“Sol, yeniden iktidar”; “Bizim sosyal demokratlar, Blair’i örnek alırlarsa iktidara gelirler”; “İspanya ve İrlanda dışında tüm Avrupa’da iktidar sola geçti”… Bu türden saptamalar sosyal demokratların ya da “sosyalistlerin”, son yıllarda Avrupa ülkelerinde birer birer iktidara gelmelerinin arkasından sıkça öne sürüldü.
Fransa, İngiltere, Almanya gibi Avrupa’nın büyük ülkelerinde sosyal demokratların, “sosyalistlerin” iktidara gelmesi; “Solun serbest piyasacı bir temelde programını yenilemesi gerektiği” tezini savunanları daha da cesaretlendirdi.
1990’ların ikinci yarısından itibaren; bir yandan artık tarihsel misyonunu dolduran sosyal demokrasiyi yeni bir adla sunmak, öte yandan liberal politikaların, Hıristiyan ve muhafazakâr partilerin programlarının dünyayı emekçiler için cehennem yapmaya kararlı olduğunu fark eden kitlelere yeni bir “umut” üretmek için “3. Yol” kavramı ortaya atıldı.
Eskiden “3. Yol” kavramı; kapitalizm ve sosyalizm dışında gösterilmek istenen akımları tanımlamak için kullanılırdı. Örneğin 1960’larda Kruşçevcilerin de desteği ile propaganda edilen “kapitalist olmayan yoldan (aynı zamanda sosyalist de olmayan) kalkınma” bir “3. Yol” olarak propaganda edildi. Yine aynı yıllarda, bu görüşle de bağlantılı olarak gündeme gelen; kapitalist ve “sosyalist” dünya dışında kalan ülkeler bloğu için kullanılan “3. dünya ülkeleri” kavramı bir “3. yol”culuk olarak tarif edildi. Ya da genelde; kapitalist ve sosyalist olarak dünyanın ikiye bölündüğünün kabul gördüğü yıllarda; bu iki ana blok dışındaki her tür politik ve ekonomik görüş ve tutum “3. yol” olarak adlandırıldı. Şimdi ise; artık dünyanın tek bir kapitalist pazar olarak bütünleştiği; globalizmin sadece bir olgu olarak değil ideolojik bir argüman olarak da dayatıldığı 1980’li yılların sonundan itibaren kutsal “3 rakamı”nın yeniden kullanıma sokulduğuna tanık oluyoruz.
İki ana yol dışında, “3. yolculuk”un az çok anlam taşıdığı dönemlerde; (SB ve Doğu Bloğu’nun revizyonist yönetimler altında da olsa var olmaya devam ettiği yıllarda) ister düşünce alanında ister politikada, karşıt olan iki şey arasında, “iki arada bir derede” düşünce ve tutumlara “3. yol”cu deniyordu. Bu yıllarda “3. Yol”culuk, karşıtların mücadelesinin çatlaklarında, o çatlak varlığını koruduğu sürece yaşayan olgular, düşünceler olabilmiştir.
1960’lı yıllarda; gerek “3. kalkınma yolu”, gerekse “3. dünya” olgusu da böyle olmuş; sosyalizmle kapitalizm arasında; sosyalist dünya ile kapitalist dünya arasında; ikisiyle de özdeşleşmeyen ama ikisinden de bir şeyler alan “ehveni şer” yol olarak görülmüştür.
“3. Yol” için konumuzla daha yakından bağlantılı olan örnek ikinci Enternasyonale bağlı “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerdir.
Bütün bir 20. yüzyıl boyunca sosyal demokrasi; “üçüncü bir yol”, “üçüncü bir seçenek” olmuş; daha doğrusu böyle bir seçenek olmayı amaçlamıştır. Sosyal demokrasi, kapitalizmin bireyci, insana insan olarak değer vermeyen kurallarından, sömürüden bıkan ve bu yüzden geleneksel burjuva partilerine yüz çeviren ama aynı zamanda sosyalizmdeki eşitlikçilik ve kolektivizmin çarpıtılarak propaganda edilmesi nedeniyle de gerçek bir sosyalizme henüz eğilim duymayan emekçiler için bir sığınak görevi görmeyi amaçlamış; daha doğrusu burjuva partilerinden kopan ama henüz sınıf bilincine varamadığı için de kendi partisine doğrudan yönelmemiş işçi sınıfının ana gövdesinin önünde bir barikat olmuştur. Ve sosyal demokrasi, bu iki arada bir derede tutumuyla da, edilgen bir teori ve siyasal hat olarak biçimlenmiş ve işlevini yerine getirmiştir. Bu teori ve siyasetin önde gelenleri de sosyal demokrasinin zaten böyle olmasını istemişlerdir.
