Tarım ve gıdada tekelleşme

Tarımsal ürünlerde pestisit* kalıntısı dönem dönem gündemimize giriyor. Son günlerde Greenpeace’in yayınladığı rapor nedeniyle yine yaş sebze ve meyvede tarım ilacı kalıntısı sorunu gündemdeki yerini aldı. Diğer taraftan nerdeyse her televizyonda dakikalarca reklam edilen balların da aslında bal olmadığı ortaya çıktı.

 

Gıda maddelerindeki tarım ilacı kalıntısı ve sahte bal mevzuları yeni fark edilen konular olmadığı gibi, 30 yıldır süregelen tarım politikalarından da bağımsız değil. Bir taraftan ihraç edilen ürünler tarım ilacı kalıntısı nedeniyle geri gönderiliyor, diğer taraftan şeker pancarından pamuğa, tütünden çaya, fındığa kadar pek çok tarım ürününde kota uygulanıyor. Tüm bunlar olurken, buğdaydan mısıra, etten tütüne ne varsa ithal edilirken, gazeteler, şimdi de çekirdekten fıstığa, bademden cevize kuruyemişin bile ithalatının arttığını yazıyorlar. Burjuva medyası hepsini yan yana koyuyor ve ürettiğini satamayan, üretebildiği pek çok tarım ürününü yurt dışından satın alan, tarımını çağın bilim ve teknolojisine ayak uyduramamış bir ülke karşımıza çıkarıyor ve bütün bunların sorumlusu olarak da üretici köylüyü gösteriyor. Örneğin ihraç edilen sebze ve meyvede ilaç kalıntısı bulunmasının üretici köylülerin bilinçsiz ilaç kullanmaları nedeniyle olduğunu propaganda ediyorlar.

 

 

İLAÇ TEKELLERİNİN SUÇU VE SORUMLULUĞU ÜRETİCİ KÖYLÜYE YÜKLENMEK İSTENİYOR

 

Ziraat Mühendisleri Odası, tarım ürünlerinde ilaç kalıntısının en belirgin nedeni olarak, ilacın tavsiye edilen dozuna uyulmaması ve emsalden ruhsatlandırılan ilaçların kullanılması olduğunu belirtiyor. Emsalden ruhsatlandırılan ilaçların ise, maliyetin düşük tutulması için daha düşük fiyatı olan ilaç aktif maddesi ve kalitesiz yardımcı maddeler kullanılarak yapılmakta olduğunu da ekliyor. Böylece raflarda yerini alan bu ilaçlar diğerinden çok daha ucuza satılabiliyor. Üretici köylünün bunu bilme ve anlama olanağı olmadığı için, üreticiler kullanarak öğrenmeye çalışmaktadır. Tabii ki az etkili ilacın gerekli sonucu vermesi için daha çok kullanılması nedeniyle, ilaç kalıntısının oluşması da artmaktadır.

 

Kolaya sapılıp, “köylü de emsal ürün yerine orijinal ilaç kullansın” denilirse, en başta “piyasanın üstünlüğü” dikkate alındığında, bu, akılcı olmadığı gibi, fazla mümkün olan bir şey de değildir. Bunun nedenlerinden birincisi şudur ki; tarım ürünlerinde ithalat ihracattan daha fazla gerçekleşiyor. Yani sattığımızdan çok alır durumdayız. Serbest piyasa dedikleri tüccar değirmeni, Turgut Özal’dan günümüze ithalatla terbiye etme yöntemi izliyor. İstanbul Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı kendileri açısından, bunu, daha açık bir şekilde, çekirdek türü ürünlerde ithalatın yokluktan değil fiyattan kaynaklandığını belirtip, “ithalat ucuz fiyat yakalandığında yapılıyor” diyerek izah ediyor. Yani “yerli malı halkın malı, bunu herkes ucuza düşürürse kullanmalı, düşüremezse ithalat baskısıyla ve spekülasyonlarla üreticinin ürünü elinden alınmalı” diyor. İkincisi ise; üretici köylülerin ithalatla terbiye uygulamalarıyla rekabet olanaklarının ellerinden alınmasıdır. Üretici destekten mahrum bırakılmaktadır. Son otuz yılın politikaları incelendiğinde, uygulamaların tarımı çökertmeye ve köylülüğü tasfiyeye dönük olduğunu görüyoruz. Bu uygulamalar kapsamında tarıma ayrılan desteklerin azaltılması, tarımsal üretimde girdinin unsurlarından olan ilaç, gübre, mazot ve tohumluk fiyatları sürekli artması, ama üretilen tarım ürünlerinin fiyatının kimi zaman maliyetin bile altında kalması üretimi zora sokarken, üretici köylüyü ise, toprağından kopartarak kentlere göçe zorlamaktadır. Kimi göç etmeyenler ise, kendi topraklarında ırgatlaşarak sözleşmeli üretime mecbur bırakıldılar. Buna direnen ve toprağında kalarak üretime devam edenler ise, bütçesinin yarısını tarıma ayıran AB, ABD ve uluslararası tekeller karşısında rekabet edebilmek için ilaç tekellerin dayattığı ilaçları kullanmak durumundalar.

 

Avrupa’nın iade ettiği yaş sebze ve meyvedeki ilaç kalıntısının bir nedeni de; AB’de yasak olan ilaç aktif maddelerinin ülkemizde serbest olmasıydı. Şimdilerde bunlar ülkemizde de yasaklansa da, ilaç firmalarına stoklarındaki yasaklanan ilaçları bitirmeleri için 2 yıl süre verilmesi, ülke tarımı ve halk sağlığının birkaç ilaç tekelinin stoklarını eritmesi için nasıl feda edildiğini göstermektedir. Konu sermayenin, ilaç ve tarım tekellerinin kârı olunca “stoklar bitsin öyle yasaklarız” diyen AKP Hükümeti, “kuş gribi” bahanesiyle köylünün kümesinden topladığı tavukları canlı canlı kepçelerle toprağa gömerek üretici köylüye karşı aynı şefkatle yaklaşmadığını ve kimin partisi olduğunu açıkça gösteriyor. Bu uygulama bize yabancı değil: DDT adıyla bilinen haşere ilacının 1970’lerde yasaklanmasına rağmen stokların bitirilmesi için yasağın tamamen uygulanmadığını tarımla uğraşan herkes bilir.

