Türkiye üniversite sistemi, doğduğundan bu yana, siyasi iktidarların karar alma, yürütme ve bunlar için gerekli toplumsal rıza süreçlerini yaratmada başvurduğu resmi organların başında gelmiştir. Üniversitenin ideolojik ve politik alana olan etkisi üniversitenin faaliyet alanı ile sınırlı kalmamıştır hiçbir zaman. Üniversite, ülkede yaşanan tüm kapışmaların en ileriden yaşandığı alan olarak varlığını sürdürürken, bir taraftan da, bu kapışmanın tarafları olanlara da kadrolar yetiştirerek, bu alandaki devamlılığı da sağlamıştır. 12 Eylül darbesinden bu yana burjuvazinin en çok saldırdığı ve en gerici kesimlerinin kalıcılığının sağlanması için özel politikaların da üretildiği kurumlardan biri, yine üniversite olmuştur.
ÜNİVERSİTENİN YÖK OLUŞU
Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi, üniversiteler bakımından, 12 Mart rejiminin bir devamı ve tamamlayıcısı olarak, YÖK’ü ve adeta kendi ismiyle de anılan üniversitelerde “YÖK sistemi”ni yarattı. Aradan geçen onca yıla rağmen, bu özelliğini yitirmek şöyle dursun, her geçen gün kendisini ve baskısını daha fazla hissettirdi. YÖK düzeninin en büyük yıkımlarını yine üniversiteliler yaşadı. 12 Eylül darbesi ile birlikte, üniversiteler, askeri operasyonlarla işgal edildi, karakollara çevrildi. Toplu gözaltılar, tutuklamalar ve soruşturmalarla binlerce öğrenci üniversiteden uzaklaştırıldı. 1981’de YÖK’ün kurulması ile birlikte, üniversitelerdeki baskı ve zor rejimi kurumsallaştırıldı. Tüzükler, genelgeler ve disiplin yönetmelikleriyle üniversite yaşamı tamamen abluka altına alındı. Tek tip öğrenci yaratmak amacıyla hazırlanan kılık- kıyafet yönetmeliklerinden, resmi ideolojinin aktarıldığı ders müfredatlarına, örgütlenme ve ifade özgürlüklerini engelleyen, üniversitelilerin her türlü etkinliğini “suç” kapsamına sokan disiplin yönetmeliklerinden, öğrencileri eleme mantığıyla hazırlanan sınav sistemlerine kadar, bilimdışı tüm uygulamalar, “zor” yöntemleri eşliğinde yaşama geçirildi. YÖK yönetimi altındaki üniversitelerde; yıllar boyunca süren mücadelelerle kazanılmış tüm hak ve özgürlükler yok edilirken, üniversitelerin kurumsal işleyişinde az da olsa üniversite bileşenlerinin yönetime katılmasını sağlayan tüm organları dağıtıldı ve üniversitede emir-komuta zinciri yaratıldı. Seçme ve seçilme yönteminin yerine, atanma yöntemi getirildi. Bürokratik denetim ağları ve baskı mekanizmaları ile “üniversitenin özerkliği” anlayışı tam olarak ortadan kaldırılırken; üniversite bileşenlerine, alınan en yaşamsal kararlarda dahi söz hakkı verilmeyen bir yönetim anlayışı üniversiteye yerleştirildi. Üniversitenin yönetiminde üniversite bileşenlerinin dahi görüşleri, talepleri dikkate alınmazken, halkın ihtiyaçlarının görmezden gelineceği açıktı; böyle de oldu. YÖK yönetimi altında üniversiteler, halkın sorunlarına her geçen gün daha fazla duyarsızlaştırıldı. Eşitlik, özerklik, demokrasi, katılım kavramları üniversite dağarcığından çıkarılmaya çalışıldı.
Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kurulduktan sonra, “yeni” bir anayasa kabul edildi, “sivil” bir idareye geçildi ve tüm burjuva kliklerden partiler tek tek hükümet oldular. Bunlarının her birinin mevcut üniversite sisteminden rahatsız olduklarını söylemeleri ve söylemekle kalmayıp, kimi “reform” girişimlerinde bulunmaları, YÖK sisteminde herhangi bir değişiklik getirmedi. Zaten bunu da hedeflemiyorlardı aslında. Askeri vesayet sisteminin bir parçası olarak ortaya çıkan bu kurum, kendisini, her seferinde, kuruluş amaç ve ilkelerine bağlı olarak yeniden üretti. Ülke siyasetinin her dönem en başat belirleyicilerinden olan ordu ve onunla her ne kadar çatışır görünse de, bir yerinden askeri vesayet sistemine bağlanan ya da bağlanmak zorunda kalan seçilmiş hükümetler, üniversiteleri ve bilimi, ‘mutlak iktidarlarını’ koruma ve sürdürmenin bir aracı haline getirmek için çaba sarf ettiler. Burjuvazinin dönemsel ihtiyaçlarına göre de YÖK’ü şekillendirdiler. Üniversitelerde büyük bir tasfiye dalgasıyla işe başlayan YÖK, bugüne değin sonsuz sayıda soruşturma, okuldan uzaklaştırma ve atmanın altına imza attı. Üniversitelere askeri bir kışla görüntüsü kazandıran, paşaları rektör olarak üniversitelerin başına diken YÖK’ün kadroları ve YÖK’le sembolleşen isimleri, yüksek öğretim alanında sanıldığının aksine, devletçilikten yana olmadıklarını çok kez ifade ettiler ya da gösterdiler. Bunun en göze çarpan örneğini ise, YÖK’le sembolleşen İhsan Doğramacı’nın, YÖK Başkanı olarak, devlet üniversitelerinin tamamını kontrolü altında tuttuğu sırada, Bilkent Üniversitesi’ni kurdurması oluşturdu. Askerlerin baskıcı ve devletçi kışla üniversitelerinin başına getirdiği ‘sivil’ kadrolar, özel sektörden ve özel üniversitelerden yana olduklarını birçok kez ifade ettiler. Devlet üniversitelerini de adım adım paralı hale getirmeyi hedefleyen uygulamalara imza attılar. YÖK’le birlikte değişime uğrayan üniversiteler ve sorunları, eğitimin ve bilimin kimin hizmetinde olduğu sorularından tabii ki bağımsız düşünülemez. Eğitimin paralı hale gelmesi, yalnızca üniversitelerin “kâr eden kurumlar” olarak yeniden yapılandırılması bakımından değil, eğitim alabilecek sınıfın belirlenmesi açısından da, bilinçli tercihler olarak şekillendi; ayrıca YÖK, bugüne değin hep üniversitelerde öğrenci gençliğin ve akademisyenlerin hak arama mücadelelerinin karşısında soruşturma, cezalar, baskı, okuldan atmalarla yer aldı. Bugüne dek demokratik ve özerk bir üniversite mücadelesinin önünde her zaman bir engel teşkil etti. Dönem dönem yasalarda yapılan değişiklikler ya da YÖK başkanının değişmesi, bu gerçeği hiçbir zaman değiştirmedi. Bu süreç ise, birçok yönüyle hem çokça tartışıldı, hem de sayısız protestolara ve kimi dönemler üniversite öğrencilerinin kitlesel mücadelelerine tanılık etti. YÖK’ün kurulduğu 6 Kasım 1981’den bugüne gelene kadar, YÖK’ün üniversiteye yüklediği işlevin bilim, demokrasi ve özgürlük karşıtı içeriğine bolca tanıklık edildi.
ÜNİVERSİTELERDEKİ YENİLİK; BİR BAŞKA YÖK OLUŞ!
