Sendikal harekette gelişmeler ve yeni olanaklar

Son dönemde işçi ve emekçilerin cephesinde “ne olacak bu sendikaların hali”  tartışmaları 2004 İstanbul 1 Mayıs’ına paralel olarak şiddetlenerek sürmektedir. Tartışmanın muhataplarından biri olan DİSK’in 12. Genel Kurulu’nda yapılan tespit ve önerilerin büyük kısmını, İstanbul’daki iki 1 Mayıs oluşturdu. Birisi Çağlayan’daki, tamamen sermaye ve hükümet güçlerinin icazetine uygun, pasif; diğeri, “Türk-İş’in ablukasını kıran, devrimci” 1 Mayıs!
Ve buradan kalkarak, Saraçhane’de kutlanan 1 Mayıs’ı 20-25 yıllık sınıf mücadelesi skalasının en üst basamağına çıkarmak ve DİSK’i varolan işçi konfederasyonları içinde başka bir misyonun, sınıf sendikacılığının temsilcisi olarak göstermek ne kadar gülünç! On yıllardır diğer konfederasyonların tabanında süren işçi mücadelelerini inkara kalkışmak ne kadar kötü! ’89-’90 Bahar Eylemleri, 3 Ocak, 20 Temmuz genel grevleri, Zonguldak, Paşabahçe, SEKA, PETKİM işgal ve eylemleri, belediye grev ve direnişleri, Ankara, İstanbul ve yurdun birçok bölgesinde yüz binler, ağırlıkla Türk-İş üyesi işçilerin sel olup aktığı grev, gösteri ve yürüyüşlerdi.
Elbette, yıllardır ortaklaşmış talepler uğruna, hangi sendika üyesi olduğu ya da sendikalı olup-olmadığı önemli olmaksızın, işçisi, memuru, öğrencisi, kadını, çiftçisi ve köylüsü birleşerek mücadele etti. Emek Platformu (EP) bu sürecin ürünüydü, yürütülen ortak çalışmaların başında, diğer sendikaların yanı sıra DİSK yönetimleri de vardı. Hareketin yükseldiği ve düştüğü dönemler yaşandı; sınıf mücadelesini ve ezilenlerin birliğini çelmeleyenler, ihanet edenler, aynı sürecin unsurlarıydı. Geriye dönüp baktığımızda, kazanç ve kayıplarıyla, bu dönemlerin, ders, deneyim ve tecrübelerle dolu olduğunu görürüz. Her bilinçli işçi, sınıf davasına bağlı olduğunu iddia eden sendikacı, geçmiş mücadele deneylerinin hakkını teslim etmekten kaçınmayacaksa, yaşanan gerçek olgulardan uzaklaşmamaya dikkat etmelidir. Şu açıktır ki; sermaye egemenliği, Türk-İş ve Hak-İş’i hizaya soktuğu ölçüde DİSK’i de hizaya soktu. Ekonomik Sosyal Konsey, Bilim Kurulu’na katılım gibi “sosyal diyalog”a dayalı “birlikler”de sergilenen tavır ve alınan pratik tutumlar, işçi sendika konfederasyonlarının “aynı yolun yolcusu” olduklarını gösterdi.

SENDİKAL HAREKETE SALDIRININ BOYUTLARI VE TABANDAN REFLEKSİN ZAYIFLIĞI
Bugün varlık-yokluk noktasında duran işçi sendikalarının geleceği, esas olarak, devrimci, sınıf bilinçli dinamiklerin oynadıkları ve oynayacakları rolle doğrudan bağlantılıdır. Başka bir deyişle, işçiler, işyerleri ve sendikalarında gerçekten örgütlü, devrimci ve öncü işçiler, –sendikalı olanlarla da sınırlı olmadan– işçi yığınlarıyla sağlam bağlara sahipseler, türlü engelleri aşmak çok daha kolaylaşır. Örnek vermek gerekirse; 2004 1 Mayıs’ında konfederasyonların tepesindeki bürokratların İstanbul işçisini bölme amaçlı gizli hesapları fabrika ve işletmelerde tartışma masalarına yatırılabilseydi, bölenler amaçlarına ulaşmada aynı başarıyı sağlayabilirler miydi?
10-15 milyonluk işçi kitlesi içinde 600-700 binlerle ifade edilen sendikalı işçilerin üç konfederasyon eliyle sağa sola çekilmesi, yeni yeni bölünmeler, bilinç bulanıklıkları, küçük burjuva aydın unsurların kışkırtmalarıyla da beslenen sendikal rekabetin daha da şiddetlenmesi ve işçi kitlelerini küçümseme anlayışları daha da yaygınlaştıysa; sınıf bilinçli öncü işçi, sendikalar ve üyesi kitlelerle ilişkisini gözden geçirmelidir.
Sendikalı olup olmamasına ve hangi konfederasyona üye olduğuna bakılmaksızın, işçi sınıfının hak ve kazanımları, çalışma ve yaşam koşulları sermaye güçleri tarafından şiddetle tehdit edilmektedir.
● Onlarca yılın mücadele mirası olan kazanımlar bir bir gasp edilmekte; sendikaların elini kolunu bağlayan kölelik yasaları, şimdi de AKP eliyle takviye edilerek hayata geçirilmektedir.
● Fabrikalarda ve hizmet birimlerinde her gün “yeni” bir çalışma modeli tartışılmakta, “kalite yönetimi” ve “esnek çalışma”ya uyarlamalar, sendikanın rengine, işçinin politik görüşüne bakılmaksızın uygulamaya konulmaktadır.
● Sermaye ve örgütleri, hükümet, taşeronlaştırma ve özelleştirmelerde, işçi kıyımında ve kölelik yasalarını uygulamada, TİS görüşmelerinde konfederasyon, federasyon, şube ayrımı yapmamaktadır. İstanbul belediyelerinde olduğu gibi, MİKSEN, belediyeler adına hazırladığı paketi, Belediye-İş, Genel-İş, Hizmet-İş sendikalarına aynı zarf içinde sunmaktadır.
● İşletme ve fabrikalarda “yetkili” sendikaların yetkisi, adeta kağıt üzerinde bir yetki; sendikal birliğin temeli olan üretim ve hizmet birimlerinde kimin sendikalı kimin sendikasız olduğunu ayırt etmek güç; sendikasız taşeron işçiler, memur ve sözleşmeliler, çıkarılan yeni işçi düşmanı yasalarla pekiştirilip patron eline tutuşturulmuş “koz” durumunda.
Bu ve bunlara benzer yakıcı sorunlar, işyerlerinde genç-yaşlı, eski-yeni, ileri-geri, laik-dindar bütün işçileri rahatsız etmekte; sendikaların duyarsızlığı ve işbirlikçi tutumu karşısında çeşitli düzeylerde tepki gösterilmekte, seçimden seçime muhalif bir ekip çalışmasını destekleme düzeyini aşamayan bir tutumla gidişatın önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Son yıllarda sendika merkezlerinde yaşanan olağan ve olağanüstü kongrelerde, yönetim değişikliklerinin koltuk kavgalarını aşamaması, bunun en açık kanıtıdır. Görünen o ki, işçi yığınlarının, patronlara ve sendika bürokrasisine karşı kendi örgütlerini sahiplenme ve mücadele etme çabası, sınıflar arası mücadelenin önemli bir halkası olarak değerlendirilemiyor. 3-5 yıl biriktirilen güç, yıllar boyu harcanan çaba, “yeni”, “değiştirici” ekibin eliyle harcanmakta; “yenilik” ve “değişim”, tabandan başlayıp salonlara yansıyan öfkeyi boşaltmanın ötesine geçememekte, hatta bazen, “yeniler” eskiyi aratır hale gelmektedir. Bu kısır döngü, işçi tabanının mücadele istek ve enerjisini öğüten, moral ve umutlarını tüketen bir işlev görmekte; sendikalardan ve sendikal eylemlerden kaçışları hızlandırmaktadır. Bir dönemin önder ve mücadeleci işçileri, sendikal bürokrasinin çirkefliklerine kızarak, “bu sendikacılar varsa ben yokum” diyebilmekte ve kendi örgütlerinden uzaklaştıkları gibi, genç işçilere de kötü örnek olmaktadırlar.
Sonuçta; sendika ağa ve bürokratlarının işi daha da kolaylaşmakta, sendikaya küsmüş, bölünmüş işçi grupları, kendi sınıf talepleri için, kendi örgütlerini (sendikalarını) sahiplenmekten geri durmakta ve başka bir genel kurula dek sendikal bürokrasiyi rahatsız etmemektedirler.

