TKP’NİN ULUSAL TALEPLERE İLGİSİ
“Solculuk” iddiasındaki herkesin kafa karışıklığı ya da milliyetçilikten etkilenme içinde bulunduğu Kürt sorununun bugün geldiği noktada, gündemde olan “Kürt Açılımı” karşısında TKP ikili bir eğilim içinde görünmektedir. Ergenekon soruşturmasının ilk günlerinde ciddi biçimde dağıtmış ve “yurtseverler dışarı” sloganını patlatmış olan TKP, aynı tür kafa karışıklığını “Kürt Açılımı” karşısında da göstermiştir. Kürt sorununun az-çok eşitlikçi çözüm imkanlarını bile reddetme pozisyonunu tutarak bir çözüm ihtimali karşısında saf tutmuş, bir huzur ve giderek barış arayışı geliştirmek ve bunun için bir barış gücü olarak üzerine düşecek katkı ve desteği üstlenmek yerine, “açılım”ın Amerikancı, dinci vb. olumsuzluklarını sayıp dökme tutumunu geliştirmiştir. (Yalnızca “kafa karışıklığı” mıdır, değinilecek; ama ciddi bir kafa karışıklığından söz edilmesi gerektiği de ortada.)
Ama yine de Kürt sorunu, Kürtler ve Kürt ulusal hareketi karşısındaki genel tutumunu bir miktar yumuşattığı da görülmektedir.
TKP, yıllardır, Kürtleri sosyalizme, Kürt sorununun sosyalist çözümüne çağırırdı: “Sosyalizm, Kürt emekçilerini yeni bir düzenin eşit kuruculuğuna çağırmaktadır.” “Sosyalizm” TKP’ydi ve Kürtlere, “gelin, yeni sosyalist Türkiye’yi birlikte eşit biçimde kuralım” demekle yetinmekteydi TKP. “Sosyalizm”de ulusal sorunlar tümüyle hallolacaktı. O zamana kadar? Herhalde beklenecekti. Eleştirel bir bekleyiş, en fazla bu, TKP’nin tutumu oldu. Sosyalizme doğru yol almayla, bu yönde demokratik Kürt hareketini bir dinamik olarak değerlendirme ya da Kürt sorununun çözümü yönünde atılacak adımlarla sosyalizmin önündeki “set”lerden birinin aşılması ve sosyalizm için demokratik eğitimin tamamlanmasıyla, öyleyse ulusal sorunla ilgili talepler ileri sürme ya da ileri sürülen demokratik talepleri desteklemeyle ilgilenmezdi. Demokrasi mücadelesini, demokratik talepler ileri sürülmesini, –kuşkusuz sosyalizm için yürütülecek devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak– demokratik reformlar için mücadeleyi kategorik olarak dışlar, reddederdi. Demokratik devrimi tamamlanmış, demokrasiyi ulaşılmış hedef ve yerine artık sosyalizm konması gereken gericilik sayar, demokrasi mücadelesine –miadını doldurması, artık geriye ve gericiliğe ilişkin olması nedeniyle– “kitabında” yer vermezdi. Bundan dolayı, Kürt sorununu da ancak ve yalnızca sosyalizmin çözeceğini varsayar, sosyalist içerik taşımayan ulusal demokratik taleplere, ne denli kitlesel olarak ileri sürülmüş olursa olsun, dönüp bakmazdı.
TKP’nin, Kürt sorununun çözümü açısından, Kürt emekçilerine yönelttiği “eşit sosyalist kuruculuk çağrısı” sadece bir program maddesi ya da propaganda sloganı durumunda da değildi. 5-6 yıl önce, eski TKP Genel Başkanı A. Güler, “Kürtler mücadele tarihlerinde kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi üzerine kurulu deneyleri geride bırakmışlardır. Sonuç alınamamıştır.” saptamasını yaparak, artık Kürt ulusal mücadelesinin yürüyecek bir yolu kalmadığını ileri sürmüş ve Kürtlere yöneltilmiş “sosyalizm için mücadele çağrısı”nın propagandanın ötesinde somut pratik bir değer ifade ettiğini açıklamıştı: : “Çağrıda bulunduğumuz çözüm bir yeni icat değil. Ama temcit pilavı, hiç değil. Bugün Kürt sorununun yeni ve bildik bir çözüm kanalına sokulması mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde içinde bulunduğumuz konjonktür böyle bir yenilenme için oldukça da uygundur.”1 Ne demokrasi mücadelesi, ne Kürtlerin ulusal demokratik talepleri ve desteklenmesi… TKP Kürt ulusal demokratik mücadelesine cepheden tutum almıştı.
Şimdi bir yumuşama, hem yaklaşımda hem pratik siyasal tutumlarda görülmektedir. Son yayınladığı “Barış Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi”nde doğruluğuyla yanlışlığını tartışacağımız bir dizi demokratik talep ileri sürmekte ya da doğru deyişle demokratik içerikli olanları Kürt ulusal demokratik hareketi tarafından ileri sürülmüş bu talepleri desteklediğini açıklamaktadır. Bildirgede, “Genel af çıkarılmalı”, “TSK operasyonları durdurulmalı”, “koruculuk sistemi lağvedilmeli”, “korucular silahsızlandırılmalı”, “köye dönüş isteyenler için olanaklı hale getirilmeli”, “kontrgerilla örgütleri tarafından gerçekleştirildiği belli faili meçhul cinayetler ve katliamlar yeniden kovuşturulmalı”, “gerçekler açığa çıkarılmalı” gibi talepler yer almaktadır ve bunun hem doğru olduğu, hem de “sosyalizm” demekle yetinen ve herhangi demokratik talebin savunulmasına kapıyı kapalı tutan TKP’nin eski tutumundan farklılık taşıdığı tartışmasızdır. “Yumuşama”, aynı zamanda, yıllardır, HADEP, DEHAP, DTP gibi Kürt partilerinin yanına hiç yaklaşmayan, kapılarını bile çalmayan, bu partilerin yürüttüğü mücadele ve savunduğu taleplere hiç destek vermeyen TKP’nin DTP ile görüşmeler yapmaya ve onunla birlikte ortak mitingler düzenleme pratik tutumuna geçmesinde de görülmektedir. İyidir… Ama..
