Üniversiteler, AKP ve YÖK tartışmaları

AKP’nin iktidarıyla birlikte tartışmaya açılan konuların başında üniversiteler gelmiştir. AKP’nin bu yaklaşımı, bazı kesimler tarafından, “Türkiye’nin bunca sorunu varken neden öncelikli olarak üniversiteler ele alınıyor?” şeklinde değerlendirilmektedir. Oysa, üniversiteler toplumun şekillenmesinde önemli rol oynayan öncü kurumlardır. Bu nedenle de, toplumsal sorunların çözümü için ya da toplumsal düzende önemli değişimlerin gerçekleştirilmesi amaçlandığında, üniversitelerin öncelikle ele alınması son derece doğaldır. Hatırlanacağı üzere, 12 Eylül rejimi de üniversiteleri, siyasi partiler ve sendikalarla birlikte öncelikleri arasına almış ve ortadan kaldırmak istediği düzeni buralardan başlayarak kontrol altına almayı hedeflemiştir. Bu doğrultuda da getirmek istediği düzeni üniversitelerden başlayarak yerleştirmeye çalışmıştır. YÖK düzeni de zaten bu düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
YÖK’ün kurulduğu 6 Kasım 1981 tarihinden bu yana iktidara gelen hemen hiçbir hükümet (buna büyük ölçüde bugünkü AKP kadrolarının da içinde yer aldığı REFAHYOL hükümeti de dahildir) üniversiteleri AKP iktidarı kadar geniş kapsamlı olarak gündemine almamıştır. Bunda en önemli etken, YÖK’ün kendisine verilen görevi eksiksiz olarak yerine getirmesi ve üniversiteleri hükümetlerin gündemine almasına ihtiyaç bırakmamasıdır.
Bu noktada, YÖK’ün yaklaşık yirmi yıl süresince üniversiteleri, hükümetlerin gündemine dahi alma gereğini bırakmayacak kadar başarılı olarak yerine getirdiği görevin ne olduğunun sorgulanması yerinde olacaktır. Bu bağlamda, YÖK’ün 12 Eylül’ün bir ürünü olarak, “otoriter, milliyetçi bir yaklaşımı üniversitelerde etkin kılmayı amaçladığı” şeklinde bir yaklaşım, eksik, hatta bunun da ötesinde önemli yanılsama içeren, dar görüşlü bir bakış açısını yansıtacaktır. YÖK’ün işlevini daha geniş bir çerçeve içerisinde, bütünlüklü olarak değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda da öncelikle, 12 Eylül’ün hangi ideolojinin ürünü olduğunu iyi algılamakta yarar vardır.

YÖK: NEOLİBELARİZMİN ÜNİVERSİTELERDEKİ AYAĞI
12 Eylül 1980 askeri müdahalesi, 1960’ların sonları 1970’lerin başlarında ortaya çıkan kapitalist sistemin krizi karşısında, sosyal devleti ortadan kaldıran, emeğin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmaya yönelen yeni liberal akımın, Türkiye’de uygulanabilirliğini sağlamaya yönelik politikaların bir gereği olarak gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül, uluslararası sermaye ve onun işbirlikçisi olan ulusal sermayenin gereksinimleri doğrultusunda emekçi sınıfa büyük bir darbe vurmuştur ve bunun etkileri aradan geçen 22 yılı aşkın sürede hâlâ bütün ağırlığı ile hissedilmektedir. 
YÖK’ü sadece 12 Eylül’ün ürünü bir kurul olarak görmemek gereklidir. YÖK, aynı zamanda üniversitelerin yeni liberal politikalara uyumlu hale getirilmesini de amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda YÖK, 21 yıllık süre içerisinde amacına büyük ölçüde ulaşmıştır. Bu bağlamda, üniversiteler öncelikle, özgür düşünen, toplum için bilim üreten ve sunan bilim insanlarından arındırılmış, daha sonra da militarist bir düzenin hakim olduğu kışlalar haline dönüştürülmüştür. Böylece üniversiteler, öğretim elemanı ve öğrencilerin tartışmaktan, fikir üretmekten ve açıklamaktan korktukları, soğuk, ruhsuz binalar haline dönüşmüştür.
Yeni liberalizm, YÖK düzeni içerisinde üniversiteleri, toplumun gelişmesi için düşünce üreten kurumlar olmaktan uzaklaştırdığı gibi sermayenin hizmetinde faaliyet gösteren kurumlar haline de dönüştürmeye çalışmıştır. Bu amaçla, üniversitelere ayrılan kaynaklar kısılmış, öğretim elemanı ücretleri reel olarak her geçen yıl azaltılmıştır. Bunun sonucu olarak da üniversiteler, bir taraftan sermayeye proje üreterek, diğer taraftan ise harçlar aracılığı ile öğrencilerin üzerinden gelir sağlamaya çalışarak faaliyetlerini sürdüren kurumlar haline gelmiştir. Öğretim elemanlarının önemli bir bölümü ise, toplum için bilgi üretmek ve sunmak için kullanmaları gereken zamanı ya özel üniversiteler ve şirketlerde danışmanlık vs. şekillerde sermayenin hizmetine sunmuşlar ya da ikinci öğretim, tezsiz yüksek lisans, yaz okulları, ek ders gibi gelir arttırıcı olan ama bilimsel katkı sağlamayan faaliyetlere ayırmak durumunda kalmışlardır. Böylece, üniversiteler toplum için değil sermaye için faaliyet gösteren ticari kurumlar haline dönüşmüştür.
Üniversitelerin, 22 yıldır karşı karşıya olduğu idari, mali ve siyasi baskılar sonrasında içinde bulunduğu durum karşısında bugün, iktidara gelen bir hükümet, üniversiteleri yeniden yapılandıracağını ve üniversitelere idari, akademik özerklik vereceğini söyleyerek üniversiteler üzerine bir tartışmanın başlamasına neden olmuştur. Aslında üniversiteler üzerine tartışmalar, 12 Eylül’den bu yana, yani YÖK’ün kurulmasının da öncesinden beri süregelmektedir. Ancak, özgür, demokratik üniversite talebi ile bu tartışmayı yürütenler, daima en sert biçimde bastırılmış, susturulmuştur. Bugün tartışmaların ilginç olan noktası, büyük bir meclis çoğunluğuna sahip olan hükümetin, tartışmanın tarafı olmasıdır. 

AKP’NİN NİYETİ NEDİR?
Hükümetin sahibi olan AKP ile üniversitelerin yönetimini elinde bulunduran YÖK arasındaki bu tartışmayı değerlendirebilmek için tarafların niyetlerinin iyi analiz edilmesi gerekmektedir. YÖK’ün kuruluş amacını da oluşturan öncelikli hedefi, yukarıda da belirtilmeye çalışıldığı gibi, yeni liberal politikalar doğrultusunda üniversitelerin ticarileştirilerek sermayenin hizmetine açılması ve sermaye için bilgi üreten kurumlar haline gelmesidir. Tartışmanın diğer tarafı AKP’nin ise gerek seçim bildirgesi, gerekse iktidarı elde ettikten sonra ortaya koyduğu acil eylem planı ve hükümet programı bütün olarak ele alındığında, YÖK’ün temel yönlendiricisi olan yeni liberal politikalar ile doğrudan bir paralellik içerisinde olduğu görülmektedir. Bu bağlamda AKP’nin ekonomi politikası, bütünüyle kapitalizmin temel kurumları olan IMF ve Dünya Bankası’nın yönlendirmesine bırakılmıştır. Kapitalist sistemin küresel düzeyde biçimlenmesini ve yönetilmesini sağlayan Dünya Ticaret Örgütü’nün öngördüğü tüm koşulların sağlanabilmesine yönelik politikalar, AKP’nin tüm plan ve programlarında mevcuttur (özelleştirme, kamu personel rejimi, çalışma yaşamının esnekleşmesi vs.). Yine bu partinin seçim programında üniversitelerin ticarileşmesinin temel dayanağı olan sanayi-üniversite işbirliği de yer almaktadır. Diğer bir deyişle AKP, üniversitelerin sermayenin hizmetinde, ticarethaneye dönüşmesini öngören politikaları tümüyle kabul etmekte ve bu yöndeki politikaları sürdüreceğini açıkça ifade etmektedir.
AKP, gerek seçim sürecinde, gerekse iktidara geldikten sonra kendisini topluma tanıttığı ve önümüzdeki dönemdeki icraatını ortaya koyan tüm belgelerinde ve parti yetkilerinin söylemlerinde, YÖK’ün üniversitelerde gelişmesi ve yerleşmesi için çabaladığı yeni liberal politikalar konusunda bütünüyle ortak bir anlayış içinde olduğunu ortaya koymaktadır. O halde AKP ile YÖK yönetimini karşı karşıya getiren nedenler nelerdir?
AKP ile YÖK yönetimini karşı karşıya getiren nedenlerin büyük ölçüde 28 Şubat süreci içerisinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Zira, 28 Şubat’a kadar YÖK’ün işlevi yukarıda da değindiğimiz gibi kapitalist sistemin gereklerini üniversiteye taşımak boyutu içerisinde biçimlenmiştir. Bu süreçte, devlet kurumları içerisinde laik-anti laik tartışması yaşanmamış, Atatürkçülük görüntüsü altında bir taraftan yeni liberal politikalar, yani ticarileşme gerçekleştirilmiş, diğer taraftan da Türk-İslam sentezi’ni savunan düşünce, mevcut iktidarların da desteği ile her alanda olduğu gibi üniversitelerde de alabildiğine kadrolaşmıştır. Ancak, Refah Partisi – Doğru Yol Partisi koalisyonunun hükümette bulunduğu süreçte, bir taraftan anti laik kadrolaşma ve söylemlerin çarpıcı bir biçimde ortaya çıkması, diğer taraftan ise islami sermaye olarak tanımlanan kesimin, İstanbul sermayesi olarak tanımlanan büyük sermayenin kâr alanlarına müdahale etmesi laik-anti laik çatışması olarak gösterilmiş ve 28 Şubat süreci yaşanmıştır. 28 Şubat sürecinde YÖK’e yeni liberalizmin öngördüğü görevler dışında, laikliği üniversitelerde savunmak görevi de verilmiştir.

KADROLAŞMA AMACI
Bu görev doğrultusunda YÖK, üniversitelerdeki İslami yapılanmayı bir ölçüde de olsa ortadan kaldırmak amacıyla bir çok öğretim elemanının görevine son vermiş, bu yapı içerisinde yurt dışına eğitim için gönderilen kadroları geri çağırmıştır. Bu süreçte YÖK, siyasi iktidardan tamamen ayrışmış, YÖK başkanı, hükümet üyeleri ile ve hatta bazı zamanlarda doğrudan bağlı olduğu Cumhurbaşkanı ile dahi tartışma içerisine girebilecek kadar özellikli bir konuma gelmiştir (2000 yılı Temmuz ayında bazı üniversitelerin rektör atamalarında yaşanan tartışmalar buna örnektir).
AKP, iktidarının hemen başında üniversiteleri ve özellikle de YÖK’ü gündeme almasındaki temel neden, YÖK’ün 28 Şubat’tan bu yana gelen misyonudur. Diğer bir değişle AKP, 28 Şubat süreci içerisinde üniversitelerde kaybetmiş olduğu kadrolarını tekrar ele geçirerek 28 Şubat’ın rövanşını almaya çalışmaktadır. Böylece uygulamak durumunda olduğu IMF politikaları nedeni ile kendisini iktidara getiren seçmenlere vaadettiği yaşam koşullarını sağlayamayan AKP, üniversiteler üzerinden seçmenine iktidar olduğunu ispat etmeye çalışmaktadır.
Özetle, AKP’nin YÖK ve üniversitelere yönelik söylemi, yıllardır özerk demokratik üniversite özleminde olan kesimlerin bu özlemlerini gidermekten çok uzaktadır. AKP tarafından başlatılan tartışma, esas olarak, AKP ile YÖK yönetimi ve onu destekleyen çevrelerin üniversiteler üzerinden gerçekleştirdiği bir iktidar mücadelesidir. Bu bağlamda, toplumun bu tartışmanın içerinde hiçbir yeri yoktur ve sonucu ne olursa olsun bu tartışma sermaye dışı toplum kesimleri için herhangi bir fayda getirmeyecektir.

Kriz ve Çinleşen Türkiye’de “Sınırsız Sömürü”

KRİZİN SUÇLUSU KİM, GÜÇLÜSÜ KİM..?

Kapitalizm krizde olduğu dönemlerde ideolojik, ekonomik ve siyasal alanda içerisine düştüğü zaafı örterek egemenliğini tekrar sağlamayı ve sürdürmeyi hedefler. Bu nedenle, kriz dönemlerinde sermaye temsilcileri, toplum kesimleri önünde krizin, sistemin kendi içsel çelişkilerinden kaynaklandığını gizlemeye çalışır. Hatta daha da ileri giderek, kendi yarattığı krizle ortaya çıkan toplumsal sorunların sadece kendi yöntemleriyle çözülebileceğini iddia eder. Böylece başta emekçiler olmak üzere, sermaye dışında kalan toplum kesimlerinin sistemi sorgulamasını engellemeye çalışır.

Kriz döneminde ideolojik çöküntüsünü gizlemeye çalışan kapitalizm, diğer bir taraftan da, krize neden olan kâr düşüşlerini engelleyip, ekonomik hegemonyayı sürdürmeyi amaçlar ve sermaye birikim rejimini bu doğrultuda yeniden düzenler. Sermaye birikim rejiminin düzenlenmesi, sermayenin emek; merkez ülkelerin ise çevre ülkeler üzerindeki sömürü düzeyini daha ileri bir aşamaya aktarmasından ibarettir. Bu, aynı zamanda, emek-sermaye ve merkez-çevre ülkeler arasındaki hiyerarşinin –söz hakkının– yeniden belirlenmesi anlamına gelir.

Kapitalizmin ideolojik ve ekonomik hegemonyayı sağlama ve krizden çıkış sürecinde, politikalarını uygulayacak olan siyasi iradenin rolü de son derece önemlidir. Kapitalist sistemde egemen konumda olan devletler, sistem içerisinde yer alan her bir ülkedeki siyasi iradenin öneminin farkında olarak, siyasal iktidarlar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır. Böylece kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği hiyerarşi içerisinde her bir ülkenin sistemin ihtiyaçlarına cevap verecek politikaları uygulaması sağlanır. Bu süreçte, kapitalizmin uluslararası kurumları (IMF, DB, DTÖ, AB vd.) da, yaptıkları –tek taraflı ya da çok taraflı– anlaşmalarla ülkelerin söz konusu politikaları uygulamasını sağlar.

Kapitalizmin siyasi ve ekonomik alanda hegemonya sağlaması, ideolojik hegemonya sağlamasından çok daha kolaydır. Zira sermaye, işsizlik, yoksulluk, açlık gibi tehditler ile emekçiler üzerinde ekonomik hegemonya kurarken; etnik köken, din, mezhep, ırk gibi ayrışmalar üzerinden kurduğu baskılar ile de siyasal hegemonyayı elde etmeye çalışır. Ekonomik ve siyasal hegemonyayı sağlama sürecindeki baskı ve zorlamaların ideolojik hegemonyayı da sağlaması beklenir. Ama kriz dönemlerinin özellikle ekonomik sorunlara cevap verememesi ve ekonomik egemenliğin sarsılması, ideolojik olarak sistemin çok daha fazla sorgulanmasına yol açar.

Özellikle kriz dönemlerinde belirgin hale gelen sistemi sorgulama eğiliminin kendiliğinden sisteme karşı bir eyleme dönüşmesi beklenmemelidir. Çünkü ekonomik sorunların en yakıcı olduğu koşullarda dahi, bu sorunların kaynağının mevcut sistem olduğunun anlaşılması, ancak sınıfsal bir bakış açısı ile mümkündür. Özellikle sermayenin –başta medya olmak üzere– kullandığı ve emekçilerin günlük yaşamlarını önemli ölçüde işgal etmiş olan propaganda araçlarının gelişmiş ve yaygınlaşmış olduğu günümüzde, sistemin sınıfsal bir bakışla sorgulanması son derece zordur. Zira bu propaganda araçlarının yarattığı yanılsama sayesinde, bir taraftan sorunların kaynağının doğru biçimde algılanması engellenirken, diğer taraftan da emekçiler arasındaki ayrışmalar körüklemeye çalışılır.

