Geçmişten Bugüne Ortadoğu

 

Ortadoğu deyince, herkesin aklına savaşlar, iç karışıklıklar, katliamlar, her biri çözülmesi imkansızmış gibi gözüken sorunlar geliyor. Peki Türkiye’nin de içine dahil edildiği bu Ortadoğu neresi?

Aslında sorunun cevabı, bu bölgeye bu ismi kimin verdiğinde yatıyor. Batı ve Orta Avrupa ve daha sonra da genç kıta Amerika’nın feodal yüklerini sırtlarından yeni atmış burjuvazisi yeni pazarlar ve yeni kaynaklar için gözlerini dört açmışken, kendi yaşadıkları, sistemlerini sürdürdükleri alanların coğrafi olarak doğusuna “Doğu” demişlerdir. Kapitalist ilişkilerin henüz girmediği ya da yeni yeni şekillendiği bu coğrafyada, kendi uygarlıklarıyla ve daha çok da ekonomik-siyasal hedefleri ile örtüşmeyen her şeyi, “Doğu”nun “geri kalmışlığı” olarak tanımlamışlardır. Yağma seferlerine çıkmış İngiliz, Fransız, Alman girişimciler, gittikleri yerlerin yeraltı, yerüstü kaynaklarını talan etmenin kılıfını “barbar halklara” “medeniyet ihraç etmek” fikriyle oluşturuyorlardı.

Tarihsel olarak kapitalist üretim ilişkilerinin geç ortaya çıktığı ya da bizzat sömürgeci devletler eliyle girdiği bu ülkeler, yine aynı sömürgeci devletler tarafından yıllarca ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan bilinçli olarak geri bırakıldı. Belli bir aşamadan sonra, “uygar Batı’nın” güçleri kendi yarattıkları “barbar, “kendi kendini yönetmekten aciz Doğu” kavramına bizzat kendileri de inanır oldular. Buna kendilerini öyle inandırmışlardır ki, şimdiye kadar bölgede ortaya çıkmış ulusal kurtuluş mücadelelerini, ülkelerdeki emekçi sınıfların ülke siyasetine etkisini, hatta 1. Dünya Savaşı sonrası Rusya’da, daha sonra İran’da, yakın geçmişte de Irak, Afganistan ve en son Lübnan’da olduğu gibi karşılarındaki “Doğulu” halkların direnebilme ihtimalini hep küçümsemişler, bu bakış açısı yüzünden askeri ve politik yenilgiler almışlardır. Bugün ABD ve AB Ortadoğu’ya müdahalelerini hâlâ bölgeye “özgürlük, demokrasi, huzur ihraç etmek” olarak gösteriyorlar.

Kapitalizmin emperyalist aşamasına geçtiği dönemde emperyalizmin talanına açılmış her alan “Doğu” olmuştu. Çin Uzakdoğu’ydu, ancak İngiliz “maceracılar”ca yerli halkın yaşam alanı yok edilerek kurulan Avustralya asla “doğu”da olamazdı. Afrika Avrupa’nın güneyinde olmasına rağmen basbayağı “doğulu”ydu. Ya da Amerika kıtasında yaşayan yerli halk, doğuluları hiç aratmayan cahil yerlilerdi! Emperyalist bir güç haline gelmiş Japonya ise, artık “doğulu” kabuğunu kırmıştı. Onun doğululuğu artık bizzat batılılarca estetize edilmiş bir mistizmin ötesine geçmiyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetleri’ne, toplumsal, kültürel ve ekonomik gelişmişliklerine rağmen, “Batılı” aydınlar, ancak bir “Doğu Bloğu” olmayı reva görmüşlerdi.

Uzun lafın kısası, “Doğu” dediğimiz coğrafya, önceleri Avrupa, 2. Dünya Savaşı sonrası ise Amerika’nın çıkarlarına göre belirleniyor. Ortadoğu dediğimiz bölge de, coğrafi olarak, 3 yaşlı kıtanın kesiştiği bölge olarak tanımlansa bile, Amerikan emperyalizminin hedef ve planlarına göre Ortadoğu’nun sınırları sürekli genişlemektedir. Önceleri, zengin petrol kaynaklarına, ticaret yollarının kesiştiği bir konuma, bu yolların güvenliğini sağlamak için –aynı zamanda diğer emperyalist devletlerle olası bir savaşta– stratejik bir öneme, önemli ticari körfezlere ve tabii ki kültürel ortaklıklara sahip olan İran, Irak, Suriye, Arabistan Yarımadası, Filistin, Lübnan, Ürdün, Mısır (Süveyş Kanalı), Kuveyt ve Anadolu diye bir Ortadoğu tarifi yapılabilirken, 2. Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetlerini kuşatacak, Batı Avrupalı müttefikleri koruyacak bir hat üzerinden Ortadoğu’nun tanımı yenilendi. Coğrafi olarak Ortadoğu’da olmayan Libya, Afganistan, Pakistan Ortadoğu’nun sınırlarına dahil edildi. SB’nin dağılması sonrası ise, Cebelitarık Boğazı’ndan Çin’e kadar her yer, “Genişletilmiş Ortadoğu”nun bir parçası haline geldi.

Genişletilmiş Ortadoğu, dünyanın petrol ve doğal gaz kaynaklarının büyük bir kısmını barındırıyor. Dünya petrol rezervlerinin %74’ü bu bölge ülkelerinde bulunuyor. Dünyanın en büyük on petrol üreticisinin yedisi bu sınırlar içerinde. Nijerya ve Venezüella’yı dışında tutarsak, bu projenin kapsamı dışında kalan büyük petrol ve doğal üreticileri (Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan) de, bu projeye dahil coğrafyanın kuşattığı bölgede. Alternatif enerji kaynağı olabileceği tartışılan başka pek çok madenin de en yoğun bulunduğu bölge bu sınırlar içerisinde.

Aynı zamanda bu bölge, başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, pek çok sınai ve ticari doğal kaynağın nakil yolunu oluşturuyor.

Emperyalizmin propaganda merkezleri tarafından her ne kadar aksi iddia edilse de, en son İsrail’in Lübnan saldırısında da görüldüğü gibi, bir bölgede doğrudan silahlı bir güce sahip olmak askeri açıdan bir avantaj.

Yani Ortadoğu; 1) Zengin hammadde kaynaklarına sahip olması, 2) Enerji nakil yollarının güvenliği ve 3) Askeri stratejik önemi bakımından uzun yıllardır emperyalistlerin ilgi odağı. Emperyalist merkezlerden birinin Ortadoğu’da kazanacağı bir mevzi, diğer emperyalist merkezlerin bölgedeki çıkarlarının gerilemesi anlamına da geldiği için, Ortadoğu, yıllardır kaynayan –daha doğrusu kaynatılan– bir kazan.

 

TARİHE KISA BİR BAKIŞ

Ortadoğu ülkelerine kapitalist ilişkilerin asıl girişi Osmanlı imparatorluğu’nun çözülüş dönemine denk gelir. Birkaç yüzyıl Osmanlı’nın himayesinde özerk diyebileceğimiz şekilde yönetilen bölge, 19.yy.ın ilk yarısından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar gelen sürede, İngiliz ve Fransız emperyalizminin hem ekonomik hem de siyasal sömürgesi haline gelmiştir. Bölgedeki sınırlar da emperyalistler arasındaki bu çekişmelere göre çizilmiştir. Bölgede sömürge krallık ve emirlikler kurulmuştur. Bu dönemde, Hindistan, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Suriye’de İngiltere hakimdir. Irak ve Mısır, İngiltere ile Fransa’nın üzerinde hegemonya mücadelesine giriştikleri ülkelerdir. Mısır’da Süveyş kanalını yapan Fransızlar, kanalın denetimini bir şirket aracılığıyla gerçekleştirirken, bu şirketin hisselerini İngiliz sermayedarlara kaptırarak, Mısır üzerindeki etkisini de İngilizler lehine kaybetmiş oldu. Cezayir, Tunus ve Fas ise, Fransa’nın sömürgeleridir. Libya, İtalyanların kontrolü altındadır. İkinci dünya savaşından 69’daki Kaddafi darbesine kadar, bu ülke de, Fransa ve İngiltere’nin egemen olma mücadelesine sahne oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’yu etkileyen iki önemli tarihsel gelişmeye değinmek önemli:

Bunlardan birincisi, savaştan mağlup ya da galip olmasına karşın eski gücünü kaybedip gerileyerek çıkmış İngiliz, Fransız ve Alman tekellerin boşluğunu tekelleriyle Amerikan emperyalizminin doldurmasıdır. Önceki dönemin sömürgeci özellikleri ve politikalarını devralan ABD, faşizmin ezilmesinin ve sosyalizmin zaferinin tüm dünyada işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesini yükselttiği bu dönemde, doğrudan sömürge yönetimler yerine, ilişkilerini işbirlikçisi rejimler (daha çok emir ve krallıklar) üzerinden sürdürmüştür. ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyası, kültürel ve daha çok da siyasi bir hegemonya olma özelliği göstermiş, üstünlüğünü askeri gücüyle beslemiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’yu etkileyen ikinci önemli gelişme ise, İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Daha 19. yy.ın sonlarında (1897 1. Siyonistler Kongresi, Basel’de toplanmıştır), İngiltere’nin desteğiyle, “vaat edilmiş topraklar” olan Filistin’e yerleşmenin propagandasını yapan Siyonist liderler (Theodor Herzl), 1920’de Filistin’de bir İngiliz sömürgesinin kurulmasıyla aradıkları fırsatı buldular. (İngiltere, daha 1917’de, bölgenin denetimini Osmanlı İmparatorluğu’ndan devir alır almaz, Balfour Deklarasyonu diye bilinen bir metinle, Filistin’i Yahudilerin anayurdu olarak tanıdığını açıklamıştı.) Yoğun Siyonist propagandaya rağmen Filistin’e göç rağbet görmese de, yerleşen Yahudiler, ülkenin çeşitli yerlerinde koloniler kurdular. Kendi mahalli yönetimlerini, alışveriş merkezlerini, şirketlerini kurdular ve hatta askeri örgütlerini oluşturmaya başladılar. İngiltere, bölgede, daha o dönemde, İngiliz emperyalizminin çıkarlarını kendi çıkarı olarak görecek bir devlete ihtiyaç duyabileceğini düşünüyordu. Bu yüzden, Yahudilerin göçünün Filistinli Arap yoksullarını rahatsız edişine göz yumdu. Bölgeye yerleşen Siyonist Yahudiler en verimli toprakları satın alıyordu. Arap işçiler kasıtlı olarak işlere alınmayarak, üretim süreçlerinden kopartılıyordu. Bu dönemde, Arapların sivil Yahudilere karşı saldırıları ve bundan fırsat bulan Siyonist terör gruplarının karşı saldırıları yaşandı. Daha sonraları, Siyonistlerin beklediği fırsat, kapılarını çaldı. Alman faşizminin soykırımına maruz kalan Yahudiler, BM’nin denetiminde, 1948’de Filistin’e yerleştirildiler. BM’in planı, Yahudiler ve Filistinli Araplardan oluşacak ikili bir yönetimdi. Ancak bölgenin işbirlikçi gerici yönetimleri, Filistinli Arapların rahatsızlıklarını bahane ederek, İsrail’e saldırdılar. 24 saat süren bu savaş, Filistin topraklarının İsrail, Ürdün ve Mısır arasında paylaşılması ile son buldu. Ancak İsrail, bölge rejimlerinin zannettiği gibi bir ülke değildi. Bölgede bizzat ABD ve İngiltere emperyalizminin çıkarlarını temsil etmek için kurulmuştu. Anlaşmaya uymadı ve Filistin’in Ürdün ve Mısır’ın elinde kalan kısmını da işgal etti. Bu, İsrail’in ihlal ettiği ilk BM kararı idi ve daha sonra da hiçbir BM kararına veya imzaladığı hiçbir anlaşmaya uymadı. (Bu saldırının diğer önemli etkisi de, İsrail ve dünya Yahudileri arasında Siyonizmin etkisini neredeyse mutlaklaştırmasıdır. Bu tarihten sonra, İsrail hep Siyonist şeflerce yönetilmiştir.) Bu, hala böyle devam etmektedir. Şeriatçı İsrail devleti, İncil ve Tevrat’ı kaynak göstererek, Suriye, Lübnan, Ürdün ile Mısır’ın bir kısmı üzerinde hak iddia etmektedir.

 

NASIRCILIK VE ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU

1950’li yıllar, K. Afrika’daki Fransız sömürgelerinde bağımsızlık mücadelelerine tanıklık etti. Ancak başta İngiliz, Fransız sermayedarları olmak üzere, emperyalistlere en ağır darbe Mısır’dan geldi. 1956’da, işbirlikçi Kral Faruk rejimi, başını Cemal Abdul Nasır’ın çektiği genç yurtsever subaylar tarafından devrildi. Nasır ve arkadaşlarının anti-emperyalist ulusalcı bir çizgileri vardı. Askeri kademelerde yer almış bu kesim, aynı zamanda ülkelerinin en iyi eğitim almış, dünyada olup bitenleri izleyebilen seçkin bir aydın topluluğuydu. Bir yandan Kemalizmden, öte yandan da Sovyetlerden etkileniyorlardı. (Kemalizmin etkisiyle cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, laiklik gibi ilkeler Nasırcılık ve etkisinde kalan BAASçı hareketlerin ortak özellikleridir. Yine Sovyetlerin etkisiyle ulusalcı ekonomik programlar izlediler. Dönemin revizyonist Sovyet ideologlarının ortaya attığı “kapitalist olmayan yol”dan kalkınma çizgisini benimsediler.)

