Son dönemde işçi ve emekçilerin cephesinde “ne olacak bu sendikaların hali” tartışmaları 2004 İstanbul 1 Mayıs’ına paralel olarak şiddetlenerek sürmektedir. Tartışmanın muhataplarından biri olan DİSK’in 12. Genel Kurulu’nda yapılan tespit ve önerilerin büyük kısmını, İstanbul’daki iki 1 Mayıs oluşturdu. Birisi Çağlayan’daki, tamamen sermaye ve hükümet güçlerinin icazetine uygun, pasif; diğeri, “Türk-İş’in ablukasını kıran, devrimci” 1 Mayıs!
Ve buradan kalkarak, Saraçhane’de kutlanan 1 Mayıs’ı 20-25 yıllık sınıf mücadelesi skalasının en üst basamağına çıkarmak ve DİSK’i varolan işçi konfederasyonları içinde başka bir misyonun, sınıf sendikacılığının temsilcisi olarak göstermek ne kadar gülünç! On yıllardır diğer konfederasyonların tabanında süren işçi mücadelelerini inkara kalkışmak ne kadar kötü! ’89-’90 Bahar Eylemleri, 3 Ocak, 20 Temmuz genel grevleri, Zonguldak, Paşabahçe, SEKA, PETKİM işgal ve eylemleri, belediye grev ve direnişleri, Ankara, İstanbul ve yurdun birçok bölgesinde yüz binler, ağırlıkla Türk-İş üyesi işçilerin sel olup aktığı grev, gösteri ve yürüyüşlerdi.
Elbette, yıllardır ortaklaşmış talepler uğruna, hangi sendika üyesi olduğu ya da sendikalı olup-olmadığı önemli olmaksızın, işçisi, memuru, öğrencisi, kadını, çiftçisi ve köylüsü birleşerek mücadele etti. Emek Platformu (EP) bu sürecin ürünüydü, yürütülen ortak çalışmaların başında, diğer sendikaların yanı sıra DİSK yönetimleri de vardı. Hareketin yükseldiği ve düştüğü dönemler yaşandı; sınıf mücadelesini ve ezilenlerin birliğini çelmeleyenler, ihanet edenler, aynı sürecin unsurlarıydı. Geriye dönüp baktığımızda, kazanç ve kayıplarıyla, bu dönemlerin, ders, deneyim ve tecrübelerle dolu olduğunu görürüz. Her bilinçli işçi, sınıf davasına bağlı olduğunu iddia eden sendikacı, geçmiş mücadele deneylerinin hakkını teslim etmekten kaçınmayacaksa, yaşanan gerçek olgulardan uzaklaşmamaya dikkat etmelidir. Şu açıktır ki; sermaye egemenliği, Türk-İş ve Hak-İş’i hizaya soktuğu ölçüde DİSK’i de hizaya soktu. Ekonomik Sosyal Konsey, Bilim Kurulu’na katılım gibi “sosyal diyalog”a dayalı “birlikler”de sergilenen tavır ve alınan pratik tutumlar, işçi sendika konfederasyonlarının “aynı yolun yolcusu” olduklarını gösterdi.
SENDİKAL HAREKETE SALDIRININ BOYUTLARI VE TABANDAN REFLEKSİN ZAYIFLIĞI
Bugün varlık-yokluk noktasında duran işçi sendikalarının geleceği, esas olarak, devrimci, sınıf bilinçli dinamiklerin oynadıkları ve oynayacakları rolle doğrudan bağlantılıdır. Başka bir deyişle, işçiler, işyerleri ve sendikalarında gerçekten örgütlü, devrimci ve öncü işçiler, –sendikalı olanlarla da sınırlı olmadan– işçi yığınlarıyla sağlam bağlara sahipseler, türlü engelleri aşmak çok daha kolaylaşır. Örnek vermek gerekirse; 2004 1 Mayıs’ında konfederasyonların tepesindeki bürokratların İstanbul işçisini bölme amaçlı gizli hesapları fabrika ve işletmelerde tartışma masalarına yatırılabilseydi, bölenler amaçlarına ulaşmada aynı başarıyı sağlayabilirler miydi?
