Küreselleşme ve gençlik

Süregiden sınıf mücadelesinin geleceğine atıfta bulunan bir formülasyon vardır: Gençliği kazanan, geleceği kazanır. Her ne kadar mücadelenin ‘taraflarına’ savaşın haritası üzerindeki stratejik nokta için yol gösteriyor gibi görünse de, asıl olarak bu formülasyon mücadelenin işçi sınıfı ‘taraf’ında bulunanlarca sık sık vurgulanır ve onun politik örgütü tarafından da bu alana özel bir önem verilir. Çünkü burjuvazi için yeniden kazanılacak bir gençlikten çok, çeşitli türden sapkın ve yanlış düşünce ve yaşam tarzlarıyla ideolojik hegemonyası altına aldığı gençlik kesimlerini işçi sınıfı tarafına ‘kaptırmama’ mücadelesi vardır; geleceğin sınıfsız, sömürüsüz dünyasının yaratıcısı işçi sınıfı içinse bu kaçınılmaz hedefi yakınlaştıracak önemli bir denge unsurunu kendi safına kazanma savaşı. Bu mücadelede iki sınıf, gençlik kitlelerinin her hareketlenmesinde iki farklı tarzda; burjuvazi, sınıf mücadelesinin diğer alanlarından gençliği yalıtarak, işçi sınıfı ise sınıf mücadelesine çekmeye çalışarak kendi ideolojilerini ve kendi çıkarlarını gençliğin ideolojisi ve çıkarı haline getirmeye çalışırlar.
Emperyalizmin, saflarından kaptırmamak için ‘küreselleşme’ demagojisiyle gençliğe vaat ettiği ‘sınırları kaldırılmış’ dünyanın nasıl bir dünya olduğuna yakından bakalım.
Sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da ortadan kalkmasıyla ‘ebedi’ egemenliğini sağladığını düşünen kapitalizm, dönemsel olarak bugüne kadar kullandığı sistem söylemlerine bir yenisini ekledi ve hızla propagandasına girişti: Küreselleşme. Artık Yeni Dünya Düzeni’ne geçmiştik ve o eski ‘ayak bağı’ olan bütün şeylerden kurtulmuştuk. Artık önümüz açıktı, ‘müreffeh kapitalizm’ dizginsiz işe koyulabilirdi. En çok da gençlik için geçerliydi bu. Sosyalizmin, gençliğin ‘özgürlüğünü kısıtlayan’, onun toplum için, toplumla birlikte var olmasını zorunlu gören, bu yönde teşvik eden bakış açısının köküne de dinamit koymak gerekiyordu. Bütün olanaklar bunun için seferber edildi. Eğitimden iletişime, edebiyattan felsefeye bütün alanlar bu uğraşının alanıydı artık. Gençlik hızla paylaşımcı, yurtsever, halkına bağlı, devrimci politik görüşlerden, hatta tümüyle politikadan uzaklaştırılmaya, bunun yerine bireyci, bilinemezci, nihilist, piyasacı, postmodern vs. çeşitli türden burjuva görüşler ve onların türevleri ile biçimlendirilmeye çalışıldı. Çünkü emperyalizm ’68’ler gibi bir kabusu bir kez daha yaşamak istemiyordu.
Emperyalizmin gençliğe yönelik saldırıları gün geçtikçe daha ‘küresel’ bir karakter kazanıyor gerçekten de. Kapitalizmin anavatanı Avrupa’dan emperyalizmin büyük patronu ABD’ye, az gelişmiş ya da gelişmekte olan bağımlı ülkelerden (Latin Amerika ülkeleri, Türkiye, eski Doğu Bloğu ülkeleri vs.), açlık ve yoksulluğun batağında olan Afrika ülkelerine kadar dünyanın dört bir yanında gençlik hedef tahtası durumunda. Propagandanın ve saldırının biçimi bölgelere göre farklılık gösterse de içeriği değişmiyor: Artık küreselleşme çağındayız ve kapitalizmden başka seçeneğin yok.
Emperyalist saldırı gençliği her alanda kuşatmış durumda. Dünyanın her tarafında ucuz işgücü denince akla kadınlar ve çocuklarla birlikte gençler geliyor. Yaşamının en verimli çağında, toplumsal gelişme için büyük ve son derece dinamik bir potansiyel barındıran genç işçiler, ağır sömürü koşullarında ve karın tokluğuna bile denemeyecek ücretlerle kapitalizmin azgın kar hırsının kurbanı yapılıyorlar. Sözde sınırları kaldıran küreselleşmenin gerçekte sadece sermayenin kâr dürtüsünün sınırlarını kaldırdığını kanıtlar nitelikte bu yaşananlar. Yoğun sermaye ihracı ile dünyada egemenlik altına alınmadık alan bırakmayan emperyalist kapitalizm, özellikle fakir ve az gelişmiş ülkelerin gençliği başta olmak üzere milyonlarca genci uluslararası tekellerin devasa karları uğruna ortaçağın köleleri gibi çalıştırıyor. Bir yandan da milyonlarcasını işsizliğe mahkûm ederek hem çalışan nüfus üzerinde Demokles’in kılıcı gibi kullanıyor, hem de işsiz gençleri yaşamdan kopartarak uyuşturucuya, bunalıma, intihara sürüklüyor. Bütün dünyada işsizlik oranı son 50 yılın en yüksek rakamlarına ulaşmış durumda. Bırakın sömürge ülkeleri, ABD, Almanya, Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde bile işsizlik % 10’ları geçiyor. Bu sayıların büyük bir kısmını ise 15–24 yaş arası genç nüfusun oluşturduğu biliniyor. İşsizlikten bunalan gençler ise çaresiz kaldıkları anda intihara yöneliyorlar. Şu rakamlar son derece çarpıcıdır: Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre intiharlarda dünyada son 45 yılda % 60 oranında artış var. Bunların en yoğun görüldüğü yıllar ise ’94 sonrasındaki yıllar. Almanya’da her 40 saatte bir ölümle sonuçlanan intihar vakası oluyor. DİE verilerine göre Türkiye’deki intiharlarda artış oranı % 300 (2000’e kadar olan bu verilere 2001 Şubat krizi sonrasındakileri de eklediğimizde bu oran ikiye katlanacaktır).