TKP, Kürt sorununda az-çok tutum değiştirmesine değiştirmiştir, ancak, bu tutum değişikliği, bir yandan belli belirsizdir, eski içerik esasta korunmakta ve bildirgede kayda geçirilerek benimsendiği anlaşılan ulusal demokratik talepler ve bu taleplerle birlikte başlıca kimlik talebi üzerinden yükselen Kürt halkının demokratik mücadelesi, DTP ile görüşmelere rağmen, yok sayılmaktadır. Öte yandan, az-çok değişikliklerle birlikte asıl olarak değişmez kalan tutumların da nedeni olmak üzere, TKP, Kürtlerin bir dizi hak talebine bildirgesinde yer vermesine karşın, ulusal baskı ve dayatmalara tümüyle ve net biçimde karşı çıkıp ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini benimsemekte zorlanmakta; milliyetçi görüşlerle ya da milliyetçilikten etkilenerek, komünizme dair tüm çağrılarına karşın, hatta açıkça bugünkü kapitalist zorbalık sistemini savunma pozisyonuna kadar gerilemektedir.
“AÇILIM”IN DİNAMİKLERİ
TKP, iyimserlik mi kötümserlik mi anlamına geldiği belli olmayan acele bir karar vermiş görünmektedir. Bildirge, “Devlet reformlara hazır… Belki affa bile. Anadil kullanımında daha fazla adım atılacağı kesin gibi…” saptamasıyla başlamaktadır. Gerçekten böyleyse, “devlet reformlara hazırsa”, bunun neresi kötü olabilir? Sadece “reformlarla” halkın mücadelesini yatıştırılması amacına karşı çıkılabilir. Ancak bundan doğalı da yoktur; devrimciler reformları devrimci mücadelenin ileriye doğru gelişmesinin dayanağı yapmayı, gericilerse, bununla devrimci mücadeleyi bastırmayı amaçlarlar. Örneğin bir “Genel Af”a karşı çıkılabilir mi ya da neden karşı çıkılsın? Hele sosyalizm ve komünizm adına? Peki, anadilin kullanımında daha fazla adım atılmasına sosyalizm adına kim ne diyebilir? Karşı çıkmanın mantığı olabilir mi?
Gelin görün ki, TKP bu soruları olumsuz yanıtlamakta ve “Devlet reformlara hazır” saptamasının hemen ardından tutumunu açıklamaktadır: “Bizler bu ortamın yaldızlarının kazınması gerektiğine eminiz.” Neden? Çünkü “ABD’nin, AB’nin, Irak’ta işgalin işbirlikçisi Barzani’nin ve diğer tarafların mutabık oldukları bir gidişat kaygı ve soru uyandırmalıdır.” Ve “Daha somut olarak da, bu sürecin hangi sorunları çözeceği, neleri daha da içinden çıkılmaz hale getireceği tartışılmalıdır.”
Ama TKP’nin tutumuna asıl yön veren “Kürt Açılımı”nın Amerikan çıkarlarıyla bağlantılı oluşudur: “Kaygımız odur ki, ABD’nin bölgedeki hegemonya tasarımı, bize bir çözüm olarak yutturulmak isteniyor.”
Ama bu kaygılar ve kaynakları, TKP’nin “Açılım”a ilişkin “reform” saptamasını değiştirmemektedir. TKP yöneticilerinden Mehmet Kuzulugil Komünist’teki 18 Eylül tarihli yazısında “reform”a ilişkin açıklamalar yapmaktadır: “AKP açılımı sahicidir. Yani bir kez daha oyalamak, kriz yönetmek, ‘kandırmak’ değil gerçek bir hamleyle taşları yerinden oynatmak gibi bir amacı vardır. Bu açılım Kürt sorununun ülkemizde ve bölgemizde var olan durumunu değiştirecektir. En azından değiştirecek bir açılımdır.” Yani net bir “reformculuk” yakıştırması! Kime? Kuzulugil’e göre AKP’ye, bildirgeye göre “devlet”e!
Uzun uzun “reform” nedir ne değildir tartışması yürütmekten yana değiliz. Ancak “reform”a ilişkin tanım farklılıkları olduğu da görülmektedir. “Çağ değişimi” ile birlikte tüm “ezberlerin bozulması” modası düşünülüp, hatta gericiliğin bazı tedbirlerinin “devrim” olarak bile varsayıldığı hatırlanırsa, kavram kargaşasını gidermek üzere, ileride, kaynakları ve sınıf temelleriyle birlikte bir “reform” tartışması yürütülmesi zorunluluğu da ortada durmaktadır. Şimdilik sadece söyleyip geçiyoruz; kaynaklık eden bir başka dinamik yoksa, gericilik, emperyalizm ya da işbirlikçi burjuva gericilik, tekeller reform yanlısı değillerdir. Demokratik içerikli reformları, kendilerine karşı yöneltilmiş mücadeleyi başka türlü savuşturamadıklarından ve bastırma amaçlı olarak uygulamaya koyarlar; yoksa demokrasiyi sevdiklerinden, eşitlik falan yanlısı olduklarından değil. Reformları ya halk, halk örgütleri talep eder ya da başka daha ileri bir mücadelenin yan ürünü olmayan bizatihi reformları, yani gericilikle halkın “üç kuruşluk çorbaya” uzlaştırılmasını kendi varlıklarının temeli, dayanağı edinen –daha çok üst kesimleriyle– orta sınıflar.
“Reform” tartışması bir yana, TKP’nin “Açılım” ya da “Kürt reformu” üzerine saptaması, onun “oyalamak” ya da “kandırmak değil gerçek bir hamleyle taşları yerinden oynatmak amaçlı”, “sahici” ve “Kürt sorununun durumunu değiştirecek” içerikte olduğudur. Bunun, hele vurgulanan “Amerikancılığı” düşünüldüğünde, fazla iyimser bir değerlendirme olduğunu söylemeliyiz.
Neyi çözüp çözmeyeceği, “sürecin hangi sorunları çözeceği, neleri daha da içinden çıkılmaz hale getireceği” belli değil ve üstelik “ABD’nin bölgedeki hegemonya tasarımı, bize bir çözüm olarak yutturulmak isteniyor.” diye düşünülecek, ama “sahici” “reform”dan söz edilecek –bu anlaşılır değildir!
Kuzulugil’se, bizim “iyimserlik” değerlendirmemizi önceden sezmiş bir bilge olarak, “Bu değişim potansiyeline bakıp fazla ‘iyimser’ olmak içinse bir neden yoktur.” demekte ve nedenini açıklarken ilk madde olarak şunları söylemektedir: “1. Açılım AKP’nin elindedir ama sürece kendi ihtiyaçlarına göre yön verecek çok fazla özne vardır. ABD’yi dışarıda bırakıyorum. Irak’taki Kürt yönetimi, PKK, Irak’taki işbirlikçi hükümet, İran, Suriye, Avrupa Birliği.” Ama burada bizim “iyimserlik” nitelememize karşıt bir şey yoktur, biz Kuzulugil’e göre “AKP”nin, bildirgeye göre “devletin (üstelik ‘sahici’) reformlara hazır” sayılmasını iyimser buluyoruz! Kuzulugil’in “iyimser olmak için neden yok” demesiyse, AKP ya da devletin “açılımı”nın, dolayısıyla AKP ya da devletin kendilerinin değerlendirmesinde bir “iyimserlik”i dışlamıyor; onlar açısından fazlasıyla iyimser. “İyimserliğe yer yok” demesi, süreçte AKP ve devletin yanı sıra çok sayıda “özne” bulunmasını, ve “iyimser” yorumla “reform karşıtı” değerlendirmesi yapmasa bile, bunların arasında saydığı PKK’nin “rahat durmayacağını” düşünmesindendir. Yani tablo şöyle: “Reforma hazır” bir devlet ve “reformcu” bir AKP, ama reformdan en azından pek haz etmeyen bir PKK! “Irak’taki işbirlikçi hükümet” değerlendirmesi üzerinde durmuyoruz bile!