İŞÇİ SINIFININ ÖRGÜTLENME VE MÜCADELE MERKEZLERİ OLARAK SENDİKALARIN ÖNEMİ
Emperyalist-kapitalist egemenliği, sermaye iktidarı, sürekli olarak işçilerin, emekçilerin haklarını daraltmaya, yasal kazanımları azaltmaya, mücadeleyi engelleme amacıyla yeni yasalar yapmaya, genel olarak demokratik hak ve özgürlükleri, özel olarak da sendikal hak ve özgürlükleri kısıtlamaya çalışmıştır.
İşçi sınıfının mücadele tarihi, sendikalara yönelik burjuvazinin tüm yozlaştırma ve ajanları aracılığı ile kendine bağlama girişimlerine rağmen, sendikaların, tarihsel rolünü koruduğunu ve işçi sınıfının yeri doldurulamaz öz örgütleri olduğunu göstermiştir.
Konumuza dönersek; DİSK, Türk-İş, Hak-İş gibi sendikaların tepesine çöreklenen bürokratlarla, bu sendikaları birleşme ve mücadele yeri ve kendi örgütü olarak görmüş işçi kitlelerini aynı kefeye koymak mümkün müdür? Ayrıca bugün burjuvazinin sızma ve ajanlaştırma çalışmaları sonucu, işçi kitlelerinin büyük kesiminin güvenini kaybetmiş olsalar da, bu sendikalara sahip çıkmamak, buraları yeniden sınıf hareketinin dayanakları haline getirmek için mücadele etmemek, kimin işine yarar?
Son 5-10 yıldır yaşananları gördük; birikmiş hoşnutsuzluğun tabandan oluşturduğu baskıya bağlı olarak, en gerici, faşist güruhun denetimindeki Türk-Metal dahi, Emek Platformu’nun Kasım, Mart Ankara eylemlerine, 1 Mayıslara katıldı. Diğer sınıf bölüklerinin mücadele çağrıları, yine taban baskısının sonucu, faşist-gerici sendika merkezlerini sembolik dahi olsa alanlara çekmiştir; bu, hiç de küçümsenmeyecek kazanımdır. Çıkarı ve hedefi bir olan işçi sınıfı, ayrı ayrı konfederasyonlara bölünmenin ne denli yapay olduğunu, bu gibi pratik birlikteliklerde kavramaz da nerede kavrar?
Öyleyse, sendikaların içinde bulunduğu somut durumu bahane eden sol ve sağ tasfiyeci fantezilerin, sınıfın birlik ihtiyacına ve sınıf çizgisine yabancılığını görmek gerekir. Bilindiği gibi, son dönemde, sendikalara ve rollerine ilişkin türlü türlü ipe sapa gelmez görüş ortaya atılmaktadır: “Şu konfederasyon dağıtılmalı”, “sendikalar sermaye tarafından ele geçirilip kirletildi, onların yerine yeni bir örgüt lazım” , “sendikalar tarihsel olarak ömrünü tamamladı, küreselleşme çağında sendikalara yer yok”, “işçi sınıfı misyonunu yitirdi, örgütleri de öyle, küreselleşme, ‘yeni’ güçleri ve ‘yeni’ küresel örgütleri gerektiriyor”, “çalışanların, globalizm karşıtlarının eylem ve örgütlenmesi önemli” vb.. İçinden geçilen süreç, bu açıdan, dün olduğu gibi, bugün daha da önemlidir.

SENDİKALARI YENİDEN ÖRGÜTLEMEDE ÖNE ÇIKAN OLANAKLAR
Yakın geçmişe bir göz atalım. Kamuda özelleştirmelere karşı mücadele ve protestolar, Ankara mitingleri, cam ve lastik işkolundaki grev girişimleri, genellikle “ateş düştüğü yeri yakar” deyimini doğrulayan sınırı aşamadı. Öte yandan emperyalistlerin bölge politikalarının; Afganistan işgali, Irak işgali ve işgalcilerin insanlık dışı uygulamaları ve Filistin’de yaşanan vahşetin, tüm ezilenlerde olduğu gibi, sendikalı olsun olmasın, işçilerde de ciddi bir duyarlılık ve tepkiye yol açtığı gözlenmektedir. Nitekim 1 Mayıs eylemlerinde, ABD’nin Irak ve Ortadoğu’ya yönelik saldırılarını protesto eden miting ve gösterilerde, işçilerin, anti-emperyalist sloganları daha gür attıkları gözden kaçmamaktadır. Son 1 Mayıs Çağlayan mitinginde on binlerce işçinin ABD ve İsrail karşıtı sloganları, İHH ve Mazlum-Der’in Irak işgali ile ilgili miting ve toplantılarına sendikalarından bağımsız katılan, çoğunluğu AKP’ye oy vermiş işçilerin güçlü bir şekilde ortaya koydukları anti-emperyalist duygu ve eğilimleri, mücadelenin ilerletilmesinde, sendikaların mücadeleci bir hatta çekilmesinde önemli bir potansiyeldir. Emperyalist vahşetin üretim alanındaki çelişkiler ve sorunlarla bağı kurulduğunda, “suya sabuna dokunmayan işçilerin”, sendikalarıyla birlikte hareket etmenin, yani, örgütlü olmanın önemini hızla kavramaları kaçınılmazdır. En geniş işçi kesiminde oluşan ABD ve İsrail karşıtı anti-emperyalist duygular, uyuşmuş sendikal yapıları zorlamada ve harekete geçirmede önemli bir dayanak olmaz mı?
Başta Harb-İş olmak üzere, iki sendikanın Ankara ve İstanbul şubelerinin, tabandan işçilerin zorlamasıyla, Irak işgalini, BOP ve NATO zirvesini protesto amaçlı eylemler yapmaları, bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
Öte yandan, tarihsel nitelikleri itibarı ile, sınıf örgütü olma ve sınıfın tümünü ayrımsız birleştirme özelliğine sahip sendikaların, dinsel, etnik, mezhepsel vb. burjuva gerici önyargılar temelinde bölünmüşlüğünü teşhir etmek, böylesi dönemlerde daha kolay olmaz mı?
İktidar mücadelesi ve anti-emperyalist mücadeleyi, Kürt ulusal sorunu vb. demokrasi sorunlarını, işyeri sorunlarıyla birleştirmede olanakların düne göre daha da arttığı ortadadır. Sınıf mücadelesine ve sosyalizm davasına bağlı öncü işçi, bu olanakları yeniden harmanlamalıdır:
● Irak işgali, Filistin’deki katliamlar ve NATO’nun bunlarla bağlantısı üzerinden oluşan insani tepki temelinde işyerlerinde açılan tartışmalar, temsilciliklerde, sendika şubelerinde de sürmelidir. Bu zamana kadar ilişki kurmada zorlanılan, hatta geçmiş sendika seçimlerinde karşı kutupta yer alan işçilerle olan soğukluk, sınırlı ilişkiler böylesi bir süreçte neden giderilip çözümlenmesin? Fabrika ve işletmelerde, çoğu zaman gerici önyargıların etkisi ile geniş işçi kitlesinin temkinli yaklaştığı ilerici, komünist işçinin ilişkilerini genişletmesi ve yenilemesinde, bu ortam, büyük fırsatlar sunmuyor mu?
● Sendikal prosedürler yerine gelsin diye oluşturulmuş (atama ya da seçilme) temsilcilikleri, birim gruplarını, ülkemiz ve bölgemizde saldırıların had safhaya vardığı böylesi dönemde harekete geçirmek, bunun için işçilere, yüzü sınıfa dönük sendikacılara yardımcı olmak zor işler değil. Irak’taki tecavüzler, Filistin’deki katliamlar üzerine, bazı gerici şube yöneticileri, işyerlerine, “Müslüman alemine yapılan zulmü” kınayan fakslar çektiler, yüzlerce işçi cami önlerinde gösterilere katılıyor. Bu eğilimleri neden örgütlü hale getirmeyelim? Emin olalım ki, bu potansiyeli sendikalara kanalize etmemiz, tutarlı, örgütlü bir güç haline gelmesine yardımcı olmamız devrimciliğimize ve komünistliğimize halel getirmez.
● Özellikle genç işçi kitlelerini mücadelenin odağına çekmek önemlidir. Genç ve enerjik olmak, üzerine ölü toprağı serpilmiş sendikal ortamla çelişmek demektir. Genç işçileri gerek anti-emperyalist mücadeleye ve gerekse işyeri ve ülke sorunları temelinde mücadeleye çekmede daha atak davranılmalıdır. Kartlaşmış sendika ağa ve bürokratları, genç işçilerin azim ve isteklerini “tecrübesizlikle” damgalayıp, bastırma yoluna giderler. Hem bu hainlerin taktiklerini boşa çıkarmak için, hem de gerçek sınıf sendikacılığını örgütlemede genç işçilerin (hangi siyasi görüşten etkilenirse etkilensin) tümünü, hareketin, sendikal görevlerin içine çekmek belirleyici önemde görülmelidir.

Disk nereye götürülmek isteniyor?

Mevcut işçi sendikalarının (diğer emekçi sendikaları da dahil) örgütsüzlük, üye kayıpları, tabanları ile yaşadıkları kopukluk vb. sorunlara çare olabilecek alternatifler aradıkları bu dönemde, DİSK bürokrasisinin birkaç aydır sorunlarından ve sıkıntılardan sıyrılmış “neşeli” bir görüntü sergilemesi, işçi-emekçi kamuoyuna dikkatle izlenmesi gereken bir durum olarak yansımaktadır. Daha doğrusu; 1 Mayıs 2004’ten ve 12. Genel Kurul’dan gaz alarak NATO karşıtı eylemlerde birleşen süreç, DİSK bürokrasisini başka bir havaya soktu; on binlerce, yüz binlerce işçi ve emekçiyi fabrikalardan, üretim birimlerinden harekete geçirme olanaklarını atlayıp, işi, Kadıköy’de küçük burjuva sol gruplara figüranlık yapmaya kadar vardırdılar. İşçi ve sınıf örgütü olmanın görev ve sorumluluğu ile arasındaki çelişkiye yeni bir halka ekleyen DİSK’i bu konumlara itekleyen “sol” küçük burjuva sorumsuzluğun varlığı da tartışma götürmez.
Yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için şunu belirtelim; biz, DİSK; HAK-İŞ, TTB, TMMOB vb. işçi ve emekçi örgütlerinin ortaklaşa miting ve gösteri yapmasına asla karşı değiliz. Eleştirimiz, DİSK (buna KESK de dahil) merkezinin, aylardır biriken (NATO ve Amerikan karşıtı platformların biriktirdiği) kitlesel enerjiyi talan ederek, bunun yerine, solcu, sivil toplumcu, küreselleşmeci liberal eğilimleri ikame etmesinedir. Fakat bu, bugünün basit bir zaafı değil; DİSK merkez yönetimi, 1 Mayıs’tan bu yana yedeklediği “sol piyasacı” grup ve akımlarla, ilkin; yıllardır işçi tabanında muhalefet olarak şekillenen “yeni ve mücadeleci bir DİSK” talebini bu tip görüntülerle pasifize etmeyi, ikinci olarak; rakip gördüğü sendika ve konfederasyonlarla girilen çekişmede bir üstünlük görüntüsü sağlamayı hedefledi.

