Resmi açıklama, Abdullah Öcalan’ın, İmralı adasında, bir cam kafes içinde, DGM tarafından yargılandığı biçimindeydi. Ama aslında mahkeme, aynı zamanda Mudanya İskelesi’nde, gün ve geceler boyu TV kanalları aracılığı ile her kahvede, her evde sürdürüldü. Öyle görünüyor ki; mahkeme hukuki bakımdan sonuçlandıktan sonra da devlet ve düzenin propaganda aygıtları, basın ve TV kanalları; ideolojik-politik kapsamlı mahkemelerini sürdürmeye devam edecekler.
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden beri; hukuksal kaygılarını dile getiren çevreler bile ilk günden itibaren bu kaygılarını bir yana bıraktı.
Medya; “yukarı”dan aldığı işarete uygun olarak “Öcalan idam edilmeli”, “Bebek katili idam edilsin” tavrından, “Apo can derdinde”, “Günah çıkardı”, “Kendi davasını savunamadı” tavrına dönmüş bulunuyor. Tekelci medya kuruluşları daha da ileri gidip; “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mahkeme tutumuyla “Öcalan’ın tutumu”nu karşılaştırıp; “Onlar kahramandı; bu korkak” yorumları yaptılar.
Yargılamanın daha başında, Öcalan’ın savunmasının esası da ortaya çıktı. Bu durumu basın ve uyanık kimi siyasi çevreler; “Öcalan’ın mahkemeyi siyasi bir zemine çektiği” biçiminde yorumladılarsa da; aslında mahkemenin de, tabii yargıçların da davayı hukuki bir zeminde değil siyasal zeminde yürütmek istedikleri ortadaydı. Dahası; Öcalan’ın savunmasını duruşmadan önce okuyan mahkeme heyeti; Öcalan’ın savunması ve mahkemede yapacağı açıklamalar üstünden bir duruşma yürütmeyi kendisine esas alan DGM yargıçları, bu arada, “demokratik”, “sanığa görülmemiş derecede söz hakkı tanıyan bir mahkeme” payesini kazanmayı da ihmal etmemişti.
Öcalan’ın yargılanmasının gündeme gelmesinden beri; “Adil bir yargılama”, “DGM’lerin kaldırılması” ya da “Öcalan idam edilmelidir-edilmemelidir” üstünden sürdürülen “Öcalan yargılanması” tartışmalarının, yargılanmanın başlamasıyla birlikte; Öcalan ve PKK şahsında, aslında Kürt sorununun çözümüne ilişkin devletin resmi tezi dışındaki bütün tezlerin yanlış, hayalci, Kürtlere de ihanet olduğu propagandasına dönüştü.
Mahkeme öncesinde; Öcalan’ı “30 bin kişinin katili”, “bebek katili”, “vatan haini”, “bölücü eşkıyanın başı” gibi sıfatlarla tanımlayıp sade vatandaşın gözünde Öcalan’ı “canavar” ilan eden propaganda, duruşmaların başlamasıyla “İşte PKK’nın başı denilen adam. Can korkusuyla kendi davasını bile savunmaktan vazgeçti; bu nasıl lider? ideolojisi olmayan bir haydut” sıfatını da Öcalan’ın sıfatları arasına katarak, bugüne kadar Öcalan ve PKK’nin şahsında Kürt sorununun çözümüne inanmış kesimlerde bir moral çöküntüsüne, bir bozguna yol açmayı amaçlamaktadır. Ve elbette böylece dağda; hâlâ Öcalan’ı lider bilenlerin içinde de kargaşaya ve bozguna yol açılması; bu yolla PKK’nin gücünün parçalanması hesaplanmaktadır.
* * *
Her duruşma ertesinde TV kanallarının birbiriyle yarışırcasına hazırladıkları “programlar”da “bilirkişiler”, “uzmanlar” Öcalan’ı, PKK’nin eylemlerini bir kez daha yargılayıp kendi kafa karışıklıklarına uygun senaryolara inandırıcılık kazandırmak için en açık gerçekleri bile ters yüz etmeyi başarıyorlar. Bu hem programı yönetenler tarafından izleyici kazanmak (rakip kanallardan farklı bir şey veriyor havası yaratılarak), hem de bir sonraki gün “yeni şeyler” söylemek (uydurmak demek daha doğru) zorunda olmaları nedeniyle böyle olmaktadır.
