bazen savunan tutumuyla “renksiz” ve eklektik, ama sınıf işbirlikçisi çizgide istikrarlı bir görünüm sergilemektedir.
“Kapitalist sistemin savunucusu Türk-İş yerine komünist sistemin savunuculuğunu yapan DİSK kurulmuştur. DİSK’in temel ilkesi sınıf sendikacılığıdır. Tarihin bir sınıf kavgasından ibaret olduğunu iddia ederek Türkiye’yi sınıf kavgası ortamına sürüklemişlerdir.”
5. Genel Kurul Çalışma Raporu’nda bunları cuntaya yaranmak için yazan Hak-İş, DİSK’e olmadık misyonlar yüklemesinin yanında, sınıf mücadelesine, sınıf sendikacılığına ne derece karşı olduğunu gösteriyor.
Son dönemlerde mevcut anayasa ve çalışma yasalarının anti-demokratik olduğu ve değişmesi gerektiği üzerine çıkışlar yapan, seminer, panel ve toplantılar düzenleyen Hak-İş’in Genel Başkanı Necati Çelik 2821-22 sayılı yasaların çıkarıldığı dönemde yasaları ve çıkaranları da desteklemekle sabıkalıdır.
“Bu kanunlar geçmiş olumsuzluklar dikkate alınarak hazırlanmıştır. Şu kanaatimi de ifade etmek isliyorum. Bu kanunları çıkaran insanlar samimiyetle hareket etmişlerdir. Çalışma hayatı tekrar eski anarşik döneme dönmesin, devamlı huzur, sükûn, güven sağlansın prensibinden hareket edilerek yürürlüğe konulmuştur, dolayısıyla kanunların yürürlüğe konuşu konusundaki temel gaye bize göre doğrudur” (aktaran Y.Koç Temel Sendikal Eğitim).
12 Eylül’ün işçi sınıfı ve emekçi halkın üstüne bir karabasan gibi çöktüğü dönemde Hak-İş yöneticilerinin kimin için ve nasıl “sükûn ve güven” istedikleri ve kimlerin yanında oldukları ortada.
“12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekleyen” Necati Çelik, işçi sınıfına zorla giydirilmiş “hukuksal deli gömleği” 12 Eylül yasalarını savunmak ve doğru yapıldığını söylemekle aynen Türk-İş gibi 12 Eylül faşistlerini aklamakta. Dün, değiştirilen yasaların “huzur ve sükûnu” getirmek için getirildiğini savunanların bugün “değiştirilmelidir” sözleri, Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” sözlerine denk düşen, inandırıcı olmaktan uzak sözlerdir.
Hükümetle “konsensüs” arayan, hükümetin buna yanaşmamasını eleştiren Hak-İş, uzlaşmacı ve işbirlikçi siyasal-sendikal çizgisiyle Türk-İş ile temel konularda aynı çizgide ve aralarındaki fark sadece etikettedir.
Türk-İş’e gelince, bugün Türk-İş’in, işçi sınıfının çıkarlarını savunduğu, anti-emperyalist, anti-faşist olduğu, sömürüye karşı olup sömürüşüz bir dünya için mücadele ettiğini söyleyebilecek bir akıllı bulmak herhalde olanaksız.
Mevcut kapitalist sistemi “koruyup geliştirmek” demek olan Amerikan Sendikacılığında kat ettiği mesafe bilinen, Türk-İş için artık “Kuruluşunda Amerika’nın rolü büyüktü, Amerikan dolarlarıyla beslendi, yöneticilerinin çoğu (600 kadar) Amerika’da eğitildi, AAFü ile ilişkisi var, bunlar tamamen sınıf işbirlikçisi bir sendikal çizgi izliyor” demek yanlıştır. Aynı şekilde, “neden burjuvaziye hizmet ediyorsun” demek de gereksizdir. Çünkü onlar ve onlar gibi düşünenlerin varlığı böyle “soylu” bir görevi başarıyla yerine getirmelerine bağlı. ABD ve yerli işbirlikçilerinin Türk-İş’e yaptıkları “yardımın”, onların hizmetlerinin karşılığı olduğu unutulmamalıdır.