1 MAYIS VE 12. GENEL KURULU İÇİNE ALAN SÜREÇ VE DİSK
Yaklaşık 8-10 yıldır diğer işçi-emekçi sendikaları ile birlikte 1 Mayıs kutlamalarına katılan DİSK’in birden bire “1 Mayıs nasıl kutlanacak?” tartışmalarının içine çekilmesinin arkasına gizlenen niyetlerin gün geçtikçe açığa çıkmakta olduğunu görmemek elde değil. O dönem, diğer birçok sendikada olduğu gibi DİSK’te de kaos ve karmaşanın en uç noktaya vardığı; yaklaşan genel kurul için kimin veya kimlerin aday olacağı tartışmalarının kızıştığı, gruplaşma ve kamplaşmaların had safhaya vardığı bir dönemdi. Dahası; DİSK merkezlerinin bir bölümünün 1 Mayıs kurguları, 12.Genel Kurul’un da yumuşak karnını oluşturdu. Hemen 1 Mayıs sonrası Ören’deki Başkanlar Kurulu toplantısında değişik kutup temsilcilerinin S. Çelebi’ye teşekkür gülücükleri, yönetim kurulunun 7’den 9’a çıkarılması önerisinin olumlu karşılanması, karşılıklı yumuşamalar ve arkasından 12. Genel Kurul’da yaşanan sert tartışmaları bir bütünlük içinde değerlendirdiğimizde, niyet ve amaçların çok farklı olduğunu görmemek mümkün değil.
Sermaye güçlerinin saldırılarıyla iyice köşeye sıkışan DİSK, “var olanı koruma”/“var olanla idare edememe” sancısını her gün biraz daha şiddetlenerek çekmektedir. Bu rahatsızlık ve kaos, alttan gelen işçi tepkisiyle de birleşince, DİSK içindeki küçük burjuva sağ-sol reformist, revizyonist grup ve kişilerin kaygısını arttırmakta; koltuk ve mevki hesaplarıyla bağlantılı sınıf dışı pek çok anlayış ve eylem türü, “tutunacak dal” olarak öne çıkmaktadır. Birçok toplantıda DİSK’in mecalsizliğini Emek Platformu’ndaki (EP) Türk-İş ile birlikteliğine bağlayan grup ve fraksiyonların, DİSK’i 2004 1 Mayısı’nda Türk-İş’ten ayırmayı, günümüz sınıf hareketinde “sıçrama, hamle” olarak görmeleri ve göstermelerinin işçi sınıfının mücadele, moral, örgüt ve bilinç değerleri ile hangi noktada örtüşeceğini, sınıf davasına bağlı bilinçli işçinin değerlendirmesine bırakalım; ve DİSK’in 12. Genel Kurulu’nda yaşanan sınıf karşıtı savunu ve çizgileri anekdotlar halinde hatırlamaya çalışalım.
Birinci olarak; burjuva, küçük burjuva her renkten akımın üzerinde birleştiği temel nokta, “iki ayrı 1 Mayıs ve iki ayrı dünya” olarak genel kurula yansıtılan Saraçhane’deki 1 Mayıs’tı. 12. Genel Kurul ve geçmiş sınıf hareketinin, sendikal sorunların boğuntuya getirilmesinin en önemli perdelerinden birini, bu, 1 Mayıs’a bakış oluşturdu.
İkinci olarak; diğer genel kurullarda olduğu gibi, “eski DİSK olunmalı” yollu söylemlerle kafa karışıklığı, işçi sınıfının mücadele tarihini tahrife varan hamasi nutuklar; emekli sendika bürokrasisinin nostaljik anılarıyla karışık 80 öncesine övgüler; DİSK bünyesine katılan yüzlerce genç delegenin kendi konfederasyonlarını sorgulamasını adeta engelledi.
Üçüncü olarak; 2004 1 Mayısı’nda keşfedilen “solculuğun” genel kurulda oynadığı roldü. DİSK’in zayıflamasını, yamulmasını, mayışmasını solla karışık “sosyalistlik” eksikliğine bağlayan söz konusu kişi ve gruplar, Saraçhane’de depo edilen “solculuk”la adeta DİSK’i uçurdular. “Varsa yoksa DİSK!” ekseninde pompalanan övgü, işçi konfederasyonları arasındaki ezeli rekabeti daha da kızıştırmaya hizmet etti.
Dördüncü olarak; “DİSK’li olmak bir ayrıcalık”, “inadına DİSK” tümceleriyle ifade edilen anlayıştı. Bu slogansı hamasetin gerisinde, uzun vadeli; 1) DİSK’in tepesindeki bürokratlarla işçi tabanını uzlaştırıp “barış” içinde yaşamayı garanti altına alma düşüncesi, 2) diğer işçi örgütleri, sendikalara karşı DİSK tabanında düşmanlaşmayı kışkırtan, açıkçası DİSK’i ve DİSK üyesi işçileri fasit bir çember içinde tutma hesapları vardı.
Beşinci olarak; Saraçhane 1 Mayısı’nda şişirilen sol havanın, kendilerini sağcı olarak gören 70-100 arası delegeyi kongre salonunda boğmaya çalışması, hatta işin kötüsü, çoğu ağır sanayii işletmelerinden gelen “sağcı” işçileri faşist-gerici kampa dahil eden nitelemeler, farkına varılsın ya da varılmasın, “sağcı” partilere oy vermiş delegeyi köşeye sıkıştıran “sol” jargonlu nutuklar, kongre salonunda dahi işçileri kamplara ayıran bir etki yarattı.

OLMASI GEREKENLE OLANLARIN ÇATIŞMASI VE DİSK
Bu başlıkla anlatmak istediğimiz, DİSK’in tabanından toparlanıp gelen sınıf talepleriyle sendika bürokrasisinin pratiği arasındaki çelişkidir. DİSK’e bağlı şube ve merkezlerde yıllardır tartışılan mücadeleci bir örgüt yaratma çırpınışları, Genel-İş, B.Metal-İş, Lastik-İş, Tekstil gibi sendikalarda alt-üst oluşlar içinden gelen genç dinamiklerin üst basamaklarda kafasının karıştırılması ve öfkesinin dindirilmesi, DİSK yöneticilerinin hanesine tarihsel bir başarı olarak düşülse dahi; gerçek üye sayısı 80 bin dolayında seyreden DİSK’in, 500-600 bin üyeye sahip Türk-İş ve Hak-İş’ten uzaklaşma manevraları yapmasını, hangi gerekçeler haklı kılabilir? Yıllardır birbiriyle rekabet halinde olan konfederasyonların sağcı, solcu, dinci diye ayrışması; üstüne üstlük, üyeleri işçi kitlelerini de aynı formülasyonlar etrafında kemikleştirmeleri kimin işine yarar? Bu konfederasyonların son 6-7 yılda EP’te kurdukları (kamu emekçilerini, şehrin ve kırın emekçilerinin mesleki birçok örgütünü de içine alan) birliktelik, DİSK içindeki küçük burjuva solcularını (ordusuz generalleri), niye bu kadar rahatsız ediyor? Sol grup ve partilerin ağırlıkta olduğu Saraçhane 1 Mayısı’nı Türk-İş’in Çağlayan’daki 1 Mayısı’ndan farklı kılan neydi? Bu gibi sorulara, sınıf hareketine paralel mantıklı cevaplar arayalım. Gerçekten ilerici, devrimci olan işçi, emekçi, sendikacı, görevini layığı ile yerine getirmek istiyorsa, kendi cephesindeki hareketi ilerletmek, yığınları sermayeye karşı mücadeleye çekmekle sorumludur. DİSK ve KESK’in üyeleri, diğer konfederasyonların üyelerini uyandırmakla sorumlu olduğu kadar, sendika şube ve merkezleri de, gerici, işbirlikçi yönetimlere sahip sendikaları mücadele arenasına çekme beceri ve esnekliğini gösterebilmelidir.
Her Marksist işçi bilir ki; ülkemizde hiçbir işçi emekçi eylemi ezilen ve baskı altında tutulan bütün toplumsal katmanlara mal olmadan kalıcı başarı sağlanamadı ve sağlanamaz. Sorunlar ne kadar yakıcı olursa olsun, sendikalardaki bürokratik ajanların etkinliğini kırmak ve dağıtmak, belki bugün mümkün olmayabilir. EP içinde Türk-İş’in işçi düşmanı sağcı gerici, faşist yöneticilerinin baltalayıcı tutumları, 2004 1 Mayısı hazırlık aşamasında Hak-İş’in gerici yöneticilerinin fırsatçı, ikiyüzlü oynaklıkları, kuşkusuz, affedilir tutumlar değildir. Diğer yandan, DİSK (KESK dahil) ve mücadeleden yana saf tutan sendika yöneticileri, bu gelişmeler ışığında kendilerini sorgulamalıdır. Yüz binlerce işçi ve emekçiden uzaklaşarak “sol” rüzgarlara yelken açmak, işin en kolay ve aldatıcı yönüdür. Bu, işçi hareketinin nispi zayıflığını fırsat bilerek, yüz binleri gerici-faşist sendika ağa ve bürokratlarının ellerine terk ederken  sembolik protesto gösterilerinin medyatik yankılarıyla avunmayı tercih etmektir. Dahası, açıkça görülüyor ki; sınıf tutumuna yabancı, işçi ve emekçi kitlelerin emeğini hiçe sayan, ortamı terörize eden, sağ-sol, troçkist, küçük burjuva maceracılığının çeşitli marazlı türleri, bu tercihte önemli bir rol oynuyorlar.           