İşte ‘küreselleşen dünyada’ kapitalizmin cenderesine sıkıştırılmış gençlik! Bir yandan büyük kısmı işsizliğe, geleceksizliğe ve eğitimsizliğe mahkûm edilirken, bir yandan da ‘şanslı’ denilen küçük bir kesimi ise gördüğü eğitimle yeniden sermayenin çıkarlarının devamını savunur duruma getiriliyor. Eğitim uluslararası tekellerin istekleri doğrultusunda tüm dünyada yeniden yapılandırılıyor. IMF, DB, DTÖ gibi emperyalist kurumların toplantılarının ana gündem maddelerinden birini hep eğitim ve finansmanı gibi sorunlar oluşturuyor. Çözüm önerileri ise hep aynı kapıya çıkıyor: Eğitimin toptan özelleştirilmesi, sadece egemen sınıfların çocuklarının okuyabilir duruma gelmesi, müfredatların sermaye lehine koşulsuz düzenlenmesi. GATS’ta açıkça ifade edilen bu istekler, ülkelerin hükümetleri tarafından yasa tasarıları haline getiriliyor (geçen sene ülkemizde de gündeme gelen YÖK Yasa Tasarısı gibi) ve eğer ciddi engellerle karşılaşmazsa devreye sokuluyor. Böylece, emekçi sınıflardan, gençliğini eğitimsizliğe mahkûm ederek, bilgiye ulaşma olanağı alınmak isteniyor; aynı zamanda da bütün bir eğitim sistemi de kapitalizmin devamını sağlayacak şekilde düzenlenmek isteniyor.
‘Küreselleşme’ balonu, en yoğun etkisini belki de medya aracılığıyla saçıyor gençliğin üstüne. Emperyalist yayılmacılık, bir garantör olarak kültürel hegemonyasını pekiştirmek ve yoz emperyalist kültürle genç kesimleri çepeçevre sarmakla belki en etkili silahını kullanıyor. MTV, Coca Cola, McDonald’s, best-sellers, Spielberg filmleri, Nokia’nın yeni modelleri vs. Bunlar, gençleri avlamak için her ülkede en çok kullanılan, klişeleşmiş yoz ürünlerden birkaçı. Basın yayın organlarını ya da daha genel anlamıyla ‘piyasa’yı takip etme fırsatı bulabilen gençlik kesimleri bu kültür öğeleri ile yatıp kalkıyor ve düşünüş ve yaşayış tarzını bunlar biçimlendiriyor. Amerikan yaşam tarzı gençliğin çekim merkezi yapılmaya çalışılıyor.
Peki, bu her türden saldırıya karşı gençliğin mücadelesi ne durumda ve nasıl olmalı?
Öncelikle şunu tekrar vurgulamakta yarar var: Gençliğin kazanılması mücadelesi sınıf mücadelesinin alanlarından birisi ve dolayısıyla verili koşullardaki sınıflar-arası güç dengelerinin ve mücadelenin seyri ile birebir ilişkisi bulunmaktadır. Bu yüzden, nasıl ki sınıf mücadelesine yön vermek isteyen güçler açısından yanlış eğilimler ve bunun yanında bir tane doğru eğilim varsa, gençliğin mücadelesi için de bunu böyle görmek gerekir. Küreselleşmeyi ‘çağımızın nesnel bir gerçeği ve önlenmesi mümkün olmayan realitesi’ sayarak yola koyulursanız, gençlik mücadelesi için öngördüğünüz rota da buna göre belirlenmiş olur. Ya da küreselleşmenin karşısında milliyetçi siyaset tarzını çözüm olarak koyduğunuz anda, gençlik politikanızın içeriğini de bu belirliyor demektir.
Öncelikle gençliğin emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluşunun hangi politikayla ve hangi araçlarla gerçekleşebileceğine ilişkin öne sürülen çözüm yollarına kısaca bakmakta fayda var.
Küreselleşme karşısında sağdan ve ‘sol’dan yükselen milliyetçi söylemler gençliğin günümüzdeki taleplerini karşılamak ve onu yaşanılan yozlaşmadan kurtarmak konusunda hayli yetersiz kalıyor. Emekçi sınıfların öğrenmeye, araştırmaya, kardeşliğe ve kültürler arası iletişime en açık kesimini oluşturan gençliğin giderek artan enternasyonalist paylaşım isteği (son yıllarda değişik ülkelerde, ’98’de de Türkiye’de Bergama’da yapılan enternasyonal gençlik buluşmaları buna bir örnektir) ve iletişim teknolojilerinin gelişmesiyle yabancı kültürleri tanıma olanağına sahip bulunan gençlik kesimleri için milliyetçi söylemler etkisini yitirmiş bulunmaktadır. Ancak yukarıda saydığımız olanaklara ulaşma şansı bulamayan milyonlarca genç için bu etki azalsa da devam etmektedir.