 

Tekellerin kârı için halk sağlığı ve tarım üretimini gözden çıkaran siyasi iktidarlar, söz konusu üretici köylü ve halk olunca, aynı çabayı göstermiyorlar. Tarımı tekellerin hakimiyet alanı haline getirirken, gıda güvencesi tehlikede olan halkın sağlığını korumak ve yeteri kadar gıda üretiminin yapılması için önlem alması gereken devlet ve icranın başındaki hükümet ve tekellerle köylüyü hedef gösteren propaganda yapan ideolojik aygıtları sorumluluğu üretici köylünün bilinçsizliğine yükleyemez. AKP iktidarı tarımı kapitalist tarım işletmelerinin faaliyet alanı yapmaya çalışıyor. Tarımsal üretimde dengeleyici rol oynayan birlik ve kooperatifleri tasfiye ediyor. SEK, EBK, Tekel ve şeker fabrikaları özelleştirildi. Meraları, devlet üretme çiftliklerini, şirketlere peşkeş çekerken kredi musluklarını sonuna kadar açmakla kalmayıp, sigorta ve vergi indirimi gibi ilave avantajlar sağlıyor. Daha fazla üretim ve kâr hırsıyla hareket eden uluslararası tekeller için gıda güvenliği ve halk sağlığının hiçbir önemi olmadığı çok açıktır.

 

Bugün sebze meyvedeki ilaç kalıntısı ya da ürünlere kullanılan tavsiye edilmeyen ilaçlar nedeniyle oluşan sorunların yaşanmaması için sağlıklı ve temiz gıda üretimine ihtiyaç vardır. Bunun sağlanması için de gıda güvenliğine önem verilmesi gerekmektedir. Gıda güvenliğinin sağlanması içinse, tarımın gerçekten desteklenmesi, üretici köylünün gelir seviyesinin mühendislik hizmeti alabilecek seviyeye yükseltilmesi ya da asıl olarak devletin bu hizmeti gerçek ve ücretsiz olarak kendi köylüsüne sunması gerekiyor. Gıda denetimlerinin artırılması ve bu denetimi yapacak denetimcilerin artırılmasıysa zorunludur. Atanamayan öğretmenler ve işsiz binlerce mühendis gibi ziraat ve gıda mühendisleri de iş beklerken, Tarım Bakanı, “kontrol yapacak elemanım yok” diyor. Pamuk ve tütünde kullanılan ilaçların domates ve biberde kullanılmaması gerekiyor, ama bunu düzenleyen ve denetleyen kurum olan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü zamanın Özal hükümeti tarafından kapatıldı. Ayrıca bölgelerde faaliyet yürüten Zirai Mücadele Enstitüleri de çoktan kapatıldı. Bunlara bir de ilaç ruhsatlandırmadaki eksikler ve tarım ilacı bayiliklerinin denetimi de eklenince, sonuçta, tarımsal üretimde ilaç kalıntısı ve güvencesiz gıda karşımıza çıkıyor.

 

 

SAHTE BAL =NBŞ = İTHAL, GDO’LU MISIR = GIDA VE ŞEKER TEKELLERİ

 

Sahte bal sorunu geçtiğimiz yıllarda da yaşanmıştı. Bugün dakikalarca televizyon reklamları ve promosyon ilanlarıyla karşımıza çıkan balların sahte olduğu yeniden ortaya çıktı. “Arısız bal üretimi”ni de böylece görmüş olduk. Gördük, ama, bunu da, yine devlet kurumlarından Sağlık, Tarım ya da Sanayi ve Ticaret Bakanlığı açığa çıkarmadı. Onlara kalsa, sahteciler, nişasta bazlı şeker (NBŞ)’den ürettikleri balları daha çok yedirirlerdi halka. Bir devlet kuruluşunun açtığı ihaleye girerek diğer üreticilerden daha düşük fiyat verip ihaleyi alan firmanın ballarının, başka firmalar tarafından analiz ettirilmesi sonucu, balların nişasta bazlı şeker olduğu ortaya çıktı. Yani bu sahteciliği AKP ve bakanları göremiyor ya da görmüyor! Halkın sofrasında ithal ve muhtemelen Genetiği Değiştirilmiş (GDO’lu) mısırdan elde edilen “Nişasta Bazlı Şeker”e bal esansı katılarak elde edilen balın, tadına bakarak anlaşılması mümkün değil. Fakat bu durumun sorumlusu olarak sadece “kötü niyetli”, doğrusu gözünü kâr hırsı bürümüş şirket yöneticileri gösterilemez. Asıl sorumlu AKP ve onun AB’ye IMF’ye, DTÖ’ne bağlanmış tarım politikaları ve NBŞ’nin önünü açan uygulamalarıdır. Sahte balın hammaddesi ve gıda ürünlerinin pek çoğunda kullanılan NBŞ, AKP döneminde yaygınlaştı. Şeker pancarı tarımını tasfiyesi eden ve şeker fabrikalarını özelleştiren AKP iktidarı, 2011 yılında NBŞ kotasını % 7.5’tan % 15’e çıkardı. O nedenle bugün pancar şekeri yerine kullanılan mısırdan elde edilen NBŞ ile üretilen tüm sağlıksız ürünlerin sorumlusu, en başta AKP hükümeti, tabii ki bu hükümetin savunmak üzere elinden geleni yaptığı tekellerin egemenliğindeki uluslararası kapitalizme entegre edilmiş kapitalist ekonomi ve bu kapitalist dünya ekonomisinin dizginlerini elinde tutarak Türkiye gibi ülkelere tatlı kârlarını gerçekleştirmekten ibaret çıkarlarını dikte ettiren Cargill gibi büyük tekellerdir. Türkiye yılda ortalama 1 milyon ton mısır ithal etmektedir. İthal edilen mısırlar genelde GDO’lu üretim yapan ülkelerden alınmaktadır. Biyogüvenlik Kurulu, daha önce izin verdiği 3 GDO’lu soya çeşidine ek olarak, ayrıca 13 çeşit GDO’lu mısırın da yem amaçlı ithalatına izin verdi. Geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz ki, buzağı maması adı altında süt tozu ithalatı yapılarak, sütün yerine kullanıldı. Süt tozu, başta yoğurt olmak üzere, unlu mamullerde, pasta, dondurma, şekerleme ve UHT süt gibi pek çok yerde kullanılıyor. Bu nedenle, vergisi daha ucuz ve maliyeti süt tozuna göre %60 daha düşük olan buzağı maması belgeli süt tozu ithalatı, yem sanayicilerinden bile tepki çekmişti. AKP Hükümeti’nin engel olmadığı/önünü açtığı bu uygulama nedeniyle, yarın da yemlik mısır diye tohumluk ya da NBŞ imalatı için GDO’lu mısır ithal edilmeyeceğini kimse garanti edemez.