Türk-İş ve onu ayakta tutan Türk-Metal, Tes-İş, Teksif ve son günlerde üyelerine askeri eğitim yaptıran Şeker-İş gibi sendikaların 40 yıllık pratiklerine bakıldığında sermaye tarafından verilen görevi yerine getirmede bir hayli başarılı oldukları söylenebilir. Bu konuda haklarını teslim etmek gerek.
Sermayenin böyle bir konsey oluşturulmasındaki amacı sendika ağalarının ve hükümetin iddia ettiği gibi işçi sınıfının sorunlarını çözmeye yönelik değildir. Aksine var olan sorunların faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmanın aracı olarak düşünülmektedir. Ekonomik ve Sosyal Konsey yararlı olacağı propagandalarının altında yatan diğer bir amaç ise devlet ve hükümetin “tarafsız, “hakem” olduğu safsatalarının işçilere benimsetilmesidir.
Yıllardan beri sırtını devlete dayayıp devrimcilere ve halka karşı mücadele etmiş, işçi sınıfı ve emekçi halkın yeminli düşmanı revizyonist, faşist sendika bürokratı ve ideologlarına göre devlet “bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı” değil, “sınıflar üstü” ve “tarafsız” bir kurumdur. Kurulacak olan Konsey’de de devlet işçi ve işverenler arasındaki sorunların çözümünde “hakemlik” edecek ve işçilerin sorunlarının çözümünde yardımcı olacak!
Her zaman ve mutlaka bir sınıfın organı olan devletin “sınıflar üstü” ya da “sınıflar arası” bir kurum olduğu yolundaki görüşler, onu, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadelede “tarafsız” kalabileceği, “hakem” olacağı, halka ve halk düşmanı sınıflara “eşit” davranacağı şeklindeki görüşler safsatadır, karşı-devrimcidir.
İdeolojiler (kültür, hukuk vs.) ve kurumlar (ordu, polis, mahkeme vs.) aracılığıyla etkinlik gösteren devlet, sömürüye dayanan üretim tarzlarında sömürücü sınıfların yani burjuvazi ve toprak sahiplerinin, sosyalist toplumda ise, proletaryanın elindedir.
İşçi sınıfının tarihsel görevi bu sömürücü devleti yıkıp yerine kendi devletini kurmasıdır. DİSK Genel Başkanı Kemal Nebioğlu’nun “değiştireceğiz” dediği “rol” işte bu görevdir. Nebioğlu konseyin oluşumunun buna da hizmet etmesi gerektiği düşüncesinde.
Oluşturulması düşünülen Ekonomik ve Sosyal Konsey, çağdaş sendikacıların “Toplumsal Mutabakat” konusunda atmayı düşündükleri ileri bir adım olacaktır. Ayrıca Konseye işçileri temsi-len hangi konfederasyon katılırsa katılsın (veya her üçü de katılsın) Konsey, alacağı karar ve pratikleriyle işçi sınıfı ve emekçi halka saldırıda “yeni” bir araç, bir odak olacaktır. Böyle bir oluşumda yer alarak işçi sınıfına yarar sağlanabileceğini ileri sürmek sadece DİSK yönetimi ve Çağdaş Sendikacılara özgü bir teoridir.
SINIF SENDİKACILIĞI VE DİSK
Geçmişin kısmen de olsa var olan olumlu yanlarını tümüyle törpüleyen DİSK, bugünkü konumuyla tümüyle revizyonist-reformist bir sendikal platformdadır. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele bir yana bu kavramlara belge ve konuşmalarında bile yer vermemeye özel itina gösteriyorlar.