TKP’ye göre, PKK ya da Kürt ulusal demokratik hareketi, ulusal demokratik talepler etrafında toparlanmış Kürt halkı “açılım” ya da “reform” her neyse, onun dinamiği değil! Dinamik, birinci olarak “açılımı sahici” AKP ve “reforma hazır devlet”. Ve ikinci olarak, Kuzulugil’in “dışarıda bırakıyorum” dediği, bildirgeninse “bölgedeki hegemonya tasarımı, bize bir çözüm olarak yutturulmak isteniyor.” diye kaygı duyduğu ABD, yani Amerikan emperyalizmi. Kürt halkı, ulusal demokratik hareketi, PKK –onlar, olsa olsa karşı dinamikler!
TEK YANLILIK
TKP, hem “reform”dan söz ediyor, ama “reform”dan ne anlıyorsa, durmadan ve Kürt sorunu söz konusu olduğunda olur-olmaz bağlantılar kurmaya çalışarak, AKP’nin Türkiye’yi sürüklemekte olduğu karanlığa ve bunun Amerikan planları içindeki yerine ilişkin konuşuyor. Emperyalistlerin planları şöyle, AKP’nin, devletin yönelimi böyle, gidişat şöyle kötü… Açılım tartışması söz konusu olduğunda, karanlığın unsurlarını sayıp döküyor TKP. Türkiye’nin nereye gittiği, emperyalizmin ne yapmaya çalıştığı üzerinde durduğu konular. Ama Kürt sorunu ve Kürt dinamiği üzerinde durmuyor. Zaten açılımı AKP’nin ya da devletin sayıyor. Ancak neden böyle açıldıklarını açıklamaya yanaşmıyor! Neden “açılım”? Niçin “açılım”?
Bildirge’de TKP, “Kaygımız odur ki, ABD’nin bölgedeki hegemonya tasarımı, bize bir çözüm olarak yutturulmak isteniyor.” dedikten sonra, iki başlıca olgu üzerinde durarak “Kürt Açılımı” üzerine bildirgesini geliştiriyor, birincisi emperyalizm ve Türkiye’nin bağımsızlığı, ikincisi dinci gericilik. Ya da başlıca iki “korkuluk” sallıyor “Kürt Açılımı” karşısında. Birincisi emperyalizm karşıtlığı adına milliyetçiliktir: Aman emperyalizmin oyununa gelmeyelim, Türkiye’nin bağımsızlığını sakınalım, öyleyse dikkat, bölünmeyelim! Peki, ne yapalım? Kürtlerin talepleri karşısında tutum alalım, ulusal taleplerini kabullenmeyelim, yoksa bölünürüz, emperyalizmin oyununa geliriz! Bu; Kürt milliyetçiliği karşısında TKP’nin savrulduğu Türk milliyetçiliğinin güncel mevziidir. Öğretici olması bakımından, yüzlerce ve yüzlerce faili meçhul organize eden Kürt düşmanı Ergenekoncuların da ne babayiğit Amerikan karşıtı “anti-emperyalist” ulusalcılar (milliyetçiler) olduklarını ileri sürdüklerini anımsayalım. İkinci korkuluksa, AKP’nin dinci gericiliğinin oyununa gelmekten kaçınmaktır, dinciliğin tehlikeleridir.
Bu iki korkuluğu kuşkusuz ancak ilericilik, sosyalizm vb. adına “Kürt Açılımı”na muhalefet edenler sallayabilirdi.
Kuşkusuz dinci gericilik, emperyalizm, dini inançların istismarı ve ülkenin bağımsızlığın ayaklar altına alınması, bırakalım sosyalistleri, her ilericinin karşı çıkacağı tehlikelerdir ve zaten TKP’nin bu tehlikeler üzerinde durma nedeni de budur.
TKP “Kürt Açılımı” denen şeye, kendisinin de tutumunu az-çok yumuşatarak savunmaya başladığı Kürtlerin demokratik taleplerinin şöyle ya da böyle karşılanmasına, tüm “yumuşama”sına rağmen, karşı pozisyon almış, başlıca iki korkuluğu sallayarak bin dereden su getirmektedir:
Önce din korkuluğu: “Bu gidiş farklı halkları din ile birleştirmek iddiasındadır. Toplumsal, siyasal yapının şekillenmesinde dine görev vermek demek, insanların kader karşısında çaresiz ilan edilmesi, tevekkül göstermeleri, tarikat ve cemaat hiyerarşilerinin insanların elini, kolunu, aklını bağlaması demektir.” Doğrudur. Ama bu doğruyla Kürtlerin taleplerinin karşılanmasına karşıtlık arasında nasıl bir bağlantı kurulmaktadır, meçhuldür! Dinciler “açılım” dediği için karşı çıkmak –bu anlaşılır mıdır? Tabii ki, AKP din istismarcısıdır, –başlıca emperyalizm işbirlikçisi neoliberal bir parti olmakla birlikte– din üzerinden ileri ölçüde politika yapmaktadır. Ama o Türklerle Kürtleri dini cemaatler halinde birleştirmek ve böylece eşitlemek istiyor diye, Türklerle Kürtlerin eşitliğine karşı çıkılabilir mi, karşı mı çıkalım? Tabii ki, biz öyle düşünmeyecek, öyle davranmayacağız, Kürtleri de öyle yapmamaya çağıracağız, ama Kürtlerin Türklerle eşitliği, AKP ya da kim az-çok bu eşitliği onaylayacaksa, onlar onayladı diye, savunulmamalı mı? Bu, anlamsızlık olur!
