Tarımsal ürünlerde pestisit* kalıntısı dönem dönem gündemimize giriyor. Son günlerde Greenpeace’in yayınladığı rapor nedeniyle yine yaş sebze ve meyvede tarım ilacı kalıntısı sorunu gündemdeki yerini aldı. Diğer taraftan nerdeyse her televizyonda dakikalarca reklam edilen balların da aslında bal olmadığı ortaya çıktı.
Gıda maddelerindeki tarım ilacı kalıntısı ve sahte bal mevzuları yeni fark edilen konular olmadığı gibi, 30 yıldır süregelen tarım politikalarından da bağımsız değil. Bir taraftan ihraç edilen ürünler tarım ilacı kalıntısı nedeniyle geri gönderiliyor, diğer taraftan şeker pancarından pamuğa, tütünden çaya, fındığa kadar pek çok tarım ürününde kota uygulanıyor. Tüm bunlar olurken, buğdaydan mısıra, etten tütüne ne varsa ithal edilirken, gazeteler, şimdi de çekirdekten fıstığa, bademden cevize kuruyemişin bile ithalatının arttığını yazıyorlar. Burjuva medyası hepsini yan yana koyuyor ve ürettiğini satamayan, üretebildiği pek çok tarım ürününü yurt dışından satın alan, tarımını çağın bilim ve teknolojisine ayak uyduramamış bir ülke karşımıza çıkarıyor ve bütün bunların sorumlusu olarak da üretici köylüyü gösteriyor. Örneğin ihraç edilen sebze ve meyvede ilaç kalıntısı bulunmasının üretici köylülerin bilinçsiz ilaç kullanmaları nedeniyle olduğunu propaganda ediyorlar.
İLAÇ TEKELLERİNİN SUÇU VE SORUMLULUĞU ÜRETİCİ KÖYLÜYE YÜKLENMEK İSTENİYOR
Ziraat Mühendisleri Odası, tarım ürünlerinde ilaç kalıntısının en belirgin nedeni olarak, ilacın tavsiye edilen dozuna uyulmaması ve emsalden ruhsatlandırılan ilaçların kullanılması olduğunu belirtiyor. Emsalden ruhsatlandırılan ilaçların ise, maliyetin düşük tutulması için daha düşük fiyatı olan ilaç aktif maddesi ve kalitesiz yardımcı maddeler kullanılarak yapılmakta olduğunu da ekliyor. Böylece raflarda yerini alan bu ilaçlar diğerinden çok daha ucuza satılabiliyor. Üretici köylünün bunu bilme ve anlama olanağı olmadığı için, üreticiler kullanarak öğrenmeye çalışmaktadır. Tabii ki az etkili ilacın gerekli sonucu vermesi için daha çok kullanılması nedeniyle, ilaç kalıntısının oluşması da artmaktadır.
Kolaya sapılıp, “köylü de emsal ürün yerine orijinal ilaç kullansın” denilirse, en başta “piyasanın üstünlüğü” dikkate alındığında, bu, akılcı olmadığı gibi, fazla mümkün olan bir şey de değildir. Bunun nedenlerinden birincisi şudur ki; tarım ürünlerinde ithalat ihracattan daha fazla gerçekleşiyor. Yani sattığımızdan çok alır durumdayız. Serbest piyasa dedikleri tüccar değirmeni, Turgut Özal’dan günümüze ithalatla terbiye etme yöntemi izliyor. İstanbul Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı kendileri açısından, bunu, daha açık bir şekilde, çekirdek türü ürünlerde ithalatın yokluktan değil fiyattan kaynaklandığını belirtip, “ithalat ucuz fiyat yakalandığında yapılıyor” diyerek izah ediyor. Yani “yerli malı halkın malı, bunu herkes ucuza düşürürse kullanmalı, düşüremezse ithalat baskısıyla ve spekülasyonlarla üreticinin ürünü elinden alınmalı” diyor. İkincisi ise; üretici köylülerin ithalatla terbiye uygulamalarıyla rekabet olanaklarının ellerinden alınmasıdır. Üretici destekten mahrum bırakılmaktadır. Son otuz yılın politikaları incelendiğinde, uygulamaların tarımı çökertmeye ve köylülüğü tasfiyeye dönük olduğunu görüyoruz. Bu uygulamalar kapsamında tarıma ayrılan desteklerin azaltılması, tarımsal üretimde girdinin unsurlarından olan ilaç, gübre, mazot ve tohumluk fiyatları sürekli artması, ama üretilen tarım ürünlerinin fiyatının kimi zaman maliyetin bile altında kalması üretimi zora sokarken, üretici köylüyü ise, toprağından kopartarak kentlere göçe zorlamaktadır. Kimi göç etmeyenler ise, kendi topraklarında ırgatlaşarak sözleşmeli üretime mecbur bırakıldılar. Buna direnen ve toprağında kalarak üretime devam edenler ise, bütçesinin yarısını tarıma ayıran AB, ABD ve uluslararası tekeller karşısında rekabet edebilmek için ilaç tekellerin dayattığı ilaçları kullanmak durumundalar.