Yazılı hasının, aynı duruşmayı izleyen namlı köşe yazarları, yönetmenleri, müdür düzeyindeki “gazetecileri”; aynı duruşmayı farklı farklı anlatma becerisini göstererek, “gazeteciliğe yeni bir boyut getirirken”, aynı zamanda deneyimli birer sosyal-psikolog edasıyla “kişilik çözümlemeleri” yapmaya da yöneldiler.
Kürt siyasi çevreleri de; sanki bir başka mahkeme izlediler. Öcalan’ın her günkü söylediklerini tarihsel-mantıksal bir temele oturtma; yeniden “yorumlayarak” anlaşılır ve “kabul edilir” kılma işi bunlara düştü.
Kısacası; yargılanan bir tek kişi, yargılayan bir tek mahkeme vardı. Ama olup biteni farklı farklı gören çoktu. Öcalan, kimine göre, davasını savunmak yerine kellesini kurtarmak isteyen bir korkak-dönek; kimine göre bir özgürlük kahramanı, kendisini halkı için ateşlere atan bir lider, kayalara zincirlenmiş ve ciğerleri her gün bir kartal tarafından parçalanan ölümsüz Prometheus; kimine göre ikiyüzlü, herkesi kandırmak isteyen bir takiyyeci; kimine göre ise eskiden beri savunduğu tezleri savunan bir uzlaşmacı, tipik bir “Şark politikacısı”dır vs. vs. Öcalan’ın tutumu konusundaki değişik değerlendirmeler; mahkemenin konumuyla ilgili olarak da söz konusudur.
Kimine göre mahkeme tümüyle hukuki kaygılarla hareket ederek Avrupalılara örnek olacak demokratik, hukuki bir yargılama örneği vermektedir. Kimine göre ise, “şehit aileleri”nin baskısı altındadır. Kimine göre; yargıçların iyi niyeti Öcalan tarafından istismar edilmekte, bir PKK propagandasının kürsüsü olarak kullanılmaktadır. Kimine göre, Öcalan’ın izlediği strateji mahkemeyi böyle aciz bir duruma getirmiştir vs. vs.
Ancak bütün bu “çok taraflı”, “çok renkli” değerlendirmeler içinde; gerçek adına çok az şey bulunduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü İmralı’daki mahkeme ve duruşmalar konusunda değerlendirme yapan çokbilmiş gazeteci takımı ve Kürt siyasi çevrelerine göre herkesin; Öcalan’ın, avukatlarının, PKK’nin, “şehit ailelerinin”, müdahil avukatlar kılığındaki “avukat” takımının, duruşmayı izleyen gazeteci erbabının, hatta sokaktaki vatandaşın bile bir Öcalan yargılaması “stratejisi” vardı da; devletin mahkemede devleti temsil eden yargıç ve savcıların bir “stratejisi” yoktu! En azından bundan kimse söz etmedi. Kimisi bunu bildiği halde, kimisi de olup bitene at gözlüğü ile baktığı için bu davanın asıl “stratejisinden, devletin “stratejisinden söz etmedi.
Yukarıdaki tabloya bakılınca şunlar da söylenebilir:
İmralı’ya mahkeme kuranların, bu mahkeme etrafında bir kamuoyu oluşturarak, kendi politikalarını hayata geçirenlerin bir “stratejisi” olduğundan; olup bitenin çok önemli bir bölümünün bu stratejiye hizmet edecek bir biçimde oluşan “kontrollü gelişmeler” olduğundan söz edilmiyor. Her şeyi Söyleyip de bunu söylemeyenler; yine bizzat mahkemeyi kurup yönetenler tarafından şaşırtılmakta, dikkatleri başka yönlere çekilmekte ya da oyunu sahneleyenler tarafından rol dağıtımında bunu görmemek üzere yükümlendirilmektedirler.
