İşçi-emekçi hareketi açısından birleşik mücadeleye en fazla ihtiyaç duyulan ve aynı zamanda ortak mücadelenin zemininin alabildiğine genişlediği şu günlerde, ne yazık ki, birleşik mücadelenin örgütlenmesi, mevcut olanaklarının bilinç ve sorumlulukla değerlendirilmesi konusunda aynı şeyi söyleyemeyiz. Tam tersine, işçi, emekçi ve ezilenlerin ortak mücadelesinin içten ve dıştan baltalandığı; bir dönem önceki birlik ve platformların işlevsizleşerek çözüldüğü, işçi ve emekçi örgütlerinde yıkıcı ve rekabetçi tutumların doruğa çıktığı bir dönemden geçmekteyiz. İçinden geçtiğimiz koşulları kısaca özetleyerek, birleşik mücadelenin olanakları ve önündeki engelleri irdeleyip, atılması gereken adımlar ve alınması gereken tutum üzerinde durmaya çalışacağız.
Öncelikle, yaşananların da gösterdiği gibi, ülkemiz emperyalist kapışma ve paylaşımın konusu olan temel sahaların ortasında bulunmakta; yıllarca süren (başta ABD olmak üzere) emperyalizme göbekten bağlılık, bölgede ABD-İngiliz emperyalistlerinin işgalci planlarına bağlanma olarak sürmektedir. Halkın ezici çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini hiçe sayan egemen güçler ve hükümetleri, Irak’ın işgali ve ardından yaşanan işkence, tecavüz vb. insanlık suçlarının gönüllü ortakları olmuşlardır; hem de bütün bölge halklarının nefretini kazanma pahasına ve önlerine atılacak bir parça yağlı kemik uğruna.
Irak halkının kararlı direnişi karşısında bölge ile ilgili planlarını bir süreliğine ertelemek zorunda kalan ABD’nin imdadına yine sermaye çevreleri ve AKP hükümeti koşmuştur; gerek Afganistan’da daha fazla görev alarak gerekse NATO zirvesine ev sahipliği sırasında sergilediği cansiperane tutum (alınan önlemler, NATO karşıtlarına pervasızca saldırı ve zirvede ABD’nin politikalarının kayıtsız şartsız desteklenmesi) bunun kanıtıdır. Ayrıca, ABD, bölge ülkelerine tehdit mesajlarını da, uzun süredir, R. Tayyip Erdoğan’ın son İran ziyaretinde olduğu gibi, Türk hükümetleri ve başbakanlarının ulaklığı yoluyla iletmektedir.
ABD-İsrail-Türkiye ittifakı, halkımızın ve tüm bölge halklarının tepki ve nefretine karşın daha da ilerletilmekte; sözde İsrail yönetimi eleştiriliyor görünürken, gerçekte İsrail’in tüm istekleri yerine getirilip, yağlı ihaleler onlara verilmekte, Filistin halkı içinse sadece timsah gözyaşları dökmekle yetinilmektedir.
Her şey bir yana, kapitalist gözü dönmüşlüğü ve kâr hırsı uğruna dibine sürüklenilen alçaklık çukurunu son yaşananlar özetliyor; Irakta ABD işgal kuvvetlerine mal taşıyan şirketlerin çekilmesi talebiyle kaçırılan şoförlerin bazılarının öldürülmesi üzerine sermaye sözcülerinin açıklaması aynen şöyledir; “ölen ölür, kalan ise ticarettir.”