Avrupa’nın iade ettiği yaş sebze ve meyvedeki ilaç kalıntısının bir nedeni de; AB’de yasak olan ilaç aktif maddelerinin ülkemizde serbest olmasıydı. Şimdilerde bunlar ülkemizde de yasaklansa da, ilaç firmalarına stoklarındaki yasaklanan ilaçları bitirmeleri için 2 yıl süre verilmesi, ülke tarımı ve halk sağlığının birkaç ilaç tekelinin stoklarını eritmesi için nasıl feda edildiğini göstermektedir. Konu sermayenin, ilaç ve tarım tekellerinin kârı olunca “stoklar bitsin öyle yasaklarız” diyen AKP Hükümeti, “kuş gribi” bahanesiyle köylünün kümesinden topladığı tavukları canlı canlı kepçelerle toprağa gömerek üretici köylüye karşı aynı şefkatle yaklaşmadığını ve kimin partisi olduğunu açıkça gösteriyor. Bu uygulama bize yabancı değil: DDT adıyla bilinen haşere ilacının 1970’lerde yasaklanmasına rağmen stokların bitirilmesi için yasağın tamamen uygulanmadığını tarımla uğraşan herkes bilir.
Tekellerin kârı için halk sağlığı ve tarım üretimini gözden çıkaran siyasi iktidarlar, söz konusu üretici köylü ve halk olunca, aynı çabayı göstermiyorlar. Tarımı tekellerin hakimiyet alanı haline getirirken, gıda güvencesi tehlikede olan halkın sağlığını korumak ve yeteri kadar gıda üretiminin yapılması için önlem alması gereken devlet ve icranın başındaki hükümet ve tekellerle köylüyü hedef gösteren propaganda yapan ideolojik aygıtları sorumluluğu üretici köylünün bilinçsizliğine yükleyemez. AKP iktidarı tarımı kapitalist tarım işletmelerinin faaliyet alanı yapmaya çalışıyor. Tarımsal üretimde dengeleyici rol oynayan birlik ve kooperatifleri tasfiye ediyor. SEK, EBK, Tekel ve şeker fabrikaları özelleştirildi. Meraları, devlet üretme çiftliklerini, şirketlere peşkeş çekerken kredi musluklarını sonuna kadar açmakla kalmayıp, sigorta ve vergi indirimi gibi ilave avantajlar sağlıyor. Daha fazla üretim ve kâr hırsıyla hareket eden uluslararası tekeller için gıda güvenliği ve halk sağlığının hiçbir önemi olmadığı çok açıktır.
Bugün sebze meyvedeki ilaç kalıntısı ya da ürünlere kullanılan tavsiye edilmeyen ilaçlar nedeniyle oluşan sorunların yaşanmaması için sağlıklı ve temiz gıda üretimine ihtiyaç vardır. Bunun sağlanması için de gıda güvenliğine önem verilmesi gerekmektedir. Gıda güvenliğinin sağlanması içinse, tarımın gerçekten desteklenmesi, üretici köylünün gelir seviyesinin mühendislik hizmeti alabilecek seviyeye yükseltilmesi ya da asıl olarak devletin bu hizmeti gerçek ve ücretsiz olarak kendi köylüsüne sunması gerekiyor. Gıda denetimlerinin artırılması ve bu denetimi yapacak denetimcilerin artırılmasıysa zorunludur. Atanamayan öğretmenler ve işsiz binlerce mühendis gibi ziraat ve gıda mühendisleri de iş beklerken, Tarım Bakanı, “kontrol yapacak elemanım yok” diyor. Pamuk ve tütünde kullanılan ilaçların domates ve biberde kullanılmaması gerekiyor, ama bunu düzenleyen ve denetleyen kurum olan Zirai Mücadele ve Karantina Genel Müdürlüğü zamanın Özal hükümeti tarafından kapatıldı. Ayrıca bölgelerde faaliyet yürüten Zirai Mücadele Enstitüleri de çoktan kapatıldı. Bunlara bir de ilaç ruhsatlandırmadaki eksikler ve tarım ilacı bayiliklerinin denetimi de eklenince, sonuçta, tarımsal üretimde ilaç kalıntısı ve güvencesiz gıda karşımıza çıkıyor.