YÖK, kurulduğu günden bu yana tartışılan ve yükseköğrenimin paralı hale getirilmesi için yapılan tüm düzenlemelerde altında imzası bulunan bir kuruluş; bireysel çıkar, piyasa projeleri, kayırmaya dayanan yükseltmeler, seçimsiz veya göstermelik seçimlerle doldurulan yönetici koltukları, resmi ideolojinin gözü kapalı yeniden üretimi ile sınırlı bir “akademik” üretim ve giderek çağdışı bir eğitim ekseninde süre gelen üniversite sistemini yeniden üretirken, kendisini ise hızla tüketmeye başladı. Serbest piyasanın görünmez ve mucizevi bir şekilde düzenleyici elinin, her derde deva olduğu gibi, üniversitenin de sorunlarını çözeceği fikrine dayanan özel üniversite modeli Türkiye’nin de gündemine sokuldu ve resmi ya da gayri resmi türlü desteklerle hızla çoğaldı.
YÖK, çıkartılmasına ön ayak olduğu yasalarla, düzenlediği yönetmeliklerle,, adım adım paralı eğitimin temellerini atarak, üniversitelere devlet tarafından aktarılan kaynağın iyice azaltılmasına da yol açtı. Özellikle bu etkinliğiyle AKP’nin politikaları içinde yeni bir konum kazandı ve yalnızca üniversiteler konusunda değil, aynı zamanda genel olarak ülkenin temel sorunlarından biri ekseninde de dikkat odağı haline geldi. “Paralı eğitim” sorunu, bir yandan yalnızca öğrencileri ilgilendiriyor gibi görünse de, toplumsal gelişim olanaklarını etkileyen yönüyle, bütün bir toplumu, üniversitelerde bilimsel etkinlik koşulları üzerindeki etkisiyle geleceğimizin bilimsel ve kültürel boyutunu, üniversitelerin işlevi hakkındaki tasarımlarımızı ve beklentilerimizi kökten değiştiriyor; tümüyle bir “gelecek sorunu” halini alıyor.
Ancak özellikle 10 Aralık 2007’de, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeni YÖK başkanı olarak Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı atamasıyla birlikte, zaten her zaman gündemde olan üniversiteler, ortaya çıkan “yeni” durumla birlikte, ülke gündeminde bu dönem daha da fazla tartışılmaya başlandı. Yusuf Ziya Özcan, YÖK Başkanı olarak göreve geldiği günden bugüne kadarki kısa sürede, çokça tartışılan açıklamalar yapma başarısını gösterdi ve yukarıda sayılan, YÖK’ün başını çektiği yükseköğrenim sistemindeki hiçbir olumsuzluğa itirazlarının olmadığını gösterdi. İlk açıklama, “İki vizyonum var. Bunlardan bir tanesi bütün yasakların üniversitelerden kalkması, ikincisi de üniversitelerin asli görevi olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri” şeklinde idi. Daha sonra ise, araştırma görevlilerine ilişkin açıklaması geldi, “Bizde araştırma görevlileri kadrolu, maaşlı geliyor ve ileride akademik ilerlemede başarısız olunca mahkemeye gidiyor. Ayıramıyorsunuz. Bu nedenle ben, kadrolu, maaşlı uygulama yerine araştırma görevlileri için burslu sisteme geçmenin daha uygun olacağını düşünüyorum. Başarısızlık olursa burs kesilir ve sorun kalmaz.” Zaten 50/d maddesine göre atanan araştırma görevlilerinin, lisansüstü eğitim süresince, sözleşmeleri her yıl yenileniyor ve lisansüstü eğitim bitince, üniversite ile ilişikleri kesiliyor. Yani zaten iş güvencesiz bir şekilde çalıştırılan araştırma görevlilerine dönük olarak yapılan bu saldırı, yeni başkana yeterli gelmiyor ve şu anda bile kısıtlanmış özgürlük ve güvencelerini tamamen ellerinden almak istiyor.
Paralı Üniversite Her Derde Deva!