Tablonun diğer cephelerine göz attığımızda, yukarıdaki “özlü sözün” özel bir duruma ilişkin olmadığını, bilakis burjuvazinin temel düsturu olduğunu görürüz. İşçi, emekçi ve ezilen yığınların işbirlikçi-IMF’ci partilere duyduğu büyük öfke üzerinden güç toplayan; yoksulluğa, işsizliğe ve diğer toplumsal sorunlara belki çözüm getirir umuduyla halkın oy verdiği AKP, 21 aylık icraatıyla, ne ölçüde pervasız piyasacı bir sermaye temsilcisi olduğunu ortaya koymuştur. IMF ile peş peşe stand-by anlaşmaları imzalanmış, niyet mektupları ile verilen sözler hiç zaman kaybedilmeden uygulamaya konmuştur. Süregelen özelleştirme politikaları tavizsizce sürdürülürken, işçi ve emekçilere yönelik Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı saldırıları devreye sokulmuş; İş Yasası her türlü esnekliği ve vahşi sömürüyü yasal hale getirecek şekilde patronların isteği doğrultusunda değiştirilmiş; sosyal güvenlik ve emeklilik alanında kazanılmış haklara yönelik yeni saldırılar (emekli maaşından vergi alınması vb.) devreye sokulmuş; kamu hizmetlerini (başta eğitim ve sağlık olmak üzere) tümden kapitalist ticaret ve sömürüye açmak, yeni piyasalar yaratmak amacıyla reform adı altında Kamu Yönetimi Temel Kanunu (cumhurbaşkanı tarafından şimdilik veto edildi) çıkarılmış; devlet personel rejimi reformu, performans uygulaması vb. hazırlıklara girişilerek, kamu emekçilerinin iş güvenceleri ve diğer kazanılmış haklarının yok edilmesi hedeflenmiştir. Köylülüğe yönelik yıkıcı politikalar ağırlaştırılarak sürdürülmüş; uluslararası tarım ve gıda tekellerinin istekleri doğrultusunda üretici köylülüğü toprağını ekemez, harmanını kaldıramaz duruma sokmuş; Cargil gibi sicili bozuk emperyalist tekellerin baskıları karşısında nişasta bazlı şeker üretimi kotası dünya standartlarının üç-dört katına yükseltilerek yerli pancar üreticilerine yeni bir darbe indirilmiştir. Değişik işkollarındaki on binlerce işçinin TIS görüşmeleri yine IMF dayatmalarının gölgesinde geçmiş ve geçmektedir. 2005 yılı ücret zamlarının üst sınırı yine IMF tarafından %8 olarak dayatılmaktadır.
Tasarruf adı altında kamu harcamaları kısıtlanmış; kamu hizmeti veren kuruluşlar tasfiye edilmiş ya da faaliyet alanları iyice sınırlandırılmış, bu uygulamaların sonucunda kısa sürede pek çok felaket yaşanmıştır. En sonuncusu ise, bilindiği gibi, peş peşe yaşanan tren faciaları ve sel “felaketleri”dir; bu cinayetler karşısında da sermaye ve hükümetlerinin tutumu; “ölen ölür, kalan ise ticarettir” olmuştur.
Yaşanan saldırıların her biri dergimizde ve diğer yayınlarda kapsamlı bir şekilde konu edildiğinden ve yazımızın asıl amacı olmadığından detaya girmiyoruz. Ancak bu tabloya rağmen son dönemde estirilmeye çalışılan iyimser hava ve ekonominin iyiye gittiği, kurtuluşun yakın olduğu bayağı demagojisi üzerinde durmakta fayda olduğu kanısındayız. Gerçekte nedir durum; ekonomide gerçekleştiği ileri sürülen büyümenin ve enflasyonun düşmesinin temel toplumsal sorunlara etkisi ne olmuştur; daha açık söylersek, işsizlik ve yoksulluk bu büyümeden nasıl etkilenmiştir? DİE verilerine göre, 2001 krizinden bu yana, ekonomi, 2002 yılında %8, 2003 yılında %6 büyümesine karşın; bu durum, istihdam artması ve işsizliğin geriletilmesini olumlu değil, tersine olumsuz etkilemiş, işsizlik oranı, ülke genelinde yine DİE verilerine göre, %15,4’e çıkmıştır. Bu pembe tablonun ücretlere yansıması da farklı olmamış; yine 2001’den bu yana, verimlilik %30 artarken, ücretler %30 gerilemiştir. Haftalık yasal çalışma süresi 45 saat olmasına karşın, özel sektörde bu süre, şu anda ortalama 56 saate ulaşmış durumdadır. Tabii bunlar resmi rakamlardır ve bir de yasal olmayan fazla çalışma vardır ki, bunun sınırı, işçinin bedeninin dayanma sınırıdır. Ayrıca, pek çok işçinin bizzat yaşadığı tecrübeden de bildiği, patronların işçiyi 20, hatta 30 saat ayakta tutup çalıştırabilmek için, işçilere uyarıcı ilaçlar, içecekler içirilmesi gibi, çok daha insanlık dışı yöntemlere başvurduklarıdır.