SAHTE BAL =NBŞ = İTHAL, GDO’LU MISIR = GIDA VE ŞEKER TEKELLERİ
Sahte bal sorunu geçtiğimiz yıllarda da yaşanmıştı. Bugün dakikalarca televizyon reklamları ve promosyon ilanlarıyla karşımıza çıkan balların sahte olduğu yeniden ortaya çıktı. “Arısız bal üretimi”ni de böylece görmüş olduk. Gördük, ama, bunu da, yine devlet kurumlarından Sağlık, Tarım ya da Sanayi ve Ticaret Bakanlığı açığa çıkarmadı. Onlara kalsa, sahteciler, nişasta bazlı şeker (NBŞ)’den ürettikleri balları daha çok yedirirlerdi halka. Bir devlet kuruluşunun açtığı ihaleye girerek diğer üreticilerden daha düşük fiyat verip ihaleyi alan firmanın ballarının, başka firmalar tarafından analiz ettirilmesi sonucu, balların nişasta bazlı şeker olduğu ortaya çıktı. Yani bu sahteciliği AKP ve bakanları göremiyor ya da görmüyor! Halkın sofrasında ithal ve muhtemelen Genetiği Değiştirilmiş (GDO’lu) mısırdan elde edilen “Nişasta Bazlı Şeker”e bal esansı katılarak elde edilen balın, tadına bakarak anlaşılması mümkün değil. Fakat bu durumun sorumlusu olarak sadece “kötü niyetli”, doğrusu gözünü kâr hırsı bürümüş şirket yöneticileri gösterilemez. Asıl sorumlu AKP ve onun AB’ye IMF’ye, DTÖ’ne bağlanmış tarım politikaları ve NBŞ’nin önünü açan uygulamalarıdır. Sahte balın hammaddesi ve gıda ürünlerinin pek çoğunda kullanılan NBŞ, AKP döneminde yaygınlaştı. Şeker pancarı tarımını tasfiyesi eden ve şeker fabrikalarını özelleştiren AKP iktidarı, 2011 yılında NBŞ kotasını % 7.5’tan % 15’e çıkardı. O nedenle bugün pancar şekeri yerine kullanılan mısırdan elde edilen NBŞ ile üretilen tüm sağlıksız ürünlerin sorumlusu, en başta AKP hükümeti, tabii ki bu hükümetin savunmak üzere elinden geleni yaptığı tekellerin egemenliğindeki uluslararası kapitalizme entegre edilmiş kapitalist ekonomi ve bu kapitalist dünya ekonomisinin dizginlerini elinde tutarak Türkiye gibi ülkelere tatlı kârlarını gerçekleştirmekten ibaret çıkarlarını dikte ettiren Cargill gibi büyük tekellerdir. Türkiye yılda ortalama 1 milyon ton mısır ithal etmektedir. İthal edilen mısırlar genelde GDO’lu üretim yapan ülkelerden alınmaktadır. Biyogüvenlik Kurulu, daha önce izin verdiği 3 GDO’lu soya çeşidine ek olarak, ayrıca 13 çeşit GDO’lu mısırın da yem amaçlı ithalatına izin verdi. Geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz ki, buzağı maması adı altında süt tozu ithalatı yapılarak, sütün yerine kullanıldı. Süt tozu, başta yoğurt olmak üzere, unlu mamullerde, pasta, dondurma, şekerleme ve UHT süt gibi pek çok yerde kullanılıyor. Bu nedenle, vergisi daha ucuz ve maliyeti süt tozuna göre %60 daha düşük olan buzağı maması belgeli süt tozu ithalatı, yem sanayicilerinden bile tepki çekmişti. AKP Hükümeti’nin engel olmadığı/önünü açtığı bu uygulama nedeniyle, yarın da yemlik mısır diye tohumluk ya da NBŞ imalatı için GDO’lu mısır ithal edilmeyeceğini kimse garanti edemez.