Yusuf Ziya Özcan’ın son açıklaması, zaten hayata kısmen de olsa sokulan ve tamamen gerçekleştirilmeye çalışılan üniversitelerin paralı olması gerektiğine dönük oldu. Şöyle diyor Özcan: “Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra, insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. İsteyene 8 – 10 bin YTL kredi versek, sonra bunu bize geri ödese. Neyse borcu… ABD’de olduğu gibi, mezuniyetten sonra ödesin. Bunun ideali, herkesi üniversiteye taşımamak, sadece belli sayıda insanı taşımak; diğerlerini, yüksek teknik okullara ve yüksek meslek yüksekokullarına yönlendirmek. Ara elemana ihtiyaç var. İstihdam sorunu çözülür.” “Amerikan tarzı hayat” diye tüm dünyaya örnek olarak gösterilen ve dayatılan yaşam tarzı gibi, Yusuf Ziya Özcan da “Amerikan tipi üniversitelerin”, Türkiye üniversite sistemine tamamen egemen olması gerektiğini açık bir şekilde ifade ediyor. Üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiği, daha önce de birçok kez, üstü kapalı da olsa ifade edildi. Yani yapılan açıklamada şaşılacak bir yan yok aslında. Yusuf Ziya Özcan’ın ifadelerinde şaşılacak olan, üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiğinin ilk kez bu kadar açıktan, bu kadar cüretkârca ve bu düzeyde bir ağızdan dile getirilmiş olması olmalı.
Göreve getirildiği gün üniversitelerdeki özgürlükleri artırmaktan ve bilimsellikten bahseden bir YÖK başkanı düşünün ki, aradan bir ay geçmeden, araştırma görevlilerinin burslu öğrenciler olması gerektiğinden söz ediyor ve üniversitelerin herkesin girmemesi gereken paralı kurumlar olması gerektiğini söylüyor. Böylece, üniversitelerdeki yasakların kalkması gerektiğini söylerken, neyi kastettiğini de anlıyoruz. Eğitimin herkese eşit olarak tanınması gereken bir hak olduğu, yine ’80 darbesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ’82 anayasasında bile mevcuttur, bunun ortadan kaldırılması ise, belli ki, yeni YÖK başkanına göre “yasakların kaldırılması” anlamına geliyor. Asgari bir toplumsal duyarlılığa sahip herkesin kendisine referans aldığı olmazsa olmazlardan biri parasız sağlık ise, diğeri de, en az onun kadar önemli olan, parasız eğitim olmuştur. Bu anlayış, eğitimin bir hak olduğu ön kabulüne dayanmaktadır ve bu yönüyle, eğitimde hak eşitliğinin bir ifadesidir.
KİMİN YÖK’Ü?
Üniversitelerin paralı olması gerektiğini söyleyen ağız, nihayetinde, AKP Hükümeti’nin daha doğru bir ifadeyle, Tayip Erdoğan’ın seçtirdiği Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün atadığı bir kişinin ağzıdır ve böyle bakıldığında; bu ağızdan üniversitelerin paralı olması gerektiğinin söylenmesi pek de alışılmadık bir durum olmayabilir. Zaten göreve getirildiği günden bu yana, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın AKP Hükümeti’ne göbekten bağlılığının birçok göstergesi olmuştur; ancak son yaşanan bir tanesi var ki, üzerine yorum yapmayı bile gereksiz kılacak şekilde, her şeyi gün yüzüne çıkarmıştır. Olay şöyle gelişiyor; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan 2007 bütçe sonuçlarını değerlendirmek üzere bir basın toplantısı düzenliyor ve basın toplantısının kahvaltı kısmında bakanla bürokratlar arasındaki özel bir sohbet, mikrofonlar açık unutulunca, kayıtlara geçiyor. Diyalogsa şöyle: “–Bürokrat A: YÖK Başkanı’nın havası değişmiş. Gayet güzel sözler söylüyor? –Unakıtan: İsterse söylemesin… –Bürokrat A: …Bu ortamdan faydalanıp üniversite reformunu da yaparsak hükümet olarak, Sayın Bakanım, çok ciddi başarı olur. –Bürokrat B: 300 milyona yakın üniversiteye iyileştirme yapıyoruz yıllık. Gülüp oynasınlar…daha sesleri çıkmaz.. tarifeyi de ufak bir rötuşla geçiştiririz böylece…” Bu kısa diyalog, YÖK Başkanı ile AKP Hükümeti’nin ilişkilerinin düzeyini bir kez daha çarpıcı bir biçimde gösterdiği gibi, AKP’nin, içinde bulunulan ortamdan faydalanarak, her alanda olduğu gibi, yüksek öğretimde de neoliberal saldırılarını gerçekleştirmek için yeni hamleler yapacağını ve üniversiteden yükselecek sesi kesmek için de adeta ‘rüşvet’ hazırlıkları yaptığını da göstermektedir. Bugüne kadar, hükümet olduğu yıllar boyunca, YÖK’le birçok meselede ters düşündüğünü ifade eden AKP, aynı silahı bu kez kendisi kullanmaktadır.
