Kapitalizmin kriz yılı

“Global bir kriz”in varlığı ya da yokluğu tartışmaları, yerini hızla, “her yerde ve her şeyde kriz var”a bırakıyor. Daha birkaç ay önce. “bizde kriz yok”, “bize kriz işlemez” diyenler şimdi; “kriz olmasaydı böyle olmazdık” mazeretine sığınıyorlar. Kriz, kimi zaman her kötülüğün bahanesi, kimi yer ve zamanda ise denize düşenin sarıldığı bir “şans” olarak değerlendiriliyor. Kısacası; ister “yok” denilsin, ister “var” denilsin, özellikle son bir yıldır dünyada, bir “hayalet” dolaşıyor. Bazen bir ülkeyi çökerttiği, bir grup ülkeyi birden girdabına çektiği duyulan bu “hayalet”, bazen de dünyanın şu ya da bu finans kentlerindeki borsalarda boy gösteriyor. “Kara Pazartesi”ler, “Kara Çarşamba”lar. “Kara Perşembe”ler derken, son bir yıl içinde bu malum “hayalet”in karartmadığı gün kalmadı neredeyse!
Tahmin edileceği gibi, burada sözü edilen ve kapitalist dünyanın çeşitli merkezlerinde “icrai sanat” eyleyen bahse konu hayalet; son aylarda etkisini daha da artıran “ekonomik kriz”dir! Bir yıl kadar önce “Asya kaplanları” diye adlandırılan ve dünya kapitalizminin “medar-ı iftiharı” olarak gösterilen Güneydoğu Asya ülkeleri krizin pençesine düştüler. Önce borsalarda çöküş olarak “finans krizi” şeklinde kendisini gösteren krizin, kısa zamanda bu ülkelerdeki “anarşik yatırım” sonucu ortaya çıkan bir “aşırı üretim krizi” olduğu ortaya çıktı. Birkaç haftalık felaketin arkasında kalanlar, terk edilmiş (ya da kapatılmış) depoları mal dolu fabrikalar ve kiracıları ülkeyi terk etmiş devasa gökdelenler oldu. Yıllardır bu ülkelerdeki bütün doğal kaynakları yağmalayan ve ucuz işgücünden yararlanan yabancı patronlar ve uluslararası spekülatörler “kriz bölgesi”ni çoktan terk etmişti. Ve tabii burjuva medyası, kriz haberlerine paralel olarak, garsonluk yapan fabrika müdürlerinin, işportacılığa soyunan borsacıların dramatik öyküleri eşliğinde, bu ülkelerin düştüğü sefaleti yansıtmaya koyuldu.
Yeni Dünya Düzeni globalizminin ideolog ve propagandacılarının “kaplanlar”daki yıkıntı karşısında ilk tepkileri; “krizin Güneydoğu Asya’ya özgü olduğu, diğer ülkeleri etkileyemeyeceği” biçimindeydi. Sadece, sistemin propagandacıları değil, krizin kıyısında dolaşan ülke yetkilileri de sürekli olarak kendilerinin etkilenmeyeceğini vurguladılar. Örneğin 1992’den beri durgunluk içinde olan ve ekonomi çevrelerinin krize en yakın ülke olarak niteledikleri Japonya’nın yetkilileri bile, “Güneydoğu Asya’da olup bitenlerle Japonya’nın bir ilgisi yoktur. Bizim ekonomimiz sağlamdır” diyordu. Ya da örneğin Türkiye’nin serbest piyasacıları, para denince gözleri fal taşı gibi açılan “uyanık takımı”, bu krizin ülke için iyi olduğunu, çünkü Türkiye’nin kriz bölgesinden kaçan 400 milyar dolarlık “yüzer-gezer” finans sermayesinden yüzde 10 pay alabileceği, bunun ise “Türkiye’nin köşeyi dönmesi” anlamına geleceğini ileri sürebildiler. Oysa bunlar söylenedursun, “adamlar” gelmiş ve gitmek için valizlerini toplamışlardı bile… Nitekim daha bu tartışmalar sürerken, son iki haftada hızla yükselen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) çöktü. Güneydoğu Asya’dan Avrupa ve Amerika’ya doğru uçarken Türkiye’ye uğramış dolarlardan bir bölümünün, yirmi gün içinde 400 milyon dolarlık bir vurgun yaparak Türkiye’yi terk ettiği, ancak İMKB’nin çöküşünden sonra anlaşılmıştı. En azından gelişmeler kamuoyuna böyle açıklandı. Ortaya çıkan durum, kime bulaşsa onu mahvedecek bir cüzam gibiydi. Ortada bir kriz vardı ama kimse sahiplenemiyordu. Yıllardır; artık “krizsiz bir kapitalist gelişme yolu bulunduğu”, geri ülkelerin de sanayileşip dünya refahından pay almasının mümkün olduğunu öne süren kapitalizmin ideologları ve her ülkedeki sermaye politikacıları; bu tezlerinin kanıtı olarak “Asya kaplanlarını gösteriyordu. “Kaplanlar”daki çöküş ise gerçekte globalizm (küreselleşme) ideolojisinin çöküşüydü. Bu yüzden de Güneydoğu Asya krizini, kapitalizmin bir krizi olarak görmeye yanaşmadılar. Bazıları George Soros’un spekülatif açıklamalarını, bazıları ise bu ülkelerin yöneticilerinin yanlış uygulamalarını çöküşün gerekçesi yaptı. Söz konusu uygulamaları planlayarak diğer ülkelere örnek gösteren IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası sermayenin öncü kuruluşları ise, bir yandan olup bitenlerden sorumluluk kabul etmezken öte yandan da yeni faturalar eklenmiş eski reçetelerle, çökmüş ve çaresiz kalmış hükümetlerin kapısına dayandılar.

BİR YILDA; NEREDEN NEREYE…
Çok değil, daha bir yıl öncesinde; kapitalist dünyada kriz alametlerinden söz edenlere karşı, serbest piyasacıların, globalizm yanlılarının yanıtı; ufukta “global bir kriz” filan olmadığı, bazı ülkelerin ekonomilerinde görülen dalgalanmaların ya hükümetlerin kimi hatalı uygulamalarının sonucu ortaya çıkan “lokal sorunlar” ya da ekonominin kendi kuralları içinde “kabul edilir sapmalar” olduğu şeklindeydi. “Kriz”den söz edenler ise ya “Ekonomiden anlamayanlar” ya da “Kötü niyetli Marksistler” olarak niteleniyordu. “Asya kaplanlarının çöküşü bile spekülatörlerin aşırı kâr hırsına, spekülatif sermayenin yatırımlarını realize ederek bölgeyi terk etmesine bağlandı. “Bölgede gerçek bir krizden söz edilemez” deniyordu. Ama artık, kapitalizmin küreselleşmeci ideologlarına kimse inanmıyordu. Gerekçesi ne olursa olsun; daha birkaç yıl önce herkese örnek gösterilen, Güney Kore’den Endonezya’ya kadar bir dizi ülkede ekonomi iflas etmiş; bu ülkelerin ekonomik düzeyi bir anda 20–30 yıl geriye gidivermişti. Sorun sadece borsalarda çöküşle kalmamış; işletmeler iflas etmiş; her ülkede yüz binlerce işçi sokağa atılmış; dünya çapında üne sahip tekeller (Hyundai, Kia, Daewoo…) bir anda ya çökmüş ya da el değiştirmişti. Hükümetler ise olup bitenler karşısında çaresizce boyun eğerken; kimi istifa etmek, kimisi de halkın karşısına geçip “aldatıldık” yollu açıklamalarla koltuklarını korumaya çalışmak zorunda kaldı. Örneğin, Endonezya’nın 32 yıllık diktatörü Suharto, iktidardan çekilmek zorunda kaldı. Şimdi, krizin ortaya çıkışından 15 ay sonra Malezya’da sokak çatışmaları ortaya çıktı. Güney Kore’de işletmelerin yabancı tekellere devredilmesine karşı çıkan işçilerle polis arasında çatışmalar aylardır sürüyor.
Burjuva ideologlarının, mevcut krizi kapitalizmin krizi olarak kabul etmemelerinin pek çok nedeni var. En başta, kapitalizmin artık krizsiz büyüyeceği biçimindeki; küreselleşmecilerin temel tezinin iflasının kanıtlanması korkusu gelmektedir. Çünkü “Krizsiz büyüyen bir kapitalizm” keşfedilemezse; “Barış içinde, uluslar ve ülkeler arasında adaletin esas alındığı bir uluslararası sistem, sınıflar arasında mücadelenin bittiği bir toplumsal düzen” vb. gibi yeni dünya düzencilerinin, globalistlerin tüm temel tezleri çökerdi. Bu yüzden de sistemin savunucuları, artık inkâr edilemez boyutlara ulaşmadıkça, içine sürüklenilen krizin bir sistem krizi olmadığı konusunda ısrar ettiler. Ve tabii kriz sorununu tartışmaya yanaşmamalarının bir diğer nedeni de krizler ile sistemin niteliği arasındaki ilişkiydi. Tarih boyunca her toplumsal düzen, kendi özelliklerini taşıyan ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik vb. kurumların gerçek niteliklerini saklayarak biçimlenmiştir. En vahşi sömürü sistemleri bile kendilerini, vahşetlerini dengeleyen ya da meşru gösteren din, politik kurumlar, sosyal örgütlenmeler vb. ile gizlemeye çalışmıştır. Kuşkusuz ki; sömürü sistemlerinin en acımasızı ama aynı zamanda kendisini gizlemek için önceki sınıflı toplumlardan çok daha büyük olanaklara sahip olan kapitalizm, asli niteliklerini saklamayı başarmada önceki sistemlerden daha becerikli olmuştur. Ve ancak, krizler, üzerlerindeki cilayı ortadan kaldırarak sistemlerin olduğu gibi görünmesini, emekçiler karşısında egemen sınıfların gerçek pozisyonlarının herkesçe görülür hale gelmesini sağlamışlardır. Bu yüzdendir ki; Marx, ancak, 1775–76, 1825–26 krizlerini inceleyerek, krizin ortaya çıkardığı gizli özü yorumlayarak kapitalist mekanizmayı çözümlemiştir. Lenin, 1900–1901 krizinin ortaya çıkardığı olguları inceleyerek kapitalizmin emperyalizm aşamasının niteliklerini tarif etmiştir. Stalin de, 1929 krizini analiz ederek 2. Dünya Savaşma giden sürecin gerçeklerini, emperyalistlerin amaçlarını deşifre etmiştir. Şimdi ise; Yeni Dünya Düzeni olarak tarif edilen tekellerin dünyasındaki ilişkilerin kendine has özelliklerinin ortaya çıkarılması için, yaşanan son kriz çok önemli veriler sunmaktadır. Dahası, Japonya, ABD, Almanya gibi ana kapitalist ülkelerin krize yuvarlanmasıyla bu ilişkilerin gerçek niteliği daha çok ortaya çıkacaktır. Bir krizin yaşanıyor olması bile, bu sistemin orta direği durumundaki “krizsiz kapitalizm dönemi” yalanının iflasına yetmiştir. Serbest rekabetçiliğin bir ütopya olduğu, gerçek olanın tekeller ve onların çıkarları olduğu, yoksul ülkelerin yoksullaşması sürerken, zenginlerin daha zengin olmaya devam edeceği ya da her ülkede burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki gelir uçurumunun tarihte görülmemiş boyutlara vardığı, eğilimin bu uçurumun daha da derinleşmesi yönünde olduğu gösterildiği ölçüde sistemin niteliği anlaşılır olacaktır. Kriz, şimdiden bunu doğrulayacak veriler sunmaya başlamıştır. Derinleştiği ölçüde de açığa çıkan kanıtlar inkâr edilemez boyutlara ulaşacaktır. Sisteme karşı mücadele edenler açısından, krizin asıl önemi de bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Bu açıdan, yaşanan krizin kapitalist sistemin krizi olduğu gerçeğinin kapitalizmin savunucuları tarafından kabul edilmesi elbette güç olacaktı. Ancak, kriz bir sarsıntı yaratmakla yetinmedi; belirsiz aralıklarla Güneydoğu Asya ülkelerini sallamaya devam etti. Dahası bu sarsıntılar, her seferinde dünyanın geri kalan bölgelerinde kendisini daha çok duyurdu. Çin ve Japonya gibi dev ekonomilerdeki kriz sinyalleri veren gelişmelerin arkasından Rusya’nın krizin girdabına kapılarak adeta alt üst olması; krizin etkilerinin ABD ve Güney Amerika gibi, Güneydoğu Asya’dan oldukça uzak ülkelerde de kendini duyurmaya başlaması; en son da, İngiltere’nin ’99’da krize gireceğine dair verilerin ortaya çıkması dünyayı saran krizin lokal değil genel, sistemin krizi olduğu gerçeğini dayattı. Newsweek ve The Ekonomist gibi dünya kapitalizminin sözcüsü durumundaki yayın organları; nihayet krizi; “Global kriz”, “Global çöküş” olarak kabul etmek zorunda kaldılar. Ve en sonunda, spekülasyonda “piyasaların” en popüler yıldızı olan George Soros; gelişmeleri “kapitalizmin çöküşü” olarak tarif etti.
Soros ve kapitalizmin “itibarlı” dergilerinin “kapitalizmin çöküşü”, “Global çöküş” gibi yargıları henüz tam durumu yansıtmasa da; gidişatın varacağı noktayı işaret etmesi bakımından önemlidir. Bizim için bu saptamaların önemi ise; bu saptamalardan kalkarak krizin etkisini azaltacak önlemlere başvurulması, krizin yükünün emekçi sınıfların ve geri ülkelerin üstüne yıkılması için girişilecek saldırılardır. Yoksa kapitalizm bu dergiler öngördü diye çökmeyeceği gibi, onlar inkâr etti diye de içinde bulunduğu sorunlar ortadan kalkmaz.