Yine yapılan araştırmalar, halkın %80’inin yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkum edildiğini göstermektedir. Aylık 1 miyar 456 milyon liralık gelir yoksulluk sınırı iken, asgari ücret bunun beşte biri düzeyinde, ve diğer ücretlilerle emeklilerin aylık gelirleri de, bu sınırın epeyce altında kalmaktadır. Tüm bu tabloya ve zam yapmayacaklarına ilişkin sözlere rağmen, temel tüketim mallarına peş peşe zam yapılmış, tüketim vergilerine ek arttırmalar getirilmiştir.
Demokratikleşme, hak ve özgürlükler alanında da durum farklı değildir. AB’nin istekleri olarak bir dizi yasal düzenleme yapılmış, bunlar, demokratikleşmede devrim niteliğinde gelişmeler olarak sunulmuştur. Ancak son bir ay içinde yaşananlar bile, bu iddiaların ne kadar sahte olduğunu göstermeye yetmiş de artmıştır. Ülkenin temel demokrasi meselelerinden olan Kürt sorununa ilişkin tutumun bir dirhem olsun değişmediği ortadadır. Şov amacıyla on yıl sonra tahliye edilen DEP milletvekillerine dışarıya adımlarını atmalarının ikinci günü soruşturma açılması, Kürtçe isim koymanın hâlâ yasak olması, Diyarbakır’da belediye başkanlarının taziye ziyaretini bahane ederek başkanlara soruşturma açılması ve yaşanan siyasi linç, sorunun hâlâ yok sayma-inkar politikasının gerekleri ile karşılandığını göstermeye yetmektedir. İfade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller ve baskılar azalmamış, artmıştır; son birkaç aylık sürede bile, onlarca işyerinde yaşanan sendikalaşma girişimleri patronların ve kolluk kuvvetlerinin zoruyla engellenmiş, engellenmeye çalışmıştır. 15 yıldır örgütlü olan ve mücadele eden eğitim emekçilerinin sendikası Eğitim-Sen’e, tüzüğündeki anadilde eğitimle ilgili bir maddeden dolayı kapatma davası açılmıştır. Eğitim-Sen’e yönelik bu saldırı, aslında gerek Kürt sorunu gerekse ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel sorunlar karşısında, sistemin gerici-baskıcı politikasını hiç de değiştirme niyetinde olmadığını bir kez daha kanıtlamaktadır.
HAREKETİN BİRLEŞMESİNİN ÖNÜNDEKİ DÖNEMSEL ENGELLER
Yukarıda ülke tablosunu; sömürülen ve ezilen sınıf ve katmanların maruz kaldığı dönemsel saldırıları özetledik. İşçi ve emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve siyasal hak ve çıkarlarına yönelik sermaye güçlerinin bu acımasız saldırganlığı, sadece döneme özgü değildir elbette. Egemen sınıflar, dönemsel krizlerinin yüklerini ezilen ve sömürülen kitlelerin sırtına yıkmak için, her zaman koşulların uygunluğunu gözeten bir konumda olurlar. İşçi ve emekçi sınıfların tek tek örgütlerinin durumu, bu örgütler arasındaki bağların sağlamlığı, şehir ve kır yoksullarının birbiriyle ilişkileri, başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm ezilenlerin “temsilcisi” örgütlerin (parti, sendika, oda, dernek vb.) yapısal durumu ve birbirleriyle bağlaşıklıklarıyla beraber kitlelerin psikolojik, moral durumlarının sağlamlık ve zayıflığı, bu anlamda belirleyicidir. Buradan kalkarak, son birkaç yılın sürükleyip getirdiği olgu ve olaylara dikkatle baktığımızda, başta işçi sınıfının kitlesel örgütlerinin (sendikaların), kır ve şehrin emekçi tabakalarının –örgütlü ve örgütsüz– mücadeleye katılımlarındaki sorunların vahameti daha iyi anlaşılır.
