Toplumsal mutabakat, çağdaş sendikacılık ve DİSK

Bugün başını DÎSK, Otomobil-İş ve Kristal-İş’in çektiği sendika bürokratları, program ve pratikleriyle sendika ve işçi hareketini Yeni Dünya Düzeni’ne entegre etme uğraşı içindeler.
“Teknolojik gelişme”, “Toplumsal Mutabakat”, “İşçi Sınıfının niteliğinin değiştiği” vb. tezleriyle, emperyalist ideolojinin işçi sınıfı içerisine yayılmasının aracılığını üstlenen Çağdaş Sendikacılar, sendikaların sınıf mücadelesindeki yeri ve rolünü kapitalizmin devamını sağlamanın aracı olarak görüyorlar. Onlara göre adı sendika olsun ama işlevi kitleleri düzene bağlamak olsun. Diğer bir tanımla, burjuvaziye karşı çıkar gibi görünsün ama, onun devletine, düzenine dokunmasın, aksine sağlamlaştırmaya çalışsın.
Bir kaç sendika istisna tutulursa, mevcut sendikaların program ve belgeleriyle izledikleri pratik gözden geçirildiğinde, baskı ve sömürüden kurtulmak, sömürüşüz ve sınıfsız bir dünya için mücadele etmek diye bir şeye rastlamak mümkün değil. Hatta başta DİSK olmak üzere, sendika yönetimlerinin çoğunluğunun, “bağımsızlık”, “demokrasi”, “sosyalizm”, “faşizme karşı mücadele” vb. kavranılan kullanmaktan özenle kaçındıkları görülmekte.
İdeolojik gıdasını emperyalist ideolojiden alan Çağdaş Sendikacılık akımı bazı sol kavramları şimdilik atamıyor, ara sıra kullanıyorsa, buna inandıklarından değil, kitleleri kandırmada geçerli zannettikleri ve esas olarak sınıf düşmanı tutumlarını gizlemek içindir.
Çağdaş Sendikacılık denildiğinde akla hemen Otomobil-İş, Kristal-îş, DİSK ve DİSK’e bağlı bazı sendikalarla, çoğunlukla TBKP kalıntısı revizyonist ve reformistlerin etkin olduğu sendikalar ve sendikacılar gelmekte. Aslında aşağıda görüleceği gibi bir kaçı dışta tutulursa hemen hemen bütün sendikalar ve Yıldırım Koç’un da aralarında bulunduğu çeşitli çevreler açık veya üstü örtülü olarak Çağdaş Sendikacılık’ı savunuyor. Nebioğlu ne kadar, “Bizim dünya görüşümüz ayrı” dese de, Çağdaş Sendikacılığı savunan DİSK ile Türk-İş ve Hak-İş’in siyasal-sendikal görüşü arasında öze ilişkin bir farklılık yok. Aralarındaki fark görünüş ve söylemlerin ötesinde, işçi sınıfı hareketinin gelişmesini önlemedeki yöntemdedir.
Sınıf mücadelesi değil, sınıf uzlaşmasını esas alan Çağdaş Sendikacılık, bütün laf kalabalığı altında işçi sınıfı ve emekçi halka şunları empoze etmeye çalışıyor: “Gelişen teknoloji işçi sınıfının yapısında ve taleplerinde değişikliğe yol açtı, bir uluslararası hukuk sistemi, bir uluslararası vicdan oluştu, işçi sınıfı artık eski işçi stnıft değil, sınıflar arası farklılık giderek ortadan kalktığından işçi sınıfının toplumsal rolü de değişmiştir, daha iyi yaşam ve çalışma koşullarına ilişkin sorunlar eskisi gibi ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur’ anlayışıyla değil, toplumsal mutabakatla çözülür” vs. vs.
İleri sürülüp savunulan ve işçi sınıfına kabul ettirilmeye çalışılan bu karşı-devrimci “teoriler”
tek tek incelendiğinde bunların rasgele söylenmiş, birbirinden bağımsız sözler olmadığı, aksine, daha fazla zulüm ve sömürü demek olan Yeni Dünya Düzeni’ne hizmet eden, bütünlüklü bir saldırının parçaları olduğu görülecektir.
“Bilimsel teknolojik devrim işçi sınıfının yapısını ve bileşimini de değiştirdi. Günümüz işçi sınıfını klasik işçi sınıfından ayıran yeni özellikler söz konusudur. Bu özellikler sendikal hareket açısından büyük önem taşımakta…
“İşçi sınıfı yapısı ve beklentileri açısından farklılaşmış çeşitlenmiştir.”  (İbrahim Eren, 11. Genel Kurul Konuşması).
“İşçinin zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur deyimi artık geçerliliğini yitirdi.
İşçiler arasında evi olan var, otomobili olan var. Hepsinin evinde buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu var. En önemlisi geleceğe yönelik düşleri var. Artık işçilerin de kaybedecek şeyleri var. İşçiler artık çatışmadan yana değil” (Otomobil-İş).
“Bilim ve teknik gelişmenin üretim sürecini yeniden etkilediği koşullarda sendikaların örgütlenmesi, bazı temel noktalarda geçmiş yapılardan farklılık göstermelidir. Daha önce işaret edilmeye çalışılan işçinin niteliği, işsizlik olgusu, dikey farklılaşma gibi sorunları göz önüne almak zorunludur” (DİSK Ören Belgeleri).
“İşçilerin niteliğinde ortaya çıkan değişmenin, talepleri farklılaştırması gerçeğidir.
Teknolojinin sonuçları ülkemizde yaygın bir şekilde kullanılmakta, işçi hareketi bunu özellikle sendikasızlaştırma girişimlerinde görmektedir. O halde şu tespiti yapabiliriz: İşçi ve emekçilerin sanayi devrimi ile içine girilen süreçte yaşadıkları tüm sorunların kaynağında, temsil ettikleri emeğin, bilim ve teknolojiden yani bilgi, bilgi üretim faaliyetinden -zihni emekten- ayrıştırarak, giderek mekanik bir işlemin ifasına kadar varan bir kol emeğine indirgenmiş, indirgenmekte oluşu vardır. Böyle bir emeği temsil ettiği sürece işçi zayıftır, düşük ücrete, ağır çalışma koşullarına zorlanabilir, sömürülür ve toplumdaki rolü bu emek tarafından belirlendiği için toplumsal ve siyasal ağırlığı bireyler ve gruplar olarak çoğu kez Kaile dahi alınmaz” (DİSK Ören Belgeleri).
“Bilim ve teknik dünyasında l yaşıyoruz ve bu dünyada ideolojiye yer yoktur. Bu ortamda büyüyen gençlerin gözünde, dünyayı değiştiren fikirler değil bilimdir. Gençler bir şeyle ilgileniyorsa o da atomdur, sosyalizm değil” (Fransa Genel Emek Konfederasyonu İşgücü CGT-FO).
Görüldüğü gibi yayınlar değişik dalga ve frekansta yapılıyor olsa da hepsinin kaynağı aynı olduğu gibi bir bütünün parçalarını oluşturmaktalar. “Teknolojinin geliştiği, gelişen teknoloji işçi sınıfının yapısını ve niteliğini değiştirdiği” noktasından hareket eden çağdaş sendikacılar, soluğu kapitalizmin yüceltilmesinde alıyor. Revizyonist ve reformistlerin iddiasına göre, bilim ve teknolojinin gelişmesi, “işçi sınıfının hayat şartlarını yükseltip sosyal gelişmeye yol açmıştır.” Sosyal bir gelişme kaydeden işçi sınıfı artık iktidarı değiştirmek istemiyor, tersine kapitalizmle bütünleşme sürecine giriyor.
Olay, olgu ve sınıf mücadelesindeki gelişmelere, sınıf sendikacılığı ve işçi sınıfı çıkarlarının savunulması açısından değil, “kapitalizmin geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesi” açısından yaklaşan çağdaş sendikacılar için böyle tespitler yapmak kaçınılmaz olmakta. DİSK Baş Danışmanı Faruk Pekin ve onun yol gösterdiği DİSK ve diğer reformist ve revizyonist bürokratlar, bir tarafta teknolojik gelişmenin rolünü abartıp onu fetişleştirirken, diğer yandan işçi sınıfı hareketi ve toplumsal gelişmeleri bütünüyle teknolojinin gelişmesiyle açıklamaya çalışıyorlar.
Teknolojinin gelişmesiyle beraber işçi sınıfının ‘niteliğinde ve taleplerinde” değişme olduğunu iddia edenler nedense gelişen teknolojinin işçi sınıfının üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısında konumu ve sömürünün devam edip etmediği konularına girmiyor.
İşçilere, “Teknoloji meselesi sendikaların baş gündemini oluşturmalı ve geniş geniş tartışmalıdır” öğüdünü veren Faruk Pekin, aynen DİSK’in Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ASK) Temsilcisi Yücel Top gibi “sınıf, “sınıf mücadelesi” kavramlarının kullanılmasına da tahammül edemiyor.
Teknolojinin geliştiği günümüzde, artık bu kavramlara yer olmadığı, “bunları kullanmanın ve militan sendikal mücadele sürdürmenin” aynen Güney Sendikalarında olduğu gibi üye kayıplarına neden olacağını ileri sürüp, kendini gelişen teknolojiye göre ayarlamayan sendikaların sermaye tarafından “kaile alınmayacaklarını” iddia edecek kadar saçmalayan Faruk Pekin’in bununla demek istediği, “eğer işçi sınıfının çıkarları için militan bir mücadele verirseniz, üye kayıpları bir yana sermaye sizi kaile almaz, onların yanında yüzünüz olmaz.” Yapmanız gereken şey “sınıf kavgası”, “militan mücadele vb.” şeyleri bir kenara bırakıp sermayeyle kafa kafaya verip sömürünün kaça katlanacağının hesabını yapmaktır.
Elbette Pekin ve DİSK yöneticilerinin, barikatın hangi yanında yer alacaklarına kendileri karar vereceklerdir. Pekin’in kendi deyimiyle “Bu bir tercih sorunudur.” İşçi sınıfı saflarında görünüp sermayeye, hakim sınıflara hizmet eden revizyonist ve reformistlere “neden tercihinizi sömürücü sınıflardan yana koydunuz” demek elbette gereksiz, ama onları teşhir ve tecrit ederek işçi sınıfı saflarından dışarı atmak       “kirli ellerinizi işçi sınıfının yakasından çekiniz” demek de bizim için önemli ve gereklidir.
Gelişen teknoloji, revizyonist ve reformistlerin iddia ettikleri gibi, işçi sınıfı ve emekçi halk ile egemen sınıflar arasındaki çelişkiyi azaltıp sınıf farklılığını ortadan kaldırmamış, onun niteliği ve taleplerinde bir değişikliğe yol açmamıştır.
Evinde çamaşır makinesi, buzdolabı, televizyon olan bir işçi, ne burjuvalaşmış ne de sömürüden kurtulmuştur. İşçi sınıfının sermayeye karşı verdiği mücadelenin amacı sömürüden kurtulmaktır, sadece yukarıda sayılan eşyalara sahip olmak değildir.
Sermayenin çıkarlarından başka şeyi gözü görmeyen çağdaş sendikacılara göre, işçi sınıfının amacı, sermayeye karşı sömürünün ortadan kaldırılması, sınıfsız topluma varma falan değil, bu tür eşyalara sahip olmaktır. Aşağı yukarı işçilerin evlerinde bunlardan birikişi olduğuna göre sınıf savaşımı bitmiş, yerine “sınıf uzlaşması” gelmiştir. Eğer işçiler bu eşyalara sahip değillerse, META örneğinde olduğu gibi, sendika bu eşyaları pazarlamalıdır. Bilindiği gibi ödeme “güçlüğüne” düşen META işverenine yardım için Otomobil-İş Sendikası, fabrikada üretilen TV ve müzik seti gibi ürünlerin pazarlanmasını üstlenerek işvereni ayrıca pazar sorunundan da kurtardı!
Ama gerçek, bunların iddialarının tam tersidir.. Gelişen teknoloji işçi sınıfının niteliğinde bir değişikliğe yol açıp sınıf savaşını ortadan kaldırmamış, aksine Nebioğlu’nun iddia ettiği “İşçi sınıfının tarihi toplumsal rolü”değişmemiştir.
Sömüren ve sömürülenin olduğu kapitalist toplumda, ezilenlerin, sömürülenlerin, üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıflara karşı mücadelesi sürmekte ve bu mücadele sınıflar ortadan kalkana kadar da sürecektir. Sınıf savaşımı ne bir uydurma ne de bir seçimdir. Bu, kapitalist toplum gibi çıkartan birbirine temekten karşıt sınıflara bölünmüş bir toplumun kaçınılmaz var oluş biçimidir. Bir gerçekliğin saptanmasıdır. Bu nesnel gerçeklik Nebioğlu, Pekin, Eren istedi diye değişmez, yok olmaz. Yine Faruk Pekin ve Yücel Top’un iddia ettiğinin aksine işçi sendikaları militan mücadele yürüttükleri için değil, sermaye ve faşizme karşı mücadele yürütmedikleri, onunla uzlaştıkları için üye kaybediyor, geriliyor.
İşçi sınıfını işçi sınıfı yapan onun giyiniş biçimi, otomobili, buzdolabı sahibi olması değildir. Bunlar her insanın yaşamında sahip olması gereken en doğal ihtiyaçlarıdır. Her işçi ailesinin bunlara sahip olmasının zorunluluğu bir yana, işçiler bunları burjuvazi kullansın diye de üretmiyor.
İşçi sınıfına özelliğini ve-ren onun üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısındaki konumudur. “Üretim araçlarının mülkiyetinden uzaklaştırılıp yoksun bırakılması ve işgücünü kendini sömüren üretim aracı sahiplerine satarak yaşamak zorunda olması olgusudur.”
İşçilerin belli eşyalara sahip olmalarından kalkarak işçi sınıfı artık “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan, işçi sınıfı değildir”, “işçi sınıfının niteliği ve talepleri değişmiştir” teorileri burjuva revizyonistlerin saptırmasıdır.
Elbette ki işçi sınıfı daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için mücadele edecektir. Ama hiçbir zaman da kendini bununla sınırlamaz. Günlük çıkarlar için mücadele eden işçi sınıfı, geleceği için, sömürünün ortadan kalkması için de mücadelesini sürdürür. Ve bu mücadele, toplumun tümden değişimiyle, yani kapitalizmin ortadan kaldırılması, yerine sosyalizmin geçmesi ve sınıfsız toplumun kurulmasına kadar kesintisiz olarak sürer.
Teknoloji hayranı çağdaş sendikacılar, kaderlerini emperyalistlerle birleştirmiş, onlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyor olmalarına rağmen maskeleri düşer diye sosyalizme açıktan saldıramıyor, saldırılarını daha çok, sinsi ve “demokrat” maskesi altında sürdürüyor.
Kapitalizmin tüm insanlığa ve daha çok da işçi sınıfına verdiği korkunç boyutlardaki zararlar ortada olduğundan, bu ikiyüzlüler açıktan kapitalizm iyidir diyemiyor, ama dilleri varıp kötü olduğunu da söylemiyorlar. Tersine, ince ve sinsi bir biçimde sosyalizme ve onun temel ilkelerine saldırarak kapitalizmi kutsuyorlar.
“İşçi sınıfının toplumsal rolünün değiştiği” safsatasına gelince, bu, Nebioğlu ve Pekin’in icat ettiği bir teori değil. Burjuva ve revizyonist ideologlar yıllardır işçi sınıfının devrimci niteliğinin ve tarihi önder rolünün değiştiği, geçersizleştiği üzerine vaazlarını aralıksız sürdürdüler ve sürdürüyorlar.
Revizyonist kampın dağılmasıyla bu saldırılar “sosyalizm öldü yaşasın kapitalizm” vb. karşıdevrime propagandalarla birleştirilerek genel bir kampanya biçiminde sürdürülmeye başlandı.
Bu işçi sınıfı düşmanlarına göre evrime uğrayan “tekelci kapitalizm artık eskisi kadar sömürücü değil. Proletersizleşmeye doğru giden kapitalist toplumda işçi sınıfı yavaş yavaş yok olarak burjuvalaşıp kapitalizmle bütünleşme sürecine girmiştir.”
Bu tespitlerden yola çıkan çağdaş sendikal akımın ülkemizdeki temsilcileri, işçi sınıfının mücadeleci ruhunu yitirdiği, artık toplumun devrimci dönüşümüyle ilgilenmediği, tarihi ve toplumsal ve önder rolünden vazgeçtiği vb. saçmalıklarını ileri sürerek, bu tezlerin sendikal plana yansıması olarak, sendikaların kapitalizmle işbirliği yapmasını, aralarındaki sorunları burjuva sistemi ve anayasası çerçevesinde görüşmeler yoluyla çözmesini savunuyorlar.
Revizyonist ve reformistlerin iddialarının aksine, işçi sınıfı ne burjuvalaşmış ne de kapitalizmle bütünleşmiştir. Hele sermaye ve faşizme karşı mücadele ruhunu hiç yitirmemiştir. Sömürülmesi ve yoksullaşması şiddetlenerek devam eden işçi sınıfı, sermayeyle olan sorunlarını burjuva ajanlarının istediğinin tersine görüşmeler yoluyla değil, sınıfın sınıfa karşı mücadelesinin dayattığı yöntemle çözmeyi savunmaktadır.
“Teknolojik gelişme, -onlar ‘teknolojik devrim’ diyorlar- tekelci kapitalizm ve işçi sınıfının niteliğinde değişime neden oldu” önerilerine gelince… Dünyada meydana gelen önemli değişiklikler ve ortaya çıkan yeni olgular, kapitalizmin doğasını ve niteliğini değiştirmemiş, sadece, onu daha saldırgan, daha vahşi ve daha zalim yapmıştır.
Ülkemizde, başta DİSK yöneticileri olmak üzere çağdaş sendikacıların çok sözünü ettikleri ve her fırsatta kendi uzlaşmacılıklarına gerekçe olarak göstermeye çalıştıkları “1980 öncesine göre çok şey değişti, teknoloji her şeyi değiştirdi, artık eski, klasik sendikacılık yapılamaz* tezlerinin kaynağı da emperyalist ideolojidir.
Evet, 1980 öncesine göre ülkemizde de bir takım değişiklikler oldu, her şey aynısı değil. Ama bu değişim kapitalizmin niteliğinde ve işçi sınıfının toplumsal rolündeki değişiklik değil 1980 öncesine göre değişen nedir diye sorulacak olursa, kaba hatlarıyla şunlar sayılabilir: Öncelikle sermaye ile emek arasında güç ilişkileri değişti. Sermaye ve onun iktidarı, işçi sınıfı ve emekçi halk tarafından açılan gedikleri 12 Eylül aracılığıyla kapattı. Anti-demokratik yapı geliştirilip kısmi de olsa var olan demokratik hak ve özgürlükler tırpanlandı. İşçi sınıfını doğrudan ilgilendiren sendikalarla ilgili olarak anti-sendikal bir yapı yerleştirildi. Sözleşmeli personel, taşeron, fason iş yaptırma gibi sendikasızlaştırmaya yönelik istihdam biçimleri geliştirildi. Mücadeleci bir sendikal yapının ortaya çıkmaması için kendilerine göre önlemler getirildi… Ki bu değişikliklerin ne teknolojinin gelişmesiyle, ne de tekelci sermayenin sömürüden vazgeçmesi, uysallaşmasıyla ilgisi var.