KRİZİN NEDENLERİ TARTIŞILIYOR
Mevcut krizin “sistemin krizi” olarak kabul edilmesinden sonra, nedenleri konusunda da daha elle tutulur açıklamalar başladı. Örneğin uluslararası sermayenin seçkin dergisi Newsweek’e göre; “Birçok ülkeye son yıllarda aşırı miktarda yabancı sermaye girdi. Ve son yıl içinde bu sermaye hızla geri dönmeye başladı. Bu geri dönüşü başlatan mekanizma ise ülkelere giren yabancı paranın kapitalizm adına israf edilmesi ve sanayilerin yanlış yönlendirilmesi oldu. Asya, içi boş ofis binaları ve üretim fazlası malların dolup taştığı fabrikalarla donandı. Denizaşırı bankalar verdikleri kredileri yenilemeyi reddettiler; çok uluslu şirketler hisselerini sattılar ve birikimlerini dolara çevirdiler.” vs.
Hiç kuşkusuz ki: Newsweek’in bu açıklaması da, pek çok burjuva akıl hocasınınki gibi, sebebi sonuçla açıklamaktan ibarettir. Ancak, şu bir gerçek ki: kapitalizmin içine sürüklendiği bu krizden nasıl çıkacağını tartışmak bir yana; bugüne kadar (en azından son bir yıla kadar) tartışılmaz, adeta bir dogma olarak görülen serbest piyasa ekonomisinin, tekelci kapitalist dünyanın temel argümanlarının tartışılması gündeme gelmiştir. Dahası, hâlâ bilim kaygısı taşıyan burjuva iktisat çevrelerinde “Yoksa Marx haklı mıydı” sorusu sadece bir soru olarak değil cevabı kendisi olan bir soru olarak gündeme gelmeye başlamıştır. Elbette bu gelişme, emperyalist Yeni Dünya Düzeni ideolojisinin bilim ve ekonomi çevrelerinin de ideolojik hegemonyasının sona ermeye başlamasının habercisidir. Böylece, tartışılmaya başlanan her •’dogma”nın başına gelenler, serbest piyasacılığın, “küreselciliğin” de başına gelecektir, gelmeye başlamıştır. Çünkü daha bugünden, “küreselciliğin” savunucusu ekonomistlerden bazıları, “geçici de olsa serbest piyasa yerine korumacı önlemlere başvurulabileceği, ekonomi düze çıktıktan sonra tekrar serbest piyasa ilkelerine dönülebileceği” konusunda fetvalar vermeye başlamışlardır. Dolayısıyla kriz, bugünkü sınırlan içinde kalsa bile artık, emperyalist ekonomik doktrinleri tartışmaya açmış olmasıyla önemli bir işlev görmüş olacaktır.
Bugün içinde bulunulan sürecin seyri açısından bakıldığında; yaşanan krizin gelip geçici olmadığı gözleniyor. Her şeyden önce; Meksika’da patlak veren ve ABD’nin ve IMF’nin bir gecede 50 milyar doları pompalamasıyla ABD krizden kendisini korudu. Ancak, krizin “Asya kaplanları”nı vurmasından sonra saklanması olanaksız hale geldi.
Böylece “krizsiz kapitalizm” tezleri bir kez daha, yerle bir oldu. Her seferinde “Kaplanlara” komşu olan Japonya ve Çin’i daha derinden etkileyen krizin ilk dalgaları; New York, Londra, Paris, Frankfurt gibi, Batının “sakin limanları”nda da büyük dalgalanmalar yarattı. Bu finans merkezlerindeki borsalar, Hong Kong ve İstanbul Borsası kadar olmasa da, hayli sallandı, borsa yatırımcılarının uykusu kaçtı. Krizin ikinci şok dalgası ise Rusya’yı da içine alarak genişledi. Dünya borsaları yeniden ve daha derinden sarsılırken; yaşanan krizin niteliği ve sistemle bağlantısı daha açıktan görülür oldu ve böylece sistemin kendisinin de tartışmaya açılmasının koşulları daha da olgunlaştı. Rusya’nın krize sürüklenmesiyle eşzamanlı olarak Amerikan ekonomisindeki durgunluk belirtileri ve Güney Amerika ülkelerindeki kriz öğelerinin yükseldiği haberleri de burjuva medyasında yer almaya başladı. Ve nihayet, Yeni Dünya Düzenine uyumda çok sancılı ama emperyalist politikacılar tarafından çok başarılı bulunan İngiltere de şimdiden Avrupa’nın “hasta adamları” kategorisine katıldı. İngiltere’den gelen en son haberler, bu ülkenin ’99’da krizin pençesine düşme olasılığının arttığı, çünkü ekonomik göstergelerin ’99’da durgunluğa işaret ettiği biçiminde… Kısaca bir yıl içinde, krizin dalgaları giderek büyüyen ve etkisi derinleşen bir trend izlemekte olup, daha şimdiden dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına almıştır. Gerçi Kara Avrupa’sı ve Kuzey Amerika gibi kapitalist dünyanın asıl merkezleri henüz krizin darbelerinden uzak görünüyorlar. Ama Japonya ve Çin gibi büyük ekonomileri içine çekecek bir krizin Avrupa ve Amerika’yı vurmaması beklenemez.

KRİZ VE “ŞANS”!
Daha önce de belirttiğimiz gibi bundan daha bir yıl öncesine kadar, kapitalizmin artık genel bir krize sürüklenmeyeceğini iddia eden emperyalist sistemin propagandacı ve ekonomistleri; gelinen noktada krizin “global bir kriz” olduğunun inkar edilemediği koşullarda; krizin bir “şans” olabileceğini öne sürüp, bu durumdan yararlanmayı öneriyorlar. Özellikle de henüz krizin girdabına girmemiş olan emperyalist merkezler; krizin daha çok etkilediği ülkeleri “parçalayıp yutmak” (burada “parçalamak”, “yutmak” tanımlamaları, klasik anlamlarıyla değil; ekonomik olarak kendi pozisyonunu daha da güçlendirme, karşısındakini ezebildiği kadar ezmek anlamında kullanılmıştır.) için olağanüstü bir iştah gösteriyor. Örneğin ABD, Uzakdoğu’da zaten zorda ve geniş ölçekli bir krizle her an yüz yüze gelebilir pozisyondaki Japonya’yı Asya kaplanlarına, Çin’e “yeterince yardım etmemekle” suçluyor. Yine ABD ve Batılı ülkeler Rusya’ya ancak “IMF direktiflerine uyarsa yardıma devam edileceği” “garantisi” veriyorlar. Aksi halde, “herkes başının çaresine baksın” deniliyor.
“Kriz-şans” ilişkisi Türkiye’de daha açıktan ve daha da kaba bir şekilde kullanıldı. “Asya kaplanları”nın krizini Türkiye’nin yöneticileri kendi ekonomik düzenleri için bir “şans” olarak değerlendirdiler ve oradan kaçan spekülatif paranın İMKB’ye geleceğini, böylece ülkenin bugüne kadar elde edemediği ölçüde bir dolar bolluğuna uğrayacağını iddia ettiler. Türkiye’nin dış ticaretinde Almanya’dan sonra en önemli yere sahip Rusya’nın krizin pençesine düşmesi üzerine; hükümet yetkilileri, büyük sermayenin önde gelenleri, hatta Rusya’ya yatırım yapan ve Rus hükümetinden alacaklı olan firma sorumluları da dâhil patronların sözcüleri; Rusya krizinin Türkiye’yi pek de etkilemeyeceğini hatta bu krizin bir şans olduğunu ileri sürdüler. Fakat çok geçmeden kazın ayağının hiç de öyle olmadığı görülünce de bir başka illüzyon edebiyatı başlatıldı: Başlarına gökten taş düşse krize bağlamak! Borsada spekülasyon mu yapılıyor; “Global kriz var. Eh, bizim de etkilenmemiz doğaldır”, “Her yerde olduğu gibi bizde de üretimin düşmesinin nedeni global krizdir”, “Seçime gitmeyelim; aksi halde kriz derinleşir; ekonomimiz çöker”… Yetmedi; Vergi Yasası’yla repo, stopaj gibi kimi kazanç kalemlerinden vergi alınacağının ortaya çıkmasıyla beraber; banka faizleri birkaç günde yüzde 50’ler dolayında yükselirken borsa; krizin girdabındaki Rusya borsasından daha sert düşüşler yaşadı. Bunun üzerine de banka sisteminin ve borsa aracı kurumlarının iflasın eşiğine geleceği, geldiği yaygarasına başlandı. (Türkiye’nin, henüz krizin ortasında değil, kıyısında duran bir ülke olmasına rağmen son iki ay içinde dünyada en çok düşen, en çok kaybettiren borsa İMKB’dir.) Ve hükümet önce bankalara 900 trilyona varan bir vergi muafiyeti getirerek banka kazançlarından alacağı vergiyi kaldırdı. Arkasında da borsayı “kurtarma”ya, “aracı kurumlara” yardıma karar vererek borsa endeksinin yeniden 2000 puanın üstüne çıkmasına yardımcı oldu.
Kısacası; banka ve borsada etkin durumdaki para babaları, üstlerine düşebilecek her tür vergiden muaf hale gelirken krizi gerçekten de bir şans olarak kullandılar. Çünkü bunların iddiası; banka sisteminin ve borsanın bünyesinin dünya krizi dolayısıyla çok hassaslaştığı, bu yüzden de bu alandaki rant gelirleri vergilendirilirse; paranın banka ve borsadan kaçıp dövize gideceği; dolayısıyla sistemin ayakta kalması için banka ve borsanın desteklenmesi gerektiği, şeklindeydi. Yoksa bankalar ve borsa, vergilerini seve seve ödeyecek kurumlardı; ah bir de şu kriz olmasa!
Açıktır ki; bankalar ve borsanın arkasından da diğer kurumların; örneğin Rusya’da yatırım yapanların zararlarının hükümet tarafından karşılanması, ihracatçıya vergi iadesi ya da ucuz kredi isteği, ithalatçılara vergi indirimi, büyük patronlara kriz karşısında özel teşvikler verilmesi gibi taleplerle sıraya girmesi de doğal olacaktır. Daha şimdiden hükümet zora giren sektörlere yardım edileceğini açıklayarak, “kriz mağdurlarını” rahatlatmıştır