Kimi “uzman” ve “yorumcular” ile Kürt siyasi çevrelerinden yapılan değerlendirmelere bakarsak; Türkiye Cumhuriyeti devleti Öcalan’ı yakalamış ve sonra da onun amacına uygun olarak bir yargılama düzeni kurarak; Öcalan’ın barış ve insanlık konusundaki fikirlerini dünya kamuoyuna açıklaması için bir kürsü olarak kullanmasına izin vermiş ya da vermek zorunda kalmıştır! Sadece mahkeme heyeti de değil, devlet ve devlet güdümünde olduğundan kimsenin kuşkusu olmayan basın ve TV kanalları; Öcalan’ın fikirlerini, barış çağrılarını dünyaya duyurmayı başlıca görev edinmiştir! Yoksa pek çok kanalın, gün boyu; “yargıç sordu… Öcalan dedi…” ile başlayıp yeniden yeniden ekrana gelen diyalogları, sayısız günlük gazetenin pek çok sayfasını, duruşmada Abdullah Öcalan’ın söylediklerine ayırması başka nasıl açıklanır?
* * *
Gerçekte ise olup bitenlerin anlamı tamamen farklıdır.
Şöyle ki; İmralı’daki mahkemenin başlamasından bir gün önce bile genel kanı, mahkeme sırasında Öcalan’a söz verilmeyeceği, tutuklanalı beri çok ağır ve kötü koşullarda yaşayan Öcalan’a hiçbir savunma olanağının tanınmayacağı biçimindeydi. Mahkemenin başlamasıyla; bütün bu saptamaların boş ve sadece geleneksel DGM yargılamaları ve tutuklamalarına bakılarak çıkarıldığı da ortaya çıktı.
Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi heyeti; bu mahkemeye farklı misyonlar biçenlerin tersine mahkemeden önce ellerine ulaşan “Öcalan savunmasını” iyi okumuş ve yorumlamış olarak duruşmaya çıktı. Devletin geleneksel Kürt tezinin Öcalan’ın ağzından onaylanmasını sağlamaya çalıştılar ve bugüne kadar gerek Marksistler gerekse Kürt milliyetçisi çevreler tarafından öne sürülen Kürt sorununa ilişkin tezleri “mahkûm etmeyi” amaçladılar.
Nedir devletin geleneksel Kürt tezi? Söyleyeceklerimizin daha anlaşılır olması için kısaca ona değinelim:
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu hakkındaki resmi tezi; Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne kadar; “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” biçimindedir. Kürt sorunu denilen şey, emperyalistler tarafından uydurulmuş; Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın kimi hassasiyetlerinden (dinsel inanç, mezhep farklılıkları, dil farkı, yoksulluk, aşiretçilik vb. gibi) yararlanılarak, emperyalistler, kökü dışarıda kişiler ve örgütler tarafından halka dayatılmıştır.
Bu katı devlet tezi; sistem partileri tarafından, “bölge sorunu”, “feodal ilişkiler sorunu”, “geri kalmışlık ve işsizlik sorunu” biçiminde yeniden üretilerek “yumuşatılmış”; ekonomik-sosyal nedenlerle açıklanmaya, böylece Kürt kökenli emekçilere daha şirin, daha anlayışlı gösterilmeye çalışılmıştır. Siyasiler, sorunun bir Kürt sorunu olarak reddedilemeyeceği biçimde ortaya çıktığı durumlarda; “Kürt realitesini kabul ediyoruz” (1990’ların başında Demirel ve İnönü, başbakan ve başbakan yardımcısı olarak sorunu böyle gördüklerini açıklamışlardır) demişlerse de ilk fırsatta; “Kürt sorunu yoktur”a dönmüşlerdir. (Demirel, bugün “Kürt sorunu yoktur” diyor.)
Son 10 yıldır; Türkiye’yi yöneten güç odakları; zaman zaman şu ya da bu yana doğru eğilim gösterir görünseler de; özellikle devletin PKK karşısında inisiyatifi ele geçirmesinden beri ısrar ettikleri temel tez; “Kürt sorunu yoktur; terör sorunu vardır. Dış güçler; İran, Suriye, Yunanistan, Güney Kıbrıs, İtalya, yerine ve gününe göre de Almanya, Hollanda, Yugoslavya, Ermenistan gibi cümle dış güçlerin eli Güneydoğu’dadır. Ama ilk elde sorun PKK’nin yok edilmesidir.” Ve tabii bu tezin arkasından; “Bölgedeki ekonomik koşulların iyileştirilmesi”, “feodal kalıntıların temizlenmesi ve dış güçlerin kışkırtmalarına son verilmesi” gibi devletin yapacağı işler sıralanmaktadır.