TOPLUMSAL MUTABAKAT VE SENDİKALAR
TİSK, MESS, TÜSİAD gibi işveren örgütlerinden DİSK, Hak-İş, Türk-İş gibi sendikalara, hükümetten ILO’ya kadar çeşitli örgüt ve çevreler işçi sınıfıyla sermayeyi Toplumsal Mutabakat” adı altında uzlaştırma çabası içinde. “Sosyalizmin çöktüğü”, “kapitalizmin alternatifinin olmadığı” tezleri, ilişkilerde teknolojinin gelişmesiyle işçi sınıfının niteliğinde de değişiklik oldu teorileriyle birleştirilerek, işçi sınıfına şu mesaj verilmek isteniyor: “Sorunlar kavgayla değil, daha çok masada çözülebilir” (Nebioğlu).
Sermaye kanadı, öteden beri Türk-İş ile ortaklaşa götürdüğü işbirliğine hukuki bir statü kazandırmak isterken, örgütleri aracılığıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey’in ülke için ihtiyaç olduğu ve hükümet dahil bütün tarafların, bunun gerçekleşmesi için çaba sarf etmeleri gerektiği çağrısını yapıyor. “Yasaların değiştirilmesi konusunda Türk-İş ile aramızda görüş ayrılığı yoktur” diyen Refik Baydur, DİSK yöneticileri için “İş barışını en iyi savunandır, destekliyoruz” ifadesini kullanıyor.
Sendikalar, işverenlere paralel görüş açıklamakta gecikmiyorlar. Başoğlu, “İşverenlere barış çağrısında bulunuyoruz. Ben işverenlere karşı değilim. İşçi de olmalı işveren de. Bizim işverenleri sevdiğimiz kadar işverenlerin de bizi sevmesini isliyoruz.” (Dedeman Oteli’ndeki konuşma). Nebioğlu ise bir gazeteye “Nasıl serbest piyasa koşullarının çağdaş şartlara göre işlemesi isteniyorsa, sosyal sorunlar da buna göre çözülmeli. İşte çağdaş sendikacılık burada başlıyor” açıklamasını yapıyor.
Sermaye kesiminin bu girişimleri hükümet üzerinde hemen etkisini gösteriyor. Çalışma Bakanı Mehmet Moğultay 1992-bütçe görüşmelerinde yaptığı konuşmada “Devletin, işveren ve işçilerle birlikte verimlilik, istihdam, işsizlik ve gelirler gibi konularda taraflara yol gösterecek ve tavsiye niteliğinde kararlar alacak, demokratik ve eşit katılımcı yapıya sahip bir iş ve istihdam kurulu oluşturulmasında büyük yarar görüyoruz” diye girişimlerde bulunacağının işaretini verdi ve bugüne kadar geçen süre içinde çalışmalarını ta marnlayarak taraflara sundu.
Konfederasyonların tutumlarına gelince, işçi sınıfının sorunlarının “toplumsal mutabakat” çerçevesinde “çözüleceği, çözülmesi gerektiğini” ileri süren konfederasyon yöneticileri zaten işçi sınıfına karşı “toplumsal mutabakat” oluşturmuş durumda. O nedenle işverenlerin çağrısına hiç biri “biz işverenlerle birlikte hareket edemeyiz, Konseyde de yer alamayız” diyemedi. Aksine TİSK’in çağrısına her üç konfederasyon da olumlu yaklaştı. TİSK’in çağrısına, DİSK “devlet sendikacılığı yapıyor” diye suçladığı yılların sarı sendikacısı Türk-İş yöneticilerinden önce “biz varız” yanıtını verdi.
Kristal-İş Sendikası öteden beri “demokratik toplumsal bir mutabakata dayanmayan çözümlerin iflas ettiği” görüşünde, DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası “Çağdaş sendikanın kimliğinin temel unsurunun çoğulculuk ve katılımcılık olduğunu” savunuyor, Tekstil Sendikası, “12 Eylül öncesi sendikacılık anlayışımızı, toplumsal tavır ve eylemlerimizi belirleyen siyasal ve ekonomik tespitlerimizin, toplumsal yargılarımızın çoğu büyük ölçüde geçersizleşti. Demokrasi anlayışına ulaşmanın ön koşulu demokratik toplumsal mutabakat ortamının yaratılmasıdır. ‘Demokratik Toplumsal Mutabakat’ toplumun farklı sınıflarının, çıkar gruplarının eşit koşullarda bir arada var olmayı kabul etlikleri bir zemindir” diyerek Selimiye’de teslim olma kuyruğuna girdikleri gibi uzlaşma kuyruğunda sıradaki yerlerini almaktalar.
Çağdaş sendikacılıkta başa oynayan Otomobil-İş Sendikası ise uzlaşmacılıkta adeta sınır tanımıyor, Uzlaşma için en ufak olanağı değerlendirme ve mücadeleye yol açacak tüm kapıları kapatmada diğer sendikalara fark atan Otomobil-İş, MESS ile olan son toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde Endüstri İlişkiler Kurulu diye bir oluşum önerdi. İşçi temsilcisinden çok işverenlerin teklifine benzeyen öneride, oluşumun görevleri şöyle sıralanmakta.
“İşçilerin mesleki alanda yetkinleşmesi, otomasyon, mekanizasyon ve teknolojik gelişmeler sonucu niteliği değişen işler ve prodüktivite artırılması.”
“İşyeri ve işverenin sırlarını saklama ve genel durum hakkında kimseye bilgi vermeme.”
Özelde MESS ile genelde sermaye ve devletle işbirliğini savunan Otomobil-İş, “Toplumsal Mutabakata” ilişkin olarak şunları söylüyor:
‘Kapitalizmin demokratik yollarla geliştirilmesinden yana olan herkesle birlikte bir platform oluşturulması gerektiğine inanıyoruz. Partilerin, işçi, işveren sendikalarının, meslek odalarının, tüm kurumların katkısına açık olacak böylesi bir birlikte, tartışılabilir, ortak çözümler aranabilir.”
“Ayrıca belirtmek gerekir ki, ücret belirlenirken verimliliğin de dikkate alınmasına alışmalıyız.”
“İşçi kesiminde, verimliliğin artırılmasının sonuçlarından kendisinin de yararlanacağına ilişkin bir bilinç değişikliği kendini dayatmaktadır.” (Temel Sendikal Yaklaşımlar 17-19)
Otomobil-İş’ten farklı düşünmeyen Hak-İş, kendisini işçinin temsilcisi değil, işçi ile işveren arasında bir hakem olarak görmekte. Yayınladığı “uzlaşma mı çatışma mı?” broşüründe savunduğu düşünce öz olarak sömürünün “adil ölçüler” içerisinde sürmesidir.
Hak-İş, işverenlerin önerdiği işçi, işveren, hükümet formülüne; işçi, işveren ve Hak-İş (hakem olarak) formülüyle yaklaşıyor.
1976’da kurulurken, “Hak-İş, işçi ve işveren hakkım hat terazisinde tartacak, korkmadan, yılmadan hakkı olanın hakkını teslim edecektir” diye yola çıkan Hak-İş’in 16 sene sonra geldiği nokta, yönetici olarak kendilerinin uzlaşmacı çizgilerini işçilere de kabul ettirmeye yönelik çaba olmuştur.
“İşçinin işverenine sahip çıkması, burada işçi işveren münasebetlerinin fevkalade uygar medeni ölçüler içerisinde yürütüldüğünü gösteriyor. Türkiye’nin yakalamaya çalıştığı bana göre doğru seviye de budur” (Antalya Özelleştirme Seminer konuşması Necati Çelik). Bu düşüncedeki Hak-İş çoktan ekonomik ve sosyal konseyde yer almaya hazır.
Konfederasyon olarak İslamcı bir sendikal akım yaratmayı düşünen ama bir türlü başaramayan, Türk-İş’e, “tencere dibin kara” örneği eleştiri yönelten, kuruluşundan itibaren iktidar ve hükümetlerle iyi geçinen, mücadele yerine uzlaşma diyen bir siyasal-sendikal düzlemde olan Hak-İş, DİSK’i sınıf sendikacılığını, Türk-İş’i kapitalizmi savunduğu için eleştirirken, mevcut antidemokratik yasalara ve askeri cuntaya bazen karşı çıkan, bazen savunan tutumuyla “renksiz” ve eklektik, ama sınıf işbirlikçisi çizgide istikrarlı bir görünüm sergilemektedir.
“Kapitalist sistemin savunucusu Türk-İş yerine komünist sistemin savunuculuğunu yapan DİSK kurulmuştur. DİSK’in temel ilkesi sınıf sendikacılığıdır. Tarihin bir sınıf kavgasından ibaret olduğunu iddia ederek Türkiye’yi sınıf kavgası ortamına sürüklemişlerdir.”
5. Genel Kurul Çalışma Raporu’nda bunları cuntaya yaranmak için yazan Hak-İş, DİSK’e olmadık misyonlar yüklemesinin yanında, sınıf mücadelesine, sınıf sendikacılığına ne derece karşı olduğunu gösteriyor.
Son dönemlerde mevcut anayasa ve çalışma yasalarının anti-demokratik olduğu ve değişmesi gerektiği üzerine çıkışlar yapan, seminer, panel ve toplantılar düzenleyen Hak-İş’in Genel Başkanı Necati Çelik 2821-22 sayılı yasaların çıkarıldığı dönemde yasaları ve çıkaranları da desteklemekle sabıkalıdır.
“Bu kanunlar geçmiş olumsuzluklar dikkate alınarak hazırlanmıştır. Şu kanaatimi de ifade etmek isliyorum. Bu kanunları çıkaran insanlar samimiyetle hareket etmişlerdir. Çalışma hayatı tekrar eski anarşik döneme dönmesin, devamlı huzur, sükûn, güven sağlansın prensibinden hareket edilerek yürürlüğe konulmuştur, dolayısıyla kanunların yürürlüğe konuşu konusundaki temel gaye bize göre doğrudur” (aktaran Y.Koç Temel Sendikal Eğitim).
12 Eylül’ün işçi sınıfı ve emekçi halkın üstüne bir karabasan gibi çöktüğü dönemde Hak-İş yöneticilerinin kimin için ve nasıl “sükûn ve güven” istedikleri ve kimlerin yanında oldukları ortada.
“12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekleyen” Necati Çelik, işçi sınıfına zorla giydirilmiş “hukuksal deli gömleği” 12 Eylül yasalarını savunmak ve doğru yapıldığını söylemekle aynen Türk-İş gibi 12 Eylül faşistlerini aklamakta. Dün, değiştirilen yasaların “huzur ve sükûnu” getirmek için getirildiğini savunanların bugün “değiştirilmelidir” sözleri, Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” sözlerine denk düşen, inandırıcı olmaktan uzak sözlerdir.
Hükümetle “konsensüs” arayan, hükümetin buna yanaşmamasını eleştiren Hak-İş, uzlaşmacı ve işbirlikçi siyasal-sendikal çizgisiyle Türk-İş ile temel konularda aynı çizgide ve aralarındaki fark sadece etikettedir.
Türk-İş’e gelince, bugün Türk-İş’in, işçi sınıfının çıkarlarını savunduğu, anti-emperyalist, anti-faşist olduğu, sömürüye karşı olup sömürüşüz bir dünya için mücadele ettiğini söyleyebilecek bir akıllı bulmak herhalde olanaksız.
Mevcut kapitalist sistemi “koruyup geliştirmek” demek olan Amerikan Sendikacılığında kat ettiği mesafe bilinen, Türk-İş için artık “Kuruluşunda Amerika’nın rolü büyüktü, Amerikan dolarlarıyla beslendi, yöneticilerinin çoğu (600 kadar) Amerika’da eğitildi, AAFü ile ilişkisi var, bunlar tamamen sınıf işbirlikçisi bir sendikal çizgi izliyor” demek yanlıştır. Aynı şekilde, “neden burjuvaziye hizmet ediyorsun” demek de gereksizdir. Çünkü onlar ve onlar gibi düşünenlerin varlığı böyle “soylu” bir görevi başarıyla yerine getirmelerine bağlı. ABD ve yerli işbirlikçilerinin Türk-İş’e yaptıkları “yardımın”, onların hizmetlerinin karşılığı olduğu unutulmamalıdır.
Türk-İş ve onu ayakta tutan Türk-Metal, Tes-İş, Teksif ve son günlerde üyelerine askeri eğitim yaptıran Şeker-İş gibi sendikaların 40 yıllık pratiklerine bakıldığında sermaye tarafından verilen görevi yerine getirmede bir hayli başarılı oldukları söylenebilir. Bu konuda haklarını teslim etmek gerek.
Sermayenin böyle bir konsey oluşturulmasındaki amacı sendika ağalarının ve hükümetin iddia ettiği gibi işçi sınıfının sorunlarını çözmeye yönelik değildir. Aksine var olan sorunların faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmanın aracı olarak düşünülmektedir. Ekonomik ve Sosyal Konsey yararlı olacağı propagandalarının altında yatan diğer bir amaç ise devlet ve hükümetin “tarafsız, “hakem” olduğu safsatalarının işçilere benimsetilmesidir.
Yıllardan beri sırtını devlete dayayıp devrimcilere ve halka karşı mücadele etmiş, işçi sınıfı ve emekçi halkın yeminli düşmanı revizyonist, faşist sendika bürokratı ve ideologlarına göre devlet “bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı” değil, “sınıflar üstü” ve “tarafsız” bir kurumdur. Kurulacak olan Konsey’de de devlet işçi ve işverenler arasındaki sorunların çözümünde “hakemlik” edecek ve işçilerin sorunlarının çözümünde yardımcı olacak!
Her zaman ve mutlaka bir sınıfın organı olan devletin “sınıflar üstü” ya da “sınıflar arası” bir kurum olduğu yolundaki görüşler, onu, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadelede “tarafsız” kalabileceği, “hakem” olacağı, halka ve halk düşmanı sınıflara “eşit” davranacağı şeklindeki görüşler safsatadır, karşı-devrimcidir.
İdeolojiler (kültür, hukuk vs.) ve kurumlar (ordu, polis, mahkeme vs.) aracılığıyla etkinlik gösteren devlet, sömürüye dayanan üretim tarzlarında sömürücü sınıfların yani burjuvazi ve toprak sahiplerinin, sosyalist toplumda ise, proletaryanın elindedir.
İşçi sınıfının tarihsel görevi bu sömürücü devleti yıkıp yerine kendi devletini kurmasıdır. DİSK Genel Başkanı Kemal Nebioğlu’nun “değiştireceğiz” dediği “rol” işte bu görevdir. Nebioğlu konseyin oluşumunun buna da hizmet etmesi gerektiği düşüncesinde.
Oluşturulması düşünülen Ekonomik ve Sosyal Konsey, çağdaş sendikacıların “Toplumsal Mutabakat” konusunda atmayı düşündükleri ileri bir adım olacaktır. Ayrıca Konseye işçileri temsi-len hangi konfederasyon katılırsa katılsın (veya her üçü de katılsın) Konsey, alacağı karar ve pratikleriyle işçi sınıfı ve emekçi halka saldırıda “yeni” bir araç, bir odak olacaktır. Böyle bir oluşumda yer alarak işçi sınıfına yarar sağlanabileceğini ileri sürmek sadece DİSK yönetimi ve Çağdaş Sendikacılara özgü bir teoridir.