Bu dönemde Süveyş kanalı millileştirildi. Kanalın denetimini ellerinde bulunduran İngiliz ve Fransız şirketleri, bu durumu değiştirmek için, İsrail’i Süveyş’i işgal etmek üzere Mısır’ın üstüne yolladılar. İsrail, Kanal’ın denetimini ele geçiremedi, ama topraklarını genişletti.

Nasır döneminde, Sovyetlerin işbirliğiyle barajlar yapıldı, geniş çöl toprakları tarıma açıldı. Mısır’da sanayileşme adına gerçekleşen her şey bu dönemde hayata geçirildi. Mısır, Sovyetlerin de desteğiyle, Ortadoğu’nun en gelişmiş gücü oldu.

Suriye’de de Nasır’ın izinden giden bir BAAS darbesi yaşandı. Birleşik bir Arap cumhuriyeti fikri tartışılır oldu.

O dönemde, başını Yugoslavya (Tito) ve Hindistan’ın (Nehru) çektiği “Bağlantısızlar Hareketi” (ne Sovyetler Birliği ne de batılı emperyalistlerin tarafında olmamak anlamında bir bağlantısızlıktan bahsediliyordu) BM’de etkili bir güç haline gelmişti ve emperyalist hegemonyanın zayıflamasında da etkili oluyorlardı. Mısır ve Suriye’nin, kendi aralarında Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdukları bu dönemde, aynı zamanda, Sovyetlerin Ortadoğu’daki etkisini kırmayı da hedefliyorlardı. İşte bu dönemde, Nasır, bağlantısızlar hareketine dahil oldu. (Bu, aslında, Sovyetlerin de işine geliyordu. ABD’nin hegemonyasına karşı “Bağlantısız Hareketi” ile kuracağı ilişki ancak bu türden olabilirdi)

 

BİR SOĞUK SAVAŞ TAKTİĞİ: YEŞİL KUŞAK PROJESİ VE SİYASAL İSLAM

“Yeşil Kuşak” Projesi (YKP), ABD’nin, soğuk savaş döneminde Sovyetlerin politik ve ideolojik etkisinin artması ve bu etkinin alanının genişlemesini engellemek için, Norveç’ten Güneydoğu Asya’ya kadar, SB ve Çin’i kuşatma planıydı. Bu projenin örgütsel temelini, bizzat emperyalist istihbarat elemanlarının elinden çıkma İslami örgütlenmeler oluşturuyordu. Temel propagandası ise komünizm karşıtlığıydı. Bu projeyle, SB’ ye yakın duran, laik Arap Milliyetçiliğinin (Nasırcılık, BAAS vb.) etkisi de kırılacaktı.

ABD, bu projesini, Kuveyt, Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi siyasi sömürgeleri üzerinden sürdürüp, Ortadoğu’ya egemen olmayı hedefliyordu. Bu süreçte, özellikle Suudi Arabistan, ABD egemenliğinin maddi ve manevi dayanağını oluşturmuştur. Hem bölgedeki siyasi İslam örgütlenmelerinin finansmanını sağlıyordu, hem de Mekke, Medine gibi kutsal sayılan yerlerin bulunduğu ülke olarak, Ortadoğu’da manevi bir güce de önderlik ediyordu.

Aramco adlı Amerikan-Suudi petrol şirketi, bir şirketten çok siyasi bir parti gibi çalışıyordu. Hatta Suudi Arabistan’ı bu şirketin yönettiği dahi söylenir. Bu şirketin Türkiye kolu, Faysal Finans, Kuveyt Türk gibi banka ve finans kuruluşlarıydı. (Fethullah Gülen’in finansmanını da sağladığı söylenen bu şirketin yeni ilgi alanı, Rusya ve eski SB ülkeleridir.)

Türkiye’deki örnekleri komünizmle mücadele dernekleri, ilim yayma cemiyeti, cami yaptırma dernekleri vb… olan örgütlenmeler, Suudi Arabistan tarafından finanse edilmiş ve ABD ile bölgedeki işbirlikçi rejimler tarafından, ülkelerin iç siyasetinde yer edinebilmeleri sağlanmıştır. Örneğin Türkiye’de, Cuma namazı sonrası toplu çıkışlarla kimi öğrenci eylemlerine saldırılması, aslında, bu örgütlenmelerin asıl hedeflerini de ortaya koyuyordu.

İran’da da benzeri bir örnek vardır. Ulusal bir programa sahip olan, petrollerin millileştirilmesini hedefleyen iktidardaki Musaddık hareketi, Şah taraftarları ve mollaların birlikte hareket etmesi sonucu devrilmiş ve İran’da Şah yeniden iktidara gelmiştir. Ve ardından, mollalar, ABD’nin piyonu konumuna düşüp iktidara taşıdıkları Şah Rıza’yı yeniden devirmek zorunda kalmışlardır.

ABD’nin yeşil kuşak projesini uygulayabilmesi için, hedef ülkelerdeki İslami örgütlenmelerin o ülkelerin iç siyasetine de etki edebilmeleri gerekiyordu. Bunun için de bu fikri birilerinin örgütlenmesi şarttı. İşte Mısır’daki El-Azhar Üniversitesi de, ABD’nin yeşil kuşak projesine hizmet eden fikirlerin yayılmasını sağlıyordu. Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden öğrencileri, kendi ülkelerine geri döndüklerinde de bu fikirlerin yürütücüsü olarak siyaset arenasında boy gösteriyorlardı. Türkiye’deki “milli görüş” hareketinden bugünkü AKP’ye dek, İslami siyasi hareketlerin fikir babalığını da bu üniversitede eğitim görmüş kişiler yapıyor.

Yeşil kuşak projesi kapsamında, sadece İslami örgütlenmeler değil, Türkiye’den Norveç’e kadar olan bölgede NATO eliyle kurulan özel harp ve gladyo örgütlenmeleri de kullanılmıştır. Hatta Sovyetlerin içerisinde dahi, mafya, ABD ve işbirlikçileri eliyle örgütlenmiştir.

Amerika’nın YKP’ni sekteye uğratan yerler, Mısır ve Suriye ile sınırlı kalmadı. Irak’ta Nasırcılıktan ve SB’den etkilenen ve aralarında Saddam Hüseyin’in de bulunduğu askeri kademelerde örgütlenmiş BAAS (Arap Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi), tam da Mısır ve Suriye’nin BAC’nin kuruluşunu ilan ettikleri dönemde, Irak’ta iktidarı ele geçirdi (1968). Onları Libya’da Kaddafi darbesi izledi.

El-Azhar Üniversitesi, Nasırcılığın ve sosyalizmin Ortadoğu’da etkisini arttırdığı bu dönemde, Nasırcılığa ve sosyalizm fikrine karşı bir ABD projesi olan “İslami sosyalizm” fikrini ortaya atmıştır. Bu fikre göre, sosyalizm ile İslam çelişmiyordu ve aslında sosyalizmin vaat ettiği pek çok şey İslam düşüncesinde de vardı! Böylece sosyalizm İslam’ın sınırları içerisine alınıyordu. Öte yandan, İslam düşüncesine karşı en büyük tehlike olarak da Sovyetler gösterilerek, yoğun bir anti-komünizm propagandası sürdürülüyordu. Böylelikle Küba devriminin, Vietnam’daki direnişinin vb. etkisiyle sosyalizm fikrine yaklaşan kesimler, komünizm karşıtlığı üzerinden, “komünizme karşı mücadele eden” ABD’nin safına çekilmeye ya da en azından ABD’nin karşısında olmama fikrine kazanılmaya çalışılıyordu. Bugün Mısır’ın iç siyasetinde etkili bir güç haline gelmiş olan Müslüman Kardeşler’in fikri alt yapısında, bu İslami Sosyalizm teorileri vardır.

HAMAS da, Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin’deki ayağı olarak, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Dönemin mevcut siyasal ortamında, El-Fetih ve daha çok Hıristiyan Filistinlilerden oluşan FHKC kendilerini solda ilan ettiler. Bunlardan George Habbaş’ın FHKC’si sosyalist olma iddiasındaydı. El-Fetih hareketininse, esen sosyalizm rüzgarından dolayı kendisini başka türlü tanımlama gibi bir şansı çok da yoktu. Filistin kurtuluş mücadelesini asıl olarak Çin ve Arnavutluk destekliyordu, SB ise daha mesafeli duruyordu. Dönemin HAMAS’ı, ilk ortaya çıktığı koşullarda, daha çok İsrail yanlısı politikaları destekliyordu.

Peki, ne olmuştu da, HAMAS ya da ABD’nin YKP’nin parçası olarak kurulmuş siyasal İslami hareketler, günümüzdeki gibi, İsrail ve ABD’nin çıkarlarıyla çatışır hale gelmişlerdi? HAMAS da dahil, İslami hareketlerin nitelik değiştirmesinin başlıca iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz: Bunlardan ilki İran devriminin etkisi, ikincisiyse SSCB’nin yıkılmasıdır.

 

İRAN DEVRİMİNİN ETKİLERİ

1979’da İran devrimi sonrası iktidara gelen Humeyni, bölge halklarınca, yoksulların en büyük dostu olarak bilinir. Çünkü iktidarı boyunca ciddi bir sosyal program uygulamıştır. (Eğitim, sağlık ücretsiz hale getirilmiş, yeni istihdam olanakları yaratılmış, barınma sorunu çözülmüş, aşhaneler kurulmuş, petrol millileştirilmiştir.) Bu yüzden İran’daki Şii devriminin diğer ülkelerdeki destekleyicileri yoksul Müslümanlar olmuştur, çoğu da Sünnidir. (Mısır, Türkiye, Suriye…) Müslüman yoksulların devrimi olarak tanınan İran devriminin diğer bir etkisi de, zengin-yoksul ayrımının, Batı-İslam dünyası ayrımı şeklinde algılanır hale gelmesidir. Yoksulluğa karşı sosyal devlet politikaları izleyen İslam devleti İran ve bu sosyal devlete karşı Batılı emperyalistlerce yöneltilmiş saldırı, böyle bir algılamanın doğmasına neden oluyordu.

1979 yılı, aynı zamanda, Saddam’ın cumhurbaşkanı olarak iktidarını sağlamlaştırdığı döneme rastlar. Saddam gericiliği, başta Sovyet revizyonizmi olmak üzere, emperyalistlerce silahlandırılmıştır. ABD ve diğer batılı emperyalistler ilk başta Saddam’a mesafeli dursalar da, İran’ın bölge halkları üzerinde artan siyasal etkisine karşı, Saddam gericiliğini desteklemeyi tercih etmişlerdi. Saddam’ın Kürt halkına ve Şii€lere karşı uyguladığı baskı ve şiddet politikalarına Batılı emperyalistler tüm 80’li yıllar boyunca sessiz kalarak, bu uygulamaların gizli destekçileri olmuşlardır. İran rejimi ise, bazen Irak’taki Şiileri, bazen de Kürt Sorununu bahane ederek, Ortadoğu üzerindeki yayılmacı planlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu durum, binlerce insanın cephede ölmeye sürüldüğü (İran’ın “insan dalgası” taktiği hatırlanacaktır) İran-Irak Savaşı’na yol açtı. 1980-1989 yıllarını kapsayan bu savaş, kazananı olmayan bir savaş olarak sonuçlandı. (ABD emperyalizmi savaş boyunca ikili oynamıştır. İran’ın etkisinin artması tehlikesine karşı Irak’ı desteklemiş olsa da, SB’ye daha yakın olan Saddam’ın bir güç olması ihtimaline karşı da dolaylı yollardan İran’ı desteklemiş, İran devriminin enerjisi bu savaşla tüketilmek istenmiştir.)

 

SİYASAL İSLAM DÜŞMANINI YENİDEN BELİRLİYOR: “RÜZGAR EKEN, FIRTINA BİÇER”

İslami hareketlerdeki değişimi tetikleyen diğer etken ise, Sovyet Bloğu’nun dağılmasıdır. Başta Amerikan-İngiliz emperyalizmi olmak üzere, emperyalistler, “Doğu Bloğu”ndan arta kalan alanları yeniden paylaşmanın hesabına girişmişlerdir. ABD’li düşünce kuruluşlarınca hazırlanan ve “Amerikan Yüzyılı” projesi diye bilinen PNAC raporu, en önemli bölge olarak Ortadoğu’yu, en stratejik ülke olarak da Irak’ı hedef gösteriyordu. Mevcut yeni koşullarda, diğer emperyalist devletler harekete geçmeden, ABD bölgedeki etkisini arttırmalıydı. Enerji kaynaklarına sahip veya nakil yolları üzerinde bulunan ve bir süre öncesine kadar SB’nin desteğini alan Libya, İran ve Suriye rejimleri de hizaya getirilmeliydi.