Kapitalizmde krizlerin ve krizlerle ortaya çıkan toplumsal sorunların sistemin yapısından kaynaklandığının anlaşılmasını sağlayacak sınıfsal algının oluşmasında en önemli görev, sınıf partileri, sendikalar ve emekten yana demokratik kitle örgütlerine düşmektedir. Bu yapıların sınıfsal bir perspektif içerisinde gerçekleştireceği çalışmalar ile sermayenin yaratmaya çalıştığı yanılsama engellenerek, gerçekçi bir kriz analizi mümkün hale gelebilir ve bunun üzerinden de emekçilerin krizin yüklerinin kendi sırtlarına yıkılmasına karşı mücadelesi örgütlenebilir. Bu yapılar, tarafından kriz analizinin doğru yapılamaması durumunda ise, kriz karşısında emekçi sınıfın ezilmesine engel olmak bir tarafa, krizin yükünü emekçilerin üzerine daha fazla yıkmaya yönelik sermaye politikalarına katkı sağlayan konuma dahi düşebilir. Yani krizin suçlusu olan sermayenin ve sistemin, krizden daha da güçlü çıkmasında emekten yana görünen örgütler de pay sahibi olurlar.

2008 KRİZİ VE YİNE AYNI TERANE…

2008 yılında krizin saklanamayıp itiraf edilmesi ile birlikte yaşananlar, diğer kriz dönemleriyle önemli benzerlikler göstermiştir. Krizin ilan edilmesinin hemen ardından, ABD yönetiminin yaptığı ilk iş, devlet bütçesinden sermayeyi krizden kurtarma operasyonuna girişmek olmuştur. ABD emekçisinin alın teri ve ABD’nin dünyanın dört bir tarafında kan dökerek gasp ettiği kaynakların bir avuç sermayedarın kâr kayıplarını kapatmak için aktarılması, “batan işletmelere yatırılmış olan emeklilik fonlarının da batmasını önlemek olarak” açıklanmıştır. Yani ABD yönetimi, sermayedarları kurtarma operasyonunu, emeklilerin haklarını korumak için yapıyormuş yanılsaması yaratarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Oysa, Eylül 2008’den bu yana, ABD’de, krizden kurtarma gerekçesiyle sermayeye trilyon dolarlar aktarılırken, işletmelerden işçilik maliyetlerini azaltmaları ve verimliliklerini arttırmaları istenmiştir. Bunun sonucu olarak, –sendikalarında da büyük ölçüde rızası alınarak– yüz binlerce işçi çıkartılmış, ekonomik haklar gerilemiş ve esnek çalışma yaygınlaşmıştır.

Kriz karşısında kapitalizmin hegemon devleti ABD’nin uygulamaları, başta AB ülkeleri olmak üzere, diğer kapitalist ülkelerce de benimsenmiştir. Zaten kapitalist ülke yönetimlerinin katılımıyla gerçekleşen birçok toplantıda, krize karşı uygulanacak politikalar, kapitalizmin uluslararası kurumları tarafından dikte ettirilerek ortaklaştırılmıştır.

Diğer ülkeler gibi, Türkiye’nin de kriz karşısında izlediği politikalar, önemli ölçüde uluslararası kurumların verdiği direktiflerin ‘ulusal sermaye’nin de talepleri etrafında biçimlendirilmesiyle belirlenmektedir. Bu bağlamda, kapitalizmin siyasi, ekonomik, ideolojik hegemonyasına halel getirmeden, kriz sürecini kontrol altında tutmak, AKP Hükümeti’nin başlıca hedefi olmuştur.

TÜRKİYE’DE “İSTİHDAM” MASKESİ ALTINDA DERİN SÖMÜRÜ

Türkiye’de krizin ve onun üzerinden de sistemin sorgulanmasına neden olacak en temel sorun işsizliktir. İşsizliğin yapısal bir sorun olduğu Türkiye’de, sıkça yaşanan ekonomik krizlerle birlikte, işsizlik, –özellikle 2001 sonrasında– yüzde 10’lara ulaşmıştır. Sermaye kesiminin kârlarının görülmemiş ölçüde yükseldiği, son derece yüksek büyüme oranlarının gerçekleştiği 2002 sonrası dönemde dahi, işsizlik oranı yüzde 10’ların altına çekilememiştir. Dolayısıyla 2008 krizine, Türkiye, zaten yüksek bir işsizlik oranı ile girmiştir, krizle birlikte bu oran, rekor bir artış ile yüzde 16’lara yükselmiştir.

Kriz süreçleriyle birlikte derinleşen işsizlik sorunu, krizle birlikte emek örgütlerinin yaptığı açıklamalarda da ön plana çıkmış ve işten çıkartmanın yasaklanmasına varan talepler dile getirilmiştir. Emek örgütleri gibi, sermaye kesiminin de, işsizlik oranlarının yüksekliğinden ve daha da artmasından endişe duyduğunu ve buna karşı önlemler alınması gerektiğini vurgulayan açıklamalar yapılmıştır.

Sınıflar arası çelişkilerin en keskin haliyle yaşandığı kriz dönemlerinde kolay rastlanmayacak biçimde emek ve sermayenin işsizlik gibi son derece çatışmalı bir konuda benzer vurgularda bulunmaları, son derece ilginç bir tablo ortaya çıkartmıştır. Bu tablo karşısında da akıllara şu soru gelmiştir: Acaba kimilerinin söylediği gibi tarihin sonuna gelindi de, emek sömürüsü için sermayenin en güçlü silahı olan işsizlik etrafında sınıfların çıkarları örtüşmüş müdür?

Kapitalist üretimin temel mantığı değişmediğine göre, bu sorunun cevabı tartışmasız “hayır”dır. O halde, sermayenin, emekçileri birbirleri ile rekabete sürükleyerek sömürü oranını arttırmak için kullandığı işsizliğin ortadan kalmasını ya da azalmasını istemesi, nasıl açıklanabilir?

KRİZ ÖNCESİ İŞSİZLİK SÖYLEMİ…

Türkiye’de, sermaye kesiminin işsizliği sorun olarak tanımlaması ve gündemine alması, kriz ilanından çok daha öncelere dayanır. Ancak yanlış anlaşılmasın, sermayenin işsizlik sorununa yaklaşımı, hiçbir zaman sosyal bir sorun algısı üzerinden olmamıştır. Aksine, işsizliğe çözüm adı altında savunulan, “istihdam üzerindeki yük” olarak tanımladıkları emek maliyetinin düşürülmesidir. Bu bağlamda da, bir taraftan esnek çalışmanın daha da yayınlaştırılması, diğer taraftan da sosyal güvenlik primi ve vergilerin düşürülmesi ya da devlet tarafından karşılanması ve ucuz işgücü bölgeleri yaratılması, sermaye kesiminin sürekli dillendirdiği talepler olmuştur. Sermaye bu talepleri gündeme getirirken, AB, Dünya Bankası ve OECD’nin istihdam stratejilerinden de destek almaktadır. Zira Türkiye sermayesinin bu talepleri, söz konusu kurumlar aracılığı ile tüm kapitalist ülkelere önerilen ve hatta ikili ve tek taraflı sözleşmelerle dayatılan politikaları içermektedir.

Uluslararası örgütlerin ve Türkiye sermayesinin işsizlik söylemiyle getirdiği bu taleplerin ardındaki niyet, küresel rekabet ortamı içerisinde, Türkiye’yi, cazip yatırım alanı haline getirmektir. Türkiye’nin küresel üretim ağı içerisinde bulunduğu konum itibariyle rekabet halinde olduğu ülkelerin başında, Çin, Hindistan, Mısır gibi ucuz emek gücü üzerinden rekabet eden ülkeler gelmektedir. Bunun anlamı, cazip yatırım alanı olması için, Türkiye’de emek maliyetlerinin bu ülkeler düzeyine çekilmesidir.

“TÜRKİYE’NİN ÇİN’İ GÜNEYDOĞU OLSUN…”

Türkiye’nin cazip yatırım alanı olması ve küresel rekabette üstünlük sağlaması söylemiyle emek maliyetini düşürmeye çalışan bu anlayış, işsizlik sorununu çözme görüntüsü altında kendisini meşrulaştırmaktadır. Bu yapılırken de, özellikle işsizliğin ve yoksulluğun en yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri hedef alınmıştır. Sanko Holding`in patronu Abdülkadir Konukoğlu’nun Türkiye’nin Çin’i Güneydoğu olsun…sözleri ve TOBB, TÜSİAD gibi sermaye örgütü temsilcilerinin yine bu yönde vermiş olduğu mesajlar, Türkiye’nin Çinleştirilmesi ve bunun da özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde gerçekleştirilmesi niyetlerini ortaya koymuştur. Bu niyet doğrultusunda, bir süre önce “bölgesel asgari ücret” önerisi getirilerek, bu bölgelerde daha düşük ücret uygulanması gündeme getirilmiştir.

İŞVERENİN SORUMLULUĞU DA EMEKÇİNİN SIRTINA…

Kuşkusuz, Türkiye’nin sadece bir ya da birkaç bölgesi ucuz emek alanı haline getirilirken, diğer bölgelerinde, emeğin, mevcut haklarını koruyup geliştirebilmesi mümkün değildir. Sermaye, Doğu ve Güneydoğu için açık olarak ifade ettiği Çinleştirme özlemini, yine işsizlik sorununu çözme görüntüsü altında ve “istihdam paketi” adıyla tüm ülkede uygulanacak biçimde Mayıs 2008’de gündeme getirmiştir. Sermayenin istihdam üzerindeki yüklerini kaldırmak amacıyla getirilen bu paketle birlikte, işverenin ödediği sosyal güvenlik primleri düşürülürken, işverenlerin kreş, emzirme odası bulundurma ve işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğü kaldırılmıştır. Yine bu paket ile, kriz sonrasında, her fırsatta sermayeye kaynak olarak kullandırılan İşsizlik Sigortası Fonu’nun, amacı dışında kullanılmasının yolu açılmıştır. Bu bağlamda, 18-29 yaş arasındaki gençler ve kadınların SSK primlerinin 5 yıl boyunca işveren yerine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması sağlanırken, GAP’ta yatırım yapacak sermayeye de buradan kaynak aktarılmasının yolu açılmıştır. Bu paketle birlikte, işverenlerin, çalıştırdıkları işçiler için neredeyse ücret dışında hiçbir yükümlülüğü kalmamış, işverenlerin tüm yükümlülükleri emekçilerin sırtına yüklenmiştir. Dahası, emekçilerin kapitalist sistemden kaynaklanan risklere karşı oluşturduğu birikimlerin de, sermayenin cebine aktarılmasına olanak sağlanmıştır.

KRİZ VE SINIRSIZ SÖMÜRÜ DÖNEMİ…

Kriz öncesinde işsizlik sorununa çözüm görüntüsünde getirilen emek karşıtı düzenlemeleri, sendikalarla “uzlaşma” içinde meşrulaştıran sermaye, krizle birlikte krizin yükünü emekçilere aktarmak ve kendisini krizin sorumlusu değil, krizden çıkışın çaresi olarak göstermek amacıyla, işsizliği kullanmaya devam etmiştir. İşsizliğin giderek daha büyük bir sorun haline gelmesi ve emek örgütlerinin “krize karşı” programlarında işsizliği öne çıkartmaları, sermayenin işsizliğe çözüm görüntüsü altında Çinleştirme hedefi için önemli bir fırsat yaratmıştır.

Eylül 2008’de, krizin itirafının hemen ardından, sermaye ve hükümet, “krizi fırsata çevirme” düşüncesiyle, “işsizlik sorununu çözme” söylemiyle birçok düzenleme gerçekleştirmiştir. “İşsizliğe çare” olarak getirilen düzenlemelerin temelinde de, yine istihdamın üzerindeki yüklerin hafifletilmesi vardır. Bu doğrultuda Mayıs 2008’de çıkartılan İstihdam Paketi’nde yolu açılmış olan sigorta primleri ve vergilerin düşürülmesi ya da İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanmasına yönelik uygulamalar daha da yaygın hale getirilmiştir. Yine sermayeye yönelik teşviklerde, İşsizlik Sigortası Fonu’nun kullanılması öngörülmüştür.

Sermaye, krizi fırsata çevirme konusunda öylesine ileri adımlar atmıştır ki, işsizlik sorununu çözme görüntüsüyle, çalıştırdıkları işçilerin sadece sigorta ve vergilerini değil, çıplak ücretlerini dahi ödemekten kurtulacak düzenlemeler yapmışlardır. Bunlar içinde en önemli örnek, işverenin emek maliyetini neredeyse tamamen ortadan kaldıran, “eksik çalışma ödeneği”dir. İşçinin bir süreliğine işini korumasını sağlayan bu uygulama ile, işçinin ücreti, İşsizlik Sigortası Fonu ya da genel bütçeden ödenmekte, yani toplumsallaştırılmaktadır. Bunun diğer bir ifadesi, sermayenin emeğin yarattığı değerin bütününe el koyarak, kâra dönüştürmesidir. İşsizliği önleme söylemiyle getirilen diğer tüm uygulamalar gibi, eksik çalışma ödeneği konusunda da, emek örgütleri hiçbir tepki göstermeyerek, ücretin tamamının kâra dönüşmesini ve sömürünün toplumsallaşmasını onaylamışlardır.

Krizi fırsata çevirme becerisi gösteren sermaye ve onun temsilcisi AKP Hükümeti’nin işsizlik sorununu çözme görüntüsüyle yaptıkları tüm uygulamalara karşı emek kesiminden hiçbir ses çıkmaması, sermayenin ve AKP’nin cesaretini daha da arttırmıştır. Bu cesaret sayesinde emek sömürüsünü en üst düzeye taşıyacak uygulamalar yaşama geçirilmeye başlanmıştır. Bu uygulamaların en sonuncusu, 4 Haziran 2009 tarihinde Başbakan tarafından açıklanan “Teşvik ve İstihdam Paketi”dir. İşverenin üzerindeki yükümlülükleri daha da azaltan ve yükü İşsizlik Sigortası Fonu ve genel bütçe aracılığıyla topluma yıkan bu son paketin diğerlerinden farkı; halen istihdam edilmekte olanların işlerini korumaktan öte, yeni istihdam alanları açacağı iddiasında olmasıdır. Ayrıca bu pakette, sermayenin yıllardır dillendirdiği, Doğu ve Güneydoğu’yu Çinleştirme düşüncesi de somutlaştırılmıştır.

Hazırlığı 1,5 yıl sürdüğü iddia edilen ve MÜSİAD’ın “devrim” olarak nitelendirdiği, diğer sermaye örgütlerini de ziyadesiyle memnun eden Teşvik ve İstihdam Paketi için medyanın tercih ettiği başlık, “500 bin işsize iş” şeklinde olmuştur. Paketin doğrudan istihdam yaratan maddeleri şöyledir:

120 bin işsiz, kamuya ait okul, hastane ve benzeri sağlık kurumlarındaki bakım ve onarım işleri, ağaçlandırma ve erozyon kontrolü, çevre düzenlemesi, arazi ıslahı, park, bahçe düzenlemesi gibi işlerde 6 ay süreyle çalıştırılacaktır. Bu işçiler, günde 3 ya da 4 saat çalıştırılarak, karşılığında saat başına 3 TL alacaktır. Bir işçinin toplam çalışma süresi haftalık 30 saati geçmeyecek ve ücretler, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır. Bu işçilerin kamuda istihdamının kalıcı olmaması için, işçiler, taşeron aracılığı ile istihdam edileceklerdir. Doğrudan istihdam yaratmaya yönelik diğer uygulama ise, lise ve üzeri eğitimli 100 bin işsizin stajyer statüsünde özel şirketlerde çalıştırılmasına ilişkindir. Bunların da çalışma süresi 6 ay olacak, bu süre içerisinde günlük 15 TL ücret alacaklar ve bu ücret de, yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır.

Pakette doğrudan istihdam yaratma dışında, 200 bin işsize vasıf kazandırılması (ne tür bir vasıf kazandırılacağı ve bu vasfa sahip olanların istihdam şansı olup olmayacağı belirtilmemektedir) öngörülmektedir. Mesleki eğitime katılanlara, günde 15 TL ücret verilecektir. Bunun dışında, 10 bin kişiye de, girişimcilik eğitimi verilecektir.