İşte; İmralı’da kurulan mahkeme, öncelikle bu “devletin Kürt tezini Öcalan’a kabul ettirmeyi kendisine görev edinmiştir. Medyanın ve resmi propaganda odaklarının Öcalan’ın “1990’dan beri Kürt-Türk ayırımı yoktur. Türkiye’de düşünce özgürlüğü vardır. Siyasi özgürlükler vardır. Olan bir şeyi neden isteyelim. Kültürel haklar kısıtlıdır. Ben kültürel Atatürk milliyetçisiyim” gibi açıklamalarının üstüne atlamış olması elbette ki anlamlıdır.
Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve yakalanması ile mahkemede söyledikleri göz önüne alınırsa; Öcalan etrafında olup bitenlerin, bir “kontrol dâhilinde” devletin Kürt tezini doğrulayacak açıklamalar üstünden politika yapmaya yönelik olduğu açıkça görülür.
Öcalan’ın da devletin bu “stratejisinin farkında” olduğu; savunmasını da devlet ve mahkemenin bu isteğine uyumlu olarak yaptığı, gerek mahkemede söyledikleri gerekse “savunma” adlı 85 sayfalık metinde apaçık ortadır. Başka bir söyleyişle;’ Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması; yakalanmasından bu yana Öcalan etrafında olup bitenlerin bir kontrol dâhilinde ve belirli bir amaca hizmet etmek üzere düzenlendiğini; duruşmada Öcalan’ın söyledikleri ve söylemediklerinin de bu stratejiye uygun bir formatla sunulduğunu kabul etmek gerekir.
Öcalan ve PKK tarafından; uzunca bir zamandan beri sorunun Kürt sorunu olarak değil de PKK-Öcalan sorunu gibi ele alınması; özellikle Suriye’den çıkış sonrasında her şeyin “Öcalan’ın yaptıkları ve yapacakları sorunu” olarak ele alınmış olması; kuşkusuz ki bugün “Kürt sorunu yoktur, kimi kültürel haklar sorunu vardır” noktasına gelinmesini kolaylaştırmıştır. Çünkü devlet de; “Kürt sorunu yoktur. PKK ve Öcalan sorunu vardır” diyor. Duruş yerleri zıt olsa da “iki taraf” sorunu tarifte birleşmektedir. Nitekim Öcalan bugün kolayca; “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur. En azından Kürtlerin bugün karşılaştıkları sorunlar; uğruna savaşmalarına değecek sorunlar değildir” diyebilmekte; bu görüşünü de yıllardır savunduğunu iddia edebilmektedir.
* * *
Bu yazının amacı; ne bir Öcalan-PKK çizgisi eleştirisi ne de “Kürt sorunu”nun çözümüne bir “yaklaşım” getirmektir. Tersine; bugün, Öcalan yargılanması üstünden ülkeyi yöneten güç odaklarının yapmak istediklerini sergileyerek; son 2–3 yıldır, generallerin başını çektiği, uluslararası sermaye ve onların uzantısı olan yerli tekellerin programı olan ekonomik-siyasal yeniden yapılanma operasyonunun bir parçası olarak Öcalan yargılamasının oturduğu yeri göstererek, Türk ve Kürt kökenli emekçiler açısından gidişatın anlamını ortaya koymaktır. Ancak, Öcalan üstünde oluşturulan 15 yıllık kült, olup bitenin özellikle Kürt siyasi çevrelerince anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu yüzden de Öcalan’ın devletin üst kurumlarına mahkemeden üç gün önce gönderdiği; duruşmalarda baz olarak aldığı “savunma”sından bazı pasajları yorumsuz olarak aktararak; Kürt sorunun hangi zemine kaydırıldığını; MGK konseptiyle Kürt sorunu arasında nasıl bir bağlantı kurulduğunu göstermeye çalışacağız.
ABDULLAH ÖCALAN’IN SAVUNMASINDAN BÖLÜMLER
“En iyi, anlamlı ve mümkün olan özgürlük ve bağımsızlık, bu yer Kürdistan da olsa ancak Türkiye’nin genel Misak-i Milli sınırları içinde mümkündür. Bilimsel olarak da kanıtlamak zor değildir. Ayrılmış bir Kürdistan bitmiş veya bir gücün kuklası, işbirlikçilerin malikânesi olmaktan öteye gidemeyecek bir Kürdistan’dır. Ayrılmış bir Kürdistan halkın değil, yabancı ve işbirlikçilerin olabilir ki bu da hayaldir, ancak çıkar güçlerinin oyunu olarak sık sık tekrarlanır.