DİSK’İ SINIF SENDİKACILIĞI ÇİZGİSİNE ÇEKME MÜCADELESİ
Yukarda daha çok özetlemeye çalıştığımız şey, zayıflıklarından yararlanarak, DİSK i başka yönlere çekmeye çalışan küçük burjuva anlayış ve tutumla sendikanın üst bürokrasisinin menfi ilişkisidir. Bunu şimdilik bir yana bırakıp, esas olarak, fabrika ve işletmelerden gelen genç işçi kesiminin DİSK’ten beklentisine dönelim.
12. Genel Kurul’da tam bir program haline gelmese de, farklı düzeylerde (merkez, şube, temsilcilik) tartışılan sendikal-siyasal sorunlar, bilinçli, öncü işçilere unutturulamaz. Kaldı ki; sektörlerinde nispeten örgütlü 4 büyük sendikanın DİSK merkezinde görev alması, kısmen, işçi tabanının iradesine boyun eğişin sonucuydu. Bu sonucun ilerletilmesi, işçi tabanının mücadele ve örgütlenme sürecine müdahalede göstereceği başarı ile, genç kuşak öncü işçilerin yeni merkez yönetimi üzerindeki denetimiyle dolaysız olarak bağlantılıdır. Açıkçası; aşağılardan süzülüp gelen “yeni ve mücadeleci bir DİSK” talebi canlı kaldığı müddetçe, DİSK’in sağa-sola çekilmesi, o oranda zorlaşır.Yoksa, birkaç aydır DİSK’te rüzgarı estirilen sınıftan kopuk “solcu”anlayış, diğer işçi konfederasyonları ile birliği bir yana bırakalım, kendi içinde dahi birliği muhafaza edemez. Halbuki, –hangi sendika veya konfederasyon üyesi olursa olsun– işçilerin sınıf olarak birliğinin yolu, ortak talepler uğruna birlikte mücadeleden geçer.
ETUC’un (Avrupa Sendikalar Birliği) mali yardımları için Hak-İş’le aynı sırayı paylaşmak; ESK ve “bilim kurulu”nda Türk-İş bürokratlarıyla aynı kaderi paylaşmak; sosyal diyalog ve üçlü ittifaklarla sınıf işbirliğine aynı konfederasyonlarla imza koymak ise, sınıfın ve sendikalarının birliğinden başka her şeydir. Sınıfın kısa ve uzun vadeli çıkarları için mücadele edilmesi talep edildiğinde, hemen rekabetçi ve bölücü araçlara sarılan her soydan sendika ağasının, patron örgütleriyle, onların hükümetleriyle aynı platformlarda kol kola olması nasıl izah edilir?
Sorun sıcaktır; AKP hükümetinin işçi ve memurlara yönelik saldırıları yasallaştı. Bu saldırılara tek başına hangi sendika karşı durabilir? Ya da bugün belediye-hizmet işkolunda TİS’lerde dayatılan koşullara, 3 ayrı sendikadan (Belediye-İş, Genel-İş, Hizmet-İş) hangisi tek başına engel olabilir? Bunları göz önüne getirmek ve yanıtlarını doğru vermek zorunludur. Sınıfın birliği, örgütlerinin ortaklaşa mücadelesi, işçi-emekçi taleplerini içeren planlamalara öteki ezilen sınıfları dahil eden bir anlayış ve hareket olmaksızın, egemenlerin saldırılarını püskürtmek hiç de kolay olmayacaktır. Her cinsten sendika ağa ve bürokratının maskesini düşürecek ve hareketten temizlenmelerini sağlayacak mücadelenin zemini buralardadır. Gerçek sınıf sendikacılığı, ekonomik, sosyal ve siyasal haklar için sert, sıkı bir yol tutuşun içinde doğacaktır.

İşçi-emekçi hareketi ve birleşik mücadelenin sorunları

İşçi-emekçi hareketi açısından birleşik mücadeleye en fazla ihtiyaç duyulan ve aynı zamanda ortak mücadelenin zemininin alabildiğine genişlediği şu günlerde, ne yazık ki, birleşik mücadelenin örgütlenmesi, mevcut olanaklarının bilinç ve sorumlulukla değerlendirilmesi konusunda aynı şeyi söyleyemeyiz. Tam tersine, işçi, emekçi ve ezilenlerin ortak mücadelesinin içten ve dıştan baltalandığı; bir dönem önceki birlik ve platformların işlevsizleşerek çözüldüğü, işçi ve emekçi örgütlerinde yıkıcı ve rekabetçi tutumların doruğa çıktığı bir dönemden geçmekteyiz. İçinden geçtiğimiz koşulları kısaca özetleyerek, birleşik mücadelenin olanakları ve önündeki engelleri irdeleyip, atılması gereken adımlar ve alınması gereken tutum üzerinde durmaya çalışacağız.

Öncelikle, yaşananların da gösterdiği gibi, ülkemiz emperyalist kapışma ve paylaşımın konusu olan temel sahaların ortasında bulunmakta; yıllarca süren (başta ABD olmak üzere) emperyalizme göbekten bağlılık, bölgede ABD-İngiliz emperyalistlerinin işgalci planlarına bağlanma olarak sürmektedir. Halkın ezici çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini hiçe sayan egemen güçler ve hükümetleri, Irak’ın işgali ve ardından yaşanan işkence, tecavüz vb. insanlık suçlarının gönüllü ortakları olmuşlardır; hem de bütün bölge halklarının nefretini kazanma pahasına ve önlerine atılacak bir parça yağlı kemik uğruna.

Irak halkının kararlı direnişi karşısında bölge ile ilgili planlarını bir süreliğine ertelemek zorunda kalan ABD’nin imdadına yine sermaye çevreleri ve AKP hükümeti koşmuştur; gerek Afganistan’da daha fazla görev alarak gerekse NATO zirvesine ev sahipliği sırasında sergilediği cansiperane tutum (alınan önlemler, NATO karşıtlarına pervasızca saldırı ve zirvede ABD’nin politikalarının kayıtsız şartsız desteklenmesi) bunun kanıtıdır. Ayrıca, ABD, bölge ülkelerine tehdit mesajlarını da, uzun süredir, R. Tayyip Erdoğan’ın son İran ziyaretinde olduğu gibi, Türk hükümetleri ve başbakanlarının ulaklığı yoluyla iletmektedir.

ABD-İsrail-Türkiye ittifakı, halkımızın ve tüm bölge halklarının tepki ve nefretine karşın daha da ilerletilmekte; sözde İsrail yönetimi eleştiriliyor görünürken, gerçekte İsrail’in tüm istekleri yerine getirilip, yağlı ihaleler onlara verilmekte, Filistin halkı içinse sadece timsah gözyaşları dökmekle yetinilmektedir.

Her şey bir yana, kapitalist gözü dönmüşlüğü ve kâr hırsı uğruna dibine sürüklenilen alçaklık çukurunu son yaşananlar özetliyor; Irakta ABD işgal kuvvetlerine mal taşıyan şirketlerin çekilmesi talebiyle kaçırılan şoförlerin bazılarının öldürülmesi üzerine sermaye sözcülerinin açıklaması aynen şöyledir; “ölen ölür, kalan ise ticarettir.”

Tablonun diğer cephelerine göz attığımızda, yukarıdaki “özlü sözün” özel bir duruma ilişkin olmadığını, bilakis burjuvazinin temel düsturu olduğunu görürüz. İşçi, emekçi ve ezilen yığınların işbirlikçi-IMF’ci partilere duyduğu büyük öfke üzerinden güç toplayan; yoksulluğa, işsizliğe ve diğer toplumsal sorunlara belki çözüm getirir umuduyla halkın oy verdiği AKP, 21 aylık icraatıyla, ne ölçüde pervasız piyasacı bir sermaye temsilcisi olduğunu ortaya koymuştur. IMF ile peş peşe stand-by anlaşmaları imzalanmış, niyet mektupları ile verilen sözler hiç zaman kaybedilmeden uygulamaya konmuştur. Süregelen özelleştirme politikaları tavizsizce sürdürülürken, işçi ve emekçilere yönelik Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı saldırıları devreye sokulmuş; İş Yasası her türlü esnekliği ve vahşi sömürüyü yasal hale getirecek şekilde patronların isteği doğrultusunda değiştirilmiş; sosyal güvenlik ve emeklilik alanında kazanılmış haklara yönelik yeni saldırılar (emekli maaşından vergi alınması vb.) devreye sokulmuş; kamu hizmetlerini (başta eğitim ve sağlık olmak üzere) tümden kapitalist ticaret ve sömürüye açmak, yeni piyasalar yaratmak amacıyla reform adı altında Kamu Yönetimi Temel Kanunu (cumhurbaşkanı tarafından şimdilik veto edildi) çıkarılmış; devlet personel rejimi reformu, performans uygulaması vb. hazırlıklara girişilerek, kamu emekçilerinin iş güvenceleri ve diğer kazanılmış haklarının yok edilmesi hedeflenmiştir. Köylülüğe yönelik yıkıcı politikalar ağırlaştırılarak sürdürülmüş; uluslararası tarım ve gıda tekellerinin istekleri doğrultusunda üretici köylülüğü toprağını ekemez, harmanını kaldıramaz duruma sokmuş; Cargil gibi sicili bozuk emperyalist tekellerin baskıları karşısında nişasta bazlı şeker üretimi kotası dünya standartlarının üç-dört katına yükseltilerek yerli pancar üreticilerine yeni bir darbe indirilmiştir. Değişik işkollarındaki on binlerce işçinin TIS görüşmeleri yine IMF dayatmalarının gölgesinde geçmiş ve geçmektedir. 2005 yılı ücret zamlarının üst sınırı yine IMF tarafından %8 olarak dayatılmaktadır.

Tasarruf adı altında kamu harcamaları kısıtlanmış; kamu hizmeti veren kuruluşlar tasfiye edilmiş ya da faaliyet alanları iyice sınırlandırılmış, bu uygulamaların sonucunda kısa sürede pek çok felaket yaşanmıştır. En sonuncusu ise, bilindiği gibi, peş peşe yaşanan tren faciaları ve sel “felaketleri”dir; bu cinayetler karşısında da sermaye ve hükümetlerinin tutumu; “ölen ölür, kalan ise ticarettir” olmuştur.