PARASIZ ÜNİVERSİTE EZBERMİŞ…
AKP’yle böylesi göbekten bağlı bir YÖK Başkanı’nın üniversitenin paralı olması gerektiği yönündeki açıklamalarından daha fazla şaşırtıcı olansa, şimdiye dek kendisini solda tarif eden kimi aydınların, bu açıklamaları destekleyen yazılar yayınlamaları oldu. Baskın Oran, parasız üniversitenin bozulması gereken bir ezber olduğunu ve üniversiteler paralı yapılmazsa yoksul öğrencilerin hiç okuyamaz olacaklarını; Murat Belge, parasız üniversite talebinin etik bir sorun teşkil ettiğini ileri sürdüler. Son olarak da, günümüzün neo-liberali eski faşist Taha Akyol, daha da ileri giderek, bilimin ticarileşmesi ve piyasaya açılması gerektiğini; paralı üniversitenin fırsat eşitliğini sağlayacağını yazdı. Aslında bu açıklamaları yapan Baskın Oran, Murat Belge ve Taha Akyol ve kuşkusuz YÖK Başkanı Özcan, tesadüfen benzer söylemler tutturmuş değiller. Olan şudur: Geçmişten bu yana solun piyasa ekonomisiyle barışık olması, hatta bu temel üzerinde yükselmesi gerektiğini öngören, sivil toplum ve kültürel/kimliksel sorunların çözümü üzerinden bir sol tarifi yapan bir çevrenin yükseköğrenim sistemine ilişkin açıkladığı neo-liberal görüşlerin, bir din sözde bilimcisiyle bir eski faşist, iki neo-liberalinkiyle çok doğal olarak çakışıp örtüşmesi. Haksızlık etmemek gerek, bu yazarların hiç biri tek başına bunu söyleyip geçmiyorlar. Özellikle Baskın Oran söylediklerini temellendiriyor ve “ezber bozma”ya devam ediyor: “Üniversite paralı olur, ama her ihtiyacı olup talep eden (‘her isteyen’ değil!) dört yıl burs alır. … Bu para, öğrenci mezun olup işe başladıktan sonra tahsile başlanır. Maaşına göre taksitlerle. Faizsiz olabilir. Gerekirse, bu bursun sadece bir bölümü (yarısı?) geri istenebilir. Burs istemeyen veya burs almak için geliri yeterince düşük olmayanlar, yine belli basamaklara göre ücret öderler.”
Görüldüğü üzere, devlet babanın verdiği “burs”ları geri ödemekte alternatif çok ve burada, Baskın Oran, bunlar içerisinden sınırsız bir seçim özgürlüğü sağlıyor! Ancak bir hata yapıyor ve geri ödemek üzere alınan paraya burs diyor ve şöyle devam ediyor Baskın Oran: “…Çünkü şu anda zaten okuyamayan yoksul ve yetenekli aile çocuğu, gücü olanların ödediği ile okuyabilecek. Dört yıl kızım için ödemediğim parayla, kim bilir kaç yetenekli ve yoksul öğrenci okurdu.