Küreselleşmeyi ‘önlenemez’ bir süreç olarak sunan çevreler ise gençliğin de kendisini bu süreç içerisinde eritmesini ve kendisini ‘piyasa’ koşullarına adapte etmesini salık vermektedirler. Gençlik için ülkemizdeki üniversitelerde de yaygın olarak düzenlenen ‘kariyer günleri’, televizyonlardaki ya da sinemalardaki ABD’nin barış meleği rolünü anlatan filmler, radardaki post-modern içerikli (daha doğrusu içeriksiz) kitaplar vs. gibi emperyalist kültürü yaygınlaştıran öğeler bu çevrelerce, ‘eleştirilebilecek ancak alternatifi bulunmayan, aksini iddia etmenin dinozorluk ve sığlık’ olduğu çağdaşlık kriterleri olarak sunuluyor. Görece ‘entelektüel’ tartışmalar yürüten ve yer yer üniversite kürsülerini de işgal eden bu kesim için gençliğin emekçilerle arasındaki bağ ve toplumsal süreçlerde nerede durduğu gibi bir sorundan da zerrece iz bulabilmek mümkün değildir.
Yaşanan sürece gösterilen tepkilerin bir çeşidini de kendilerini ‘küreselleşme karşıtları’ diye nitelendiren çevreler oluşturmaktadır. ‘Küresel saldırı, küresel direniş’ gibi oldukça ‘heyecan verici’ bir sloganla en çok da gençliğe seslenen bu gruplar, her ne kadar ülkemizde oldukça etkisiz durumda olsalar da özellikle Avrupa’da Troçkist, anarşist vb. çeşitli çevreler halinde ortaya çıkmaktadırlar. Özellikle Seattle, Prag, Cenova gibi eylemlerde sesini duyuran bu gruplar, eylemlere katılan on binlerce emekçiyi değil de daha çok bu grupların yaptığı aşırılıkları ön plana çıkaran medyanın aracılığıyla gençlik kitlelerinin bir kısmına çekici gelebilmektedir. Kapitalizmin kendisine değil daha çok sonuçlarına itiraz eden bu gruplara katılan gençler daha çok ‘macera’ ihtiyaçlarını giderme adına yaptıkları birtakım eylemlerden sonra genellikle apolitikleşerek bir kenara çekilmektedirler. Dolayısıyla şu tespiti yapmak abartı olmayacaktır: Bu gruplar gençlik içerisinde uyanan ‘anti-kapitalist’ eğilimleri köklü bir kapitalizm karşıtlığından uzakta tutarak mücadele isteğini sönümlendirmektedirler.
Emperyalizmin son derece sistemli ve açık bir sınıf tavrı taşıyan bu saldırıları karşısında yapılması gereken de tüm bu ara sınıf eğilimlerine, havada kalan, gençliğin dinamizmini ve yenilenme isteğini başka yerlere kanalize eden mücadele yöntemlerine karşı gençliğin sınıf siyaseti ile birleştirilmesi ve ‘küreselleşme karşıtlığı’nın da buradan tanımlanmasıdır. Bir yandan işsizliğe, eğitimsizliğe ya da gerici eğitime, gelecek yoksunluğuna itilmiş geniş gençlik kesimlerinin gasp edilen haklarını savunmak ve bunları işçi ve emekçilerin talepleriyle buluşturmak, bir yandan da içeriği boşaltılmış kültür dünyasını gençlik içerisinde Marksizm’in rehberliğinde yeniden ve yeniden kurarak emperyalizmin gençliğe yönelttiği saldırıları boşa çıkarabilir ve geleceği kazanma mücadelesine ivme kazandırabiliriz. Dünyada emperyalizme karşı yükselen öfke ve gençliğin ’68’lerdeki gibi yeniden ön safları tutma eğilimi taşıması, bu politikanın gelişmeye ne kadar açık ve gençlik kitleleri içerisinde mayalanmaya ne kadar elverişli olduğunu gösterir niteliktedir. Geçen sene özellikle Almanya, Yunanistan, Paraguay gibi ülkelerde gençliğin iş ve eğitim talepleriyle ve savaşa karşı yüz binler halinde sokağa çıkması, ülkemizde de YÖK Yasa Tasarısı’na karşı verilen mücadele, 1 Mayıslarda alanın yarısını gençliğin oluşturması vb. birçok örnek, dünyadaki genel gidişat ve birçok akademisyenin vurguladığı gibi emekçilerin yüzünü yeniden sosyalizme dönmesi ile birleştirildiğinde önümüzdeki yıllarda, kitlesellikte ’68’i aratmayacak bir gençlik hareketinin olabilirliğini göstermektedir.
Burjuvazi uluslararası ölçekte gençliği kendi saflarında yedeklemiş gibi görünebilir. Bu ‘nesnel’ durumu gören birçok çevre bundan dolayı umutsuzluğa kapılıyor. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Emperyalizm batağa doğru sürüklendikçe daha da saldırganlaşmaktadır. Bunun karşısında ise işçi sınıfı sürüldüğü geri mevzilerden kurtulma alametleri göstermektedir. Kapitalizm krizler arasında salındıkça dünya halkları ve proletarya kurtuluş bayrağını daha yükseklere doğru çekmektedir Bu mücadelede önemli belirleyenlerden biri olan gençliği kazanma konusunda burjuvazi önemli bir mesafe kat etmiştir. Ama gençlik, ‘zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan’ sınıfın kazanacağı yeni dünyanın kendi dünyası olduğunu görmekte gecikmeyecek.