Sahte bal, ucuz baklava ve şekerleme, fastfood yiyecekler, gazlı-gazsız içecekler ve daha pek gıda maddesinde NBŞ kullanılıyor. NBŞ ithal mısırdan yapılıyor. İthal mısır GDO’lu tohumdan üretiliyor. Yoğurtta, sütte ve pek çok gıdada süt tozu kullanılıyor. Süt tozu suni yemle beslenen hayvanlardan elde ediliyor. Hayvanlar GDO’lu mısırdan elde edilen yemi yiyor. İnsanlar hem GDO’lu beslenen hayvanın etini hem de sütünü gıda olarak satın alıyor. GDO’lu mısırın tohumunu ve bu tohumun ekildiği tarım alanlarında kullanılacak ilaçlar, başta Monsanto olmak üzere, birkaç Amerikan şirketinin tekelinde. Yani mısır ve mısırdan elde edilen maddelerin girdiği her şey/her yer (toprak, hayvan, gıda ve dolayısıyla mutfak) bu tarım tekellerinin talan ve tahrip alanı durumuna geliyor.
Amerika, geçtiğimiz yıllarda, Türkiye’deki gümrük vergilerinin yüksek olması nedeniyle pirinç satışının engellendiği gerekçesiyle Dünya Ticaret Örgütüne (DTÖ) şikayet bulunmuş ve Türkiye’nin tarım ürünleri ithalatında gümrük vergilerini düşürmesini istemişti. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün, ama bir sonuca varmak için, örnekler sanıyoruz yeterince açıklayıcı olmuştur. Tohumu kontrol eden, tarımı da kontrol ediyor; bu sayede, kullanılacak ilacı ve gübreyi de kontrol ediyor. Tarımı kontrol eden, gıdayı da kontrol ediyor. Bu kontrolün halk yararına gıda güvenliği için olmadığı, hakimiyet kurma ve daha çok kâr için kontrol olduğunu bilmek zor değil. IMF, DB, DTÖ gibi kurumlarsa, uluslararası tekeller adına bu sürecin planlanmasını sağlıyor.
SÖZLEŞMELİ TARIM ÖNERİSİ KİME YARAR?
Domates ve biberde ilaç kalıntısı var. Çam fıstığı, kekik, kurutulmuş adaçayı, dondurulmuş sosiste gıda zehirlenmesi var. İncir ezmesi, kuru incir, fındık, fıstıkta karaciğere zarar veren hastalıklarına yol açan aflatoksin var. Kayısı çekirdeği ve kuru kayısıda AB’de onaylı olmayan ve yüksek düzeyde tespit edilen katkı maddesi yer alıyormuş. Saydığımız ve sayamadığımız bu kadar ürün ve bunların kirliliğinin sorumlusu olarak üretici köylüyü görmek ve göstermek, düpedüz ağaca bakıp ormanı görmemek demektir. Ama yine de, bunu fırsat bilip, “aslında sözleşmeli tarım olsa bu sorunlar yaşanmaz, sözleşmeli tarımda ne üretileceği ve ne kadar üretileceği bellidir, üretim her aşamasında kontrol ediliyor” diyenlere de birkaç cümle etmek gerekiyor.