Irak’ın stratejik önemi her şeyden önce dünyanın en büyük ikinci petrol üreticisi olmasındaydı. ABD’nin düşünce kuruluşları, İran, Irak ve Libya’nın ortak hareket ederek, OPEC aracılığıyla petrol piyasasında hakimiyet kurmalarından korkuyordu. ABD’nin Irak petrollerine hakim olması bu olasılığı saf dışı ediyordu. Irak, aynı zamanda Körfez Bölgesi’ne hakim, İran ve Suriye gibi “şer eksenleri”ne ve rakip Rusya’ya karşı stratejik bir bölgede yer alıyordu. SB’nin dağılmasından bu yana geçen süre, ABD’nin Irak ve Ortadoğu üzerindeki hedeflerini gerçekleştirme çabasına sahne oldu. İlk Körfez Savaşı’ndan işgale kadar geçen süre, Libya’nın “şer ekseni”nden uzaklaştırılması, Somali’nin BM’ce işgali, İsrail’in artan saldırganlığı, Lübnan’da kışkırtılan iç karışıklıklar, Sudan’a atılan bombalar, Afganistan’ın işgali, İran ve Suriye üstündeki baskının arttırılması, hep ABD’nin stratejik hedeflerine ulaşma çabasının adımları oldu.

SB’nin dağıldığı, yani büyük düşmanın ortadan kalktığı döneme gelindiğinde, Ortadoğu’ya savaş açmış, İsrail Siyonizminin en büyük destekçisi olduğu aşikar olan ABD, İran’ın ideolojik etkisiyle birlikte, yoksul Müslüman halkların baş düşmanı olarak gözüküyordu. Bu zamana kadar gelen süreçte, HAMAS ve diğer kimi İslami hareketler de, düşmanını ABD ilan edebilecek bir sınıfsal zemine sahip hale gelmişlerdi. İşte ABD’nin bölgede bizzat kendi desteğiyle kurduğu, kuruldukları ülkelerde önemli siyasi pozisyonlar kazandırdığı İslami örgütlerin ABD ile çatışır pozisyona gelmesinin kısa özeti budur. Bu süreçte, ABD karşıtı bir tavır almamış İslami örgütler güç kaybetmiş, bir kısmı tarih sahnesinden silinmiş, bir kısmı radikalleşmiş, bir kısmı da bölge gerici rejimleri ile uzlaşarak varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

ABD, YKP’den miras kalan ve hala ABD yanlısı tutum alan İslami örgütlenmeler ile başta Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gericilikleri eliyle, GOP kapsamında “Amerikan Yüzyılı Projesi” ile çatışmayan, Türkiye’deki sözcülüğünü AKP ve Fethullah Gülen’in yaptığı “Ilımlı” bir İslam projesini hayata geçirmeye çalışıyor.

 

ORTADOĞU VE KÜRTLER

ABD’nin ilk Irak müdahalesi (1991) ile başlayan süreçte, Kürt Sorunu, öncesi ile kıyaslanamayacak bir önem teşkil eder hale geldi. Bölgenin 4 büyük ülkesinde yıllarca inkar, baskı, şiddet ve asimilasyona maruz bırakılmış Kürt halkının mücadelesinin yükseldiği bu dönemde, Kürt Sorunu, bir önceki dönemde olduğu gibi ülkelerin iç sorunu ve birbirlerine karşı kullandıkları bir sorun olmanın ötesine geçerek, bölgede egemenlik mücadelesi yürüten emperyalist güçlerin birbirlerine ve bölge gericiliklerine karşı kullandığı bir soruna dönüştü. ABD ve AB aracılığıyla Alman, Fransız emperyalizmi Kürt halkının özgürlük taleplerinden faydalanmakta yarar gördü. Bu, bir yandan emperyalistlerin Kürt burjuva, burjuva-feodal çevrelerinde, aydınları arasında “özgürlük ve demokrasi getirme” vaadi ile mevzi kazanma çabasıyla şekillenirken (Talabani-Barzani’nin konumu, Türkiye’de bir “Kürt AKP’si” kurma şeklinde tartışılan girişimler), diğer yandan bölge gericiliklerini sorunun istismarı üzerinden emperyalizmin bölge politikalarına daha fazla bağlama biçiminde tezahür ediyor (Türkiye-ABD arasında son dönem İncirlik üssü üzerinden yapılan pazarlıklar). Irak’taki Kürt yönetimi, ABD’nin “bölgeden çekilirsek Türkiye, Suriye ve İran’la baş başa kalırsınız” tehdidiyle, her geçen gün Amerikan politikalarına daha fazla mahkum hale geliyor. Suriye ve İran için durum daha da karışık. Yıllarca üzerinde tepindikleri Kürt sorunu, şimdi ABD’nin bu ülkeleri kuşatma planın bir parçasına dönüştü. Türkiye’de ise, bu sorunun çözümü kendini her geçen gün daha da fazla dayatıyor. Ülke egemenleri bir yandan askeri yöntemlerle sorunu çözmek taraftarı gözükseler de, uzlaşmacı –aslında Amerikancı– bir Kürt partisiyle işin içinden çıkılıp çıkılamayacağını da tartışıyorlar. Her ne koşulda olursa olsun, Türkiye egemenlerinin girişeceği hamleler, ABD tarafından onaylanmış hamleler olacak. Dikkat edilmesi gereken diğer bir yön de, Irak’ta kurulan federe Kürt yönetiminin, Türkiye’deki Kürt üst kesimleri üzerinde beklentilere yol açıyor olmasıdır. ABD kendisiyle uzlaşmaya hazır bir Kürt oluşumu için çaba sarf ediyor. Bunu, mevcut Kürt ulusal hareketi içinden oluşturmaya çalıştı, ancak henüz başarılı olamadı. Son günlerde Amerikan medyasında PKK’nin “yüksek Amerikan çıkarları için tehdit” oluşturduğu yönlü yorumlar, ABD’nin PKK içinden kendisine tabi olacak bir kesim örgütleme planından yavaş yavaş umudunu kesme eğilimini dile getiriyor.

 

bunca saldırıya karşı Ortadoğu halkları nasıl direniyor?

Yazının başında da belirttiğimiz gibi, emperyalizmin ve ideologlarının gözünde “Doğu”, “medeniyet götürülecek” yerlerdir. Truman bir konuşmasında “bölgedeki ülkelerin hiçbirisi, ne yalnız ne de birlikte, kendilerine yöneltilecek bir tecavüze karşı koyabilecek kadar güçlüdür” diyor. Gerçekten durum bu mu? ABD’ye olan öfkenin bu kadar geniş boyutlarda olduğu bölgede, nasıl oluyor da, ABD bu kadar rahat at koşturuyor?

Bir yanda her türlü anti-demokratik uygulamalarının emperyalistler eliyle desteklendiği işbirlikçi rejimler, diğer yanda halkın İsrail Siyonizmine ve ABD politikalarına olan tepkilerini istismar ederek kendisine karşı muhalefeti engelleyen, gerektiğinde zor kullanan İran ve Suriye gibi bölge gericilikleri. Bölgenin muhalif gözüken hareketlerinin neredeyse tamamı, “İsrail karşıtlığı” adına, kendi ülkelerinin yönetimleriyle işbirliği içinde. Ortadoğu’da hemen herkes muhalifliğini İsrail karşıtlığı üzerinden ölçüyor. Her bir ülkenin kendi içindeki sınıf savaşımları, demokrasi mücadelesi, ulusal sorunlar, emperyalizmle girilen ilişkiler vb. hepsi arka plana itiliyor, görmezden geliniyor. Yani İsrail’in varlığı, Amerikan-İngiliz emperyalizmin planları doğrultusundaki saldırganlıkları ile bölge halkları üzerinde askeri bir tehdit oluşturmakla kalmıyor, bölge ülkelerinin iç siyasetinde de gerici bir etki yaratıyor.

Suriye’de ABD’ye ve İsrail’e karşı gelişecek olası bir direniş BAAS’ ın denetiminde olacak. Böylesi bir direnişten kendi sorunlarını çözmüş, emperyalist istismarlardan kurtulmuş bir Suriye’nin doğması güç gözüküyor.

Irak’taki direniş büyük oranda eski BAAS kadrolarının denetiminde. Birkaç Sünni direniş grubu plansız ve amaçsız eylemler düzenliyor. Ancak direniş adına büyük eylemleri BAAS’cı örgütler düzenliyor. BAAS’cıların ise, Irak halkının tamamını kucaklayabilecek bir programları yok. Eski Saddam rejiminin ötesinde bir vaatleri yok.

Irak’taki Şii örgütlerinin çoğu ise İran güdümünde hareket ediyor ve bu grupların anti-Amerikancı bir söylemi şu an için bulunmuyor. İşin bir yanı Saddam rejiminin Şiiler üzerindeki baskısının ortadan kalkması, diğer yanı ise İran’ın Irak üzerindeki hesapları. İran, Irak’ta kendi denetimi altında özerk bir Şii bölgesi yaratabileceğini düşünüyor. Güçlü bir ordu, nükleer güç, zengin doğal kaynaklar ve bölge ülkeleri üzerinde ideolojik bir etkiye sahip olan İran, Ortadoğu’da kararlaştırıcı bir güç olmak istiyor. Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de İslami Cihad örgütü ile hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. Amerikan-İsrail çetesiyle gireceği bir mücadeleden galip çıktığında tek vaadi İran devriminin o ülkelere ihracı.

İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırıyı da buradan düşünmek lazım. Önce Suriye Lübnan’dan uzaklaştırıldı, ardından İsrail Siyonizmi İran destekli Hizbullah’ı hedefe koyarak mesajını İran’a verdi. Doğrudan karşı karşıya gelmeye henüz hazır olmayan ABD ve İran’ın çıkarları Lübnan’da çatıştı. İsrail Lübnan’a bombalar yağdırırken, Hizbullah’ın tüm Lübnan’ı kucaklayacak bir propaganda yürütmesi elini güçlendirdi. Yıllar sonra ilk kez girdiği çatışmadan yenik çıkan İsrail’in şahsında, ABD, planlarını daha önce Yugoslavya ve Somali’de olduğu gibi, BM eliyle gerçekleştirmenin hesabında. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, İsrail’in bu başarısızlığı sonrası, bölgede, İran ve İran’dan destekli güçler, güçlü ve etkili bir pozisyon edindiler. Bugün için bölge halklarının sempatisini kazanmış Lübnan Hizbullah’ı, şu an, “ben İran’ın denetimindeyim” diyemeyecek bir toplumsal tabana hitap eder hale gelmiştir (Bunun sebebi, Lübnan halkının farklı din, mezhep ve milliyetlerden insanlardan meydana gelmesidir). Barış süreci devam ederse, ulusal bir parti olarak gelişmesi olasıdır. Bu durumda Lübnan devleti İran’la dost ve müttefik bir ülke olarak ortaya çıkabilir. Eğer Hizbullah aksi bir yol izlerse, en ileri yapabileceği iş, Lübnan’ı İran’ın Akdeniz’e açılan bir limanı haline getirmek olacaktır.

Hizbullah’ın Lübnan’da yaşayan Şii, Sünni, Hıristiyan, Dürzi tüm Lübnan halkını temsil eder (ya da etrafında birleştirir) bir konum kazanması, bölgede gelişecek anti-emperyalist mücadelenin ulusal, mezhepsel ayrılıkları aşabilmesinin mümkün olduğunu da gösteriyor.

İsrail’in Ortadoğu yıllardır yenemediği asıl güç olan Filistin halkının direnişiyse yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Ortadoğu’daki tüm muhalif hareketlerin neredeyse teslim bayrağını çektiği bir dönemde Filistin halkı 1. İntifadayı gerçekleştirmişti (1987). FKÖ’nün denetimi dışında gelişen bu direniş ile FKÖ’nün halk üzerindeki etkisi ve önderliği kırılmaya başladı. Zaten geçen yıllar içinde, FKÖ’nün yöneticileri emperyalist istihbarat örgütlerince ticari-mali ilişkilerin içine sokularak yozlaştırılmıştı. FKÖ’nün kırılan bu etkisi HAMAS ve İran destekli İslami Cihad gibi İslami örgütlerce dolduruluyordu. FKÖ liderlerince yapılan her anlaşma, anlaşmanın şartlarına Filistin halkı ve Filistinli örgütler uymasına rağmen, İsrail’in tutumu sonucu, Filistin halkına daha yoğun bir baskı olarak geri dönüyordu. Bu durum, anlaşmalara imza atmak zorunda bırakılan FKÖ’ye olan güveni azaltıyordu. 2. İntifada bu dönemde patlak verdi (2000). Filistin halkının çıkarları için gerektiğinde masadan kalkan, halkı İsrail saldırganlığına karşı mücadeleye çağıran Arafat’ın ölümü sonrası, ABD yetkililerince yıllardır masada görülmek istenen “Ilımlı” Mahmut Abbas’ın başa gelmesi ve onun uzlaşmacı, bekle-gör tutumu Filistin halkının tepkisini çekti. Filistin mücadelesinin ilk gününden beri önderlik yapmış El-Fetih hareketi, mücadelenin önderliğini HAMAS’a bırakmak zorunda kaldı. Filistin halkının yeni temsilcisi HAMAS’ın ise, Arafat’ın yıllarca başardığı şeyi, dünya kamuoyunun desteğini alma işini başarabilecek bir bakış açısının olup olmadığı ise şüpheli.