Doğrusunu söylemek gerekirse sosyal demokrasi ve sosyal demokratlar; kendilerine biçilen ve kendilerinin de büyük bir hevesle kabul ettikleri rolü başarıyla oynamışlardır. Sonuçta, kapitalizm karşısında sosyalizmin somut bir tehdit olarak varlığını sürdürdüğü yıllarda; kapitalist ülkelerdeki sosyal demokrasi kapitalizm bakımından bir “ihtiyaca” yanıt vermiştir. Ancak; sosyalizmin revize edilmiş haliyle bile varlığını sürdürdüğü bir ülkenin kalmadığı koşullarda; sosyal demokrasi her cereyana açık, ortada kalmış bir politik odağa dönüşmüştür.
Sosyalizm “kalmadığına” göre; kapitalizmle sosyalizm arasında bir orta yol da (3. yol da denebilir) yoktu! Böyle olunca; kendisinin tanımsal dayanaklarından birini yitiren sosyal demokrasi ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Ortada kalan sosyal demokrat partiler, 1990’ların başında hızlı bir “değişime” yöneldiler. Liberal ve Hıristiyan demokrat partilerin “saf kapitalist” programlarını büyük ölçüde benimsediler, onlarla aralarındaki “sosyal” sözcüğünde ifade edilen farklılıkların neredeyse tamamından kurtuldular. Özelleştirmeden esnek çalışmaya, sendikasızlaştırmadan sosyal hakların ortadan kaldırılmasına kadar bütün programatik ayrılıkları yok eden sosyal demokratlar, uluslararası burjuvazinin, tekellerin programının sorunsuz uygulayıcısı durumuna geldiler.
Ne var ki; sosyal demokratların “Artık liberaller, muhafazakârlar ve Hıristiyan demokrat partilerle aramızdaki ‘sosyal’ kavramından gelen aynılıkları kaldırmalıyız” demeye yöneldiği bir dönemde yeni bir rüzgâr da kendisini hissettirmeye başladı. Bu, işçi sınıfından, emekçilerden doğru esen bir rüzgârdı.
Emperyalist kapitalist sistemin tepesinde alman dünyanın tekellerin global dünyası olması kararının uygulamaya sokulması; ulusal duvarları ve emeğin haklarını sınırlamak isteyen tekellerin dünyasına karşı; uluslararası burjuvazinin global dünya programına karşı işçi sınıfı başta olmak üzere emekçiler tepki göstermeye başladılar. Avrupa’da Fransa merkezli ama gelişmiş ülkeleri (Almanya, İsviçre, İngiltere gibi) de kapsayan yaygın ve sarsıcı işçi eylemleri ortaya çıktı. İşçi sınıfı; grevler, direnişler, gösterilerle uluslararası tekellerin isteklerine kolayca boyun eğmeyeceğini; tekellerin dikensiz gül bahçesinde olmadığını gösterdi.
Kapitalizmin ideologları ve propagandacılarının pek de beklemedikleri bir dönemde ortaya çıkan işçi sınıfı hareketi, sosyal demokrasiyi de terk edip tümüyle liberalizme ilticaya yönelen sosyal demokrat partilerin yönelişinde bir ikircime yol açtı. Ve sosyal demokrat partiler kendilerini yeniden tarif etmeye koyuldular. Ama bu sefer sosyal demokratlar, sosyalizmle kapitalizm arasında değil; eski sosyal demokrasiyle liberal-Hıristiyan demokratların emekçilere hiçbir sosyal hak tanımayan programı arasında bir yere mevzilendiler. Ve belki de sosyal demokrasinin tarihsel köklerinden gelen ağırlıktan, bir sınıf partisi, Marksist suçlamasından da kurtulmak için olacak, kendilerine “3. Yolcu” dediler.