Nükleer Santral ve Enerji Politikaları

Son 30-35 yıldır belirli aralıklarla gündeme getirilen nükleer santral kurulması meselesi tekrar ülke gündeminde yer buldu. En fazla yolsuzluğun yaşandığı enerji alanından yine kötü kokular yükselecek gibi duruyor.

Elektrik Piyasası Kanunu’nda yapılan değişiklikle, elektrik dağıtımının özel şirketlere devredilmesinin önü açılarak, GATS gibi anlaşmalarda taahhüt edilen liberalleştirme ve serbestleştirme hedefi için yeni bir adım atılmış oldu. Bunun yanı sıra “elektrik enerjisi üretiminde kaynak çeşitliliği” bahanesi ile 10 yılda 5000 MW’lık enerji kapasitesi sağlayacak 3 nükleer santralin kurulması planları yapılıyor. Nükleer santral yapımı için 11 şirket başvuru yapmış durumda. Önümüzdeki haftalarda hükümet ihale sürecini başlatacak yeni adımlar atmak istiyor. Bu durumda, nükleer santrallerin halka ve ülkeye ne getirip ne götüreceği, eskisinden daha yakıcı bir sorun olarak önümüze geliyor.

Yıllardır, nükleer santralin her gündeme gelişinde, özellikle çevreci grupların tepkileri ön plana çıkıyor. Ancak nükleer santral meselesini sadece çevre boyutuyla ele almak, sorunun eksik tanımlanmasına yol açacak ve yeni soruları beraberinde getirecektir. Enerji-çevre dengesinin sağlanması sorununda alınacak tutum da doğrudan doğruya toplumsal yapı ile ilişkilidir.