Genel Başkan Nebioğlu ise, geçmiş belgelere gözünü kapatıp “eski ilkeleri terk etmedik” diyebiliyor. Geçmişte savunulan ilkelerin ne ölçüde hayata geçirildiği/geçirilmediği bir yana Nebioğlu’nun hafızasının yenilenmesi için bir iki örnek verelim:
“DİSK, işçi sınıfının ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin bütünlüğünün bilincinde olarak BAĞIMSIZLIK, DEMOKRASİ ve SOSYALİZM için mücadele eder”
“DİSK, kapitalist sömürü ve baskıya karşı mücadelede işçi sınıfının dünya görüşü olan bilimsel sosyalizmin ilkelerine göre davranır.”
“Başlıca amacımız emperyalist zincirin kırılarak, ülkemizin bağımsızlığa kavuşması, işçi sınıfının öncülüğünde başta yoksul köylülük olmak üzere tüm emekçilerle oluşturulacak iktidarın, giderek sosyalizmin kurulmasıdır.” (DİSK, Sınıf ve Kitle Sendikacılığının İlkeleri, 1979)
Dün, DGM Direnişleri, Faşizme İhtar Eylemi düzenleyen ya da düzenlemek zorunda kalan DİSK yöneticilerinin bugün sermayeyle işbirliği aramaları, işbirliğinin teorilerini savunmaları ve buna rağmen yine de “eski ilkelerimiz değişmedi” demesini en hafifinden unutkanlık belirtileri i diye değerlendirmek gerek.
DİSK yöneticilerinin çok sık kullandıkları demokrasi sözünden ise ne anladıkları, neyi kastettikleri yukarıda savundukları düşünce ve sermaye ile ittifak önerilerinde yeterince açık. DİSK yöneticilerine göre ülkede demokrasi de yok, faşizm de. Ne kuş ne deve örneği. Onlara göre demokrasinin yerleşmesi sömürücü sınıflarla sağlanacak “Toplumsal Mutabaka”tın hayata geçmesine bağlıdır.
İşçi sınıfı ve bütün emekçi halkın en korkunç düşmanı olan faşizme karşı mücadelede, sendikalar, önemli siperlerden biridir. Sermaye ve faşizme karşı uzlaşmaz bir mücadele vermeyen sendikalar burjuvazinin elinde işçi sınıfına karşı bir araç haline geleceklerdir. Ekonomik ve Sosyal Konsey’de yer alarak “Toplumsal Mutabakatı” sağlamaya çalışan DİSK yöneticilerinin yapmak istedikleri de sendikaları bu duruma düşürmektir.
DİSK yöneticileri sınıf ve kitle sendikacılığı; kavramını kullanmayı şimdilik çıkarları açısından uygun görüyorlar. Ama program ve pratikleri buna uygun olmamış, önemli değil! Belki bir süre daha işçi sınıfını kandırabilirim düşüncesinden hareketle kendilerinin sınıf ve kitle sendikacılığını savunduğunu söylüyorlar. Aslında izledikleri siyasal ve sendikal çizginin sınıf sendikacılığıyla uzaktan yakından ilgisinin olmadığını kendileri de iyi biliyorlar.
Sınıf sendikacılığı nedir diye kısaca belirtmek gerekirse, sendikal harekette iki temel sendikal çizgi vardır. Proletaryanın çıkarlarını savunan ve onu temsil eden sınıf sendikası ile burjuvazinin çıkarlarını savunan ve onun işçi sınıfı içerisinde temsilciliği görevini üstlenen her renkten burjuva sendikal akımlar. Bu iki temel sendikal akım, işçi sınıfının ve sendikal hareketin hedefleri, görüşleri ve izlenmesi gereken yola ilişkin olarak tam bir zıtlık içindedir.
“Bir yandan kapitalist sistemi ve sınıf işbirliğini kabul eden, sendikal hareketin, proletaryanın ve milli ve sosyal kurtuluş için genel siyasal hareketinden ayrı tutulmasını ve tecrit edilmesini, sendikal harekelin günün büyük sorunlarının halline karışmamasını, reformcu bir sosyal hareket olarak kalmasını ve acil ekonomik talepler için mücadele etmekle yetinmesini, burjuva sistemin legalitesi çerçevesinde burjuvaziye boyun eğmesini ve de kapitalist sistemin bir parçası, bileşkeni haline gelmesini isteyen oportünist reformcu ve revizyonist çizgi.”