Yaşanan saldırıların her biri dergimizde ve diğer yayınlarda kapsamlı bir şekilde konu edildiğinden ve yazımızın asıl amacı olmadığından detaya girmiyoruz. Ancak bu tabloya rağmen son dönemde estirilmeye çalışılan iyimser hava ve ekonominin iyiye gittiği, kurtuluşun yakın olduğu bayağı demagojisi üzerinde durmakta fayda olduğu kanısındayız. Gerçekte nedir durum; ekonomide gerçekleştiği ileri sürülen büyümenin ve enflasyonun düşmesinin temel toplumsal sorunlara etkisi ne olmuştur; daha açık söylersek, işsizlik ve yoksulluk bu büyümeden nasıl etkilenmiştir? DİE verilerine göre, 2001 krizinden bu yana, ekonomi, 2002 yılında %8, 2003 yılında %6 büyümesine karşın; bu durum, istihdam artması ve işsizliğin geriletilmesini olumlu değil, tersine olumsuz etkilemiş, işsizlik oranı, ülke genelinde yine DİE verilerine göre, %15,4’e çıkmıştır. Bu pembe tablonun ücretlere yansıması da farklı olmamış; yine 2001’den bu yana, verimlilik %30 artarken, ücretler %30 gerilemiştir. Haftalık yasal çalışma süresi 45 saat olmasına karşın, özel sektörde bu süre, şu anda ortalama 56 saate ulaşmış durumdadır. Tabii bunlar resmi rakamlardır ve bir de yasal olmayan fazla çalışma vardır ki, bunun sınırı, işçinin bedeninin dayanma sınırıdır. Ayrıca, pek çok işçinin bizzat yaşadığı tecrübeden de bildiği, patronların işçiyi 20, hatta 30 saat ayakta tutup çalıştırabilmek için, işçilere uyarıcı ilaçlar, içecekler içirilmesi gibi, çok daha insanlık dışı yöntemlere başvurduklarıdır.

Yine yapılan araştırmalar, halkın %80’inin yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkum edildiğini göstermektedir. Aylık 1 miyar 456 milyon liralık gelir yoksulluk sınırı iken, asgari ücret bunun beşte biri düzeyinde, ve diğer ücretlilerle emeklilerin aylık gelirleri de, bu sınırın epeyce altında kalmaktadır. Tüm bu tabloya ve zam yapmayacaklarına ilişkin sözlere rağmen, temel tüketim mallarına peş peşe zam yapılmış, tüketim vergilerine ek arttırmalar getirilmiştir.

Demokratikleşme, hak ve özgürlükler alanında da durum farklı değildir. AB’nin istekleri olarak bir dizi yasal düzenleme yapılmış, bunlar, demokratikleşmede devrim niteliğinde gelişmeler olarak sunulmuştur. Ancak son bir ay içinde yaşananlar bile, bu iddiaların ne kadar sahte olduğunu göstermeye yetmiş de artmıştır. Ülkenin temel demokrasi meselelerinden olan Kürt sorununa ilişkin tutumun bir dirhem olsun değişmediği ortadadır. Şov amacıyla on yıl sonra tahliye edilen DEP milletvekillerine dışarıya adımlarını atmalarının ikinci günü soruşturma açılması, Kürtçe isim koymanın hâlâ yasak olması, Diyarbakır’da belediye başkanlarının taziye ziyaretini bahane ederek başkanlara soruşturma açılması ve yaşanan siyasi linç, sorunun hâlâ yok sayma-inkar politikasının gerekleri ile karşılandığını göstermeye yetmektedir. İfade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller ve baskılar azalmamış, artmıştır; son birkaç aylık sürede bile, onlarca işyerinde yaşanan sendikalaşma girişimleri patronların ve kolluk kuvvetlerinin zoruyla engellenmiş, engellenmeye çalışmıştır. 15 yıldır örgütlü olan ve mücadele eden eğitim emekçilerinin sendikası Eğitim-Sen’e, tüzüğündeki anadilde eğitimle ilgili bir maddeden dolayı kapatma davası açılmıştır. Eğitim-Sen’e yönelik bu saldırı, aslında gerek Kürt sorunu gerekse ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel sorunlar karşısında, sistemin gerici-baskıcı politikasını hiç de değiştirme niyetinde olmadığını bir kez daha kanıtlamaktadır.

 

HAREKETİN BİRLEŞMESİNİN ÖNÜNDEKİ DÖNEMSEL ENGELLER

Yukarıda ülke tablosunu; sömürülen ve ezilen sınıf ve katmanların maruz kaldığı dönemsel saldırıları özetledik. İşçi ve emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve siyasal hak ve çıkarlarına yönelik sermaye güçlerinin bu acımasız saldırganlığı, sadece döneme özgü değildir elbette. Egemen sınıflar, dönemsel krizlerinin yüklerini ezilen ve sömürülen kitlelerin sırtına yıkmak için, her zaman koşulların uygunluğunu gözeten bir konumda olurlar. İşçi ve emekçi sınıfların tek tek örgütlerinin durumu, bu örgütler arasındaki bağların sağlamlığı, şehir ve kır yoksullarının birbiriyle ilişkileri, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilenlerin “temsilcisi” örgütlerin (parti, sendika, oda, dernek vb.) yapısal durumu ve birbirleriyle bağlaşıklıklarıyla beraber kitlelerin psikolojik, moral durumlarının sağlamlık ve zayıflığı, bu anlamda belirleyicidir. Buradan kalkarak, son birkaç yılın sürükleyip getirdiği olgu ve olaylara dikkatle baktığımızda, başta işçi sınıfının kitlesel örgütlerinin (sendikaların), kır ve şehrin emekçi tabakalarının –örgütlü ve örgütsüz– mücadeleye katılımlarındaki sorunların vahameti daha iyi anlaşılır.

Birleşmek ve birleşik hareket etmenin zemini olmadık ölçüde hazır olmasına karşın:

– İşçi konfederasyonları (Türk-İş, Hak-İş, DİSK) arasındaki ilişkiler günbegün kavgalı bir mecraya sürüklenmekte; her renkten (reformist, revizyonist, dinci, gerici-faşist) sendika ağa ve bürokratı, sendikaların yaşadığı etkisizlik, çözülme ve krizi rakip gördüğü sendikaların varlığına bağlamakta ve sendikal ortamı kızıştırmak için rekabetçi, bölücü her türlü ayrılığı kullanmaktadır. DİSK ve Türk-İş arasında 1 Mayıs’ta başlayan “ayrışma” ve uzaklaşma, orman işkolunda Hak-iş ile Türk-İş arasında üye kapmaca sonucu doğan kavga-gürültünün oluşturduğu gerginlik, konfederasyonların birbirine savaş ilanları, mücadeleyi ve hareketi birleştirecek işçi örgütlerinin iyice güdükleştirilmelerinden başka bir şey değildir. İşçi sendikalarına sendika bürokrasisi eliyle vurulmak istenen bu boyunduruk, daha işin başında; işçi-emekçi hareketinin birleşmedeki harcını temsil eden proleter dinamiklerin ve proletaryanın kolektif iradesinin ipotek altına alınmasıdır.

– İktidardaki sınıfların “eli” ya da hizmetkarı olarak işçi emekçi örgütlerini karıştıran bürokrat-aristokrat tabakanın oynadığı rolün bir görünümü ve patronlara ve hükümete karşı oluşup gelişecek ortak örgüt ve eylem birliklerinin önünü kesmenin bir başka cephesini de, hükümetin kendine yakın gördüğü konfederasyonla yaşadığı flört oluşturmaktadır. Başka dönemlerde organik olarak Türk-İş bürokratlarına tevdi edilen sınıf işbirlikçiliği ve ihanet görevi, bu dönem Hak-İş bürokrasisine verildi. AKP hükümeti konfederasyonlar arası dengeleri Hak-İş lehine bozarak, işçi-emekçi sınıflara yönelik saldırılara karşı alttan bir cephenin oluşmasını engellemeyi hesaplamaktadır. Çorum kiremit ve tuğla işçilerinin örgütlenme çabası ve hak mücadelesinin Salim Uslu tarafından kamuoyuna “provokatif bir hareket” olarak gösterilmeye çalışılması, işbirlikçilik ve ihanetin günümüzdeki görüntüsünü teşkil etmektedir.

– İşçi konfederasyonları ve emekçi örgütlerinin bugünkü durumunu bahane ederek birleşmeyi ve birlikte hareket etmeyi yadsıyan küçük burjuva sol akımların tutum ve davranışları da “ilerleme” kaydederek; 1 Mayıs’ta Saraçhane ile başlayan, NATO ve Bush karşıtı eylemler sırasında “Okmeydanı manga savaşları” ile doruğa çıkan küçük burjuva karakterli eylem ve anlayışı meşrulaştırma çabalarına tanık olundu. DİSK ve KESK’i, diğer işçi ve emekçi sendikalarına karşıt başka bir kutba çekmeye çalışan bu grup ve anlayışlar, bugün çeşitli konfederasyonlara bölünmüş yığınların ortak talepler uğruna birlikte mücadelesi için çalışmak yerine, “mahalle sakinleriyle barikat savaşları” vermeyi daha uygun görüyorlar. Bu istikrarsız, çok başlı, “mangacı”, otonomcu, maceracı eylem türleri ile sağ troçkist, küreselleşmeci, sivil toplumcu “yeni çıkışlar”; DİSK ve KESK’li sendikaların önemli bir kesimini diğer sendikalara karşı kışkırtmada “sol” bir tasallut olarak devam etmektedir. “Sol”dan estirilen bu rüzgar, DİSK içinde sınıf davasına ve sosyalizme bağlanmak isteyen genç öncü işçilerin üretim alanında öz deneyleri ile kazandıkları sınıf olarak beraber hareket etme, sınıf olma bilincine önemli ölçüde zarar verdiği gibi, “DİSK’le kazanılır, diğer sendikalarla kaybedilir” gibi fevkalade zararlı, sendikalar arası düşmanlığı kışkırtan bürokratik söylemlere de güç vermiş olmaktadır.