Gerek doğrudan yaratıldığı iddia edilen istihdam olanakları, gerekse mesleki eğitim uygulamalarının işsizlik sorununun çözümüne katkı sağlaması mümkün olmadığı gibi, istihdam olanağı yarattığı iddia edilen uygulamalar, emekçilerin yüzyıllar süren mücadelelerle elde ettiği hakları ortadan kaldırır niteliktedir. Her şeyden önce, stajyer tanımlaması üzerinden getirilen 6 aylık geçici çalışma biçimi, esnekliğin en uç aşamasıdır. Son derece “eğreti” ve “güvencesiz” olan bu emekçilerin istihdam edildiğini, bir işlerinin olduğunu dahi söylemek mümkün değildir. Sadece bir süreliğine ucuz (ve hatta bedava) işgücü olarak çalıştırılacaklar ve ürettikleri değerin tümüne sermaye tarafından el konulacaktır. Öte yandan, ödenecek ücret, yasal asgari ücretin dahi altında kalacaktır. Yani, bu paketle, Türkiye’de, devlet eliyle, yasal asgari ücret uygulaması ortadan kaldırılmış olmaktadır. Sadece kriz dönemi için getirildiği söylense de, bu düzenlemenin ardından, işverenlerin eğreti ve güvencesiz çalışmayı uygulaması ve yasal asgari ücretin çok altında ücret ödemesi meşru hale gelmiştir. Böylece, emek piyasasında yasalara uygun çalıştırma, işverenin insafına terk edilmiştir.

Pakette getirilen düzenlemeler ile istihdamın sağlanmasına yönelik olduğu söylenen tüm uygulamaların maliyeti, emekçilerin işsiz kalma riskine karşı kendilerini güvenceye almak için oluşturdukları fonun üzerine yıkılmıştır. Daha önceki paketler gibi, bu pakette yer alan düzenlemeler ile de, sermaye, “istihdam üzerinde yük” olarak gördüğü diğer tüm sorumluluklarla birlikte, çalıştırdığı işçinin ücret yükümlülüğünü de, emekçinin cebinden çıkan paralarla oluşturulmuş olan fona, yani emekçilere yıkmaktadır. Bunun anlamı, işverenin “0” maliyetle işçi çalıştırması, yani emeğin yarattığı tüm değere el koymasıdır.

Satın aldığı emek gücünün karşılığı olarak işverenin hiçbir maliyete katlanmamasına, yani “0” maliyetle işçi çalıştırma uygulamasına, kapitalist üretim ilişkilerinin hiçbir döneminde rastlanmamıştır. Getirilen bu düzen ile, Türkiye, tam da sermayenin istediği gibi, emek sömürüsü bakımından rekabete girdiği Çin’den de üstün hale gelmiştir.

Hükümet, paketi hazırlarken, emek sömürüsünü sınırsız hale getiren düzenlemelerin yaygınlaşmasının zaman alacağını düşündüğünden olacak, “Doğu ve Güneydoğu’yu Çinleştirme” projesine dair de düzenlemeler yapmıştır. Buna göre, başta kurumlar vergisi olmak üzere, bu bölgelere giden sermayeye türlü destek ve teşvikler vaat edilmektedir. Hem de yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ya da genel bütçeden ayrılan kaynaklarla, yani yine emekçinin cebinden çıkan parayla…

Sermayenin, AKP Hükümeti aracılığı ile Türkiye’yi –emek sömürüsü bakımından– Çinleştirmeye yönelik hedefinin yaşama geçirilmesinde, kriz büyük bir fırsat olmuştur. Sermayenin ve hükümetin krizi fırsata dönüştürmesinde en önemli rol, kuşkusuz emek örgütlerinindir. Eğer, sermayeyle böylesine “uzlaşmış” bir emek örgütlenmesi yerine sınıfsal perspektifini koruyan bir örgütlenme olsaydı, sermaye, sömürüyü sınırsız hale getirecek ölçüde bir güce sahip olamazdı.

Şüphesiz emekçilerin karşı karşıya olduğu bu tablo son derece karanlıktır. Ama bu karanlık kader değildir. Emekçiler sınıfsal hafızalarını yeniden kazanır ve mücadeleye yönelirse, karanlıktan çıkmak için adımlar atılmaya başlanmış demektir. Bunun için, her şeyden önce, mevcut emek örgütlerini bu hale getiren politikalar ve kişilerden kurtulmak gerekir. Bu da, sistemle olduğu kadar, emekçilerin, kendi örgütsel yapılarıyla da hesaplaşmasını gerekli kılmaktadır.

Kılıçdaroğlu’nun Sosyal Devlet Söylemi Üzerine

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanı olmasının ardından sosyal devleti savunan ve yeniden sosyal devlete işlerlik kazandırmayı vaat eden söylevleri, sosyal devletin Türkiye siyasi yaşamında yeniden gündeme gelmesine neden olmuştur.

Kılıçdaroğlu’nun emekçilerin haklarına değinerek sosyal devlet vurgusu yaptığı söylevlerin en çarpıcı olanlarından bir tanesi 2 Kasım 2010 tarihinde CHP Meclis Grubu toplantısında yaptığı konuşmadır. Bu konuşmasında Kılıçdaroğlu, çalışma yaşamında güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırdığı, sendikal örgütlenme hakkını engellediği için AKP Hükümetini eleştirmekte ve şunları söylemektedir:

Biz geleceğiz, tüm emekçilerin haklarını vereceğiz, onlara iş güvencesi sağlayacağız, onlara huzurlu bir Türkiye vaat ediyoruz biz, üreten bir Türkiye vaat ediyoruz. Çalışacak, üretecek, hakkını arayacak, sosyal devletin ne olduğunu görecek. Bizim amacımız, bizim felsefemiz, hayata bakışımız odur. Onları, bütün taşeron işçilerini, hak arayan bütün herkesi yürekten ama yürekten kutluyoruz ve yürekten kucaklıyoruz onları. Hiç meraklanmayın sizin haklarınızı sonuna kadar savunacağız.

Kılıçdaroğlu’nun sosyal devleti ön plana aldığı diğer çarpıcı bir söylevi de 15-16 Kasım 2010 tarihinde Paris’te yapılan Sosyalist Enternasyonal Konseyi’ndeki konuşmasıdır:

Türkiye’de son 10 yılın ekonomik politikalarının en büyük mağdurları, emekçiler, çiftçiler, emekliler, esnaf, işsizler yani geniş halk kitleleri olmuştur. Küresel ekonominin getirdiği acımasız rekabet ilişkileri, işsizliği ve yoksulluğu arttırıp sosyal devleti de geriletmiş, aile birimini sarsmış, mutsuz çoğunluğun saflarını genişletmiştir. Türkiye’de sosyal harcamalar yetersiz ve keyfidir. O nedenle iktidar hukuki düzeneklere bağlı sosyal yardımlardan, aile sigortasını uygulamaktan kaçınmaktadır. Benim partim bütün bunları düzeltmeye, sadaka tarzı yardımlardan sosyal hak kavramına geçişi sağlamaya, aile sigortasını uygulamaya kısacası sosyal devleti yeniden inşa etmeye taliptir.

Bu örneklerde de görüldüğü gibi Kılıçdaroğlu, sosyal devleti, AKP’nin uygulamakta olduğu politikalara bir alternatif olarak gündeme getirmektedir. Türkiye’de ana muhalefet partisi konumunda bulunan bir parti genel başkanının kapitalizmin hala hazırda egemen anlayışı olan neoliberalizme -adını telaffuz etmeden de olsa- eleştiri yöneltmesi ve sosyal devleti alternatif olarak sunması, özellikle emekten yana bir siyasi tutum izleyen kesimlerin bütünlüklü bir analiz yapma ihtiyacını ortaya çıkartmaktadır. Bu analiz için her şeyden önce CHP’nin alternatif olarak gündeme getirdiği “sosyal devlet” olgusu ve CHP’ye atfedilen “sosyal demokrasi” anlayışı tarihsel süreç içerisinde ele alınmalı ve içinde bulunduğumuz konjonktürde CHP’nin söylemlerinin gerçekleşme olasılığı bunlar üzerinden değerlendirilmelidir. Ayrıca CHP’nin söylemin ötesinde fiili olarak icraatları ve Kılıçdaroğlu’nun mimarı olduğu yeni yönetimin yapısı da bu değerlendirmede dikkate alınmalıdır. Ancak bundan sonra CHP’nin emekten, sosyal adaletten yana söylemlerinin samimiyeti üzerine yorum yapmak mümkün hale gelecektir.

Sosyal Devlet Nedir Kime Hizmet Eder?

En genel tanımıyla sosyal devleti, ekonomik ve toplumsal yaşama kamusal araçlarla doğrudan ve dolaylı olarak müdahale etme yetkisiyle donatılmış devlet olarak tarif etmek mümkündür. Sosyal devlet, kendisine verilmiş olan bu yetkiyle, kamusal hizmetlerin vergilendirme yoluyla finanse edildiği bir model uygular. Bu yetki devletin, piyasada fiyatları denetlemesinden kamu iktisadi teşebbüsleri aracılığıyla doğrudan üretimde yer almasına ve fiyatların oluşumunda belirleyici rol üstlenmesine kadar uzanır. Kapsamlı vergilendirme ve doğrudan kamu üreticiliği üzerinde yükselen eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma, istihdam ihtiyaçlarının karşılanması ve bu ihtiyaçların nüfusun her kesimine eşit biçimde ulaşılabilir olması devletçe güvence altına alınan hak alanları olarak görülür.

Sosyal işlevlerle donatılmış bu devlet biçimi, kapitalist toplumlarda nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi kitleler için ileri tarihsel kazanımlar alanını temsil eder. Ancak bu, sosyal devletin sermaye sınıfına karşı bir yapılanma olduğu anlamına gelmez. Aksine sosyal devlet uygulamasıyla liberal devlet modelinin neden olduğu toplumsal sorunların kapitalizmi ideolojik olarak zayıflatması karşısında kapitalist düzenin varlığını sürdürmesi hedeflenir. Bu bağlamda sosyal devletin üstlendiği bireysel ya da kurumsal riskleri “toplumsallaştırma” işlevi sadece emekçi sınıfların karşı karşıya kaldığı riskler için değil aynı zamanda sermaye sınıfı için de geçerlidir. Örneğin sosyal devlet uygulamalarında özel işletmelerin başarısızlığının yalnızca bireysel hatalardan değil, ekonomik sistemin dalgalanmalarından da kaynaklanabileceği kabul edilerek iflas zararlarının kamu kaynaklarından karşılanabileceği bir yapılanmaya gidilmiştir. Devlet fonları, toplumsal yarar adına, tek tek şirketlerce gerçekleştirilmesi güç büyük yatırımlarda kimi zaman önder-ortak, kimi zaman destek-iştirakçi, kimi zaman da teşvik uygulayıcısı olarak özel sermaye için harekete geçirilmiştir. Bu işbirliği, sisteme “tekelci devlet kapitalizmi” adının verilmesine neden olacak denli gelişmiş ve sosyal devlet yapısı, özel tekellerle devlet kurumlarının iç içe geçtiği bir birlikte yönetime doğru evrilmiştir. Böylece sosyal devlet, yalnızca emekçi kitleleri doğrudan ilgilendiren işlev ve aktarımlarla toplumun bu kesimine değil, aynı zamanda riskleri toplumsallaştırma ve sınıf olarak sermaye kesiminin çıkarlarını gerçekleştirme hedefiyle doğrudan sermaye kesimine de açık bir yaklaşım olmuştur.

Neden Sosyal Devlet?

Devletin bir takım sosyal işlevler üstlenmesi özü itibariyle kapitalist sistemin temel mantığına aykırıdır. Zira kapitalist ideolojinin iddiası piyasa mekanizması içerisinde tüm iktisadi ve toplumsal düzenin en mükemmel biçimde işleyeceğidir. O halde sosyal devlet anlayışını hangi etkenlerin sonucu olarak bir dönem için dahi olsa kapitalist sistem içerisinde kabul görmüş ve uygulanmıştır?

Kapitalist sistem sosyal devlet uygulamalarını zorunlu kaldığı için kabullenmiştir. Kapitalizmi sosyal devlet uygulamalarına zorlayan birinci etken, özellikle 1848 Devrimleriyle yoğunlaşan işçi sınıfı mücadeleleridir. İkinci etken, 1917 Ekim Devrimiyle tarih sahnesinde yerine alan ve Sovyet Rusya ile somutlaşan reel sosyalizmin kapitalist sistem üzerindeki tehdididir. Üçüncü etken ise kapitalizmin kendi içsel çelişkileriyle içine düştüğü krizleri aşma konusundaki zorunluluğudur. Şimdi sosyal devlet uygulamalarını zorunlu kılan etkenleri sırasıyla ele alalım.

İşçi Sınıfının Tehdidinden Kurtulma Stratejisi Olarak Sosyal Devlet

Sanayi devrimi ile birlikte egemen olan kapitalist üretim tarzı ve ona eşlik eden liberal devlet anlayışı, ekonomik ve toplumsal yapıda büyük bir değişime neden olmuştur. Bu değişim sürecinde bir taraftan, mülkiyet dışındaki aile, kilise, cemaat gibi aidiyet mekanizmaları önemli ölçüde çözülmüş, diğer taraftan ise kapitalist üretim sisteminin ortaya çıkarttığı yeni risklerle sosyal güvence, çok daha yaşamsal hale gelmiştir. Bu süreçte bir taraftan önemli bir sermaye birikimi yaratılırken, diğer taraftan, iş bulabilenler son derece kötü koşullarda çalışmayı kabullenmek zorunda kalmışlar, iş bulabilme olanağına sahip olamayanlar ise bütünüyle yoksulluğa ve sefalete sürüklenmişlerdir.

Emekçilerin içinde bulundukları yoksulluk ve sefaletten kurtulabilmeleri ve güvence içerisinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli koşullar, kapitalist üretim sistemine ve dönemin sermaye birikim modeline bütünüyle aykırıdır. Bu nedenle, 19. yüzyıl başlarında insanca çalışma ve yaşam hakkı, siyasal ve ekonomik eşitlik gibi taleplerde bulunan emekçiler, mülkiyeti korumakla görevli liberal devlet tarafından baskı altında tutulmuş, örgütlenmeleri ve siyaset yapmaları engellenmiştir. (Okur- Güzel,  2003: 16) Buna karşılık emekçi kesimler, işçi sınıfı bilinci içerisinde, yüzyıl boyunca sürecek toplumsal bir mücadeleye girişmişlerdir.

Öncülüğünü Karl Marx ve Friedrich Engels’in yaptığı “bilimsel sosyalizm”in de etkisi ile işçi sınıfı hareketinin ekonomik ve siyasal hak mücadelesi, kapitalizme alternatif bir sistem talebine dönüşmüştür. Bu alternatif, “sosyalizm”dir. Sosyalizm emek gücünü, üzerinden artı değer sağlanan bir meta olarak gören üretim sistemine ve mülkiyeti en yüce değer olarak gören liberal devlet anlayışına karşılık, mülkiyetin ve emeğin toplumsallaştırılmasını öngörmektedir. Bu sistemde emek, üretim araçlarının ve iktidarın sahibi olacaktır. Dolayısı ile emeğin sömürüsüne dayanan kâr mekanizması ve temel işlevi mülkiyeti korumak olan liberal devlet anlayışı ortadan kalkacak ve toplumun hemen tümü sosyal güvence altına alınmış olacaktır.

Sosyalizm düşüncesinin etkisi altındaki işçi sınıfı mücadelesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle erken sanayileşen Avrupa ülkelerinde hızla yayılmıştır. Grevler ve eylemlerle kendisini göstermeye başlayan işçi sınıfı hareketi, 1848’de Komünist Manifesto’nun yayınlanması, 1864’te toplanan I. Enternasyonel ve 1871 Paris Komünü ile kapitalist sistem karşısında önemli bir tehdit haline gelmiştir.  Sermaye sınıfı ve onların iktidarda bulunan temsilcileri işçi sınıfından gelen bu tehdit karşısında, işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek için bir takım demokratik düzenlemelere gitmek durumunda kalmışlardır (Akkaya, 2002: 78). Buna da işçi sınıfının en yaşamsal talebi olan sosyal güvenceyi sağlamaya yönelik düzenlemelerden başlanmıştır.