Ya da emperyalizme dair olanca sıralananların, örneğin, “Emperyalizm dünya egemenliğini derinleştirirken eski dönemden kalma yapıları kesip biçip yeniden şekillendirmektedir.”, “Emperyalizm Ortadoğu haritasıyla oynamaya devam etmektedir. Amacın emperyalist merkezlerin dışında herkesi güçsüzleştirmek olduğu açıktır.” türü saptamaların tümü doğru olsa, ne olacaktır? Doğrudur, emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi bölgede ve dünyada halkların en büyük düşmanıdır, tüm soygun ve zalimliklerin başlıca kaynağıdır. Ama bundan, Kürtlerin eşitlik taleplerinin karşılanmasına karşıtlık çıkarılabilir mi? Dincilik ve emperyalizm sadece Kürtlerin mi başına beladır, anti-emperyalizm ve din siyaseti karşıtlığı onların özgürlük ve demokrasi taleplerinin reddedilmesi için midir? Buna emperyalizm ve dincilik karşıtlığı denmez; Kürt düşmanlığıyla tersten emperyalizm ve din istismarcılığı denir. Emperyalizmi ve din ve dincilik karşıtlığını söylem olarak kullanan Türk milliyetçiliğidir, bu.
Sorun nerededir? Milliyetçilik, Türk milliyetçiliğinden güçlü etkilenme, başlı başına bir sorundur. Peki, sorun hangi dolayımla ortaya çıkmaktadır? Türkçü milliyetçi etki hangi dolayımla biçimlenmektedir? Bir yönü, “Kürt açılımı”na tek yanlı yaklaşımdadır. İkinci yönü, emperyalizm ve gericilikle bağlantılı olarak başkalarının gözündeki çöpü görürken kendi gözündeki merteği görmeme tutumundadır ki, bu da bir tek yanlılıktır. Milliyetçilik, bilinir, baştan ayağa tek yanlılıktır; milleti merkeze alır ve yalnızca kendi milletini yüceltme, ama bütün diğer milletleri aşağılama üzerine kuruludur.
Kürtler Taraf Değiller mi?
“Sol Dergi”nin 14 Ağustos 2009 tarihli 292. sayısında TKP’nin yeni Genel Başkanı Erkan Baş, “Barış, Kardeşlik ve Birlik İçin” başlığı altında, kuşkusuz “Kürt Açılımı”na ilişkin olarak kaleme aldığı makalede, Türkiye’nin elden çıkarılmakta olduğunu yazıyor. “Kürt Açılımı” dolayısıyla “Türkiye’nin ‘satılmakta olduğu’nu” belirtiyor, yani emperyalizme Türkiye’yi “yutma” plan ve politikalarına dikkat çekiyor, konuyla ilişkili vurgusu net ve kesin:
“Öncelikli mesele, masaya kimlerin oturacağından ziyade, oturtan tarafın perde arkasından çıkarılmasıdır. Kısaca hatırlamak gerekirse, ‘iyi şeyler olacak’ söyleminin miladı olmasa bile ivme kazandığı dönem, ABD’nin Başkan, Dışişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanı düzeyinde ardı ardına gerçekleşen Türkiye ve Irak ziyaretleriydi. Dolayısıyla son günlerde yoğunlaşan tartışmaları, ABD’nin bölgedeki hegemonya stratejilerinden bağımsız düşünmek imkânsız. Daha da açık yazacak olursak, mevcut güç dengeleri ile ne PKK ne hükümet, ne DTP ve ne de AKP’nin bugünkü ‘Kürt sorunu’ ve ‘çözüm’ eksenli tartışmalarda belirleyici olma şansı yoktur. Sürece damga vuracak olan ABD emperyalizmidir. Masa başındaki (veya etrafındaki) özneler sadece ve sadece ABD ile ilişkilerine göre söz hakkı alabilecekler.”
Başkan Baş fazlasıyla net, ama bu “netlik” onu tam bir tek yanlılığa sürüklüyor ya da zaten tek yanlılıkla malul olduğu için net: “Çözüm denilen, ABD’nin bölgedeki hegemonya arayışına verilen bir yanıttan başka bir şey değil.” Açılım ya da orada belirtildiği üzere “çözüm”, TKP başkanına göre, tamamen bir Amerikan hegemonya arayışı ya da Türkiye açısından bu arayışa verilen yanıt! Bir ABD var, bir de onun arayışlarına “evet efendim”ci” yanıtlar üreten işbirlikçisi AKP. Başkası? Başkası yok, taraflar yok, tek bir taraf, gerici taraf var, Kürtler taraf değiller, “Açılım”ın bir dinamiği durumunda değiller!
Kürtler nerede, Kürt sorunu hangi kapsamda duruyor sorularına yanıt mı yok? Başkan yanıt veriyor: “Kürt sorununun çözümü için ortaya atılan model, öneri ve düzenlemelerin ABD’nin bölgesel stratejisinde önemli bir yere oturduğunu söyledik, bunun aynı zamanda bir bütün olarak Türkiye’nin geleceğini de kapsayan bir projenin parçası olduğunu atlamamak gerek. ‘Kürt sorunu’, bizim felakete gidiş dediğimiz, emperyalizmin ve onun arzularının uygulayıcısı gericilerin ‘yeni Türkiye’sinin başlıklarından birisidir.”
Başkan, Kürt sorununu, “felakete gidiş” kapsamında, emperyalizm ve işbirlikçisi gericilerin “Yeni Türkiyesi”nin inşasının “yapı taşları”ndan biri sayıyor. Baştan sona emperyalizmin bölgeye ilişkin hesap ve oyunları Kürt sorununun çerçevesini çiziyor, ona göre! Ayrıca bir Kürt sorunu yok! Kendine özgü bir sorun değil Kürt sorunu. Emperyalistlerin ve gericiler, şüphesiz ki –çekiştirip koz olarak kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalıştıkları– bütün diğer sorunlar gibi, Kürt sorununu da nüfuz ederek kullanmaya, yedeği haline getirmeye ve üzerinden amaçlarını gerçekleştirmeye ya da yakınlaştırmaya çalışacaklardır, çalışırlar. Tersi abestir. Ama bundan, Kürt sorununu tamamen emperyalist planların bir parçası sayarak, onun Kürt sorunu olarak varlığının ve kendine özgülüğünün, ne denli yedeklenmeye çalışılırsa çalışılsın ayrı ve bağımsız bir dinamik oluşturduğunun dikkate alınmamasına gerek olmadığı sonucunu çıkarmak, Kürtleri yok saymak üzere emperyalizm ve emellerinin korkuluk olarak sallandığını gösterir. Kürt sorununun ancak emperyalistler ve işbirlikçilerinin “yeni Türkiyesi” kapsamında, Türkiye’nin “felakete gidişi”nin bir “başlığı” olarak ele alınmasının gelebileceği başka bir anlam yoktur.