“Diğer yanda, sendikal harekelin kapitalist sömürüye karşı bir direniş ve örgütlenme merkezi, işçi sınıfının kesin kurtuluşu için bir kaldıraç ve proletaryanın sınıf mücadelesi okulu, genel devrimci cephenin bir bölümü, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, burjuvazinin bozguna uğratılması ve işçi sınıfının zaferi için mücadelede önemli bir güç haline gelmesini isteyen anti-emperyalist ve devrimci sınıf çizgisi” (Fil ip Kota Sendikal Harekette İki Karşıt Çizgi 94-95).
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta ve yukarıdaki tanımlamalardan çıkarılması gereken sonuç, sınıf sendikalarının programının, Proletarya Partisi’nin azami ve asgari programının sendikal alana özgülleştirilmiş olduğudur. O nedenledir ki, sınıf sendikaları eyleminin merkezine ücretli-kölelik sisteminin ortadan kaldırılması, sosyalizmin kurulması ve sınıfsız topluma varma görevini koymuştur.
DİSK’in Örende ortaya koyduğu programına bakıldığında orada ücretli kölelik sisteminin yıkılması değil, devamının esas alındığı görülüyor. İzlediği pratikle de barikatın karşı safında yerini almıştır. Ve burjuva sendikacılığının tüm gerekçelerini yerine getirmek için üstün bir performans gösterdiğini kendileri de inkâr edecek değiller. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse:
— İşkence ve sokak infazlarını olağan hale getiren, Kürt halkı üzerindeki baskıyı zulümden öte soykırıma dönüştüren, “demokratikleşme paketi” adı altında temel insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıran, işçi sınıfının sendikal hak ve özgürlüklerini karşılayacağını söyleyip, kazanılmış hakları da almaya çalışan, DYP-SHP hükümetini ve devletin almış olduğu her kararı destekleyen DİSK’in, sınıf sendikası olduğunu söylemeye hakkı yoktur.
— Düzenli her konuda mutabakat içinde olacağını, “akıllandıklarını” artık eskisi gibi kavgalı olmayacaklarını, işçi sınıfının mücadelesinin düzene yönelmesini en iyi kendilerinin önleyeceğini kanıtlamak için egemen sınıflara yaranmaya, güvence vermeye çalışmanın, dizginsiz bir baskı ve sömürü çarkını elinde tutan, yüz binlerce işçiyi sokağa terk eden, “yirmi yıl bizim anamız ağladı şimdi sıra onlarda” diyen işçi sınıfının yeminli düşmanlarına “mutabakat” önermenin sınıf sendikacılığıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.
— “Klasik ücret sendikacılığı anlayışının dışına çıkamamış, zaman zaman kendisini aşan bazı eylemlere rağmen, sessiz ve uzlaşmacı çizgisi nedeniyle, sadece işçilerin değil tüm toplumun sendikacılığa güveninin sarsılmasına neden olmuştur” ve “devlet sendikacılığı yapıyor” dediği Türk-İş ile “12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekliyoruz” diyen, Hak-İş’e birlik çağrısı yapmanın, onlarla uzlaşmaya çalışmanın, 1 Mayıs’ı salonlara hapsetmede eylem birliği yapmanın sınıf sendikasıyla bir ilişkisi yoktur.
— “Eski ilkelerimiz değişmedi”, “biz sınıf sendikasıyız” demek arkasından Türk-İş ve Hak-İş ile aynı kulvarda koşacağını ilan etmek sadece burjuva sendikacılara özgü bir tutumdur.