 

Sahte bal, ucuz baklava ve şekerleme, fastfood yiyecekler, gazlı-gazsız içecekler ve daha pek gıda maddesinde NBŞ kullanılıyor. NBŞ ithal mısırdan yapılıyor. İthal mısır GDO’lu tohumdan üretiliyor. Yoğurtta, sütte ve pek çok gıdada süt tozu kullanılıyor. Süt tozu suni yemle beslenen hayvanlardan elde ediliyor. Hayvanlar GDO’lu mısırdan elde edilen yemi yiyor. İnsanlar hem GDO’lu beslenen hayvanın etini hem de sütünü gıda olarak satın alıyor. GDO’lu mısırın tohumunu ve bu tohumun ekildiği tarım alanlarında kullanılacak ilaçlar, başta Monsanto olmak üzere, birkaç Amerikan şirketinin tekelinde. Yani mısır ve mısırdan elde edilen maddelerin girdiği her şey/her yer (toprak, hayvan, gıda ve dolayısıyla mutfak) bu tarım tekellerinin talan ve tahrip alanı durumuna geliyor.

 

Amerika, geçtiğimiz yıllarda, Türkiye’deki gümrük vergilerinin yüksek olması nedeniyle pirinç satışının engellendiği gerekçesiyle Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) şikayet bulunmuş ve Türkiye’nin tarım ürünleri ithalatında gümrük vergilerini düşürmesini istemişti. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ama bir sonuca varmak için, örnekler sanıyoruz yeterince açıklayıcı olmuştur. Tohumu kontrol eden, tarımı da kontrol ediyor; bu sayede, kullanılacak ilacı ve gübreyi de kontrol ediyor. Tarımı kontrol eden, gıdayı da kontrol ediyor. Bu kontrolün halk yararına gıda güvenliği için olmadığı, hakimiyet kurma ve daha çok kâr için kontrol olduğunu bilmek zor değil. IMF, DB, DTÖ gibi kurumlarsa, uluslararası tekeller adına bu sürecin planlanmasını sağlıyor.

 

 

SÖZLEŞMELİ TARIM ÖNERİSİ KİME YARAR?

 

Domates ve biberde ilaç kalıntısı var. Çam fıstığı, kekik, kurutulmuş adaçayı, dondurulmuş sosiste gıda zehirlenmesi var. İncir ezmesi, kuru incir, fındık, fıstıkta karaciğere zarar veren hastalıklarına yol açan aflatoksin var. Kayısı çekirdeği ve kuru kayısıda AB’de onaylı olmayan ve yüksek düzeyde tespit edilen katkı maddesi yer alıyormuş. Saydığımız ve sayamadığımız bu kadar ürün ve bunların kirliliğinin sorumlusu olarak üretici köylüyü görmek ve göstermek, düpedüz ağaca bakıp ormanı görmemek demektir. Ama yine de, bunu fırsat bilip, “aslında sözleşmeli tarım olsa bu sorunlar yaşanmaz, sözleşmeli tarımda ne üretileceği ve ne kadar üretileceği bellidir, üretim her aşamasında kontrol ediliyor” diyenlere de birkaç cümle etmek gerekiyor.

 

Sözleşmeli tarım, devletin üretimin her aşamasında geri çekildiği ve şirketlerle üretici köylüyü baş başa bırakan bir uygulamadır. Üretici köylü, yapılan tek taraflı sözleşmeyle şirketlere bağlanmaktadır. Şirketler, bu tek taraflı sözleşmelerle, ticaretini yapacakları ve bağlantısını kurdukları tarım ürünlerini, uluslararası şirketlere (ucuz fiyat garantili olarak) istedikleri kadar tedarik etme imkanını sağlama almış oluyorlar. Marmara bölgesinde Bolu, Adapazarı ve Balıkesir’de Amerikan tipi tütün sözleşmeli üretimi yapılıyor. Koç holding, GAP bölgesinde sözleşmeli besicilik projesi uyguluyor. NBŞ tekeli Cargill, Konya çevresi ve Ege’de sözleşmeli üretim yaptırıyor. Niğde ve Nevşehir’de patates, Bursa’da domates, ayrıca Ege ve Akdeniz’de konserve ve dondurulmuş gıda sanayi için sebze ve meyvede sözleşmeli tarım yapılmaktadır. Adı sayılan tarım ürünlerinin ihracında dönem dönem sorun yaşadığımız hatırlanacak olursa, temiz ve kaliteli gıda için sözleşmeli tarım önerisinin yerinde bir öneri olmadığı anlaşılacaktır. Kaldı ki; yıllarca mücadele edilen DDT denilen ilacın kullanılmasını yaygınlaştıran patates böceği de, sözleşmeli tarımın uygulandığı ülkelerden ithal edilen patates tohumlarıyla gelmiştir. Bu nedenle tarım ürünlerinin kalitesini artırmanın yolunun sözleşmeli tarımdan geçeceğini savunmak kapitalizmin üretim ilişkilerinden bihaber olmakla açıklanabilir. Diğer bir gerçek ise, sözleşmeli tarımın, tarımsal üretimde üretici köylüyü tarım tekellerine bağımlı bir duruma getirdiği açıktır. Çünkü pazara hakim olan tekeller; “ürününü satmak istiyorsan benle sözleşme yapacaksın”, “ürün garantisi veriyorum, sen de benim verdiğim fiyatı kabul edeceksin” dedikleri gibi, “benim belirlediğim tohumu ve ilacı kullanacaksın” da demektedirler. İşte bu nedenle, sözleşmeli tarım, tamamen bir bağımlılık dayatmakta, köylünün bütünüyle köleleştirilmesini varsaymaktadır.