SİSTEMİN KRİZİNİN KAYNAĞI
1990’lann başında, kapitalist sistem, yeni “altın çağı”nı ilan ederken, dünyada yaratılan refahtan herkesin yararlandığını, evrensel bir barış ve adaleti” egemen olduğu bir dünya düzeninin kurulacağını ilan etmişti. Newsweek dergisi krizi incelediği sayısında bu vaadi kendi jargonlarını da kullanarak şöyle tarif ediyor: “Küreselleşme mekanizması devreye girdiği zaman çokuluslu şirketler ve yatırımcılar yoksul bölgelere teknoloji getirecek sermaye akıtacaklardı. Böylece orta sınıf tüketiciye hitap eden bir pazar oluşacak, bunlar Toyota marka araba kullanacak, CNN izleyecek, McDonalds’larda, BigMac’lerde yiyeceklerdi. Dünya ticareti ve yatırımlar böylece pıtrak gibi arttı. Ancak beklenen sonucu vermedi.” Çünkü dünya, vaat edilenin tam tersine bir yöneliş içindeydi ve yukarı sınıflarla aşağı sınıflar, işçi sınıfı ile burjuvazi, yoksul ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki fark tarihte görülmedik ölçüde arttı. Söz konusu gerçekler IMF. WHTO, OECD, BM gibi Yeni Dünya Düzeninin, küreselleşmenin savunucuları tarafından da kabul ediliyor. Bu kuruluşlar tarafından yapılan her istatistik; dünyadaki zenginler ve yoksullar arasındaki büyük parçalanmışlığı gözlerden saklayamıyor. Biz burada; 11 Eylül tarihli Cumhuriyet’te yayınlanan Dr. Şevket Sayılgan’ın yazısından bir bölüm aktararak Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl bir aşamaya geldiğini göstereceğiz: “500 büyük şirket, dünya parasal gücünün yüzde 42’sini elinde tutuyor. Dünyamızın en güçlü 100 ekonomisini büyük şirketler ve ülkeler yarı yarıya paylaşıyor. En büyük 10 şirket, 100 küçük ülkeden daha çok ciroya sahip. Shell ve Exxon petrol şirketlerinin dünya cirosunu geçebilen ülke sayısı 27’dir. Shell’in elindeki 400 bin kilometrekarelik arazi 144 ülkenin yüzölçümünden büyüktür. İngiltere’de bir yıl içinde harcanan tüm paranın yarısını 250 şirket paylaşıyor. General Motors’un yıllık satış kazancı 133 milyar dolar; Tanzanya, Etiyopya, Nepal, Bangladeş, Zaire, Uganda, Nijerya, Kenya ve Pakistan’ın toplam GSMH’sinden fazla. Yani General Motors tek başına, söz konusu ülkelerde yaşayan 500 milyon insandan çok daha fazla para kazanmaktadır.
Dünya’nın en önemli 12 sanayi kolunun -otomotiv, uzay, havacılık, elektronik, çelik, petrol, bilgisayar ve medya dâhil- yüzde 40’ını sadece 5 firma paylaşmaktadır. Dünya gıda ticaretinin hemen hemen tümünü 10 firma elinde bulundurmaktadır.”
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı rapor da dünyadaki gidişat konusunda çarpıcı rakamlar sunuyor:
“Dünyanın en zengin 3 kişisinin servetleri, en yoksul 48 ülkenin milli hasıla geliri toplamını aşıyor. 1960’da zengin ülkelerde yaşayanlar yoksul ülkelerdekinden 30 kat daha fazla kazanıyordu. 1995’te bu fark 82 katına çıktı. Amerikalıların yüzde 19’u, İngilizlerin yüzde 18,5’i, İrlandalı, Japon ve Kanadalıların yüzde 11’i Fransızların yüzde 7,5’i, Finlandiyalı ve Almanların yüzde 6’sı yoksulluk sınırının altında. 1,3 milyar insan içecek temiz su bulamıyor. Bir milyar ise başını sokacak eve sahip değil 841 milyon insan beslenemiyor. 55 milyonu gelişmiş ülkelerde olmak üzere dünyada 2 milyar insan kansızlık çekiyor. Kalkınmakta olan ülkelerde 2 milyar 64 milyon insan temel sağlık hizmetlerinden yoksun yaşıyor. Herkese temel eğitim vermek için yılda 6 milyar dolara, temel gıda için 13 milyar dolara ihtiyaç var. Oysa Avrupa’da parfümlere 12 milyar dolar, Avrupa ve ABD’de kedi ve köpek maması için 17 milyar dolar harcanıyor. Dünya uyuşturucu maddelere 400 milyar, askeri malzemelere 780 milyar dolar sarf ediyor.”
İşte yaşanan krizler, sergilenen bu tablo üzerinden cereyan ettikleri için özellikle anlamlıdır. Bu yüzden de krizin daha çok finans sektöründe mi yıkıntıya yol açtığı ya da üretim alanında bir aşırı üretim sonucu mu olduğu çok önemli değildir. Gerçekte de finans sektöründe görülen her kriz kaçınılmaz olarak, aynı şiddette olmasa da üretim alanında kendisini duyuracaktır. Ya da tersi; üretimde meydana gelen bir aşırı üretim kaçınılamaz olarak borsalara, bankalara yansıyacaktır. Ekonominin bir bütün olması; tekelci sermayenin banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe geçerek “finans sermaye” biçimine bürünmesinin kaçınılmaz sonucudur bu. Tabii ki, finans sektörünün spekülasyona açıklığı, bu alanda suni krizlerin yaratılabilmesi gibi olguları bir yana bırakarak bunları söylüyoruz. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları; güçlünün güçsüzü yutması üstüne kuruludur ve her kriz, eğer emekçi sınıflar tarafından bir müdahale olmazsa, güçlünün güçsüzü yutmasının bir vesilesidir. Bu yüzden de yaşanan krizin sonucu, sınıflar ve ülkeler arasındaki uçurumların daha da büyümesi; patlamalar ve savaşlar için koşulların daha da olgunlaşmasıdır. Bu gidişatı emekçi sınıflar lehine bozmanın tek yolu ise; krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçiler tarafından reddedilmesidir. Bu da, anti-emperyalist mücadeleden, işçi sınıfı ve emekçilerin hak ve demokrasi mücadelesine daha büyük bir güçle katılmasından geçmektedir. Emperyalist sulta altındaki ülkeler emperyalistlerin dünya hegemonyasının dayanağı olmaktan çıktıkları, işçi sınıfı ve emekçiler tekellerin, kapitalizmin baskı ve sömürüsüne karşı hak mücadelesine atıldıkları, sömürüyü ortadan kaldıracak bir hedefe yöneldikleri ölçüde; krizler, tekellerin dünyasının çöküşünü hızlandıracak bir rol oynarlar. Aksi halde krizler büyük tekellerin ve emperyalist merkezlerin dünya egemenliğini daha da pekiştirici bir tarzda değerlendirilirler. Burada dikkate alınması gereken noktalardan birisi de; krizlerin kendi başına kapitalist sistemin bitişini sağlayamayacağı gerçeğidir. İşçi sınıfı ve halklar, krizin kaynağına yani sisteme karşı bir savaş açmamışlar, ya da giriştikleri bu savaşta ileri adımlar attıracak taktikler izleyemiyorlarsa; belirtildiği gibi, ne kadar derin etkilerde bulunursa bulunsun yaşanan kriz sistemin kendisini yenilemesiyle sonuçlanır. Dahası her krizin mantıki sonuçlarının son sınırına kadar ilerlemesi, her ülkeyi aynı düzeyde etkilemesi de söz konusu değildir. Krizin etkileri ülkelere göre farklı düzeylerde etkide bulunacağı gibi zaman itibariyle de bir ülkeyi bu yıl bir diğerini ise birkaç yıl sonra etkisine alabilir. Nitekim bugünkü dünya krizi de her ülkeyi aynı düzeyde etkilememektedir.
Yine bazı ülkeler, etkisini çok derinden hissetmeden bu krizi atlatabilirler. Örneğin Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerin mevcut krizden zincirin diğer halkalarından daha az etkilendiği biliniyor ve gerekli önlemler alınırsa, kriz bu ve bu türden ülkelerde yıkıcı sonuçlara yol açmadan geçiştirilebilir de. Bu yüzden de emperyalizme, kapitalizme, globalizme karşı mücadele eden güçlerin, umutlarını sadece nesnel bakımdan krizin “yıkıcılığına” bağlamaları elbette yanlış ve sonuç alınmaz bir hesap olacaktır. Tam tersine kriz; deyim yerindeyse iki yanı keskin bir kılıçtır ve sisteme karşı mücadele eden sınıflar için bir fırsat olabileceği gibi, eğer bu olanaktan yararlanılamazsa, bu sınıflar için yıkıma yol açan sonuçlar doğurabilir.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki; işçi sınıfı ve emekçiler için krizin ne kadar derinleşeceğinden çok: kriz yükünün emekçilere, geri ülkelere yıkılması için girişilen saldırıyı anlamak ve bu yükü reddetmek için mücadeleye atılmak önemlidir. Bugün bu mücadele, emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinden, özelleştirmeye karşı mücadele ve tekellerin dünya hegemonyasının engellenmesi mücadelesine kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Elbette ki krizin her yeni dalgası, krizdeki her derinleşme, emperyalist dünya ilişkilerinin gerçek niteliğinin daha açık sergilenmesi, sistemin mekanizmasının daha kolay öğrenilmesi bakımından son derece önemli ve eğiticidir. Ama kriz yükünü reddetmek için atılacak adımlar da en az bu öğreticilik kadar önemlidir. Bu açıdan, kapitalist sistemin bugünkü dünya krizi; mücadelenin zenginleştirilmesi açısından sayısız fırsatlar sunmaktadır. Yaşanan kriz sadece burjuvazi, büyük tekelci gruplar ve emperyalist ülkeler için değil; işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen ülke halkları için de sayısız olanaklar sunmaktadır. Emekçi sınıflar kendi tarihsel görevlerine uygun şekilde üstlerine düşeni yaptıkları ölçüde krizler, emperyalist kapitalist sistemin unsurları için bir fırsat olmaktan çıkıp felaket haline gelecektir.