Birleşmek ve birleşik hareket etmenin zemini olmadık ölçüde hazır olmasına karşın:
– İşçi konfederasyonları (Türk-İş, Hak-İş, DİSK) arasındaki ilişkiler günbegün kavgalı bir mecraya sürüklenmekte; her renkten (reformist, revizyonist, dinci, gerici-faşist) sendika ağa ve bürokratı, sendikaların yaşadığı etkisizlik, çözülme ve krizi rakip gördüğü sendikaların varlığına bağlamakta ve sendikal ortamı kızıştırmak için rekabetçi, bölücü her türlü ayrılığı kullanmaktadır. DİSK ve Türk-İş arasında 1 Mayıs’ta başlayan “ayrışma” ve uzaklaşma, orman işkolunda Hak-iş ile Türk-İş arasında üye kapmaca sonucu doğan kavga-gürültünün oluşturduğu gerginlik, konfederasyonların birbirine savaş ilanları, mücadeleyi ve hareketi birleştirecek işçi örgütlerinin iyice güdükleştirilmelerinden başka bir şey değildir. İşçi sendikalarına sendika bürokrasisi eliyle vurulmak istenen bu boyunduruk, daha işin başında; işçi-emekçi hareketinin birleşmedeki harcını temsil eden proleter dinamiklerin ve proletaryanın kolektif iradesinin ipotek altına alınmasıdır.
– İktidardaki sınıfların “eli” ya da hizmetkarı olarak işçi emekçi örgütlerini karıştıran bürokrat-aristokrat tabakanın oynadığı rolün bir görünümü ve patronlara ve hükümete karşı oluşup gelişecek ortak örgüt ve eylem birliklerinin önünü kesmenin bir başka cephesini de, hükümetin kendine yakın gördüğü konfederasyonla yaşadığı flört oluşturmaktadır. Başka dönemlerde organik olarak Türk-İş bürokratlarına tevdi edilen sınıf işbirlikçiliği ve ihanet görevi, bu dönem Hak-İş bürokrasisine verildi. AKP hükümeti konfederasyonlar arası dengeleri Hak-İş lehine bozarak, işçi-emekçi sınıflara yönelik saldırılara karşı alttan bir cephenin oluşmasını engellemeyi hesaplamaktadır. Çorum kiremit ve tuğla işçilerinin örgütlenme çabası ve hak mücadelesinin Salim Uslu tarafından kamuoyuna “provokatif bir hareket” olarak gösterilmeye çalışılması, işbirlikçilik ve ihanetin günümüzdeki görüntüsünü teşkil etmektedir.
– İşçi konfederasyonları ve emekçi örgütlerinin bugünkü durumunu bahane ederek birleşmeyi ve birlikte hareket etmeyi yadsıyan küçük burjuva sol akımların tutum ve davranışları da “ilerleme” kaydederek; 1 Mayıs’ta Saraçhane ile başlayan, NATO ve Bush karşıtı eylemler sırasında “Okmeydanı manga savaşları” ile doruğa çıkan küçük burjuva karakterli eylem ve anlayışı meşrulaştırma çabalarına tanık olundu. DİSK ve KESK’i, diğer işçi ve emekçi sendikalarına karşıt başka bir kutba çekmeye çalışan bu grup ve anlayışlar, bugün çeşitli konfederasyonlara bölünmüş yığınların ortak talepler uğruna birlikte mücadelesi için çalışmak yerine, “mahalle sakinleriyle barikat savaşları” vermeyi daha uygun görüyorlar. Bu istikrarsız, çok başlı, “mangacı”, otonomcu, maceracı eylem türleri ile sağ troçkist, küreselleşmeci, sivil toplumcu “yeni çıkışlar”; DİSK ve KESK’li sendikaların önemli bir kesimini diğer sendikalara karşı kışkırtmada “sol” bir tasallut olarak devam etmektedir. “Sol”dan estirilen bu rüzgar, DİSK içinde sınıf davasına ve sosyalizme bağlanmak isteyen genç öncü işçilerin üretim alanında öz deneyleri ile kazandıkları sınıf olarak beraber hareket etme, sınıf olma bilincine önemli ölçüde zarar verdiği gibi, “DİSK’le kazanılır, diğer sendikalarla kaybedilir” gibi fevkalade zararlı, sendikalar arası düşmanlığı kışkırtan bürokratik söylemlere de güç vermiş olmaktadır.