 

TİGEM’lerin önce işlevsizleştirilmesi ve ardından da satılmaya başlanması, uluslararası tohum tekellerinin egemenliğine yol açtı. AKP’nin çıkardığı tohumculuk kanunu geleneksel tohumu yasaklarken, tohumların kullanım hakkını da, patentini tescil eden şirketlerin eline bıraktı. Tohum alanındaki denetimlerse, Türkiye Tohumcular Birliği’ne, yani uluslararası tekellerin temsilcisi ve yerli işbirlikçisi tohum şirketlerine terk edildi. Böylece üretici köylülerin ve genel olarak kamunun ortak kullanım hakkı olagelen ve nesiller boyu babadan oğula aktarılan tohumun kullanım hakkının kamusallığı ortadan kaldırıldı. Ve tarımsal girdiler arasında maliyeti artıran bir rol oynayan tohum, tamamen sermayenin egemenlik alanına girdi.

 

Sonuç olarak, ülke tarımı uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçilerinin faaliyet ve hakimiyet alanı haline getirilmek üzere tüm koşullar olgunlaştırılıyor. Üretici köylünün tarımdan ve topraktan vazgeçmesi için destekler azaltılıyor, yararlandığı düzenleyici ve dengeleyici kurumların hepsi ya özelleştiriliyor ya da kapatılıyor. Arazi toplulaştırılması adı altında yapılan uygulamayla Tarım Bakanı niyetini açıkça ortaya koymak üzere, “ya köylüler şirketleşecek ya da işin ehli olanlar tarım yapacak” diyerek, tarım arazilerinin tarım tekellerinin eline geçeceğini ilan etmiş oluyor. Tarımsal üretimin girdilerinden mazottaki ÖTV, ilaç, gübre ve tohumluktaki KDV başta olmak üzere girdilerin fiyatlarının sürekli artması da, geçimini topraktan sağlayan üretici köylünün belini büküyor. Buna rağmen üretime devam edenler ise, bankalardan kullandıkları kredi borçları yüzünden evi, tarlası, traktörü haciz tehdidiyle karşı karşıya kalıyorlar. AKP uluslararası sermeye için her türlü fedakarlığı yaparken, üretici köylüye ya “ananı al git” diyor ya da “gözünüzü toprak doyursun”!

 

 

 


 

* tarım ilacı

Nişasta Bazlı Tatlandırıcıda Peşkeş

Geçtiğimiz ay Nişasta Bazlı Tatlandırıcı (NBŞ) konusu en çok konuşulan konular arasında yer aldı. Tatlandırıcılar dolayısıyla şeker politikası ve şeker pancarı üretimi, tarım, gıda güvenliği ve güvencesi de üzerine konuşulan konular arasındalar. NBŞ üzerinden yürüyen bu tartışmalarda genel olarak gıda güvenliği meselesi öne çıkarken, Türkiye tarım politikaları, uluslararası dayatmalar, çok uluslu şirketlerin tarım alanındaki faaliyetleri ve oluşturdukları tekeller aracılığıyla çökertilen ülke tarımı ve sektörde kurulan hakimiyet çok fazla üzerinde durulmayan konular arasındalar. Bu yazıda NBŞ üretiminin artırılmasıyla şeker pancarı ve genel olarak tarım arasındaki bağlantı, biri artarken diğerinin kotalarla eksilmesinin nedeni üzerinde durulacak. Tarım üretimi ve üretici köylülük bu uygulamalardan nasıl etkileniyor bunları inceleyeceğiz. Tarım Türkiye’nin önemli bir sorunu ve toplam nüfusun yüzde 30’unu istihdam etmektedir. Gerek ABD’de gerekse Avrupa Birliği ülkelerinde tarım üretimi, kapitalist tarım işletmelerinin yönlendirdiği bir sektördür. Bizde ise tarımsal üretim orta ve az topraklı köylünün yani küçük üreticilerin faaliyet alanıdır. Bu nedenle tarım alanındaki gelişmeler ailesiyle birlikte milyonlarca üreticiyi ilgilendirmektedir. Örneğin üretime getirilen kotalar nedeniyle yüz binlerce üretici üretimden kopabilmekteler. Buğdaydan çeltiğe düşük açıklanan ya da fındıkta açıklanmayan taban fiyatlar nedeniyle ürünleri maliyetin bile altına yok pahasına satabiliyorlar. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

SON OTUZ YILIN POLİTİKALARI VE ÜRETİCİ KÖYLÜLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Tarımsal girdi fiyatlarının sürekli artırılması ve tarıma desteklerin azaltılarak kaldırılması, tarımsal desteklemenin aracı olan fabrikaların özelleştirilmesi ya da kapatılması, Kooperatif birliklerinin özerkleşme adı altında kamu desteğinin kesilerek kaderine terk edilmesi ve DGD’nin devreye sokularak üretimden bağımsız araziye verilen destek uygulamasına geçilmesi, her ne kadar yıllar içinde ürüne ve üretime destek kalemlerine dönüştürüldüğü söylense de tarıma ayrılan pay artmak yerine sürekli azalmıştır.

Bu uygulamaların sonucu olarak; özelleştirme, işlevsizleştirme ve tasfiye sonuç aldı. Tarıma yönelik destek GSMH’nın % 1’inin altına kadar düştü. Tarımda örgütlenme, birlik ve kooperatiflere güven sarsıldı. IMF- DB patentli politikalar sonucu Türkiye tarımda ithalatçı konuma gelirken ilk kez 1995 yılında olmak üzere bazı yıllar ithalat rakamları ihracatı geçmiştir. Tarım ürünlerinde ithalatın özellikle pamuk, hububat, bitkisel yağ ve yağlı tohumlarda yoğunlaştığı gözükmektedir. 1980’li yıllara kadar tarım ürünlerinde ithalatçı olan AB, bu yıllardan sonra tarıma yapmış olduğu destekler sayesinde ihracatçı konumuna gelmiştir. AB ortak bütçesinin neredeyse yarısını tarıma ayırarak kısmen de olsa kendi üreticilerini korurken asıl olarak tarım alanında faaliyet yürüten şirketlerin çıkarlarını gözetmektedir. Bu çıkarlar doğrultusunda da bizim gibi ülkelerin tarımsal üretimi uyum yasaları adı altında çıkartılan yasalarla çökertilmektedir.