Unutmamak gerekir ki, Vietnam direnişinin, Küba devriminin tüm dünya halklarınca saygıyla anılmasının asıl sebebi, tüm insanlığa seslenen ve mücadelelerini –propaganda düzeyinde bile olsa– sosyalizm mücadelesi ile birleştirmeyi hedefleyen bir çizgi izlemeleriydi. Bugünkü koşullarda da böyle bir dünya perspektifini sunabilecek tek güç komünist hareketlerdir. Ancak bölgenin kendisini komünist sayan hareketleri, İsrail karşıtlığı fikriyle kendi rejimleriyle barışmış durumdalar.

 

TÜRKİYE VE GÖREVLER

İşte bütün bunlar üzerinden şunu söyleyebiliriz: “Bütün Ortadoğu’ya baktığımızda, emperyalizmin genişleyen ve genelleşen saldırıları karşısında anti-emperyalist bir halk direnişinin örgütleneceği, buradan da kurtuluş sonrasına ilişkin bir program çıkartabilecek bir savaşı yürütmenin temeline, imkanına, tecrübesine sahip tek halk Türkiye halkıdır. Gerek aydın birikimi gerek örgüt ve mücadelesinin sağladığı birikim, tarihsel, sosyal, ekonomik koşullar bu fırsatı Türkiye’ye sağlıyor.” (Evrensel HAYAT’ta Aydın Çubukçu’yla yapılan röportajdan)

Ortadoğu’da barışı tutarlı bir şekilde savunmak ve bunu kazanabilmek; emperyalizme ve şovenizme karşı verilen mücadeleleri birleştirebilmekten, Türkiye’de yaşanan Kürt sorununun üzerinden atlamadan, bu sorunun demokratik, halkçı ve barışçıl bir yoldan çözümünü savunmaktan geçmektedir. Ortadoğu’da kalıcı bir barış, bölgedeki tüm halkların emperyalizme karşı vereceği bir ortak mücadeleyle emperyalistlerin bölgeden topyekun uzaklaştırılmasıyla sağlanabilir. Bölgeye yapılan emperyalist müdahalelere karşı mücadele, aynı zamanda, Ortadoğu’daki gerici rejimlere karşı verilen bir mücadeleyle birleştiğinde anlamlı olacaktır ki, bu iktidarlar, bölgenin emekçi halklarının azılı birer düşmanı, barışın önündeki engellerdendir. Direnişlerin programları ancak bu temel üzerinde şekillendiğinde, kalıcı bir barış ortamı ve emekçi halklar yararına demokratik iktidarlar kurulabilir.

Türkiye böyle bir mücadele için; bölgedeki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında çok daha fazla olanağa sahiptir. Son yıllarda ne kadar dinamitlenmeye çalışılsa da, Türkiye, çeşitli din, mezhep ve milliyetlerden emekçilerin bir arada yaşadığı, zaman zaman bir arada mücadele edebildiği bir ülkedir. Ekonomik olarak emperyalist kuşatmaları aşabilecek işgücüne, teknoloji ve doğal kaynaklara sahiptir. İşçi sınıfının diğer ülkelere kıyasla ciddi bir mücadele ve örgütlenme deneyimi vardır. En önemlisi, emperyalizme karşı mücadeleyi bir işçi sınıfı iktidarı ile, sosyalizmle taçlandırmayı hedefleyen, taktiklerini, araçlarını buna göre belirleyip uygun tarzda emekçiler içinde örgütlenen bir sınıf partisine ve onun çevresinde birleşebilecek bir entelektüel birikime sahiptir. Bu sebeple, Türkiye’de gelişecek bir mücadele, diğer halklar nezdinde umut kaynağı olma potansiyelini fazlasıyla taşımaktadır ve sadece Ortadoğu’da değil, Kafkaslar, Balkanlar, Latin Amerika gibi emperyalizmin “kazan kaynattığı” diğer bölgelerde de siyasal bir etki yaratacaktır. Irak işgali öncesi ve sırasındaki tüm yaşanan tecrübeler buna işaret etmektedir.

Üniversitelerdeki Gelişmeler ve Yeni Döneme Hazırlık

Yükseköğrenimde bir yarıyıl daha geride kalırken, bu dönem, üniversite gençliğinin çeşitli biçimlerde boy veren mücadelesine de sahne oldu. Yükseköğrenim gençlik hareketinin bu dönemdeki durumunu, gelişme dinamiklerini ve yüz yüze bulunduğu kimi zaaf ve problemleri daha yakından irdeleyebilmek için, kısaca, yaşanan gelişmeleri kaba hatları ile de olsa hatırlamakta fayda var.

4 Aralık günü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto etmek ve taleplerini iletmek üzere Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne yürümek isteyen öğrencilere polisin hunharca saldırmasıyla, bir öğrenci bebeğini düşürdü, bir öğrencininse burnu kırıldı. AKP ise, bu sıralarda, biber gazına deodorant, öğrencilere ise cansız bir cisim muamelesi yapan polise sahip çıkma telaşına düşmüştü. Hemen akabindeyse, 8 Aralık’ta, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yeni anayasa tartışmalarına ilişkin konuşma yapmak üzere gelen TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun konuşturulmaması, yumurta yağmuruna tutulması ve salondakilerin hemen hepsinin protestoya katılmasıyla; üniversiteler, ülke gündeminde baş sıralara oturmaya tutmaya başladı. Sonrasında ise, birçok ile ve üniversiteye yayılan protestolar gerçekleştirildi.

Bu gelişmeler yaşanırken, herkes kendi cephesinden meseleyi tartışmaya başladı. Üzerine yazılan, çizilen, konuşulan o kadar çok şey oldu ki, kısmen bunlara değinmek gerekiyorsa da, kimin nasıl değerlendirmeler yaptığı tek başına başka bir yazı konusu olabilir.

Ceza Hukuku ve Anayasa Hukuku terminolojileri ile olan biteni değerlendirmemek gerekse de, işi bu noktadan ele alanlara bir cevap vermek gerekiyor. Zira çok geniş bir çevre, yumurta atmayı ya da onun türevlerini suç kapsamına sokabilmek için bir hayli çabaladılar. İfade özgürlüğünden dem vurup öğrencileri suçlamaya kalktılar, arkasında ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) olduğunu söyleyecek kadar ifrada vardırdılar. Sonuncusuna cevap vermeye dahi gerek yok. Ama meseleyi ifade özgürlüğünün kısıtlanması olarak değerlendirenlere, en basitinden, iktidar, yani muktedir olanın ifade özgürlüğünden bahsedilemeyeceğini hatırlatmak gerekiyor. Kaldı ki, her gün televizyonlarda açıklamalar yapıp, görüşlerini geniş bir kamuoyu ile paylaşabilmektedirler.

“Onları dinlemek için salonda olanlara saygısızlık değil mi, peki?” diyenlere ise, Siyasal’daki öğrenci forumunda, bir öğrenci, “onlar da, televizyondan izlesinler o halde” deyiverdi.

İşi magazinel yanları ile tartışmanın ve konuşmanın gereği yok, zaten bunlara bolca tanıklık ettik; olan bitenin, öğrencilerin gerçek taleplerinden kopartılacak tarzda ele alınması, hem ana akım medyanın hem de hükümetin işine gelmiş olacak ki, iş, yumurtanın faydalarına, menemene kadar gitti.

TEKEL işçilerine destek için Ankara’da düzenlenen eylemlerde güvenlik güçlerine yumurta attıkları için haklarında açılan davada 6 genç beraat etti, mahkeme gerekçeli kararında ise, “Güvenlik güçlerine yumurta atma eylemlerinin sabit olduğu kabul edilse bile, sanıkların davranışı tümüyle demokratik bir hakkın kullanılmasına yöneliktir” deniyor. Daha fazla söze, hukuki açıdan gerek yok sanırız.

Tarzı-siyaset bakımından başkaca yol ve yöntemlerin tercih edilmesi gerekiyor. Ancak tartışılmaya, eleştirilmeye ve dönüştürmeye muhtaç olmakla birlikte, tüm bu yaşanan protestoların sonucu olarak, üniversitelerin, öğrencilerin ne istediği bunca tartışıldıktan sonra, bir çırpıda saymanın bile uzun olacağı bir dizi “görüşme” gerçekleşti. 6 Ocak’ta, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ankara’daki 11 üniversiteden 14 temsilciyi kabul etti. 19 Ocak’ta, Abdullah Gül’ün talimatı ile YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, üniversitelerin öğrenci konseyleri başkanlarıyla bir araya geldi. Görüşmeye, 156 üniversiteden 125 öğrenci temsilcisi katıldı. Daha sonra 24 Ocak’ta, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 23 üniversitenin öğrenci konseyi temsilcileriyle bir araya geldi. 27 Ocak’ta ise, Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları bahane edilerek, adeta üniversitelerin sorunlarından kaçarcasına, Başbakan, Erzurum’da, öğrenci konseyi başkanları ile görüştü. Daha bitmedi, şimdi de, ÖSYM Başkanı Ali Demir, 7 Şubat’ta, Yükseköğretime Giriş Sınavı’na (YGS) girecek öğrencilerle bir araya gelecek. ÖSYM’deki toplantıya, Türkiye genelindeki her ilden 2 öğrenci katılacak.

Her ne kadar yeterli olmasa da, bu görüşmeler esnasında, üniversitelerin asıl sorunlarını gündeme getiren üniversite konsey başkanları da oldu. Galatasaray, İTÜ, Yıldız Teknik, 9 Eylül, Tunceli, Yeditepe gibi üniversitelerin öğrenci temsilcileri, her meselede anlaşamasak bile (özellikle anadilde eğitim), gerçek sorun ve taleplere vurgu yaparak, değerli bir iş yaptılar. Bu görüşmeler sırasında, öğrencilerin en yakıcı problemlerini gündeme getiren ve AKP’nin üniversitelere dönük girişimlerine karşı mücadele eden öğrenciler de protestolar gerçekleştirdiler. Birçok yanı tartışılmaya ve eleştirilmeye muhtaç olmakla birlikte, bizlerin de bir parçası olduğumuz bu hareketlenmeler olmasa idi, bu adamların hiçbirinin öğrencilerle görüşeceği yoktu. Şöyle de ifade edilebilir, yalandan da olsa, göstermelik de olsa, AKP, 9 yıllık iktidarında, YÖK ise, 30 yıllık tarihinde öğrenci temsilcileri ile taleplerini dinlemek üzere görüşmemişlerdir. Daha önce de basında pek yer almamasına rağmen, kimi görüşmeler olduysa da, öğrenci taleplerinin ilk kez bu kadar dile getirilmesinin sebebi, özetle, sokaktaki ve de üniversitelerdeki muhalefet idi.

GERÇEKTE ÜNİVERSİTE’DE OLAN NE?

Öncesi bir yana, Türkiye üniversitelerine dönük olarak girişilen en kapsamlı saldırılardan birisi, 80 darbesinin ürünü olarak YÖK eliyle yapılan saldırılar, diğeri ise, AKP’nin YÖK’ü de ele geçirerek, üniversitelerde uyguladığı yeniden yapılandırmadır.

Üniversiteler, bir kurum olarak ortaya çıkışlarından itibaren, doğaları gereği, her zaman verili duruma itiraz eden, olan biteni sorgulayan yerler oldular. Ancak muhalefet merkezleri olmanın yanında, hakim ideolojilerin de, hem beslendiği, hem de yeniden üretildiği kurumlar oldukları için, üniversiteler, her zaman, iktidarın müdahale edip, kendi çizgisine getirmek istediği bir alan olageldi. AKP de, bunu, iktidar olmanın tüm olanaklarını kullanarak, her defasında fütursuzca saldırılarla ispatladı. AKP, üniversitelere yönelik saldırganlığını, hem bilimsel olan her şeye dönük gerici savunularla, hem üniversiteleri piyasaya iyice açma girişimleriyle, hem de bizzat üniversite yönetimlerini kendisinin belirlemeye çalışma tutumuyla ortaya koydu. Aslında üniversitelerin piyasa tarafından yönetilen, piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesinden başka bir şey olmayan Bologna Projesi, süreç, her ne kadar çok daha öncesinde başlamış olsa da, bu dönemde tamamlanmaya çalışıldı.