Sosyal devletin ön düzenlemeleri olarak da sayılabilecek sosyal güvenlik konusunda ilk kurumsal yapılanma, sosyalist akımların merkezi durumunda bulunan Almanya’da gerçekleştirilmiştir. Almanya’da Bismarck, işçi sınıfından gelen yoğun tehditler karşısında, sosyalizmin etkisini azaltmak ve işçi sınıfını sistemle bütünleştirmek amacıyla, bir taraftan geleneksel baskı politikasını uygularken (sosyalist partileri kapatmak, dernek kurmayı yasaklamak vs.), diğer taraftan devlete sosyal bir nitelik kazandırmaya çalışmıştır (Sosyalizm Ansiklopedisi, 307). Almanya’daki uygulamaların işçi sınıfının bu tepkisini azalttığı ve reform yanlısı sosyal demokratlarca da desteklendiği görülünce diğer ülkeler tarafından da benimsenmiş ve sosyal güvenlik uygulamaları yaygınlaşmıştır (Okur –Güzel, 2003: 17).

SOVYET RUSYA’NIN TEHDİDİNDEN KURTULMA STRATEJİSİ OLARAK SOSYAL DEVLET

Özellikle, sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sisteminin kurumsallaşması ve mülk sahibi olmayan halk kesimlerine de siyasi hakların tanınması, işçi sınıfı içinde devrimci ve reformist ayrışmalara yol açmış ve 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde işçi sınıfı bilimsel sosyalizmden önemli ölçüde kopmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Avrupa’da ekonomik ve toplumsal sorunlar derinleşmiş ve siyasal alanda belirsizlikler hâkim olmuştur. Bu koşullar içerisinde savaştan önemli kazanımlar elde ederek çıkan Sovyetler Birliği, kapitalist dünya karşısında önemli bir güç haline gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin gücü sadece uluslararası ilişkiler boyutuyla sınırlı kalmamış, 19. yüzyılın sosyalizm tehdidini yeniden canlandırmıştır. Ekonomik ve toplumsal çöküntü yaşayan kapitalist ülkeler, sosyalizme yönelimi engellemek amacıyla sosyal devletin oluşumuna basamak oluşturacak biçimde sosyal haklarda yeniden bir takım iyileştirmeler yapmak durumunda kalmıştır.

KAPİTALİZMİ KRİZDEN ÇIKARMA STRATEJİSİ OLARAK

SOSYAL DEVLET

20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde işçi sınıfının ve reel sosyalizmin tehdidi ile gelişme gösteren sosyal devlet, 1929 yılında kapitalist sistemin içsel çelişkileri nedeniyle ortaya çıkan krizle birlikte yeni bir boyuta taşınmıştır. Taylorizm ve Fordizmin üretim sisteminde yaratmış olduğu büyük değişim ile gerçekleşen kitleselleşen üretim, tüketimin de kitleselleşmesini gerektirmiştir. Artık üretilen malların sadece varlıklılar tarafından değil, o üretimi gerçekleştiren işçiler tarafından da satın alınmasına ihtiyaç vardır. Yeni üretim ve yönetim teknikleri emek verimliliğini ve kârlılığı öylesine arttırmıştı ki işçilerin, ürettikleri malları satın almalarını sağlayacak bir miktar ücret artışı işletme yönetimlerince kabul edilebilir hale gelmişti. Bu koşullar içerisinde ekonomide talebi düzenleyici politikaların uygulanması benimsenmiştir. İlk uygulamalarına 1930’lu yıllarda ABD’de New Deal uygulamalarıyla tanık olunan talep yönlü ekonomi politikaları, parasal ve mali önlemler, çalışma hayatı ve sendikaların rolüne yasal bir çerçeve getirilmesi, tarımsal ürün stoklarının düzenlenmesi gibi devlet müdahalesinin tüm yönlerini bir araya getirmektedir. Bu kapsamda üretim araçları büyük ölçüde devletin eline geçmekte, ayrıca devlet, talebi arttırmak üzere sosyal harcamaları yükseltmektedir. (Brunhoff, 1988: 398)

İkinci Dünya Savaşının ardından özellikle merkez kapitalist ülkeler olarak da ifade edebileceğimiz erken sanayileşmiş ülkelerde sosyal güvenlik başta olmak üzere sosyal haklar, kurumsal bir yapı içerisinde düzenlenmiş ve bu haklar hukuksal olarak da güvence altına alınmıştır. Böylece devlet, yalnızca mülkiyeti güvence altına almakla kalmayıp sosyal hakları da güvence altına alan “sosyal devlet” kimliğine bürünmüştür. Sosyal devlet anlayışı, gerek üretim sürecinde gerekse ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde sendikalar aracılığı ile işçi sınıfını da karar mekanizmalarına dahil etmiştir.

Özellikle kamu işletmeciliğinin bu noktada önemli katkıları olmuştur. Zira, devletin ekonomideki etkin rolünün bir gereği olarak benimsenen politikalar öncelikle kamu işyerlerinde uygulanmaktadır. Bu bağlamda, kamu işyerlerinde sendikal örgütlenme için son derece uygun bir ortam sağlanırken, toplu pazarlık sistemi ve sendikalar aracılığı ile işçilerin yönetime katılması sağlanmıştır.

KRİZ VE SAVAŞIN ARDINDAN SOSYAL DEVLETİN YÜKSELİŞİ

İkinci Dünya Savaşından sonra sanayileşmiş, gelişmiş ülkelerde emekçi kesimler, işverenler ve devlet arasında varılan bir uzlaşmaya bağlı olarak sosyal devlet uygulamaları gelişim göstermiştir. Bu bağlamda sosyal devlet, bir siyasal oluşumun kurumsal yapısını simgeleyen bir kavram olarak da algılanmıştır. Bu siyasal oluşum, kendini devletin meşruiyet temellerinde ve işlevlerinde değişim biçiminde göstermiştir. Böylece bir taraftan devletin toplumsal rol ve işlevleri değişirken, siyasal rejim hızla demokratikleşme sürecine girmiştir. Devletin bu yeni meşruiyet ölçütünü, kamu kuruluşları aracılığıyla toplumda üretilen mal ve hizmetlerin bölüşümüne müdahale etmesi biçiminde tanımlamak mümkündür. Bu uzlaşma, tüm yurttaşların üretilen mal ve hizmetlere sahip olmaları ya da yararlanmaları gerekliliğine dayanmaktadır. Burada devletin işlevi, mal ve hizmetlerin adil, eşitlikçi bir biçimde paylaşılmasını sağlamaktır. Yani, liberal devlet anlayışına tamamen karşıt olarak, sosyal devletin temel özelliği sosyoekonomik yaşama müdahaledir. (Şaylan, 2003: 93-94). Sosyal devletin özellikle kuramsal alanda oluşumuna en büyük katkı İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes tarafından sağlanmıştır. İki savaş arası dönemde yaşanan ekonomik sorunları ele alan ve çözüme yönelik olarak çalışmalar yapan Keynes, devletin ekonomiye müdahalesinin gerekliliği sonucuna ulaşmıştır.

Keynes, liberal düşüncenin tam aksine piyasanın kendiliğinden dengeye gelemeyeceğini, etkin kaynak dağılımı ve tam istihdamın ancak devlet müdahalesiyle gerçekleşebileceğini savunmuştur. Keynes’e göre kamu harcamalarının düzeyi; ihracat-ithalat dengesi ve faiz oranları devlet tarafından dolaysız bir biçimde denetlenmelidir. Aksi halde toplumda “etkin talep”le arz düşük düzeyde dengeye gelecektir ki bunun sonucunda 1929 krizinde görüldüğü gibi yüksek işsizlik ve ekonomik durgunluk ortaya çıkacaktır. (Saybaşılı, 1986, 12, 13)

Keynes’e göre, “etkin talebi” sağlamak üzere izlenecek talebi yükseltici politikalar, devletin toplumsal geliri yeniden bölüştürme işlevini üstlenmesine bağlıdır. Yeni malların ve teknolojilerin piyasaya sürülmesinden oluşan tekelci rekabet ve bu rekabetin getirdiği birikim potansiyeli ancak malları alacak talebin varlığıyla devam edebilir. Bazı şirketler satın alma gücünün yükselmesi ve talebin artması için tek tek işçilerine verdikleri ücretleri yükseltebilirler. Ancak bu olgu ekonominin bütünündeki talep düzeyinin ayarlanmasını sağlamaz, aksine yüksek ücret veren şirketin kâr düzeyini düşürür. Ekonominin bütününde talep düzenlemesi ancak şirketlerin dışında ve üstünde bir düzenleyicinin varlığıyla mümkündür. Yani ancak devlet tekil sermayelerin yerine getiremeyeceği, fakat sermaye sınıfının hâkim kesimi olan büyük şirketlerin tümüne yarayacak bir talep yaratma politikası güdebilir. Böyle bir politikayla devletin geliri yeniden dağıtıcı rolü ön plana çıkartılmış olur. Bunu başarmak için devletin önce gelir toplaması sonra da dağıtması gerekir. Nitekim 1945 sonrası dönemde devlet harcamalarının toplam milli hasılaya oranı tüm gelişmiş ülkelerde sürekli artmış, bazı durumlarda yüzde 50’ye kadar ulaşmıştır. Bu harcamalar içinde de oransal olarak askeri harcamaların payı düşerken sosyal harcamalar diyebileceğimiz sermaye dışı sınıfların maddi refahını yükseltici –işsizlik sigortası, çalışmayanlara gelir sağlama, fiyatı olmayan hizmetler (eğitim, sağlık gibi) başlatılıp gelişmesi- harcamaların payı artmıştır. (Keyder: 1984, 39)

Devletin harcamalarının artması devletin gelirlerinin de artması anlamına gelmektedir. Devletin gelirleri sermayenin emek sömürüsüyle elde ettiği kârlar üzerinden alınan vergilerden oluşmaktadır. Devlet sermayeden almış olduğu vergilerle sağladığı kaynağı sosyal hizmetler (okul, hastane, ucuz taşımacılık vs) yoluyla sermaye dışındaki toplum kesimlerine aktarmaktadır. Devletin sermaye ile emek arasındaki bölüşümün yeniden dağıtımını sağladığı bu mekanizma sayesinde büyük çoğunluğu ücretle geçinen sermaye dışı kesimler doğrudan işverenlerinden aldıkları ücretin yanı sıra bir de sosyal ücrete sahip olmaktadır. Sosyal ücretlerin de katkısıyla satın alma gücü yükselen geniş toplum kesimlerinin artan talebi üretimi ve kârları arttırmakta, böylece devlet gelirleri yükselmeye devam etmektedir (Keyder: 1984, 40). (Devletin gelirlerinin ‘sermaye karları üzerinden alınan vergiler’le sınırlı görüyormuşuz gibi bir anlam çıkıyor. Devlet,emekçilerin sömürülmesinden pay almaz mı?) .( Çok haklısınız böyle bir anlam çıkabilir. Bu nedenle şu iki cümleyi ekleyerek bu sorun çözülür sanırım)NURAY; ADAM BURAYA IKI CUMLE EKLEDIM DEMIS, AMA GORUNMUYOR YA DA SEN GORUNÜR KILMAMISSIN.. BURAYA ILGI GÖSTERIP GEREKEN EKLEMEYI YAP.—MY)

Sosyal devlet, “etkin talebi” sağlamak üzere vergi-sosyal harcama döngüsü içerisinde yeniden bölüştürme işlevini yerine getirirken diğer taraftan da adil bir toplum düzeni sağlamak, ekonominin sağlıklı biçimde işlemesini güvence altına almak için bizzat işletmeci olmayı da kapsayan biçimde ekonomiye müdahale etmektedir. Devletin yatırımları ve işletmeciliği özellikle temel endüstriler, alt yapı ve sosyal hizmetler alanlarında yoğunlaşmaktadır. Bu sektörler, diğer sektörler ve özellikle imalat sanayi için yaşamsal önem taşımaktadır. Çünkü özel imalat sanayi sektörü için hem üretim maliyetlerinin belirlenmesi açısından hem de toplam talep için sözü edilen kamu kesiminin büyüklüğü belirleyici bir öneme sahiptir. Temel endüstriler ile enerji, ulaşım, haberleşme gibi sektörler diğer sektörlerin mal ve hizmet üretimi için gerekli olan girdileri sağlar, yani diğer sektörlerin maliyet yapılarını önemli ölçüde etkilerler. Bu sektörlerin devletin elinde olması, talep yönetimi ve gerektiği zaman özel kesimi canlandıracak kaynak aktarımı bakımından büyük avantajlar sağlar. Keynesyen politikalara da uygun olan kamu işletmeciliği 1950- 1980 yılları arasında Avrupa’da yaygın olarak uygulanmıştır. Bütün gelişmiş Avrupa ülkelerinde temel sanayiler alanında önemli ölçüde “kamulaştırmalara” gidilmiş, devlet altyapı inşası görevini de üstlenmiştir (Şaylan, 2003: 99, 100).

Keynesyen ekonomi politikalarını da içeren sosyal devlet uygulamaları sayesinde kapitalizm 1929 Krizi’ni aşmış, büyüme ve buna bağlı olarak kâr hadlerinin yeniden yükselmesi sağlanmış; yani birikim krizi çözülebilmiştir. Marksizmin ve Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği reel sosyalizmin toplumsal ve politik eleştirisini karşılayabilmek için bu ekonomik gelişmeler demokratikleşme ile de bütünleştirilmiştir. Bir başka deyişle sosyal devlet uygulaması, siyasal demokrasinin büyük bir atılım yapmasını sağlamıştır. Siyasal demokrasi, özellikle zengin toplumlarda görece daha adil bir toplumsal yapı için ciddi bir motor işlevi görmüştür. (Şaylan, 2003: 103).

Sosyal devlet uygulamalarında İngiltere öncü bir yere sahiptir. Savaştan hemen sonra yapılan 1946 seçimlerinde, adil ve eşitlikçi bir toplum düzeni için radikal reformlar uygulayacağını öne süren İşçi Partisi iktidara gelmiştir. İşçi Partisi iktidarı tarafından hazırlanan ve uygulamaya konan Beveridge Planıyla birlikte sosyal devletin inşası bir taraftan yaygın kamulaştırmalar ile diğer taraftan da sağlık ve diğer toplumsal sigortalar alanında yapılan düzenlemeler ile yürütülmüştür. (Şaylan, 2003: 115) Sosyal devlet uygulamalarına yönelik eğilim, İkinci Dünya Savaşından sonra yürürlüğe giren 1947 İtalyan Anayasası, 1949 Alman Anayasası ve 1958 Fransız Anayasası tarafından da benimsenmiştir.

Sosyal devlet uygulamasının farklı ölçülerde de olsa Amerika’dan Batı Avrupa’ya, Kanada ve Avusturalya’ya uzanan bir alanda yaygınlaştığı söylenebilmektedir. Sosyal devlet uygulaması ile kapitalizm, “altın çağ” olarak adlandırılacak kadar büyük bir gelişme göstermiştir. Bu uygulama içinde devlet, en büyük işveren haline gelmiş; çeşitli devlet kurumları mal ve hizmet üretmeye başlamıştır. Böylece toplam ekonomik ve mali kaynakların önemli bir bölümü devlet tarafından denetlenip yönlendirilmişlerdir. Çalışan kesimler için refah ve güvence sağlayıcı işlevler yerine getirilmiş ve kapitalizmin çaresiz bıraktığı bireyi koruyucu önlemler yaşama geçirilmiştir. Bununla beraber, sosyal devlet emekçi kesimlere yönelik faaliyetlerini önemli ölçüde emekçi kesime finanse ettirmektedir. İş bulabilenler, ödedikleri vergiler ve sosyal güvenlik payı ile sosyal devletin finansmanına katılmışlardır. (Şaylan, 2003: 116, 117)

İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem sanayileşmiş merkez ülkelerde hem de azgelişmiş olarak nitelenen çevre ülkelerde devletin ekonomiye müdahalesi ve düzenlemeleri olağan hale gelmiştir. Sanayileşmiş ülkelerde uygulanan Keynesyen politikaların etkisiyle uygulanan makro-ekonomi politikaları kamu harcamalarını iyice genişletmiştir. Yeniden canlanan ve sermaye birikiminin gereksinimlerine göre biçimlenen uluslararası işbölümü, Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerde de ithal ikameci sanayileşme politikalarını (içe dönük sermaye birikimi) izlemesi için uygun koşulların oluşmasında belirleyici oldu. Azgelişmiş çevre ülkelerde ise ulusal- kalkınmacı yaklaşımla, hemen her tür devlet müdahalesi kabul edilir hale gelmiştir.

Ayrıca “sosyal devlet” anlayışı, komünist rejim karşısında bir tampon olarak görülmüş; bu da her yerde piyasaları sosyalleştirirken devlete yükler getirmiş ve devletin büyümesine yol açmıştır (Kazgan, 2000: 94).