Ekim 1998

“3. yol”: sosyal demokrasinin yeni versiyonu

“Sol, yeniden iktidar”; “Bizim sosyal demokratlar, Blair’i örnek alırlarsa iktidara gelirler”; “İspanya ve İrlanda dışında tüm Avrupa’da iktidar sola geçti”… Bu türden saptamalar sosyal demokratların ya da “sosyalistlerin”, son yıllarda Avrupa ülkelerinde birer birer iktidara gelmelerinin arkasından sıkça öne sürüldü.
Fransa, İngiltere, Almanya gibi Avrupa’nın büyük ülkelerinde sosyal demokratların, “sosyalistlerin” iktidara gelmesi; “Solun serbest piyasacı bir temelde programını yenilemesi gerektiği” tezini savunanları daha da cesaretlendirdi.
1990’ların ikinci yarısından itibaren; bir yandan artık tarihsel misyonunu dolduran sosyal demokrasiyi yeni bir adla sunmak, öte yandan liberal politikaların, Hıristiyan ve muhafazakâr partilerin programlarının dünyayı emekçiler için cehennem yapmaya kararlı olduğunu fark eden kitlelere yeni bir “umut” üretmek için “3. Yol” kavramı ortaya atıldı.
Eskiden “3. Yol” kavramı; kapitalizm ve sosyalizm dışında gösterilmek istenen akımları tanımlamak için kullanılırdı. Örneğin 1960’larda Kruşçevcilerin de desteği ile propaganda edilen “kapitalist olmayan yoldan (aynı zamanda sosyalist de olmayan) kalkınma” bir “3. Yol” olarak propaganda edildi. Yine aynı yıllarda, bu görüşle de bağlantılı olarak gündeme gelen; kapitalist ve “sosyalist” dünya dışında kalan ülkeler bloğu için kullanılan “3. dünya ülkeleri” kavramı bir “3. yol”culuk olarak tarif edildi. Ya da genelde; kapitalist ve sosyalist olarak dünyanın ikiye bölündüğünün kabul gördüğü yıllarda; bu iki ana blok dışındaki her tür politik ve ekonomik görüş ve tutum “3. yol” olarak adlandırıldı. Şimdi ise; artık dünyanın tek bir kapitalist pazar olarak bütünleştiği; globalizmin sadece bir olgu olarak değil ideolojik bir argüman olarak da dayatıldığı 1980’li yılların sonundan itibaren kutsal “3 rakamı”nın yeniden kullanıma sokulduğuna tanık oluyoruz.
İki ana yol dışında, “3. yolculuk”un az çok anlam taşıdığı dönemlerde; (SB ve Doğu Bloğu’nun revizyonist yönetimler altında da olsa var olmaya devam ettiği yıllarda) ister düşünce alanında ister politikada, karşıt olan iki şey arasında, “iki arada bir derede” düşünce ve tutumlara “3. yol”cu deniyordu. Bu yıllarda “3. Yol”culuk, karşıtların mücadelesinin çatlaklarında, o çatlak varlığını koruduğu sürece yaşayan olgular, düşünceler olabilmiştir.
1960’lı yıllarda; gerek “3. kalkınma yolu”, gerekse “3. dünya” olgusu da böyle olmuş; sosyalizmle kapitalizm arasında; sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasında; ikisiyle de özdeşleşmeyen ama ikisinden de bir şeyler alan “ehveni şer” yol olarak görülmüştür.
“3. Yol” için konumuzla daha yakından bağlantılı olan örnek ikinci Enternasyonale bağlı “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerdir.
Bütün bir 20. yüzyıl boyunca sosyal demokrasi; “üçüncü bir yol”, “üçüncü bir seçenek” olmuş; daha doğrusu böyle bir seçenek olmayı amaçlamıştır. Sosyal demokrasi, kapitalizmin bireyci, insana insan olarak değer vermeyen kurallarından, sömürüden bıkan ve bu yüzden geleneksel burjuva partilerine yüz çeviren ama aynı zamanda sosyalizmdeki eşitlikçilik ve kolektivizmin çarpıtılarak propaganda edilmesi nedeniyle de gerçek bir sosyalizme henüz eğilim duymayan emekçiler için bir sığınak görevi görmeyi amaçlamış; daha doğrusu burjuva partilerinden kopan ama henüz sınıf bilincine varamadığı için de kendi partisine doğrudan yönelmemiş işçi sınıfının ana gövdesinin önünde bir barikat olmuştur. Ve sosyal demokrasi, bu iki arada bir derede tutumuyla da, edilgen bir teori ve siyasal hat olarak biçimlenmiş ve işlevini yerine getirmiştir. Bu teori ve siyasetin önde gelenleri de sosyal demokrasinin zaten böyle olmasını istemişlerdir.
Doğrusunu söylemek gerekirse sosyal demokrasi ve sosyal demokratlar; kendilerine biçilen ve kendilerinin de büyük bir hevesle kabul ettikleri rolü başarıyla oynamışlardır. Sonuçta, kapitalizm karşısında sosyalizmin somut bir tehdit olarak varlığını sürdürdüğü yıllarda; kapitalist ülkelerdeki sosyal demokrasi kapitalizm bakımından bir “ihtiyaca” yanıt vermiştir. Ancak; sosyalizmin revize edilmiş haliyle bile varlığını sürdürdüğü bir ülkenin kalmadığı koşullarda; sosyal demokrasi her cereyana açık, ortada kalmış bir politik odağa dönüşmüştür.
Sosyalizm “kalmadığına” göre; kapitalizmle sosyalizm arasında bir orta yol da (3. yol da denebilir) yoktu! Böyle olunca; kendisinin tanımsal dayanaklarından birini yitiren sosyal demokrasi ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Ortada kalan sosyal demokrat partiler, 1990’ların başında hızlı bir “değişime” yöneldiler. Liberal ve Hıristiyan demokrat partilerin “saf kapitalist” programlarını büyük ölçüde benimsediler, onlarla aralarındaki “sosyal” sözcüğünde ifade edilen farklılıkların neredeyse tamamından kurtuldular. Özelleştirmeden esnek çalışmaya, sendikasızlaştırmadan sosyal hakların ortadan kaldırılmasına kadar bütün programatik ayrılıkları yok eden sosyal demokratlar, uluslararası burjuvazinin, tekellerin programının sorunsuz uygulayıcısı durumuna geldiler.
Ne var ki; sosyal demokratların “Artık liberaller, muhafazakârlar ve Hıristiyan demokrat partilerle aramızdaki ‘sosyal’ kavramından gelen aynılıkları kaldırmalıyız” demeye yöneldiği bir dönemde yeni bir rüzgâr da kendisini hissettirmeye başladı. Bu, işçi sınıfından, emekçilerden doğru esen bir rüzgârdı.
Emperyalist kapitalist sistemin tepesinde alman dünyanın tekellerin global dünyası olması kararının uygulamaya sokulması; ulusal duvarları ve emeğin haklarını sınırlamak isteyen tekellerin dünyasına karşı; uluslararası burjuvazinin global dünya programına karşı işçi sınıfı başta olmak üzere emekçiler tepki göstermeye başladılar. Avrupa’da Fransa merkezli ama gelişmiş ülkeleri (Almanya, İsviçre, İngiltere gibi) de kapsayan yaygın ve sarsıcı işçi eylemleri ortaya çıktı. İşçi sınıfı; grevler, direnişler, gösterilerle uluslararası tekellerin isteklerine kolayca boyun eğmeyeceğini; tekellerin dikensiz gül bahçesinde olmadığını gösterdi.
Kapitalizmin ideologları ve propagandacılarının pek de beklemedikleri bir dönemde ortaya çıkan işçi sınıfı hareketi, sosyal demokrasiyi de terk edip tümüyle liberalizme ilticaya yönelen sosyal demokrat partilerin yönelişinde bir ikircime yol açtı. Ve sosyal demokrat partiler kendilerini yeniden tarif etmeye koyuldular. Ama bu sefer sosyal demokratlar, sosyalizmle kapitalizm arasında değil; eski sosyal demokrasiyle liberal-Hıristiyan demokratların emekçilere hiçbir sosyal hak tanımayan programı arasında bir yere mevzilendiler. Ve belki de sosyal demokrasinin tarihsel köklerinden gelen ağırlıktan, bir sınıf partisi, Marksist suçlamasından da kurtulmak için olacak, kendilerine “3. Yolcu” dediler.
“Sosyal demokrasi”yi bağımsız bir yol olarak gören ve sosyal demokrasiyle serbest piyasa ekonomisi arasında bir karşıtlık bulunduğunu kabul ederek “3. Yol”u keşfedenler; henüz kendi aralarında da çok netleşmiş değiller. Ancak; uygulamalarına ve sosyal demokrasiye yönelttikleri “tutuculuk” eleştirilerine bakarak şunlar söylenebilir:
“3. Yol”cular; globalizme (küreselleşme) en az serbest piyasa ekonomicileri kadar inanmaktadırlar. Ama sürecin kendiliğindenliğe bırakılmasına karşıdırlar. Bu yüzden de ortaya çıkan problemlerin çözümünde daha aktif olunmasını istemekte, zaman zaman ya da o ülkede değilse de bu ülkede himayeciliği kabul etmektedirler.
—3. Yol”cular; serbest piyasa ekonomisiyle çatışmayacak bir piyasa denetiminden yanadırlar.
—3. Yol”cular; özelleştirmeden yanadırlar. Hatta kendileri daha iyi özelleştirmecidir. Ama sosyal sonuçları bakımından özelleştirmenin sosyal patlamalara yol açabilecek unsurlarının giderilerek uygulanmasından yanadırlar.
—3. Yol”cular; sosyal güvenlik sisteminde, serbest piyasacıların eleştirilerini haklı bulmaktadırlar; sosyal güvenlik reformuna taraftardırlar. Ama devletin bu alanı bütünüyle özel sektöre devretmeyi doğru bulmamaktadırlar.
—3. Yol”cular; çevrenin korunmasından yanadırlar ama bu tutumları kendi ülkelerinde farklı başka ülkelerde farklıdır. Örneğin; kendi ülkelerinde çevreyi kirleten yatırımlara karşı çıkarlar ama bu yatırımların başka ülkelere yapılmasına karşı değillerdir. Ya da tersine, büyük patronların çıkarına uygun geliyorsa, çevre önemsizdir.