“Sosyal demokrasi”yi bağımsız bir yol olarak gören ve sosyal demokrasiyle serbest piyasa ekonomisi arasında bir karşıtlık bulunduğunu kabul ederek “3. Yol”u keşfedenler; henüz kendi aralarında da çok netleşmiş değiller. Ancak; uygulamalarına ve sosyal demokrasiye yönelttikleri “tutuculuk” eleştirilerine bakarak şunlar söylenebilir:
“3. Yol”cular; globalizme (küreselleşme) en az serbest piyasa ekonomicileri kadar inanmaktadırlar. Ama sürecin kendiliğindenliğe bırakılmasına karşıdırlar. Bu yüzden de ortaya çıkan problemlerin çözümünde daha aktif olunmasını istemekte, zaman zaman ya da o ülkede değilse de bu ülkede himayeciliği kabul etmektedirler.
—3. Yol”cular; serbest piyasa ekonomisiyle çatışmayacak bir piyasa denetiminden yanadırlar.
—3. Yol”cular; özelleştirmeden yanadırlar. Hatta kendileri daha iyi özelleştirmecidir. Ama sosyal sonuçları bakımından özelleştirmenin sosyal patlamalara yol açabilecek unsurlarının giderilerek uygulanmasından yanadırlar.
—3. Yol”cular; sosyal güvenlik sisteminde, serbest piyasacıların eleştirilerini haklı bulmaktadırlar; sosyal güvenlik reformuna taraftardırlar. Ama devletin bu alanı bütünüyle özel sektöre devretmeyi doğru bulmamaktadırlar.
—3. Yol”cular; çevrenin korunmasından yanadırlar ama bu tutumları kendi ülkelerinde farklı başka ülkelerde farklıdır. Örneğin; kendi ülkelerinde çevreyi kirleten yatırımlara karşı çıkarlar ama bu yatırımların başka ülkelere yapılmasına karşı değillerdir. Ya da tersine, büyük patronların çıkarına uygun geliyorsa, çevre önemsizdir.
“ÜÇÜNCÜ” BİR YOL MÜMKÜN MÜ?
20. Yüzyıl tarihine şöyle bir bakmak bile sosyalizmle kapitalizm arasında bir akım olarak kendisini tarif eden sosyal demokrasinin yaşamasının ve politik bir seçenek olarak ortaya çıkmasının tek şansının sosyalizm ile kapitalizm arasındaki karşıtlık; bu karşıtlıktan doğan mücadelenin çok sert bir biçimde cereyan etmesine bağlı olduğunu görmeye yeter. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmden geri dönüş, 1950’lerin sonundan itibaren SB’nin bir kapitalist ülkeye evrilme sürecinin başlamasından sonra bile “Doğu Bloğu” ile “Batı Bloğu” arasındaki çatışmanın sert bir biçimde sürmesi; daha da önemlisi “Doğu Bloğu”nun hatta bu blok dışındaki Çin, Vietnam gibi ülkelerin de, ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerce “sosyalist kamp” olarak görülmeye devam etmesi; Batı Avrupa ve “3. dünya ülkelerindeki sosyal demokrat partiler için “şans” olmuştur.”
Kapitalist yol ile sosyalist yol arasında “üçüncü bir yol” olarak görülebilecek olan sosyal demokrasi; kapitalist ülkelerde, kapitalist düzen partilerinden, onların politikalarından kopan işçilerin, emekçilerin kontrol altına alındığı yeni bir anti-sosyalist, anti-komünist mevzi olarak örgütlenmiştir.
Uluslararası burjuvazi ve ideologları, 1980’lerin sonunda yeni dünya düzenini ilan ettikleri ve sosyalizmi tümüyle ve ebediyen tarih sahnesinden sildiklerini iddia ettikleri dönemde sosyal demokrasi bir yana itilmiş; liberal partiler ise sistemin tek partisi olarak ilan edilmişti. Bu propagandanın baskısı, sosyal demokrat ve “sosyalist” İkinci Enternasyonal partileri içinde de paniğe yol açmış; eski sosyal demokrat program hızla terk edilerek; liberal partilerin programlan neredeyse olduğu gibi kabul edilme yoluna girilmişti.