Enerji sorunu şu anda dünyadaki emperyalist kapışmanın başlıca gündemi durumundadır ve daha uzun yıllar bu konumunu kaybetmeyeceği aşikardır. Elektrik enerjisi alanında da giderek daha fazla serbestleştirme politikaları hayata geçirilmektedir. Bunu takip edecek olanın ne olduğu ise bellidir: Tekelleşme, ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının uluslararası tekellerin tam hakimiyeti altına girmesi, daha fazla yoksullaşma ve bağımlılık.

Uzunca bir süredir elektrik enerjisi alanını liberalleştirme peşinde olan ve attığı bütün adımları buna göre ayarlayan Türkiye egemenleri ve enerji bürokrasisi bu planın yeni bir aşamasında bulunuyor: Uluslararası nükleer enerji şirketlerinin eskimiş ve rağbet görmeyen teknolojisini Türkiye’ye getirmek ve halkın parasını bir kez daha tekellere aktarmak. Gerekçe ise, “büyüyen” Türkiye’nin gelecekte oluşacak enerji açığını kapatabilmek olarak gösterilmektedir.

“Eğer gerçekten de bir enerji darboğazına gireceksek, bazı riskler göze alınarak nükleer santraller denenemez mi?” şeklinde bir soru sorulabilir. Enerji kaynaklarının kıt olduğu, kaynak çeşitliliğinin bulunmadığı ülkeler için belki bu tartışmanın bir anlamı olabilir. Ancak ülkemizdeki elektrik enerjisinin mevcut durumuna baktığımızda, bu sorunun gereksiz hale geleceği görülecektir.

1960’lı yıllardan bu yana, gerek iç gerekse dış merkezlerdeki nükleer temsilcileri, farklı platformlarda farklı gerekçeleri dile getirerek, ülkemizin elektrik üretiminin nükleer santrallerle çeşitlendirilmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Gerekçeleri farklı da olsa, elektriğin nükleer santral ile çeşitlendirilmesi iddiaları, 1990’dan sonra daha sık dile getirilmeye başlandı. Uygulamaya geçmek üzere, 1998 yılında ihaleler açıldı, ancak ihaleler, genişleyen halk muhalefeti nedeniyle, 2020 yılından sonra gündeme alınmak üzere, iptal edildi. Buna rağmen, AKP hükümeti, 2012’de devreye alınmak üzere, 1500’er MW’lık üç adet nükleer santrali 2005 yılında programa dahil etmiştir. Programa alınan santrallerin tesis yeri için çeşitli illerin ismi geçmesine rağmen, ilk nükleer santralin, Sinop İnceburun’da kurulacağını yetkililer halkımıza müjdelemiştir!

Peki nükleer santral kurulması gerçekten de Türkiye için elzem mi? “Elektrik enerjisi üretiminin nükleer santraller ile çeşitlendirilmesi”ne gerçekten ihtiyaç var mı? Yoksa bu proje yine uluslararası tekellerin kârı uğruna mı gündeme getiriliyor? Bu sorulara cevap verebilmek için Türkiye’nin mevcut elektrik enerjisi durumuna ve arz-tüketim dengesinin gelecekte nasıl olacağına bakmak gerekiyor.

 

ELEKTRİK ENERJİSİNDE MEVCUT DURUM

 

KURULU KAPASİTE VE YILLIK ÜRETİM

2004

KAPASİTE

FİİLİ

KAPASİTE KULL.

KURULU (MW)

ÜRETİM (GWh)*

ÜRETİM (GWh)

ORAN %

TERMİK ENERJİ

Kömür

8923

58391

34558

59

Akaryakıt

3202

21167

9800

46

Doğalgaz

12640

94867

59098

62

Diğer

27

207

76

37

Toplam

24792

174632

104462

60

Jeotermal ve rüzgar enerjisi

34

156

151

97

Hidroelektrik enerji

12654

45435

46084

102

Genel toplam

37460

220223

150018

68

 

 

Yukarıdaki tablo TEİAŞ kaynağından alınan mevcut üretim kapasitesini ve kaynaklara göre dağılımı göstermekte olup, kaynak çeşitliliğinin yetersizliği, ülke kaynaklarının yeterli değerlendirilmemesi ve özelleştirme uygulamaları nedeniyle ortaya çıkan durumu bütün çıplaklığıyla göstermektedir. Zira, üretimin büyük kısmının doğalgazdan karşılandığı görülmektedir.

Bu tabloyu okumadan önce ülkemizin yerli kaynaklarına bakacak olursak;

– Ülkemizin 1.1 milyar ton taşkömürü, 8.3 milyar ton linyit rezervi olup; 2004 rakamlarına göre, 1.9 milyon ton/yıl taş kömürü, 46.1 milyon ton/yıl linyit üretimi yapılmaktadır. Ülkemizin kaynakları 9655 MW kömür santrali daha devreye alabilecek imkanı vermekte olup, devreye alınabilecek santrallerle kömüre dayalı santral gücünün 18000 MW olması imkanı mevcuttur.