(…)
Sanıyorum, Türkiye’de tüm kesimlerin konsensüs sağladıkları en temel konu budur. Kimse sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bu açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça doksan ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihi aşamayla da, kanıtlanmaktadır. Ordu darbe yapmıyor. Ordu en demokratik görünen partilerden bile daha duyarlı, demokrasinin ölçütlerini hatırlatıyor. Günümüzde ordu ve demokrasi ilişkisi irdelenirken, herkes şahsı için alabildiğine demokrasi isterken ordunun gerçekten demokratik normların takipçiliğini üstlenmesi, şüphesiz ülkenin güvenliğiyle bağlantılıdır, ama sorumlu olduğu bu güvenliğin bile, ne kadar yakından demokrasiyle bağlantılı olduğunun görülmesinin de yüksek ve saygı duyulması gereken bir anlayış gereğidir. Bu açıdan da, aşamanın tarihi, demokratik nitelikte olduğunu görüyoruz.
Çözümün bizzat demokrasinin çarelerinin tükenmezliğinde görüldüğünü anlıyoruz. Bu, zorunlu olarak anlaşılmasaydı, darbe yapmanın önünde duracak bir güç olmadığını da biliyoruz. Ordu bugün demokratik aşamanın karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin teminat gücü konumundadır. Bu neden böyledir?
Çünkü sorunların demokrasinin özüyle çok bağlantılı, söz ve eylemi dışımla çaresi kalmadığından ötürü böyledir. Artık sorunları gücün halledemediği, daha da sora soktuğu, artık çözümün demokratik sistemin iç yaratıcılığında görülmesi gerektiği için böyledir. Türkiye için demokrasi, bir ihtiyaçtan öte, bir zorunluluk haline geldiğinden ötürü böyledir. Ordunun büyük bir özlemle yönlendirmede oynadığı bu rolü, şahsım adına doksan altıdan beri olumlu takdir ettiğimi ve yardımcı olmaktan başka çaremizin olmadığını da daha o günlerde belirttiğimi, tek taraflı ama başarılı yürüyemeyen ateşkes denemeleriyle ve giderek bu yönde çözüm arama konumuna girdiğimi de, tarihi bir gelişme olarak hatırlatma ihtiyacı duyuyorum.
(…)
… Dil ve kültür farklılıklarının demokrasi içinde, bağımsızlık içinde nasıl güçlendiğinin hem nedeni ve sonucu olduğunu çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. Herhalde Türkiye için de, dil ve kültür mozaiği olması açısından alınacak epey ders vardır. Kürt sorununun sonuçta bir dil ve kültür özgürlüğü sorununa indirgenebileceği göz önüne getirildiğinde, alınacak dersler gerçekten çarpıcıdır.
(…)
Demokratik sisteme veya onun devlet yapısına bağlı olduktan sonra, her parti çözüm gücünü zora başvurmadan bulabilir. Burada ne dini zorla benimsetme, ne devletin yapısını dağıtma ve parçalama da söz konusu değil. Din, düşünce ve onlara dayalı partiler devletin demokratik sistemini esas aldıkları için onun ölçütlerine uymayı da bilirler. Bilmediler mi demokrasinin kendini savunma hakkı doğar. Burada açık ki hangi inancı, düşünce ve onların partisel ifadeleri hangi toplumsal gruba dayanırsa dayansınlar bu ulus olabilir, etnik bir grup olabilir veya dini bir topluluk da olabilir, bunları söz konusu ederek devletin dayandığı sınırları zorlayamaz, buna gerek yok, çünkü çözmek iddiasında oldukları sorunu daha da zora sokar, dolayısıyla gereği de yoktur, sistemin içinde zaten çözüm olanakları vardır.