Ancak aradan çok zaman geçmeden açıkça görülebildi ki, ne kapitalizm sorunlarını aşıp sorunsuz (krizsiz, savaşsız, aralarında uzlaşmaz çelişkiler olan karşıt sınıfların yok olduğu bir dünya gibi) bir dünya olmuştur, ne engelsiz bir globalizme varılmıştır, ne de sosyalizm ebediyen mezara gömülmüştür.
Öncelikle, yeni dünya düzeninin, globalleşen dünyanın sınıf ayırımlarını geçmişte görülmedik bir biçimde derinleştirdiği ve çatışmaların şiddetlenmesinin temelini hazırladığı çok geçmeden görüldü. Böyle bir dünyada ne barıştan, ne de çoğunluğun etrafında birleştirilebileceği bir programdan söz edilebilir. Tam tersine; tekellerin de, birisi yıprandığında ötekini öne sürebilecekleri partilere ve programlara ihtiyaçları vardı.
Yeni dünya düzencilerinin, globalistlerin vaat ettiklerinin gerçekleşmeyeceğinin ortaya çıkmasıyla; sadece yeni dünya düzenine, globalleşmeye karşı çıkanlar arasında değil, bizzat dünya gericiliğinin saflarında da yeni arayışlar başladı. 1994 krizi; tekeller çağında dizginsiz bir serbest rekabetin, kontrolsüz piyasanın büyük kaoslara yol açacağının görülmesi sonucunda serbest piyasacıların kendi saflarında “bu iş böyle gitmez; gitmesi için zorlanırsa da büyük sosyal patlamalarla sistem çöker” fikri taraftar bulmaya başladı. Örneğin dünyanın bir numaralı spekülatörü, ama aynı zamanda hatırı sayılır bir ekonomist sayılan George Soros; “Eğer müdahale edilmezse sistemin çökeceğini” her yerde yüksek sesle ifade edenlerdendir. Yine sistemin “önemli” teorisyenlerinden Paul Krugman, Jagdish Bhagvati gibiler, özellikle ekonominin krize girdiği bölgelerde, yeniden “korumacı” önlemleri savunmakta; örneğin Krugman, Malezya’da hükümetin aldığı “aşırı korumacı” önlemleri “haklı bulduğu”nu açıklamakta bir sakınca görmemektedir. Elbette sadece kişiler arasında değil de dünyanın kurumları arasında da bir yandan yeni görev bölüşümleri olduğu kadar bir yandan da bazı kurumların itibar yitimi gündeme gelmektedir. Örneğin bundan 3–5 yıl öncesine kadar her uygulaması tartışmasız kabul gören IMF’nin artık rolünü oynayamadığı, IMF’nin öğütlerine uyulursa dünya ekonomisinin çökeceği, IMF’nin dünya ekonomisinin direksiyonundan çekilmesi gerektiği sesleri giderek daha sık ve daha yüksek çıkmaktadır. Son dünya krizi, ’94 krizi sonrası ortaya çıkan bu eğilimleri daha da güçlendirmiş; artık, pek çok eski “serbest piyasacı” çevre; “Sakın Marx haklı olmasın” sorusunun korkutucu gölgesi altında tartışmak zorunda kalmaktadır.
İşte “3. Yol” “kuramı” ve politikaları böyle bir aşamada ortaya çıktı, sosyal demokratların en uyanıklarının etrafında toplandığı bir seçenek oldu.