10-15 milyonluk işçi kitlesi içinde 600-700 binlerle ifade edilen sendikalı işçilerin üç konfederasyon eliyle sağa sola çekilmesi, yeni yeni bölünmeler, bilinç bulanıklıkları, küçük burjuva aydın unsurların kışkırtmalarıyla da beslenen sendikal rekabetin daha da şiddetlenmesi ve işçi kitlelerini küçümseme anlayışları daha da yaygınlaştıysa; sınıf bilinçli öncü işçi, sendikalar ve üyesi kitlelerle ilişkisini gözden geçirmelidir.
Sendikalı olup olmamasına ve hangi konfederasyona üye olduğuna bakılmaksızın, işçi sınıfının hak ve kazanımları, çalışma ve yaşam koşulları sermaye güçleri tarafından şiddetle tehdit edilmektedir.
● Onlarca yılın mücadele mirası olan kazanımlar bir bir gasp edilmekte; sendikaların elini kolunu bağlayan kölelik yasaları, şimdi de AKP eliyle takviye edilerek hayata geçirilmektedir.
● Fabrikalarda ve hizmet birimlerinde her gün “yeni” bir çalışma modeli tartışılmakta, “kalite yönetimi” ve “esnek çalışma”ya uyarlamalar, sendikanın rengine, işçinin politik görüşüne bakılmaksızın uygulamaya konulmaktadır.
● Sermaye ve örgütleri, hükümet, taşeronlaştırma ve özelleştirmelerde, işçi kıyımında ve kölelik yasalarını uygulamada, TİS görüşmelerinde konfederasyon, federasyon, şube ayrımı yapmamaktadır. İstanbul belediyelerinde olduğu gibi, MİKSEN, belediyeler adına hazırladığı paketi, Belediye-İş, Genel-İş, Hizmet-İş sendikalarına aynı zarf içinde sunmaktadır.
● İşletme ve fabrikalarda “yetkili” sendikaların yetkisi, adeta kağıt üzerinde bir yetki; sendikal birliğin temeli olan üretim ve hizmet birimlerinde kimin sendikalı kimin sendikasız olduğunu ayırt etmek güç; sendikasız taşeron işçiler, memur ve sözleşmeliler, çıkarılan yeni işçi düşmanı yasalarla pekiştirilip patron eline tutuşturulmuş “koz” durumunda.
Bu ve bunlara benzer yakıcı sorunlar, işyerlerinde genç-yaşlı, eski-yeni, ileri-geri, laik-dindar bütün işçileri rahatsız etmekte; sendikaların duyarsızlığı ve işbirlikçi tutumu karşısında çeşitli düzeylerde tepki gösterilmekte, seçimden seçime muhalif bir ekip çalışmasını destekleme düzeyini aşamayan bir tutumla gidişatın önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Son yıllarda sendika merkezlerinde yaşanan olağan ve olağanüstü kongrelerde, yönetim değişikliklerinin koltuk kavgalarını aşamaması, bunun en açık kanıtıdır. Görünen o ki, işçi yığınlarının, patronlara ve sendika bürokrasisine karşı kendi örgütlerini sahiplenme ve mücadele etme çabası, sınıflar arası mücadelenin önemli bir halkası olarak değerlendirilemiyor. 3-5 yıl biriktirilen güç, yıllar boyu harcanan çaba, “yeni”, “değiştirici” ekibin eliyle harcanmakta; “yenilik” ve “değişim”, tabandan başlayıp salonlara yansıyan öfkeyi boşaltmanın ötesine geçememekte, hatta bazen, “yeniler” eskiyi aratır hale gelmektedir. Bu kısır döngü, işçi tabanının mücadele istek ve enerjisini öğüten, moral ve umutlarını tüketen bir işlev görmekte; sendikalardan ve sendikal eylemlerden kaçışları hızlandırmaktadır. Bir dönemin önder ve mücadeleci işçileri, sendikal bürokrasinin çirkefliklerine kızarak, “bu sendikacılar varsa ben yokum” diyebilmekte ve kendi örgütlerinden uzaklaştıkları gibi, genç işçilere de kötü örnek olmaktadırlar.
Sonuçta; sendika ağa ve bürokratlarının işi daha da kolaylaşmakta, sendikaya küsmüş, bölünmüş işçi grupları, kendi sınıf talepleri için, kendi örgütlerini (sendikalarını) sahiplenmekten geri durmakta ve başka bir genel kurula dek sendikal bürokrasiyi rahatsız etmemektedirler.
İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLENME VE MÜCADELE MERKEZLERİ OLARAK SENDİKALARIN ÖNEMİ
Emperyalist-kapitalist egemenliği, sermaye iktidarı, sürekli olarak işçilerin, emekçilerin haklarını daraltmaya, yasal kazanımları azaltmaya, mücadeleyi engelleme amacıyla yeni yasalar yapmaya, genel olarak demokratik hak ve özgürlükleri, özel olarak da sendikal hak ve özgürlükleri kısıtlamaya çalışmıştır.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, sendikalara yönelik burjuvazinin tüm yozlaştırma ve ajanları aracılığı ile kendine bağlama girişimlerine rağmen, sendikaların, tarihsel rolünü koruduğunu ve işçi sınıfının yeri doldurulamaz öz örgütleri olduğunu göstermiştir.
Konumuza dönersek; DİSK, Türk-İş, Hak-İş gibi sendikaların tepesine çöreklenen bürokratlarla, bu sendikaları birleşme ve mücadele yeri ve kendi örgütü olarak görmüş işçi kitlelerini aynı kefeye koymak mümkün müdür? Ayrıca bugün burjuvazinin sızma ve ajanlaştırma çalışmaları sonucu, işçi kitlelerinin büyük kesiminin güvenini kaybetmiş olsalar da, bu sendikalara sahip çıkmamak, buraları yeniden sınıf hareketinin dayanakları haline getirmek için mücadele etmemek, kimin işine yarar?
Son 5-10 yıldır yaşananları gördük; birikmiş hoşnutsuzluğun tabandan oluşturduğu baskıya bağlı olarak, en gerici, faşist güruhun denetimindeki Türk-Metal dahi, Emek Platformu’nun Kasım, Mart Ankara eylemlerine, 1 Mayıslara katıldı. Diğer sınıf bölüklerinin mücadele çağrıları, yine taban baskısının sonucu, faşist-gerici sendika merkezlerini sembolik dahi olsa alanlara çekmiştir; bu, hiç de küçümsenmeyecek kazanımdır. Çıkarı ve hedefi bir olan işçi sınıfı, ayrı ayrı konfederasyonlara bölünmenin ne denli yapay olduğunu, bu gibi pratik birlikteliklerde kavramaz da nerede kavrar?
Öyleyse, sendikaların içinde bulunduğu somut durumu bahane eden sol ve sağ tasfiyeci fantezilerin, sınıfın birlik ihtiyacına ve sınıf çizgisine yabancılığını görmek gerekir. Bilindiği gibi, son dönemde, sendikalara ve rollerine ilişkin türlü türlü ipe sapa gelmez görüş ortaya atılmaktadır: “Şu konfederasyon dağıtılmalı”, “sendikalar sermaye tarafından ele geçirilip kirletildi, onların yerine yeni bir örgüt lazım” , “sendikalar tarihsel olarak ömrünü tamamladı, küreselleşme çağında sendikalara yer yok”, “işçi sınıfı misyonunu yitirdi, örgütleri de öyle, küreselleşme, ‘yeni’ güçleri ve ‘yeni’ küresel örgütleri gerektiriyor”, “çalışanların, globalizm karşıtlarının eylem ve örgütlenmesi önemli” vb.. İçinden geçilen süreç, bu açıdan, dün olduğu gibi, bugün daha da önemlidir.
SENDİKALARI YENİDEN ÖRGÜTLEMEDE ÖNE ÇIKAN OLANAKLAR
Yakın geçmişe bir göz atalım. Kamuda özelleştirmelere karşı mücadele ve protestolar, Ankara mitingleri, cam ve lastik işkolundaki grev girişimleri, genellikle “ateş düştüğü yeri yakar” deyimini doğrulayan sınırı aşamadı. Öte yandan emperyalistlerin bölge politikalarının; Afganistan işgali, Irak işgali ve işgalcilerin insanlık dışı uygulamaları ve Filistin’de yaşanan vahşetin, tüm ezilenlerde olduğu gibi, sendikalı olsun olmasın, işçilerde de ciddi bir duyarlılık ve tepkiye yol açtığı gözlenmektedir. Nitekim 1 Mayıs eylemlerinde, ABD’nin Irak ve Ortadoğu’ya yönelik saldırılarını protesto eden miting ve gösterilerde, işçilerin, anti-emperyalist sloganları daha gür attıkları gözden kaçmamaktadır. Son 1 Mayıs Çağlayan mitinginde on binlerce işçinin ABD ve İsrail karşıtı sloganları, İHH ve Mazlum-Der’in Irak işgali ile ilgili miting ve toplantılarına sendikalarından bağımsız katılan, çoğunluğu AKP’ye oy vermiş işçilerin güçlü bir şekilde ortaya koydukları anti-emperyalist duygu ve eğilimleri, mücadelenin ilerletilmesinde, sendikaların mücadeleci bir hatta çekilmesinde önemli bir potansiyeldir. Emperyalist vahşetin üretim alanındaki çelişkiler ve sorunlarla bağı kurulduğunda, “suya sabuna dokunmayan işçilerin”, sendikalarıyla birlikte hareket etmenin, yani, örgütlü olmanın önemini hızla kavramaları kaçınılmazdır. En geniş işçi kesiminde oluşan ABD ve İsrail karşıtı anti-emperyalist duygular, uyuşmuş sendikal yapıları zorlamada ve harekete geçirmede önemli bir dayanak olmaz mı?