“ÜÇÜNCÜ” BİR YOL MÜMKÜN MÜ?
20. Yüzyıl tarihine şöyle bir bakmak bile sosyalizmle kapitalizm arasında bir akım olarak kendisini tarif eden sosyal demokrasinin yaşamasının ve politik bir seçenek olarak ortaya çıkmasının tek şansının sosyalizm ile kapitalizm arasındaki karşıtlık; bu karşıtlıktan doğan mücadelenin çok sert bir biçimde cereyan etmesine bağlı olduğunu görmeye yeter. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmden geri dönüş, 1950’lerin sonundan itibaren SB’nin bir kapitalist ülkeye evrilme sürecinin başlamasından sonra bile “Doğu Bloğu” ile “Batı Bloğu” arasındaki çatışmanın sert bir biçimde sürmesi; daha da önemlisi “Doğu Bloğu”nun hatta bu blok dışındaki Çin, Vietnam gibi ülkelerin de, ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerce “sosyalist kamp” olarak görülmeye devam etmesi; Batı Avrupa ve “3. dünya ülkelerindeki sosyal demokrat partiler için “şans” olmuştur.”
Kapitalist yol ile sosyalist yol arasında “üçüncü bir yol” olarak görülebilecek olan sosyal demokrasi; kapitalist ülkelerde, kapitalist düzen partilerinden, onların politikalarından kopan işçilerin, emekçilerin kontrol altına alındığı yeni bir anti-sosyalist, anti-komünist mevzi olarak örgütlenmiştir.
Uluslararası burjuvazi ve ideologları, 1980’lerin sonunda yeni dünya düzenini ilan ettikleri ve sosyalizmi tümüyle ve ebediyen tarih sahnesinden sildiklerini iddia ettikleri dönemde sosyal demokrasi bir yana itilmiş; liberal partiler ise sistemin tek partisi olarak ilan edilmişti. Bu propagandanın baskısı, sosyal demokrat ve “sosyalist” İkinci Enternasyonal partileri içinde de paniğe yol açmış; eski sosyal demokrat program hızla terk edilerek; liberal partilerin programlan neredeyse olduğu gibi kabul edilme yoluna girilmişti.
Ancak aradan çok zaman geçmeden açıkça görülebildi ki, ne kapitalizm sorunlarını aşıp sorunsuz (krizsiz, savaşsız, aralarında uzlaşmaz çelişkiler olan karşıt sınıfların yok olduğu bir dünya gibi) bir dünya olmuştur, ne engelsiz bir globalizme varılmıştır, ne de sosyalizm ebediyen mezara gömülmüştür.
Öncelikle, yeni dünya düzeninin, globalleşen dünyanın sınıf ayırımlarını geçmişte görülmedik bir biçimde derinleştirdiği ve çatışmaların şiddetlenmesinin temelini hazırladığı çok geçmeden görüldü. Böyle bir dünyada ne barıştan, ne de çoğunluğun etrafında birleştirilebileceği bir programdan söz edilebilir. Tam tersine; tekellerin de, birisi yıprandığında ötekini öne sürebilecekleri partilere ve programlara ihtiyaçları vardı.
Yeni dünya düzencilerinin, globalistlerin vaat ettiklerinin gerçekleşmeyeceğinin ortaya çıkmasıyla; sadece yeni dünya düzenine, globalleşmeye karşı çıkanlar arasında değil, bizzat dünya gericiliğinin saflarında da yeni arayışlar başladı. 1994 krizi; tekeller çağında dizginsiz bir serbest rekabetin, kontrolsüz piyasanın büyük kaoslara yol açacağının görülmesi sonucunda serbest piyasacıların kendi saflarında “bu iş böyle gitmez; gitmesi için zorlanırsa da büyük sosyal patlamalarla sistem çöker” fikri taraftar bulmaya başladı. Örneğin dünyanın bir numaralı spekülatörü, ama aynı zamanda hatırı sayılır bir ekonomist sayılan George Soros; “Eğer müdahale edilmezse sistemin çökeceğini” her yerde yüksek sesle ifade edenlerdendir. Yine sistemin “önemli” teorisyenlerinden Paul Krugman, Jagdish Bhagvati gibiler, özellikle ekonominin krize girdiği bölgelerde, yeniden “korumacı” önlemleri savunmakta; örneğin Krugman, Malezya’da hükümetin aldığı “aşırı korumacı” önlemleri “haklı bulduğu”nu açıklamakta bir sakınca görmemektedir. Elbette sadece kişiler arasında değil de dünyanın kurumları arasında da bir yandan yeni görev bölüşümleri olduğu kadar bir yandan da bazı kurumların itibar yitimi gündeme gelmektedir. Örneğin bundan 3–5 yıl öncesine kadar her uygulaması tartışmasız kabul gören IMF’nin artık rolünü oynayamadığı, IMF’nin öğütlerine uyulursa dünya ekonomisinin çökeceği, IMF’nin dünya ekonomisinin direksiyonundan çekilmesi gerektiği sesleri giderek daha sık ve daha yüksek çıkmaktadır. Son dünya krizi, ’94 krizi sonrası ortaya çıkan bu eğilimleri daha da güçlendirmiş; artık, pek çok eski “serbest piyasacı” çevre; “Sakın Marx haklı olmasın” sorusunun korkutucu gölgesi altında tartışmak zorunda kalmaktadır.
İşte “3. Yol” “kuramı” ve politikaları böyle bir aşamada ortaya çıktı, sosyal demokratların en uyanıklarının etrafında toplandığı bir seçenek oldu.
“3. Yol kuramı” ister eski sosyal demokratların iddia ettiği gibi kendilerinin geliştirdiği bir kuram olsun, ister liberal ekonomi çevrelerinin iddia ettiği gibi “3. Yol”un kendi uzantıları olduğu kabul edilsin; “3. Yol”un “bağımsız” bir kuram ve siyasetler bütün olamayacağı ortadadır. Çünkü her şeyden önce “3. Yol”un tarif ettiği alan son derece dar; sosyal demokrasiyle liberal politikaların “farkı” arasındaki dar alandır. Kısacası şu söylenebilir: Sosyal demokrasi, bir üçüncü yol iddiasına karşın aslında bir 1. yol, kapitalist yoldu. “3. Yol” ise; sosyal demokrasi kadar bile kendine has özellikler taşımayan bir “kapitalist yol”dur. Bugün, bir seçenek gibi sunulmasının nedeni ise; bir özgünlük taşımasından çok uluslararası tekellerin has partilerinin yıpranması karşısında onların yerine geçecek bir seçeneğe acilen ihtiyaç duyulmasıdır. Bir diğer neden ise; “3. Yol” hakkında henüz çok az şeyin emekçiler tarafından biliniyor olmasıdır. Yoksa dünya ve dünya işçi sınıfı yeni bir teori ve politikalar bütünü ile karşı karşıya değildir.

“3.Y0L”UN LİDERLERİ GLOBALİZMİN DE LİDERLERİDİR YA DA “3. YOL” ASLINDA “1. YOL”DUR
Sosyal demokrat partiler, kimi kuruluşlarından itibaren kimi sosyalizmden ayrılıp burjuvalaşarak kapitalistlerin has partilerinin yedeği rolünü benimsediler; sisteme “koltuk değnekliği” yaptılar.
“3. Yol”cuların ise; kökleri sosyal demokraside olmasına karşın pozisyonları çok farklı. Çünkü şu anda globalizmin simgesi durumundaki üç ülkede, ABD, İngiltere ve Almanya’da bir kuşak öncenin sosyal demokratları, sosyalistleri ve “demokratları” var. Aynı zamanda bu üç ülkenin liderleri, “3. Yol”un da liderleri durumunda. Dolayısıyla bu üç lider dünya kapitalizminin, globalizmin sorunlarının muhatabı durumunda. Ve kapitalizmi içinde bulunduğu kaostan çıkarmak için; ABD Başkanı Bili Clinton, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Schröder “yeni düzen” arayışının başında bulunuyorlar. Bu liderlerin “Yeni düzen” dedikleri şeyin de “3. Yol”un düzeni olacağı belirtiliyor.
İngiltere Başbakanı ve “3. Yol”culuğun dünya çapındaki teorisyeni ve pratikçisi olarak tanınan Tony Blair, serbest piyasacılığın en acımasız uygulayıcılarından birisi olan Margaret Thatcher’in zincirinden boşanmış serbest piyasa ekonomisine tepkinin üstünden iktidara geldi.
ABD Başkanı Bili Clinton, tıpkı Blair gibi, serbest piyasacılığın en Ortodoks’ça uygulandığı dönemi temsil eden Reagan-Bush yönetimlerine tepki üstünden ABD başkanı oldu.
Almanya Başbakanı Schröder ve partisi ise; Hıristiyan Demokratların 14 yıllık serbest piyasacılığına duyulan işçi-emekçi tepkisini arkasına alarak iktidara geldi.
Kısacası bugün dünya kapitalizminin en önemli üç ülkesinde; geçmişleri sosyal demokrasiye bağlanan bugün de “3. yol” diyebileceğimiz politik hatta yer alan liderler ve partiler var. Ama bu ülkelerde 3–5 yıl öncesinin uygulamalarıyla bugün arasında bir farkın olduğu söylenebilir mi?
Bu durum elbette “3. Yol” diyerek kapitalizmin has partilerinden farklı partilermiş ya da farklı politik hatlarmış gibi yutturulmaya çalışılan “3. Yol”un teoride ve pratikte bir kapitalist yol olduğu; “birinci yol”cu denebilecek lider ve partilerle (ABD’de Cumhuriyetçilerle, İngiltere’de muhafazakârlar, Almanya’da Hıristiyan Demokratlar) ciddi hiçbir farklarının bulunmadığını göstermektedir.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında aslında “3. Yol” denilen siyasi odakların birer kapitalist yol odağı, kapitalist sisteme hizmette “birinci yol”u aratmayacaklarını; yerine göre koltuk değneği, yerine göre “aslının aynısı” olma özelliğini taşıyan bir esnekliğe sahip partiler olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir söyleyişle; “3. Yol”, kapitalizmden, serbest piyasacı sistemden kopan yığınları yeniden sisteme bağlamak üzere kurulmuş bir barikattır.