– Öncü, partili işçi, emekçi ve sendikacıların dönemsel rol ve görevlerini kavrama ve yerine getirmede içine düştükleri yanılgı ve yeteneksizlik, olumsuzlukların aşılmasını zorlaştırmaktadır. Bu öncü unsurlar sendikal bürokrasinin manevra ve taktiklerini teşhir etme ve karşı alternatifler geliştirmede yaşadıkları yetersizliklerin yanı sıra, çeşitli burjuva, küçük burjuva akımların işçi emekçi hareketi içine soktuğu bölücü, yanıltıcı fikirleri etkisizleştirmede de gerekli uyanıklığı gösterememiştir. 2004 1 Mayıs’ında sınıfın hareketini bölen girişimlerin içerdiği tehlike kavranamamış ve bu tehlikeyi bertaraf etmek mümkünken, gerekli girişimlerde bulunmakta yetersiz kalınmıştır. Bir döneme önderlik eden sınıf bilinçli, sosyalist sendikacı, temsilci, işçi vb. kesimler, “kendi sendikalarının adamı” olma adına, sendikal rekabetin –farkında olsun ya da olmasınlar– rüzgarına kapılarak, kendilerinden beklenen rol ve görevleriyle çelişen bir konuma savrulmuşlardır. İstanbul belediyelerinde yaşanan TİS süreci ve grev hazırlıkları sırasında bu işkolunda yıllarca çalışıp pek çok önemli grev ve direnişi yönetmiş, önderlik etmiş öncüler başta olmak üzere, İstanbul’un öncü işçi ve sendikacıları sınıfta kalmış; bürokrasinin koyduğu engeller aşılarak hareket birleştirilip ilerletilememiştir.

 

YAKIN GEÇMİŞİN DENEYLERİ VE HAREKETİ AYAĞA KALDIRACAK DİĞER GELİŞMELER

Kendi örgütünde kendisinin adına başkalarının söz sahibi olmasının yarattığı olumsuzlukların; bölünmeleri ve düşmanlaşmayı teşvik eden gerici rekabetin ve kışkırtmaların boyutu ne olursa olsun, işçi-emekçi yığınların bundan etkilenmeleri göreceli ve geçicidir.

Sömürücü egemen sınıfların işçi, emekçi ve ezilenlere yönelttiği saldırıların kapsam ve mahiyeti önümüzdeki aylarda daha iyi anlaşılacaktır. Tek tek sendika merkez ve şubelerinin günü kurtarma amaçlı basın açıklamalarıyla, ayaküstü protesto ve lokal eylemlerle sonuç alınamayacağını söylemek için kahin olmak gerekmez. Öte yandan, hükümet ve sermaye çevrelerine “sorunların listesini” sunan uslu sendikacıların “girişimlerinin” de ciddi bir karşılık bulamayacağı açıktır; “tepelerdeki” konsensüsler, pazarlıklar, kuru gürültüler; IMF, sermaye ve hükümetin plan ve programlarını uygulamalarını engelleyecek ağırlığa sahip değildir.

10-15 yıldır Emek Platformu (EP) ekseninde oluşan sendikal birliklerin bu döneme devrettiği olumlu deneylerin olduğunu kimse inkar edemez. Yüz binlerce işçinin, emekçinin örgütünü ve mücadelesini ortaklaştıran, birleştiren; tabandan, kısmen örgütlü kısmen de kendiliğinden gelişen, baskıydı. Bugün biri diğerinin gırtlağına sarılan faşist, gerici-işbirlikçi konfederasyon merkez yöneticilerini, o dönem apar topar bir araya getirenin bu baskı olduğu, şimdi daha net görülmektedir. Her fırsatta –o zamanlarda– kaçış yolları arayan, işçilerle memurların, bu iki kesimle esnaf ve üretici köylülerin direngen gücünün birleşerek, sonuç alıcı bir genel direniş gücüne dönüşmesini engelleyen unsurların başında, bu ajan, işbirlikçi, gerici üst bürokrasinin geldiği tarihsel bir gerçekliktir. Bütün bu ihanetlere rağmen, değişik sendika ve konfederasyonlara üye yüz binlerce işçi ve emekçinin sokaklara dökülmesi, 1 Mayıslar’da, Ankara eylemlerinde, sanayi bölgesi, şehir ve çeşitli yerel platformlarda kurulan işbirliği ve ittifakların etkileri, işçi yığınları içinde kolayca unutulmaz. EP ve geriye bıraktıkları üzerine pek çok şey söylenebilir; pek çok dersler çıkarılabilir; atlanmaması gereken ise, öncü işçilerin gerek EP’in oluşum döneminde gerekse sonrasında rollerini kavrama ve yerine getirmede taşıdıkları önemli zaaflardır. Bunun sonucunda, üst bürokrasi, yığınların hareketini, platformdan beklentileri de kullanarak, denetleyebilmiştir.

Daha da öncesine gidersek; 89-90 Bahar Eylemleri’ne paralel doğan ve dönem dönem işçi, emekçi hareketinin lokomotifi görevini üstlenen işçi sendikaları şubeleri platformlarının –daha sonra kamu emekçilerini de saflarına katarak–, başta İstanbul olmak üzere, büyük sanayi kentlerinde değişik biçimlerde ve etkide bugüne kadar varlıklarını koruduklarını görmekteyiz. Ciddi eksiklik ve zayıflıklarına karşın, bu platformların var olması, bugünün önemli başka bir moral kaynağıdır; işçi-emekçi hareketi yeniden ayakları üzerine dikilirken, bu platformların prestij ve olanaklarından yararlanabilir. Çünkü bu platformları, üretim alanlarında, tabanda sömürüye ve sendika bürokrasisine karşı verilen mücadelenin, kitle iradesinin oluşturduğu mevzileri, zaaflardan arındırarak kullanılabilir hale getirmenin olanakları her zaman mevcuttur.

Gelecek açısından bel bağlanması gereken bir başka önemli dinamik ise, sınıfın genç kuşağının örgütlenme ve mücadele girişimlerinin yarattığı potansiyeldir. Ağır ve çekilmez çalışma şartlarına isyan eden binlerce işçinin sendikalaşma eylemi, demoralizasyon ortamını değiştirdiği gibi, işçi hareketine de canlılık kazandıracaktır. Sendikalı işçi-emekçi kesiminin sendikalaşmak isteyen örgütsüz (çoğunluğu genç olan) işçi kitlelerine göstereceği dayanışma ve yardımın oluşturacağı coşku dönemin en önemli kazanımı olacak; ortak mücadele etme fikrini yayacaktır. Yaşanan örnekler de buna kanıttır; önceleri G.Antep Ünaldı, sonra Uşak’ta tekstil işçilerinin yöre halkını da içine katan hak alma ve örgütlenme mücadelesine, şimdi Çorum toprak işçileri, Maraş ve Denizli tekstil, Bolu belediye ve gıda işçileri katıldı.

 

HAREKETİ BİRLEŞTİRECEK VE İLERLETECEK DİNAMİK VE OLANAKLAR

İçinden geçtiğimiz dönem, sınıfların örgütsel durumu ve siyasal mevzilenişi açısından, EP dönemine göre farklılıklar göstermektedir. Sermaye ve hükümet, ezilen-sömürülen sınıfların örgütsel zayıflığı, dağınıklığını ve sermayenin güçlerini yeniden toplamış olmasını fırsat bilip, saldırılarının kapsamını genişleterek sürdürmektedir. Kürt, Türk ve her milliyetten ülkenin ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaları, öncelinden daha sağlam perspektif ve platformlara sahip örgütlenmeler oluşturmak zorundadırlar. Bunun için, açlık ve yoksulluk sarmalına alınmış milyonlarca işsizin öfkesi, “sendikalı” ve sendikasız işçi yığınlarının içinde bulundukları çalışma ve yaşam koşulları, özelleştirme ve esnekleştirmeye karşı duyulan tepki ve mücadele isteği, devleti yeniden yapılandırma adına atılan adımlarla kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve kamu emekçilerinin iş güvencelerinin yok edilmek istenmesi karşısında gelişen tepki, milyonlarca gencin eğitim, iş ve gelecek umutlarının karartılması karsındaki sistemden kopuşu ve arayışları, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin boğulmak istenmesi karşısında Kürt halkının gösterdiği kararlılık ve mücadele azmi, Ortadoğu’da (başta Irak ve Filistin’de yaşananlar olmak üzere) emperyalist politikalara, işgal ve kıyıma karşı halkın tüm kesimlerinin ezici çoğunluğunun duyduğu büyük öfke; gerekli dinamik ve olanakları bünyesinde fazlası ile barındırmaktadır.

Harekete önderlik eden de, arkadan gelen de yaşananlardan öğrenerek ilerleyecektir. Son 3-5 ayın olgusu; Çorum, Bolu, Denizli vb. yerlerde sendikalaşma mücadelesi veren ve birbiriyle dayanışan işçilerin, “sağcı”, politikadan uzak sınıfın en “saf” kesimleriyle mücadele sahasına inmesi, teslimiyetçiliklerini, işçi ve emekçilerin yorgunluğuna bağlayan sendika bürokratlarına ve sınıfın üretimden gelen niteliklerinin üstünü kapatarak uçuk tahliller yapıp sınıfı ve sınıf örgütlerini birbirinden uzaklaştıran küçük burjuva, piyasa solculuğuna bir şeyler ifade etmelidir. Bol-Pat işçilerinin aylardır örgütlenmek için süren direnişine, Bolu belediye işçilerinin verdiği destek; belediye işçilerine, AKP’li başkanın saldırısı karşısında, içtenlikle sahip çıkan Bol-Pat işçilerinin tutumu ve Ardem metal işçilerinin direnişteki bu işçilere verdiği destek basit bir tesadüf değil, tipik sınıf güdüsünün ürünü ve yeni bir sürecin belirtileridir. Aslında Bolu’da değişik işkollarındaki işçilerin birliği; lokal, tek tek işletme eylemlerinin muhtemel başarısızlığını başarıya dönüştürmesinin yanında; dönem dönem her sanayii havzasında, her kentte patlayan protesto ve direnişlerin birbirleriyle birleşmesinin imkansız olmadığını da belgeledi.