YENİDEN KRİZ VE SOSYAL DEVLETİN ÇÖKÜŞÜ

1960’lara gelindiğinde devlet en baskın sosyal varlık haline gelmiştir. Devlet ve geniş toplum kesimlerinin çıkarları önemli ölçüde çakışmıştır. Farklı biçimlerde olsa da, hem komünist dünyada hem de Batı dünyasında toplumu devlet yönetmektedir. Komünist devletler ulusal ekonomi yönetimi hedeflerinin farklı bir biçimini temsil etmektedir, bunlara kalıcı merkezi planlama yoluyla ulaşılmaktadır. Batının gelişmiş endüstri toplumlarında ise ulusal ekonomik yönetimin, tam istihdamı ve görece sürekli bir büyümeyi sağlamaya devam edeceğine inanılmaktadır. Batının ve Doğu’nun sanayileşmiş devletleri, halklarının yaşamlarını her bakımdan yönlendirmeye ve desteklemeye muktedir kamu hizmet yönetim birimlerine ayrılmışlardı. Sanayi devrimiyle şekillenmiş olan ve 1960’larda bile istihdam edilen nüfusun büyük bölümünün kol işçisi olarak kalmış olduğu Batı toplumlarında sağlık, eğitim ve refahın sağlanmasında tek tip ve genel ulusal hizmetler hâlâ popülerdir. 1945 sonrasındaki uzun süren hızlı büyüme dönemi ve tam istihdamla gelen bolluktan yararlanmaya başlamış olmalarına rağmen geniş toplum kesimleri, devletin toplu sosyal korumasını kabul etmeyi sürdürmüşlerdir. (Hirst-Thompson, 1996: 208)

Ne var ki sosyal devlet uygulamalarıyla sağlanan iktisadi büyüme, 1970’lerin dünya kriziyle beraber sona ermiştir. Petrol şoku ve ithal ikameci sanayileşmeden kaynaklanan ödemeler dengesi sorunları yeni bir krizi ve beraberinde de iktisat politikalarında önemli değişiklikleri getirmektedir. Kriz çerçevesinde genel olarak üretim düşmekle beraber bazı sektörlerde üretim artışı sağlanmıştır. Bununla beraber üretim artışı sağlanan sektörlerde istihdam artmamış, aksine üretim düşmesiyle beraber hızla bir işsizlik sorunu gündeme gelmiştir. Toplam yatırımlarda genel bir azalma eğilimi gözlenirken enflasyon artmayı sürdürmüş ve birçok ülkede çift hanelere çıkmıştır. Böylece yaklaşık 20 yıllık bir dönemi kapsayan gelişme ve zenginleşme, yerini karmaşık ve uzun dönemli bir krize bırakmıştır. Krizin sosyo-politik yaşamdaki etkisi, sosyal devletin çöküşü olmuştur. Uygulamada sosyal devlet gerilerken, kapsamlı özelleştirme girişimleriyle devletin küçülmesi gündeme gelmiştir. (Şaylan, 2003: 121, 122)

Kapitalist sistemin yaşadığı bu kriz neoliberalizmin yükselişine temel oluşturmuştur. Kuramsal kökenleri 1930’lara kadar giden neoliberalizm, Keynesyen ve diğer devletçi ekonomi politikalarının alternatifi olarak 1980 sonrasında daha geniş bir etki alanı bularak yaygınlaşmıştır. Böylelikle küreselleşme neoliberalizmin hegemonik söylemi haline gelmiştir. (Güzelsarı, 2008: 30, 31)

Bu bağlamda, krizin, geçmişte izlenen yüksek toplam talep ve tam istihdam politikaları, yüksek vergi oranları, cömert sosyal refah uygulamaları ve artan devlet müdahaleleri nedeniyle ortaya çıktığı iddia edilmiştir. Çalışanların aşırı ücret taleplerinin enflasyonist baskıları ortaya çıkarttığı; faktör ve mal piyasalarına katı kurallar getirilmesinin tasarruf etme, yatırım yapma ve risk alma motivasyonunu gerilettiği ileri sürülmüştür. Giderek toplumda sosyal devlet kurumlarının hantallaştığı, bürokratikleştiği ve merkezileştiği yönünde güçlenen kanı, sosyal devletin meşruiyetini geniş toplum kesimlerinin gözünde tartışılır duruma getirmiş, sosyal devlete yönelik meşruluk krizi ortaya çıkartılmıştır. Böylece, dünya ölçeğinde üretimin ve ticaretin düşmesine neden olan kriz, ekonomik yaşam alanından toplumsal ve politik alanlara sıçramıştır. Bu gelişmeler ekonominin yönetiminde devletin rolünün küçültülmesi lehinde ciddi bir taraftar kitlesinin oluşmasına yol açmıştır. (Özşuca, 2003: 228)

Gelişmiş ülkelerdeki ekonomik kriz, yapısal uyum politikalarının uygulanmasının mazeretini oluşturmuş; İkinci Dünya Savası sonrası dönemi politikalarından ciddi bir kopuş yaşanmıştır. Böylece, her türlü kaynak dağılımında var olan devlet-piyasa dengesi, 1980’li yıllarda piyasa lehine değişmiştir. Kamu harcamalarının kısıtlanması veya kaldırılması, sosyal güvenlik ve sosyal refah programlarında kesinti yapılması, artan oranlı vergilendirmede indirim, tam istihdam politikalarının terki, sendikalara getirilen kısıtlamalar, emek piyasalarının esnekleştirilmesi, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, yeniden yapılanmanın taşlarını oluşturmuştur. Yapısal uyumun, serbestleştirme, kuralsızlaştırma ve özelleştirme politikaları; teknolojik değişim ile birlikte tüm dünyayı içeren küresel pazarı kontrol edilemez duruma getirmiştir. Ekonomik kriz, yapısal uyum politikalarını yaratırken, yapısal uyum programları da küresel bütünleşmeye yönelik eğilimi artırmış ve güçlendirmiştir.

Piyasayı yücelten yeni ideolojik atmosfer ve işsizlik, işten çıkartma, taşeronluk, eve iş verme ve parça başı sözleşme gibi yöntemlerin sermayeye büyük avantaj sağlayacak şekilde kullanılmasını mümkün hale getirmiştir. Formal istihdam ve gerçek ücretler düşerken, devlet, sosyal ücretlere, sosyal güvenliğe ilişkin vaatlerini yerine getirmemeye başlamış; emeklilik haklarının ve sağlık hizmetlerinin erimesine olanak tanımıştır. Aynı zamanda kayıt dışı sektörün faaliyet alanı genişlemiş ve yeni örgütsüz faaliyetler başlamıştır. Önceki dönemde gerçek bir proletarya oluşumuna yönelik bir eğilimin mevcudiyetine rağmen, azgelişmiş çevre ülkelerdeki işçi sınıfının çoğunluğu güvensiz istihdam koşulları sunan ve ücretler, iş güvenliği ya da sosyal güvenlik gibi (sağlık ve emekliliğe ilişkin) konularda devlet kuruluşlarınca denetlenemeyen işlerde çalışmak zorunda kalmıştır. Krize eşlik eden yeniden yapılanma süreci sırasında girişimciler, maliyet düşürmeye, kararsız istihdam uygulamalarına başvurmuşlar ve böylelikle dünya çapında rekabetin artmasına izin veren bu enformal emek potansiyelinden yararlanmışlardır. Tüm bunlar, işgücünün hızla marjinalleşmesine ve önceki dönemde kazanılan hakların kaybına yol açmıştır. (Keyder, 1993: 37)

TÜRKİYE’DE SOSYAL DEVLET UYGULAMALARI

Daha önceleri sınırlı düzeyde bir takım uygulamalar olduysa da Türkiye’de sosyal devlet anlayışının kurumsal düzeyde yerleşmesinin başlangıcı olarak 1961 Anayasası gösterilebilir. 1961 Anayasası’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin Nitelikleri başlığı altında “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” ibaresiyle sosyal devlet anlayışını açıkça kabul etmiştir. Ayrıca 1961 Anayasası devlete, ekonomik ve sosyal hayatı düzenleme görevi vermiş ve bu kapsamda devleti herkese iş ve insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlamak üzere kalkınma planları yapmakla görevlendirmiştir. Bu kapsamda sosyal güvenlik hakkı ve bu doğrultuda sosyal sigortalar ve sosyal yardım teşkilatı kurma görevi de yine devlete verilmiştir.

Böylece devlet 1961 Anayasasında kabul edilen sosyal devlet ilkesini çıkarttığı kanunlarla destekleyerek devletin sosyal alandaki düzenleyici, denetleyici gücünü ortaya koymuştur.

1961 Anayasası ile devlet, ekonomik ve sosyal hayatı düzenlemek üzere sosyal devlet anlayışına da uygun olarak kalkınma planları yapmaya başlamıştır. Kalkınma planları aracılığı ile devlet, Anayasa’da belirlenen hedefler doğrultusunda ülkenin sosyal ekonomik ve kültürel politikasını düzenleyici, yol gösterici ve bizzat bu politikaların uygulayıcısı olarak ekonomik ve sosyal hayata müdahalelerini artırmıştır.

Kapitalist dünyada 1970’li yılların ortalarından itibaren sosyal devlet uygulamalarından uzaklaşılması ve neoliberal politikaların benimsenmesi, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de de geçerli olmuştur. Bu bağlamda özellikle 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte toplumsal sınıflar ve devlet arasındaki uzlaşma ortadan kalkmış, devlet küreselleşme sürecinde kendisine çizilen çerçeve içerisinde sosyal işlevlerinden hızla uzaklaşmaya başlamıştır. Bir taraftan kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesine gidilirken diğer taraftan da bütçe tercihleri sosyal harcamalardan, sermaye kesimine teşvikler yönüne kaymıştır.

Türkiye’de sosyal devlet anlayışının büyük ölçüde sorgulanmaya başlanması ve sosyal refah konusunda yaklaşım değişikliği, kapitalizmin 1970’lerdeki ikinci yapısal krizi sonrasına Türkiye’nin dışa dönük kalkınma stratejisine geçtiği döneme denk düşmektedir. 24 Ocak 1980 kararları, sosyal refah anlayışının ve devletin sosyoekonomik konumunun değişiminde dönüm noktası olmuştur. 24 Ocak kararlarının etkisi altında hazırlanan 1982 Anayasası’nın sosyal devlet olgusuna yaklaşımı 1961 Anayasası’na göre belirgin biçimde farklıdır. Bu farklılık sosyal devlet anlayışından geriye gidiş yönünde olmuştur. (Kara, 2003: 234)

1980’li yıllarla birlikte küresel rekabet içerisinde tutunabilmek adına istihdam maliyetlerinin düşürülmesi savunularak, ücretler ve diğer sosyal ödemelerde kısıntıya gidilmiş ve kayıt dışı istihdam yaygınlaşmıştır. Özellikle 1990’lı yıllarda uluslararası kurumlarla imzalanan ikili ve çok taraflı sözleşmelerde devlet, eğitim ve sağlık başta olmak üzere hemen tüm kamu hizmet alanlarını özel sektöre devretmeyi ve/veya piyasa kuralları içerisinde işletmeyi taahhüt etmiştir. Tüm bu taahhütler 2001 krizi sonrasında yapısal uyum programları adı altında uygulamaya konulmuş ve AKP hükümetlerinin de katkılarıyla Türkiye’de sosyal devlet uygulamaları önemli ölçüde sonlanmıştır.

SOSYAL DEVLET SÖYLEMİNİN GERÇEKLİĞİ ÜZERİNE

Sosyal devlet, uygulandığı 20 yıl gibi kısa bir sürede emekçilerin birtakım haklar elde etmesini sağlamış ve kapitalizmin “vahşiliğini” bir ölçüde de olsa kontrol altına almıştır. Bu nedenle özellikle kapitalizm içinde toplumsal sorunlara çözüm arayışında olan kesimler (sendikalar, sosyal demokrat partiler vs) talep yönlü Keynesyen politikalarla birlikte sosyal devlet anlayışının da yeniden uygulanabileceği beklentisi içerisine girmişlerdir. Sosyal demokrat bir parti olma iddiasındaki CHP’nin Genel Başkanı olarak Kılıçdaroğlu da emekçi kesimlerin oyunu alabilmek için bu beklentiler üzerinden sosyal devleti bir alternatif olarak sunmaktadır. Sosyal devlete dair yukarıdaki kısa analizin ardından sosyal devletin yeniden canlandırılması beklentisinde olanların ve bu arada Kılıçdaroğlu’nun sosyal devleti bir alternatif olarak sunduğu söylemini iki soru çerçevesinde değerlendirmek gerekecektir. Bu sorulardan birincisi sosyal devlet, emekçiler başta olmak üzere sermaye dışı geniş toplum kesimleri için çözüm olabilecek bir alternatif midir? İkinci soru ise içinde bulunduğumuz koşullarda sosyal devletin yeniden inşası mümkün müdür?

SOSYAL DEVLET İŞÇİ SINIFI İÇİN HEDEF OLABİLİR Mİ?

Şunu hemen belirtmek gerekir ki sosyal devlet, işçi sınıfının kapitalizmin sömürüsünden kurtulmak için geliştirilmiş bir politika değildir. Tam tersine sosyal devlet, sermaye sınıfının kapitalist sistemi işçi sınıfının tehdidinden korumak üzere geliştirmiş olduğu bir projedir. Ve tarihsel süreçte de görüldüğü gibi sistem üzerindeki tehditlerin bertaraf edilmesinin ardından yeniden kapitalizm aslına yani sınırsız sömürü koşullarına geri dönmektedir. Dolayısıyla sosyal devlet uygulamalarını işçi sınıfının kurtuluşu ve iktidara ulaşması için bir yol olarak görmek son derece yanıltıcıdır.

Sosyal devleti de içeren sosyal reformların işçi sınıfı mücadelesindeki yeri üzerine en verimli tartışmalar 1890’lı yıllarda Alman Sosyal Demokrat Parti (SPD) üzerine Rosa Luxemburg ve Eduard Bernstein arasında yapılmıştır. Bernstein, “Evrimci Sosyalizm” olarak tanımlanan görüşleriyle, kapitalist toplumun gelişiminin sınıflar arası çelişkiyi yumuşatacağını, kapitalizmi ehlileştireceğini ve sendikal mücadeleyle kapitalist sömürünün ortadan kalkacağını savunmuştur*. Rosa Luxemburg, Bernstein’ın bu görüşlerini revizyonist olarak nitelendirmiş ve parti yönetiminin de bu revizyonist görüşlere tavır almasını istemiştir. Rosa Luxemburg, Bernstein’ın revizyonist görüşlerine yönelik eleştirisini 1899’da yayımlanan Sosyal Reform mu Devrim mi? adlı çalışmasıyla ortaya koymuştur.** Rosa Luxemburg bu çalışmasında, kapitalizmin çelişkileri, devrimci mücadele içinde sendikaların rolü, parlamentarizm, karma hükümetler, devrimci şiddet, açlık ve devrim gibi konuları inceleyerek işçi sınıfının kurtuluşunun sosyal reformlarla değil, sosyal devrimle mümkün olacağını savunmuştur.

Rosa Luxemburg’un tüm mücadelesine karşın SPD, Bernstein ve partinin başında bulunan Kautsky’in revizyonist çizgisinde ilerledi. SPD’nin sosyal demokrasi anlayışı diğer birçok Avrupa ülkesinde de benimsendi. Böylece sosyal demokrat hareket, Rosa Luxemburg’un da öngördüğü gibi kapitalizmin düzenlenebileceği söylemiyle, ezilen kesimlerin kapitalizme yönelik tepkileri yumuşatmak dışında hiçbir işlev görmedi. Özellikle 1980’li yıllardan sonra sosyal demokratlar partiler, uygulanan neoliberal politikaların en acımasız uygulayıcıları oldular. Almanya’da SPD’nin yanı sıra İngiltere’de İşçi Partisi, Türkiye’de SHP ve DSP’nin iktidarda bulundukları dönemlerde gerçekleştirdikleri emekçilerin haklarına ve sosyal devlete karşı saldırılar bunun en açık örnekleridir. Ayrıca bugün kriz gerekçesiyle Yunanistan’da İspanya’da ve Portekiz’de adı sosyal demokrat ya da sosyalist olan revizyonist partiler neoliberalizmin en acımasız politikalarını şiddet dolu uygulamalarla yaşama geçirmeye devam etmektedir.