SINIF SENDİKACILIĞI VE DİSK
Geçmişin kısmen de olsa var olan olumlu yanlarını tümüyle törpüleyen DİSK, bugünkü konumuyla tümüyle revizyonist-reformist bir sendikal platformdadır. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele bir yana bu kavramlara belge ve konuşmalarında bile yer vermemeye özel itina gösteriyorlar.
Genel Başkan Nebioğlu ise, geçmiş belgelere gözünü kapatıp “eski ilkeleri terk etmedik” diyebiliyor. Geçmişte savunulan ilkelerin ne ölçüde hayata geçirildiği/geçirilmediği bir yana Nebioğlu’nun hafızasının yenilenmesi için bir iki örnek verelim:
“DİSK, işçi sınıfının ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin bütünlüğünün bilincinde olarak BAĞIMSIZLIK, DEMOKRASİ ve SOSYALİZM için mücadele eder”
“DİSK, kapitalist sömürü ve baskıya karşı mücadelede işçi sınıfının dünya görüşü olan bilimsel sosyalizmin ilkelerine göre davranır.”
“Başlıca amacımız emperyalist zincirin kırılarak, ülkemizin bağımsızlığa kavuşması, işçi sınıfının öncülüğünde başta yoksul köylülük olmak üzere tüm emekçilerle oluşturulacak iktidarın, giderek sosyalizmin kurulmasıdır.” (DİSK, Sınıf ve Kitle Sendikacılığının İlkeleri, 1979)
Dün, DGM Direnişleri, Faşizme İhtar Eylemi düzenleyen ya da düzenlemek zorunda kalan DİSK yöneticilerinin bugün sermayeyle işbirliği aramaları, işbirliğinin teorilerini savunmaları ve buna rağmen yine de “eski ilkelerimiz değişmedi” demesini en hafifinden unutkanlık belirtileri i diye değerlendirmek gerek.
DİSK yöneticilerinin çok sık kullandıkları demokrasi sözünden ise ne anladıkları, neyi kastettikleri yukarıda savundukları düşünce ve sermaye ile ittifak önerilerinde yeterince açık. DİSK yöneticilerine göre ülkede demokrasi de yok, faşizm de. Ne kuş ne deve örneği. Onlara göre demokrasinin yerleşmesi sömürücü sınıflarla sağlanacak “Toplumsal Mutabaka”tın hayata geçmesine bağlıdır.
İşçi sınıfı ve bütün emekçi halkın en korkunç düşmanı olan faşizme karşı mücadelede, sendikalar, önemli siperlerden biridir. Sermaye ve faşizme karşı uzlaşmaz bir mücadele vermeyen sendikalar burjuvazinin elinde işçi sınıfına karşı bir araç haline geleceklerdir. Ekonomik ve Sosyal Konsey’de yer alarak “Toplumsal Mutabakatı” sağlamaya çalışan DİSK yöneticilerinin yapmak istedikleri de sendikaları bu duruma düşürmektir.
DİSK yöneticileri sınıf ve kitle sendikacılığı; kavramını kullanmayı şimdilik çıkarları açısından uygun görüyorlar. Ama program ve pratikleri buna uygun olmamış, önemli değil! Belki bir süre daha işçi sınıfını kandırabilirim düşüncesinden hareketle kendilerinin sınıf ve kitle sendikacılığını savunduğunu söylüyorlar. Aslında izledikleri siyasal ve sendikal çizginin sınıf sendikacılığıyla uzaktan yakından ilgisinin olmadığını kendileri de iyi biliyorlar.
Sınıf sendikacılığı nedir diye kısaca belirtmek gerekirse, sendikal harekette iki temel sendikal çizgi vardır. Proletaryanın çıkarlarını savunan ve onu temsil eden sınıf sendikası ile burjuvazinin çıkarlarını savunan ve onun işçi sınıfı içerisinde temsilciliği görevini üstlenen her renkten burjuva sendikal akımlar. Bu iki temel sendikal akım, işçi sınıfının ve sendikal hareketin hedefleri, görüşleri ve izlenmesi gereken yola ilişkin olarak tam bir zıtlık içindedir.
“Bir yandan kapitalist sistemi ve sınıf işbirliğini kabul eden, sendikal hareketin, proletaryanın ve milli ve sosyal kurtuluş için genel siyasal hareketinden ayrı tutulmasını ve tecrit edilmesini, sendikal harekelin günün büyük sorunlarının halline karışmamasını, reformcu bir sosyal hareket olarak kalmasını ve acil ekonomik talepler için mücadele etmekle yetinmesini, burjuva sistemin legalitesi çerçevesinde burjuvaziye boyun eğmesini ve de kapitalist sistemin bir parçası, bileşkeni haline gelmesini isteyen oportünist reformcu ve revizyonist çizgi.”
“Diğer yanda, sendikal harekelin kapitalist sömürüye karşı bir direniş ve örgütlenme merkezi, işçi sınıfının kesin kurtuluşu için bir kaldıraç ve proletaryanın sınıf mücadelesi okulu, genel devrimci cephenin bir bölümü, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, burjuvazinin bozguna uğratılması ve işçi sınıfının zaferi için mücadelede önemli bir güç haline gelmesini isteyen anti-emperyalist ve devrimci sınıf çizgisi” (Fil ip Kota Sendikal Harekette İki Karşıt Çizgi 94-95).
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta ve yukarıdaki tanımlamalardan çıkarılması gereken sonuç, sınıf sendikalarının programının, Proletarya Partisi’nin azami ve asgari programının sendikal alana özgülleştirilmiş olduğudur. O nedenledir ki, sınıf sendikaları eyleminin merkezine ücretli-kölelik sisteminin ortadan kaldırılması, sosyalizmin kurulması ve sınıfsız topluma varma görevini koymuştur.
DİSK’in Örende ortaya koyduğu programına bakıldığında orada ücretli kölelik sisteminin yıkılması değil, devamının esas alındığı görülüyor. İzlediği pratikle de barikatın karşı safında yerini almıştır. Ve burjuva sendikacılığının tüm gerekçelerini yerine getirmek için üstün bir performans gösterdiğini kendileri de inkâr edecek değiller. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse:
— İşkence ve sokak infazlarını olağan hale getiren, Kürt halkı üzerindeki baskıyı zulümden öte soykırıma dönüştüren, “demokratikleşme paketi” adı altında temel insan hak ve özgürlüklerini ortadan kaldıran, işçi sınıfının sendikal hak ve özgürlüklerini karşılayacağını söyleyip, kazanılmış hakları da almaya çalışan, DYP-SHP hükümetini ve devletin almış olduğu her kararı destekleyen DİSK’in, sınıf sendikası olduğunu söylemeye hakkı yoktur.
— Düzenli her konuda mutabakat içinde olacağını, “akıllandıklarını” artık eskisi gibi kavgalı olmayacaklarını, işçi sınıfının mücadelesinin düzene yönelmesini en iyi kendilerinin önleyeceğini kanıtlamak için egemen sınıflara yaranmaya, güvence vermeye çalışmanın, dizginsiz bir baskı ve sömürü çarkını elinde tutan, yüz binlerce işçiyi sokağa terk eden, “yirmi yıl bizim anamız ağladı şimdi sıra onlarda” diyen işçi sınıfının yeminli düşmanlarına “mutabakat” önermenin sınıf sendikacılığıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.
— “Klasik ücret sendikacılığı anlayışının dışına çıkamamış, zaman zaman kendisini aşan bazı eylemlere rağmen, sessiz ve uzlaşmacı çizgisi nedeniyle, sadece işçilerin değil tüm toplumun sendikacılığa güveninin sarsılmasına neden olmuştur” ve “devlet sendikacılığı yapıyor” dediği Türk-İş ile “12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekliyoruz” diyen, Hak-İş’e birlik çağrısı yapmanın, onlarla uzlaşmaya çalışmanın, 1 Mayıs’ı salonlara hapsetmede eylem birliği yapmanın sınıf sendikasıyla bir ilişkisi yoktur.
— “Eski ilkelerimiz değişmedi”, “biz sınıf sendikasıyız” demek arkasından Türk-İş ve Hak-İş ile aynı kulvarda koşacağını ilan etmek sadece burjuva sendikacılara özgü bir tutumdur.
Başoğlu ve Bamyacı’nın “Türk-İş ile DİSK arasında bir farklılık yok, DİSK sosyalizmi savunuyordu. Ondan da vazgeçti, söylemlerinde de terk ettiler. Bizden ayrı ne düşünüyorlarsa söylesinler” dediği bir ortamda elbette ki DİSK “ayrı varoluşunu açıklamak konusunda güçlüklerle karşılaşabilecektir.” Diğer iki konfederasyonla her konuda fikir ve eylem birliği içinde olup “Bizim dünya görüşümüz ayrıdır” demek inandırıcı olmaktan uzaktır.
Açıktır ki, sınıf sendikası olduğunu ilan eden bir sendikanın, kendini burjuva sendikalar arasına yerleştirme diye bir derdi olamaz. O, barikatın bu yanındadır, programı ilkeleri ve izlediği siyasal-sendikal çizgiyle farklılığı ortadadır ve ayrıca “ben bunlardan farklıyım, dünya görüşümüz ayrıdır” demesine de gerek yoktur. Burjuva sendikal platformda yer alıp burjuva ikiyüzlülüğüne sığınarak sınıf sendikası olduğunu söylemek, bunu işçi sınıfına izah etmek zordur.
— “Katılımcı” ve “bu düzen içerisinde kendi sorunlarına çözüm yolları üreteceği” bir sendikal eğitimi öngören DİSK’in, bu anlayışının sınıf sendikacılığıma bağdaştığını söylemek için herhalde DİSK yöneticisi olmak gerekecek.
İnsanların baskı, zulüm ve sömürüden kurtuluşunu “abartılmış, geleceği belirsiz hedefler” olarak değerlendiren DİSK işçilere sömürüyü ortadan kaldırmayı değil “vatandaşlık” hukuku çerçevesinde bilinç verecek bir sendikal eğitimden bahsetmekte ve yapılacakları şu alt başlıklar altında toplamaktadır:
— İşçinin vasfının geliştirilmesi ve teknolojinin kavratılmasına yönelik Mesleki Eğitim vermek.
— “Türkiye’de toplumsal yapı ve değişim” işçi sınıfının “toplumsal ve tarihi rolü ve niteliğindeki değişiklik” teknolojik gelişme çerçevesinde işçilere kavratılmaya çalışılacak.
— “Kapitalist toplumun işleyişi” adı altında uzlaşmacılık, toplumsal mutabakat, verimlilik, istihdam vb. konular işlenecek.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. DİSK yönetimi, eğitim anlayışı, program ve izledikleri sendikal çizgiyle burjuva bir anlayışa sahiptir. Bugünkü “Emekliler Kulübü”ne benzeyen yönetimiyle radikal bir çizgi izleyip sınıf sendikasına da dönüşmesi olanaksızdır. Belediyelerdeki örgütlenmelerine bakarak reformcu bir konfederasyon şeklinde yapılanması varabileceği en ileri nokta olacaktır. Türlü hesaplar içinde olan revizyonist ve reformistlerin başına çöreklenmiş olduğu DİSK’in sınıf sendikacılığı bir yana devrimci-demokrat bir çizgiye gelerek “Yeni Dünya Düzenine” tamamen entegre olmaktan kurtulması zor olduğu kadar bir anlamda da bunların tasfiyesine bağlıdır.
Ancak son günlerde topladığı Balkan Sendikaları Konferansı’nda görüldüğü gibi, revizyonistler bunlara yeni yeni görevler yükleyerek uzlaşmacılıkta epeyce yol aldırdı. Yakında Türkî Cumhuriyetleri’ndeki sendikaların örgütlenmesi görevi de ASK tarafından DİSK’e verilirse şaşmamak lazım.
Bilindiği gibi DİSK, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’na (ASK) 1974 yılında başvurmuş, ancak “sosyalizmi savunduğu” gerekçesiyle üyeliğe kabul edilmemişti. Ancak 1984’ten sonra sosyalizmi savunmaktan vazgeçildiği konusunda güvence verildiği için üyeliğe kabul edilen DİSK’e bugün için biçilen misyon Balkan ülkelerindeki sendikalarla Türkî Cumhuriyetlerdeki sendikalar arasında köprü görevi görmektedir.

Kasım 1992

Türk-İş’te “Değişen” Ve Değişmeyen

7-13 Aralık tarihinde yapılan Türk-İş’in 16. Genel Kurulu’nda yönetim değişti. Bu değişim kimilerince, “40 yıllık saltanatın yıkılması”, “sola kayma”, “radikal bir değişim”, “yapısal bir değişim” vb. olarak nitelendirildi. Buradan kalkarak işçi sınıfı içinde pembe hayaller yayılmaya başlandı.
İşçi sınıfı ve emekçi halkın sorunlarının tartışılıp çeşitli çözüm önerilerinin üretildiği, bunların gerçekleşmesi için somut kararların alındığı bir Genel Kurul olmaktan uzak olan Türk-İş Genci Kurulu, 40 yıllık gelenek çerçevesinde bir seçim Genel Kurulu olmanın ötesine geçemedi. Tanışmalar kişiler düzeyinde yoğunlaşırken, kimse ilkeler temelinde bir sendikal anlayış ve muhalefet ortaya koyamadı. En azından böyle bir platform oluşturulamadı. Sorun neredeyse “Şevket Yılmaz gitsin, Bayram Meral gelsin”e dönüştü. Son güne kadar kesin listelerin belli olmadığı Genel Kurul’da, seçim sonucu Bayram Meral’in başkanlığındaki liste kazandı. Meral’in listesindeki diğer yöneticiler, Genel Sekreter Şemsi Denizer, Genel Mali Sekreter Enver Toçoğlu, Genel Eğitim Sekreteri Salih Kılıç ve örgütlenme Sekreteri Sabri Özdeş olarak belirlendi. Genel Kurul öncesi Değişim Grubu içinde yer alan Belediye-İş, Türk-İş aidatının TES-İş tarafından ödenmesi üzerine “vefa borcu” olarak, Faruk Barut’un desteklediği listede Denizer’in karşısında aday oldu.
Türk-İş eski yönetiminde yer alıp da yeniden seçilen tek kiji SSK’da görevini ihmalden dolayı
Bakan Moğoltay tarafından görevden alman ve savcılıkça hakkında ceza davası açılan Demiryol-İş Genel Başkanı Enver Toçoğlu’ydu.
Genel Kurul öncesi külislerde Bayram Mceral’in başkanlığında Denizelin sekreterliği ve Toçoğlu’nun güçlendirilmesi biçiminde formüle edilen yönetimin oluşturulmasında AAFLI parmağının kesin olduğu söyleniyordu. Hele İlk günlerde Moğoltay ve Halil Tunç’un SSK’dan dolayı Toçoğlu üzerine yüklenmeleri bazı delegeler tarafından Toçoğlu’nun işi bitti şeklinde yorumlanırken, AAFLl çevreleri seçim sonuçlarından emindi. Görüştüğümüz bazı “uzmanlar” Değişim Listesinin delinmeden çıkacağını, hatta Şevket Yılmaz’ın liste oluşturmakta zorlanacağını belirttiler. Ki, 29 delegeye sahip Belediye-İş, Yılmaz’ın listesinde yer almasaydı büyük olasılıkla Şevket Yılmaz aday dahi olmayabilirdi.
Her iki liste karşılaştırıldığında, genel başkanlar arasında da bir nitelik farkı olmadığı gibi, diğer adaylar arasında da uzun boylu fark yoktur. Hatta Şevket Yılmaz’ın listesinde Hikmet Alcan’ı saymazsak üç “solcu” aday bulunurken, Meral’in listesinde “domokrat” olarak nitelendirilen yalnız Sabri özdeş vardı.
Meral’in listesinde yer alan Türk Metal’den gelme Salih Kılıç’ın, Hüseyin Karakoç karşısında 4 oy farkla seçilmesi sürpriz olurken, Yılmaz’ın listesine oy veren sağ eğilimli delegelerin Fuat Alan ve Hüseyin Karakoç’a oy vermediği gözlendi.
Şevki Yılmaz’ın listesi kazansaydı, bugünkü yönetimi alkışlayanlar, büyük olasılıkla, yine yönetimdeki değişimden söz edecekti. Çünkü her iki listede de Yılmaz ve Toçoğlu dışındaki adaylar “yeniydi.” Diğer bir ifadeyle yönetimde dört değişiklik hangi liste kazanırsa kazansın gerçekleşmiş olacaktı.
Ancak üzerinde durulması ve yanıtlanması gereken soru, böyle bir değişikliğin gerçekte bir “yapısal değişiklik” olup olmadığı, köklü değişikliğin ne anlama geldiği ve tabandaki değişim isteğinin tepedeki değişikliğe tekabül edip etmediği, yeni yönetimle eski yönetim arasındaki sendikal-siyasal anlayıştaki farklılığın ne olduğudur.
Meydana gelen bu değişiklikle, Türk-İş’te 40 yıllık saltanatın yıkılıp yıkılmadığını ve radikal bir değişimin gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemek, böyle bir tespit yapabilmek için öncelikle kuruluşundan itibaren Türk-İş’in ve O’nu ayakta tutan belli başlı bir kaç büyük sendikanın, kısaca da olsa, siyasal-sendikal anlayış ve pratiklerine bakılması zorunludur.
Başını Yıldırım Koç’un çektiği bazı çevrelerin ısrarla, “Türk-İş’in kuruluşunda Amerika’nın rolünün bulunmadığı veya abartılmaması gerektiği” söylemlerine karşın, Türk-İş’in kuruluşunda Amerikan İş Federasyonu temsilcisi I. Brown’un faaliyetleri yeterince açık. Açık ve belgelenen diğer bir şey ise I. Brown’un CIA ajanı olduğudur.
Daha Türk-İş kurulmadan, zamanın hükümeti, Türkiye’deki sendikal harekete anti-komünist bir öz kazandırabilmek için, Amerika ve Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’ndan yardım ister, bunun üzerine Ankara’daki “Marshall Planı” temsilcileri ve Amerikan Elçilik görevlileri hükümet yetkilileriyle görüşerek, 19 Ocak 1951’de İstanbul Sendikalar Birliği’ni ziyaret eder ve bir konfederasyon kurulması halinde “Marshall Planı” çerçevesinde mali yardım yapılacağını söyler. Aynı yılın mayıs ye aralık aylarında AFL Temsilcisi İstanbul’daki sendika yöneticileriyle iki kez görüşerek kurulacak konfederasyonun Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’na girmesi koşuluyla mali yardım yapılacağı önerisini tekrarlar ve iki sendikacıyı. Amerika’ya davet eder. Amerika’nın yanı sıra Belçika ve Fransa’nın faşist sendikacıları da, Konfederasyon kurulurken kendi tüzük ve programlarının örnek alınması için yoğun çaba gösterirler.
AFL-CIO Temsilcisinin ilgisi sadece kuruluş çalışmalarıyla sınırlı kalmaz. 6 Eylül 1952’de İzmir’de yapılan ilk Genel Kurul’a da IGFTU temsilcisiyle beraber katılır. “Parayı veren düdüğü çalar” hesabı, parayı veren Amerikan Gizli Servis örgütlerinin Türk-İş ve Türkiye’deki sendikal hareketle ilişkileri daha da artarak günümüze kadar gelir. Son Genel kurul çalışmaları ve “Değişim Grubu”nun oluşumunda çeşitli odakların açık müdahalesi bunun en iyi kanıtıdır.
Önceleri Çalışma Bakanlığı aracılığıyla yapılan AAFLI (Asya Afrika Hür Çalışma Enstitüsü) ve AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı) yardımları, daha sonraları doğrudan Türk-İş’e yapılmaya başlandı. Yapılan bu maddi yardımların yanı sıra binlere varan sendikacı “eğitim” amacıyla Amerika’ya götürüldü.
Günümüzde, Türk-İş Araştırma Müdürlüğü, Uluslararası İlişkiler Müdürlüğü, Basın Merkezi ve Kadın İşçiler Bürosu’nun giderlerinin büyük bölümü AAFLI tarafından karşılanmakta ve AAFLI’nın emperyalist ideoloji doğrultusunda yürüttüğü sendikal eğilimden geçirdiği insan sayısı bir çığ gibi büyümekledir. 1972-1980 arası 4263 kişi CIA tezgahından geçerken, 1981-1991 arasında bu sayı 18660’a ve toplam rakam 22.923’e ulaşmıştır.
2821 sayılı Sendikalar yasası, herhangi bir sendikanın bir siyasi partiyle ilişki kurmasını, ondan maddi yardım almasını yasaklarken, CIA bağlantılı AAFLI’dan maddi yardım alınmasına hâkim sınıflar her nedense ses çıkarmıyorlar.
1982’dc Türkiye’ye gelen AAFLI Direktörü M. Paladino (ki aynı zamanda CIA görevlisidir), Türkiye’deki sendikal haklara ilişkin olarak şunları söylüyor: “Sendikal haklara sınırlama getiren ülke yalnızca Türkiye değil. Asya ülkelerinde de sendikal haklar üzerinde sınırlamalar vardır, herkes bunlara katlanmalıdır.” (Mülkiyeliler Birliği Dergisi)
Bu gelişmeler ve yıllardan beri CIA’nın, AAFLI aracılığıyla Türk-İş’in eğilim faaliyetlerini organize ettiği ve sendikal politikasını belirlediği göz önüne alındığında, Türk-İş’in kuruluşu ve bugünkü sendikal-siyasal çizgisinin oluşumunda Amerika’nın rolü yoktur demek için herhalde insanın gözlerini kapaması ya da, Yıldırım Koç olması gerekir.
Türk-İş yönelimine kan veren. O’nu ayakta tutan Teksif, Türk-Metal, Tes-İş, Şeker-İş, Tek Gıda İş, Yol-İs, GMİS gibi sendikaların politikaları da, geleneksel Türk-İş politikasından farklı değil, bunların yönetiminde bulunanların hepsi Türk-İş ekolünden gelme sendikacılardır.
Bütün bunlar göz önünde alındığında tepedeki dört kişinin değişmesiyle, 40 yıldan beri yerlerşik Amerikancı sendikal anlayışın “radikal” biçimde değiştiğini söylemek için en azından insanın bakar kör olması lazım.
İşin ilginç yanı, Türk-İş’in “yapısal bir değişim” geçirdiğini söyleyenlerin, Türk-İş’te hangi temel politikaların değişliği üzerinde durmamaları ve ya görmezden gelmeleridir. Kişi, Amerikan işbirlikçisi olmadığı sürece, geçmiş Şevket Yılmaz yönetimiyle, Bayram Meral yönetiminin, ideolojik, siyasi, felsefi, sendikal anlayış olarak birbirinden temelden farklı olduğunu söyleyemez. Bunların hepsi de Türk-İş ekolünden gelme ve AAFLI tezgâhından geçmedir. Bunların hiçbiri gerçek anlamda sınıf sendikacılığını savunmuyor, savunamazlar. Sendikalar “sendikacılık zor meslektir” diyen eski ve yeni yöneticiler için bir geçim kaynağı, kitleleri düzene bağlamanın aracıdır. Onların hiç biri sendikaların, sermaye ve faşizme karşı örgütlenme ve direniş merkezleri olduğunu kabul etmezler. İşçi hakları, demokrasi, Kürt sorunu, hükümetle ilişki vb, konularda aralarında öze ilişkin bir ayrılık yoktur. Eskiler de, yeniler de ne Çekiç Güç’ün gitmesi, ne Kontrgerilladan hesap sorulması, işkence ve sokak infazlarının durdurulması için sesini yükseltmez, eylemler koymazlar.
Genel kurul’da “sınıf mücadelesi”, “işçi sınıfı’ gibi kavramları tabandaki gelişimi göz önüne alarak sarf etmek zorunda kalmalarından kalkarak “köklü değişim” tespiti yapmak, isçi sınıfının kafasını bulandırmaya yönelik saptırmadır. Kaldı ki bu kavramları kullanan, baskı, zulüm, işkence, kontrgerilladan, Kürt sorunundan bahsedenler daha çok demokrat ve sol eğilimli sendikacılardı. Hatta görüldüğü gibi faşist sendikacılar, Kürt sorunundan bahsedilirken tepki gösterdiler.
16. Genel Kurul’da, siyasal, sendikal ve felsefi anlamda değil sadece kişiler bazındaki değişikliği bir “saltanatın yıkılması” olarak görmek, göstermek Türk-İş’te her şeyi beş kişiye indirgeyerek, bunun dışında kalan sendika ağa ve bürokratlarını ve Türk-İş’in uyguladığı politik çizgiyi belirleyen bir takım odakları aklamaya yönelik ucuz ve sinsi bir propagandadır. Aslında bu tür propagandaların amacı, bir yanıyla tüm suçu eski yöneticilere yıkarak, konfederasyona bağlı sendikaların yöneticilerini aklamak, diğer yanıyla işçi sınıfı içine yeni yönetim için ham hayaller yaymaktır. “Hükümete rağmen seçildiler”, “Sermaye Yılmaz’ı istiyordu” gibi sözler bir anlamda bunun kin yaygınlaştırılıyor.