Bugün geldiğimiz noktada AB ülkeleri ve ABD bir taraftan ihtiyaçları olan tarım ürünlerinin ucuz temini için ülkemizi arka bahçeleri gibi görürken diğer taraftan da, teknolojik gelişmeler ve kendi ülkelerinde tarıma uyguladıkları destekler sonucu, artan ürün fazlalığını eritmek içinde iyi bir pazar olarak görüyorlar. 30 yıldır ülkemize tarıma yönelik desteklerin kaldırılmasını dayatan ABD ve AB kendi tarımlarını koruyacak bütün önlemleri aldılar. Kendileri ithalatı sınırlandırıp, gümrük duvarlarını yükseltip, çiftçilerine düşük faizli kredilerle destek olurken bize tam tersini dayattılar.

II. Dünya Savaşı sırasında tarım alanındaki üretimi devasa boyutlara çıkartan ABD emperyalizmi, ikili anlaşmalarla bizim gibi ülkelerin tarım ürünleri ihracatını resmen kısıtlamıştır. Senatosundan çıkarttığı elde kalmış fazla tarım ürünlerini pazarlamak üzere, PL 480 sayılı yasa ile tarıma krediyi; yerli ve yabancı firmalara Amerikan tarım ürünlerinin pazarlanması ve tüketiminin artırılması, dağıtımı ve kullanılmasına yardım edecek tesisler kurulmasını şart koşar. İşte bu yasa bile ABD ve diğer zengin ülkelerin tarım üzerindeki emperyalist emellerini açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara bir de ABD’den buğday, mısır, arpa, konserve sığır eti, peynir, süt tozu, pamuk tohumu vb. ürünlerin ithalatının eklenmesi, zeytinyağı ihracatımızın engellenerek, sabun yapımında ABD’den ithal soya ve donyağı kullanılması, tarım ve hayvancılığın geldiği nokta açısından içine düştüğümüz bu perişanlığın arkasında kimlerin ve hangi saldırıların ne zamandan beri süre geldiğini göstermektedir.

Uluslararası ilişkilerde Avrupa Birliği, ABD ve Kanada arasında en büyük kavgalar tarım ürünlerinin koruyuculuğu üstünden yapılmaktadır. AB ülkeleri kendi tarımlarını ABD’ye karşı koruma önlemi alırken ABD ise bu uygulamaların serbest piyasaya aykırı olduğunu savunarak AB ülkelerine yaptırımlar uygulamakla tehdit etmektedir.

Dünya 50’li yıllarda olduğu gibi tarım ülkeleri ve sanayi ülkeleri olarak bölünmüş değildir. Çünkü sanayi ülkeleri aynı zamanda tarım ülkesi olarak da geliştiği için artık eski tarım ülkeleri, tarım, hayvancılık vb. alanlarda gelişmiş ülkelerin pazarı durumuna düşmüşlerdir. Buğdayda, pancarda, pamukta, tütünde ve bütün ürünlerde fiyatın ve ekim politikasının belirlenmesi şunu açıkça göstermektedir. Uluslararası tekeller, ülke tarımını bütünüyle çökertmeye yönelmişlerdir. IMF ve DB bu çökertme işini emperyalist ülkeler adına planlayan ve dayatan kurumlar olarak başroldedir. Yoksul topraksız köylüler ve küçük üreticiler saldırı politikalarından en fazla etkilenen kesimdir.

ULUSLARARASI ŞİRKETLER TARIM VE GIDADA HAKİMİYET KURUYOR

Tarıma ilişkin dayatmalar ve yaşanan bu gelişmeler aynı zamanda yabancı şirketlerle yabancı ortaklı yerli şirketlerin sayısında önemli bir yükselmeye de neden oldu. Tarımda, gıda işlemede, hazır yemek sektöründe yüzlerce şirket faaliyet göstermeye başladı. Çok uluslu şirketler önde gelen yerli sermaye gruplarıyla ortaklıklara giderek et, süt ve sütlü ürünler üretimi, gıda paketlemesi, sebze-meyve işlemesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve yarı hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi alanlarda etkinlik göstermeye başladılar. Çok uluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasıyla birlikte Türkiye’deki gıda üretim yapısı uluslararası tarım/gıda sanayinin bir parçası olma yönünde dönüşmeye başladı. Böylece Türkiye tarımsal üretimi, bu üretimden doğacak ürünlerin işlenerek gıdaya çevrilmesi ve bunların fiyatlandırılması konularında çok uluslu şirketler belirleyici olmaya başladılar. Örneğin; çay sanayinin özel sektöre açılmasıyla tüketim malları üretiminde en büyük çok uluslu şirket olan Unilever Türkiye piyasasına Lipton markası ile girdi. Çay üreticilerine kontenjan adı altında kota konurken, Lipton iç piyasadan aldığı yaş çayı Hindistan, Kenya, Sri Lanka gibi ülkelerden ithal ettiği çaylarla harmanlayarak piyasaya sürmektedir. Yılda 40–50 bin ton çay bu yöntemle pazarlanmakta ve yerli çayı ve çay üreticilerini tehdit etmektedir. İzmir’de kurulu bulunan ve Seylan çayı işleyen Alman ortaklı çay şirketini satın alan Coca Cola da Çaykur’un rakipleri arasında yerini aldı. İthalat ve çok uluslu şirketlerin faaliyeti nedeniyle Çaykur’un pazar payı %55-60’lara gerilerken, Unilever-Lipton % 17 paya sahip oldu. Unilever aynı zamanda Komili’yi de satın alan şirkettir. Ayçiçeği ve mısır yağı işletmeleri ve konserve gibi pek çok alanda faaliyet yürütmektedir. Makarna üretiminde birinci şirket Barilla % 30, süt ve süt ürünlerinde Danone % 20’lik paya sahip. Türkiye’de tüketilen sıvı yağların %50’si ayçiçeğinden üretilmektedir. Yağ sanayinde kurulu kapasitenin %65′i, piyasanın ise %80′i çok uluslu şirketlerin elindedir. Şeker ve tatlandırıcıda durum bu gelişmelerden bağımsız olmamakla beraber nişasta bazlı şeker üretiminde Cargill %80’lik paya sahiptir.