YENİDEN SOSYAL DEVLET MÜMKÜN MÜ?

Tarihsel süreçte örnekleriyle de görüldüğü gibi sosyal devlet, işçi sınıfı için bir hedef değil olsa olsa bir tuzak olarak değerlendirilebilir. Buna rağmen bugünün koşullarında gerçekleşme olasılığını değerlendirebiliriz. Bunun için her şeyden önce sosyal devletin ortaya çıkışında rol oynayan etkenler üzerinden konuya bakmak gerekecektir.

Sosyal devletin oluşumunda ilk aşama, Sanayi Devrimi sonrasındaki üretim ilişkileri ve liberal politikaların sonucu olan sömürü ve sefalet karşısında emekçi kesimlerin sınıfsal bir perspektifle yürüttükleri mücadeleler ve işçi sınıfının kapitalizme bir tehdit haline gelmesidir. Tüm dünyada yaklaşık 30 yıldır yoğun içimde uygulanan neoliberal politikalar sonucunda, işçi sınıfını sisteme tehdit haline getirecek mücadelelere sürükleyen 19.yüzyıl koşullarına benzer bir süreç bugün için de geçerlidir. Ancak 20. Yüzyılla birlikte Marksizm’den büyük ölçüde kopan sendikalar ve sosyal demokrat partiler, üretim süreçleri ve devletin işlevlerindeki değişim karşısında direnç gösterememiştir. Böylece sayısal olarak artan ve yaygınlaşan işçileşmeye rağmen emeğin örgütlülüğü ve mücadele gücü zayıflamıştır. Dolayısıyla bugün için sosyal devletin uygulanmasını zorunlu hale getirecek işçi sınıfı tehdidinden söz etmek mümkün değildir.

Sosyal devletin oluşumunda ikinci aşama, iki dünya savaşı arasındaki dönemde Sovyet Rusya ile birlikte reel sosyalizmin kapitalist ülke halkları için bir kurtuluş olarak görülmeye başlanması ve böylece reel sosyalizmin kapitalizm için bir tehdit haline dönüşmesidir. Bu tehdit karşısında kapitalist devletler bir taraftan sosyalist ve komünist düşünceyi baskılarken diğer taraftan da sosyal devlet uygulamalarıyla halklarını sosyalist düşünceden uzak tutmaya çalışmışlardır. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloğu’nun çözülmesiyle birlikte kapitalist sistem için reel sosyalizm tehdidi de ortadan kalkmıştır. Sosyal devletin çöküşü hızlandıran bu gelişme sonrasında kapitalizmi sosyal devlet uygulamalarına zorlayacak yeni bir durum söz konusu değildir.

Sosyal devletin oluşumunun üçüncü aşaması ise kapitalist sistemin özünü oluşturan liberal düşüncenin sahip olduğu tutarsızlıklar ve çelişkiler nedeniyle sistemin sürekliliğini sağlamada yetersiz kalmasıdır. Özellikle 1929 kriziyle birlikte bu çelişkiler tüm açıklığıyla ortaya çıkmış ve kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için devletin ekonomiye müdahalesi ve sosyal işlevler yüklenmesi zorunlu hale gelmiştir. Ancak1970’li yıllarda yeniden krize girilmesinin faturası sosyal devlete çıkartılmış ve sosyal devletin oluşumunda rol oynayan iki etkeninin işçi sınıfı ve reel sosyalizm tehdidinin zayıflamasından da cesaret alınarak kapitalist sistemin özüne yani neoliberalizmle simgelenen piyasa anlayışına geri dönülmüştür. Ancak 1970’li yıllardan bu yana sürekli olarak yaşanan krizler piyasa anlayışının başarısızlığını bir kez daha ortaya koymuştur. Tüm başarısızlığına karşılık piyasa anlayışını içeren neoliberal politikalar ısrarla uygulanmaya devam etmektedir. Özellikle işçi sınıfı kapitalist sistem için yeniden bir tehdit haline dönüşmeden sistemin kendiliğinden sosyal devleti ya da daha benzer bir alternatifi uygulamaya koyması beklenmemelidir.

SONUÇ OLARAK: SOSYAL DEVLET SÖYLEMİNİN GERÇEKLİĞİ ÜZERİNE

Sosyal devletin sermayenin işçi sınıfının tehditlerini bertaraf etme stratejisi olduğunu ve tarihsel, toplumsal koşulların sosyal devlet için uygun olmadığını da ortaya koyduktan sonra Kılıçdaroğlu’nun sosyal devlet söyleminin gerçekliği üzerine söylenecek fazla söz kalmamıştır. Ancak birkaç cümleyle de olsa Kılıçdaroğlu’nu ve onunla beraber de CHP’yi söylem düzeyinde de sosyal devlete olsa sahip çıkmaya iten koşulları değerlendirmek gerekir.

Bir muhalefet partisinin iktidara yönelik eleştirisi iki şekilde olabilir. Birincisi iktidar partisinin uyguladığı politikalara tümden karşı çıkmaktır. İkincisi ise uygulanan politikalarda hemfikir olmakla birlikte iktidar partisinin bu politikaları uygulamasına karşı çıkmaktır.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana istikrarlı biçimde uyguladığı politikaların özünü oluşturan yapısal uyum programının alt yapısı bugün Kılıçdaroğlu’nun sahip çıktığı Ecevit’in başbakanlığı sürecinde hazırlanmıştır. Ayrıca bu yapısal uyum programının mimarı olan Kemal Derviş, Kılıçdaroğlu’yla birlikte milletvekili olmuş ve CHP’nin sıralarını paylaşmışlardır. Yapısal uyum programlarının hazırlık sürecinde Derviş’le birlikte en etkili isimlerden olan Faik Öztrak da Kılıçtaroğlu’nun genel başkan olduğu kurultayda MYK üyesi ve olmuş ve CHP’nin genel saymanlığını üstlenmiştir. Bunun da ötesine Kılıçdaroğlu ile görüşen Derviş, partinin vereceği görevlere hazır olduğunu belirtmiştir. Uzun sözün kısası Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin uyguladığı politikalarla bir derdi olmadığı gibi bu politikaların mimarlarıyla yoluna devam etmektedir.

AKP’nin politikalarına özünde karşı olmayan Kılıçdaroğlu’nun bu politikaları uygulamada başarı sağlayamadığı üzerinden AKP’ye muhalefet etmesi beklenir. Oysa AKP hükümeti neoliberal yapısal uyum programını ulusal ve uluslar arası sermaye temsilcilerinin her fırsatta belirttiği gibi büyük bir başarıyla yerine getirmektedir. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun AKP’yi eleştirmek konusunda tek seçenek olarak elinde neoliberal politikaların yarattığı toplumsal sorunları gündeme getirmek kalmıştır. İşte bu nokta da bir sistem eleştirisinden özenle kaçınarak bir dönem kapitalizm içinde uygulanmış olan ve emekçi kesimler tarafından da olumlu olarak anımsanan sosyal devletin savunuculuğuna sarılmıştır.

Emeğin sorunlarını dillendiren ve çözüm olarak da sosyal devleti gösteren Kılıçdaroğlu’nun bu taktiği partisine ne kadar oy kazandıracaktır bilinmez ama sosyal devlet söylemi peşinden giden emekçilerin hiçbir kazanımlarının olmayacağı açıkça söylenebilir.

Kaynaklar

Akkaya, Yüksel (2002). “Sosyal Güvenlik “Versus” Demokratik Uzlaşma”, Evrensel Kültür Dergisi, sayı. 130, Ekim, (78-80)

Arın, T. (1985), “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz (I): Gelişmiş Kapitalizm”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi:1, Kasım. (104- 138)

Bernstein, Eduard (1991) Evrimsel Sosyalizm, İstanbul: Kavram Yayınları

Brunhoff, Suzanne De (1988). “Kapitalist Bunalım ve Ekonomik Politika” Dünya Kapitalizminin Bunalımı, der: Nail Satlıgan ve Sungur Savran. İstanbul: Alan Yayıncılık (391-406)

Güzelsarı, Selime (2008). Küresel Kapitalizm ve Devletin Dönüşümü, Sosyal Araştırmalar Vakfı, İstanbul

Hirst, Paul ve Grahame Thompson (1998). Küreselleşme Sorgulanıyor, Ankara: Dost Yayınları

Kara, Uğur (2004). Sosyal Devletin Yükselişi ve Düşüşü, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara: Maki Basım Yayın

Kazgan, Gülten (2000). Küreselleşme ve Ulus-Devlet, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları

Keyder, Çağlar (1984). “Kriz Üzerine Notlar” Türkiye’de ve Dünyada Yaşanan Ekonomik Bunalım, Ankara: Yurt Yayınları. (29- 56)

Keyder, Çağlar (1993). Ulusal Kalkınmacılığın İflası, İstanbul: Metis Yayınları

Luxemburg, Rosa (1993). Sosyal Reform mu Devrim mi? İstanbul: Belge Yayınları

Müftüoğlu, Özgür (2005) “Tarihsel Süreçte Bir Parantez: “Sosyal Güvenlik Hakkı”, Toplum Hekim Dergisi, Mart-Nisan, Cilt 20, Sayı 2

Saybaşılı, Kemali (1986). Devletin Ekonomiye Müdahalesi (1963- 1985), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları.

Şaylan, Gencay (2003). Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara: İmge Kitapevi

Okur, Ali Rıza ve Ali Güzel (2003) Sosyal Güvenlik Hukuku, İstanbul: Beta Yayınevi

Özbek, Nadir (2006). Cumhuriyet Türkiye’sinde Sosyal Güvenlik ve Sosyal Politikalar, İstanbul: Tarih Vakfı

Özşuca, Şerife Türcan (2003). Yapısal Uyum, Küresel Bütünleşme ve Refah Devleti.” Kamu-İş Dergisi, cilt 7, sayı 2, (227- 238)

Sosyalizm Ansiklopedisi, cilt. 1, İletişim Yayınları

Esnekleşmenin Uluslararası Dayanakları

ÜRETİM SÜRECİNDE YENİDEN YAPILANMA VE ESNEKLİK

Kapitalist üretim sistemi ile birlikte keskinleşen çıkar farklılıkları, üretim ilişkilerinden başlayarak, tüm toplumsal ilişkilerin sınıfsal bir form içerisinde gerçekleşmesine neden olmuştur. Toplumu, emek ve sermaye olmak üzere iki temel sınıfa ayrıştıran kapitalist üretim ilişkilerinde, çıkar farklılığı, temel olarak ücret ve kâr çatışması üzerinden yürümektedir. Üretimin gerçekleşmesinde temel faktör olan emek gücünün karşılığı olarak ifade edilen ücret, aynı zamanda üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sermayenin de ana kaynağıdır. Diğer bir söyleyişle sermaye, üretim sürecinde emeğin yarattığı değer içinden emeğin yeniden üretimini sağlayacak kadar bir miktarı “ücret” olarak emekçiye verirken, yaratılan değerin geriye kalan kısmına “kâr” adı altında el koymasıyla oluşur (Marx, 1992: 27).

Sermayenin kârını  en üst düzeye çıkartma güdüsü kapitalist üretim ilişkilerinin en belirleyici özelliğidir. Bu güdü, kapitalizmde üretim ilişkilerinin sürekli olarak yeni bir forma girmesine neden olmaktadır. Üretim ilişkilerindeki bu form değişikliği, tüm toplumsal ilişkilere de yansımakta ve kapitalist sistemde köklü dönüşümlere yol açmaktadır. Üretim ilişkileri üzerinden yürüyen bu sınıfsal mücadelede belirleyici olan, sınıflar arasındaki güç dengesidir. Kapitalizm, adından da anlaşıldığı üzere, kapitalin, yani sermayenin egemen olduğu bir sistemdir. Sanayi devrimi ile üretim sistemi ve ekonomi üzerinde egemenlik sağlayan sermaye sınıfı, Fransız İhtilali ile birlikte siyasal sistem üzerinde de egemenliğini ilan etmiştir. Ancak, bu mutlak bir egemenlik değildir. Zira emekçi sınıflar, sermaye sınıfının egemenliği altında maruz kaldıkları sömürü ve sefalet karşısında, 19. yüzyılın başlarından itibaren mücadeleye girişmiş ve 19. yüzyılın ortalarından itibaren de, Marksizm’le birlikte, bu mücadele sınıfsal bir forma dönüşmüştür. Emekçilerin sınıf bilinci içerisinde sermaye sınıfı karşısında mücadeleye girişmesi ve bu mücadelenin kapitalist sisteme bir alternatif yaratma tehdidini de içermesi, sermaye sınıfının üretim sistemi üzerindeki egemenliğinden bir takım tavizler vermesine neden olmuştur. Böylece, üretim sonucunda yaratılan değer üzerinden emeğin payının görece artması sağlanmıştır. Bu göreli artış, bir taraftan doğrudan ücretlerin artması biçiminde olurken, diğer taraftan başta sosyal güvenlik olmak üzere emekçilere bir takım haklar da sağlanmıştır.

Emekçiler bir sınıf olduklarının bilincine varıp bu bilinç içerisinde yürüttükleri mücadele ile birlikte, artık sermayenin tek yanlı egemenliği yerine, emekçi sınıfın gücü de kapitalist üretim sistemi üzerinde hissedilebilir hale gelmiştir. Bu bağlamda, sanayi devrimi sonrasında geçerli olan ve çalışma saatleri ile ücretler konusunda sermayeye sınırsız sömürü olanağı tanıyan “mutlak artı değer” elde etme süreci, artık sistemin sürekliliğinin koşulu olan birikim olanaklarını sağlayamaz hale gelmiştir. Böylece emek üzerinden artı değer elde etme oranını, diğer bir ifade ile sömürü oranını arttıracak yeni yöntemler geliştirme çabası içerisine girilmiştir.

Sanayi devrimi sonrasında, üretim sistemlerinde ilk köklü değişim, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, verimlilik uzmanı F. Taylor tarafından geliştirilmiştir. İşçi sınıfının çalışma saatlerini sınırlandırıp, standartlaştırma talebi karşısında, Taylor, geliştirdiği teknikle, belirli bir çalışma süresi içerisinde emekten daha fazla verimlilik elde etmenin mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Taylor’un geliştirmiş olduğu teknik, ABD’li otomobil üreticisi H. Ford tarafından üretim sürecine uyarlanmış ve “fordizm” adını almıştır.

Üretim sürecini, emeğin verimliliğini en üst düzeye çıkartacak biçimde yeniden organize etmeye dayanan fordizm, bir taraftan işçi sınıfının talebi olan çalışma sürelerinin sınırlandırılması ve ücretlerin nispi artışını sağlarken, diğer taraftan verimlilikteki artış sayesinde kâr hadlerinin yükselmesini sağlamayı başarmıştır. Nispi artı değer olarak da ifade edebileceğimiz bu üretim sistemi ile, hem işçi sınıfının sisteme yönelik tehdidi bertaraf edilmiş, hem de yeni bir birikim rejimi içinde sistemin güçlenerek varlığını sürdürmesi sağlanmıştır.

İşçilerin daha az süre içinde daha fazla artı değer yaratmasını sağlayan fordizm, aynı zamanda, üretimin de hızla artarak kitleselleşmesini sağlamıştır. Kitleselleşen üretim, bir taraftan artı değerdeki artışa da bağlı olarak talep ihtiyacını arttırırken, diğer taraftan da yeni üretim alanları haline gelen büyük fabrika sistemi içerisinde, benzer çalışma ve yaşam koşullarına sahip çok sayıda işçi arasında çıkar birliğini ve dayanışma düşüncesini güçlendirmiştir. Bu da, Fordist üretim süreci içerisinde işçilerin çalışma ve yaşam koşulları üzerinde daha fazla söz sahibi olabilmek amacıyla örgütlenmelerini kolaylaştırmıştır. Bir taraftan artan talep ihtiyacıyla birlikte ücretlerin görece yükselmesinin gerekli hale gelmesi, diğer taraftan ise artan örgütlenme ve üretim sürecine müdahale gücü, sosyal haklarda ve çalışma standartlarında da önemli gelişmeler sağlanmasına yol açmıştır (Belek, 2004: 26).