TÜRK İŞ’İN PASİFLİĞİNİN SORUMLUSU BEŞ KİŞİ DEĞİL
Resmi rakamlara göre 1.776.535 üye ve 32 sendikadan oluşan Türk-İş’te yapıla-gelen tüm olumsuzlukları yönelimdeki beş kişiye yükleyip, bağlı sendikaları, sendika yönetimlerini temize çıkarmak bizi yanlışa götürecektir.
Yıllardan beri oynanan bir oyun var. İşçilerin her talebini şubeler genel merkezlere, genel merkezler konfederasyonlara havale ediyorlar. Herkes topu bir yukarıya atarak, bir anlamda kendi pasifliklerine kılıf buluyor. Konuya daha yakından bakıldığında suçlunun sadece Türk-İş yönetimi olmadığı, onlar kadar diğer sendika yöneticilerinin de uzlaşıcı ve eyleme karşı olduğu görülüyor. İster demokrat, ister faşist densin, hangi sendika eylem yaptı da Türk-İş yönetimi engel oldu Destek vermeyebilir, doğrudur, zaten bir çok eyleme “gerekli desteği” vermediklerini Türk-İş yöneticileri de itiraf ediyorlar. Ama bu durum diğer sendikacıları hiçbir zaman aklamıyor.
Türk-İş yönetimi ve faşist sendikacılar yıllardan beri sadece eylem bazında değil hayatın her alanında işçi sınıfı mücadelesinin önünde engel olmuşlardır Bu tutum onların asli görevleri arasındadır Ancak kendisine demokrat, hatta devrimci, “sınıf ve kitle” sendikacısıyım diyenler de diğerlerinden ve Türk-İş yöneticilerinden farklı olarak hangi çizgiyi hayata geçirdiler. Kendisine sol diyen 15’in üzerinde sendika ve bunların yaklaşık 500 binin üzerinde üyeleri var. Bunları sermaye ve faşizmin saldırılarına karşı harekete geçirdiler de. Türk-İş’in beş yöneticisi önlerine barikat mı kurdu. 180 bin üyesi olmakla övünen Beledive-İş sendikası, işverenlerden yüz milyarlarca alacağı için 180 bin üyesini eyleme geçirdi de Türk-İş yönetimi engel mi oldu? Bu liste daha uzatılabilir, ancak özel olarak söylenecek olursa, tüm yükü tepedeki beş kişiye yükleyip, diğer sendika bürokratlarını aklamak yanlıştır. Kuşkusuz, Türk-İş yönetimi, engel olmaya çalışacaktır, ama bu eylemler, onların izni olmadan ve onlara rağmen de başarılabilir.

UZLAŞMACILIK VE SORUMLULUK
“Değişim Grubu” olarak bir araya gelmiş olan sendikalar adına yapılan konuşmalarda Türk-İş yönetimi “Devlet Sendikacılığı” “uzlaşmacılık”,”ricacı sendikacılık”,”alınan kararları hayata geçirmemek” vb. ile suçlandılar. Bunlar doğrudur, ilginç ve yadırganacak bir durum da yoktur, Zaten Türk-İş bunların tersini yapsaydı kendisiyle çelişkiye düşerdi. Kimse geçmiş yönetimden işçileri düzene karşı mücadeleye sevk etmesini beklemiyordu. Çünkü Şevket Yılmaz ve esas olarak da Türk-İş’in geleneksel politikası böyle bir tutuma aykırıdır.
Fakat işin ilginç yanı bu tür suçlamaların yıllardan beri uzlaşmacı bir çizgi izleyen, Türk-İş’in uzlaşmacı, ricacı çizgisini destekleyen ve kapısından sendikal demokrasinin girmediği faşist sendikacılardan gelmesiydi.
Bu gerici sendikacıların Madenci yürüyüşü, Paşabahçe, Maga Deri, Kargo direnişleri, Belediye-İş grevi ve Tarım-İş grevinin ertelenmesinde, 1 Mayıs’ın kutlamaları vd. durumlardaki tutumları ortadayken, kalkıp sadece Türk-İş yönetimini suçlamaları cihetteki kendilerini aklamaya ve esas niyetlerini gizlemeye yetmeyecektir.
Yönetimde bir değişiklik olmuştur, ama bu değişim öyle “saltanatın yıkılması” olarak adlandırılmaz. Yine bu değişim tabanın isteğine bire bir denk düşen bir değişim değildir. Ancak, Türk-İş yönetimi de değiştirilebilir mesajını vermesi açısından küçümsenmemesi gereken bir olgu olarak değerlendirilmeli. Ama yönetim değişti artık gündemdeki işçi sorunları bunlar tarafından çözülecek demek çok büyük bir yanılgı, yanılgı olmaktan da öte işçi sınıfının düşmanlarına havale edilmesi anlamına gelir. Ayrıca yönetim değişikliği ile “köklü bir değişim oldu” demek en azından bürokrasinin ne olduğunu ve gücünü bilmemektir. Bamyacı’nın da itiraf ettiği gibi, Türk-İş’te kimin kiminle ne zaman karar alıp yazdırdığı belirsiz bir bürokratik kast vardır.
İşçi sınıfının karşı karşıya bulunduğu sorunların aşılamamasında sorumluluğun büyüğü Türk İş yönelimin omuzlarında olmakla beraber, Başkanlar Kurulu da bu sorumluluktan azade değildir

DEĞİŞİMİN NİTELİĞİ
“Değişim Grubu”nun ortaya çıkardığı yönetimin kendi içinde tutarlı, uyumlu olduğunu söylemek olası değil. Birbirine zıt denecek kadar farklı siyasi anlayıştaki sendikacılardan oluşmakta.
Hele bir kısım köşe yazarının iddia ettiği gibi “sermaye ve hükümete karşı” bir yapıda değil yeni yönetim. Siyasi, sendikal anlayışlarının yanı sıra Şemsi Denizer ve Enver Toçoğlu’nun yolsuzluk ve görevini kötüye kullanma iddiasıyla mahkemelere verilmesi Değişim Grubunun niteliği hakkında önemli bir fikir veriyor.
Değişimin niteliğini ortaya koyan bir başka girişim ise, Genel Kuruldaki küçük sendikaları saf dışı bırakmak için yapılan tüzük değişikliği önerisi içinde başta Yol-İş olmak üzere Değişim Grubu’nda yer alan birçok sendikanın olmasıdır.
Oluşturulan “Değişim Grubu” ile bir yanıyla tabandaki köklü değişim işleklerinin önünü kesmek hedeflenirken diğer yanıyla da gerçekte bir takım nedenlerle zorunlu olarak bir araya gelen GMİS, Türk Metal gibi sendikaların birliğini “sağ-sol birleşti” imajının yerleştirilmesi hedefleniyor.
Kendisine demokrat diyen Şemsi Denizer ile yılların sicilli faşisti Mustafa Özbek’i bir araya getiren neden “sağ-sol birleşmesi” değil, birinin Kamu-Sen ile diğerinin MESS ile olan sıkıntılarıdır. Bu sıkıntıların varlığı sadece “Değişim Grubunu” organize edenlerin işini kolaylaştırdı.
Her ikisinin de büyük ölçüde desteğe ihtiyaçları var. Geçen toplu sözleşmedeki gibi satabilme şansları yok denecek kadar az, geçmiş Türk-İş yönetimiyle işçileri tatmin edebilecek bir toplu sözleşme imzalama şansları sınırlı. Genelde bütün sendikaların içinde bulunduğu sıkıntının, Değişim Grubunu oluşturan odağın veya odakların işini epeyce kolaylaştırdığı bir gerçek.
Geçmişin, yeterince yıpranmış ve ipliği pazara çıkmış yönetiminin yerine bugün farklı anlayışlara sahip görünen sendika ağalarından oluşan bir yönetim geldi. Dünyaya ve işçi sınıfına geçmiş yönetimden pek de farklı bakmayan, biri dışında demokrat diyebileceğimiz özellikler de taşımayan, ancak, mutlaka bir şeyler yapması kaçınılmaz olan bugünkü yönetim ne yapar, ne yapabilir?
Her şeyden önce bu yönetim, geçmiş yönetimler gibi tabanın istek ve eğilimlerini görmezden gelerek kendi başına hareket edemez. Artık bu şansa sahip değil.