TÜRKİYE’DE 3. YOL’UN ŞANSI VAR MI?
Bugün kendisini sosyal demokrat ya da “demokratik sol” diye tanımlayan partiler; sosyal demokratlığı Avrupalı “kardeşlerinden 60 yıl sonra fark ettikleri gibi, yine Avrupa’daki kardeşlerinin sosyal demokrasiyi de terk edip kendilerine “3. Yol”cu demeye başladığının henüz farkında değiller. Ama basındaki, “aydın” çevrelerdeki sosyal demokratlar ile “3. Yol”cu bir fraksiyonun burjuva siyasetine yeniden can ve renk getireceğini uman serbest piyasacı propagandacılar tarafından DSP, Özellikle de CHP “3. Yol”a teşvik edilmektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi; “3. Yol” ve “3. Yolcu”luk henüz sınırları çizilmiş bir politik yoğunluk değildir. Ama gerek dünyadaki uygulamalar gerekse en gelişmiş ülkelerde kendilerini “3. Yol” olarak tarif edenlerin siyasal tutumlarına bakıldığında Türkiye’de CHP’den ÖDP’ye kadar uzanan bir “3. Yolcular yelpazesi” çıkacağı görülür. Muhtemelen de ÖDP; “3. Yol”un teorisi ve pratiği için en uygun iklime sahip parti görünümündedir.
Partilerin yapısal özellikleri ve niyetleri ne olursa olsun; Türkiye gibi işçi sınıfı ile burjuvazi, halk ile egemen sınıflar arasındaki çelişmenin hızla keskinleştiği bir ülkede sonuçta bir “uzlaşmaya” dayanan “3. Yol” gibi politik odakların seçenek olması pek olanaklı değildir. Çünkü büyük patronlar ve ülkeyi tam bir dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen IMF önderliğindeki uluslararası tekeller; çıplak bir liberalizm dayatmasını tavizsiz bir biçimde sürdürmektedirler. Kendilerine sosyal demokrat diyen partiler de, ancak sistemin en has partileriyle ittifak yaparak iktidara gelme şansı (CHP, DYP ile; DSP, ANAP’la ortak iktidar olabildi) yakalayabilmektedir. Bu durumda da bu sosyal demokrat partilerin değil liberal, muhafazakâr ya da “merkez sağcı” partilerin programları çerçevesinde hükümetler kuruldu.
1999 ve sonrası için durumun çok daha kritik olacağını söylemek bir kehanet değildir. Bu durumda bu partilerin ancak bir halk başkaldırısını bastırmanın, kontrol altına almanın aletleri olabileceği ortadadır. Çünkü büyük patronlar, uluslararası tekellerin en önemli amacı krizin yükünü emekçilerin, halkın üstüne yıkmak olacaktır. Hükümet de başlıca bu amacı gerçekleştirmek için işbaşına gelecektir.
Krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkma, eğer “onları ikna etme” temelinde gerçekleşirse burada sosyal demokrat “3. Yolcular”ın bir işlevi olacaktır. Ama şiddet başlıca araç olursa, bu partilerin esamisinin okunması beklenemez.
Önümüzdeki dönem açısından “3. Yol” konusu daha çok da bir seçim dönemi olması bakımından önem taşımaktadır. Bu yüzden de henüz Türkiye’nin politik arenasında, politik odaklar olarak “3. Yol”un adı konmasa da gelişmeler bunun da olacağını göstermektedir. Çünkü seçim süreci, partilerin kendilerini yeniden tarif etmesi bakımından önemlidir ve muhtemelen yukarıda sözü edilen partiler Blair’e, Clinton’a, Schröder’e sempatilerini programlarını da onlara yaklaştırarak belli edeceklerdir. Bu yüzden de “3. Yol”a karşı, “kapitalist yolun bu yeni versiyonuna karşı mücadeleye şimdiden hazırlanmakta yarar vardır.

Aralık 1998

Sistemi yenileme operasyonunun dayanağı olarak “Öcalan davası”

Resmi açıklama, Abdullah Öcalan’ın, İmralı adasında, bir cam kafes içinde, DGM tarafından yargılandığı biçimindeydi. Ama aslında mahkeme, aynı zamanda Mudanya İskelesi’nde, gün ve geceler boyu TV kanalları aracılığı ile her kahvede, her evde sürdürüldü. Öyle görünüyor ki; mahkeme hukuki bakımdan sonuçlandıktan sonra da devlet ve düzenin propaganda aygıtları, basın ve TV kanalları; ideolojik-politik kapsamlı mahkemelerini sürdürmeye devam edecekler.
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden beri; hukuksal kaygılarını dile getiren çevreler bile ilk günden itibaren bu kaygılarını bir yana bıraktı.
Medya; “yukarı”dan aldığı işarete uygun olarak “Öcalan idam edilmeli”, “Bebek katili idam edilsin” tavrından, “Apo can derdinde”, “Günah çıkardı”, “Kendi davasını savunamadı” tavrına dönmüş bulunuyor. Tekelci medya kuruluşları daha da ileri gidip; “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mahkeme tutumuyla “Öcalan’ın tutumu”nu karşılaştırıp; “Onlar kahramandı; bu korkak” yorumları yaptılar.
Yargılamanın daha başında, Öcalan’ın savunmasının esası da ortaya çıktı. Bu durumu basın ve uyanık kimi siyasi çevreler; “Öcalan’ın mahkemeyi siyasi bir zemine çektiği” biçiminde yorumladılarsa da; aslında mahkemenin de, tabii yargıçların da davayı hukuki bir zeminde değil siyasal zeminde yürütmek istedikleri ortadaydı. Dahası; Öcalan’ın savunmasını duruşmadan önce okuyan mahkeme heyeti; Öcalan’ın savunması ve mahkemede yapacağı açıklamalar üstünden bir duruşma yürütmeyi kendisine esas alan DGM yargıçları, bu arada, “demokratik”, “sanığa görülmemiş derecede söz hakkı tanıyan bir mahkeme” payesini kazanmayı da ihmal etmemişti.
Öcalan’ın yargılanmasının gündeme gelmesinden beri; “Adil bir yargılama”, “DGM’lerin kaldırılması” ya da “Öcalan idam edilmelidir-edilmemelidir” üstünden sürdürülen “Öcalan yargılanması” tartışmalarının, yargılanmanın başlamasıyla birlikte; Öcalan ve PKK şahsında, aslında Kürt sorununun çözümüne ilişkin devletin resmi tezi dışındaki bütün tezlerin yanlış, hayalci, Kürtlere de ihanet olduğu propagandasına dönüştü.
Mahkeme öncesinde; Öcalan’ı “30 bin kişinin katili”, “bebek katili”, “vatan haini”, “bölücü eşkıyanın başı” gibi sıfatlarla tanımlayıp sade vatandaşın gözünde Öcalan’ı “canavar” ilan eden propaganda, duruşmaların başlamasıyla “İşte PKK’nın başı denilen adam. Can korkusuyla kendi davasını bile savunmaktan vazgeçti; bu nasıl lider? ideolojisi olmayan bir haydut” sıfatını da Öcalan’ın sıfatları arasına katarak, bugüne kadar Öcalan ve PKK’nin şahsında Kürt sorununun çözümüne inanmış kesimlerde bir moral çöküntüsüne, bir bozguna yol açmayı amaçlamaktadır. Ve elbette böylece dağda; hâlâ Öcalan’ı lider bilenlerin içinde de kargaşaya ve bozguna yol açılması; bu yolla PKK’nin gücünün parçalanması hesaplanmaktadır.

* * *
Her duruşma ertesinde TV kanallarının birbiriyle yarışırcasına hazırladıkları “programlar”da “bilirkişiler”, “uzmanlar” Öcalan’ı, PKK’nin eylemlerini bir kez daha yargılayıp kendi kafa karışıklıklarına uygun senaryolara inandırıcılık kazandırmak için en açık gerçekleri bile ters yüz etmeyi başarıyorlar. Bu hem programı yönetenler tarafından izleyici kazanmak (rakip kanallardan farklı bir şey veriyor havası yaratılarak), hem de bir sonraki gün “yeni şeyler” söylemek (uydurmak demek daha doğru) zorunda olmaları nedeniyle böyle olmaktadır.
Yazılı hasının, aynı duruşmayı izleyen namlı köşe yazarları, yönetmenleri, müdür düzeyindeki “gazetecileri”; aynı duruşmayı farklı farklı anlatma becerisini göstererek, “gazeteciliğe yeni bir boyut getirirken”, aynı zamanda deneyimli birer sosyal-psikolog edasıyla “kişilik çözümlemeleri” yapmaya da yöneldiler.
Kürt siyasi çevreleri de; sanki bir başka mahkeme izlediler.  Öcalan’ın her günkü söylediklerini tarihsel-mantıksal bir temele oturtma; yeniden “yorumlayarak” anlaşılır ve “kabul edilir” kılma işi bunlara düştü.
Kısacası; yargılanan bir tek kişi, yargılayan bir tek mahkeme vardı. Ama olup biteni farklı farklı gören çoktu. Öcalan, kimine göre, davasını savunmak yerine kellesini kurtarmak isteyen bir korkak-dönek; kimine göre bir özgürlük kahramanı, kendisini halkı için ateşlere atan bir lider, kayalara zincirlenmiş ve ciğerleri her gün bir kartal tarafından parçalanan ölümsüz Prometheus; kimine göre ikiyüzlü, herkesi kandırmak isteyen bir takiyyeci; kimine göre ise eskiden beri savunduğu tezleri savunan bir uzlaşmacı, tipik bir “Şark politikacısı”dır vs. vs. Öcalan’ın tutumu konusundaki değişik değerlendirmeler; mahkemenin konumuyla ilgili olarak da söz konusudur.
Kimine göre mahkeme tümüyle hukuki kaygılarla hareket ederek Avrupalılara örnek olacak demokratik, hukuki bir yargılama örneği vermektedir. Kimine göre ise, “şehit aileleri”nin baskısı altındadır. Kimine göre; yargıçların iyi niyeti Öcalan tarafından istismar edilmekte, bir PKK propagandasının kürsüsü olarak kullanılmaktadır. Kimine göre, Öcalan’ın izlediği strateji mahkemeyi böyle aciz bir duruma getirmiştir vs. vs.
Ancak bütün bu “çok taraflı”, “çok renkli” değerlendirmeler içinde; gerçek adına çok az şey bulunduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü İmralı’daki mahkeme ve duruşmalar konusunda değerlendirme yapan çokbilmiş gazeteci takımı ve Kürt siyasi çevrelerine göre herkesin; Öcalan’ın, avukatlarının, PKK’nin, “şehit ailelerinin”, müdahil avukatlar kılığındaki “avukat” takımının, duruşmayı izleyen gazeteci erbabının, hatta sokaktaki vatandaşın bile bir Öcalan yargılaması “stratejisi” vardı da; devletin mahkemede devleti temsil eden yargıç ve savcıların bir “stratejisi” yoktu! En azından bundan kimse söz etmedi. Kimisi bunu bildiği halde, kimisi de olup bitene at gözlüğü ile baktığı için bu davanın asıl “stratejisinden, devletin “stratejisinden söz etmedi.
Yukarıdaki tabloya bakılınca şunlar da söylenebilir:
İmralı’ya mahkeme kuranların, bu mahkeme etrafında bir kamuoyu oluşturarak, kendi politikalarını hayata geçirenlerin bir “stratejisi” olduğundan; olup bitenin çok önemli bir bölümünün bu stratejiye hizmet edecek bir biçimde oluşan “kontrollü gelişmeler” olduğundan söz edilmiyor. Her şeyi Söyleyip de bunu söylemeyenler; yine bizzat mahkemeyi kurup yönetenler tarafından şaşırtılmakta, dikkatleri başka yönlere çekilmekte ya da oyunu sahneleyenler tarafından rol dağıtımında bunu görmemek üzere yükümlendirilmektedirler.
Kimi “uzman” ve “yorumcular” ile Kürt siyasi çevrelerinden yapılan değerlendirmelere bakarsak; Türkiye Cumhuriyeti devleti Öcalan’ı yakalamış ve sonra da onun amacına uygun olarak bir yargılama düzeni kurarak; Öcalan’ın barış ve insanlık konusundaki fikirlerini dünya kamuoyuna açıklaması için bir kürsü olarak kullanmasına izin vermiş ya da vermek zorunda kalmıştır! Sadece mahkeme heyeti de değil, devlet ve devlet güdümünde olduğundan kimsenin kuşkusu olmayan basın ve TV kanalları; Öcalan’ın fikirlerini, barış çağrılarını dünyaya duyurmayı başlıca görev edinmiştir! Yoksa pek çok kanalın, gün boyu; “yargıç sordu… Öcalan dedi…” ile başlayıp yeniden yeniden ekrana gelen diyalogları, sayısız günlük gazetenin pek çok sayfasını, duruşmada Abdullah Öcalan’ın söylediklerine ayırması başka nasıl açıklanır?