“3. Yol kuramı” ister eski sosyal demokratların iddia ettiği gibi kendilerinin geliştirdiği bir kuram olsun, ister liberal ekonomi çevrelerinin iddia ettiği gibi “3. Yol”un kendi uzantıları olduğu kabul edilsin; “3. Yol”un “bağımsız” bir kuram ve siyasetler bütün olamayacağı ortadadır. Çünkü her şeyden önce “3. Yol”un tarif ettiği alan son derece dar; sosyal demokrasiyle liberal politikaların “farkı” arasındaki dar alandır. Kısacası şu söylenebilir: Sosyal demokrasi, bir üçüncü yol iddiasına karşın aslında bir 1. yol, kapitalist yoldu. “3. Yol” ise; sosyal demokrasi kadar bile kendine has özellikler taşımayan bir “kapitalist yol”dur. Bugün, bir seçenek gibi sunulmasının nedeni ise; bir özgünlük taşımasından çok uluslararası tekellerin has partilerinin yıpranması karşısında onların yerine geçecek bir seçeneğe acilen ihtiyaç duyulmasıdır. Bir diğer neden ise; “3. Yol” hakkında henüz çok az şeyin emekçiler tarafından biliniyor olmasıdır. Yoksa dünya ve dünya işçi sınıfı yeni bir teori ve politikalar bütünü ile karşı karşıya değildir.
“3.Y0L”UN LİDERLERİ GLOBALİZMİN DE LİDERLERİDİR YA DA “3. YOL” ASLINDA “1. YOL”DUR
Sosyal demokrat partiler, kimi kuruluşlarından itibaren kimi sosyalizmden ayrılıp burjuvalaşarak kapitalistlerin has partilerinin yedeği rolünü benimsediler; sisteme “koltuk değnekliği” yaptılar.
“3. Yol”cuların ise; kökleri sosyal demokraside olmasına karşın pozisyonları çok farklı. Çünkü şu anda globalizmin simgesi durumundaki üç ülkede, ABD, İngiltere ve Almanya’da bir kuşak öncenin sosyal demokratları, sosyalistleri ve “demokratları” var. Aynı zamanda bu üç ülkenin liderleri, “3. Yol”un da liderleri durumunda. Dolayısıyla bu üç lider dünya kapitalizminin, globalizmin sorunlarının muhatabı durumunda. Ve kapitalizmi içinde bulunduğu kaostan çıkarmak için; ABD Başkanı Bili Clinton, İngiltere Başbakanı Tony Blair, Almanya Başbakanı Schröder “yeni düzen” arayışının başında bulunuyorlar. Bu liderlerin “Yeni düzen” dedikleri şeyin de “3. Yol”un düzeni olacağı belirtiliyor.
İngiltere Başbakanı ve “3. Yol”culuğun dünya çapındaki teorisyeni ve pratikçisi olarak tanınan Tony Blair, serbest piyasacılığın en acımasız uygulayıcılarından birisi olan Margaret Thatcher’in zincirinden boşanmış serbest piyasa ekonomisine tepkinin üstünden iktidara geldi.
ABD Başkanı Bili Clinton, tıpkı Blair gibi, serbest piyasacılığın en Ortodoks’ça uygulandığı dönemi temsil eden Reagan-Bush yönetimlerine tepki üstünden ABD başkanı oldu.
Almanya Başbakanı Schröder ve partisi ise; Hıristiyan Demokratların 14 yıllık serbest piyasacılığına duyulan işçi-emekçi tepkisini arkasına alarak iktidara geldi.
Kısacası bugün dünya kapitalizminin en önemli üç ülkesinde; geçmişleri sosyal demokrasiye bağlanan bugün de “3. yol” diyebileceğimiz politik hatta yer alan liderler ve partiler var. Ama bu ülkelerde 3–5 yıl öncesinin uygulamalarıyla bugün arasında bir farkın olduğu söylenebilir mi?
Bu durum elbette “3. Yol” diyerek kapitalizmin has partilerinden farklı partilermiş ya da farklı politik hatlarmış gibi yutturulmaya çalışılan “3. Yol”un teoride ve pratikte bir kapitalist yol olduğu; “birinci yol”cu denebilecek lider ve partilerle (ABD’de Cumhuriyetçilerle, İngiltere’de muhafazakârlar, Almanya’da Hıristiyan Demokratlar) ciddi hiçbir farklarının bulunmadığını göstermektedir.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında aslında “3. Yol” denilen siyasi odakların birer kapitalist yol odağı, kapitalist sisteme hizmette “birinci yol”u aratmayacaklarını; yerine göre koltuk değneği, yerine göre “aslının aynısı” olma özelliğini taşıyan bir esnekliğe sahip partiler olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir söyleyişle; “3. Yol”, kapitalizmden, serbest piyasacı sistemden kopan yığınları yeniden sisteme bağlamak üzere kurulmuş bir barikattır.