Çoktandır sınıf hareketine zarar verir hale gelmiş sol piyasanın bulaşmadığı bölgelerde bu tip olumlu mücadele ve eylem birlikleri vuku bulurken; aylardır görüşmeler labirentinde silikleşen İstanbul belediye işçilerinin talepleri, Bakırköy Sümerbank, Telekom, Hava-İş, Tekel vb. işçilerinin, sağlıkçı, doktor vb, kamuda mücadele eden emekçilerin öfkesiyle aynı hedefe yönelebilir ve gelecek açısından yığınsal işçi-emekçi hareketinde sağlam zeminleri bugünden oluşturabilirdi. Ama öyle olmadı; işçi hareketinin yükselişe geçtiği dönemlerde öncü rolüyle tanınan İstanbul belediye işçileri, kendi içinde dahi birliği sağlayamadı. “Solcu”, “devrimci” sendikacılar, konfederasyonlar arası rekabetin bilançosuna göre hareket ettiler. Bu yüzden, aynı çile ve sıkıntıyı çeken on binlerce belediye işçisi, ortak düşmana karşı bir araya gelemediği gibi, İstanbul’da ve yurdun birçok yerinde mücadele eden işçi yığınlarına da kötü örnek oldu.

Elbette tüm bu gelişmelerin şu ya da bu yönde seyretmesinde konumu ve rolü öncelikle sorgulanması gereken kesim ileri, öncü, devrimci, partili, partisiz işçi ve emekçilerdir. Yukarıda sıralanan olanak ve dinamikleri kullanıp harekete geçirecek olan da esasen bu kesimlerdir. Daha çok da hareketin seyrinin düştüğü, belli bir moralsizlik ve cansızlığın yaşandığı koşullarda, sınıf bilinçli öncü işçi ve emekçiler, yığınların durumunu da gözeterek, toparlayıcı bir çaba içine girmek, gelişmelerin doğurduğu fırsatları en iyi şekilde kullanarak, fabrika, işletme ve işyerlerinde kitleleri örgütleyerek hazırlamak, dağınıklığı, bölünmeyi ve moralsizliği kışkırtan kesimlere karşı kararlı kesintisiz bir mücadele yürütmekle yükümlüdürler.

Sendikalaşma hareketi”nin başlıca özellikleri ve taşıdığı önem uzerine bazı notlar

Bilindiği gibi, son bir yılı aşkın dönemde işçi hareketinde öne çıkan eğilim, hareketin kendini büyük ölçüde sendikalaşma girişimleri ile ifade etmiş olmasıdır. Aynı zamanda, son aylarda iyice yoğunlaşan sendika arayışı içindeki işçilerin ezici çoğunluğunu genç işçilerin oluşturduğu da bir gerçektir. Gerçeğin bir başka yanını da, sendikalaşmak isteyen işçilerin, en yakınlarındaki sendikal merciden (hangi konfederasyona bağlı olduğuna, nasıl bir sendika olduğuna pek de bakmaksızın) “fikir almalarıyla” başlayan sendikalaşma mücadelesinin, işçi hareketi ve sendikal harekette oynayabileceği önemli rol oluşturmaktadır. Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş mevcut sendikaların son aylarda kıpırdanması, “örgütlenme seferberlikleri”, “zincirleri kırma kampanyaları” açmaları, işçi yığınlarının dipten gelen çağrı ve istemlerinden etkilenmeleri ve bir türden karşılık vermeleri, buna ilk elden kanıttır.
Başta tekstil, metal, gıda vb. işkollarında, işletmelerde ve organize sanayii bölgelerinde kötü çalışma koşullarına, haksızlıklara karşı, genç işçilerin, çıkış yolu ararken, “sendikalaşma”dan başka seçeneğin olmadığı fikrinde birleştikleri görülmektedir. Uşak’ta, tekstil sektöründe kitlesel olarak başlayan, işçi ve emekçi hareketini bölgesel olarak etkileyen “sendikalaşma eylemi”nin, dün Çorum’da toprak işçilerinin birikmiş sorun ve taleplerini sendikalaşarak çözüme kavuşturma çabasına, bugün Kıraç’ta, Denizli’de, Tokat’ta, Çerkezköy’de, Çorlu vb. şehir ve bölgelerde binlerce işçinin sendikalaşmayı tartışmaları ve örgütlenme girişimleri eklendiğinde, işçi ve sendikal hareketin geleceğini derinden etkileyebilecek bir enerjinin açığa çıkacağı yadsınamaz  biçimde görülecektir.
Elbette on binlerin kitlesel olarak mücadeleye atıldığı koşullarda, burjuva sendikal akımların ve onların sınıf içinde dalgakıran rolü üstlenmiş bürokratlarının taktiklerinde “değişiklikler” olacağı da bilinmelidir. Nitekim, düne kadar sendikalaşmak isteyen işçiler, “sendikacıların” ayağına kadar gittikleri halde koltuklarından kalkmaya dahi tenezzül etmeyerek, işçilere, “bu yasalarla sendikalaşmak zor” korkulukları sallayan, işçilerin, sendikayı zorlayıp, fiili mücadeleye çektiği yerlerde, patron ve uşakları ile işbirliği halinde, öncü, mücadeleci işçiyi jurnalleyerek işten attıran “sendikacı” kisveli bürokrat-işbirlikçi takımı, bugün de, örgütlenen genç işçilerin, parti örgütçülerinin karşısına değişik rol ve kılıkta çıkacaklardır. Sendikal bürokrasinin işbirlikçi varlığı, kuşkusuz, sınıfın örgütlenme ve mücadelesi açısından küçümsenmeyecek bir tehlike olmayı sürdürmektedir.
Yıllardır sendikaların tabanında ve işçi yığınları içinde sınıf talepleri etrafında sermayeye ve sendikal bürokrasiye karşı sürüp gelen mücadele çizgisi, her dönem değişik burjuva taktiklerle zayıflatılarak boğulmuş, bugünkü harekete öncülük edecek güçlü bir sınıf sendikacılığı çizgisine dönüşememiştir. Her ne kadar ülkenin bir çok sanayi merkezinde kurulan platformlar ve birlikler, zaman zaman işçi yığınlarının bürokrasiye karşı duruşunu da içinde barındıran bir özellik taşısa da; genç işçi kitlelerinin güncel örgütlenme hareketine rehberlik edebilecek, sendikalaşan “tecrübesiz” işçi yığınlarını bürokrasinin tuzaklarından koruyacak derinlik ve sağlamlıkta bir yapılanmadan yoksundur. Böyle olunca; bir dönemin “muhalefet” önderleri, genç işçilerin mevcut sendikaların saflarında örgütlenmeye çalışmalarını “tehlikeli” ve “bürokrasinin ağına düşmek” olarak değerlendirmekte; yine buna paralel olarak, sendika ağalarının gazabına uğramış işçilerin bazıları da, “sendikalaşmama”nın daha akıllıca bir iş olacağını yaymaktadırlar. Bu ayaküstü geliştirilen sığ görüşlere, sınıf dışı küçük burjuva “sol”, Troçkist tasfiyeci akımların “gangster sendikacılara karşı sert mücadele etme” propagandası da eklenince, mevcut sendikalarda örgütlenmenin bir anlam taşımayacağı, bu koşullarda, örgütsüzlüğün örgütlülüğe tercih edilmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Dahası; sendikalaşma eğilimi taşıyan, örgütlenme ve mücadele etme bilincine ilk defa uyanan genç işçiye, sendikaların ve sendikalaşmanın “öcü” olarak lanse edilmesiyle bağlantılı olarak; “kirlenmemiş” sendika kurma-arama anlayışlarıyla yaratılan kafa karışıklığı, bugünün mücadelesi açısından önemli handikaplardır.
Kaldı ki, parti görevlilerinin dahi (yazılarına yansıdığı kadarıyla), fabrika çalışmasının değişik evrelerinde karşılaştıkları sendika bürokratlarının entrikalarından yakındıkları, yaka silktikleri bilinmektedir. Belli bir sanayi havzasındaki çalışmamızın her hangi bir sendikayla temasa geçmesinin devamında yaşanan yetki karmaşası ve bürokrasinin izlediği yol, işçilerin beklentiye itilmesinin yarattığı moral bozukluğu, sendikanın işin içine girmesiyle oluşan kaosta parti ve örgütçülerimiz aleyhinde geliştirilen “dışardan gelenlerden uzak durun” propagandasının işçiler arasında etkili olması, elbette can sıkıcı bir durumdur. Buna rağmen, işçilerin sendikalaşma eylemini, “sendikacıların gerçek yüzünü işçilere kavratma” görevinin sonrasına erteleme tavrı doğru değildir.
Yenilgiyle sonuçlansa dahi; işten atılmayı bile göze alan yüzlerce, binlerce genç işçi, “sendikalaşma eylemi” içinde, -sınıf bilinçli sınıf kardeşlerinin de katkısıyla- ister istemez bir bilinç dönüşümü yaşayacaktır. Kuşkusuz ki; işçi tabanında biriken öfke ve örgütlenme isteğinin sendika bürokratları eliyle küllenmesinin önüne geçilmeli; işçi kitlelerinin, patronların ve uşaklarının saldırılarına, burjuva sendikal akımların mücadeleyi yenilgiye götürecek taktiklerine karşı koyabilecekleri sağlamlıkta örgütlenmeler (sendikalaşma komiteleri, sanayi bölgelerinde dayanışma komiteleri vb.) yaratılmalıdır.
Ancak pratiğin de gösterdiği gibi; hareket, her zaman bizim işaret ettiğimiz doğrultuda gelişmemektedir. Sendikalaşma fikri, bir anda patlak vererek pratiğe dökülmekte ve mevcut sendikalarla ilişki kurulmakta; doğal olarak, işçiler, ilişkiye geçilen sendikacılar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları gibi, mücadelenin yol ve yöntemlerini onlardan öğrenmektedirler. Bolu Bol-Pat işçisi, mektubunda, “direnenler her zaman kazanmaz, ama direnmeden de kazanım olmaz” sloganıyla ifade edilen bir yıla yakın süren direnişin, sendikalaşmayla sonuçlanmasının öyküsünü dile getirirken de, Çerkezköy’de, DİSK-Tekstil sendikasında örgütlenmek için yola çıkan işçiler, “sendika namusumuzdur”, “savaş başladı; ölmek var dönmek yok” derken de, “sendikacıyı”, sendikadan ayırmamaktadır. Evrensel’in mektup köşesinde yayınlanan işçi mektuplarından da anlaşıldığı gibi, bu eylemlerin örgütleyicilerinin büyük bir kesimi, genç, aynı zamanda, sendikal hareketin ve mücadele tarihinin birikim ve derslerinden bihaber, dinci-sağcı ideolojik-siyasal görüşlerin etkisi altındaki işçilerdir. Patronların saldırılarına karşı örgütlenmeye soyunan bu işçi kitlelerinin, sınıfın devrimci partisinin örgütçülerinin yardımına ne kadar ihtiyaç duyduğunu, yine, bizzat sanayi bölgelerinde faaliyet yürüten parti örgütçüleri bilmektedir.
Sendikalaşma hareketlerine yardımcı olmanın sorunları her durum ve alanda farklılıklar gösterse de, dikkate alınması gereken bazı noktaları şöyle sıralayabiliriz:
a) Nasıl gelişirse gelişsin, işçi kitlelerinin “sendikalaşma eylemine” destek verilmeli ve yardımcı olunmalı,
b) Hangi konfederasyonla, hangi sendika şubesinin görevlisiyle nasıl bir ilişki kurulacağı, örgütlenen işçilerin istek ve eğilimi ile bağlantılı olsa da, esas olarak, sınıf mücadelesinin uzun vadeli çıkarlarına göre tercihler önerilmeli,
c) Sendikal bürokrasiyi, “bunlar haindir” sloganıyla teşhir ve tecrit etmenin imkansız olduğunu bilerek; onlara karşı verilen mücadeleyi, burjuva gerici ideolojik-kültürel kuşatmanın işçiler üzerindeki etkisine karşı mücadeleyle birleştiren parti-sınıf çalışmasının uzun erimli bir görevi olarak kavramalı,
d) Sendikalaşma hareketlerinin yarattığı kaynaşmanın (işin başında sendika bürokratları olsa da) sınıf partisinin çalışmasına devasa bir olanak sunacağını bilerek; örgütlenme, propaganda ve ajitasyon araçlarının kullanımı, yeni durum ve ihtiyaçlara göre düzenlemelidir.