YENİ YÖNETİMİN AÇMAZI VE ÖNÜNDEKİ GÖREVLER
1993 yılı birçok bakımdan toplumun tıer kesimi için olduğu gibi işçi sınıfı açısından önemli mücadelelere gebe bir yıldır.
Grev aşamasında olan 120 bin işçinin bir bölümü yeni yıla grevle girerken geri kalanı ise Ocak ayı içerisinde büyük olasılıkla greve sıkacaktır.
1993 Yılında Kamu ve Özel sektörde toplam 750 bin işçiyi kapsayan sözleşmeler gündeme gelecektir. Bu sözleşmeler daha başlamadan anlaşmazlığa düşüleceğine kesin gözüyle bakılıyor, Zira IMF ücret zamları  konusunda  hükümete, mevcut enflasyona göre değil, hedeflediğiniz enflasyona göre zam verin diye baskı yapıyor. Hükümet ise 1992 yılında gerçekleşen yüzde 80 civarında gerçekleşen enflasyon oranına göre değil, yüzde 30-23 gibi çok komik oranlarda zam önermekte. Yanı sıra, “hazine bomboş” gibi gerekçeler ileri sürerek işçi ve memurlara yapılacak zammı IMF rakamlarına yaklaştırmaya çalışıyor. MESS, sıfır zamla sözleşme imzalamak istiyor.
Hak-İş, 1993 yılını eylem yılı ilan ederken, her üç konfederasyon birbirlerine ortak eylem komitesi öneriyor. Bunun yanında Türk-İş’in son derece rahatsız olduğu DİSK’in gelişme ihtimali Türk-İş ile birlikte hareket etmeyi zorlaştırıyor.
Memurlar, Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika hakkı, köylüler taban fiyatından, kredi sorununa kadar sorunları için eylem hazırlığındalar.
Kuruluşundan beri vaat ettiklerinin tam tersini yapan hükümetin, işçi sınıfı ve emekçi halka saldırısı artarak sürüyor. Hükümet çalışma hayatıyla doğrudan ilgili yasalarda değişiklik yapmayı sürekli erteliyor. Çok sözü edilen İş Güvencesi ve İşsizlik Sigortası yasaları çıkartılamazken, işverenler kıdem tazminatının kaldırılması için bastırıyor.
Sermaye ve devletin bu saldırıları, ancak kararlı bir mücadele çizgisiyle geriletilebilir.
İşçi sınıfı hareketi ve Türk-İş böyle bir çizgi izlemediği sürece var olan sorunları çözmede pratik bir adım atamayacağı gibi, sorunların daha da ağırlaşmasına neden olacaktır.
Her ne kadar geçmiş yönetimden daha geri bir çizgi izleme şansına sahip değilse de, yeni yönetim, sermaye ve onun devletine karşı cepheden bir mücadeleye girebilecek, sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yeri ve rolüne uygun davranabilecek bir yapı ve anlayışta da değil. Nitekim daha seçimin sıcağı geçmeden Genel Başkan Bayram Meral “hükümetle ilişkilerimiz bugün nasılsa yarın da öyle devam edecek” demekle tutumunu ortaya koydu. Bu açıklama yıllardır Şevket Yılmaz’da sembolleşen ama esasta Türk-İş’in politikası olan “uzlaşmacı, ricacı”,”işbirlikçi”, “Amerikancı” çizginin devam ettirileceği anlamına geliyor.
Bayram Meral bir yandan bunları söylerken öte yandan NASIL BİR TÜRK-İŞ sorusuna verdiği on yanıtta, altına imza atılabilecek şeyleri sıralayıp genel grev yapılacağını söylüyor.
Bayram Meral’in yanı sıra Genel Sekreter Şemsi Denizer de, bir yandan genel grev öte yandan “özelleştirmenin hepsine karşı çıkılmamalı” diyerek aynı eklektik düşünceyi sergiliyor.
Yeni yönetimi bekleyen ve çözümlenmesi, tutarlı bir çizgi izlenmesini gerektiren, savsaklamaya tahammülü olmayan sorunlar var. Bunları, işverenlerin her alandaki saldırıları, hükümet ve IMF’nin tutumu, genel kurul kararlarının hayata geçirilmesi, 120 bin işçinin grev aşamasına gelip tıkanmış sözleşmesi ve genel grevin uygulanması gibi belli başlı konulardır, Bu sorun, görev ve zaaflara, tek tek göz atacak olursak yeni yönetimin açmaz ve görevleri, işçi sınıfı ve sermaye karşısındaki tutumu daha iyi anlaşılacak ki, bu aynı zamanda ne kadar değişime tekabül ettiğini gösterecektir.
Bunların yanı sıra demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması, çalışma hayatının çeşitli sorunlarının çözümlenmesi, Kürt sorunu gibi sorunlar karşısında alacağı tutum yeni yönetimin gerçekle radikal bir değişim olup olmadığının da göstergesi olacaktır.
Çünkü kendi içinde ve dışarıdan kaynaklanan bir sürü zaaf ve zorluklarla karşı karşıyadır.
Genel Kurulda da dile getirildiği gibi Türk-İş işçiler nezdinde güven kaybetmiş durumdadır. Güvenin sağlanabilmesi mücadeleci bir çizginin izlenmesine, sorunların üstüne üstüne gidilmesine gerçeklen radikal, tutarlı, kararlı ve istikrarlı bir sendikal-siyasal çizginin izlenmesine bağlıdır.
MESS Grevleri, 750 bin işçinin toplu iş sözleşmesi ve genel kurul kararlarının hayata geçirilmesi ki bunların arasında yönetimi en zor durumda bırakacak olan genel grev vardır.
* Genel Grev’ konusu sözünün çokça edilmesine karşılık yönetimin kafasında yeterince net değil. “Üretimden gelen gücümüzü kullanacağız” gibi çok yuvarlak sözlerle işi götürmeye çalışıyorlar. Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceylan’ın Haziran’da demesine karşılık Türk-İş yönetiminde herhangi bir tarih sözü çıkmış değil. Tarihin belirlenmesinin ötesinde genel grevin örgütlenmesi, grev komitelerinin kurulup inisiyatifin bunlara devredilmesi, grevin talepleri ve süresi, hangi koşullarda uygulanabileceği gibi konuların konuşulması hep Ocak 1993’te Diyarbakır’da yapılacak olan Başkanlar Kurulu toplantısına bırakılıyor.
Münir Ceylan’ın genel grev için Haziran ayı önerisi bir kaç açıdan isabetli ve önemlidir. Birincisi, 1993 başında başlayan toplu sözleşme görüşmelerinin grev aşamasına o zaman denk gelmesi (prosedür olarak), ikincisi, Temmuz öncesi memur eylemlerinin yüksek olduğu bir ay olması, üçüncüsü, işçi sınıfının en görkemli direnişlerinden biri olan 15-16 Haziran’ın yıldönümü olması gibi özellikler sayılabilir.
* Yeni yönetim Özellikle Genel Başkan Bayram Meral, AAFLl ile ilişkilerini kesebilecek mi? Yardımları reddedip, CIA’dan bağımsız bir eğitim politikası izleyebilecek mi?
* Kaldırılmasını islediği ve katılmakla meşrulaştırdığı Yüksek Hakem Kurulu’ndan çekilecek mi?
* Anti-emperyalist, anti-faşist, anti-şovenist bir çizgi izleyerek, işçi sınıfının birliği için çaba sarf edecek, aktif tutum alabilecek mi? Özellikle sermaye ve hükümet ve hâkim sınıfların kışkırtmaya çalıştıkları şovenizme karşı çıkacaklar mı?
* “Hükümet için ümitlerimiz ümitsizliğe dönüştü” diyen Bayram Meral, şimdiye kadar hiçbir vaadini yerine getirmeyen, getirmesi de mümkün olmayan Koalisyon hükümetine vermeyi sürdürdüğü desteği çekip açık mücadeleye girişecek mi, yoksa öncekiler gibi hep süre vererek zaman mı geçirecek?
* 16. Genel Kurul’da alınmış olan kararları zaman geçirmeksizin hayata geçirebilecekler mi?
* NASIL BİR TÜRK-İŞ Broşüründe ifade edilen, 1-Güçlü bir Türk-İş, 2-Öncü Türk-İş, 3-Mücadeleci Bir Türk-İş, 4- Güvenilir bir Türk-İş, 5- Bağımsız bir Türk-iş, 6- Çoğulcu bir Türk-İş, 7-Sorumlu bir Türk-İş, 8- Demokrat bir Türk-İş, 9-TİS’Ieri aşacak bir Türk-İş, 10- Siyasal Gücümüzü artıracak bir Türk-iş, başlıkları altında yer alan taleplerin gerçekleşmesi için aktif eylemler gerçekleştirebilecekler mi?

1995 İÇİN…
Değişim Grubu ne kendiliğinden, ne de sabahtan akşama oluştu. Belirli çevreler bunu uzun zaman planlayıp sahnelediler. Açıktır ki oyunu başarıyla gerçekleştirdiler. Öyle ki, ‘89 genel kurulundaki gibi sol delegelere toparlanma fırsatı bile tanımadılar. Aslında delegeler tek tek ele alındığında ‘89 genel kuruluna göre sol delegeler sayı olarak daha fazlaydı. Yanı sıra eskisi kadar “asker delege” yoklu. Genel başkanlar delegeleri kontrol etmekte bayağı zorlandılar.
Sol delegeler zamanında harekete geçmedikleri için toparlanamadılar ve pazarlık şansını kaybettiler. Erken davranıp toplu hareket edebilselerdi “Değişim Grubu”nun oluşup oluşmaması bir yana, pazarlık gücüne sahip olacaklardı ve bugünkü yönetim içinde farklı biçimde temsil ediliyor olacaklardı.
Alışılmış bir sendikal anlayışı bir türlü kıramadılar. Yönetime muhalefet, kampanyalar biçiminde ele alınmakta. Genellikle çalışmalar bir-iki hafta kala başlayıp genel kurul sonunda bitmekte. Elbette ki bu çalışma tarzı, bakış açısı sol’u müzmin muhalefet olmaktan kurtaramaz.
Türk İş, değişir, değiştirilebilir anlayışından hareketle bugünden başlayarak, kesintisiz ve planlı bir çalışmayla 1995’te sol daha başarılı olacaktır. Yeter ki çalışmalarda sorumlu davranılsın, işler kendiliğindenliğe bırakılmasın. Gerisi gelecektir.

Ocak 1993

‘Kriz aşılıyor’ propagandası ve gerçekler

Gündemi meşgul etmek için suni olarak yaratılan “krizler” bir tarafa bırakılırsa, egemen sınıflarca sistemli bir şekilde sürdürülen propaganda faaliyetinin esas olarak iki konuda yoğunlaştığı görülüyor. Gerçekleri tersyüz eden, inandırıcı olmaktan uzak ve beyin yıkamaya yönelik propagandanın bir ayağını ekonomik durum, diğerini Kürt bölgelerinde devam eden savaş teşkil ediyor.
Sürdürülen propagandanın genel işleyişine bakıldığında; devam eden savaşa ilişkin yapılan açıklamalar ve verilen rakamlar konusunda resmi açıklamaların dışına pek çıkılmazken, ekonominin işleyişi, verilerin değerlendirilmesi, geleceğe yönelik tahminler yapılması vb. söz konusu olduğunda burjuva kesimler arasında tam bir mutabakatın sağlanabildiği söylenemez. Hâkim sınıfların kendi aralarındaki çelişkiden kaynaklanan bu farklı yaklaşım ve değerlendirmeler yalnız bir konuda birleşiyor: 5 Nisan Kararları’nın uzun vadeli, eksiksiz ve ek tedbirlerle tavizsiz uygulanarak krizin tüm yükünün işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılması. Nitekim gerek işveren örgütleri gerekse hükümet yetkilileri ve ekonomiden sorumlu bürokratlar, yapılan toplantı ve açıklamalarda sürekli olarak 5 Nisan Kararları’nın eksiksiz ve tavizsiz uygulanacağı ve uygulanması gerektiği üzerine vurgu yapıyorlar. Hükümetin bu konuya sürekli vurgu yapmasının bir nedeni de Dünya Bankası ve IMF’ye “istekleriniz yerine getirilecek” mesajıdır.
Burada hükümetin mevcut ekonomik durumla ilgili gerçekleri nasıl çarpıttığına geçmeden önce, 5 Nisan Kararları’na ana hatlarıyla değinmekte yarar var.
Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Aykon Doğan’ın, “Entegre, ciddi, radikal önlemleri öngörmüş, kısa dönemi değil, 2-4 yıllık bir dönemi hedeflemiş, arkasında toplum olarak, siyasetçi olarak, hükümet olarak kararlılık gösterilmesini gerektiren bir program” olarak tanımladığı 5 Nisan Kararlan, öngördüğü hedefler ve alınması gereken önlemler bakımından esas olarak iki bölümden oluşuyor.
Birincisi “istikrar tedbirleri”, ikincisi, “yapısal değişiklikleri” içeren uzun vadeli önlemler paketi.
Konjonktürel, hem de yapısal bozulmayı giderici kısa vadeli üçer aylık dönemlerle revize edilerek uygulanan ve kamu finansman açıklarının aşağıya çekilmesine öncelik verilen programda yapılması gerekenler şöyle sıralanıyor:
*Kamu harcamalarının kısılması;
*Kamu yatırımlarından vazgeçilmesi, devam edenlerin durdurulması, büyümenin eksiye çekilmesi;
*Başta eğitim ve sağlık olmak üzere sosyal harcamaların kısılması, özelleştirme yoluyla bu alanda da devletin rolünün iyice azaltılması, devlet hizmetlerinin büyük ölçüde paralı hale getirilmesi;
*Tarım girdilerinde sübvansiyonların kaldırılması, destekleme alımlarının asgariye indirilmesi, tarım girdilerine yüksek oranlı zamların yapılması;
*Kamu kesimi finansmanının “Merkez Bankası ve iç borçlanmadan çekilerek” sağlıklı vergi kaynaklarına oturtulması (ki bunun anlamı işbirlikçi tekelci burjuvazi dışında kalan sermaye, küçük üretici, işçi ve memurlar üzerindeki vergi ve fon yüklerinin artırılması demektir).
*“Devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi”, özelleştirmenin hızlandırılması, KİT’lerden satılabilecek olanların satılması, kalanların kapatılması;
*Ekonomik Sosyal Konsey ve İşsizlik Sigortasının kurulması;
“1989-1993 döneminde reel ücretlerde hızlı yükselme meydana gelmiştir” tespitinden hareketle ücretlerin dondurulması ve “Kamu kesiminde istihdamın rasyonalize edilmesi” adına yüz binlerce işçi ve memurun işten çıkarılması;
*Bütün bunların yerine getirilmesi sırasında işçi, memur ve üretici köylülerin tepkisinin bastırılabilmesi için son derece kısıtlı da olsa, var olan siyasi hak ve özgürlüklerin tümden kaldırılması veya son derece sınırlı hale getirilmesi, yeni baskı yasalarının çıkarılması.
Yukarıda sözü edilen önlem ve uygulamalara bakıldığında Nisan-Ağustos döneminde, Özelleştirme, Ekonomik Sosyal Konsey’in kurulması ve İssizlik Sigortası’nın getirilmesi dışında kalan hedeflerde hükümetin belirli mesafeler aldığı söylenebilir.
Aşağıda ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi kamu harcamaları büyük oranda kısıldı, kamu yatırımları ya durduruldu, ya da kökten vazgeçildi. Tarımda sübvansiyonlar “kaldırılıp destekleme alımları asgariye indirildi. IMF ile “Stand-By” anlaşmaları imzalandı, IMF ve Dünya Bankası’nın direktiflerinin eksiksiz yerine getirileceğine dair teminatlar verildi, işçi ve memur ücretleri donduruldu, işçilerin toplu sözleşmeleri uygulanmayarak fiilen kâğıt üzerinde bırakıldı. Haziran sonu itibariyle resmi rakamlara göre 700 binden fazla işçi işten çıkarıldı.

HÜKÜMET GERÇEKLERİ ÇARPITIYOR
Sendika bürokrasinin de büyük desteğini alan hükümet, uygulamaya soktuğu programa ilişkin yayınladığı temmuz ve ağustos rakamlarıyla kamuoyuna “istikrara kavuşuyoruz”, “krizi atlattık” mesajını vermeyi, pembe “tablolar çizmeyi sürdürüyor. Hükümet ve ekonomiden sorumlu bürokratlar bu temayı işlerken genel olarak; çarpıtılmış bütçe rakamlarını, döviz fi yatlarım, aylık enflasyon rakamlarını kendilerine dayanak yapıyorlar. Tüm karşılaştırmaları 6 Nisan’a göre yapan, ondan öncesini yok sayan hükümet, bütün açıklamalarda, kendi deyimleriyle “iyileştirmelerin” hangi sektörde ve ne pahasına gerçekleştiğini ve ekonominin bu duruma gelmesinin sorumluları ve esas nedenleri üzerine söz söylemekten ısrarla kaçınıyor. Sanki kriz 5 Nisan’da gökten düştü de DYP-SHP Koalisyon Hükümeti 6 Nisan’dan itibaren bunu düzeltiyor havası verilmeye çalışılıyor. Hükümet yetkilileri, bir yandan bu krizde hükümetin “suçsuz” olduğunu propaganda ederken, öte yandan krizin bir sistem krizi olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar. Ara sıra krizin “yapısal” olduğundan bahsedenler bile, sonuçta işi şu veya bu yöneticiye veya bazı önlemlerin eksik ve zamanında alınmayışına bağlayarak düzeni aklamada birleşiyorlar.
Hükümeti eleştiren diğer burjuva partilerinin krize ilişkin olarak, “şimdiye kadar sizin yediğiniz yeter biraz da biz yiyelim” anlamına gelen “erken seçim yapılsın; biz hükümet olalım, işi düzeltiriz” sözünden başka bir şey söyleyemiyorlar. Yıllarca hükümette kalmış ancak daha şimdi Türkiye’nin sorunlarına ilişkin bir taslak program hazırlığı yaptığını ilan eden ANAP yönetiminin krize ilişkin olarak “bu hükümet gitsin”den başka söylediği bir şey yok.

ÜRETİMDE DÜŞÜŞ DEVAM EDİYOR
Ekonominin iyiye gittiğini hükümetten başka söyleyen yok. TÜSİAD, TİSK, TOBB, TZOB gibi örgüt temsilcileri, ekonominin düzlüğe çıkabilmesi için 5 Nisan Kararları’nın ek tedbirlerle asgari üç yıl tavizsiz uygulanması gerektiğini ileri sürerken, en iyimser ekonomistler dahi, bu hükümetle ekonomik krizin aşılamayacağı noktasında birleşiyorlar. Hiç kimse kalıcı istikrardan bahsetme cesaretini gösteremiyor. Hükümetin “kriz aşıldı” demesine karşılık tarım, mali ve reel sektör temsilcileri bu tespite katılmadıkları gibi gerekli önlemler alınmadığı durumda mevcut ekonomik dengelerin iyice bozulacağı ve hiper enflasyonun yaşanabileceği eylül ve ekim aylarına dikkat çekiyorlar.
Bugün ekonomideki temel göstergelere bakıldığında krizin aşılabileceğine dair hiçbir işaret yok. Sanayi, özellikle imalat sanayi ve tarım sektöründe durgunluk ve üretim gerilemesi durdurulabilmiş değil. Aksine kriz daha tahrip edici bir şekilde bu sektörleri adeta yıkıma sürüklüyor.
Hükümetin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların isteklerini ve temsilcisi olduğu işbirlikçi tekelci sermayenin taleplerini karşılamakta ve onların desteğini almakta zorlandığı görülüyor, işi yalan ve gerçekleri çarpıtarak uzun süre götürmenin ise hiç olanağı yok. Ne kadar çaba sarf edilirse edilsin mızrak çuvala sığmıyor.
DİE’nin açıkladığı rakamlara göre sanayi üretimindeki düşüş sürüyor. Özellikle imalat sanayisindeki düşüş ciddi boyutlarda.
5 Nisan Kararları’nın uygulamaya sokulmasından sonra yüz binlerce işçi kendini sokakta bulurken, yüzlerce küçük ve orta boy işletme kapandı, kapanmayanlar daha da küçüldü, büyük işletmeler ise önemli ölçüde küçüldü. Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, özellikle küçük ve orta boy işletmelerin yüzde 60-67’si küçülürken, büyük boy işletmelerde bu oran yüzde 46’dır.
Tablo 1’de görüldüğü gibi toplam sanayi sektöründeki gerileme haziran ayı itibariyle yüzde 8.4, ilk altı aylık gerileme ise 3.7’dir. Sanayinin motoru olarak bilinen imalat sanayisinde üretim gerilemesi mayıs ayında 18.1, Haziran ayında ise 13.1 olarak gerçekleşti. Makine sanayisinde üretim gerilemesi ise yüzde -51.7 ile durma noktasına gelmiş durumda.
Üretimde düşüşün nedenleri
Kapasite kullanımındaki düşüşün, yani üretimin gerilemesinin en önemli nedeni iç pazardaki yüzde 61.4’lük talep yetersizliğidir. Diğer önemli bir neden ise yüzde 12.4 ile dış pazar talep yetersizliği, yani ihracatın önemli oranda gerilemesidir.