– Ülkemizin hidrolik kaynağına bakılacak olursa, brüt 433 milyar kWh/yıl, teknik potansiyel 216 milyar kWh/yıl, ekonomik potansiyel 130 milyar kWh/yıl kapasitemiz olup, işletmedeki 12619 MW kurulu güçteki 136 adet HES hidrolik potansiyelin % 35’ine, inşaat halindeki toplam 3129 MW’lık 41 adet HES hidrolik potansiyelin % 8’ine, gelecekte yapılacak 20394 MW’lık 497 adet HES hidrolik potansiyelin % 56’sına tekabül etmektedir.

– Ülkemiz, rüzgar enerjisi bakımından, teknik olarak 83000 MW, ekonomik bakımdan 10.000-20.000 MW potansiyel güce sahiptir. Ayrıca, zengin jeotermal kaynaklara sahip olmamızın yanında güneş yönünden de ülkenin büyük bölümü zengin bir potansiyele sahiptir. Bunlara ek olarak, üç tarafı denizlerle çevrili olmasının sağladığı dalga enerjisi olanağı, enerji ormanı, biyokütle ve hidrojen enerjisi gibi enerji çeşitleri değerlendirilmeyi beklemektedir. Ancak, bu alanlarda araştırma ve geliştirme çalışmalarının sözü dahi edilmemektedir.

– Normal işletme koşullarında % 7-8 civarında olması gereken teknik kayıplar, enerji üretim, iletim ve dağıtım tesislerinin bakım, onarım ve yenileme çalışmalarının yeterince yapılmaması ve ilave tesislerin yeterince kurulmaması nedeniyle % 19 – 20’lerde seyretmekte olup, bu da, şebekeye sunulan enerjinin fazladan % 11 -12’sinin kaybolması anlamına gelmektedir. 2005 yılında şebekeye verilen enerjinin 160 milyar kWh olduğunu düşünürsek, 18 milyar kWh civarında bir enerjinin fazladan kaybolduğu ortaya çıkmaktadır. Sanayiden meskene, imalattan aydınlatmaya kadar bütün enerji tüketim alanlarında tasarruf teknolojisi uygulamaları gerçekleştirilmediğinden, tasarruf edilebilecek büyük miktarda enerji boşa gitmektedir.

Hal böyleyken, Türkiye’nin uzun dönem elektrik arz tahmini TEİAŞ’ın üretim planlaması tablosuna göre aşağıdaki gibidir.

 

YIL

2010

2015

2020

Yağışlı

Kurak

Yağışlı

Kurak

Yağışlı

Kurak

Santral Tipi

MW

Milyar kWh

MW

Milyar kWh

MW

Milyar kWh

Termik

30583

211

211

45693

314

314

62273

425

426

Yenilenebilir

18234

62

46

25670

89

60

37076

118

77

Toplam arz

48817

273

257

71273

403

374

96349

544

503

 

 

Elbette ki böyle bir tahmin, ülkenin sanayi, tarım, turizm, kentsel ve kırsal yerleşim programları ile birlikte yapılırsa bir anlam ifade etmektedir. Ancak yapılan tahminler gerçek tespitlere değil, hayali senaryolara dayandığı için enerji tahminleri de çok inandırıcı olmamaktadır.

 

NÜKLEER SANTRAL KİMİN İÇİN?

1950’li yıllarda çok ucuz enerji kaynağı olarak tanımlanan, bütün dünya ülkelerinde tesis edileceği ve işletileceği söylenen nükleer santrallerden toplu bir kaçış vardır. 1974 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) hazırladığı rapora göre, 2000 yılında dünyada 4500 adet nükleer santral olacağı tahmin edilirken, 2005 yılı sonu itibariyle, bu sayı 433 adettir. Dünyada, gelişmiş ülkelerde daha fazla olmak üzere, nükleerden hızlı bir kaçış vardır. ABD ve Kanada’da 1978 yılından, Almanya’da 1982 yılından itibaren yeni bir nükleer santral siparişi yoktur. Öte yandan, Fransa 1997’de, 2010 yılına kadarki nükleer santral programını askıya almıştır. İspanya ve Belçika da, işletmedeki nükleer santrallerini kapattı veya inşaatı biten santrallerini devreye almadı. Çernobil kazasından sonra, Endonezya, Tayland, Vietnam, Küba, Avustralya, Norveç, İsviçre ve Hollanda gibi ülkeler nükleer üretimlerini yavaşlatmaya veya terk etmeye başladılar. 2020’de, nükleer enerjinin dünyada elektrik üretimindeki % 16’lık payının % 8’lere düşeceği tahmin edilmektedir.