Sorun, Kürt sorunu mu, “Türkiye” ve “Türkiye’nin geleceği” sorunu mu? Açılım dolayısıyla tartışılan hangisidir? Kürt sorunu dendiğinde, “yok, hayır, o değil” deyip hemen yerine “Türkiye” ve “geleceği” tartışmasını mı geçireceğiz? Yani Kürt sorunu fobi haline getirilmiş bir “bölücülük” sorunu mudur? Kürt denince, hemen Türkiye mi diyeceğiz? Bu, evet, Türkiye halkının bilincine ve bilinçaltına kazınarak içine işlemiş emperyalizm ve onun “böl-yönet” politikasını işaret edip “bölücülük” ve “bölünme” fobisini yedekleyerek yapılan Türk milliyetçiliğinden en azından bariz biçimde etkilenmektir. “Mesele Türkiye meselesidir” alt başlığı altında TKP Başkanı’nın yazdığı şu satırların başka bir anlamı olabileceğini düşünen söylesin: “…artık ‘Kürt sorunu’ tanımlaması yetersiz ve hatta yanlıştır. Sorunu bu eksende sınırlı olarak tanımlamak konunun bir bütün olarak ülkemizin geleceği açısından önemini kavrayamamaktır.” Sorun, ona göre, “bir bütün olarak Türkiye’nin geleceğini kapsayan bir projenin parçası”.
Peki, tek yanlılığa düşülmeyecekse, “Kürt açılımı” ya da genel olarak Kürt sorunu nasıl ele alınmalıdır?
TKP’nin üzerinde durduğu ve kötü ünlü emel, hesap ve planlarını, uygulamalarını sayıp döktüğü emperyalizme, özellikle Amerikan emperyalizmine ilişkin söyledikleri yanlış değildir. Evet, emperyalistler dünyayı ve Ortadoğu’yu karıştırmakta, halkları birbirine düşürmekte, bölgeyi kendi hesaplarına yeniden yapılandırmaya, sınırlarını yeniden çizmeye ve hem Türkiye hem de bölgede egemenliklerini pekiştirmeye çalışıyorlar. Kürt sorununu da bu çerçevede değerlendirmeye uğraştıklarından şüphe duyulamaz.
Belirli bir stabilizasyona ulaşmasının ardından –Afganistan’a yoğunlaşmayı öne alarak– Irak’tan çekilmeyi önüne koyan Amerikalı emperyalistler, Irak’a ve bölgeye boşuna gelmemiş olduklarının kuşkusuz farkında olarak, yalnızca Irak’a değil, ama tüm bölgeye ilişkin bir “yeniden yapılandırma” peşindedirler. TKP, bu konuda da yanılmamaktadır. Hem Türkiye, hem Irak ve hem de tüm bölgedeki egemenliğinin dayanaklarını güçlendirme ve bu amaçla –kendi aralarındaki ilişki ne olursa olsun– olası tüm güçlerden yararlanma, ABD’nin başlıca yönelimidir. Bölgedeki bütün güçleri, kimini barışarak yakınlaştırıp kimini birbirine karşı kışkırtarak, kendi stratejik planına uygun konum almaya ve Amerikan oyununu oynamaya zorlamaktadır. Irak’lı Kürtleri bugüne kadar özellikle Iraklı Sünni Araplarla düşmanlaştırmış, Şiilerle ise bir yandan hükümet ortaklığına yöneltirken bir yandan da birbirlerine karşı kışkırtmıştır. Nedeni açıktır: Irak Kürtlerini kendisine muhtaç kılmak ve buradan dayanağı haline getirmek üzere yedeklemek, işbirliğine zorlamak. Sünni Arap aşiret reislerinin önemli bir bölümüyle de arasını düzeltmiş ve zaten Şii Araplarla ittifak içinde olmasına rağmen, Sünni nüfusu karşısına alıp onlarla uzun süre savaştığı, Şiilerin ise İran’la belirli bir yakınlığa sahip olduğu için, bu iki güçle ciddi sorunları olan Irak Kürtleri, kuşkusuz Barzani ve Talabani yönetimi, ABD açısından, kendine muhtaç kılınmış –üstelik “elinin altından kaçması” ve kendisini dikkate almaması, hele başkaldırması hiç de kolay olmayan– başlıca güçtür. Irak’tan çekilme kararına kadar, kendisi bölgede olduğu için, bir dizi özel ve ABD’nin üzerinden hesap yaptığı Irak Kürtleri de içinde olmak üzere Kürtlere karşıt talepleri olan Türklere fazla ihtiyaç hissetmeyen ve yakın durmayan, hatta başına çuval geçirmekten kaçınmayan ABD, çekilmenin ardından oluşacak durumda, bölgeye ilişkin hesaplarında Türkiye’ye hem de özel bir rol biçmiş görünmektedir. “Model ülke”. Ama sadece bu değil, Irak’taki Amerikan etkinliğini Amerikasız sürdürmek üzere kendi “boşluğu”nu dolduracak bir güç olarak konumlanacak bir Türkiye. “Bölge gücü” diye pohpohlanan böyle bir güçtür. Ama Türkiye, bunun için, Amerikan hesaplarına uygun olarak ve onun çıkarlarını gerçekleştirmek üzere, Irak Kürtleriyle yakınlaşmakla kalmamalı, ittifaka girmelidir (bu, Türkiye’nin“hamiliği”, “ağabeyliği” olarak nitelenmektedir). 2007 MİT Raporu ile tanımlanan, sonra MGK kararı haline getirilen bu yöndeki adım, Türkiye tarafından çoktan atılmıştır. Ama Amerika’nın çekilmesinin ardından, doğacak “boşluğu” –başlıca Irak Kürtleriyle ittifak halindeki– Türkiye’nin doldurabilir olmasını bir ihtiyacın giderilmesine bağlıdır. Bu ihtiyaç, Türkiye’nin kendi Kürt sorununu, Iraklı Kürtlerle yakınlaşıp ittifak halinde davranabilmesini mümkün kılacak biçimde “çözmesi” ya da ittifakın bir engeli olmaktan çıkarmak üzere “çözer gibi yapması”dır. Ama her halükarda, Kürt halkının bir bölümüyle savaşırken bir diğer bölümüyle can-ciğer kuzu sarması olmak olanaksız olduğu, biri diğerini sürekli zora sokacağı için, Türkiye, kendi Kürt sorununu, en azından Amerika adına bölgede üstleneceği taşeron rolü oynayabilmesini mümkün kılacak düşük bir düzeye çekmeli, bunun için bir “açılım”a yönelmeliydi. Türkiye’nin reddetmesi pek de olanaklı olmayan Amerikan çıkarlarının gereği böyleydi ve Türkiye’de “Kürt Açılımı” sürecinin düğmesine basıldı. TKP, “düğme”nin dışarıda olduğunu ya da “masaya oturtanın” ABD olduğunu söylerken sonuna kadar haklıdır.