* * *
Gerçekte ise olup bitenlerin anlamı tamamen farklıdır.
Şöyle ki; İmralı’daki mahkemenin başlamasından bir gün önce bile genel kanı, mahkeme sırasında Öcalan’a söz verilmeyeceği, tutuklanalı beri çok ağır ve kötü koşullarda yaşayan Öcalan’a hiçbir savunma olanağının tanınmayacağı biçimindeydi. Mahkemenin başlamasıyla; bütün bu saptamaların boş ve sadece geleneksel DGM yargılamaları ve tutuklamalarına bakılarak çıkarıldığı da ortaya çıktı.
Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi heyeti; bu mahkemeye farklı misyonlar biçenlerin tersine mahkemeden önce ellerine ulaşan “Öcalan savunmasını” iyi okumuş ve yorumlamış olarak duruşmaya çıktı. Devletin geleneksel Kürt tezinin Öcalan’ın ağzından onaylanmasını sağlamaya çalıştılar ve bugüne kadar gerek Marksistler gerekse Kürt milliyetçisi çevreler tarafından öne sürülen Kürt sorununa ilişkin tezleri “mahkûm etmeyi” amaçladılar.
Nedir devletin geleneksel Kürt tezi? Söyleyeceklerimizin daha anlaşılır olması için kısaca ona değinelim:
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu hakkındaki resmi tezi; Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne kadar; “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” biçimindedir. Kürt sorunu denilen şey, emperyalistler tarafından uydurulmuş; Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın kimi hassasiyetlerinden (dinsel inanç, mezhep farklılıkları, dil farkı, yoksulluk, aşiretçilik vb. gibi) yararlanılarak, emperyalistler, kökü dışarıda kişiler ve örgütler tarafından halka dayatılmıştır.
Bu katı devlet tezi; sistem partileri tarafından, “bölge sorunu”, “feodal ilişkiler sorunu”, “geri kalmışlık ve işsizlik sorunu” biçiminde yeniden üretilerek “yumuşatılmış”; ekonomik-sosyal nedenlerle açıklanmaya, böylece Kürt kökenli emekçilere daha şirin, daha anlayışlı gösterilmeye çalışılmıştır. Siyasiler, sorunun bir Kürt sorunu olarak reddedilemeyeceği biçimde ortaya çıktığı durumlarda; “Kürt realitesini kabul ediyoruz” (1990’ların başında Demirel ve İnönü, başbakan ve başbakan yardımcısı olarak sorunu böyle gördüklerini açıklamışlardır) demişlerse de ilk fırsatta; “Kürt sorunu yoktur”a dönmüşlerdir. (Demirel, bugün “Kürt sorunu yoktur” diyor.)
Son 10 yıldır; Türkiye’yi yöneten güç odakları; zaman zaman şu ya da bu yana doğru eğilim gösterir görünseler de; özellikle devletin PKK karşısında inisiyatifi ele geçirmesinden beri ısrar ettikleri temel tez; “Kürt sorunu yoktur; terör sorunu vardır. Dış güçler; İran, Suriye, Yunanistan, Güney Kıbrıs, İtalya, yerine ve gününe göre de Almanya, Hollanda, Yugoslavya, Ermenistan gibi cümle dış güçlerin eli Güneydoğu’dadır. Ama ilk elde sorun PKK’nin yok edilmesidir.” Ve tabii bu tezin arkasından; “Bölgedeki ekonomik koşulların iyileştirilmesi”, “feodal kalıntıların temizlenmesi ve dış güçlerin kışkırtmalarına son verilmesi” gibi devletin yapacağı işler sıralanmaktadır.
İşte; İmralı’da kurulan mahkeme, öncelikle bu “devletin Kürt tezini Öcalan’a kabul ettirmeyi kendisine görev edinmiştir. Medyanın ve resmi propaganda odaklarının Öcalan’ın “1990’dan beri Kürt-Türk ayırımı yoktur. Türkiye’de düşünce özgürlüğü vardır. Siyasi özgürlükler vardır. Olan bir şeyi neden isteyelim. Kültürel haklar kısıtlıdır. Ben kültürel Atatürk milliyetçisiyim” gibi açıklamalarının üstüne atlamış olması elbette ki anlamlıdır.
Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve yakalanması ile mahkemede söyledikleri göz önüne alınırsa; Öcalan etrafında olup bitenlerin, bir “kontrol dâhilinde” devletin Kürt tezini doğrulayacak açıklamalar üstünden politika yapmaya yönelik olduğu açıkça görülür.
Öcalan’ın da devletin bu “stratejisinin farkında” olduğu; savunmasını da devlet ve mahkemenin bu isteğine uyumlu olarak yaptığı, gerek mahkemede söyledikleri gerekse “savunma” adlı 85 sayfalık metinde apaçık ortadır. Başka bir söyleyişle;’ Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması; yakalanmasından bu yana Öcalan etrafında olup bitenlerin bir kontrol dâhilinde ve belirli bir amaca hizmet etmek üzere düzenlendiğini; duruşmada Öcalan’ın söyledikleri ve söylemediklerinin de bu stratejiye uygun bir formatla sunulduğunu kabul etmek gerekir.
Öcalan ve PKK tarafından; uzunca bir zamandan beri sorunun Kürt sorunu olarak değil de PKK-Öcalan sorunu gibi ele alınması; özellikle Suriye’den çıkış sonrasında her şeyin “Öcalan’ın yaptıkları ve yapacakları sorunu” olarak ele alınmış olması; kuşkusuz ki bugün “Kürt sorunu yoktur, kimi kültürel haklar sorunu vardır” noktasına gelinmesini kolaylaştırmıştır. Çünkü devlet de; “Kürt sorunu yoktur. PKK ve Öcalan sorunu vardır” diyor. Duruş yerleri zıt olsa da “iki taraf” sorunu tarifte birleşmektedir. Nitekim Öcalan bugün kolayca; “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur. En azından Kürtlerin bugün karşılaştıkları sorunlar; uğruna savaşmalarına değecek sorunlar değildir” diyebilmekte; bu görüşünü de yıllardır savunduğunu iddia edebilmektedir.

* * *
Bu yazının amacı; ne bir Öcalan-PKK çizgisi eleştirisi ne de “Kürt sorunu”nun çözümüne bir “yaklaşım” getirmektir. Tersine; bugün, Öcalan yargılanması üstünden ülkeyi yöneten güç odaklarının yapmak istediklerini sergileyerek; son 2–3 yıldır, generallerin başını çektiği, uluslararası sermaye ve onların uzantısı olan yerli tekellerin programı olan ekonomik-siyasal yeniden yapılanma operasyonunun bir parçası olarak Öcalan yargılamasının oturduğu yeri göstererek, Türk ve Kürt kökenli emekçiler açısından gidişatın anlamını ortaya koymaktır. Ancak, Öcalan üstünde oluşturulan 15 yıllık kült, olup bitenin özellikle Kürt siyasi çevrelerince anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu yüzden de Öcalan’ın devletin üst kurumlarına mahkemeden üç gün önce gönderdiği; duruşmalarda baz olarak aldığı “savunma”sından bazı pasajları yorumsuz olarak aktararak; Kürt sorunun hangi zemine kaydırıldığını; MGK konseptiyle Kürt sorunu arasında nasıl bir bağlantı kurulduğunu göstermeye çalışacağız.