Gıdada özellikle süt, yoğurt, makarna, patates cipsi, yağ ve içeceklerde dolayısıyla da nişasta bazlı şekerde çok uluslu şirketlerin hâkimiyeti artmaktadır. Bu durum üretici ve tüketicinin aleyhine işlemektedir. Çünkü bunlar aynı zamanda bir tekelleşme meydana getiriyor. Kamunun müdahale etme gücü kalmadığı için de üretici ezilirken tüketicinin de gıda güvenliği tehlikeye giriyor. Toprak Mahsulleri Ofisi hem gıda güvencesi açısından hemde üretici lehine fiyat dengesi oluşturmak açısından alım yapan bir kamu kuruluşudur. Şimdi bu işlevi yok olmak üzere ve üretici köylüler malını satmak üzere uluslararası tekellere başvurmak zorunda kalacaklardır. Doğal olarak fiyatı şirketler belirlerken önümüzdeki yıllarda üreticiye sözleşmeli üreticilik dayatılarak köylünün malı maliyetin bile altında elinden alınacaktır.

Bugün ülke tarımı ve buna bağlı olarak gıda sektöründe çok uluslu şirketler çıkan yasalar ve uygulanan politikalara ilişkin müdahalelerini gizlemek ihtiyacı bile duymuyorlar. Başta Monsanto olmak üzere şirketler tohum kanununun çıkarılmasını sağladılar. Bu kanuna göre üretici köylü kendi elde ettiği tohumunu satamıyor. Eğer yerel tohum kullanıyor ve tohum şirketleri tarafından patentlenmiş tohum kullanmıyorsa, tarım desteklemelerinden yararlanamıyor. “Patent” kelimesini genleriyle oynanan, “transgenik” tohumlarda çokça duyuyoruz. Yani tohumculuk şirketleri geleneksel yöntemle üretilmiş ürünün geninde küçük değişiklikler yaparak, yeni bir “çeşit” elde etmiş oluyorlar ve bunun patentini alıyorlar. Binlerce yıldır var olan ürünlerimize bir makineymişçesine patent alınıyor. Yerli tohum, çok uluslu şirketin tohumu olurken tohumculuk kanunu nedeniyle üretici ve tüketici, dolayısıyla ülke tamamen şirketlere bağımlı hale getiriliyor.

Amerikan borsalarında işlem gören yüzlerce şirket ülkemizde maden arıyorlar. Başta köylüler olmak üzere halkın yaşam alanları, tarım arazileri, zeytinlikler, ormanlar ve meralar maden ve enerji şirketleri için feda ediliyor. Tarım alanlarında maden ve enerji şirketlerinin tarım dışı kullanımı için şirketler lehine düzenlemeler yapılmaktadır. Sularımız HES şirketlerine 49 yıllığına kiraya verilerek özelleştiriliyor ve ticarileştiriliyor. Derelerin, akarsuların 40-50 km’lik tüneller ya da kanallara alınması nedeniyle doğal yaşam, bitki örtüsü olumsuz etkilenirken üretici köylüler suya ulaşamamaktadırlar. Dün doğal kaynak olan suyla tarlalarını sulayıp tarım üretimi yaparken bugün şirketlere para ödemeden tarlasını sulama şansı kalmadığı gibi belediyeler tarafından halk, içme suyunu da kontörle satın almaya zorlanıyor.

Bu nedenle ülkemizde şeker pancarı üretiminin kotalar nedeniyle sürekli daraltılması ve şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, NBŞ kotasının artırılma çabaları yukarıda saydığımız konulardan ve uluslararası tekellerin faaliyetlerinden ve IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü dayatmalarından bağımsız değildir. Şimdi bu bilgilerle birlikte şeker ve NBŞ konularını daha derli toplu, sebep sonuç ilişkileri içinde ele almak mümkün olacaktır.

Şeker dünya ticaretinde önemli ve ülkelerin ihtiyaçları açısından politik öneme de sahiptir. Dolayısıyla şeker pancarı üretilen ülkelerde gıda güvencesi, gelir devamlılığı, sosyal nedenler ve şeker pancarı ve buna bağlı sanayi, hayvancılık, nakliye gibi pek çok alanda istihdam vb. getirileri nedeniyle de stratejik bir üründür. Şekerin hammaddelerinden biri tropikal iklimin ürünü kamış iken; diğeri ılıman iklimde yetişen pancardır. Dünyada üretilen şekerin yaklaşık olarak % 70’inin kamıştan; % 30’unun pancardan elde edildiği belirtiliyor. Başlıca şeker kamışı üreten ülkeler Brezilya, Hindistan, Tayland, Meksika, Kolombiya, Küba ve Avustralya’dır. AB, Ukrayna, Türkiye ve Rusya şeker pancarı üretiminde önemli ülkelerdir. Ayrıca dünyada ABD, Çin ve Japonya gibi her iki ürünü de üreten ülkeler de bulunmaktadır. Şeker dünyada tarım ürünleri ticaretinde %2’lik ihracat payı ile de önemini hissettirmektedir.

Türkiye’de şeker üretiminin tek hammaddesi olan şeker pancarı; Ege, Akdeniz, Güneydoğu Anadolu, Doğu ve Batı Karadeniz dışında tüm bölgelerde tarımı yapılabilen ve her yıl yaklaşık 400 bin çiftçi ailesine kazanç sağlayan önemli bir sanayi bitkisidir. Yılda yaklaşık 2 milyon ton olan yurtiçi tüketimin %90’ı şeker pancarından, %10’u ise şekere kısmen ikame olabilen ve ithal mısırdan üretilen nişasta bazlı şekerlerden (NBŞ) karşılanmaktadır. Şeker pancarı üretimi üreticilerle fabrikalar arasında “Şeker Pancarı Üretim Sözleşmesi” hükümlerine göre yapılmaktadır. 1999 yılından itibaren kotalı üretim uygulamasının başlamasıyla üretim miktarı üzerinden (ton) sözleşme yapılmaya başlanmış ve buna bağlı olarak şeker pancarı ekim alanları ile üretim azalmaya başlamıştır. Buna rağmen Türkiye, AB’de ekim alanı ve üretimde Almanya ve Fransa’dan sonra 3. sırada gelmektedir. Fakat tarımsal alt yapıdaki yetersizlikler nedeniyle ortalama pancar verimi Fransa, Almanya ve diğer birçok AB ülkesinden düşüktür (Pankobirlik). Ticaretin serbestleşmesi ile iç desteklerin azaltılması, üretime konulan kotalar ve kaçak şeker girişinin engellenememesi ve nişasta bazlı şeker kotalarının artırılması, mısır ithalatında dönem dönem gümrük vergilerinin düşürülmesi gibi nedenlerden dolayı şeker ve şeker pancarının üretimi her yıl biraz daha azalıyor. Ancak öz tüketimi karşılaması (gıda güvencesi), önemli bir kitle için geçim idamesi sağlaması, çevre, kırsal kalkınma ve alternatif enerji konularının daha sık gündeme gelmeye başlaması, ekonomik ve sosyal olarak şeker pancarı tarımının ve endüstrisi stratejik önemini halen korumaktadır.