GENÇ İŞÇİNİN SENDİKALAŞMASININ İŞÇİ-EMEKÇİ HAREKETİNE SUNDUĞU OLANAKLAR
Gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, her zaman istenilen ve öngörülen pürüzsüz bir düzlemde ilerleme şansımız yoktur. Sendikalaşma biçiminde tezahür eden işçi hareketinin özgünlüklerine göre mevzilenmek; mevcut sendikalara genç işçilerin kitleler halinde gelmesinin yaratacağı şu avantajları şimdiden görmek ve tarif etmek gerekirse:
Birinci olarak; on binlerce genç işçinin mevcut sendikal merkezlere birbirini izleyerek üye olması, üyelik ve yetki süreci içinde yaşanan direniş, mücadele istek ve azmi; uzun süredir moral bozukluğu, bölünmüşlük, yılgınlık içinde bekleyen yüz binlerce sendikalı işçiyi dürtükleyerek ayağa kaldıracaktır. Bunun anlamı; genç işçilerin enerji ve cesaretinin oluşturduğu atmosferin sınıf ve sendikal mücadeleyi sorgulatarak, genç ve yaşlı işçinin, kendi talepleri uğruna sendikalarında yeniden, içerden örgütlü hale gelmenin yol ve yöntemlerini arayacağıdır.
İkinci olarak; on binlerce işçinin bir arada çalıştığı organize sanayi bölgeleri ve sanayii havzalarında bazı fabrikaların sendikalaşması, o bölgede hükmünü sürdüren ve kölece çalışma koşullarını kadermişçesine dayatan patron örgütlerinin çözülmesini de beraberinde getirecektir. Pratik olarak örgütlenmiş, çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmiş sendikalı fabrikalar, diğer işyerleri için örnek teşkil edecek, patronların, birlik halinde, eski koşulları dayatmaları zorlaşacaktır.
Üçüncü olarak; hükümet ve sermaye güçlerinin yoğunlaşan saldırılarına karşı birleşik bir güç olarak hareket etmenin daha da acilleştiği şu günlerde, fabrika ve işletmelerde birliğin temellerini örgütlemenin taze dinamikleri olarak görev almada tereddüt göstermeyecek genç işçi kitlesi; bir yandan, üyesi olduğu sendikanın, diğer sendika ve konfederasyonlar karşısında beslediği rekabetçi düşmanlıkların panzehiri, diğer yandan, işçi emekçi kamuoyunda itibarını yitirmiş sendikaların, yeniden canlanmaları ve ayağa kalkmalarında “can simidi” rolü görecektir.
Dördüncü olarak; partinin örgütlenmesinin ve öncü güç olarak görevini layıkıyla yerine getirmesinin temel dayanaklarından olan sendikal örgütlülüğün, genç işçiler eliyle yeniden inşasının oluşturduğu avantajları anlamak ve kavramak gerekir; partinin çeşitli organlarının, fabrikalarda çalışan genç proleterlerle beslenmesinin önünü de açan bu gelişme, işçiler içinde yürütülen devrimci parti çalışmasının meyvelerinin toplanmasında da sağlam bir zemin oluşturacaktır.

SONUÇ OLARAK
Sınıf partisi ve onun işçi kitleleri içinde çalışma yürüten kadroları açısından, gelişmelerin, zengin bir malzeme sunduğu kuşkusuzdur. Sendikalaşma biçiminde şekillenen ve pek çok özgünlükler barındıran dönemsel işçi hareketi, sınıfı anlama, onun başlıca özelliklerini tanımada, partili militanın devrimci eğitimi açısından da, çok önemli dersler barındırmaktadır. 
Bilmeliyiz ki, hiçbir sendikalaşma girişimi, aslında, işletme ve fabrikada başlayıp biten basitlikte değildir; üretim alanında, “güler yüzlü” patron ve vekillerinin, ustabaşıların, işçi aristokrasisinin gerçek yüzü daha net görünür, “tarafsız” hükümet görevlilerinin, polis ve jandarmanın, mahkemelerin uygulamaları, sade işçinin sistemle ilgili yanılgılarını açığa çıkarır ve gözündeki perdeyi aralar. Fabrikada, atılan ve atılmayan işçiler arasında “sağlamlar ve çürükler” ayrıştırılır.
Hele bu süreçte, aynı işkolundaki işçilerle, aynı sanayi bölgesindeki diğer işçi ve emekçilerle maddi-manevi dayanışmalar örgütlenmiş, fabrikaları-işyerlerini saran yoksul emekçi mahallelerinin desteği alınmışsa, bu, burada, çalışmaya katılan devrimci parti örgütçülerinin işçi ve halk hareketinin sağlam köklerine tutunduğunu gösterir.
Patronların baskısına, sendika bürokrasisinin ihanetçi tutumuna rağmen gelişen “sendikalaşma eylemlerinden”, her kesim kendi sınıfsal konumuna göre yararlanmaya çalışmaktadır. Bu yeni durumdan, her türden bürokrat sendikacı kliği, çürüyen ve dağılan mevcut sendikal sistemin ömrünü uzatmanın bir dayanağı olarak yararlanmayı umarken; bazı sınıf dışı küçük burjuva “sol” akımlar, işçi yığınlarının talep ve istemlerinden, mücadelenin birliği ve geleceğinden ziyade, kendi gruplarının reklamını esas alan istismarcı bir yol tutmuştur.
Devrimci sınıf partisinin örgütçüleri ve her kademedeki partili sendikacılar*, önder ve genç işçilerin ateşli coşkusuyla birleştikleri, sendikalaşma taleplerini ara vermeksizin yaygılaştırdıkları, gelişmelerin ve mücadelenin çeşitli aşamalarında “hareketin önderlerine” yön vermede ustalaştıkları oranda, her türlü akımın bozgunculuğuna, sendika bürokratlarının gelişen hareketi denetleyip yozlaştırma çabalarına ve ihanetlerine engel olabileceklerdir. 
En önemlisi de; “sendikalaşma hareketi” ve genç önderleri ile kurulacak böylesi bir ilişki, hareketin ileri kesimlerinin bilincini, sosyalist bilinç düzeyine ilerletmeyi; öne çıkardığı genç işçi önderlerini, bölünüp dağılmadan partide örgütlemeyi de mümkün kılacaktır.
___________________
* Sendikalaşma hareketi, belki de herkesten çok, partili sendikacıların dikkatini çekmelidir; partili sendikacılar, sınıfın genç kuşağının bu girişimini, kendi konum ve tutumlarını yeniden sorgulamak için fırsat bilmelidir. Harekete daha ileriden ve sorunlarını aşmış olarak katılabilmek, bunu gerektirmektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