Üstelik ABD’nin, bölgeden ağır silahlı güçleriyle ayrılacak oluşunun ardından başlıca taşeronu olarak öngördüğü Türkiye’nin de belirli bir stabilizasyona ihtiyacı olduğunu ve bu nedenle de Kürt Savaşı’nı şöyle ya da böyle sona erdirmesinin gerekliliğini düşündüğü tahmin edilebilir. ABD’nin Türkiye’yi dünyada her şeyin Kürtlerden ve Kürt sorunundan ibaret olmadığına ikna etmekte zorlanmadığı da kuşkusuzdur. Kerkük petrolleri ve belirli bir payın lafını etmesi bile örneğin, yine TKP’nin değindiği yeni Osmanlıcı emperyal hayalleriyle Türkiye’nin yönetenlerinin aklını başından almaya yetmiş olmalıdır.
Daha çok şey söylenebilir, ama sorunun özeti böyledir.
Ama bu madalyonun bir yüzüdür. Evet, “Açılım”ın ya da Kürt sorununun bugünkü durumunun bir dinamiği budur.
Ama eğer mutlak bir tek yanlılıkla emperyalizm, özel olarak Amerikan emperyalizmi kadiri mutlak sayılmayacak, her şeye gücü yettiği ve yeteceği ya da hiçbir maddi gerçek temeli olmayan tamamen “yaratılmış” sorunlar üzerinden taktik ve stratejiler kurduğu düşünülmeyecekse, Amerikan emperyalizminin üzerinde oynamaya çalıştığı, örneğin bir “Açılım”ı öngördüğü bir sorun, bu sorunu sorun bilen bir halk ve o halkı az çok etrafında toplamış bir örgütlü mücadele gücünün bir dinamik olarak varlığı zorunludur. Aksi halde şu sorulara yanıt verilemez: Neden Amerikan emperyalistleri durup dururken bir “Kürt açılımı” peşine düşmüşlerdir? Neden bu sorunu başka türden çözme yoluna gitmeyip bir “açılım”a ihtiyaç duyulmuştur? Sorular çoğaltılabilir.
Açıktır ki, eğer otuz yola yaklaşan bir Kürt direnişi olmasa ya da demokratik Kürt hareketi başka yöntemlerle püskürtülüp yatıştırabilseydi, tartışılan türden bir “açılım”a gerek duyulmayacaktı. Ancak çok sayıda bedel ödemesine rağmen demokratik Kürt ulusal hareketinin üstesinden gelinememiş, Kürt halkı bütün çabalara karşın demokratik hareketin etrafında toplanmaktan caydırılamamış ve kim tersini ne denli iddia ederse etsin, demokratik ulusal hareket bir halk hareketi olmaktan uzaklaştırılamamış, bir tasfiyeye yönelik baskılar, tersine, Kürt halkını ulusal hareket etrafında daha da sıkı birleştirmiştir. İkinci dinamik budur. Yoksa çoktan sorun, bugüne kadar söylendiği gibi, vurup kırarak çözülür, “son terörist kalıncaya kadar mücadele”den söz etme ihtiyacı kalmazdı. Üstesinden gelinemeyen bir ulusal mücadelenin varlığı ve ileri sürdüğü demokratik talepler etrafında Kürt halkını birleştirmiş olması, AKP’li Kürt milletvekillerinin bile bu taleplerin çoğunu görmezden gelemeyip sahiplenmek zorunda kalmaları, bugünkü “açılım”a ihtiyaç duyulmasının temel etkenidir. Yoksa Amerikalı emperyalistlerin de sıcak istihbarat vb. desteğiyle kuşatılan, hemen tüm büyük devletlerin Türkiye’nin yanında olduklarını açıklayarak “terörist” ilan ettikleri PKK’nin şahsında süren Kürt Direnişi kırılabilseydi, zaten sorun kalmayacaktı. Evet, o durumda, tek dinamikten, yalnızca gericilikten (emperyalizm ve işbirlikçilerinden) söz edilebilirdi. Ama Kürt Direnişi ne Türkiye topraklarında ne de sık sık harekat düzenlenen Irak’ta silahlı yöntemlerle bastırılabilmiştir. “Başka yöntem” ihtiyacı buradan gelmektedir. “Reform” ihtiyacının açıklaması, AKP ya da emperyalistlerin reformculuğunda (“demokratizm”lerinde vb.) değil, Kürt Direnişi’nin bastırılamamış olmasındadır. Kürt sorununda reform ihtiyacı ve zorunluluğuna neden olan, TKP’nin bir türlü görmediği ya da görmek istemediği bu ikinci dinamikten başkası değildir.
Bu dinamiği görse ya da görmeyi kabullense, TKP, kuşkusuz, sorunu Türkiye ve “Türkiye’nin geleceği” sorunu olarak değerlendirmeyecek, Kürt sorunu olarak tanıyıp hakkını verecektir.
“Türkiyeli Çözüm”
Peki, bu ikinci dinamiği, üstesinden gelinemeyen demokratik Kürt ulusal hareketinin oluşturduğu dinamiği görüp kabullenmesi durumunda TKP hâlâ “Türkiyeli çözüm” peşinde olabilir mi? Herhalde olamaz!
Ne demektir “Türkiye’li çözüm”? Anlambilimsel (semantik) olarak “Türkiyeli”, herhalde “Türk işi” demek değildir ve kastedilen, herhalde “Türk işi çözüm” olamaz. Bu tür bir çözüm peşinde en azından otuz yıla yakındır koşturulmuştur ve bunda, TKP’nin “Türkiyeli çözüm istiyoruz” (Bu, bildirgenin bir alt başlığıdır) diyebileceği türden bir “yenilik” varsayılamaz. İkinci bir olasılık olarak, “Türkiyeli çözüm” dendiğinde, “Türkiye’nin de dahil edileceği”, “Türkiye’yi de kapsayan” ya da “Türkiye’yi de ilgilendiren” bir “çözüm”ün sözünün edilmiş olması da mantık dışıdır. Çünkü zaten Türkiye sorunla ilgilidir ya da tarafıdır, tartışılan Türkiye’nin Kürt sorunudur. Türkiye’nin ilgili oluşuna yapılacak bir vurgu herhalde gereksizdir. Hele yalnızca semantikle yetinmeyip “Artık ‘Kürt sorunu’ tanımlaması yetersiz ve hatta yanlıştır”, “mesele Türkiye meselesidir” tanımlarıyla birlikte düşünüldüğünde, geriye ne kalmaktadır? Asıl olarak Türkiye’nin “selameti” ve “geleceği”nin dikkate alınması, Kürt sorunu ve çözümü üzerinde tartışılırken, tartışmanın “Türkiye’nin geleceği”ne kaydırılması ve Kürt sorununun çözümünde Türkiye ve geleceğinin merkeze alınması –geriye başka olasılık kalmamaktadır!