Sanayi üretimi (Yüzde) (Tablo 1)

1994 Haziran        1994 Ocak-Haziran
Toplam sanayi sektörü    -8.4            -3.7
Madencilik sanayi        11.6            4.6
İmalat sanayi            -13.1            -6.6
Gıda sanayi            12.0            13.8
Mensucat sanayi        -4.6            -6.1
Kâğıt ve basım sanayi    6.8            -2.9
Kimya sanayi            -8.6            -1.4
Taş-top. day.ür.sanayi    -4.3            -0.8
Metal ana sanayi        4.5            2.1
Makine sanayi            -51.7            -27.0
DİE verilerinde görüleceği gibi, işverenlerin yıllardır iddia ettiklerinin aksine, kapasite kullanımındaki düşüşte, işçilerle ilgili sorunlar (ücretler, sosyal haklar vb.) sadece yüzde 1.2’dir. (Tablo 2)

1993 Mayıs                        1994 Mayıs    94 Haziran (Tablo 2)
– % 54.2 olan iç pazar talep yetersizliği        % 57.9        % 61.4
– % 21.4 olan dış pazar talep yetersizliği        % 18.4        % 12.4
– % 4.7 olan mali imkansızlıklar            % 4.0        % 9.7
– % 3.9 olan yerli mallarda hammad. yetersizliği    % 1.5        % 1.2
– % 1.9 olan işçilerle ilgili sorunlar            % 1.2        % 2.9
– % 0.9 olan ithal mallarda hammad. yetersizliği    % 0.3        % 0.7
KAYNAK: DİE

Toptan Eşya Fiyatları Endeksi’nin (TEFE) nisandan temmuz ayına kadar 4 ayda yüzde 32.8’den yüzde 0.9’a inmesi, reel ekonomideki talep daralmasının ne kadar ciddi boyutta olduğunu gösteriyor.
Tabloda dikkat çeken hususlardan biri, iç pazar talep yetersizliği ile mali sorunların artış gösteriyor olmasıdır. Demek ki, bu dönemde üretimi hemen kesemeyen firmaların stok maliyetleri artmış, üretimi yavaşlatanlar ise kapasitelerinin altına düşmüşlerdir,
İç pazardaki talep yetersizliğini ortaya çıkaran etkenlerin başında gelir dağılımında ortaya çıkan olumsuz gelişmeler ve 5 Nisan’dan sonra halkın alım gücünün büyük oranda düşmesi geliyor. Sadece Nisan-Temmuz arasındaki üç aylık dönemde halfan alım gücü yüzde 60 oranında geriledi. Bunun yanı sıra;
– Yatırım maliyetlerinin giderek artması, maliyet artışında faiz oranlarının payının yükselmesi,
– Para ticaretinin yatırım yapmaktan daha kârlı hale gelmesi,
– Ekonominin geleceği üzerinde tahmin yapma olasılığının azalması gibi etkenler de üretimdeki düşüşün nedenleri arasında sayılabilir.
Tarım Sektörü
“Tarım çökerse ekonomi batar” sekimde ekonomi alanında yaygın olarak kullanılan bir deyim vardır. Bugün ülkenin ekonomisi tam da bu noktada. Giderek daha da derinleşen bir ekonomik kriz yaşayan ekonomide sanayi durmuş, tarım çökme noktasına gelmiştir. Türkiye, dünyada kendine yeterli tarım ürünleri üreten ve ihraç eden ülkelerden biri iken, yıllardır izlenen politikalarla ülke tarım ürünleri ithal eder duruma getirilmiştir. 5 Nisan Kararlarıyla IMF’ye taahhüt edilen sübvansiyon ve destekleme akınlarının kaldırılması veya son derece sınırlandırılmasıyla da adeta tarım sektörünün ipi çekildi.
Şüphesiz bugünkü durumu, bu kararları alan hükümetin politikalarıyla açıklamak sorunun özünü gizlemek olacaktır. Hükümetlerin, emperyalist mali kuruluşların ve sermayenin çıkarlarından bağımsız politikaları yoktur. Bunlar ve diğerleri, askeri, siyasi ve ekonomik konularda, emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi ne emretmişse onu yerine getirmişlerdir.
Birkaç örnek vermek gerekirse; Amerikan emperyalistleri istedi diye Kore’ye, Somali’ye, Bosna’ya asker gönderildi. Amerika “bana ayrıcalık tanıyacaksın” dedi, kölelik anlamına gelen “ikili anlaşmalar” imzalandı. On binlerce Amerikan askerinin bulunduğu üsler tahsis edildi, Çekiş Güç’e “istediğin kadar kalabilirsin” denildi. Amerika, “Türkiye’de haşhaş ekimini yasakla” dedi, “başım üstüne” denildi. IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlar istedi diye tarım girdi fiyatlarına yüksek oranlı zamlar yapıldı, sübvansiyonlar kaldırılıp destekleme alımlarından vazgeçildi, taban fiyatları düşük tutuldu…
Bunların yanı sıra; hizmet verdikleri sektör itibariyle tarımın can damarı olan tarımsal KİT’ler özelleştiriliyor. Çiftçilerin örgütlenmesinde, ürünlerinin değerlendirilmesinde önemli birer araç olan Tarım Satış Kooperatifleri yok edilmeye çalışılıyor. Tarım Kredi Kooperatifleri ise tam anlamıyla Tarım Bakanlığı’nın bürosu haline getirildi.
Bu politikalar sonucu üretim geriledi, tarımın GSMH içindeki payı sürekli düşüş gösterdi. 1982 yılında GSMH içindeki payı 21.3 iken, 1990’da 18.2’ye, 1993’te ise 14.0’a geriledi.
1993 yılı verilerine göre tarım sektörü, genel olarak bir önceki yıla göre yüzde 3.6 oranında küçülürken, hayvancılık ve bitkisel üretimde katma değer yüzde 2.9, ormancılık kesiminde 17.2 oranında azalmıştır.
Bir önceki yıla göre, tarla ürünlerinden buğday üretimi yüzde 8.8, arpa 8.7 artarken; pamuk üretimi yüzde 15, ayçiçeği yüzde 14.2, susam 11.8, soya 33-7 oranında azalmıştır.
Yine 1993’te 1992’ye göre meyvelerin üretimi, fındık yüzde 41.3, kayısı yüzde 28.1, zeytin yüzde 26.7, vişne yüzde 6.3, ceviz 4.2 oranında azalmıştır.
Tarım sektörünün toplam ihracattaki payı 1985’te yüzde 21.6 iken 1991’de 20.1’e, 1993’te 15.5’e gerilemiştir. 1993 yılında toplam tarımsal ihracatı 15.3 milyon dolar olurken, ithalat 29.4 milyon dolara çıkmıştır.

Seçilmiş ürünlerde ’93 ihracat, ’92/’93 ihracat değişim (Tablo 3)
Ürün adı        değişim %     ‘93 (Bin $)
Buğday        -77.9        75.494
Baklagiller        -7.5        184.551
Tütün            +27.8        395.561
Pamuk            +157.5        159.993
İncir (Kuru)        -7.4        58.527
Üzüm (kuru)        +4.3        134.078
Fındık            +23.1        426.261
Tohumlar        -25.5        7.353
Canlı hayvan        +121.6        283.501
Su ürünleri        -11.1        44.412
Orman ürünleri    -55.3        6.321
KAYNAK: DİE

Seçilmiş ürünlerde ’93 ithalat, ’92/93 ithalat rakamları (Tablo 4)
Ürün            ‘93 (Bin $)    Değişim %
Buğday         178.894    1185.8
Baklagiller        1.527        606.9
Yağlı tohumlar        71.974        25.1
Tohumlar        24.371        18.3
Orman ürünleri    318.432    119.9

“Yıllardır tarım ve hayvancılıkta yapılan yanlışlar, üretim artış hızını kesti. Bakliyat ve hububat üretimi geriledi. Tütün, çay gibi ihraç şansı zayıf ürünlerde üretim ve ihracat gerilerken, soğan, kuru fasulye, ceviz ve susam ithalatı başladı. Küspe bile ithal edilir oldu.
Türkiye yılda ortalama 100 bin ton fasulye üretip bunun 80 bin tonunu tüketir, 20 bin tonunu ihraç ederdi. Fasulye üretimi 20 bin tona düştüğü için bu yıl ithalat başladı. Fasulye üretiminin bu düzeyde düşmesinin nedeni 1988’den beri fiyatlarının artmamasıdır.   Otobüslerin bagajında Balkan ülkelerinden ceviz gelmese, cevizin kilosu 200 bin liraya çıkar. Nohut üretimi gerilediği için leblebinin kilosu 40-50 bin lira oldu.” (BİRLİK, İst. İhracatçı Birlikleri yayın organı. Yıl 4, sayı: 5, Nisan 94).
Tarımsal girdi (Mazot, yem, gübre, tohum, ilaç, traktör ve diğer tarım araç ve aletleri) fiyatlarının artması, bilgi akışının sağlanamaması ve izlenen tarım politikalarının yanlışlıklarının yanında Kürt illerinde devam eden savaş da tarım üretiminin azalmasında etkili oluyor. Bugün bölgede binlerce köy boşaltıldı, yüz binlerce insan şehirlere göç ettirildi, çiftçi tarlaya giremez oldu. Dünün üretici köylüleri bugünün tüketicileri oldu.
Köylülüğün üretimden vazgeçip başka alanlara yönelmesinde diğer bir etken de, tarım ürünleri fiyatlarının düşük tutulmasıdır. Bir yanda sübvansiyonların kaldırılması, diğer yanda fiyatların düşük tutulması üreticileri adeta yıkıma uğratmıştır.
Örneğin, Nisan ayında toptan eşya fiyatları yüzde 32.8, imalat sanayimde fiyatlar yüzde 41.4 artarken tarım ürünleri fiyatlarındaki genel artış yüzde 7.5 gibi çok komik düzeyde kalmıştır. Ürün bazındaki artışlar ise şöyle gerçekleşti (Bkz. Tablo: 5).

Ürün cinsi Artış        % (Tablo 5)
1. Tarım(Genel)        7.5
1.1 Tahıllar            3.0
1.2 Baklagiller            21.6
1.3 Diğer tarla ürünleri    18.5
1.4 Sebze ve meyveler    2.5
1.5 Çay            0.0
1.6 Canlı hayvanlar        7.8
1.7 Hayvansal ürünler        10.8
1.8 Su ürünleri            33.8
KAYNAK: DİE Haber Bülteni 4.05. 1994

Yukarıdaki artışlar üreticiden ürün alınırken meydana gelen fiyat artışlardır. Piyasadaki fiyat artışlarıyla bu rakamlar karıştırılmamalıdır. Örneğin üreticiden çay alımlarında fiyat artışı olmamışken piyasada çay fiyatları yüzde yüzün üzerinde artış göstermiştir. Piyasadaki bu fiyat artışından üretici köylünün cebine giren para yok. Ağustos başında, açıklanan taban ve destekleme fiyatlarıyla üreticilere bir darbe daha vuruldu. Yüzde 79-113 arasındaki zam, ürün maliyetini karşılamaktan uzak. “5 Nisan Kararlan delindi”, “köylüye büyük destek” gibi propagandalar eşliğinde açıklanan rakamlar ne üreticileri ne de TZOB’ni memnun etti.

Ürün        ’93        ’94        %    TZOB    (Tablo 6)
Kütlü pamuk    8.750        18.000        106    26.000
Kuru üzüm    9.500        17.000        79    24.000
Ayçiçeği    4.000        8.500        113    11.700

Tablo 6’da görüldüğü gibi artışlar yüzde 100 olsa da, TZOB’nin tarım girdi maliyetlerini hesap ederek belirlediği rakamlardan yüzde 30 dolayında daha düşük ve maliyetleri karşılamaktan uzaktır. Üreticiler, hükümetin kendileriyle adeta alay ettiğini söylüyorlar. Tarım girdilerinde fiyatlar yüzde 200-300 arasında artarken açıklanan bu rakamlar son derece komik kalıyor. Örneğin geçen yıl buğdayın kilosu 1965 İha iken, mazotun fiyatı 4 bin liraydı. Bu sene buğdayın fiyatı 3 bin 312 lira olarak belirlendi, buna karşılık mazotun fiyatı 12.200 liraya yükseldi.
Aynı durum ekmeklik buğdayda da yaşanıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) ağustos fiyatı 3 bin 812 lira iken, hükümet taban fiyatı 3 bin 312 lira olarak tespit etti. Oysa aynı buğday, piyasadan 4 bin 500 liradan işlem görüyor. Piyasadan 5 bin liradan işlem gören Mısır, 2 bin 880 liradan; 3 bin 600 lira olan yulaf, TMO tarafından 3 bin 20 liradan almıyor.
10 trilyonu pamuk primi olmak üzere, 1994 yılı bütçesine 22 trilyon destekleme kaynağı ayıran hükümetin “70 trilyon civarındaki destekleme alımı” yapacağım açıklaması, gerçeklerle bağdaşmıyor.
Hükümetin seçim hesapları yaparak Dünya Bankası’na rağmen 70 trilyonluk alım yapması, “aksatmadan yürüteceğiz” dediği 5 Nisan Kararları’nın delinmesi anlamına geleceği gibi, Dünya Bankası’nın vermeyi düşündüğü 350-400 milyon dolarlık “Uyum Kredisi”nden de mahrum olması demektir.
Hükümet tam bir ikiyüzlülükle meydanlarda köylülere “destekleme alımlarıyla hakkınızı vereceğiz, ürününüzün karşılığını alacaksınız” diyor, ama öte yandan destekleme alımları yapmamaları için, Çukobirlik, Tariş, Antbirlik, Fiskobirlik, Trakya Birlik gibi tarım birliklerine “hazineden size para yok, başınızın çaresine bakın” diyor.
Taban fiyatlarının maliyetlerin altında belirlenmesinin yanında önemli olan diğer bir konu ise hükümetin ne kadar alım yapacağı, aldığı ürünlerin parasını ödeyip ödemeyeceğidir. Aynen işçilerin mayıs ayından beri alacaklarını ödemediği gibi, köylüden ürünleri alarak onlara da ödeme yapmayabilir. Tarım birliklerine gereken paranın verilmemesi, 1994 yılı bütçesinde destekleme için ayrılan payın az olması, hükümetin Dünya Bankası’nın çizdiği sınırların dışına çıkma şansının bulunmayışı iki olasılığı gündeme getiriyor, hükümet ya destekleme alımlarına girmeyecek veya sembolik alımlar yaparak köylüyü yine tüccarın insafına bırakacak, ya da ürünleri alıp paralarını ödemeyi ilerici yıllara erteleyecek.

KAMU AÇIKLARI KAPANMADI, SADECE AZALDI
Mevcut ekonomik veriler, siyasal olgu ve olaylar bir bütün içinde değerlendirildiğinde, “ekonominin iyi yolda” olduğunu, yakında geçici de olsa “istikrara” kavuşacağını söylemek, gerçekleri ifade etmeyecektir. Aksine, eylül ve ekim aylarında büyük açmazlarla karşı karşıya olduğunu söylemek daha gerçekçi olacaktır. Hükümet üyeleri ve ekonomiden sorumlu üst düzey bürokratların iddia ettikleri gibi “bütçe fazla vermiş” değil, olan sadece açıkların biraz azalması, ekonomik deyimle “makasın daralması”dır. Önce hükümetin hazırladığı tabloya (Tablo 7) bakalım:

Konsolide bütçe (Tablo 7)
Ocak        – 4.4 trilyon
Şubat        – 14.7 trilyon
Mart        -32.1 trilyon
Nisan        – 4.3 trilyon
Mayıs        +6.3 trilyon

Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Aykon Doğan’ın Adana toplantısında 200 trilyon lira olan kamu açıklarının ‘94 yılı sonunda 90 trilyona düşürüleceğini belirterek “10 yıldır ilk defa denk bir bütçeyle karşılaşıyoruz” demesine karşılık, yukarıdaki tablo her şeyden önce, kamuoyunu yanıltmaya yönelik rakamların sıralandığı bir tablodur.
Başka hiçbir veri ve gelişme incelenmeden, göz önüne alınmadan sadece yukarıdaki rakamlara bakıldığında, yılın ilk üç ayında 32 trilyona kadar çıkan bütçe açığının Nisan ayında birden 4.3 trilyona gerilediği, mayıs ve haziran aylarında ise artıya geçtiği söylenerek “ekonominin iyiye gittiği” iddiası ileri sürülebilir. Ancak, tablodaki rakamlar, diğer verilerle birlikte değerlendirildiğinde “bütçe fazla verdi” diyenlerin yalanları bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor.
Örneğin, mayıs ayında ödenmesi gereken 6.5 trilyonluk dış borç faiz ödemesinin mayıs ayı bütçesine gider olarak yazılmaması sonucu bütçe fazla verdi gibi görüntü yaratıyor. Diğer bir söyleyişle bütçe açıkları geriledi izlenimini veriyor. Halbuki 6.5 trilyon, gider olarak yazılsaydı bütçe açığı 200 milyar daha artmış olarak gerçekleşecekti.
Bütçe açıklarıyla ilgili olarak açıklanan rakamların gerçekleri yansıtmadığına ilişkin bir örnek de yine bakanlığın yaptığı 1993-94 karşılaştırmalı “Konsolide bütçe gerçekleşmeleri”ne ait rakamlardır.
Aşağıdaki tablonun (Tablo: 8) ortaya koyduğu gerçekler şunlardır:

Konsolide Bütçe Gerçekleşmesi (Ocak-Haziran; Milyar TL) (Tablo 8)
1994        1993         Değ. (%)
Giderler            325.916    187.703    73.6
-Cari                141.842    79.619        78.2
. Personel            125.770    72.000        74.7
. Diğer cari            16.072        7.619        110.9
– Yatırım            22.394    17.669    26.7
– Transfer            161.680    90.415        78.8
. İç borç faizi            62.847        30.941        103.1
. Dış borç faizi            26.309        11.892        121.2
. KİT’lere transfer        10.464        11.005        -4.9
. 2978 iade            7.190        6.010        19.6
. Emekli Sandığı öde.        12.300        6.000        105.0
. Fon ödemeleri        11.744        3.033        287.2
. Diğer transferler        30.826        21.534        43.2

Gelirler            284.723    142.486    60.7
– Genel bütçe            279.855    139.565    100.5
. Vergi gelirleri            213.008    105.782    101.4
. Vergi dışı nor. gel.        20.492        9.658        112.2
. Özel gel. ve fon.        46.355        24.125        92.1
– Katma bütçe            4.868        2.921        89.8

* Devlet yılın ilk altı ayında hiçbir iş yapmamış. Bütçeyi denk hale getirmede en kötü yöntem olan “yatırımları durdurma” yolunu seçen hükümetin 325 trilyonluk harcama içinde yatırıma ayırdığı pay sadece 22.3 trilyon. Bunun “büyük kısmı teknik personel ücreti, geçici personel ücreti ve proje bedeline” gittiği göz önüne alındığında “devlet hiç yatırım yapmadı” demek daha gerçekçi olacaktır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın öngördüğü, toplam tutan 762 trilyonu bulan 86 proje, mart sonuna kadar normal seyrini izlerken 5 Nisan Kararları’ndan sonra hemen hepsi durma noktasına geldi. Yatırımlardan vazgeçilmesini devletin borçluluğuna bağlayan Çiller’e göre, devlet “borçlardan kurtulursa” yatırıma başlayabilir. Demek ki Türkiye’nin yatırım yapabilmesi için 70 milyar dolar dış borcu, 475 trilyon iç borcu ödemesi gerekiyor. Bu borçlar bitmeyeceğine göre devlet yatırımları bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş oluyor.
Devletin yatırım yapmasını zora sokan faktörlerden biri de devam eden savaştır. Devletin savaşa ayırdığı pay, bütçenin yarısı kadardır.
Görüldüğü gibi (Tablo: 9) yatırıma ayrılan payın iki katı savaş harcamalarına ayrılmış durumda.