NBŞ, PANCAR ŞEKERİNE GÖRE ÇOK UCUZ MU?

Sıkça başvurulan söylemlerden birisi NBŞ’nin çok ucuz olduğu şeker pancarından üretilen şekerin ise çok pahalıya mal olduğu söylemleridir. Oysaki ”Mısırın ton fiyatı, New York Borsası’nda 302 dolar, Türkiye’de 331 dolar. Dünyanın en büyük üretici ülkelerinde NBŞ fiyatı 500 dolar, Türkiye’de ise 1200 dolardır. Bu verilere göre dünyada en pahalı yüksek fruktozlu mısır şurubu tüketen ve tekellerin en çok kâr ettiği ülkenin Türkiye olduğunu görebiliriz. NBŞ; şekerleme, şekerli maddeler, unlu mamuller, baklava, helva, dondurma, reçel, alkollü alkolsüz içecekler, sakız olmak üzere fast food ürünleri gibi hazır gıdalarda kullanılmaktadır. En son biz tüketicilere maliyeti 1200 dolara gelmektedir. Dünya fiyatları ile arada iki katı aşan farktan büyük bir rant oluşmaktadır. Bu ranttan kimler yararlanmaktadır? Türkiye mısır fiyatı çok küçük fark olsa da dünya ile aynı fiyatta olduğuna göre NBŞ’den kaynaklanan bu kâr üreticiye yansımadığına göre başta tekel olan Cargill olmak üzere Ülker ve 4 şirkete yaradığını söyleyebiliriz. 2009 yılı TMO verilerine göre 2008’de 1 milyon 151 bin ton mısır ithalatı yapıldığı göz önüne alındığında mısır ihracatçısı ülkelerin kazandığını söyleyebiliriz. Türkiye mısır üretiminde büyük bir artış olmazken dünya mısır üretimi son dört yılda 110 milyon ton artarak 822 milyon tona ulaştı. Mısır ihracatçısı ülkelerin GDO’lu mısırı ihraç ettiklerini ve bizim gibi ithalatçı ülkelerin bu GDO’lu mısırları ithal ettiğini belirtmeye gerek yok sanıyorum. Dolayısıyla tekeller ve işbirlikçileri tarafından pancar şekeri yerine ithal mısırdan üretilen NBŞ kullanıldığında mısır üreticisi kâr ediyor sözleri yalan ve aldatmacadır. Bu söylemler mısır üreticisi ile şeker pancarı üreticisini birbirine düşürmeye dönük, aldatıcı ve gerçeği gizleyen söylemlerdir. Bu nedenle de mısır üreticisi köylüler ile pancar üreticisi köylülerin sorunları ortak ve aynı merkezlerden planlanarak karşımıza çıkmaktadır. Bu uygulamalara karşı verilecek mücadele de pancar ve mısır üreticilerinin vermesi gereken mücadeledir.

TÜRKİYE’DE ÜRETİLEN ŞEKER PAHALI MI?
Pankobirlik (Pancar Ekicileri Kooperatifi) 7 şeker fabrikasını üreticiler adına yöneten bir kooperatif olarak üretilen şekerin hiç de pahalı olmadığını belirtmektedir. Aşağıdaki tabloda ülkelerin 1 ton şeker için ödediği dolar miktarı çıkarılmıştır. Tablodaki veriler Pankobirlik’e aittir.

 

Metin Kutusu: Ülke	Maliyet (KDV hariç) Ton/Dolar Fransa	1916 Finlandiya	1828 Japonya	1806 Norveç	1740 Almanya	1586 Avusturya	1586 İsveç	1564 Belçika	1476 Türkiye	1330-1335

 

 

 

 

Ülkemizde  NBŞ üreten 5 tesis var. Bunlardan Cargill’in kapasitesi 400 bin ton, Adana’da bulunan Amylum’un kapasitesi 250 bin ton, Ülker-Cargill ortaklığındaki Pendik Nişasta’nın kapasitesi 110 bin ton, Tat firmasının kapasitesi 70 bin ton ve Sunar’ın kapasitesi 55 bin ton mısır. Bu 5 tesisten biri olan Pendik Nişasta Sanayi, Ülker Grubu’na ait. Ülker Grubu, Pendik Nişasta Sanayi tesisinde Cargill ile ortak olarak mısır şurubu üretiyor. Ülker’le başbakan ailesinin ortaklığı da bilinen bir gerçek olduğuna göre dolaylı olarak hükümetin başı ile Cargill ortak olmuş oluyorlar. Her ne kadar Şeker Kurulu’nun görevinin düzenleyici, denetleyici, ülke menfaatleri doğrultusunda şeker üreten şirketleri yönlendirmek olarak belirtilse de bu görevlerden sadece biri olan düzenleyicilik görevini yerine getiren şeker kurumu bunu da NBŞ şirketleri lehine yapmaktadır. Şeker Kurulu yönetiminde NBŞ üreticisi Cargill’in temsilcisi de bulunmaktadır. Cargill kendi temsilcisi aracılığıyla şeker pancarı üretiminin azaltılarak, NBŞ üretiminin artırılması için çalışmaktadır.