II. Dünya Savaşı ile birlikte yaygınlaşan fordizm ve talep yönlü ekonomi politikaları, gelişmişlik düzeyi ve sınıflar arası güç dengelerinin durumuna göre farklılaşan ölçülerde, işçi sınıfının üretim sürecine müdahalesini arttırmıştır. Sendikalar ve toplu pazarlık sistemi aracılığıyla yürüyen bu süreçte, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında çelişkiler önemli ölçüde görünmez hale gelmiştir. Ancak 1970’li yıllarla birlikte belirginleşen yeni bir kriz, emek ve sermaye sınıfları arasındaki bu görece uzlaşma döneminin de sonu olmuştur.

1970’lerle başlayan krizin sorumlusu olarak talep yönlü ekonomi politikaları ve fordist üretim süreci görülmüştür. Krize çözüm olarak, talep yönlü politikalar yerini serbest piyasayı önceleyen arz yönlü politikalara bırakırken, fordist üretim sisteminin, hem mutlak hem de nispi artı değerin bir arada geçerli olacağı biçimde esnekleştirilmesi hedeflenmiştir. Bu bağlamda, “mutlak artı değeri” sağlamak üzere, çalışma saatleri ve ücretlerin bütünüyle “işin gereklerine” uygun biçimde esnekleştirilmesine çalışılırken, aynı zamanda “nispi artı değeri”, yani emek verimliliğini en üst düzeye çıkartacak üretim ve yönetim teknikleri uygulamaya konulmuştur.

“Nispi artı değer”in, yani emek verimliliğinin arttırılması, emekçiler ve sendikalar tarafında çok fazla tepki almazken, “mutlak artı değer”, yani çalışma süreleri ve ücretler üzerindeki düzenlemeler, ulusal düzeyde ve işyeri düzeyinde toplu pazarlıkların en hassas konusu olmuştur. 1970’lerle birlikte mutlak artı değerin yükseltilmesi amaçlandığından, en azından işçi sınıfı hareketi ve sendikaların geliştiği merkez kapitalist ülkelerde, emekçi sınıfların ve sendikaların tepkileri önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Zira fordist üretim tarzı içinde istihdam biçimleri, çalışma koşulları ve ücretler standartlaşmıştır. Çalışanların refahtan önemli bir pay almasını da sağlayan bir düzeyde standartlaşan çalışma ilişkileri, yüksek örgütlenme düzeyine sahip sendikaların da denetiminde, yasalar tarafından güvence altına alınmıştır. Dolayısıyla, mevcut çalışma saatlerinin uzatılması ve ücretlerin düşürülmesi anlamına gelen mutlak artı değerin arttırılması, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu sorunun aşılması için benimsenen yöntem; üretimin tüm aşamalarının bir çatı altında gerçekleşmesine dayalı büyük fabrika sisteminde, üretimin çeşitli aşamalara bölünerek bunların bir kısmının fabrika dışındaki daha küçük üretim alanlarına ya da fabrika içerisinde faaliyet gösterecek bir başka işverene aktarılabilmesidir. Böylece, fordizmin, üretimi ve bununla birlikte emek sürecini standartlaştıran “katı” yapısı kırılacak ve üretim süreci “esnek” hale getirilmiş olacaktır.

Üretim sürecinin ‘esnek uzmanlaşma’ olarak da ifade edilen bir yöntemle esnekleştirilmesinin maliyeti düşürücü işlevinin, standartlaşmış emek sürecinin yasalarla ve temsil gücü yüksek sendikalarca korunduğu merkez ülkelerde, kısa sürede uygulama alanı bulması mümkün olmamıştır. Bu nedenle, ilk aşamada, üretimin önemli bir kısmı, işçi sınıfı bilincinin, örgütlülüğün ve buna bağlı olarak da emek maliyetinin ucuz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere kaydırılmıştır.

Üretimin küreselleşmesi ile gelişmiş merkez ülkelerde ortaya çıkan ilk sonuç, işsizlik olmuştur. Daha sonra, üretimi çevre ülkelere kaydırma tehdidi, işverenlerin sendikalara karşı kullandıkları en temel “silah” haline dönüşmüştür. Artık sermaye, merkez ülkelerdeki işçileri, çevre ülkelerin işçileriyle rakip haline getirerek, onların ücret ve sosyal haklarını da çevre ülke işçilerinin düzeyine çekmeye başlamıştır. Böylece, merkez ülkelerde 19. yüzyıl sonlarından başlayarak elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, ücretler düşmüş, çalışma saatleri uzamaya başlamış ve sosyal haklar önemli ölçüde tırpanlanmıştır. Bu süreçte, işçi sınıfının çok önemli bölümünü örgütlemiş olan ve ücretli çalışanların hemen tümü için çeşitli düzeylerde toplu sözleşmelere imza atan sendikalar da, giderek gücünü yitirmeye başlamıştır (Müftüoğlu, 2007: 122).

Üretimin küresel düzeyde esnekleşmesinin az gelişmiş çevre ülkelerdeki etkisi ise, sendikaların ve dolayısı ile de işçi sınıfının sert bir biçimde baskılanması biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu baskılama, Türkiye, Şili, Arjantin gibi kimi ülkelerde askeri darbelerle, kimi ülkelerde ise daha formel baskılama yöntemleriyle gerçekleştirilmiştir. Süreç ne şekilde gelişmiş olursa olsun, sonuç olarak, bu ülkelerde üretim büyük ölçüde kayıt dışı alana kaymış ve ücretler, iş güvencesi, sosyal güvence gibi haklar geriletilmiştir. Bu nedenle, sendikalar çok önemli ölçüde üyelerini kaybetmiş ve toplu pazarlık mekanizması işlevsiz hale gelmiştir (Müftüoğlu, 2007: 135).

Küreselleşme ile birlikte gerek merkez gerekse çevre ülkelerin işçi sınıfı ve sendikalarının mücadele gücünde ortaya çıkan zayıflama, mutlak artı değeri düşürmek üzere hedeflenen uygulamaların önündeki büyük bir engeli kaldırmıştır. Böylece çevre ülkelerde esneklik koşulları daha da yaygınlaşırken, merkez ülkelerde de küçük işletmecilik ve taşeron sistemi uygulamaya konulmuştur.

Küçük işletmelerin tercih edilmesinin en önemli nedeni; az sayıda işçinin çalışması ve vergi, sigorta gibi maliyetleri arttıracak konularda denetim dışında, diğer bir söyleyişle kayıt dışında üretim gerçekleştirme olanaklarına sahip olmalarıdır. Az sayıda işçinin çalışıyor olması, büyük işletme modellerinde örgütlenmeye alışmış olan sendikaların küçük ölçekli işletmelerde örgütlenmesini engellemiştir. Öte yandan, örgütsüz işçileri istihdam eden bu işletmeler, çoğu zaman kamu denetiminden de uzak oldukları için, sigortasız ve kötü koşullarda işçi çalıştırabilmektedir. Aynı nedenlerle vergi denetimlerinin de yetersiz olması, bu işletmeler sayesinde üretim üzerindeki vergi maliyetinin de azalmasını sağlamaktadır (Güler-Müftüoğlu, 2005: 36-44).

Taşeron uygulamaları  da, yine maliyetleri düşürmek üzere, aynı işletme içerisinde üretimin çeşitli aşamalarının bir başka işverene devredilmesidir. Bu yolla, aynı işyerindeki işçiler farklı işverenlere bağlı olarak çalışıyormuş gibi gösterilerek, işçilerin bir araya gelerek örgütlenmeleri ve mücadele güçleri engellenmektedir. Gerçekten de taşeron uygulamalarıyla birlikte, sendikalar önemli ölçüde güç kaybetmiştir. Öte yandan örgütsüz kalan taşeron işçileri de, düşük ücret ve sosyal haklar yanında iş güvencelerini de önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Buna karşılık, taşeron uygulaması sayesinde özellikle yemek, temizlik, güvenlik gibi işlerde maliyetler önemli ölçüde düşürülmüştür. Ayrıca, bu yolla sendikaların azalan gücü toplu iş sözleşmelerine de yansımış ve taşeron bulunan işyerlerinde, asıl işverene bağlı olarak çalışan işçilerin de ücret ve sosyal haklarında kayıplar olmuştur (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005:171).

ÜRETİM VE EMEK SÜREÇLERİNİN ESNEKLEŞMESİNDE ULUSLARARASI KURUMLARIN ROLÜ

Küreselleşme ile birlikte üretimin ucuz emek bölgelerine kayması, küçük işletmecilik, fasonculuk ve taşeronluk gibi üretimi esnekleştiren uygulamaların kapitalist ülkeler arasında yaygınlaşmasında, kapitalist sistemin temel kurumları olan uluslararası –IMF (Uluslararası Para Fonu), DB (Dünya Bankası), DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) vb.– ve bölgesel –AB (Avrupa Birliği), NAFTA (Kuzey Atlantik Serbest Ticaret Anlaşması), FTAA (Amerikalar Arası Serbest Ticaret Bölgesi) vb.– örgütlerin önemli rolü olmuştur. Ülkeler, kredi türü ekonomik destekler veya üye olarak kabul edilebilmek karşılığında yapmış oldukları ikili ya da çok taraflı anlaşmalarla esnek üretimi de içeren yeni liberal politikaların fiilen ve hukuken yaşama geçirilmesine yönelik taahhütlerde bulunmuşlardır (Güler-Müftüoğlu, 2006: 43).

Yeni liberal politikaların tümünde olduğu gibi, üretim sürecinin esnekleştirilmesinde de, sermaye dışı toplum kesimleri ve özellikle de emekçiler “küresel rekabet” söylemi ile ikna edilmeye çalışılmıştır. Gelişmişlik düzeyine bakılmaksızın kapitalist ülkelerin tümünde “küresel rekabette” geri kalmamak ya da üstünlük sağlamak en temel toplumsal hedef haline getirilmiş ve bu hedef gerekçe gösterilerek, geniş toplum kesimlerinin çıkarları ve ulusal hassasiyetlerine aykırı olan düzenlemeler dahi rahatlıkla yaşama geçirilebilmiştir.  Bu bağlamda, işçi sınıfı hareketinin en ileri olduğu ülkelerde dahi çalışma saatleri ve ücretlerin yanı sıra; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi en temel haklar tırpanlanmış; özelleştirme, doğal kaynakların uluslararası sermayeye açılması ve ulusal konularda uluslararası kurumlara yetki devri gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir.

Kapitalist sistemin benimsediği uygulamaları özellikle çevre ülkelere yaygınlaştırmayı  amaçlayan uluslararası kurumların Türkiye’nin kapitalist sisteme entegrasyonu sürecinde de önemli etkisi olmuştur. Özellikle, 1980’li yıllarla birlikte yeni liberal sürece eklemlenen Türkiye’nin sürece uyum sağlamasında, DB ve IMF ile yapılan anlaşmaların önemli rolü vardır. 1990’lı yılların ortalarında imzalanan GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ve 1999 Helsinki Zirvesiyle “aday ülke” statüsü elde edilmesiyle birlikte, AB de, Türkiye’nin entegrasyonunda önemli rol oynayan aktörler arasına katılmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin 1961 yılından beri üyesi olduğu OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) de, yine bu süreçte, Türkiye’nin entegrasyonuna katkı sağlayan kurumlardan biridir.

Üretim sürecinin ve emek piyasalarının esnekleşmesi yönünde önerilen politikaların temel gerekçesi, küreselleşme süreci ile birlikte ortaya çıkan rekabet ortamına uyum sağlamak; artan işsizliği önlemek; kayıt dışına çıkan ve kuralsızlaşan emek piyasasındaki aksaklıkları gidermek olarak özetlenebilir. Diğer bir söyleyişle, uygulanmakta olan politikalardan doğan sorunları gidermek üzere, yine aynı yöndeki politikaların daha da derinleştirilerek uygulanması istenmektedir. Bu ironik durum, büyük ölçüde kapitalizmin ideolojik hegemonyasını sağlamak ve uygulayıcı konumunda olan hükümetlerin toplumlarını ikna edebilmelerinin sağlanması olarak açıklanabilir. Bu çalışmada Türkiye’nin kapitalizme eklemlenmesinde önemli rol oynayan uluslararası kurumlar içerisinden OECD, DB ve AB’nin üretim sisteminin ve istihdamın esnekleşmesine ilişkin yaklaşımları ele alınacaktır.

OECD, 2008 İstihdam Görünüm Raporu’nda küresel rekabet ortamından kaynaklanan risklerin emek piyasasını tehdit ettiğini ifade ederek, bundan öncelikle etkilenen ve temsili düşük olarak tanımladığı kesimlerin emek piyasası içerisine girmesinin amaçlandığı belirtilmiştir. Rapor, bu amaçla, temsili düşük kesimler olarak belirlediği kadınların, gençlerin, verimliliği düşük emekçilerin istihdam maliyetlerinin azaltılması, iş güvencesini sağlayan yasal düzenlemelerin esnetilmesi ve asgari ücretin düşürülmesini önermektedir. Kayıt dışı istihdamın önlenmesi için ise, raporda getirilen öneriler, yine emek maliyetlerinin düşürülmesi, istihdam koruma mevzuatının katı olduğu ülkelerde esnekliğin arttırılması, vergi, sosyal sigorta ve çalışma mevzuatında işverene yönelik yaptırımların esnekleştirilmesi ve kayıtlı işçi çalıştırılması için teşvikler geliştirilmesidir (OECD, 2008: 2-5).

Dünya Bankası, hazırlamış olduğu istihdama ilişkin raporlarda, yine küresel rekabet ve işsizlik sorunlarını ön plana çıkartarak, ısrarla emek piyasasının esnekleştirilmesine vurgu yapmaktadır. Bu konuda, “İstihdam Olanaklarının Arttırılması: Doğu Avrupa ve Eski Sovyetler Birliği” başlıklı rapor, son derece çarpıcı tespitlere ve önerilere yer vermektedir. Raporda, söz konusu ülkelerde işsizliğin yüksek olduğu tespitinin ardından, bunun gerekçesi olarak, iş güvencesinin ve düzenli istihdamın koruma altında bulundurulması gösterilmiştir. Rapora göre, emek piyasasındaki bu katılık, emek maliyetini yükselttiği ve işten çıkartmaları güçleştirdiği için işverenlerin yatırım ve iş yaratma hevesini kırmaktadır. Bunun aşılması için, çalışanın işini koruması, çalışma süresi, ücret gibi konularda çalışanların sahip olduğu yüksek standartlar düşürülmeli ve çalışan haklarını koruyan katılıklar ortadan kaldırılmalıdır. Bu yapılırken de, uygulatma eksikliği (göz yumma) yoluyla değil, yasaların esneklik koşullarına uyumlaştırılması, yani esnekliğin yasalaştırılması önerilmektedir. Böylece firmalar güven içinde yatırım yapabilecek, istihdamla birlikte verimlilikte yükselecektir (DB, 2006a: 52-54).

Dünya Bankası ile Türkiye arasındaki ilişkiler, sadece bir banka – müşteri ilişkisinin çok ötesinde ekonomik ve siyasi yaptırımları da içeren boyuttadır. Bu bağlamda, özellikle Türkiye’nin kriz dönemlerinden çıkmak üzere aldığı borçlar karşılığında yapmış olduğu ikraz anlaşmaları ile vermiş olduğu taahhütler sayesinde, DB, Türkiye’nin entegrasyon sürecinde önemli bir konum işgal etmektedir. DB’nın Türkiye açısından önemi, Banka’nın Türkiye üzerine hazırlamış olduğu raporları da önemli hale getirmektedir. Bu bakımdan DB’nin Türkiye’nin emek piyasasına yönelik tespit ve önerilerde bulunduğu raporlarını dikkate almak gerekir.