Savaş harcamalarının devlet harcamaları içindeki payı (Trilyon) (Tablo 9)
Harcama        1992        1994
Devlet harcamaları    3218.5        996.7
Savaş harcamaları    105.0        400.0
Bütçe            207.8        819.0
Yatırım            73.3        208.2
GSMH            779.5        2135.7

* Hükümet yılın ilk altı ayında harcadığı her yüz liranın 38.5 lirası ile maaş ve ücret, 27.5 lirası ile de faiz ödemiş. Emekli Sandığı’nın, SKK’nın açığını kapamış ve zarar eden KİT’lere para aktarmış. Elbette ki “harç bitti yapı paydos” diyerek hiçbir iş yapılmaz, sadece maaş, ücret ve faiz ödenirse bütçe açığı azalır, hatta kapanabilir de.
Bütün bunlara rağmen bütçe, ’94’ün ilk 6 ayında 41.2 trilyon açık vermiş. Bu, açığın kapanmadığı, daraldığı anlamına gelir. Bunun nedeni ise, hükümetin harcamaları kısması, hatta durdurması, yatırım yapmaması, 5 Nisan’da kamu mallarına yapılan yüksek oranlı zamlar ve bu dönemde getirilen ek vergilerdir.
Ancak yine de hazine, 1994’ün ilk 6 ayında nakit dengesini tutturmakta bir hayli zorlanmıştır. Hazinenin yayınladığı veriler incelendiğinde 41.2 trilyona ek olarak binen diğer yüklerle, nakit açığı 51.5 trilyona yükseliyor. Hazine bu açığını kapatmak için çıkardığı yüksek faizli hazine bonosu ve Merkez Bankası’na toplam 76.8 trilyon borçlanıyor. Hem de kısa vadeli borçlanma. Yine Hazine’nin verilerine göre tahvil kaynağı tıkanmış durumda, tahvilden para gelmemiş, aksine ödeme yapılmış. Demek ki, yılın ilk yansını yine borçlanma kurtarmış. Bu bütçeyle hazinenin ağustos ve eylül ayındaki cari giderleri ve borç ödemelerini yapabilmesi, devletin zorunlu harcamalarını karşılayabilmesi, işçi ve memur ücretlerini ödeyebilmesi ise oldukça zor görünüyor. Hükümetin “Eylül sendromu diye bir şey yok, gereken önlemler alındı, ödemeler aksamadan yapılacaktır” demesine karşılık Dünya Bankası ve IMF yeni krediler açmadığı ve yeni iç borçlanmaya gidilmediği sürece iç ve dış borçların aksamadan ödenmesi olanaksız görünüyor.

İÇ VE DIŞ BORÇLARIN DURUMU
70 milyar doları aşan dış borcun, Eylül-Aralık ’94 döneminde anapara ve faiz olarak toplam 2.250 milyon doları ödenecek.
Dış krediler büyük oranda kesildiği için iç borçlanmaya ağırlık veren devletin bu yılın ilk altı ayında iç borç miktarı 475 trilyona ulaştı. Geçen yılın aynı dönemine göre % 97 oranında artan iç borçlanmanın yarısından çoğu, iç borç anapara geri ödemelerinde kullanıldı.
Haziran ayında piyasaya sürülen 3’er aylık net % 50 faiz getirdi bonoların ödenip ödenmeyeceği eylül ayında belli olacak. Hükümet eylül ayında ödemelerde sıkıntıya düşmemek için temmuz ayından itibaren yüksek faizle para toplamaya devam ediyor. Para toplamada Arjantin modelini izleyen hükümetin ödemede de aynı yolu izleyip izlemeyeceği halen belirsizliğini koruyor. Yetkililer ısrarla geri ödemelerin yapılacağını, Arjantin modelinin uygulanmayacağını belirtiyorlar.
Bilindiği gibi hazinesi tamtakır olan Arjantin yüzde 50’nin üzerinde net faizli bonolar çıkarttı ve yüksek miktarda satarak hazineyi doldurdu. Ancak iş, borcu ödemeye gelince alacaklılara şu söylendi: “Sizlere sadece faiz ödenecek. Faizlerinizden vergi de kesilecek. Anapara için ise nereden bulduğunuzu kanıtlayacaksınız. Daha sonra size bunun karşılığı olarak 6 yıl vadeli yeni bir kâğıt verilecek.” Parasının kaynağını açıklayamayacak durumda olan bono sahiplerinin yarısından çoğu ne anapara ne de faizlerini almaya gitti. Türkiye’de böyle bir yol izlenir mi, izlenmez mi bilinmiyor. Ancak bilinen bir şey varsa o da, haziran ayında çıkarılan yüksek faizli 30 trilyonluk bonoların büyük bölümünün 880 kişi tarafından alındığıdır. Finansman sıkıntısı içinde olduğunu söyleyerek işçi çıkartan, yatırımdan vazgeçen sanayicilerin de büyük ilgi gösterdiği bonolardan DYP ve ANAP da payına düşeni aldı. DYP, 60 milyar liralık bono alırken; Çiller’i döviz rezervlerini erittiği, hazineyi boşalttığı, astronomik faizlerle borçlanmaya gittiği için eleştiren ANAP ise 13 milyar liralık bono satın aldı.

EYLÜL SONUNA KADAR İÇ BORÇ VE MAAŞ ÖDEMELERİ
Eylül ayında 150 trilyonluk iç borç, Ağustos-Eylül aylarındaki 720 milyon dolarlık dış borç ödemesiyle birlikte düşünüldüğünde, hükümetin “ödemede sıkıntı yok” demesi hiç de mantıklı görünmüyor. Geliştirilen senaryolara göre hükümet borcu borçla ödeme yoluna gidecek. Vadesi gelen borcu yeniden daha yüksek faizli hazine bonolarıyla ödeyecek. Bu yöntemle en fazla bir iki ay zaman kazanılsa dahi daha büyük açmazlarla karşılaşılması kaçınılmaz hale gelecektir. Çünkü ertelenen borç, faizleriyle birlikte katlanarak yeniden karşılarına dikilecektir (Tablo: 10).

EYLÜL SONUNA KADAR İÇ BORÇ VE MAAŞ ÖDEMELERİ (Tablo 10)
Tarih             Ödeme cinsi            Tutar
22-25 Ağustos     Emekli maaşı            6.2 trilyon
24 Ağustos         KOİ 4. tertip GOS öd.        6.039.436 USD
24 Ağustos         KOİ 5. tertip GOS öd.        6.072.852 USD
25 Ağustos        3 aylık bono öd.        20 trilyon
29 Ağustos        1 aylık bono öd.         884 milyar
31 Ağustos        Tahvil bono öd.        17 trilyon
1 Eylül            Otoyol senedi öd.        Bilinmiyor
1 Eylül            3 Aylık bono öd.        10 trilyon
2 Eylül            3 aylık bono öd.        10 trilyon
7 Eylül            3 aylık bono öd.        8.5 trilyon
14 Eylül        3 aylık bono öd.        6.5 trilyon
15 Eylül        3 aylık bono öd.        5.7 trilyon
15 Eylül        Memur maaşları (Zam ha)    17 trilyon
15 Eylül         KOİ 3. tertip GOS öd.        6.718.000$
16 Eylül        3 aylık bono öd.        5.4 trilyon
17 Eylül        4 yıl vade. tahvil öd.        Bilinmiyor
21-26 Eylül        SSK emekli maaşı        6.2 trilyon
21 Eylül         Bono tahvil öd.        10 trilyon
29 Eylül        Özel tahvil öd.            1.8 trilyon
KAYNAK: (19.6.1994 milliyet)

Vadesi gelen iç borçların ödenmemesi, yeni borçlanmaları ve tahvil satışlarını olumsuz yönde etkileyecektir. Hükümet bu durumda, Arjantin’deki gibi bankalardaki mevduatlara el koyma yoluna da gidebilir.
Vadesi gelen borçları Merkez Bankası’ndan veya para basarak karşılamak enflasyon ve devalüasyonu 4 haneli rakamlara sürükleyeceğinden hükümet çok zorda kalmadığı sürece bu yola başvurmayacak gibi görünmektedir.
Türkiye’nin, bu ödeme takviminin dışında diğer borçlardan oluşan ve bu yıl ödenmesi gereken 500 milyonu anapara, 315 milyonu faiz olmak üzere toplam 815 milyon dolarlık borcu bulunuyor. Bu hesaba göre hükümetin, eylül ve Aralık ’94 döneminde toplam 2.250 milyon dolarlık dış borç ödemesi yapması gerekiyor Tablo: 11).

DIŞ BORÇ ÖDEMELERİ (1994) (Tablo 11)
(Milyon Dolar)
Aylar        Anapara    Faiz    Toplam
Eylül        213        154    367
Ekim        166        182    348
Kasım         176        221    397
Aralık        173        150    323
Toplam    728        707    1435

Öte yandan döviz fiyatlarının yükselmesi, dış borç vadelerinin düşmesi ve dış borç faizlerinin yükselmesi önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi dış borç ödemelerinde bir hayli sıkıntıya sokacaktır.

Orta ve uzun vadeli borçların
ortalama vade ve sabit faiz yapısı (Tablo 12)
vade        faiz %
1987        16.3        6.11
1988        15.39        6.44
1989        14.99        6.56
1990        14.95        6.35
1991        14.79        6.35
1992        13.91        6.52
1993        12.45        6.47

Tablo 12’den de anlaşılacağı gibi, 1987’den itibaren orta ve uzun vadeli dış borçların vadesi düşüyor. 1987 yılında dış borç vade ortalaması 16 yıl iken, 1993 yılında 12.45’e düştü. İşin ilginç yanı normalde borçların vadesi kısalırken faizlerin de düşmesi gerekiyor. Ancak burada da işler tersine yürüyor, Hem vade düşüyor, hem borçların faizi yükseliyor. 1987 yılında dış borç ödemelerindeki sabit faiz oranı yüzde 6.11 iken, 1993’te yüzde 6.47’e yükseldi.
Çiller, bu borçların ödenmesini özelleştirmeden 35 milyar dolar alacağı varsayımı üzerine kurmuştu. Özelleştirmede belirlenen gelir elde edilemediği için dış borcun ödenmesinde sıkıntıya düşülmesi kaçınılmazdır.
Önlemler tek tek incelendiğinde iç borçların ertelenmesi, uzun vadeye yayılması, borcun borçla kapatılması mümkün, ancak dış borcun ertelenmesi, yeni borç bulunması, emperyalizme siyasi, askeri, ekonomik bağımlılığı artıracak yeni taahhütler altına girmeden mümkün olamayacaktır.

DÖVİZ DURUMU
Hükümet aynen enflasyon ve Bütçe konularında olduğu gibi; cari işlemler açığı (döviz açığı) konusunda da, neden ve niçinlere girmeden sonuç rakamlar üzerinden fikir yürüterek işlerin iyiye gittiği mesajını vermeye çalışıyor. Hükümetin açıkladığı 1993 12 aylık, 93-94 ocak mayıs rakamlarına göre döviz durumu iyiye gidiyor. 1993 yılında 6.380 milyon dolar olan cari işlemler açığı, 1994’ün ilk 5 ayında 190 milyon dolara gerilemiş, geçen yılın aynı dönemindeki artış ise 2.365 milyon dolar. Rakamlara baktığımızda işlerin iyi gittiği söylenebilir.
Tablo 13 incelendiğinde önce şu görülüyor: Döviz gelirleri geçen yılın aynı dönemine göre 582 milyon dolar azalmış. Giderler ise 2 milyar 757 milyon dolar daha düşük gerçekleşmiş. Demek ki, döviz sorunundaki iyileşme gelirin artmasıyla değil, giderlerin azaltılmasıyla sağlanmış. Örneğin ithalat 2 milyar 595 milyon dolar azalmış.

Döviz Gelir Gideri (ocak-mayıs, milyon) (Tablo 13)
1993        1994
GELİR        12.010        11.428
İhracat        6.368        6.389
İşçi Dövizi    1.116        1.063
Turizm        1.135        1.30
Diğer        3.391        2.946

GİDER        14.375        11.618
İthalat        11.312        8.717
Faiz        1.419        1.292
Turizm        273        288
Diğer        1.371        1.321                   
FARK        -2.365        -190

Şimdi yukarıdaki tabloya bakarak “açık kapanıyor”, “cari işlemler açığı azaldı” gibi saptamalar yaparak pembe tablolar çizebilmek mümkün mü? Sanayinin gerilemesi, yatırım ve üretimin yapılamaması ve halkın alım gücünün düşürülmesi pahasına dövizde sağlanan geçici iyileşmenin istikrarlı bir temele oturacağı söylenemez, aksine büyük yıkımların zeminini hazırlar. Görünen de odur.

ENFLASYON VE ÜCRETLER
Bütçe rakamlarında olduğu gibi, halktan alınan, dolaylı vergi olarak da tanımlanan enflasyon rakamlarındaki yükselişin az olmasından da farklı sonuçlar çıkarılmaya çalışıyor. Yıllık enflasyondaki birkaç puanlık düşüşü “enflasyon durdu”, “enflasyonda düşüş sürü-‘ yor” gibi propagandalarla, 5 Nisan Kararları’na kamuoyunda destek bulunmaya veya en •azından tepkilerin azaltılmasına çalışılıyor.
Hükümet, enflasyon rakamlarıyla ilgili bilgi verirken, genellikle yıllık artışlar üzerinde durma yerine, aylık artışlar veya Nisan ayı enflasyon rakamlarıyla karşılaştırmalar yaparak, “ekonominin iyiye gittiği, alınan tedbirlerin yerinde olduğu ve desteklenmesi gerektiği” imajı yaratılmaya çalışıyor (DİE’nin rakamları için bkz. Tablo 14)

DİE’ye göre Fiyat artışları % (Tablo 14)
Tüketici        Toptan
Temmuz 1994        1.7        0.9
7 aylık            63.9        87.0
12 aylık ortalama    87.1        90.1
Yıllık            109.3        128.8

Haziran ve Temmuz aylarında enflasyon artışının düşük gerçekleşmesinin nedenleri olarak Nisan’da yapılan büyük oranlı zamlardan sonra halkın alım gücünün büyük ölçüde düşmesi, hükümetin kamu harcamalarını kısması, yatırımları durdurması, 700 bin işçinin toplusözleşmeden doğan alacaklarının verilmemesi, memur ücretlerinin dondurulması, mevsimden kaynaklanan gıda ve sebze fiyatlarındaki artışın az olması sayılabilir. Ancak bu durumun önümüzdeki aylarda da devam edebileceğini söylemek mümkün değil. Ekonomik göstergeleri değerlendiren bazı kaynaklar Eylül ve Ekim aylarında enflasyonun hızla tırmanışa geçeceğini, hatta hiper enflasyon yaşanacağını ileri sürerken, hükümet “belki biraz kıpırdanma olabilir” şeklinde değerlendirme yapıyor. (Tablo 15)

DİE’ye göre yıllık enflasyon (Tablo 15)

Toptan eşya                Tüketici
Aylar        1991    1992    1993    1994        1991    1992    1993    1994
Ocak        48.4    69.0    52.7    60.6        62.0    78.5    59.8    69.6
Şubat        49.7    69.0    52.7    68.0        63.0    77.8    58.2    73.0
Mart        50.7    68.1    53.3    74.0        62.3    78.7    58.0    73.6
Nisan        55.1    63.0    54.0    125.3        62.1    74.0    59.0    107.4
Mayıs        57.2    59.5    57.3    138.6        62.5    69.9    65.0    117.8
Haziran    57.1    57.7    60.6    137.6        64.9    65.8    67.2    115.8
Temmuz    57.9    57.1    65.2    128,8        68.6    65.8    73.1    109.3
Ağustos    58.3    57.3    63.5            71.0    65.5        71.2
Eylül        56.3    60.1    60.0            66.6    67.7        68.2
Ekim        54.6    63.3    57.0            66.5    69.2        67.6
Kasım        56.3    62.7    61.4            66.8    68.6        69.6
Aralık        59.2    61.4    58.4            71.1    66.0        71.1

Piyasalardaki yüksek zamlar fiyatlara yansıtılmaya başlayınca, mayıs ayından beri ilk kez tüketici fiyat artışı, toptan eşya fiyatlarındaki artışın önüne geçti. Temmuz ayında toptan eşya fiyatlarındaki artış yüzde 0.9 olurken, tüketici fiyatlarındaki artış yüzde 1.7 oldu. Yıllık bazda ise toptan eşyadaki artış yüzde 128.8 olurken tüketici fiyatlarında yüzde 109.3 artış odu. DlE, TEFE’ye (Toptan Eşya Fiyatları Endeksi) göre, temmuz ayında sektörel bazda fiyat artışları şöyle gerçekleşti (Tablo: 16).