ABDULLAH ÖCALAN’IN SAVUNMASINDAN BÖLÜMLER
“En iyi, anlamlı ve mümkün olan özgürlük ve bağımsızlık, bu yer Kürdistan da olsa ancak Türkiye’nin genel Misak-i Milli sınırları içinde mümkündür. Bilimsel olarak da kanıtlamak zor değildir. Ayrılmış bir Kürdistan bitmiş veya bir gücün kuklası, işbirlikçilerin malikânesi olmaktan öteye gidemeyecek bir Kürdistan’dır. Ayrılmış bir Kürdistan halkın değil, yabancı ve işbirlikçilerin olabilir ki bu da hayaldir, ancak çıkar güçlerinin oyunu olarak sık sık tekrarlanır.
(…)
Sanıyorum, Türkiye’de tüm kesimlerin konsensüs sağladıkları en temel konu budur. Kimse sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bu açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça doksan ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihi aşamayla da, kanıtlanmaktadır. Ordu darbe yapmıyor. Ordu en demokratik görünen partilerden bile daha duyarlı, demokrasinin ölçütlerini hatırlatıyor. Günümüzde ordu ve demokrasi ilişkisi irdelenirken, herkes şahsı için alabildiğine demokrasi isterken ordunun gerçekten demokratik normların takipçiliğini üstlenmesi, şüphesiz ülkenin güvenliğiyle bağlantılıdır, ama sorumlu olduğu bu güvenliğin bile, ne kadar yakından demokrasiyle bağlantılı olduğunun görülmesinin de yüksek ve saygı duyulması gereken bir anlayış gereğidir. Bu açıdan da, aşamanın tarihi, demokratik nitelikte olduğunu görüyoruz.
Çözümün bizzat demokrasinin çarelerinin tükenmezliğinde görüldüğünü anlıyoruz. Bu, zorunlu olarak anlaşılmasaydı, darbe yapmanın önünde duracak bir güç olmadığını da biliyoruz. Ordu bugün demokratik aşamanın karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin teminat gücü konumundadır. Bu neden böyledir?
Çünkü sorunların demokrasinin özüyle çok bağlantılı, söz ve eylemi dışımla çaresi kalmadığından ötürü böyledir. Artık sorunları gücün halledemediği, daha da sora soktuğu, artık çözümün demokratik sistemin iç yaratıcılığında görülmesi gerektiği için böyledir. Türkiye için demokrasi, bir ihtiyaçtan öte, bir zorunluluk haline geldiğinden ötürü böyledir. Ordunun büyük bir özlemle yönlendirmede oynadığı bu rolü, şahsım adına doksan altıdan beri olumlu takdir ettiğimi ve yardımcı olmaktan başka çaremizin olmadığını da daha o günlerde belirttiğimi, tek taraflı ama başarılı yürüyemeyen ateşkes denemeleriyle ve giderek bu yönde çözüm arama konumuna girdiğimi de, tarihi bir gelişme olarak hatırlatma ihtiyacı duyuyorum.
(…)
… Dil ve kültür farklılıklarının demokrasi içinde, bağımsızlık içinde nasıl güçlendiğinin hem nedeni ve sonucu olduğunu çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. Herhalde Türkiye için de, dil ve kültür mozaiği olması açısından alınacak epey ders vardır. Kürt sorununun sonuçta bir dil ve kültür özgürlüğü sorununa indirgenebileceği göz önüne getirildiğinde, alınacak dersler gerçekten çarpıcıdır.
(…)
Demokratik sisteme veya onun devlet yapısına bağlı olduktan sonra, her parti çözüm gücünü zora başvurmadan bulabilir. Burada ne dini zorla benimsetme, ne devletin yapısını dağıtma ve parçalama da söz konusu değil. Din, düşünce ve onlara dayalı partiler devletin demokratik sistemini esas aldıkları için onun ölçütlerine uymayı da bilirler. Bilmediler mi demokrasinin kendini savunma hakkı doğar. Burada açık ki hangi inancı, düşünce ve onların partisel ifadeleri hangi toplumsal gruba dayanırsa dayansınlar bu ulus olabilir, etnik bir grup olabilir veya dini bir topluluk da olabilir, bunları söz konusu ederek devletin dayandığı sınırları zorlayamaz, buna gerek yok, çünkü çözmek iddiasında oldukları sorunu daha da zora sokar, dolayısıyla gereği de yoktur, sistemin içinde zaten çözüm olanakları vardır.
(…)
Sonuç olarak; Atatürk döneminin otoriter Cumhuriyet anlayışı kendi somut gerçeği içinde anlamını böyle buluyor. Neden liberal-demokratik yöne kayılmadı sorusu kadar, Kürt ayaklanmalarında, hele hele milli hareketinden ziyade -istisnalar geneli değiştirmiyor- dağınık, örgütsüz, ağa-reis-şeyh kuralına göre yürüyen bir toplumsal kesimden daha ileri bir gelişmenin çıkmamasının suçunu, hep, Cumhuriyete ve Atatürk’e yıkmak büyük yanlışlık ve haksızlık kadar, beraberinde birçok yaklaşım hatasını getiriyor, aşırı uç değerlendirmelere götürüyor. Bu da özellikle genelde aydınları, İslamcıları, sosyalistleri ye Kürt milliyetçiliğini büyük değerlendirme hatalarına, hatta hareketlerine götürüyor. Eğer bu söylenenler doğru olsaydı ve o dönemde maddi temeli bulunsaydı, herhalde bir başarıları da olurdu. Gerçek biraz da başarılı olandan yanadır. Gerçeği olanın başarısı olur.
(…)
Kürt ideolojik ve siyasi hareketlenmelerinin, bu cumhuriyetin kuruluş ve otoriter gelişmesini doğru yorumlayamamaları, içine düştükleri tüm trajedi ve yenilgilerinin temel nedenlerindendir. Bir özeleştiri olarak, doğrusunu bu dönem için şöyle dile getirmek doğruya daha yakındır.
(…)
Bu ilişki düzenin 19. yüzyıldan itibaren bozulmaya taşlamasında, İmparatorluğun Batı kapitalizmi karsısında gerilemesi, bölgeye özellikle Britanya İmparatorluğu’nun sızması, merkezi otoritenin artan vergi ve askerlik talebi bu bozulmada dolayısıyla günümüze kadar gelecek bir isyan sürecine yol açar. Çok tipiktir, diğer tüm kavimlerin isyanı başarıya ulaşmasına karşın bu isyanlar büyük çaplı olmalarına rağmen başarıya gitmemelerinde yine temel etken bünyedeki ortak vatan ve devlet anlayışı büyük rol oynuyor. İsyan edenlerin her zaman bir kolu zaten devletin yanında. Temelde kopma felsefesi ve siyaseti yok. Daha çok çıkar, taviz koparma hesabı var. ‘Bana vermezsen ben de şu dış güçle ilişkiye geçer, isyan ederim’ anlayışı hâkim. Bu Kürt isyanlarının tipik karakteri kadar talihsizliği, trajedisidir. Bu isyanları ileri, geri veya siyasi, milli saymak bile abartılıdır. Aslında özde böyle niyet taşımıyorlar. Bu daha çok bir örtü anlayışıdır. Yalın ağa-bey-reis-şeyh çıkarı, daha çok hanedan aile çıkarlarının yönlendirdiği ve çıkmazı derinleştiren Kürt halkının tarihine büyük acılar, katliamlar veren gelişmeye değil, baş aşağıya götüren özelliklere sahipler. Felsefesiz, siyasi program ve örgüt yoksunluğu aynı aile aşiret içinde bile her isyanda iki başlılık, askeri kuralları pek uygulamayan bu halleri ile yenilmekten kurtulamayan bu isyanları yeniden değerlendirmek büyük önem taşır. Aslında başarı inanç ve felsefede yok denecek kadar azdır. Kendiliğinden ve ilkeldir. Esasta da kim çok pay verirse gözü onda olan bir temel anlayışla bir önemli sonuca gidilemeyeceği açıktır. Trajedi, talihsizlik buradadır. İnsanın ‘Keşke bu isyanlar, bunların tarihi olmasaydı’ diyesi geliyor.”
Abdullah Öcalan’ın savunmasından alınan yukarıdaki pasajların her biri; Öcalan ve PKK’nin bugüne kadarki pratiğine dayanak yapılan bütün argümanları berhava etmektedir. İki taraftan bunca ölüm, bunca acı, sürgün ve yıkımdan sonra böyle bir noktaya gelinmesi elbette önemli sonuçları olacak bir gelişmedir. Bu çerçevede, “milliyetçilik-Kürt sorunu”, “Kürt sorunu-emperyalizm”, “işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi ile Kürt sorunu ilişkisi”, “Kürt sorunu ve Türkiye’de demokrasi mücadelesi”, “ulusal sorun ve sosyalizm”; “liberalizm, globalizm, Kürt sorunu ve demokrasi” gibi konular elbette yeniden tartışılacaktır. Ama bundan daha önemli gelişme ise; Öcalan’ın kendi teori ve pratiğini eleştirirken yaslandığı tezler ve güçler ile bu güçlerin amaçlarına “hizmet etme” konumudur.
Çok açık anlaşılacağı gibi; Öcalan savunması ve özeleştirisi, kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi, ‘Yeni Dünya Düzeni’nin anti-sosyalist “demokrasi”si üstüne “tezler” ile “MGK’nın konsepti”ne yaslanmaktadır. Kürt sorununu ele alış tarzından, çözümüne ilişkin söyledikleri ve Türkiye’de demokrasi ve ordunun rolüne ilişkin yaptığı değerlendirmeler; askerlerin politikaya müdahalesini iki yıldır hayranlıkla izliyor olması; Kürt sorununun düşmanlarını sayarken; “Türkiye’nin düşmanları”nı saymak için özel çaba harcaması; herkese bir şey söylerken Amerika ve İsrail’e ilişkin hiçbir şey dememesi, Öcalan’ın savunmasında hangi “konsept’le uyum sağlamayı gözettiğini açıkça göstermektedir.
Bütün bunlar ve mahkemenin izlediği “duruşma çizgisi” ve medyanın seferber ediliş tarzına bakıldığında; Öcalan’ın savunmasına Kürt sorununda bir görüşün iflas etmesinin ötesinde bir değer biçmektedir. Dahası ülkeyi yönetenler, Öcalan’ın ne Şemdin Sakık gibi “düşmesini” ne de bir kahraman olmasını değil; “dişi tırnağı sökülmüş”, ama yine de PKK ve yakını güçleri toplu olarak sermayenin saflarına, düzeni yenilemenin saflarına çekecek bir “lider” olarak kalmasını istemektedirler, idam edilse bile böyle bir imajdan yararlanmayı hesaplamaktadırlar. Çünkü Öcalan, globalizmden demokrasi sorununa, Türkiye’deki özgürlüklerden Kürtlerin kültürel sıkıntılarına kadar her sorunda; sistemin yeniden yapılandırılması için koçbaşı rolü oynayan MGK’nın politik-pratik hattında birleşmeye çağrı yapmaktadır. Bu ise; Kürt emekçilerinin, Kürt devrimci demokratik güçlerinin, bir zaman PKK’yi, HADEP’İ desteklemiş Kürt yığınlarının MGK’nın sistemi yenileme operasyonunun arkasına geçirilmesinin yolunun açılmasıdır. İmralı’da Öcalan’ı yargılamak için mahkeme açanların asıl amaçlan budur. Ve Öcalan’ın söylediklerinde keramet arayanlar da, devletin mahkemedeki amaçlarının üstünü karartanlar da bu amaca hizmet etmektedir. Kimisi isteyerek, kimisi de farkında olmadan tabii ki.
Kısacası, MGK ve arkasındaki güçler; nasıl ki iki yıldan beri, “şeriatçılık-laiklik”, “bölücülük-Atatürkçülük-milliyetçilik” üstünden ilerici demokrat çevre ve odakları bölüp önemli bir kesimini dağıtarak, geri kalanları da düzeni yenileme çabalarının arkasına takabilmişlerse; şimdi Öcalan’ın yargılanması da aynı amaçla kullanılmakta, Kürt emekçilerinin en uyanmış, en diri kesimleri, Öcalan-PKK sorunu üstünden sisteme bağlanmaya çalışılmaktadır. Asıl tehlike budur.
Türkiyeli sosyalistlere, devrimcilere, ilericilere asıl düşen de; bu gerçeğin üstünü açmak, Kürt kökenli emekçilerin gerçekleri görmesi için çaba harcamak, sermayenin sisteminin yeniden yapılandırmasında onları dayanak olarak kullanmasını önlemek için gayret sarf etmektir. Ki bu durum, Kürt emekçileri arasında ve ilerici, demokrat Kürt çevreleri içinde yoğun bir fikir mücadelesini, sistemli bir aydınlatma faaliyetini zorunlu kılar.
Gelişmelerin seyri göz önüne alındığında; önümüzdeki günlerde “Öcalan yargılanması ve savunması” üstünden Kürt emekçilerin uyanan kesimlerini yedekleme çabalarına karşı mücadele; milliyetçilik ve şovenizme karşı mücadele ile birleşecek ve onun kadar önem kazanacaktır demek bir abartı olmayacaktır.

Haziran 1999

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