Başoğlu ve Bamyacı’nın “Türk-İş ile DİSK arasında bir farklılık yok, DİSK sosyalizmi savunuyordu. Ondan da vazgeçti, söylemlerinde de terk ettiler. Bizden ayrı ne düşünüyorlarsa söylesinler” dediği bir ortamda elbette ki DİSK “ayrı varoluşunu açıklamak konusunda güçlüklerle karşılaşabilecektir.” Diğer iki konfederasyonla her konuda fikir ve eylem birliği içinde olup “Bizim dünya görüşümüz ayrıdır” demek inandırıcı olmaktan uzaktır.
Açıktır ki, sınıf sendikası olduğunu ilan eden bir sendikanın, kendini burjuva sendikalar arasına yerleştirme diye bir derdi olamaz. O, barikatın bu yanındadır, programı ilkeleri ve izlediği siyasal-sendikal çizgiyle farklılığı ortadadır ve ayrıca “ben bunlardan farklıyım, dünya görüşümüz ayrıdır” demesine de gerek yoktur. Burjuva sendikal platformda yer alıp burjuva ikiyüzlülüğüne sığınarak sınıf sendikası olduğunu söylemek, bunu işçi sınıfına izah etmek zordur.
— “Katılımcı” ve “bu düzen içerisinde kendi sorunlarına çözüm yolları üreteceği” bir sendikal eğitimi öngören DİSK’in, bu anlayışının sınıf sendikacılığıma bağdaştığını söylemek için herhalde DİSK yöneticisi olmak gerekecek.
İnsanların baskı, zulüm ve sömürüden kurtuluşunu “abartılmış, geleceği belirsiz hedefler” olarak değerlendiren DİSK işçilere sömürüyü ortadan kaldırmayı değil “vatandaşlık” hukuku çerçevesinde bilinç verecek bir sendikal eğitimden bahsetmekte ve yapılacakları şu alt başlıklar altında toplamaktadır:
— İşçinin vasfının geliştirilmesi ve teknolojinin kavratılmasına yönelik Mesleki Eğitim vermek.
— “Türkiye’de toplumsal yapı ve değişim” işçi sınıfının “toplumsal ve tarihi rolü ve niteliğindeki değişiklik” teknolojik gelişme çerçevesinde işçilere kavratılmaya çalışılacak.
— “Kapitalist toplumun işleyişi” adı altında uzlaşmacılık, toplumsal mutabakat, verimlilik, istihdam vb. konular işlenecek.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. DİSK yönetimi, eğitim anlayışı, program ve izledikleri sendikal çizgiyle burjuva bir anlayışa sahiptir. Bugünkü “Emekliler Kulübü”ne benzeyen yönetimiyle radikal bir çizgi izleyip sınıf sendikasına da dönüşmesi olanaksızdır. Belediyelerdeki örgütlenmelerine bakarak reformcu bir konfederasyon şeklinde yapılanması varabileceği en ileri nokta olacaktır. Türlü hesaplar içinde olan revizyonist ve reformistlerin başına çöreklenmiş olduğu DİSK’in sınıf sendikacılığı bir yana devrimci-demokrat bir çizgiye gelerek “Yeni Dünya Düzenine” tamamen entegre olmaktan kurtulması zor olduğu kadar bir anlamda da bunların tasfiyesine bağlıdır.
Ancak son günlerde topladığı Balkan Sendikaları Konferansı’nda görüldüğü gibi, revizyonistler bunlara yeni yeni görevler yükleyerek uzlaşmacılıkta epeyce yol aldırdı. Yakında Türkî Cumhuriyetleri’ndeki sendikaların örgütlenmesi görevi de ASK tarafından DİSK’e verilirse şaşmamak lazım.
Bilindiği gibi DİSK, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’na (ASK) 1974 yılında başvurmuş, ancak “sosyalizmi savunduğu” gerekçesiyle üyeliğe kabul edilmemişti. Ancak 1984’ten sonra sosyalizmi savunmaktan vazgeçildiği konusunda güvence verildiği için üyeliğe kabul edilen DİSK’e bugün için biçilen misyon Balkan ülkelerindeki sendikalarla Türkî Cumhuriyetlerdeki sendikalar arasında köprü görevi görmektedir.
Kasım 1992