(Tablo 16)
%            %
Enerji        4.7    Tahıl        18.0
İmalat        1.5    Kömür        5.5
Madencilik    2.4    Baklagiller    10.0
Tarım        -2.8    Su ürünleri    15.1

Bu artışlara karşın sebze-meyve fiyatları yüzde 17.5, taş-toprak sanayi fiyatları yüzde 10, ham petrol yüzde 1.2, canlı hayvan fiyatlarında ise binde 7 oranında ucuzladı.
Sektörel düzeyde yıllık enflasyon tarımda yüzde 88.4, imalat sanayisinde yüzde 141.7, enerji sektöründe yüzde 118.5 ve madencilik sektöründe yüzde 161.2 olarak gerçekleşirken, alt sektörlerde temmuz ayı yıllık fiyat artışları ham-petrolde yüzde 226.6, imalat sanayisinde ise yüzde 208.6 oldu.
Bir yandan fiyatlardaki yüzde yüzlük artışlar, öte yandan hükümetin IMF’nin talimatıyla çalışanların ücretlerini dondurması, nisan temmuz döneminde halkın alım gücünün yüzde 60 oranında düşmesine neden oldu. Koç bastırdı kârını ikiye katladı, genel olarak egemen sınıflar bastırdı, hükümet işçi ve memur ücretlerini yarıya indirdi. (Tablo 17)

(Tablo 17)
Maaşı         Alım gücü ne oldu?
İETT (15 yıllık işçi)         8.000.000        3.200.000
Tekstil işçisi            3.500.000        1.400.000
Gıda işçisi            6.500.000        2.600.000
(5/1) memur            3.735.000        1.494.000
(14.2)  ”            3.297.000        1.315.000
(5/1) Öğretmen        5.545.000        2.218.000
Lise mezunu emekli        5.384.000        2.153.000
Öğretmen     ”        6.742.000        2.696.000
Hemşire            5.196.000        2.078.000

İşçi memur ücretleri dondurulur, alım güçleri yüzde 60 oranında düşerken, “krizdeyiz” diye feryat eden tekeller kârlarını ikiye katladılar.
Örneğin “krizdeyiz” gerekçesiyle binlerce işçiyi bir çırpıda kapı önüne koyan Koç Holding’in geçen yılın eş dönemine göre net kârı yüzde 204.14 oranında artış gösterdi. 1993 yılının ilk altı aylık döneminde 462 milyar 172 milyon olan Koç’un net kârı, 1994 yılı ilk altı ayı sonunda (Ocak-Haziran) 1 trilyon 405 milyara yükseldi.
Yine, “krizdeyiz, stoklar arttı” gerekçesiyle üç vardiyayı ikiye indirerek 2500 işçiyi işten atan T0FAŞ, oto üretimi yaklaşık yüzde 30 gerilemesine rağmen 1993 yılının ilk altı ayında geçen yıla oranla kârını % 52 artırarak 2.2 trilyona yükseltti.

BUNALIMIN ATLATILMASI ZOR
Bugün TÜSİAD, TİSK, TOBB, TZOB, hükümet ve ekonomiyi yürütmekle görevli bürokratların hepsi “ekonomik bunalım nasıl atlatılacak?” sorusuna yanıt arıyorlar. Üretim, yatırım ve istihdam dengeleri tamamen bozulmuş. “Duvara dayandık yapacak başka bir şey yok” gerekçesiyle, “son çare” olarak düşündükleri 5 Nisan Kararları’yla, fatura tamamen işçi sınıfı ve emekçi halka kesilmesine rağmen, ekonominin genel yapısında elle tutulur bir iyileşme belirtisi görülmüyor.
Kamu yatırımlarının durdurulmasına, büyümenin eksiye çekilmesine, 700 binden fazla işçi çıkarılmasına, ücretlerin dondurulmasına, toplusözleşmelerin askıya alınmasına, sübvansiyonların kaldırılmasına, tüm kamu mal ve hizmetlerine %100’ün üzerinde zam yapılmasına rağmen, bunalım atlatılamamış, durgunluk aşılamamıştır.
IMF ve Dünya Bankası talimatları doğrultusunda uygulanan önlemlerle ne tarım çökmekten kurtulabilmiş ne reel sektördeki üretim gerilemesi durdurulabilmiştir. Ağır iç ve dış borç yükü giderek artıyor, kamu finansman açığı büyük boyutlarda, halkın alım gücü yüzde 60 oranında düşmüş, enflasyon üçlü rakamlarda seyrediyor.
Bir ülkenin ekonomik büyümesinin göstergelerinden biri GSMH’nin gelişim seyridir.
1994 yılı için TÜSİAD yüzde 1.8, DPT ise yüzde 1.6’lık GSMH düşüşü tahmin ediyor. Ancak başka kaynaklar bunun, yüzde 4-7 arası olabileceğini ileri sürüyor. Bu olasılıklara bakıldığında, yüzde 6 ile yüzde 10 arasında kişi başına milli gelir düşüşü yaşanacağı söylenebilir.
“GSMH yüzde 2 dolayında düşse bile son 40 yılın en büyük yoksullaşması yaşanacak. Bu çok konuşulan finans krizinin de ötesinde toplumsal ve siyasal sonuçlar doğurabilecek önemli bir olaydır.” (Osman Ulagay, Milliyet)
Resmi rakamlara göre 94’ün ilk altı ayında 700 bin işçi çıkarıldı. Tarım ve inşaat sektöründeki işten çıkarmalara da baktığımızda bu sayı 1 milyonu aşıyor. Bunlardan 200 bin kadarı sendikalı işçidir. Başta belediyeler olmak üzere tekstil ve metal sektöründe işten çıkarmalar halen sürüyor. Özelleştirmenin gerçekleştirilmesiyle yüz binlerce işçi ve memur kendini işsizler ordusunun arasında bulacak.
Şu veya bu yöneticinin iyi yönetememesinden değil, sistemin yapısından kaynaklanan ekonomik krizin 3-6 ayda değil, 2-3 yılda dahi atlatılması oldukça zor görünüyor.
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Aykon Doğan’a göre 5 Nisan Kararları aksatılmadan uygulanırsa ekonomi ancak “önümüzdeki yıllarda” sağlıklı bir temele oturabilir. Bu, işçi sınıfı ve emekçilerin bugünkü sıkıntılara yıllarca katlanması anlamına geliyor.
İç talebe bağlı olarak düşen sanayi üretiminin kısa vadede hızla canlandırılması, iç piyasanın yeniden hareketlendirilmesi ise hükümet açısından sil baştan yapıp 5 Nisan Kararları’ndan vazgeçmek anlamına geliyor.

İHRACAT HESABI TUTMADI

5 Nisan Kararları’nda “ekonominin itici gücü olmak zorunda” denilen ihracatta ’94’ün ilk altı ayında beklenen atılım gerçekleşmedi. İç talepteki daralmanın dışında, dış talebin artırılması, yani ihracatın artırılması yoluyla dengeleneceği hesabı tutmadı. İç talepte yüzde 60’a varan daralmaya karşın, ihracatta ancak yüzde 4’lük bir artış sağlanabildi. Hükümet aynen özelleştirme hedeflerinde olduğu gibi ihracat hedeflerinde de hüsrana uğradı.
Güney Kore, Tayvan gibi sadece ihracata dayanarak ekonomiyi düzlüğe çıkarmasının hiç olanağı yok. Kaldı ki, ihracat, maliyetlerdeki artışlar ve pazar sorunundan dolayı cazibesini yitirmiş durumda. Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesinden sonra ihracat azalacağı gibi ithalat daha da artacaktır.
“Türkiye’nin dış satımının üçte ikisini yaptığı OECD ülkeleri ekonomik durgunluktan henüz kurtulmuş değildir. Dış koşullar büyük bir dışsatım artışı için elverişli olmadığı gibi yerli firmaların ölçekleri, ürün kaliteleri, ürün çeşitliliği de hızlı bir artış için yeterli değildir. Dışsatımda sağlanacak en fazla yüzde 7-8 artış Türkiye ekonomisini durgunluktan çıkarmaz. ” (Öztin Akgüç, Milliyet, 4.8.94)
Her ağzını açanın “ihracata yöneldim”, “ihracatı artıralım” demesine karşılık, yılın ilk beş ayındaki ihracat artışı % 4 düzeyinde kaldı. Eldeki rakamlara ve gelişmelere bakıldığında hükümetin 1994 yılı için belirlediği 17 milyarlık ihracat hedefine varması zor görünüyor. Hükümetin haziran başından beri ihracatın artırılması için Eximbank aracılığıyla 3 trilyon TL ve 325 milyon dolarlık kredi kullandırmasına rağmen ihracatı istediği düzeyde artıramamıştır.
İhracatta beklediği gelişmeyi bulamayan hükümetin, ihracatın ithalatı karşılama oranındaki birkaç puanlık yükselmeden hareketle “ihracat gelişiyor” demesi sadece saçmalıktır. Bu yükselme ihracatın artmasından değil, daha çok üretim ve yatırımların durması sonucu ithalatın büyük oranda gerilemesinden kaynaklanıyor. ’93-94 yılı ilk altı aylık veriler karşılaştırıldığında ihracatta yüzde 4’lük bir artış olurken, ithalatta yüzde 2.5’lik bir gerileme oldu (Tablo 18).

İlk altı aylık ihracat ve ithalat (milyon/dolar) (Tablo 18)
İhracat             İthalat
Aylar        1993        1994        1993        1994
Ocak        1.274        1.312        1.793        2.154
Şubat        1.168        1.157        2.004        1.751
Mart        1.231        1.308        2.111        1.996
Nisan        1.258        1.388        2.879        1.724
Mayıs        1.338        1.186        2.525        1.045
Haziran    881        1.120        2.374        1.550
Toplam    7.150        7.471        13.686    10.220

ÖZELLEŞTİRME PANİĞİ VE DÜNYA BANKASI

Yıllardır birçok soruna “tek çözüm” gibi gösterilen özelleştirmede “elde edilecek kaynaklar altyapı yatırımlarına kanalize edilecektir” denilmesine karşın, 1986’dan beri yapılan KİT satışlarının yüzde 97’si özelleştirme giderlerine harcanmıştır. KOl’nin açıklamalarına göre ’86-94 Haziran sonuna kadar 19 trilyonluk gelir için 18.5 trilyon “ilan, reklam, danışmanlık vs,” harcaması yapılmıştır.
Harcamaların özel sektöre gittiği, satışların da “arsa değerinin altında” yapıldığı göz önüne alındığında, amacın “altyapı yatırımları için kaynak yaratmak” değil, trilyonlarca devlet malının özel sektöre karşılıksız olarak devredildiğini söylemek daha doğru olacaktır.
5 Nisan Kararları’nda bütçe açıklarını kapatmada “temel kaynaklar” arasında yer alan özelleştirme programında henüz istenilen düzeyde adım atılabilmiş değil. Anayasa Mahkemesi’nin Yetki Yasası’nı iptali ile özelleştirme askıya alınmış durumda. Eylülde meclisin açılmasıyla çıkarılacak yasa ile özelleştirmeye kalındığı yerden devam edilecek. Ancak 5 Nisan Kararları’nda özelleştirmede ön görülen 26 trilyonluk gelir hedefinin tutturulması imkânsız gibi bir şey. Bunun ekonomik iki sonucu var. Birincisi 1994 yılı bütçe açığının 189 trilyondan 103 trilyona indirilmesi hedefinin gerisinde kalmıyor. İkincisi ve hükümet açısından daha önemlisi, IMF ve Dünya Bankası’nın vereceği “yapısal uyum kredisi” tehlikeye giriyor.
Dış borç ödemede ve ithalatı karşılamada büyük ölçüde Dünya Bankası ve IMF’den alacağı referansa ve kredilere güvenen, hesaplarını bunun üzerine kuran hükümet, referans ve kredilerin suya düşme ihtimali karşısında şaşırmış ve sıkışmış durumda. IMF denetimcileri, gelişmelerle ilgili endişelerini bildirirlerken,
Dünya Bankası uzmanları “sadece bütçe harcamalarını kısarak bir yere varamazsınız. Neyi ne zaman yapacağınızı gösteren takviminizi bir an önce açıklayın” talimatını hükümete ilettiler.
Dünya Bankası’nın “Economic Program Mission Aide Memorie”de belirttiği gibi ve somut tarih istediği düzenlemelerden bazıları şunlar:
* Tarımsal destekleme ve bu kesimdeki girdi sübvansiyonlarının kaldırılması.
* Mevcut ücret sistemindeki tazminat uygulamasının kaldırılması.
* Geçici ve mevsimlik işçi uygulamasının kaldırılması.
* Kamu idaresi ve personel yönetimi konusunda bir strateji geliştirilmesi.
* Kamu yatırımlarında kullanıcıların maliyete katılımının sağlanması.
* İşten atılan işçiler için tazminat sisteminin getirilmesi.
* KİT’lerin tasfiye edilmesi.
Ekonomiden sorumlu bürokratlar, Dünya Bankası’nın istediği ayrıntılı takvim, sadece ekonomik kararlarla olamayacağı için, “siyasi karar” gerektiği görüşündeler.
Dünya Bankası’nın isteğinin üzerinden iki aya yakın süre geçmesine karşılık takvim hazırlanabilmiş değil. Ancak, görüldüğü kadarıyla kredi ve referansların alınabilmesi için takvimin hazırlanıp verilmesi de yeterli olmayacak, bunun yanında, hükümetin önümüzdeki günlerde hazırlayacağı 1995 yılı bütçe ve programının da Dünya Bankası talimatlarına uygun olması gerekiyor.
Özelleştirmeyle ilgili Olağanüstü Yetki Yasası’nın Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesiyle 5 Nisan istikrar Paketi’nin önemli gelir kaynağının tehlikeye düşmesi IMF’yi harekete geçirdi. Niyet mektubu ve 8 Temmuz’da imzalanan Stand-By anlaşması ile IMF denetimindeki Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri yerinde izlemek, Ekim ve Kasım aylarındaki “ara rapor” için veri toplamak üzere IMF uzmanları ağustos başında Türkiye’ye geldiler. Uzmanlar, özelleştirmenin gerilemesiyle ortaya çıkan 2.5 milyar dolarlık açığın nasıl kapatılacağı, 22 trilyonluk tarımsal destekleme alımı ve ödemelerinin hangi kaynaklardan ve nasıl yapılacağını sorguluyorlar. 14 aylık dönemi kapsayan 742 milyon dolarlık IMF kredisinin aksamadan ödenebilmesi uzmanların hazırlayacağı “üç aylık” ara raporun olumlu olmasına bağlı.

SONUÇ
Hükümetin pembe tablolar çizmesine, TÜSİAD, TİSK gibi örgütlerin “umutluyuz” demesine karşılık, mevcut ekonomik ve siyasi veri ve gelişmeler bir bütün içinde değerlendirildiğinde, ekonominin geçici de olsa kısa vadede, istikrara kavuşabilmesi olanaklı görünmüyor.
TÜSİAD Başkanı Halis Komili’ye göre ekonomik platformda kanayan yara olan işçi ücretleri ve toplusözleşmelerin dondurulup, askıya alınması “kanamanın durdurulması açısından olumludur” ama yeterli değildir. Hükümet, 5 Nisan Kararları’na yeni yaptırımlar ekleyerek, orta ve uzun vadeli programı hazırlamalıdır.
Komili’ye göre, esas sıkıntılı dönem yeni başlıyor, işçilerin, emekçilerin “ödediği ağır faturaların boşa gitmemesi” ve ülkenin Brezilya gibi bir krizler ve paketler ülkesi haline gelmemesi için “sosyal maliyeti daha ağır olacak olan” “ikinci kısmın” “siyasi kararlılıkla” uygulamaya sokulması gerekiyor.
Komili, açıkça tekelci sermaye dışında kalan kesimlere hükümetin tüm olanaklarıyla saldırması gerektiğini söylüyor. Rahmi Koç’un, işçilerin üzerine “tanklarla, bazukalarla gidilmelidir” dediği gibi.
Sermaye ve egemen sınıfların, tamamen sistemden kaynaklanan krizi atlatabilmek için işçi sınıfı ve emekçilere azgınca saldırmaları doğaldır. Doğal olmayan, bu saldırılara işçi sınıfı ve emekçi halkın aynı boyutta karşılık verememesidir.
Ancak sınıf içinde ve toplumun diğer kesimlerindeki artan tepki ve hoşnutsuzluklara bakıldığında, özellikle ücretleri ödenmeyen, toplusözleşme yapma gibi sendikal haklan gasp edilen işçi simimin, başta Türk-İş, Hak-İş, DİSK gibi konfederasyonların yönetimlerinin bütün engellemelerine ve pasifize etme çabalarına rağmen sermaye ve faşizmin artarak devam eden saldırılarına karşı uzun süre sessiz kalmayacağı söylenebilir. Bu gücün harekete geçirilmesinde görev daha çok sınıftan yana dürüst, namuslu sendikacılara ve öncü işçilere düşmektedir. Sorumluluk onların omuzlarındadır.
İşçi sınıfı ve emekçiler, bugün, deyim yerindeyse bir dönemecin eşiğindeler. Ya sermaye ve faşizmin azgınca sürdürdüğü sömürü, baskı ve zulme karşı sessiz kalacak, faturanın tümüyle üzerlerine yıkılmasını kabullenecek, yıllar süren mücadeleler sonucu kazandıkları siyasal-sendikal hak ve özgürlüklerden vazgeçecek ya da kendilerinin neden olmadığı krizin tüm yükünü egemen sınıfların sırtına yıkarak, onlara anladıkları dilden yanıt vereceklerdir. Bu, aynı zamanda mücadelenin daha üst biçimlere doğru gelişmesinin de basamağı olacak.

Eylül 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