– Öncü, partili işçi, emekçi ve sendikacıların dönemsel rol ve görevlerini kavrama ve yerine getirmede içine düştükleri yanılgı ve yeteneksizlik, olumsuzlukların aşılmasını zorlaştırmaktadır. Bu öncü unsurlar sendikal bürokrasinin manevra ve taktiklerini teşhir etme ve karşı alternatifler geliştirmede yaşadıkları yetersizliklerin yanı sıra, çeşitli burjuva, küçük burjuva akımların işçi emekçi hareketi içine soktuğu bölücü, yanıltıcı fikirleri etkisizleştirmede de gerekli uyanıklığı gösterememiştir. 2004 1 Mayıs’ında sınıfın hareketini bölen girişimlerin içerdiği tehlike kavranamamış ve bu tehlikeyi bertaraf etmek mümkünken, gerekli girişimlerde bulunmakta yetersiz kalınmıştır. Bir döneme önderlik eden sınıf bilinçli, sosyalist sendikacı, temsilci, işçi vb. kesimler, “kendi sendikalarının adamı” olma adına, sendikal rekabetin –farkında olsun ya da olmasınlar– rüzgarına kapılarak, kendilerinden beklenen rol ve görevleriyle çelişen bir konuma savrulmuşlardır. İstanbul belediyelerinde yaşanan TİS süreci ve grev hazırlıkları sırasında bu işkolunda yıllarca çalışıp pek çok önemli grev ve direnişi yönetmiş, önderlik etmiş öncüler başta olmak üzere, İstanbul’un öncü işçi ve sendikacıları sınıfta kalmış; bürokrasinin koyduğu engeller aşılarak hareket birleştirilip ilerletilememiştir.
YAKIN GEÇMİŞİN DENEYLERİ VE HAREKETİ AYAĞA KALDIRACAK DİĞER GELİŞMELER
Kendi örgütünde kendisinin adına başkalarının söz sahibi olmasının yarattığı olumsuzlukların; bölünmeleri ve düşmanlaşmayı teşvik eden gerici rekabetin ve kışkırtmaların boyutu ne olursa olsun, işçi-emekçi yığınların bundan etkilenmeleri göreceli ve geçicidir.
Sömürücü egemen sınıfların işçi, emekçi ve ezilenlere yönelttiği saldırıların kapsam ve mahiyeti önümüzdeki aylarda daha iyi anlaşılacaktır. Tek tek sendika merkez ve şubelerinin günü kurtarma amaçlı basın açıklamalarıyla, ayaküstü protesto ve lokal eylemlerle sonuç alınamayacağını söylemek için kahin olmak gerekmez. Öte yandan, hükümet ve sermaye çevrelerine “sorunların listesini” sunan uslu sendikacıların “girişimlerinin” de ciddi bir karşılık bulamayacağı açıktır; “tepelerdeki” konsensüsler, pazarlıklar, kuru gürültüler; IMF, sermaye ve hükümetin plan ve programlarını uygulamalarını engelleyecek ağırlığa sahip değildir.
10-15 yıldır Emek Platformu (EP) ekseninde oluşan sendikal birliklerin bu döneme devrettiği olumlu deneylerin olduğunu kimse inkar edemez. Yüz binlerce işçinin, emekçinin örgütünü ve mücadelesini ortaklaştıran, birleştiren; tabandan, kısmen örgütlü kısmen de kendiliğinden gelişen, baskıydı. Bugün biri diğerinin gırtlağına sarılan faşist, gerici-işbirlikçi konfederasyon merkez yöneticilerini, o dönem apar topar bir araya getirenin bu baskı olduğu, şimdi daha net görülmektedir. Her fırsatta –o zamanlarda– kaçış yolları arayan, işçilerle memurların, bu iki kesimle esnaf ve üretici köylülerin direngen gücünün birleşerek, sonuç alıcı bir genel direniş gücüne dönüşmesini engelleyen unsurların başında, bu ajan, işbirlikçi, gerici üst bürokrasinin geldiği tarihsel bir gerçekliktir. Bütün bu ihanetlere rağmen, değişik sendika ve konfederasyonlara üye yüz binlerce işçi ve emekçinin sokaklara dökülmesi, 1 Mayıslar’da, Ankara eylemlerinde, sanayi bölgesi, şehir ve çeşitli yerel platformlarda kurulan işbirliği ve ittifakların etkileri, işçi yığınları içinde kolayca unutulmaz. EP ve geriye bıraktıkları üzerine pek çok şey söylenebilir; pek çok dersler çıkarılabilir; atlanmaması gereken ise, öncü işçilerin gerek EP’in oluşum döneminde gerekse sonrasında rollerini kavrama ve yerine getirmede taşıdıkları önemli zaaflardır. Bunun sonucunda, üst bürokrasi, yığınların hareketini, platformdan beklentileri de kullanarak, denetleyebilmiştir.