NBŞ = İTHAL MISIR VE YÜKSEK KÂR MARJI = YOKSULLAŞAN VE ÜRETİMDEN KOPAN KÖYLÜLÜK

Kâr oranlarına baktığımızda tekellerin neden NBŞ’de ısrar ettiklerini anlamamız kolaylaşacaktır. GDO’lu ithal mısırdan üretilen NBŞ’den % 587-711 arası kâr elde ederken GDO’suz ithal mısırdan % 334-414 arası kâr elde ederken, pancar şekerinden en düşük % 38 kâr elde ediliyor. Bu durumda şirketlerin ve AKP hükümetinin NBŞ sevdasını kâr ve daha çok paradan başka bir gerekçeyle açıklamak mümkün değil. Bir tarafta ithal mısırdan uluslararası şirketlerin üreterek kârlarına k’ar kattıkları NBŞ diğer tarafta 3 milyar dolar katma değer sağlayan, nakliye sektöründe 25 milyon ton iş hacmi oluşturan, hayvancılık vb. birçok alana katkı sunarken doğrudan ya da dolaylı olarak ailesiyle birlikte yaklaşık 10 milyon işçi ve üretici köylü halkımıza iş ve ekmek olanağı sağlayan pancar şekeri. İşte mesele buradadır.

2009/2010 yılı NBŞ kotasının % 15’e çıkarılmasıyla NBŞ 135 bin ton artarken aynı oranda pancar şekeri üretimi azalmıştır. 270 bin dekar pancar daha az ekilerek pancar ekim alanı % 10 daraltılmasına, iki yüz köyde pancar ekiminin yasaklanmasına ve ortalama 20 bin pancar üreticisi köylünün mağdur edilmesine ve düşen üretim nedeniyle iki fabrikanın kapatılmasına sebep olduğunu da unutmamak gerekir. Zaten özelleştirilmesi planlanan 28 şeker fabrikasının özelleştirme sonrası hepsinin çalışmayacağını cümle alem bilmektedir. Nasıl ki Tekel özelleştirmesi sonucu geriye sadece Samsun’daki Ballıca Sigara Fabrikası kaldı; şeker özelleştirmesi sonrası da 3-5 fabrikanın kalarak gerisinin üretim azlığı, teknolojik yetersizlik vb. gerekçelerle kapatılması hesaplanıyor.

AB ŞEKER POLİTİKASI KENDİNİ KORUMAYA DÖNÜK İŞLİYOR

O zaman Avrupa Birliği NBŞ’ye (bugünlük) sıcak bakmadığına göre, kendi sınırları içinde NBŞ kotasını % 2 sınırında tuttuğuna göre şeker pancarı üretiminin daraltılmasını neden istiyor diye bir soru akla gelebilir. Cevabı çok açık çünkü AB iyi bir şeker pancarı üreticisidir. AB reform sürecinde 21 olan şeker pancarı üreticisi ülke sayısının kademeli olarak 6’ya düşürülmesini planlamaktadır. Şeker fiyatlarının aşağı çekilmesi, üretime kota getirilmesi nedeniyle rekabet edemeyecek ülkelerin şeker üretiminden çekilmesini öngörüyorlar. Başta Almanya olmak üzere Fransa, İngiltere, Hollanda, Danimarka ve Polonya büyük pancar şekeri üreticisi ülkelerdir. Türkiye ise 2009/2010 yılı kotası 2 milyon 709 bin ton ve 2010/2011 yılı kotasıyla 2 milyon 444 bin ton şeker kotasıyla Almanya ve Fransa’ya rakip olduğu gibi asıl olarak AB’ye rakip durumundadır. AB reformunun tamamlanarak Türkiye’nin AB’ye gireceği yıl olarak kabul edilen 2015 yılında ülkelerin şeker kotalarının da sabitleneceği belirtilmektedir. AB tarıma ilişkin dayatmaları olan desteklerin azaltılması, üretime getirilen kotalar ve şeker fabrikalarının bir an önce özelleştirilmesini istemektedir. Bu uygulamalar sonucu daralan şeker pancarı üretimi ve artan NBŞ nedeniyle üreten değil tüketen ve bağımlı bir Türkiye bulmak istiyorlar. Bu nedenle de AB tekelleri ile Amerikan tekellerinin çıkarları ortaktır.  AB ülkelerinde şeker ithalatı % 200 oranında gümrük vergisine tabiyken, DTÖ tarım anlaşması kapsamında “pazara giriş taahhütnamesi” dayatmaları nedeniyle Türkiye Şeker’de gümrük vergisinde koruma oranını % 10 azaltılmasını dayatmış ve 2004 yılında bu azalma gerçekleşmiştir. Önümüzdeki yıllarda bu tip dayatmalar daha da artacaktır.

SONUÇ

Bu durum şunu açıkça göstermektedir ki, pancardan mısıra, buğdaydan arpaya, mercimekten pirince, tohumdan hayvancılığa ülke tarımı büyük bir tehdit ve çökertme operasyonu ile karşı karşıya geliyor. Ya bu dayatmaları kabul ederek ülke tarımının çökertilmesini hep birlikte izleyerek tarımsal üretimde tekeller söz sahibi olurken köylüler kendi topraklarında sözleşmeli üretici ya da karın tokluğuna çalışan tarım işçileri olacak, gıda üretimimiz elimizden alınarak gıdaya tekellerin izin verdiği kadar ulaşarak gıda güvencemizi kaybederken, kirli ve GDO’lu üretim nedeniyle gıda güvenliğimizi de kaybetmiş bir ülke olarak tarımda, sağlıkta, gıdada bağımlı hale geleceğiz ya da tüm bu dayatmalara karşı mücadele edeceğiz. Saydığım bu nedenlerden dolayı Türkiye’de tarım sorunu, emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadeleye açıkça bağlıdır. Bu mücadelenin dayanaklarının tarımla uğraşan çok geniş bir üretici köylü kesimi olduğu ortadadır. Bu kesim gelinen noktada IMF, DB ve DTÖ politikalarına ve dayatmalarına karşı tepkilidir. Enerji, maden arama ve kirli sanayi politikaları, gıda şirketlerinin kârlarına kâr katsın diye hayatımıza, tarlamıza, mutfağımıza sokulmaya çalışılan GDO’lu ürünler köylülerle, işçileri aynı sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Üretici köylülerin sendikalaşması yukarıda belirttiğim sorunlar nedeniyle daha da önem kazanmış durumdadır. Sorunlar ortak ve aynı merkezlerden planlanarak karşımıza çıkmaktadır. Buna merkezlere karşı mücadeleyi ortaklaştırmak bugün dünden daha önemlidir.

Kaynaklar:

Türkiye tarımında kapitalizm ve sınıflar, Necdet Oral

Pankobirlik, Şeker İş ve TÜMKÖYSEN Yayınları

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