(…)
Sonuç olarak; Atatürk döneminin otoriter Cumhuriyet anlayışı kendi somut gerçeği içinde anlamını böyle buluyor. Neden liberal-demokratik yöne kayılmadı sorusu kadar, Kürt ayaklanmalarında, hele hele milli hareketinden ziyade -istisnalar geneli değiştirmiyor- dağınık, örgütsüz, ağa-reis-şeyh kuralına göre yürüyen bir toplumsal kesimden daha ileri bir gelişmenin çıkmamasının suçunu, hep, Cumhuriyete ve Atatürk’e yıkmak büyük yanlışlık ve haksızlık kadar, beraberinde birçok yaklaşım hatasını getiriyor, aşırı uç değerlendirmelere götürüyor. Bu da özellikle genelde aydınları, İslamcıları, sosyalistleri ye Kürt milliyetçiliğini büyük değerlendirme hatalarına, hatta hareketlerine götürüyor. Eğer bu söylenenler doğru olsaydı ve o dönemde maddi temeli bulunsaydı, herhalde bir başarıları da olurdu. Gerçek biraz da başarılı olandan yanadır. Gerçeği olanın başarısı olur.
(…)
Kürt ideolojik ve siyasi hareketlenmelerinin, bu cumhuriyetin kuruluş ve otoriter gelişmesini doğru yorumlayamamaları, içine düştükleri tüm trajedi ve yenilgilerinin temel nedenlerindendir. Bir özeleştiri olarak, doğrusunu bu dönem için şöyle dile getirmek doğruya daha yakındır.
(…)
Bu ilişki düzenin 19. yüzyıldan itibaren bozulmaya taşlamasında, İmparatorluğun Batı kapitalizmi karsısında gerilemesi, bölgeye özellikle Britanya İmparatorluğu’nun sızması, merkezi otoritenin artan vergi ve askerlik talebi bu bozulmada dolayısıyla günümüze kadar gelecek bir isyan sürecine yol açar. Çok tipiktir, diğer tüm kavimlerin isyanı başarıya ulaşmasına karşın bu isyanlar büyük çaplı olmalarına rağmen başarıya gitmemelerinde yine temel etken bünyedeki ortak vatan ve devlet anlayışı büyük rol oynuyor. İsyan edenlerin her zaman bir kolu zaten devletin yanında. Temelde kopma felsefesi ve siyaseti yok. Daha çok çıkar, taviz koparma hesabı var. ‘Bana vermezsen ben de şu dış güçle ilişkiye geçer, isyan ederim’ anlayışı hâkim. Bu Kürt isyanlarının tipik karakteri kadar talihsizliği, trajedisidir. Bu isyanları ileri, geri veya siyasi, milli saymak bile abartılıdır. Aslında özde böyle niyet taşımıyorlar. Bu daha çok bir örtü anlayışıdır. Yalın ağa-bey-reis-şeyh çıkarı, daha çok hanedan aile çıkarlarının yönlendirdiği ve çıkmazı derinleştiren Kürt halkının tarihine büyük acılar, katliamlar veren gelişmeye değil, baş aşağıya götüren özelliklere sahipler. Felsefesiz, siyasi program ve örgüt yoksunluğu aynı aile aşiret içinde bile her isyanda iki başlılık, askeri kuralları pek uygulamayan bu halleri ile yenilmekten kurtulamayan bu isyanları yeniden değerlendirmek büyük önem taşır. Aslında başarı inanç ve felsefede yok denecek kadar azdır. Kendiliğinden ve ilkeldir. Esasta da kim çok pay verirse gözü onda olan bir temel anlayışla bir önemli sonuca gidilemeyeceği açıktır. Trajedi, talihsizlik buradadır. İnsanın ‘Keşke bu isyanlar, bunların tarihi olmasaydı’ diyesi geliyor.”
Abdullah Öcalan’ın savunmasından alınan yukarıdaki pasajların her biri; Öcalan ve PKK’nin bugüne kadarki pratiğine dayanak yapılan bütün argümanları berhava etmektedir. İki taraftan bunca ölüm, bunca acı, sürgün ve yıkımdan sonra böyle bir noktaya gelinmesi elbette önemli sonuçları olacak bir gelişmedir. Bu çerçevede, “milliyetçilik-Kürt sorunu”, “Kürt sorunu-emperyalizm”, “işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi ile Kürt sorunu ilişkisi”, “Kürt sorunu ve Türkiye’de demokrasi mücadelesi”, “ulusal sorun ve sosyalizm”; “liberalizm, globalizm, Kürt sorunu ve demokrasi” gibi konular elbette yeniden tartışılacaktır. Ama bundan daha önemli gelişme ise; Öcalan’ın kendi teori ve pratiğini eleştirirken yaslandığı tezler ve güçler ile bu güçlerin amaçlarına “hizmet etme” konumudur.