Daha da öncesine gidersek; 89-90 Bahar Eylemleri’ne paralel doğan ve dönem dönem işçi, emekçi hareketinin lokomotifi görevini üstlenen işçi sendikaları şubeleri platformlarının –daha sonra kamu emekçilerini de saflarına katarak–, başta İstanbul olmak üzere, büyük sanayi kentlerinde değişik biçimlerde ve etkide bugüne kadar varlıklarını koruduklarını görmekteyiz. Ciddi eksiklik ve zayıflıklarına karşın, bu platformların var olması, bugünün önemli başka bir moral kaynağıdır; işçi-emekçi hareketi yeniden ayakları üzerine dikilirken, bu platformların prestij ve olanaklarından yararlanabilir. Çünkü bu platformları, üretim alanlarında, tabanda sömürüye ve sendika bürokrasisine karşı verilen mücadelenin, kitle iradesinin oluşturduğu mevzileri, zaaflardan arındırarak kullanılabilir hale getirmenin olanakları her zaman mevcuttur.
Gelecek açısından bel bağlanması gereken bir başka önemli dinamik ise, sınıfın genç kuşağının örgütlenme ve mücadele girişimlerinin yarattığı potansiyeldir. Ağır ve çekilmez çalışma şartlarına isyan eden binlerce işçinin sendikalaşma eylemi, demoralizasyon ortamını değiştirdiği gibi, işçi hareketine de canlılık kazandıracaktır. Sendikalı işçi-emekçi kesiminin sendikalaşmak isteyen örgütsüz (çoğunluğu genç olan) işçi kitlelerine göstereceği dayanışma ve yardımın oluşturacağı coşku dönemin en önemli kazanımı olacak; ortak mücadele etme fikrini yayacaktır. Yaşanan örnekler de buna kanıttır; önceleri G.Antep Ünaldı, sonra Uşak’ta tekstil işçilerinin yöre halkını da içine katan hak alma ve örgütlenme mücadelesine, şimdi Çorum toprak işçileri, Maraş ve Denizli tekstil, Bolu belediye ve gıda işçileri katıldı.
HAREKETİ BİRLEŞTİRECEK VE İLERLETECEK DİNAMİK VE OLANAKLAR
İçinden geçtiğimiz dönem, sınıfların örgütsel durumu ve siyasal mevzilenişi açısından, EP dönemine göre farklılıklar göstermektedir. Sermaye ve hükümet, ezilen-sömürülen sınıfların örgütsel zayıflığı, dağınıklığını ve sermayenin güçlerini yeniden toplamış olmasını fırsat bilip, saldırılarının kapsamını genişleterek sürdürmektedir. Kürt, Türk ve her milliyetten ülkenin ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaları, öncelinden daha sağlam perspektif ve platformlara sahip örgütlenmeler oluşturmak zorundadırlar. Bunun için, açlık ve yoksulluk sarmalına alınmış milyonlarca işsizin öfkesi, “sendikalı” ve sendikasız işçi yığınlarının içinde bulundukları çalışma ve yaşam koşulları, özelleştirme ve esnekleştirmeye karşı duyulan tepki ve mücadele isteği, devleti yeniden yapılandırma adına atılan adımlarla kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve kamu emekçilerinin iş güvencelerinin yok edilmek istenmesi karşısında gelişen tepki, milyonlarca gencin eğitim, iş ve gelecek umutlarının karartılması karsındaki sistemden kopuşu ve arayışları, eşitlik ve demokrasi mücadelesinin boğulmak istenmesi karşısında Kürt halkının gösterdiği kararlılık ve mücadele azmi, Ortadoğu’da (başta Irak ve Filistin’de yaşananlar olmak üzere) emperyalist politikalara, işgal ve kıyıma karşı halkın tüm kesimlerinin ezici çoğunluğunun duyduğu büyük öfke; gerekli dinamik ve olanakları bünyesinde fazlası ile barındırmaktadır.