Bu dönem, üniversitelerin açıldığı andan itibaren, kimi zaman kitleselleşen protestolar gerçekleştirildi. Bunlar, üç temelde gerçekleşen eylemler oldu: 1-     Özellikle taşra üniversitelerinde barınma ve ulaşım hakkı gibi ekonomik taleplerle yapılan eylemler. 2- Başta bölge üniversiteleri olmak üzere, anadilde eğitim hakkı için gerçekleşen eylemler. 3- Son olarak ortaya çıkan ise, özellikle AKP’nin özelde üniversitelere dönük bilimsel özgürlük ve laisizm karşıtı saldırılarına ve aslında tüm alanlarda uyguladığı politikalara karşı yapılan eylemler. İlki ekonomik, ikincisi ise, demokratik hakların kazanılması için girişilen eylemlerdi. Ama döneme asıl damgasını vuran ve öğrenci taleplerini daha tartışılır kılan, üçüncüsü oldu. Bu, aslında diğerlerinde olamayan ve lokal kalan bir olanağı da ortaya çıkardı. AKP’nin üniversiteler için ortaya koyduğu dönüşüme karşı olunması işin merkezinde olduğu için, sorunlar ve talepler, üniversite mücadelesinin üç temel sacayağı olan akademik-demokratik, ekonomik ve siyasal mücadelenin hepsini birden kapsamakta; bu da, öğrenci hareketi için bir avantaj oluşturmaktadır. AKP’nin, 9. yılına giren hükümeti boyunca uyguladığı politikalara; özellikle uygulanan siyasal gericiliğe ve üniversitelerin piyasaların denetimine sokulmasına karşı sürdürülen mücadelenin, bu hareketin ortaya çıkışında etkisi vardır. Ama daha da önemlisi, henüz harekete geçmemiş çok daha geniş öğrenci kesiminin olan bitene sempati duyması, dahası, öğrenci hareketinin toplumsal olarak da meşruluk kazanması, hareket üzerinde birebir etkili olmuştur. Biriken sorunlar ve artan öfke, şimdiye kadar olduğundan çok daha geniş bir kesimin harekete geçmesini sağlayabilir.

HAREKETİN GENİŞLEMESİ İÇİN

Üniversite içinde ya da dışında, öğrencilerin temel talepleri ile birleşerek ortaya çıkan bu hareketlilik, hala, geniş öğrenci yığınları içinde en öne çıkan, sayıca daha dar bir kesimi kapsamaktadır. AKP, kimi zaman geri adım atmak zorunda kalmasına rağmen, şimdiye kadar, karşısında kendisi için bir tehdit olarak algıladığı her türlü hareketi, bazen zor kullanarak ezmiş, bazen toplumsal meşruiyet bağlarını kopararak marjinal kılmayı başarmıştır. Üniversitelerdeki protestolarda da, harekete önderlik eden gençleri marjinal tipler olarak göstermek için elinden geleni yapmakta, buna eşlik edecek tarzda da, yaygın bir soruşturma furyası başlatmaktadır. Kaldı ki, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde olduğu gibi, üniversite ve dekanlık yönetimlerini de bu sayede hizaya getirilmeye çalışıyor; hizaya gelmeyenleri ise tasfiye etmek için elinden geleni yapıyor.

Şimdi yapılması gereken, sadece politikleşen ve öne çıkan öğrencilerin protestolar yapması değil, işin, daha da aşağıdan örgütlenmesidir. Üniversite öğrencilerinin çok geniş kesimlerinde görülen ve ortaya çıkan, olan bitene sempati ile bakılıyor olması, işin genişlemesi için bir olanaktır. Ama bu ‘uzaktan sevme’ tutumundaki eksiklik, böyle davrananlarda değil, geniş öğrenci kitlelerini de karar alma süreçlerine kat(a)mayan, bununla birlikte de, harekete geçirmeyenler nedeniyledir. Kabul etmek gerekir ki, bir dönem öncesine göre, üniversitelerdeki öğrencilerin kendi örgütleri ve bir araya gelme, ortak iş yapma, sorunlarına karşı ortak tepki verme mekanizmalar olan kol, klüp ve topluluklar bir hayli zayıflamıştır. Bu zayıflamada; özellikle üniversite yönetimlerinin öğrenci topluluklarının önüne çok fazla zorluk çıkarması ve bununla birleşen olanaksızlıklar etkili olmaktadır. Yine, öğrencilerin yaşadıkları sıkıntılardan da kaynaklı olarak (üniversite sonrası işsizlik, öğrencilik yıllarındaki geçim sıkıntıları…), öğrenim yaşamı sürecindeki öncelik ve kaygıları da dönüşmektedir. Ve yine, hakim ideolojik saldırıların ve tüm bunlara ek olarak kimi küçük burjuva çevrelerin öğrenci topluluklarına yaklaşımda sergiledikleri geri tutumların da etkisi vardır.

Diğer yandansa, ÖTK’ların durumu ortadadır. Bazı üniversitelerde seçimler göstermelik olarak gerçekleşiyor, bazılarındaysa bu “tiyatro”ya bile gerek duyulmuyor ve öğrenci temsilcileri düpedüz atanıyor. Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Konseyleri ve Yükseköğretim Kurumları Ulusal Öğrenci Konseyi Yönetmeliği, yanı sıra, her üniversitenin kendisinin ayrıca uygulamaya soktuğu yönergeler, antidemokratik bir yığın madde içermekte, öğrencilerin sorunlarını doğru biçimde savunabilecek öğrenci temsilcilerinin seçilmesinin önünde engeller oluşturmaktadır. Sözgelimi, siyasi parti üyesi olmak, alt sınıftan dersi olmak, soruşturma geçirmiş olmak, öğrenci temsilcisi olunması önünde engeldir. Bunlara siyasi iktidarın ya da bizzat üniversite yönetimlerinin istedikleri tarzda öğrencilerin seçilmesi için her şeyi yapmaları eklendiğinde, öğrencilerin gerçek temsilcilerinin, ÖTK’larda başkanlık ve yönetim düzeyinde yer almaları mucize gibi oluyor. Ancak ÖTK’ların bu düzeyde olduğu bir anda bile, 15 tane üniversitenin konsey başkanı duruma itiraz edebilmektedir. Öğrenciler hala hobi topluluklarını doldurmakta, buralarda en azından bir soluk alabilmekte, kendi sorunlarına dair bir iş yapmaya kalktıklarında da, yine bu mekanizmaları kullanabilmektedirler. Ama verili durumu tarif edip, bu olanakları görmeden, onları da harekete geçirmeyi hedefine koymadan ‘mücadele edenler’, kaygı ve samimiyetlerinden bağımsız olarak, dar grupçu bir pozisyona düşmeye mahkûmdurlar. Yalnızca kendi politik örgütleriyle “öğrencilerin gerçek temsilcileri bizleriz” demekle, gerçek temsilciler olunmuyor. Bunu öğrenci yığınları kabul etmeden, en iyi ihtimalle, diğer öğrenciler “adına” mücadele eden “harbi” gençler olunabilir. ÖTK’ların, yılları bulan tarihleri boyunca yaşadığı yapısal sorunlar vardır. Ancak bunun yanında, politik gençlik gruplarının, ÖTK’ya, kitle çalışması temelinde müdahale etme ve onu ilerletme yönünden oldukça kötü bir geçmişi de vardır. Zaten bu geçmişe ilişkin olanların bir kısmı, ÖTK’ları kurumsal olarak da tamamen reddeden bir anlayış olarak ortaya çıkmaktadır. Ama Emek Gençliği, tarihi boyunca ÖTK’ları önemsemiş, üzerine çokça şey söylemiş olmasına rağmen, kimi istisnalar ve olumlu örnekler dışında, halen ÖTK’ların bir hayli dışındadır. Geleneksel alışkanlıklarımız, ilgisizliğimiz ve plansızlığımız bunda etkili olmaktadır. Emek Gençliği’nin de, özellikle seçim dönemlerinde ve kısa erimli olarak ilgi gösterse ve kimi planlar yapsa da, bunun gereğini yapma konusunda ciddi bir gerilik gösterdiği ortada.

Üniversite öğrenci konsey başkanları ile yapılan görüşmelerde, bazı konularda anlayış farklılıkları olsa da, kimi öğrenciler samimiyetle öğrencilerin gerçek sorunlarını gündeme getirdiler, yine içlerinden bazıları Hayat Televizyonu’nda katıldıkları programda, üniversitelerin sorunlarını ayrıntılı biçimde tartıştılar. Son dönemlerde gerçekleşen bu gelişmeler, yalnızca seçim dönemi değil, önümüzdeki dönem de ÖTK’lara ilişkin olarak da somut planlar yapalması gerektiğini gösteriyor.

Verdiğimiz örneklerin sadece başkanlık düzeyinde olduğu düşünülürse, daha alttaki fakülte, bölüm ve sınıf temsilciliği düzeyinde yüzlerce duyarlı öğrencinin olduğu söylenebilir. Birçok sorununa rağmen binlerce öğrenci temsilcisi vardır, binlerce öğrenci oy kullanmakta, seçimleri izlemektedir. Hayati bir önemde olmakla birlikte, ÖTK’lara sadece mevzi kazanmak için değil, asıl olarak gençlik kitlesiyle birleşebilmek için seçilmiş öğrencilerle birlikte hareket edebilmenin yollarını da yaratmalıyız. Emek Gençliği örgütlerinin ÖTK’lara müdahalesi, hem ÖTK’ların demokratik bir içeriğe kavuşması için, hem de örgütün ilerlemesi bakımından can alıcı bir yerde duruyor.

Öğrencilerin kendi mekanizmalarının zayıflığından şikâyet ederek, buradan uzaklaşmamak gerekiyor. Burada karşılıklı olarak birbirini besleyen durumu/ilişkiyi görmeden ilerleyemeyiz. Bu, sadece bir siyasal örgütlenmenin sorunu değil, topyekûn gençlik hareketinin bir sorunu olarak ele alınmalıdır.  Örgütlenme ve mücadele düzeyi yükseldikçe, öğrencilerin kendi mekanizmaları da güç kazanacaktır. Olmazsa, ortaya çıkan yığınsal hareket kendi örgütlerini yaratacaktır. Şunu bilmeliyiz ki, herhangi bir alanda Emek Gençliği örgütleri ne kadar güçlü ise, o alanda öğrencelerin kitle örgütleri de o kadar güçlüdür ya da bunun tersini söylemek de doğrudur; yani kitle örgütleri ne kadar güçlü ise, Emek Gençliği örgütleri de o ölçüde güçlüdür, değilse, orada, güçlü olmasının önünde, aşılması gereken bir problem var demektir. Burada, kitle örgütleri olarak, hobi topluluklarından tutalım da, Öğrenci Temsilcilikleri ve işlevselliğine, politikleşmiş herhangi bir çevrelere kadar, tümü sayılabilir.

ÖZERKLİK OLMADAN BİLİM OLMAZ!

Üniversitelerin varlık nedeni, bilimin üretimi, öğretimi ve birikimidir. Hayatın tüm alanlarına ilişkin bilimsel bilginin merkezi olan üniversiteler, özerklik ve akademik özgürlüğün de kazanılması mücadelesine tarihi boyunca tanıklık etmiştir. Özerklik ve akademik özgürlük, üniversitelerin varlık nedeni olan işlevlerini yerine getirmek için bir önkoşuldur. Bilimin toplumsal işlevini yerine getirebilmesi, geniş yığınların çıkarı için üretilebilmesi ve de kullanılabilmesi için, devletten, sermayeden ya da başkaca dışsal odaklardan gelebilecek müdahale ve baskılara karşı korunaklı hale getirilmesi gerekir. Bugün artık AKP’nin ele geçirmesi ile birlikte, birbirleri ile uyum halinde çalışan AKP Hükümeti ve YÖK’ün üniversitelerininse, bu özerklik ve özgürlükten çok uzak olduğu ve olacağı kesindir. O halde, üniversitelerdeki baskıcı, piyasalaşan, bilim dışı, antidemokratik,… uygulamalara karşı mücadele, AKP’nin hayata geçirmeye çalıştığı dönüşüme karşı, demokratik ve özerk bir üniversite talebine sıkı sıkıya bağlanmak zorundadır. Birinci dönem boyunca gerçekleşen asistanların forumu, İstanbul’da gerçekleşen Üniversite Konferansı, Ankara Siyasal’da yaşananlar sonrası fakülte öğretim üyelerinin çok büyük bir bölümünün fakültelerine ve öğrencilerine sahip çıkan bir metin yayınlamaları… ve sayamadığımız bir çok olumlu örnek, ikinci döneme dair de yapılması gerekeni gösteriyor. Buna ek olarak, bizlerin üniversitelerde geleneksel olarak mücadele içinde olduğumuz birçok çevre, AKP ile ters düşen üniversite yönetimleri, hiçbir zaman tutarlı bir demokratik çizgiye sahip olamayan güçler, bu dönem, geçmişten farklı bir tutum izliyorlar ve bu, kimi meselelerde onlarla birleşme olanakları da yaratıyor. (ODTÜ Rektörü’nün ve SBF Dekanı’nın açıklamaları, bazı üniversite konsey başkanlarının takındığı olumlu tutum gibi örnekler hatırlansın.)