Sözleşmeli tarım, devletin üretimin her aşamasında geri çekildiği ve şirketlerle üretici köylüyü baş başa bırakan bir uygulamadır. Üretici köylü, yapılan tek taraflı sözleşmeyle şirketlere bağlanmaktadır. Şirketler, bu tek taraflı sözleşmelerle, ticaretini yapacakları ve bağlantısını kurdukları tarım ürünlerini, uluslararası şirketlere (ucuz fiyat garantili olarak) istedikleri kadar tedarik etme imkanını sağlama almış oluyorlar. Marmara bölgesinde Bolu, Adapazarı ve Balıkesir’de Amerikan tipi tütün sözleşmeli üretimi yapılıyor. Koç holding, GAP bölgesinde sözleşmeli besicilik projesi uyguluyor. NBŞ tekeli Cargill, Konya çevresi ve Ege’de sözleşmeli üretim yaptırıyor. Niğde ve Nevşehir’de patates, Bursa’da domates, ayrıca Ege ve Akdeniz’de konserve ve dondurulmuş gıda sanayi için sebze ve meyvede sözleşmeli tarım yapılmaktadır. Adı sayılan tarım ürünlerinin ihracında dönem dönem sorun yaşadığımız hatırlanacak olursa, temiz ve kaliteli gıda için sözleşmeli tarım önerisinin yerinde bir öneri olmadığı anlaşılacaktır. Kaldı ki; yıllarca mücadele edilen DDT denilen ilacın kullanılmasını yaygınlaştıran patates böceği de, sözleşmeli tarımın uygulandığı ülkelerden ithal edilen patates tohumlarıyla gelmiştir. Bu nedenle tarım ürünlerinin kalitesini artırmanın yolunun sözleşmeli tarımdan geçeceğini savunmak kapitalizmin üretim ilişkilerinden bihaber olmakla açıklanabilir. Diğer bir gerçek ise, sözleşmeli tarımın, tarımsal üretimde üretici köylüyü tarım tekellerine bağımlı bir duruma getirdiği açıktır. Çünkü pazara hakim olan tekeller; “ürününü satmak istiyorsan benle sözleşme yapacaksın”, “ürün garantisi veriyorum, sen de benim verdiğim fiyatı kabul edeceksin” dedikleri gibi, “benim belirlediğim tohumu ve ilacı kullanacaksın” da demektedirler. İşte bu nedenle, sözleşmeli tarım, tamamen bir bağımlılık dayatmakta, köylünün bütünüyle köleleştirilmesini varsaymaktadır.
TİGEM’lerin önce işlevsizleştirilmesi ve ardından da satılmaya başlanması, uluslararası tohum tekellerinin egemenliğine yol açtı. AKP’nin çıkardığı tohumculuk kanunu geleneksel tohumu yasaklarken, tohumların kullanım hakkını da, patentini tescil eden şirketlerin eline bıraktı. Tohum alanındaki denetimlerse, Türkiye Tohumcular Birliği’ne, yani uluslararası tekellerin temsilcisi ve yerli işbirlikçisi tohum şirketlerine terk edildi. Böylece üretici köylülerin ve genel olarak kamunun ortak kullanım hakkı olagelen ve nesiller boyu babadan oğula aktarılan tohumun kullanım hakkının kamusallığı ortadan kaldırıldı. Ve tarımsal girdiler arasında maliyeti artıran bir rol oynayan tohum, tamamen sermayenin egemenlik alanına girdi.
Sonuç olarak, ülke tarımı uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçilerinin faaliyet ve hakimiyet alanı haline getirilmek üzere tüm koşullar olgunlaştırılıyor. Üretici köylünün tarımdan ve topraktan vazgeçmesi için destekler azaltılıyor, yararlandığı düzenleyici ve dengeleyici kurumların hepsi ya özelleştiriliyor ya da kapatılıyor. Arazi toplulaştırılması adı altında yapılan uygulamayla Tarım Bakanı niyetini açıkça ortaya koymak üzere, “ya köylüler şirketleşecek ya da işin ehli olanlar tarım yapacak” diyerek, tarım arazilerinin tarım tekellerinin eline geçeceğini ilan etmiş oluyor. Tarımsal üretimin girdilerinden mazottaki ÖTV, ilaç, gübre ve tohumluktaki KDV başta olmak üzere girdilerin fiyatlarının sürekli artması da, geçimini topraktan sağlayan üretici köylünün belini büküyor. Buna rağmen üretime devam edenler ise, bankalardan kullandıkları kredi borçları yüzünden evi, tarlası, traktörü haciz tehdidiyle karşı karşıya kalıyorlar. AKP uluslararası sermeye için her türlü fedakarlığı yaparken, üretici köylüye ya “ananı al git” diyor ya da “gözünüzü toprak doyursun”!