Toplumların nükleer santrallere karşıtlığının sebebi sadece Çernobil kazası olmayıp, Çernobil’den önce ve sonra oluşan ve çevreyi ve insan sağlığını tehdit eden arızalar da önemli rol oynamaktadır. Nükleer santrallerin insanlık ve çevre için güvenli olmadığı ve bu yüzden çok fazla önlem alınması gerektiği, bunun da maliyeti büyük miktarda artırdığı artık sır olmaktan çıkmıştır.

Nükleer enerji, nükleer lobiciler tarafından sunulduğu gibi, ucuz değildir. Nükleer santraller, riskleri ve atık sorunu göz ardı edilse dahi, pahalı tesislerdir. 1000 MW’lık bir nükleer santralin kurulumu ortalama olarak 2.5 milyar dolar civarında olup, üretilen enerjinin ortalama maliyeti 7.2 cent, tüketiciye maliyeti ise 12 cent civarındadır. İngiltere’de buna yaklaşık fiyat belediye tarafından sübvanse edilmektedir. Diğer taraftan, ömrünü tamamlayan santralin sökümü de, kurulum maliyetine yakın miktarlarda maliyetler getirmektedir.

Nükleer santrallerin atık sorunu çözülememiştir. Zira ortalama gücü 1000 MW olan bir nükleer santralden, yılda 27 ton civarında yüksek düzeyli, 250 ton civarında orta düzeyli, 450 ton civarında da düşük düzeyli atık üretilmekte olup, bu atıklar ile yakıt çubukları 40 yıl boyunca reaktörde veya havuzlarda bekletildikten sonra, yeraltına gömülmektedir. Nükleer atık sorunu sağlık ve çevre açısından büyük tehlikeler getirmesinin yanında, atıkların imhası da büyük maliyetlere yol açmaktadır.

Nükleer yakıtın üretimi ve zenginleştirilmesi için gelişmiş teknolojiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu faaliyetleri ise, 4-5 gelişmiş ülke yapabilmektedir.

 

NÜKLEER ENERJİ VE TÜRKİYE

Bu genel bilgilerden sonra ülkemize bakacak olursak…

Ülkemizdeki elektrik enerjisi üretiminde özelleştirme politikalarının sonucunda çok başlılık oluşmuş; YİD (yap-işlet-devret), Yİ (yap-işlet), İHD (işletme hakkı devri) uygulamaları ve AL veya ÖDE anlaşmaları ile yerli kaynaklara dayanan üretimden uzaklaşılarak, üretimin % 60’ının doğalgaza dayandığı bir tablo ile, dışa bağımlılık katlanmıştır. Nükleer santrallere dayalı üretimler, yakıtın ve teknolojinin dışarıdan alınması nedeniyle, dışa bağımlılığı daha da artacaktır.

Ülkemizde, “gelecek sene karanlıkta kalacağız”, “öbür sonbaharda sıkıntı çekeceğiz” gibi toplumu ikna etmeye yönelik beyanatlar sık sık tekrarlanmaktadır. Başbakanlığın elektriğinin kesilmesinin nedenini enerji yetersizliği ile açıklanması hafızalardadır. Abartılı enerji tahminleri ile ülkemizin enerji politikalarının yanlış yönlendirilmesi sonucunda, elektrik enerjisi pahalı üretilmekte, üretilen ve şebekeye verilen enerjinin % 10 fazlası, yatırımsızlıktan, projesizlikten ve taşeron uygulamalarından dolayı kaybedilmektedir. Kaybedilen enerjinin (18 milyar kWh) sözü edilen 2 veya 3 nükleer santralin üreteceği enerji miktarından (tahminen 10 milyar kWh’ın altında) yüksek olduğu düşünüldüğünde, daha pahalı ve daha riskli olan yatırıma yönelmenin akıllıca olmadığı görülmektedir.

Ülkemizde, Çernobil kazasından sonra, çay ve fındık ürününün çok büyük kısmının halka yedirilip içirildiği, 1999 yılında İkitelli’de nükleer atığın hurdacılarda arandığı, Sinop kıyılarında nükleer atık varillerinin sahile nasıl geldiğinin daha izahatının bile yapılamadığı düşünüldüğünde, kurulacak olan nükleer santralin atıklarının nasıl ve ne şekilde muhafaza edileceği tam bir muammadır.