TÜRKİYE’DE 3. YOL’UN ŞANSI VAR MI?
Bugün kendisini sosyal demokrat ya da “demokratik sol” diye tanımlayan partiler; sosyal demokratlığı Avrupalı “kardeşlerinden 60 yıl sonra fark ettikleri gibi, yine Avrupa’daki kardeşlerinin sosyal demokrasiyi de terk edip kendilerine “3. Yol”cu demeye başladığının henüz farkında değiller. Ama basındaki, “aydın” çevrelerdeki sosyal demokratlar ile “3. Yol”cu bir fraksiyonun burjuva siyasetine yeniden can ve renk getireceğini uman serbest piyasacı propagandacılar tarafından DSP, Özellikle de CHP “3. Yol”a teşvik edilmektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi; “3. Yol” ve “3. Yolcu”luk henüz sınırları çizilmiş bir politik yoğunluk değildir. Ama gerek dünyadaki uygulamalar gerekse en gelişmiş ülkelerde kendilerini “3. Yol” olarak tarif edenlerin siyasal tutumlarına bakıldığında Türkiye’de CHP’den ÖDP’ye kadar uzanan bir “3. Yolcular yelpazesi” çıkacağı görülür. Muhtemelen de ÖDP; “3. Yol”un teorisi ve pratiği için en uygun iklime sahip parti görünümündedir.
Partilerin yapısal özellikleri ve niyetleri ne olursa olsun; Türkiye gibi işçi sınıfı ile burjuvazi, halk ile egemen sınıflar arasındaki çelişmenin hızla keskinleştiği bir ülkede sonuçta bir “uzlaşmaya” dayanan “3. Yol” gibi politik odakların seçenek olması pek olanaklı değildir. Çünkü büyük patronlar ve ülkeyi tam bir dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen IMF önderliğindeki uluslararası tekeller; çıplak bir liberalizm dayatmasını tavizsiz bir biçimde sürdürmektedirler. Kendilerine sosyal demokrat diyen partiler de, ancak sistemin en has partileriyle ittifak yaparak iktidara gelme şansı (CHP, DYP ile; DSP, ANAP’la ortak iktidar olabildi) yakalayabilmektedir. Bu durumda da bu sosyal demokrat partilerin değil liberal, muhafazakâr ya da “merkez sağcı” partilerin programları çerçevesinde hükümetler kuruldu.
1999 ve sonrası için durumun çok daha kritik olacağını söylemek bir kehanet değildir. Bu durumda bu partilerin ancak bir halk başkaldırısını bastırmanın, kontrol altına almanın aletleri olabileceği ortadadır. Çünkü büyük patronlar, uluslararası tekellerin en önemli amacı krizin yükünü emekçilerin, halkın üstüne yıkmak olacaktır. Hükümet de başlıca bu amacı gerçekleştirmek için işbaşına gelecektir.
Krizin yükünü emekçilerin üstüne yıkma, eğer “onları ikna etme” temelinde gerçekleşirse burada sosyal demokrat “3. Yolcular”ın bir işlevi olacaktır. Ama şiddet başlıca araç olursa, bu partilerin esamisinin okunması beklenemez.
Önümüzdeki dönem açısından “3. Yol” konusu daha çok da bir seçim dönemi olması bakımından önem taşımaktadır. Bu yüzden de henüz Türkiye’nin politik arenasında, politik odaklar olarak “3. Yol”un adı konmasa da gelişmeler bunun da olacağını göstermektedir. Çünkü seçim süreci, partilerin kendilerini yeniden tarif etmesi bakımından önemlidir ve muhtemelen yukarıda sözü edilen partiler Blair’e, Clinton’a, Schröder’e sempatilerini programlarını da onlara yaklaştırarak belli edeceklerdir. Bu yüzden de “3. Yol”a karşı, “kapitalist yolun bu yeni versiyonuna karşı mücadeleye şimdiden hazırlanmakta yarar vardır.
Aralık 1998