Dünya Bankası’nın 2006 yılında Türkiye için hazırlamış olduğu istihdam raporu, Türkiye’nin üretim sistemi ve emek piyasasına verilmek istenen yönü açıkça ortaya koymaktadır. Raporun önemli bir bölümünde, Türkiye’de emek piyasasının ne kadar katı olduğu, diğer bazı ülkelerle de karşılaştırılmalar yapılarak ortaya konmak istenmiş ve şöyle bir iddiada bulunmuştur (DB, 2006b: 3):

Türkiye’de emek piyasası düzenlemeleri büyük oranda aile başına tüm çalışma hayatı boyunca aynı işte kalan tek bir tam-zamanlı ücretliden oluşan bir çalışan için tasarlanmıştır. Yüksek kıdem tazminatı, işten çıkarılmanın getirdiği risklerden işçileri korumak üzere tasarlanmıştır. Geçici çalışma üzerindeki kısıtlamalar, işverenlerin emeklilik ya da kıdem tazminatı kapsamında olmayan işçileri kullanmasını önlemek için tasarlanmıştır…

Türkiye emek piyasasına yönelik bu iddianın ardından, söz konusu durumun ortaya çıkarttığı sakıncalara yönelik kaygı ise, şu şekilde dile getirilmiştir (DB, 2006b:3):

Bu düzenlemeler işi koruma anlamında başarılı olsa da, gelecekte ekonomik koşullardan kaygı duyan işverenler, ekonomik koşulların elverişsiz olduğu zamanlarda işten çıkarmanın çok maliyetli olması halinde yeni işçi alma konusunda çekingen davranabilir…

Yine benzer biçimde ücretler ve ücret dışı emek maliyetlerine yönelik kaygılar ise, söyle ifade edilmiştir (DB, 2006b: 3):

Son yıllarda hızla artan asgari ücret ve yüksek ücret dışı emek maliyetleri (emeklilik, sağlık sigortası, iş sağlığı ve iş güvenliği giderleri, kıdem tazminatı ve işsizlik sigortasını kapsayan bordro vergileri) kayıt dışı istihdamı artırmaktadır.

DB’nın, işverenlerin işçi alma konusundaki çekingen tavrı ve kayıt dışı istihdama yönelmesini engellemek üzere Türkiye’ye önerisi özetle şöyledir (DB, 2006b: 6):

… istihdam yaratımı için en birinci öncelik emek piyasası düzenlemelerini, özellikle de kıdem tazminatı ve diğer işe alma/işten çıkarma kısıtlamalarını, serbestleştirmek yoluyla emek piyasasının esnekliğinin iyileştirilmesi olacaktır.

Dünya Bankası’nın Türkiye emek piyasasına yönelik tespitleri ve ikraz anlaşmaları ile birlikte baskıya dönüşen bu önerileri, 4857 sayılı İş Kanunu ve 5510 sayılı SSGSS başta olmak üzere, çalışma yaşamını düzenleyen yasaların hazırlanma ve yasalaşma süreçlerinde son derece önemli etkiye sahip olmuştur. Önümüzdeki süreçte, kıdem tazminatı, asgari ücret ve kamuda istihdamın esnekleştirilmesi konusunda bu raporda da  ifade edilen görüşlerin önemli rolü olacağına kuşku yoktur.

Avrupa Birliği’ne gelince; 1999 Helisinki Zirvesi’nin ardından, Türkiye’nin kapitalist sistemin dönemsel koşullarına uyumlaşması konusunda en önemli etken AB olmuştur. Özellikle, 2001 yılında yaşanan kriz, AB’nin üyelik koşulu olarak önerdiği tüm politikaların hükümetler tarafından kayıtsız şartsız uygulanmasına neden olmuştur. Avrupa’daki ekonomik ve sosyal gelişmenin Türkiye’den daha ileride olduğunun düşünülmesi, sermaye dışındaki toplum kesimlerinin AB’den beklentilerini yükseltmiş ve uygulanan politikalar önemli ölçüde desteklenmiştir (Müftüoğlu ve Çetin, 2005: 109).

AB’nin benimsemiş olduğu  ve üyelik süreci içerisindeki ülkelerden uymasını istediği koşullar, üretim sistemi ve emek piyasalarının yeniden yapılandırılmasıyla da doğrudan ilişkilidir. Diğer konularda olduğu gibi, emek piyasasının yeniden düzenlenmesi konusunda da, AB’nin yaklaşımlarını, yayınlamış olduğu strateji belgeleri ve raporlar üzerinden öğrenebilmek mümkündür. Bunun yanı sıra, yine bu belge ve raporlar ışığında hazırlanarak üye ülkelere sunulan Katılım Ortaklığı Belgesi, İlerleme Raporu gibi dokümanlar da, AB’nin yaklaşımlarını anlayabilmek adına yararlanılabilecek kaynaklardır.

1990’lı yıllarda, henüz merkez kapitalist ülkelerin üye olduğu AB’de küreselleşmenin bir sonucu olarak, işsizlik oranlarında önemli artışlar yaşanmıştır. Bunun üzerine, AB içerisinde istihdam ve emek piyasasını düzenlemeye yönelik politikaları belirlemek üzere, Avrupa İstihdam Stratejisi oluşturulması gündeme gelmiştir. İlk olarak 1997 Lüksemburg Zirvesi’nden ortaya konulan Strateji, daha sonra, 1998 Cardiff, 1999 Köln, 2000 Lizbon, 2001 Stockholm, 2002 Barselona ve 2005’de yine Lizbon’da yapılan zirvelerinde geliştirilmiştir (Alpagut, 2006: 4).

Büyüme ve istihdamın hedeflendiği, 2005 tarihli, yenilenmiş Lizbon Stratejisi’nde, Avrupa Sosyal Modeli’nin yeniden yapılandırılması amacıyla Sosyal Gündem (2005-2010), AB istihdam ve sosyal politikalarının gündemini belirlemektedir. Lizbon Stratejisi içerisinde yeniden düzenlenen Avrupa İstihdam Stratejisi’nin hareket noktası; küresel rekabet ve gelişen teknolojilerle birlikte değişen üretim ilişkilerine uyum sağlayacak biçimde emek piyasasının modernleştirilmesidir. Avrupa İstihdam Stratejisi, hedeflerini üç ana başlık altında toplamıştır (EU, 2007: 26):

  • Tam istihdam: Ekonomik gelişmenin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve sosyal uyumun sağlanarak işsizliğin azaltılıp, iş gücü arzının yükseltilmesi ile tam istihdam ulaşılacaktır. Bunun için esnek güvence (flexicurity) yaklaşımı benimsenmiştir. Esnek güvence yaklaşımı; emek piyasası, iş organizasyonu ve çalışma ilişkilerinin esnekleşmesi ile istihdam güvencesi ve sosyal korumanın eş güdümü ile sağlanacaktır.
  • İşte Kalite ve Verimlilik: İstihdam olanaklarının, emek verimliliğinin ve iş kalitesinin arttırılarak, çalışmanın cazip hale getirilmesi ile iş gücüne katılma oranının arttırılması hedeflenmiştir.
  • Güçlendirilmiş Ekonomi, Sosyal ve Bölgesel Uyum: Emek piyasasında dışlanan, dezavantajlı bulunan kesimler ile bölgesel eşitsizlikleri gidermek ve sosyal içermeyi güçlendirmek üzere mücadele edilecektir.

Avrupa İstihdam Stratejisi, temel hedefleri itibariyle değerlendirildiğinde, dikkat çeken en önemli nokta; tüm üretim sürecini ve çalışma ilişkilerini belirleme iddiasını taşımasıdır. Hatta bunun da ötesinde, Avrupa sosyal politikası üzerinde de bağlayıcılığa sahip hükümler içermektedir. Dolayısıyla, Avrupa İstihdam Stratejisi’ni, sadece emek piyasasını yeniden düzenleyen bir belge olmanın ötesinde, Avrupa sosyal politikasını istihdam odaklı hale getiren bir belge olarak da değerlendirmek gerekir*.

İstihdam Stratejisini ortaya koyan temel hedeflerin, kullanılan kavramların ve çözüm için getirilen bütün önerilerin işletme (sermaye) bakış açısını taşıdığını söylemek mümkündür.

Avrupa sosyal politikasının istihdam odaklı hale gelmesi biçiminde anlamlandırabileceğimiz istihdam strateji ile, artık emek sürecinde emeği koruyan düzenlemelerin, işletmeyi koruyan bir yapıya dönüşmesi öngörülmektedir. Bu bağlamda, işletmenin rekabet ortamı içerisinde var olabilmesi için, emek maliyetini minimum düzeye indirecek biçimde düzenlenmesi gerekmektedir. Bunun anlamı, çalışma sürelerinin, ücretlerin, işe alma/işten çıkartmanın işletmenin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenebilmesidir. Ayrıca, sosyal güvenlik sisteminin de işverene en düşük maliyeti getirecek, emekçinin emek piyasasında en uzun süre kalmasını sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi amaçlanmaktadır.

Avrupa İstihdam Stratejisi, üye ve aday ülkelerin belirlenen politikalar doğrultusunda iç  düzenlemelerini gerçekleştirmelerini öngörmektedir. Bu bağlamda, bir aday ülke olarak Türkiye’den, Katılım Ortaklığı Belgesi başta olmak üzere, birçok belgede, bu politikalar doğrultusunda hareket etmesini istemektedir. Örneğin 6 Kasım 2007 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi’nin kısa vadeli ekonomik hedefleri içerisinde, “iş gücü piyasası içerisindeki dengesizliklerin çözümü için iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi” önerilmektedir. “Üyelik yükümlülüklerini üstlenme yeteneği” başlığının sosyal politika ve istihdama ilişkin 19. bölümünde de, ortak istidam politikasına uyulması için gerekli düzenlemelerin yapılması istenmektedir (2008/157/EC). Ayrıca, 2007 İlerleme Raporu’nda da, iş gücü piyasasındaki katılıkların hala devam ettiği ve bunun da iş gücü piyasasındaki dengesizliklere yol açtığı iddia edilerek, Türkiye eleştirilmiştir (AB, Türkiye İlerleme Raporu 2007).

Türkiye, AB’ye üyelik için getirilen koşulları yerine getireceğini taahhüt etmek üzere hazırladığı Ulusal Program’da, emek piyasasına ilişkin düzenlemelere de yer vermiştir. Bu bağlamda Türkiye, “iş gücü piyasasının daha esnek bir yapıya kavuşmasını ve iş gücü verimliliğinin arttırılmasını” sağlayacağı taahhüdünde bulunmuştur. Esnekleşme ve verimliliği arttırmak üzere, özellikle eğitim sisteminin ekonominin talep ettiği alanlarda insan gücünü yetiştirilmesi ile sağlanacağı vurgulanmıştır (Ulusal Program,  2008).

SONUÇ YERİNE

Gerek uluslararası kurumların gerekse TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütlerinin üretimi ve emek sürecini esnekleştirme talepleri, Türkiye’de siyasi erkin istihdam politikalarını belirlemede önemli etken olmuştur. Bu bağlamda, 1980’lerden itibaren küçük işletmeciliğin özendirilmesi ve enformal sektöre göz yumulmasıyla, kayıt dışı çalışma yoluyla esneklik sağlanmaya çalışılmıştır (Yücesan-Özdemir, Özdemir: 140-141). Özellikle 2001 krizi ardından gelen süreçte ise, gerçekleştirilen yasal düzenlemeler ile büyük ölçüde yasalara aykırı olan, ama devlet tarafından göz yumulan esneklik uygulamalarının yasal bir çerçeve içerisine alınması sağlanmıştır. Bu konuda en temel düzenleme, 2003 yılında çıkartılan 4857 sayılı İş Kanunu’dur. Bu kanunla, taşeronluk başta olmak üzere, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma gibi esnek istihdam biçimleri yasal hale getirilirken, çalışma sürelerinde de esneklik sağlanmıştır. Kuralsızlığı kural haline getiren 4857 sayılı yasanın ardından, bu yasaya da dayandırılarak, esnekliği sağlayacak pek çok düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemeler, sadece 4857 sayılı yasanın kapsamındaki işçileri değil, kamu hizmetinde çalışan personelinin istihdamının da esnekleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, eğitim ve sağlık da dahil olmak üzere, kamu hizmetlerinin hemen tümünde taşeronluk ve diğer esnek çalışma ve istihdam biçimleri uygulanmaya başlamıştır.

Üretim sürecinin ve buna bağlı olarak çalışma ilişkilerinin esnekleştirilmesi, emek üzerinden elde edilen artı değeri en üst düzeye çıkartmak üzere mutlak ve nispi artı değerin eş zamanlı olarak uygulanmasıdır. Üretim ve hizmet sunum sürecinde emeğin hakimiyetini tamamen ortadan kaldırıp, sömürüsü oranını arttırmayı hedefleyen esneklik, doğrudan emek ve sermaye sınıfı arasındaki mücadelenin konusudur. Bu mücadelede esnekleşmenin yoğunluğu ve yaygınlığı, emekçi sınıfın gücünü ortaya koyabilmesine bağlı olarak belirlenmektedir. Burada en temel sorun, emekçi sınıfın esneklik algısı ve esnekliğe karşı mücadelenin etkinliğidir. Bugün birçok emek örgütü, esneklik konusundaki düzenlemelere karşı olduklarını ifade etmekle birlikte, esnek çalışma ve istihdam biçimlerini içeren politikaların uygulanmasında önemli rol oynayan uluslararası örgütlerin esneklikle ortaya çıkan sorunları çözeceğini beklemektedir. Örneğin, Türkiye’de sendikalar, esnekliğin en güçlü savunucusu olan AB’yi, örgütlenme özgürlüğünü, çalışma standartları ve sosyal hakları geliştireceği beklentisiyle desteklemektedir. Oysa, tüm bu beklenti konuları, esnekleşmeyle birlikte ortaya çıkmakta ya da derinleşmektedir. Sendikaların bu çelişkisi, emekçi sınıfın esnekliğe karşı mücadelesini engelleyen etkenlerin başında gelmektedir.

Gerek üretim gerekse hizmetlerde çalışan emekçilerin iş güvencesi, ücret güvencesi, sosyal güvencesi ve örgütlenme özgürlüğünü elde etmeleri üretim sürecindeki kontrolü tekrar ele geçirmelerine bağlıdır. Bu da, sınıfsal bir mücadeleyi gerektirir. Sermaye sınıfının çıkarlarını küresel düzeyde koordine eden uluslararası kurumlardan emekçi sınıfların çıkarlarını savunması ya da geliştirmesi beklenemez.

Kaynakça

*Alpagut, G. (2006) AB’de İstihdam Politikaları, Esneklik Arayışları ve Türkiye’deki Yasal Düzenlemeler, TİSK İşveren Dergisi Özel Eki, Eylül 2006

*Belek, İ. (2004) Esnek Üretim Derin Sömürü, NK Yayınları, İstanbul

*DB (2006a), İstihdam Olanaklarının Arttırılması: Doğu Avrupa ve Eski Sovyetler Birliği Raporuhttp://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/COUNTRIES/ECAEXT/TURKEYINTURKISHEXTN/0,,contentMDK:20985484~pagePK:141137~piPK:141127~theSitePK:455688,00.html

*DB (2006b) Türkiye İş Gücü Piyasası Raporu (Özet) – 14 Nisan 2006 http://siteresources.worldbank.org/INTTURKEY/Resources/3616161144320150009/Ozet- Overview.pdf

*EU. (2007) Towards Common Principles of Flexicurity: More and better jobs through flexibility and security

http://ec.europa.eu/employment_social/employment_strategy/flexicurity%20media/flexicuritypublication2007_en.pdf

*EU (2008) Proposal for a Council Decision on the Guidelines for the Employment Policies of the Member States (03/03/2008)

http://ec.europa.eu/employment_social/employment_strategy/pdf/epscoguidelines_080303_en.pdf

*Güler-Müftüoğlu, B. (2005) Fason Ekonomisi: Gedikpaşa’da Ayakkabı Üretimi, Bağlam Yayınları, İstanbul

*Güler-Müftüoğlu, B. ve N. Akdemir (2005), “Üretimde Çözülme ve Tutunma Halleri”,  1. Sınıf Çalışmaları Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, SAV-TÜSAM, Ezgi Matbaası, 165-173

*Güler-Müftüoğlu, B. (2006) “Küresel ve Yerel Aktörlerin Sosyal Güvenlik Sisteminin Dönüşümüne Etkileri”, İktisat Dergisi, sayı. 478, Ekim 2006, 42-47

*Marx, K. (1992) Ücretli Emek ve Sermaye; Ücret, Fiyat ve Kâr, Çev: S. Belli, Sol Yayınları, İstanbul

*Müftüoğlu, Ö ve R. Çetin (2007) Ücretlilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı: Beklenti ve Endişeler, DİSK-GIDA İŞ Sendikası Yayını, İstanbul

*Müftüoğlu, Ö. (2007) “Kriz ve Sendikalar”, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara, (117-156)

*OECD Employment Outlook – 2008 Edition, http://www.oecd.org/dataoecd/8/19/40937574.pdf

*Türkiye Ulusal Programı (Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin) – Taslak, Ağustos 2008, http://www.abgs.gov.tr/files/UlusalProgram/UP2008/up2008_taslak.pdf

*Yücesan-Özdemir, G ve A.M. Özdemir (2008) Sermayenin Adaleti – Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika, Dipnot Yayınevi, Ankara

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