Çünkü, bursunun kesilmesini veya borcunun artmasını istemeyen öğrenci dersine çalışacak ve üniversitenin kıymetini bilecek. Çünkü, itiraf edelim: Bugün çocukların ciddi bir oranı ÖSYM’ye kafasındaki mesleği edinmek için değil, o vahim ‘Şimdi ne yapıyorsun’ sorusuna ‘Okuyorum!’ diyebilmek için giriyor. Aileler de ‘Üniversiteye gidiyor teyzesi, maşallah!’ diyebilmek istiyor. Bu ‘mahalle baskısı’ altındaki öğrenciler yüksek meslek okullarına gidince, diğerleri daha iyi eğitim görecek.”
Şimdi nasıl olacak, hem yoksul ve yetenekli aile çocukları, gücü olanların verdiği paralarla okuyacak; hem de okul bitip meslek sahibi olduklarında, bu parayı geri ödeyecek. Öğrencinin kendisinin ileride kazanma potansiyeli olduğu paraya yatırım, kârlı bir yatırım olsa gerek! Bitirirken de şöyle diyor Baskın Oran: “Şimdiye kadar üniversite, tüm YÖK başkanları karşısında dut yemiş bülbül kesilip el pençe divan durmuştu. Şimdi gençleri Sümeroloji yerine yüksek meslek okullarına yönlendirerek, kısa yoldan üretici yapacak ve üniversiteleri ferahlatacak bir öneri gelince, başkan AKP tarafından atanmıştır diye, aniden bülbülleşti. CHP Sendromudur. İbretle seyrediyorum.” Şimdiye kadar üniversitenin YÖK karşısında sesini çıkarmadığı doğru değil, fakat bunun yetersiz oluşu ya da eskiden YÖK sistemine bir eleştiri yöneltmeyenlerin bugün seslerini yükseltiyor oluşları eleştirilebilir. Ancak YÖK başkanının üniversitelerin paralı olması gerektiğine dönük açıklamasına karşı çıkanları CHP sendromuyla suçlamak, Baskın Oran’ın CHP paranoyasından başka bir şey olmasa gerek. Özelleştirilmesi süreci ilerletilerek, üniversitenin paralı kılınıp piyasaya bağlanmasına, bunun, bir dizi kılıf altında haklı ve üstelik tıpkı “ianeci” AKP mantığıyla “(yetenekli) yoksulların lehine” olduğunun ileri sürülmesine karşı duranlara CHP korkuluğu sallamak – pek uyanıkça görünüyor! Ama bir zaafı var: CHP piyasaya karşı bir parti değil, CHP parasız üniversiteden yana değil. CHP de içinde, bütün burjuva partiler, Baskın Oran gibi özelleştirmeci ve piyasacılar. “Parasız üniversite” talebi, bu nedenle, içeriği, çekiştirilerek herkes tarafından farklı doldurulan “demokratik üniversite” talebinden farklı olarak, yalnızca yoksul ve emekçiler, emekçi halk ve gerçek demokratlar tarafından benimseniyor. Öte yandan, evet, bugüne kadar rektörlerin peş peşe görevden alındığı, bütün öğrenci kulüplerinin bir gecede kapatıldığı, Kürtlerin bir halk olmadığını kanıtlayan (!), ‘Atatürk ilkelerine muhalif ideolojik akımları eleştiren’ araştırmalar yapılması talimatını veren genelgelerin yayınlandığı, vakıf üniversitelerine devlet üniversitelerinden kat kat fazla kaynak ayrılarak hemen hiçbir araştırma için ödenek bırakılmadığı bir üniversite modeline karşı çıkmayarak, YÖK’ün yanında saf tutmuş üniversitelerdeki ulusalcı, CHPli, Kemalist kadrolara söylenecek, herhalde tek bir şey var: Demokrasi herkese lazımdır ve demokrasi, içeriği boşaltılarak “hep benim için” “hep sermaye için” anlayışıyla halka ve taleplerine karşıtlıkla değil, halkla birleşme ve örneğin “parasız üniversite” türünden taleplerini benimseyerek savunulabilir. Bugün bu veciz sözü yaşam pratikleriyle en fazla bilince çıkaran çevre de, onlardır herhalde.