Ama tartışma Kürt sorunu ve “Kürt açılımı”na ilişkin başlatılmıştı! Yine en başa mı dönmektedir TKP? Yani Kürt sorunu ve çözümü tartışması, yerini, Türkiye tartışmasına, onun geleceğine ve öyleyse sosyalizme mi bırakmaktadır? Son söz, evet, sosyalizmdir; fakat, ilk söz ve söylenip söylenebilecek tüm sözler “sosyalizm”den mi ibaret kalacaktır yine? “Sosyalizm Kürtleri kurtaracaktır” mı? Tabii ki kurtaracaktır, ama “Kürt açılımı” karşısında sözümüz “sosyalizm” olabilir mi? Bu somutlukta bunca soyutluk, herhalde hiçbir şey söylememek ve hele sorunun çözümüne ilişkin pratikte parmağını bile kımıldatmamak olurdu!
Evet, değindiğimiz gibi, TKP emperyalizm ve emelleriyle amaçlarına dair konuştuğunda, bağlamını bir yana bırakırsak, yanlış şeyler söylememektedir. Ama bağlamı da vardır. Evet, emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi bölge ve dünyaya yönelik egemenliğini pekiştirme peşindedir. Türkiye üzerindeki egemenliğini de. Türkiye ile genel olarak emperyalizm ve özel olarak Amerikan emperyalizmi arasındaki ilişkinin özü budur ve Türkiye’yi yönetenler de işbirlikçilerden başkaları değillerdir. Ama Kürt sorununu konuşurken bunu söyleyip işin içinden çıkılamaz. Emperyalizmle Türkiye’nin ilişkisi, evet bir ilişkidir; ama Türkiye ile Kürt halkının ilişkisi ikinci ve ayrı bir ilişkidir ve hele emperyalizmle Kürt halkı arasındaki ilişki bunlarla bağlantılı üçüncü bir ilişki durumundadır. Üç ilişkiyi, haydi, ikisi ile bağlantılı üçüncüyü bir yana bırakalım, iki ilişkiyi teke indirmek ve Kürt sorununu da Türkiye sorunu ilan edip yalnızca emperyalizmle Türkiye ilişkisi üzerinden fikir yürütmek, olabilir şey değildir; ancak Kürt dinamiğini yok saymakla, Türk milliyetçiliğinden ciddi biçimde etkilenmekle olanaklıdır.
“Türkiyeli çözüm istiyoruz” başlığı altında bildirgede şunlar yazılıdır: “..emperyalistlerin Türkiye’nin Kürt sorunundan dışlanması temel koşuldur. Dış etkilere kapılar kapanmadan adım atılamaz.” Genel bir program maddesi olarak “emperyalistlerle ilişkilerin koparılması”, “emperyalist ilişkilerin tasfiyesi” türü talepleri yüksek sesle savunmak gerektiği tartışmasızdır. Ancak alıntılanan sözler bildirgede ve “devletin hazır olduğu reform” karşısında, “Kürt Açılımı” üzerine söyleniyor! Yani? Sosyalizme kadar bekleyecek miyiz? Bugün bunun ihtiyaç gösterdiği bir güç dengesi mi var yoksa? Dış etkilerin, emperyalizmin, üstelik kararlaştırıcı dinamiklerden biri olarak varlığı kesin olduğundan ve emperyalistler Kürt sorunundan dışlanamadığından –bugünkü durum açık olarak böyledir– Kürt sorununda “adım atılamaz” mı, atılabilecek tüm adımlara, herhangi yorumda bulunmadan, karşı mı çıkılacak ve bu doğru mu olacaktır? O halde tüm adımlara karşı mı çıkılacak? Bugün hiç adım atma olanağı yok mu? Kürt sorununa ilişkin laf etmeyi ve tutum almayı durdurup, yalnızca emperyalizmin Türkiye’den ve Kürt sorunundan dışlanması için mi mücadele edilecek?
Bunların artık kangrenleşmiş ve çözümü dayatan, eski silaha dayalı olan türünden az-çok farklı bir çözüm ihtiyacı emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından bile teslim edilen Kürt sorununu yok saydığı ve demokratik çözümü yönünde tavırsızlığı ya da sadece eleştirmenliği öngördüğü herhalde açık olmalıdır, ama TKP tutumu budur.
TKP, üstelik şecaat arz ederken sirkatin söyler gibidir; Kürt sorununun yerine Türkiye vurgusu yaparken öyle ileri gitmektedir ki, kantarın topuzu kaçmaktadır:
“Kürtlerin nasıl, hangi haklara sahip olarak yaşayacakları bu büyük tarafların sorunu değildir. Onların masaya yatırdıkları Türkiye’dir. …Emperyalizmin biçimlendirdiği Ortadoğu’ya uygun bir Türkiye, karar yetkileri emperyalist merkezlere devredilmiş, toplumsal yaşamı cemaatlere teslim edilmiş, Osmanlı’ya öykünen bir Türkiye’dir. Bu gidişten bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi değil, bütün emekçileri kucaklayan ortak yasal çerçevenin terk edilmesi, asgari ücret kavramının çöpe atılması, sigortasız, kayıtsız çalıştırmanın kurallaşması, bütün bunların yatırım teşviki adıyla yapılması çıkar.”
“Büyük taraflar” denen, emperyalistlerdir ve Kürtlerin ve Kürt sorununun ne durumda olduğu ve olacağı, onların da sorunudur. Tıpkı Türkiye’nin ne olacağı ve ne durumda olacağı sorunları olduğu gibi. Kuşkusuz emperyalistler hak-hukuk peşinde değillerdir, söylenmek istenen buysa, doğrudur. Ama amaç buysa, Kürtlerle Türkiye’yi kıyaslamanın anlamı yoktur; Kürtlerin hakkını yok sayanlar Türklerinkini de yok sayacaklardır. TKP, burada yine Kürt sorunu yerine Türkiye ve “geleceği sorunu geçirdiği için böyle konuşmakta ve –belki utangaçça ama– ciddi bir platform ortaya koymaktadır:
Mealen şöyle düşünmektedir: “Şimdi Kürt sorununu gündeme alıp, emperyalistlerin asıl masaya yatırdıkları Türkiye’yi zora sokmanın alemi yoktur. Sorun, Kürtler falan değil, ama Türkiye ve emperyalistler tarafından bütünüyle ele geçirilmesi, deyim yerindeyse ‘bütün tersanelerine girilmesi ve bütün kalelerinin fethedilmesi’dir. Kürt sorunu türünden emperyalistlerin kışkırtarak Türkiye’yi sıkıştıracakları sorunlarla uğraşmamalı, emperyalizmi güçlendirmekte olan genel gidişata karşı çıkarak, aksine ‘bütün emekçileri kucaklayan yasal çerçevenin terk edilmesi’ne karşı mücadele edilmelidir”!