Tüm bunları söyledikten sonra, toplam bir sonuç çıkarmak yerinde olacaktır. Öncelikle şunu görmek gerekiyor ki, sorunlar ağırlaşıyor ve bu, üniversitelerde ikinci dönemde daha büyük bir hareketin ortaya çıkma olanağının olduğuna işaret ediyor. Maddeler halinde ifade edersek;

–                       Üniversitelere yönelik olarak gerçekleşen saldırıların yoğunlaşarak süreceği düşünülürse, bunun karşısında şimdiye dek olandan daha geniş birlikler sağlamanın olanakları da artmaktadır.

–                       Torba yasa gibi, hem gençlik kesimlerini hem de emekçileri hedefe koyan saldırılar, gençlik ve işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini birbirine yaklaştırıyor. Bu bakımdan, 1 Mayıs, önemli bir sıçrama olmaya adaydır.

–                       Yeni anayasa tartışmaları; demokratik üniversite, demokratik Türkiye başlığı altında bir mücadele için kitlesel dayanaklar sunuyor.

–                       Haziran genel seçimleri, tüm ülkede siyasal bir atmosferi şimdiden oluşturdu. Üniversiteler, ikinci dönem, en önemli siyasal alanlardan olacak. Üniversite öğrencileri, kendi talepleri ve birliği ile sistemin karşısına siyasal olarak da çıkabilir.

–                       21 Mart’ta Kürt Halkı Newroz’la iradesini ortaya koyacak; Kürt gençliği ile birleşmede ileri adımlar atılarak, anadilde eğitim ve Kürtlerin taleplerini daha sıkı savunmamız gerekiyor.

–                       Uluslararası gelişmeler, gençlik mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Tunus, Mısır ve Arap ülkelerinde işsizliğe karşı ve demokrasi için, Avrupa’da sosyal kazanımlar için ve hak gasplarıyla kesintilere karşı büyük bir mücadeleye girişmiştir. Bu, Türkiye’deki gençlik hareketi açısından olumlu bir rol oynamaktadır/oynayacaktır.

O halde bizim üzerimize düşen;

* Ciddi, kapsamlı bir hazırlık ve somut planlarla ikinci döneme girmek,

* Amfi, sınıf ve fakülte temelinde yaygın bir aydınlatma çalışması yürütmek,

* İşçi basını ve halk televizyonunun üniversitelerin birer kürsüsü olabilmesi için yapılacakları her işin merkezine koymak ilerlemek,

* Bilimsel özgürlük mücadelesinin başına geçmek için hakim-gerici ideolojik saldırıya karşı ideolojik donanımı sağlamak ve bunun için de kültür, sanat, bilim, siyaset birikimini, bu alandaki araçları iyi değerlendirmektir.

Varsayalım Ki Öğrenciler 9. Kez İktisat Kongresi Yapıyor

Bu sene 9. su gerçekleştirilen Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi 3-4-5 Mart tarihlerinde ODTÜ’de gerçekleştirildi. ODTÜ Ekonomi Topluluğu’nun ev sahipliğini yaptığı kongreye 22 üniversiteden 400 civarında öğrenci katıldı. 2002 yılında derslerde ana akım (neo-klasik) iktisadın tek ve sorgulanamaz bir doğruymuş gibi anlatılmasına, matematiğin iktisat eğitiminde bir araç olmaktan çıkarak giderek bir sosyal bilim olan iktisada da hâkim hale gelmesine karşı bir tepki olarak gelişen post-otistik iktisat hareketiyle bağlantı kurularak “Varsayalım ki Öğrenciler Bir İktisat Kongresi Yapıyor.” sloganı ile yola çıkan kongre artık bir hayli yol almış durumda. Kongrenin ilk yıllarında gelen tebliğ özetlerine göre yerleştirilen oturumlar yerine; kongre son 4 yıldır ülke ve dünya gündeminde tartışılan güncel bir kongre başlığı belirleyerek toplanıyor. Bu seneki kongrenin başlığı da “Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Son 10 Yılda Ne Oldu?” olarak belirlendi ve özellikle AKP döneminde uygulanan sosyo-ekonomik politikalar eleştirel bir çerçeveden 3 gün boyunca farklı yönleriyle tartışıldı. Kongreye adını da veren bağımsız olması vurgusuna uygun olarak öğrenciler her türlü fikri özgürce tartışabilecekleri bir platformu hayata geçirdiler. Kongrenin tamamen sponsorsuz gerçekleştirilmesi; yalnızca üniversitelerin, öğrencilerin ve emekçilerin (sendikalar, meslek odaları…) kaynaklarına dayanılarak kongre giderlerinin karşılanması “bağımsızlık” vurgusunu güçlendirmeye bu sene de devam etti. İktisadın sosyoloji, siyaset bilimi, felsefe gibi diğer sosyal bilim alanlarından ayrılamayacağına dair sesini yükselterek yola koyulan kongre artık bu söylediğini pratik olarak gerçekleştirmektedir.

Aynı zamanda kongrenin de başlığı olan son 10 yılda neler olup bittiğinden, kadın emeğine, Kürt sorunundan ekonomik krize, çevre sorunundan özelleştirmelere, üniversitelerdeki dönüşümden sendikal yaşama, eğitim ve sağlıktan dünya ekonomisi ve kalkınmaya çok geniş bir yelpazede 20 farklı oturum, 70 kadar da tebliğ sunumu gerçekleşti. Kongre kendi iktisat anlayışından başkasını yok sayan, kendisini tek doğru gibi dayatan neo-klasik iktisat anlayışına karşı üniversite öğrencilerinin alternatif, eleştirel akımları da tartışabilecekleri ya da o çerçevelerden bakarak olayları değerlendirebilecekleri özgür tartışma platformlarından en önemlilerinden birisi olma özelliğini de kazanmış görünüyor. Özellikle hemen tüm konu başlıklarında AKP’nin uyguladığı konu başlıklarına ilişkin köklü eleştirilerin varlığına dikkat çekmek gerekiyor. Özellikle kongrenin son birkaç yılına birden damgasını vuran Kürt sorununa ilişkin tartışmalar bazen kongreyi dahi tehdit edecek tarzda bir gerginliğe yol açsa da iktisat kongresinde bu meselenin tartışılabilmesi, ön yargıların kırılabilmesi ve sorunun çözümü konusunda öğrencilerin kafa yorması bakımından çok değerli görünüyor. Bu konuda ülkedeki politik çevrelerin de tutumlarından bağımsız olmayan farklı anlayış ve yaklaşımlardan bahsedilebilir. Ancak bu sorunu tartışmaya devam edeceksek ki etmeliyiz: sorunu şimdiye dek egemenler tarafından körüklenen önyargıları gözeten ama sürekli ikna etme üzerine kurulu,  kazanıcı bir dil kullanmakta ve inkâra karşı Kürt halkının ve gençliğinin taleplerini savunmakta ısrar etmeye devam etmeliyiz. Karşısındakini anlamadan hızla iten, kazanmaya çalışmaktan uzak anlayışlar olsa da Kürt sorununun tartışılmasında kongrenin bir hayli yol aldığı söylenebilir. Yine kongre buradaki tartışmalarda meselenin daha fazla içinde olmak, sorunun bizzat muhatabı olarak söz söylemek gerektiğini de ortaya çıkardı.

 

AKP NE DEDİ? NE YAPTI?

AKP’yi birçok öğrenci farklı tanımlasa da, sunumlardaki genel eğilim eleştirel idi. Çok farklı noktalardan AKP’nin o alanlarda uyguladığı politikalar masaya yatırılarak tartışıldı. Özellikle AKP dönemi Kürt sorununda yapılanlar-söylenenler arasındaki çelişki, kadına karşı işlenen suçlardaki devasa artış, AKP’nin sermaye grupları ile ilişkilerine dair veriler bunlardan en çarpıcı olanlarıydı. Burada AKP’nin liberal-muhafazakâr ideolojik bir hegemonya çabasını büyük ölçüde hayata geçirdiği bunu da ekonomik ve siyasal olarak yaptırım gücüyle ilişkili olduğuna dair söylenenler aslında son 10 yılın adeta bir özeti gibiydi.

Ekonomik ve siyasal olana ilişkin ilişkilendirme ve bu alanları birbirinden bağımsız görmeksizin değerlendirme çabalarındaki baskın eğilim kongrenin yapmaya çalıştıkları bakımından bir hayli yol aldığını gösteriyor. Meselelerin böyle ele alınması ve tartışılması iktisadı salt ‘kıt kaynaklarla, sınırsız ihtiyaçlar arasındaki asimetrik ilişki’ ile açıklayan neo-klasik iktisadın, iktisadı tüm diğer alanlardan bağımsız ele almasına karşı iyi bir cevap niteliği de taşıyor. Çok baskın bir şekilde ortaya çıkmasa da öğrencilerin emek alanına dair ilgilerinin özellikle son yıllardaki gelişmelerden sonra artmış görünüyor. Özellikle memlekette gelişen işçi direnişleri, bu alandaki deneyimler, çalışma yaşamı ve sendikal yaşam gibi alanlarda yürütülen tartışmalar bunu açığa çıkardı. Aslında uzun denebilecek bir süredir gündemde olan ve bu dönüşüm tamamlanana dek de gündemde kalacağa benzeyen Bologna sürecinin tartışıldığı bir oturumun gerçekleşmesi kongre ve katılımcılar için ilerletici olmakla birlikte, bu konuda çok yaygın bir bilgilendirmenin ve buna karşı bir mücadelenin örgütlenmesinin gerekliliğini de gösterdi.

Kongrede gerçekleşen her tebliğ sunumu ve yürütülen her tartışma, ayrıca kendine has bir önem taşıyor. Burada bunların tamamına değinmek imkânsız, fakat bize düşen kongre kitabını sunulan tüm tebliğlerle bir an önce basıp bu kitabın yaygın bir dağıtımını iktisadi idari bilimler fakültelerinde yapmaktır. Bunun, kongrenin çok daha geniş bir çevreyi dahil etmesi ve kendisini anlatması bakımından kritik bir rolü olacaktır.

 

YA BUNDAN SONRA…

Kongreyi örgütleyen öğrenci topluluklarının yani kongre platformunun daha fazla iletişim halinde olması ve memleket gündeminde çokça tartışılan sorunlara ilişkin ya da bizzat üniversitelere dair tartışmalarda söz söyleyebilmesi yine düzenleme kurulu tarafından belirlenen yakıcı ihtiyaçlardan bir tanesi idi. Söz gelimi Başbakan “kriz bizi teğet geçti” dediğinde TÜÖBİK olarak buna cevaben bir açıklama yapılması, ya da eğitimin paralı hale getirilmesini savunan hocalara karşı bir cevabın verilmesi kongreyi,  kongrenin kurumsallığını da daha ileri bir noktaya taşıyacaktır. Daha da önemlisi böyle bir müdahaleye üniversitelerin de bir hayli ihtiyacı olduğu açık. Memleketteki ayrışma noktalarının en başında olan türban tartışmaları konusunda dahi kongre pratik olarak hiçbir sorun yaşamamış, hatta birçok öğrenci ODTÜ’nün başörtülü gençlere zorluk çıkarmasına tepki göstermiştir. Bu olumlu örnek dahi kongre bileşenlerinin iki kongre arasında da kimi meselelerde tutum alabileceğini göstermiştir. Memleket gündemindeki, iktisat alanındaki birçok meseleyi ileri bir noktadan tartışabilenlerin pratik olarak da bir tutum almaya çağrılması üniversite hareketi bakımından etkili olacaktır. Burada Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisat Topluluğu’nun gerçekleştirdiği ve kongrenin de örnek bir çalışma olarak öne çıkardığı, yaygınlaştırmak için de eğilim belirlediği yerel kongrelerin önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Bolu’daki arkadaşların bunu yaparak gelmeleri hem katılımlarının, hem de tebliğ sayılarının ve niteliklerinin de artmasını sağladı. Bu ve benzeri çalışmaları düzenleme kurulundaki ve kongre katılımcısı toplulukların yapması kongreyi çok daha ileriye taşıyacaktır.

Kongre düzenleme kurulu 10. Türkiye Üniversite Öğrencileri Bağımsız İktisat Kongresi’nin Ege Üniversitesi’nde gerçekleşmesine karar vererek bunu kongrenin değerlendirmesinin yapıldığı kapanış forumunda ilan etti. Kongre genel olarak neo-liberal iktisada karşı tepki olarak yola çıkmasıyla birlikte bunun kaçınılmaz hale de gelen bir sonucu olarak liberal-tekçi-emek düşmanı politikalara karşı da çok baskın bir eğilim olarak sesini yükseltiyor ve yükseltmeye devam edecek. Şimdi kongreyi seneye gerçekleştirmek üzere görev alan Ege Üniversitesi’nden arkadaşların, kongreye bu sene ilk kez katılan Şırnak Üniversitesi’ndeki arkadaşların heyecanı ve coşkusu ile tüm memleketteki üniversitelere kongreyi taşımamız gerekiyor.

akp’nin yök’ü, yök’ün üniversitesi ve paralı eğitim!