Harekete önderlik eden de, arkadan gelen de yaşananlardan öğrenerek ilerleyecektir. Son 3-5 ayın olgusu; Çorum, Bolu, Denizli vb. yerlerde sendikalaşma mücadelesi veren ve birbiriyle dayanışan işçilerin, “sağcı”, politikadan uzak sınıfın en “saf” kesimleriyle mücadele sahasına inmesi, teslimiyetçiliklerini, işçi ve emekçilerin yorgunluğuna bağlayan sendika bürokratlarına ve sınıfın üretimden gelen niteliklerinin üstünü kapatarak uçuk tahliller yapıp sınıfı ve sınıf örgütlerini birbirinden uzaklaştıran küçük burjuva, piyasa solculuğuna bir şeyler ifade etmelidir. Bol-Pat işçilerinin aylardır örgütlenmek için süren direnişine, Bolu belediye işçilerinin verdiği destek; belediye işçilerine, AKP’li başkanın saldırısı karşısında, içtenlikle sahip çıkan Bol-Pat işçilerinin tutumu ve Ardem metal işçilerinin direnişteki bu işçilere verdiği destek basit bir tesadüf değil, tipik sınıf güdüsünün ürünü ve yeni bir sürecin belirtileridir. Aslında Bolu’da değişik işkollarındaki işçilerin birliği; lokal, tek tek işletme eylemlerinin muhtemel başarısızlığını başarıya dönüştürmesinin yanında; dönem dönem her sanayii havzasında, her kentte patlayan protesto ve direnişlerin birbirleriyle birleşmesinin imkansız olmadığını da belgeledi.
Çoktandır sınıf hareketine zarar verir hale gelmiş sol piyasanın bulaşmadığı bölgelerde bu tip olumlu mücadele ve eylem birlikleri vuku bulurken; aylardır görüşmeler labirentinde silikleşen İstanbul belediye işçilerinin talepleri, Bakırköy Sümerbank, Telekom, Hava-İş, Tekel vb. işçilerinin, sağlıkçı, doktor vb, kamuda mücadele eden emekçilerin öfkesiyle aynı hedefe yönelebilir ve gelecek açısından yığınsal işçi-emekçi hareketinde sağlam zeminleri bugünden oluşturabilirdi. Ama öyle olmadı; işçi hareketinin yükselişe geçtiği dönemlerde öncü rolüyle tanınan İstanbul belediye işçileri, kendi içinde dahi birliği sağlayamadı. “Solcu”, “devrimci” sendikacılar, konfederasyonlar arası rekabetin bilançosuna göre hareket ettiler. Bu yüzden, aynı çile ve sıkıntıyı çeken on binlerce belediye işçisi, ortak düşmana karşı bir araya gelemediği gibi, İstanbul’da ve yurdun birçok yerinde mücadele eden işçi yığınlarına da kötü örnek oldu.
Elbette tüm bu gelişmelerin şu ya da bu yönde seyretmesinde konumu ve rolü öncelikle sorgulanması gereken kesim ileri, öncü, devrimci, partili, partisiz işçi ve emekçilerdir. Yukarıda sıralanan olanak ve dinamikleri kullanıp harekete geçirecek olan da esasen bu kesimlerdir. Daha çok da hareketin seyrinin düştüğü, belli bir moralsizlik ve cansızlığın yaşandığı koşullarda, sınıf bilinçli öncü işçi ve emekçiler, yığınların durumunu da gözeterek, toparlayıcı bir çaba içine girmek, gelişmelerin doğurduğu fırsatları en iyi şekilde kullanarak, fabrika, işletme ve işyerlerinde kitleleri örgütleyerek hazırlamak, dağınıklığı, bölünmeyi ve moralsizliği kışkırtan kesimlere karşı kararlı kesintisiz bir mücadele yürütmekle yükümlüdürler.