Ülkemizin enerji politikaları genel politikalardan farklı değil onun bir parçası olduğu için, batma noktasındaki nükleer santral sektörünün kurtarılması ve eskimiş teknolojinin büyük paralarla alınması pahasına, tekellerin ülkemizdeki her noktadaki savunucuları ile hükümet yetkilileri, verilen talimatlara uygun bir şekilde ülkeyi pazarlama yöntemini hayata geçirmektedirler.

Bu politikaları hayata geçirirken, tapındıkları serbest piyasa balonu yine patlamaktadır. Her hizmetin piyasa koşullarına ve rekabete açık olmasını savunan sermaye temsilcileri, nükleer santral yapımı ve pahalı nükleer enerjinin satılması söz konusu olunca, kamu desteğine sığınmakta, kamunun % 70-80 alım garantisi vermesini talep etmektedirler. Kamu desteği sözünün ise anlamı açıktır: Tekeller pahalı elektrik üretecek, halkın paraları da kendilerine aktarılacak!

Bununla birlikte, iktidarın, uluslararası tekellerin isteği ve ülkedeki yerli işbirlikçi nükleerci lobilerin desteği ile hazırlanan elektrik enerjisi senaryolarını ve buradan nükleer santral kurulması ihtiyacını ispatlama çabalarını komik bulan, ancak silahlanma ve şovenizmden kaynaklı taleplerinden dolayı nükleer santral kurulmasını savunan çevrelerin de tutarsız davrandıkları açıktır. Bu kesimlerin, nükleer silahlanmanın bir parçası olmanın, “ABD’nin Truva atı” olma misyonunu bir adım ileri götürerek, “nükleer silaha sahip Truva atı” olmaktan başka bir şeye çevirmeyeceğini görmelerinin önüne bir “milli” perde inmiş durumdadır.

Ancak nükleer santral yapımına karşı olmak ve onun kurulmasını engelleme mücadelesi yürütmek, nükleer teknolojiye karşı olmak anlamına gelmemelidir. Bağımsızlık, emek ve demokrasi mücadelesi içinde olan her anlayış ve hareket, teknolojinin kimin yararına kullanıldığına bakmalıdır. Bugün, bilindiği gibi, sağlık alanında, insan hayatı için çok önemli olan kanser tedavisinde vb. nükleer teknoloji kullanılmaktadır. Halkın yararına kullanım alanları olan bir teknoloji olarak, nükleer teknolojiyi reddetmek değil, bunun halka çevrilmiş bir silah olmasına karşı çıkmak doğru olan tutumdur. Bu anlamda bu ayrımı da koymalıyız.

SONUÇ

Ülkedeki enerji kaynakları, doğru bir planlama ve gerekli yatırımların yapılması ile gelecekte de sorun çıkarmayacak kadar fazladır ve değerlendirilmeyi beklemektedir. Çözüm, bu kaynakları verimli biçimde kullanmaya yönelmek, termik santrallerde atık filtreleme teknolojisini yenileyerek, bu santrallerin doğaya asgari zararla çalışmasını sağlamak, henüz %30’larda değerlendirilen hidroelektrik potansiyeli daha fazla kullanmak ve geleceğin enerjisi olan alternatif enerji kaynakları konusunda araştırma-geliştirme ve uygulama faaliyetlerini yoğunlaştırmak, kayıpları kabul edilebilir seviyelere çekecek yatırımları yapmak ve tasarruf teknolojisini hayata geçirmektir. Eskiyen ve dünyanın terkettiği nükleer santral yerine, bu tip çalışmalar ana hedef haline getirilmelidir.

Nükleer santraller, dışa bağımlılığı, pahalılığı, atık ve çevre sorunu ve bunun yanında çok büyük riskleriyle birleştiğinde, toplum için büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Gelinen aşamada, bu saldırıya, kararlı ve sürekli bir mücadele ile karşı durulabilir. Bunun için başta TMMOB ve bağlı odaları, başta KESK olmak üzere konfederasyonlar ve sendikalar ile emekten ve bağımsızlıktan yana olan her yapı, genel olarak özelleştirmelere, özel olarak da enerjideki özelleştirmelere karşı mücadele ile nükleere karşı mücadeleyi birleştirmelidir. Böylesi bir mücadele, nükleer karşıtı platformun içinde bulunup, etkinliklerini, aydınlatma faaliyetlerini geliştirerek yaşama geçirmesiyle yürütülebilir. Bu, yapacağı başka çalışmalar için, ayrıca emekçilere moral kaynağı da olacaktır.

 


* 1 MW=1000 kW=106 W (güç birimi).

1 GWh=106 kWh=109 Wh (enerji birimi) (1 Wh: 1 W’lık güç ünitesinin 1 saatte ürettiği enerji)

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