 

Türkiye üniversite sistemi, doğduğundan bu yana, siyasi iktidarların karar alma, yürütme ve bunlar için gerekli toplumsal rıza süreçlerini yaratmada başvurduğu resmi organların başında gelmiştir. Üniversitenin ideolojik ve politik alana olan etkisi üniversitenin faaliyet alanı ile sınırlı kalmamıştır hiçbir zaman. Üniversite, ülkede yaşanan tüm kapışmaların en ileriden yaşandığı alan olarak varlığını sürdürürken, bir taraftan da, bu kapışmanın tarafları olanlara da kadrolar yetiştirerek, bu alandaki devamlılığı da sağlamıştır. 12 Eylül darbesinden bu yana burjuvazinin en çok saldırdığı ve en gerici kesimlerinin kalıcılığının sağlanması için özel politikaların da üretildiği kurumlardan biri, yine üniversite olmuştur.

 

ÜNİVERSİTENİN YÖK OLUŞU

Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi, üniversiteler bakımından, 12 Mart rejiminin bir devamı ve tamamlayıcısı olarak, YÖK’ü ve adeta kendi ismiyle de anılan üniversitelerde “YÖK sistemi”ni yarattı. Aradan geçen onca yıla rağmen, bu özelliğini yitirmek şöyle dursun, her geçen gün kendisini ve baskısını daha fazla hissettirdi. YÖK düzeninin en büyük yıkımlarını yine üniversiteliler yaşadı. 12 Eylül darbesi ile birlikte, üniversiteler, askeri operasyonlarla işgal edildi, karakollara çevrildi. Toplu gözaltılar, tutuklamalar ve soruşturmalarla binlerce öğrenci üniversiteden uzaklaştırıldı. 1981’de YÖK’ün kurulması ile birlikte, üniversitelerdeki baskı ve zor rejimi kurumsallaştırıldı. Tüzükler, genelgeler ve disiplin yönetmelikleriyle üniversite yaşamı tamamen abluka altına alındı. Tek tip öğrenci yaratmak amacıyla hazırlanan kılık- kıyafet yönetmeliklerinden, resmi ideolojinin aktarıldığı ders müfredatlarına, örgütlenme ve ifade özgürlüklerini engelleyen, üniversitelilerin her türlü etkinliğini “suç” kapsamına sokan disiplin yönetmeliklerinden, öğrencileri eleme mantığıyla hazırlanan sınav sistemlerine kadar, bilimdışı tüm uygulamalar, “zor” yöntemleri eşliğinde yaşama geçirildi. YÖK yönetimi altındaki üniversitelerde;  yıllar boyunca süren mücadelelerle kazanılmış tüm hak ve özgürlükler yok edilirken, üniversitelerin kurumsal işleyişinde az da olsa üniversite bileşenlerinin yönetime katılmasını sağlayan tüm organları dağıtıldı ve üniversitede emir-komuta zinciri yaratıldı. Seçme ve seçilme yönteminin yerine, atanma yöntemi getirildi. Bürokratik denetim ağları ve baskı mekanizmaları ile “üniversitenin özerkliği” anlayışı tam olarak ortadan kaldırılırken; üniversite bileşenlerine, alınan en yaşamsal kararlarda dahi söz hakkı verilmeyen bir yönetim anlayışı üniversiteye yerleştirildi. Üniversitenin yönetiminde üniversite bileşenlerinin dahi görüşleri, talepleri dikkate alınmazken, halkın ihtiyaçlarının görmezden gelineceği açıktı; böyle de oldu. YÖK yönetimi altında üniversiteler, halkın sorunlarına her geçen gün daha fazla duyarsızlaştırıldı. Eşitlik, özerklik, demokrasi, katılım kavramları üniversite dağarcığından çıkarılmaya çalışıldı.

Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kurulduktan sonra, “yeni” bir anayasa kabul edildi, “sivil” bir idareye geçildi ve tüm burjuva kliklerden partiler tek tek hükümet oldular. Bunlarının her birinin mevcut üniversite sisteminden rahatsız olduklarını söylemeleri ve söylemekle kalmayıp, kimi “reform” girişimlerinde bulunmaları, YÖK sisteminde herhangi bir değişiklik getirmedi. Zaten bunu da hedeflemiyorlardı aslında. Askeri vesayet sisteminin bir parçası olarak ortaya çıkan bu kurum, kendisini, her seferinde, kuruluş amaç ve ilkelerine bağlı olarak yeniden üretti. Ülke siyasetinin her dönem en başat belirleyicilerinden olan ordu ve onunla her ne kadar çatışır görünse de, bir yerinden askeri vesayet sistemine bağlanan ya da bağlanmak zorunda kalan seçilmiş hükümetler, üniversiteleri ve bilimi, ‘mutlak iktidarlarını’ koruma ve sürdürmenin bir aracı haline getirmek için çaba sarf ettiler. Burjuvazinin dönemsel ihtiyaçlarına göre de YÖK’ü şekillendirdiler. Üniversitelerde büyük bir tasfiye dalgasıyla işe başlayan YÖK, bugüne değin sonsuz sayıda soruşturma, okuldan uzaklaştırma ve atmanın altına imza attı. Üniversitelere askeri bir kışla görüntüsü kazandıran, paşaları rektör olarak üniversitelerin başına diken YÖK’ün kadroları ve YÖK’le sembolleşen isimleri, yüksek öğretim alanında sanıldığının aksine, devletçilikten yana olmadıklarını çok kez ifade ettiler ya da gösterdiler. Bunun en göze çarpan örneğini ise, YÖK’le sembolleşen İhsan Doğramacı’nın, YÖK Başkanı olarak, devlet üniversitelerinin tamamını kontrolü altında tuttuğu sırada, Bilkent Üniversitesi’ni kurdurması oluşturdu. Askerlerin baskıcı ve devletçi kışla üniversitelerinin başına getirdiği ‘sivil’ kadrolar, özel sektörden ve özel üniversitelerden yana olduklarını birçok kez ifade ettiler. Devlet üniversitelerini de adım adım paralı hale getirmeyi hedefleyen uygulamalara imza attılar. YÖK’le birlikte değişime uğrayan üniversiteler ve sorunları, eğitimin ve bilimin kimin hizmetinde olduğu sorularından tabii ki bağımsız düşünülemez. Eğitimin paralı hale gelmesi, yalnızca üniversitelerin “kâr eden kurumlar” olarak yeniden yapılandırılması  bakımından değil, eğitim alabilecek sınıfın belirlenmesi açısından da, bilinçli tercihler olarak şekillendi; ayrıca YÖK, bugüne değin hep üniversitelerde öğrenci gençliğin ve akademisyenlerin hak arama mücadelelerinin karşısında soruşturma, cezalar, baskı, okuldan atmalarla yer aldı. Bugüne dek demokratik ve özerk bir üniversite mücadelesinin önünde her zaman bir engel teşkil etti. Dönem dönem yasalarda yapılan değişiklikler ya da YÖK başkanının değişmesi, bu gerçeği hiçbir zaman değiştirmedi. Bu süreç ise, birçok yönüyle hem çokça tartışıldı, hem de sayısız protestolara ve kimi dönemler üniversite öğrencilerinin kitlesel mücadelelerine tanılık etti. YÖK’ün kurulduğu 6 Kasım 1981’den bugüne gelene kadar, YÖK’ün üniversiteye yüklediği işlevin bilim, demokrasi ve özgürlük karşıtı içeriğine bolca tanıklık edildi.

 

ÜNİVERSİTELERDEKİ YENİLİK; BİR BAŞKA YÖK OLUŞ!

YÖK, kurulduğu günden bu yana tartışılan ve yükseköğrenimin paralı hale getirilmesi için yapılan tüm düzenlemelerde altında imzası bulunan bir kuruluş; bireysel çıkar, piyasa projeleri, kayırmaya dayanan yükseltmeler, seçimsiz veya göstermelik seçimlerle doldurulan yönetici koltukları, resmi ideolojinin gözü kapalı yeniden üretimi ile sınırlı bir “akademik” üretim ve giderek çağdışı bir eğitim ekseninde süre gelen üniversite sistemini yeniden üretirken, kendisini ise hızla tüketmeye başladı. Serbest piyasanın görünmez ve mucizevi bir şekilde düzenleyici elinin, her derde deva olduğu gibi, üniversitenin de sorunlarını çözeceği fikrine dayanan özel üniversite modeli Türkiye’nin de gündemine sokuldu ve resmi ya da gayri resmi türlü desteklerle hızla çoğaldı.

YÖK, çıkartılmasına ön ayak olduğu yasalarla, düzenlediği yönetmeliklerle,, adım adım paralı eğitimin temellerini atarak, üniversitelere devlet tarafından aktarılan kaynağın iyice azaltılmasına da yol açtı. Özellikle bu etkinliğiyle AKP’nin politikaları içinde yeni bir konum kazandı ve yalnızca üniversiteler konusunda değil, aynı zamanda genel olarak ülkenin temel sorunlarından biri ekseninde de dikkat odağı haline geldi. “Paralı eğitim” sorunu, bir yandan yalnızca öğrencileri ilgilendiriyor gibi görünse de, toplumsal gelişim olanaklarını etkileyen yönüyle, bütün bir toplumu, üniversitelerde bilimsel etkinlik koşulları üzerindeki etkisiyle geleceğimizin bilimsel ve kültürel boyutunu, üniversitelerin işlevi hakkındaki tasarımlarımızı ve beklentilerimizi kökten değiştiriyor; tümüyle bir “gelecek sorunu” halini alıyor.

Ancak özellikle 10 Aralık 2007’de, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeni YÖK başkanı olarak Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı atamasıyla birlikte, zaten her zaman gündemde olan üniversiteler, ortaya çıkan “yeni” durumla birlikte, ülke gündeminde bu dönem daha da fazla tartışılmaya başlandı. Yusuf Ziya Özcan, YÖK Başkanı olarak göreve geldiği günden bugüne kadarki kısa sürede, çokça tartışılan açıklamalar yapma başarısını gösterdi ve yukarıda sayılan, YÖK’ün başını çektiği yükseköğrenim sistemindeki hiçbir olumsuzluğa itirazlarının olmadığını gösterdi. İlk açıklama, “İki vizyonum var. Bunlardan bir tanesi bütün yasakların üniversitelerden kalkması, ikincisi de üniversitelerin asli görevi olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri” şeklinde idi. Daha sonra ise, araştırma görevlilerine ilişkin açıklaması geldi,  Bizde araştırma görevlileri kadrolu, maaşlı geliyor ve ileride akademik ilerlemede başarısız olunca mahkemeye gidiyor. Ayıramıyorsunuz. Bu nedenle ben, kadrolu, maaşlı uygulama yerine araştırma görevlileri için burslu sisteme geçmenin daha uygun olacağını düşünüyorum. Başarısızlık olursa burs kesilir ve sorun kalmaz.” Zaten 50/d maddesine göre atanan araştırma görevlilerinin, lisansüstü eğitim süresince, sözleşmeleri her yıl yenileniyor ve lisansüstü eğitim bitince, üniversite ile ilişikleri kesiliyor. Yani zaten iş güvencesiz bir şekilde çalıştırılan araştırma görevlilerine dönük olarak yapılan bu saldırı, yeni başkana yeterli gelmiyor ve şu anda bile kısıtlanmış özgürlük ve güvencelerini tamamen ellerinden almak istiyor. 

 

Paralı Üniversite Her Derde Deva!

Yusuf Ziya Özcan’ın son açıklaması, zaten hayata kısmen de olsa sokulan ve tamamen gerçekleştirilmeye çalışılan üniversitelerin paralı olması gerektiğine dönük oldu. Şöyle diyor Özcan: “Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra, insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. İsteyene 8 – 10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Neyse borcu… ABD’de olduğu gibi, mezuniyetten sonra ödesin. Bunun ideali, herkesi üniversiteye taşımamak, sadece belli sayıda insanı taşımak; diğerlerini, yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Ara elemana ihtiyaç var. İstihdam sorunu çözülür.” “Amerikan tarzı hayat” diye tüm dünyaya örnek olarak gösterilen ve dayatılan yaşam tarzı gibi, Yusuf Ziya Özcan da “Amerikan tipi üniversitelerin”, Türkiye üniversite sistemine tamamen egemen olması gerektiğini açık bir şekilde ifade ediyor. Üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiği, daha önce de birçok kez, üstü kapalı da olsa ifade edildi. Yani yapılan açıklamada şaşılacak bir yan yok aslında. Yusuf Ziya Özcan’ın ifadelerinde şaşılacak olan, üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiğinin ilk kez bu kadar açıktan, bu kadar cüretkârca ve bu düzeyde bir ağızdan dile getirilmiş olması olmalı.

Göreve getirildiği gün üniversitelerdeki özgürlükleri artırmaktan ve bilimsellikten bahseden bir YÖK başkanı düşünün ki, aradan bir ay geçmeden, araştırma görevlilerinin burslu öğrenciler olması gerektiğinden söz ediyor ve üniversitelerin herkesin girmemesi gereken paralı kurumlar olması gerektiğini söylüyor. Böylece, üniversitelerdeki yasakların kalkması gerektiğini söylerken, neyi kastettiğini de anlıyoruz. Eğitimin herkese eşit olarak tanınması gereken bir hak olduğu, yine ’80 darbesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ’82 anayasasında bile mevcuttur, bunun ortadan kaldırılması ise, belli ki, yeni YÖK başkanına göre “yasakların kaldırılması” anlamına geliyor. Asgari bir toplumsal duyarlılığa sahip herkesin kendisine referans aldığı olmazsa olmazlardan biri parasız sağlık ise, diğeri de, en az onun kadar önemli olan, parasız eğitim olmuştur. Bu anlayış, eğitimin bir hak olduğu ön kabulüne dayanmaktadır ve bu yönüyle, eğitimde hak eşitliğinin bir ifadesidir.