Başta Harb-İş olmak üzere, iki sendikanın Ankara ve İstanbul şubelerinin, tabandan işçilerin zorlamasıyla, Irak işgalini, BOP ve NATO zirvesini protesto amaçlı eylemler yapmaları, bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, tarihsel nitelikleri itibarı ile, sınıf örgütü olma ve sınıfın tümünü ayrımsız birleştirme özelliğine sahip sendikaların, dinsel, etnik, mezhepsel vb. burjuva gerici önyargılar temelinde bölünmüşlüğünü teşhir etmek, böylesi dönemlerde daha kolay olmaz mı?
İktidar mücadelesi ve anti-emperyalist mücadeleyi, Kürt ulusal sorunu vb. demokrasi sorunlarını, işyeri sorunlarıyla birleştirmede olanakların düne göre daha da arttığı ortadadır. Sınıf mücadelesine ve sosyalizm davasına bağlı öncü işçi, bu olanakları yeniden harmanlamalıdır:
● Irak işgali, Filistin’deki katliamlar ve NATO’nun bunlarla bağlantısı üzerinden oluşan insani tepki temelinde işyerlerinde açılan tartışmalar, temsilciliklerde, sendika şubelerinde de sürmelidir. Bu zamana kadar ilişki kurmada zorlanılan, hatta geçmiş sendika seçimlerinde karşı kutupta yer alan işçilerle olan soğukluk, sınırlı ilişkiler böylesi bir süreçte neden giderilip çözümlenmesin? Fabrika ve işletmelerde, çoğu zaman gerici önyargıların etkisi ile geniş işçi kitlesinin temkinli yaklaştığı ilerici, komünist işçinin ilişkilerini genişletmesi ve yenilemesinde, bu ortam, büyük fırsatlar sunmuyor mu?
● Sendikal prosedürler yerine gelsin diye oluşturulmuş (atama ya da seçilme) temsilcilikleri, birim gruplarını, ülkemiz ve bölgemizde saldırıların had safhaya vardığı böylesi dönemde harekete geçirmek, bunun için işçilere, yüzü sınıfa dönük sendikacılara yardımcı olmak zor işler değil. Irak’taki tecavüzler, Filistin’deki katliamlar üzerine, bazı gerici şube yöneticileri, işyerlerine, “Müslüman alemine yapılan zulmü” kınayan fakslar çektiler, yüzlerce işçi cami önlerinde gösterilere katılıyor. Bu eğilimleri neden örgütlü hale getirmeyelim? Emin olalım ki, bu potansiyeli sendikalara kanalize etmemiz, tutarlı, örgütlü bir güç haline gelmesine yardımcı olmamız devrimciliğimize ve komünistliğimize halel getirmez.
● Özellikle genç işçi kitlelerini mücadelenin odağına çekmek önemlidir. Genç ve enerjik olmak, üzerine ölü toprağı serpilmiş sendikal ortamla çelişmek demektir. Genç işçileri gerek anti-emperyalist mücadeleye ve gerekse işyeri ve ülke sorunları temelinde mücadeleye çekmede daha atak davranılmalıdır. Kartlaşmış sendika ağa ve bürokratları, genç işçilerin azim ve isteklerini “tecrübesizlikle” damgalayıp, bastırma yoluna giderler. Hem bu hainlerin taktiklerini boşa çıkarmak için, hem de gerçek sınıf sendikacılığını örgütlemede genç işçilerin (hangi siyasi görüşten etkilenirse etkilensin) tümünü, hareketin, sendikal görevlerin içine çekmek belirleyici önemde görülmelidir.