Çok açık anlaşılacağı gibi; Öcalan savunması ve özeleştirisi, kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi, ‘Yeni Dünya Düzeni’nin anti-sosyalist “demokrasi”si üstüne “tezler” ile “MGK’nın konsepti”ne yaslanmaktadır. Kürt sorununu ele alış tarzından, çözümüne ilişkin söyledikleri ve Türkiye’de demokrasi ve ordunun rolüne ilişkin yaptığı değerlendirmeler; askerlerin politikaya müdahalesini iki yıldır hayranlıkla izliyor olması; Kürt sorununun düşmanlarını sayarken; “Türkiye’nin düşmanları”nı saymak için özel çaba harcaması; herkese bir şey söylerken Amerika ve İsrail’e ilişkin hiçbir şey dememesi, Öcalan’ın savunmasında hangi “konsept’le uyum sağlamayı gözettiğini açıkça göstermektedir.
Bütün bunlar ve mahkemenin izlediği “duruşma çizgisi” ve medyanın seferber ediliş tarzına bakıldığında; Öcalan’ın savunmasına Kürt sorununda bir görüşün iflas etmesinin ötesinde bir değer biçmektedir. Dahası ülkeyi yönetenler, Öcalan’ın ne Şemdin Sakık gibi “düşmesini” ne de bir kahraman olmasını değil; “dişi tırnağı sökülmüş”, ama yine de PKK ve yakını güçleri toplu olarak sermayenin saflarına, düzeni yenilemenin saflarına çekecek bir “lider” olarak kalmasını istemektedirler, idam edilse bile böyle bir imajdan yararlanmayı hesaplamaktadırlar. Çünkü Öcalan, globalizmden demokrasi sorununa, Türkiye’deki özgürlüklerden Kürtlerin kültürel sıkıntılarına kadar her sorunda; sistemin yeniden yapılandırılması için koçbaşı rolü oynayan MGK’nın politik-pratik hattında birleşmeye çağrı yapmaktadır. Bu ise; Kürt emekçilerinin, Kürt devrimci demokratik güçlerinin, bir zaman PKK’yi, HADEP’İ desteklemiş Kürt yığınlarının MGK’nın sistemi yenileme operasyonunun arkasına geçirilmesinin yolunun açılmasıdır. İmralı’da Öcalan’ı yargılamak için mahkeme açanların asıl amaçlan budur. Ve Öcalan’ın söylediklerinde keramet arayanlar da, devletin mahkemedeki amaçlarının üstünü karartanlar da bu amaca hizmet etmektedir. Kimisi isteyerek, kimisi de farkında olmadan tabii ki.
Kısacası, MGK ve arkasındaki güçler; nasıl ki iki yıldan beri, “şeriatçılık-laiklik”, “bölücülük-Atatürkçülük-milliyetçilik” üstünden ilerici demokrat çevre ve odakları bölüp önemli bir kesimini dağıtarak, geri kalanları da düzeni yenileme çabalarının arkasına takabilmişlerse; şimdi Öcalan’ın yargılanması da aynı amaçla kullanılmakta, Kürt emekçilerinin en uyanmış, en diri kesimleri, Öcalan-PKK sorunu üstünden sisteme bağlanmaya çalışılmaktadır. Asıl tehlike budur.
Türkiyeli sosyalistlere, devrimcilere, ilericilere asıl düşen de; bu gerçeğin üstünü açmak, Kürt kökenli emekçilerin gerçekleri görmesi için çaba harcamak, sermayenin sisteminin yeniden yapılandırmasında onları dayanak olarak kullanmasını önlemek için gayret sarf etmektir. Ki bu durum, Kürt emekçileri arasında ve ilerici, demokrat Kürt çevreleri içinde yoğun bir fikir mücadelesini, sistemli bir aydınlatma faaliyetini zorunlu kılar.
Gelişmelerin seyri göz önüne alındığında; önümüzdeki günlerde “Öcalan yargılanması ve savunması” üstünden Kürt emekçilerin uyanan kesimlerini yedekleme çabalarına karşı mücadele; milliyetçilik ve şovenizme karşı mücadele ile birleşecek ve onun kadar önem kazanacaktır demek bir abartı olmayacaktır.
Haziran 1999