 

KİMİN YÖK’Ü?

Üniversitelerin paralı olması gerektiğini söyleyen ağız, nihayetinde, AKP Hükümeti’nin daha doğru bir ifadeyle, Tayip Erdoğan’ın seçtirdiği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün atadığı bir kişinin ağzıdır ve böyle bakıldığında; bu ağızdan üniversitelerin paralı olması gerektiğinin söylenmesi pek de alışılmadık bir durum olmayabilir. Zaten göreve getirildiği günden bu yana, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın AKP Hükümeti’ne göbekten bağlılığının birçok göstergesi olmuştur; ancak son yaşanan bir tanesi var ki, üzerine yorum yapmayı bile gereksiz kılacak şekilde, her şeyi gün yüzüne çıkarmıştır. Olay şöyle gelişiyor; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan 2007 bütçe sonuçlarını değerlendirmek üzere bir basın toplantısı düzenliyor ve basın toplantısının kahvaltı kısmında bakanla bürokratlar arasındaki özel bir sohbet, mikrofonlar açık unutulunca, kayıtlara geçiyor. Diyalogsa şöyle: “–Bürokrat A: YÖK Başkanı’nın havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor? –Unakıtan: İsterse söylemesin… –Bürokrat A: …Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak, Sayın Bakanım, çok ciddi başarı olur. –Bürokrat B: 300 milyona yakın üniversiteye iyileştirme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar…daha sesleri çıkmaz.. tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece…” Bu kısa diyalog, YÖK Başkanı ile AKP Hükümeti’nin ilişkilerinin düzeyini bir kez daha çarpıcı bir biçimde gösterdiği gibi, AKP’nin, içinde bulunulan ortamdan faydalanarak, her alanda olduğu gibi, yüksek öğretimde de neoliberal saldırılarını gerçekleştirmek için yeni hamleler yapacağını ve üniversiteden yükselecek sesi kesmek için de adeta ‘rüşvet’ hazırlıkları yaptığını da göstermektedir. Bugüne kadar, hükümet olduğu yıllar boyunca, YÖK’le birçok meselede ters düşündüğünü ifade eden AKP, aynı silahı bu kez kendisi kullanmaktadır.

 

PARASIZ ÜNİVERSİTE EZBERMİŞ…

AKP’yle böylesi göbekten bağlı bir YÖK Başkanı’nın üniversitenin paralı olması gerektiği yönündeki açıklamalarından daha fazla şaşırtıcı olansa, şimdiye dek kendisini solda tarif eden kimi aydınların, bu açıklamaları destekleyen yazılar yayınlamaları oldu. Baskın Oran, parasız üniversitenin bozulması gereken bir ezber olduğunu ve üniversiteler paralı yapılmazsa yoksul öğrencilerin hiç okuyamaz olacaklarını; Murat Belge, parasız üniversite talebinin etik bir sorun teşkil ettiğini ileri sürdüler. Son olarak da, günümüzün neo-liberali eski faşist Taha Akyol, daha da ileri giderek, bilimin ticarileşmesi ve piyasaya açılması gerektiğini; paralı üniversitenin fırsat eşitliğini sağlayacağını yazdı. Aslında bu açıklamaları yapan Baskın Oran, Murat Belge ve Taha Akyol ve kuşkusuz YÖK Başkanı Özcan, tesadüfen benzer söylemler tutturmuş değiller. Olan şudur: Geçmişten bu yana solun piyasa ekonomisiyle barışık olması, hatta bu temel üzerinde yükselmesi gerektiğini öngören, sivil toplum ve kültürel/kimliksel sorunların çözümü üzerinden bir sol tarifi yapan bir çevrenin yükseköğrenim sistemine ilişkin açıkladığı neo-liberal görüşlerin, bir din sözde bilimcisiyle bir eski faşist, iki neo-liberalinkiyle çok doğal olarak çakışıp örtüşmesi. Haksızlık etmemek gerek, bu yazarların hiç biri tek başına bunu söyleyip geçmiyorlar. Özellikle Baskın Oran söylediklerini temellendiriyor ve “ezber bozma”ya devam ediyor: “Üniversite paralı olur, ama her ihtiyacı olup talep eden (‘her isteyen’ değil!) dört yıl burs alır. … Bu para, öğrenci mezun olup işe başladıktan sonra tahsile başlanır. Maaşına göre taksitlerle. Faizsiz olabilir. Gerekirse, bu bursun sadece bir bölümü (yarısı?) geri istenebilir. Burs istemeyen veya burs almak için geliri yeterince düşük olmayanlar, yine belli basamaklara göre ücret öderler.
Görüldüğü üzere, devlet babanın verdiği “burs”ları geri ödemekte alternatif çok ve burada, Baskın Oran, bunlar içerisinden sınırsız bir seçim özgürlüğü sağlıyor! Ancak bir hata yapıyor ve geri ödemek üzere alınan paraya burs diyor ve şöyle devam ediyor Baskın Oran: “
…Çünkü şu anda zaten okuyamayan yoksul ve yetenekli aile çocuğu, gücü olanların ödediği ile okuyabilecek. Dört yıl kızım için ödemediğim parayla, kim bilir kaç yetenekli ve yoksul öğrenci okurdu.
Çünkü, bursunun kesilmesini veya borcunun artmasını istemeyen öğrenci dersine çalışacak ve üniversitenin kıymetini bilecek. Çünkü, itiraf edelim: Bugün çocukların ciddi bir oranı ÖSYM’ye kafasındaki mesleği edinmek için değil, o vahim ‘Şimdi ne yapıyorsun’ sorusuna ‘Okuyorum!’ diyebilmek için giriyor. Aileler de ‘Üniversiteye gidiyor teyzesi, maşallah!’ diyebilmek istiyor. Bu ‘mahalle baskısı’ altındaki öğrenciler yüksek meslek okullarına gidince, diğerleri daha iyi eğitim görecek.

Şimdi nasıl olacak, hem yoksul ve yetenekli aile çocukları, gücü olanların verdiği paralarla okuyacak; hem de okul bitip meslek sahibi olduklarında, bu parayı geri ödeyecek. Öğrencinin kendisinin ileride kazanma potansiyeli olduğu paraya yatırım, kârlı bir yatırım olsa gerek! Bitirirken de şöyle diyor Baskın Oran: “Şimdiye kadar üniversite, tüm YÖK başkanları karşısında dut yemiş bülbül kesilip el pençe divan durmuştu. Şimdi gençleri Sümeroloji yerine yüksek meslek okullarına yönlendirerek, kısa yoldan üretici yapacak ve üniversiteleri ferahlatacak bir öneri gelince, başkan AKP tarafından atanmıştır diye, aniden bülbülleşti. CHP Sendromudur. İbretle seyrediyorum.” Şimdiye kadar üniversitenin YÖK karşısında sesini çıkarmadığı doğru değil, fakat bunun yetersiz oluşu ya da eskiden YÖK sistemine bir eleştiri yöneltmeyenlerin bugün seslerini yükseltiyor oluşları eleştirilebilir. Ancak YÖK başkanının üniversitelerin paralı olması gerektiğine dönük açıklamasına karşı çıkanları CHP sendromuyla suçlamak, Baskın Oran’ın CHP paranoyasından başka bir şey olmasa gerek. Özelleştirilmesi süreci ilerletilerek, üniversitenin paralı kılınıp piyasaya bağlanmasına, bunun, bir dizi kılıf altında haklı ve üstelik tıpkı “ianeci” AKP mantığıyla “(yetenekli) yoksulların lehine” olduğunun ileri sürülmesine karşı duranlara CHP korkuluğu sallamak – pek uyanıkça görünüyor! Ama bir zaafı var: CHP piyasaya karşı bir parti değil, CHP parasız üniversiteden yana değil. CHP de içinde, bütün burjuva partiler, Baskın Oran gibi özelleştirmeci ve piyasacılar. “Parasız üniversite” talebi, bu nedenle, içeriği, çekiştirilerek herkes tarafından farklı doldurulan “demokratik üniversite” talebinden farklı olarak, yalnızca yoksul ve emekçiler, emekçi halk ve gerçek demokratlar tarafından benimseniyor. Öte yandan, evet, bugüne kadar rektörlerin peş peşe görevden alındığı, bütün öğrenci kulüplerinin bir gecede kapatıldığı, Kürtlerin bir halk olmadığını kanıtlayan (!), ‘Atatürk ilkelerine muhalif ideolojik akımları eleştiren’ araştırmalar yapılması talimatını veren genelgelerin yayınlandığı, vakıf üniversitelerine devlet üniversitelerinden kat kat fazla kaynak ayrılarak hemen hiçbir araştırma için ödenek bırakılmadığı bir üniversite modeline karşı çıkmayarak, YÖK’ün yanında saf tutmuş üniversitelerdeki ulusalcı, CHPli, Kemalist kadrolara söylenecek, herhalde tek bir şey var: Demokrasi herkese lazımdır ve demokrasi, içeriği boşaltılarak “hep benim için” “hep sermaye için” anlayışıyla halka ve taleplerine karşıtlıkla değil, halkla birleşme ve örneğin “parasız üniversite” türünden taleplerini benimseyerek savunulabilir. Bugün bu veciz sözü yaşam pratikleriyle en fazla bilince çıkaran çevre de, onlardır herhalde.

Herhalde sosyalizmin genel bir tarifi yapılacak olsa, parasız eğitim talebi en başta sayılan taleplerden biri olur; bu yönüyle, Baskın Oran’ın “ezber” diye nitelediği fikirler, aslında sosyalizmi “ezber” olarak görmenin yalın bir ifadesi olmaktadır. Baskın Oran ve Murat Belge’nin yazıları, herhalde, onları sosyalist olarak görenlerin, onlar hakkındaki ezberlerini bozmaktadır; çünkü yaptıkları, açık seçik olarak, liberalizmin yüz yıllık ezberlerini tekrarlamaktır.

 

ÜNİVERSİTE KİMİN SORUNU

YÖK Başkanı, üniversitenin paralı olması gerektiğini söylemesiyle birlikte, toplumun ve üniversitelerin birçok kesiminden tepkiler almaya başladı. Eğitim sendikalarından akademisyenlere, üniversite öğrencilerinden başkaca toplumsal kesimlere, birçok kimse ve kurum, üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiğine ilişkin açıklamaya karşı çıktılar. Taner Timur, “Toplumsal Değişme ve Üniversiteler” kitabında, üniversitenin tarihsel süreç içerisindeki gelişimini, bugünü ve Türkiye üniversite sistemini analiz ettikten sonra, şöyle diyor; “Üniversite sorunu, toplumsal sınıflar ve siyasal iktidar sorunudur. Gerçek anlamıyla halk sınıflarına dayanan ve bunların hizmetinde olan bir iktidar yapısı kurulmadıkça, demokratik, özgür ve yaratıcı bir üniversite de bekleyemeyiz.” Türkiye’deki eğitim, özel olarak da yükseköğrenim sistemi; son dönemde AKP’nin bu alana giderek artan müdahalelerine bolca tanıklık edecek görünmektedir. AKP’nin bu alanda hayata geçirmek istediklerinin karşısında, özerk, demokratik ve parasız bir üniversiteyi savunmak ve kurmak, en başta, bugün hiç de azımsanmayacak olan üniversitelerdeki akademik birikimi ve her bileşimi (ÖTK, kol, kulüp, topluluk, öğrenci dernekleri, sendikaların üniversite emekçilerini örgütleyen şubelerini) bir muhalefet merkezine çevirmekten geçiyor. Şimdiye dek bu yönde yapılanların hepsi gerekli, ancak yeterli olmamaktadır. Zaten kısmen paralı olan ve daha girmeden önce eşitsizliğin had safhada olduğu bir üniversite modelinin tamamen paralı hale getirilmesi, yalnızca akademinin en kitlesel bileşeni olan öğrencilerin sorunu olmadığı gibi, bu saldırının püskürtülmesini, salt üniversite bileşenlerinin de değil, tüm emekçilerin sorunu olarak görmek gerekir. Özerk, demokratik ve parasız bir üniversite talebi, demokratik bir ülke talebinin de olmazsa olmazıdır.

 

Kaynakça

Timur, Taner, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, İmge Yay. İst. 2000.

Baskın, Oran, Bedava Üniversite Ezberi, Radikal İki, 13.01.2008

Murat, Belge, YÖK Başkanı ve paralı öğrenim, Radikal Gazetesi, 12.01.2008

Taha, Akyol, Paralı üniversite sorunu, Milliyet Gazetesi, 12.01.2008

www.yok.gov.tr

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