Herhalde sosyalizmin genel bir tarifi yapılacak olsa, parasız eğitim talebi en başta sayılan taleplerden biri olur; bu yönüyle, Baskın Oran’ın “ezber” diye nitelediği fikirler, aslında sosyalizmi “ezber” olarak görmenin yalın bir ifadesi olmaktadır. Baskın Oran ve Murat Belge’nin yazıları, herhalde, onları sosyalist olarak görenlerin, onlar hakkındaki ezberlerini bozmaktadır; çünkü yaptıkları, açık seçik olarak, liberalizmin yüz yıllık ezberlerini tekrarlamaktır.
ÜNİVERSİTE KİMİN SORUNU
YÖK Başkanı, üniversitenin paralı olması gerektiğini söylemesiyle birlikte, toplumun ve üniversitelerin birçok kesiminden tepkiler almaya başladı. Eğitim sendikalarından akademisyenlere, üniversite öğrencilerinden başkaca toplumsal kesimlere, birçok kimse ve kurum, üniversitelerin paralı hale getirilmesi gerektiğine ilişkin açıklamaya karşı çıktılar. Taner Timur, “Toplumsal Değişme ve Üniversiteler” kitabında, üniversitenin tarihsel süreç içerisindeki gelişimini, bugünü ve Türkiye üniversite sistemini analiz ettikten sonra, şöyle diyor; “Üniversite sorunu, toplumsal sınıflar ve siyasal iktidar sorunudur. Gerçek anlamıyla halk sınıflarına dayanan ve bunların hizmetinde olan bir iktidar yapısı kurulmadıkça, demokratik, özgür ve yaratıcı bir üniversite de bekleyemeyiz.” Türkiye’deki eğitim, özel olarak da yükseköğrenim sistemi; son dönemde AKP’nin bu alana giderek artan müdahalelerine bolca tanıklık edecek görünmektedir. AKP’nin bu alanda hayata geçirmek istediklerinin karşısında, özerk, demokratik ve parasız bir üniversiteyi savunmak ve kurmak, en başta, bugün hiç de azımsanmayacak olan üniversitelerdeki akademik birikimi ve her bileşimi (ÖTK, kol, kulüp, topluluk, öğrenci dernekleri, sendikaların üniversite emekçilerini örgütleyen şubelerini) bir muhalefet merkezine çevirmekten geçiyor. Şimdiye dek bu yönde yapılanların hepsi gerekli, ancak yeterli olmamaktadır. Zaten kısmen paralı olan ve daha girmeden önce eşitsizliğin had safhada olduğu bir üniversite modelinin tamamen paralı hale getirilmesi, yalnızca akademinin en kitlesel bileşeni olan öğrencilerin sorunu olmadığı gibi, bu saldırının püskürtülmesini, salt üniversite bileşenlerinin de değil, tüm emekçilerin sorunu olarak görmek gerekir. Özerk, demokratik ve parasız bir üniversite talebi, demokratik bir ülke talebinin de olmazsa olmazıdır.
Kaynakça
Timur, Taner, Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, İmge Yay. İst. 2000.
Baskın, Oran, Bedava Üniversite Ezberi, Radikal İki, 13.01.2008
Murat, Belge, YÖK Başkanı ve paralı öğrenim, Radikal Gazetesi, 12.01.2008