Başka bir açıklaması varsa “bütün emekçileri kucaklayan ortak yasal çerçevenin terk edilmesi”ne karşı çıkılmasının, söylensin. “Açılım”la ortaya konan “gidişten” “bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi” yani, örneğin Türk-Kürt eşitliği çıkmazmış, doğrusu biz de, TKP’nin güvenle söylediğinden farklı olarak “açılım”ın “sahiciliği”nden, “kandırmaca”dan uzak oluşundan ve “devletin hazır” olduğu reformların ciddiyetinden kuşkuluyuz, –hiç de hazır olmadığı– eşitsizliklerin giderilmesinin devlete ancak dayatılabileceğini düşünüyoruz, ancak, bu “açılım”dan “bütün emekçileri kucaklayan ortak yasal çerçevenin terk edilmesi”nin nasıl çıkacağını anlayabilmiş değiliz. Nedir bu yasal çerçeve ve biz ne tür biz yasal çerçevenin terk edilmesi ihtimali karşısında uyanık olmalıyız? Bir sosyalist nasıl böyle düşünebilir? Bir sosyalist bugünkü hangi “yasal çerçeve”yi benimseyebilir de terk edilmesinden muzdarip olabilir? Kürt sorunu tartışmasının ortasında neden sözlerinin edildiğini çözemesek bile, “ortak yasal çerçevenin terk edilmesi” tehlikesinin hemen arkasından sayılan “asgari ücret kavramının çöpe atılması, sigortasız, kayıtsız çalıştırmanın kurallaşması” gibi emperyalist yeniden yapılandırmanın olumsuz sonuçları karşısında uyanıklık çağrısını anlıyoruz, ama hangi yasal çerçevenin terk edilmesi ihtimali karşısında dikkat kesileceğimizi anlamakta zorlanıyoruz. Ve soruyoruz: Bir sosyalistin savunması, terk edilmesi tehlikesine karşı uyanıklığı elden bırakmaması gereken böyle bir “yasal çerçeve” olabilir mi? Ve bir soru daha: Kapitalist düzende üstelik “bütün emekçileri kucaklayan” ve yine üstelik “ortak” olan “yasal çerçeve” ne olabilir? Bütün emekçilere dayatılmış türlü türlü “yasal çerçeveler olur da, bir sosyalist, bunlardan hangisinin ortadan kalkışından üzüntü duyabilir? Bağımsızlığa ilişkin “yasal çerçeve” mi? İnanacak olursak, ülkenin bağımsızlığı, sadece yasal değil, anayasal çerçeveye oturtulmuştur! İnanalım ve çoktan yerinde yeller esen bağımsızlığın yerine sömürgeliği koyan o yasal çerçeveleri mi savunalım? Yapay bir Sünni devlet dinini dayatan laik yasal çerçeveyi mi savunalım yoksa? Ya da Cumhuriyet mi? Ama biz onu sosyalist Cumhuriyet’e dönüştürmeyecek miydik? Yoksa 12 Eylül Anayasasını mı savunmalıyız?
“Türkiyeli çözüm” arayışının getirdiği böyle bir yerdir, bir çıkmazdır! Açık ki, TKP, terk edilmemesini düşündüğü “bütün emekçileri kucaklayan ortak yasal çerçeve”den, bugünkü, Kürdün de Türk milletinin bir parçası olarak muamele gördüğü ulusal baskının yasaya geçirilmiş halini, Kürt sorunu bakımından bugünkü yasal statüyü, üniter ulus devlet çerçevesini anlamakta; bu “ortak” çerçevenin, bütün emekçileri kucakladığını düşünmektedir!
(Burada, TKP bildirgesinde, “ortak yasal çerçeve”nin benimsenip savunulmasıyla çelişik bir yaklaşımın da dile getirilmiş olduğuna değinmezsek haksızlık etmiş olacağız: Türkiye’nin karanlığa sürüklenmesine değinildikten sonra, “Tehlikelerin gerçekleşmesini önleyebiliriz. Bunun yolu, bir süre önceye kadar var olan durumu korumaya çalışarak değil, yeni bir cumhuriyeti tartışmaya başlayarak döşenecektir.” denmektedir. Yani sosyalizmin, sosyalist Cumhuriyet’in tartışılmaya başlanması… Bununsa, bir başka “yasal çerçeve” oluşturduğu ve eski ancak “yasal çerçeve”nin yerine geçirilebileceği, eski çerçeveninse bertaraf edilmesini gerektirdiği ortadadır. İkisinin bir arada sözünün edilebilmesi, bir kafa karışıklığına delalettir ve TKP’nin karar vermesi gerekmektedir: Hangi “ortak yasal çerçeve”? İki çelişik fikrin ve belirttikleri iki ayrı “yasal çerçeve”nin birlikte savunulabilmesinin tek açıklaması ise, sosyalist olmaya çalışmak, ama milliyetçilikten etkilenmektir. Sosyalizm önermek, ama zorlanıldığında milliyetçiliğe kayabilmektir. Ama bu ikisi çelişiktir! Ya biri ya diğeri…)
Kafaların ardındaki bu platforma dair benzer fikirler bildirgenin bir başka paragrafında daha dile getirilmektedir. Yine “Türkiye çözüm istiyoruz” başlığı altında:
“Emperyalizm Ortadoğu haritasıyla oynamaya devam etmektedir. Amacın emperyalist merkezlerin dışında herkesi güçsüzleştirmek olduğu açıktır. Bu anlamda Ortadoğu’da kurulacak yeni devletçikler halkların özgürleşmesine yardımcı olmayacaktır. Ortadoğu’nun kaderine Ortadoğu halkları karar vermelidir. Bunun yolu emperyalizme karşı mücadeleden geçer. Emperyalizmin belirlediği yeni girişimlere karşı uluslararası anlaşmalara dayalı sınırlar korunmalıdır.”
Emperyalizmin amaç ve planlarıyla halklara yönelik saldırıları yine söz konusu edildikten sonra, iki konuya vurgu yapılmaktadır: Birincisi, “Ortadoğu’da kurulacak yeni devletçikler(in) halkların özgürleşmesine yardımcı olmayacağı” iddiası ve ikincisi, “emperyalizmin girişimlerine karşı uluslararası anlaşmalara dayalı sınırlar(ın) korunması” talebi…
Talebi ele alıp iddiayı bir sonraki başlığa bırakalım. “Uluslararası anlaşmalara dayalı sınırların korunması” talebi, bir sosyalistin savunabileceği türden talep midir? Kürt sorunu söz konusu olduğunda, tıpkı “Türkiyeli çözüm” talebi gibi, uluslararası sınırların korunması talebi de, ki ikisi aynı içeriklidir, bir sosyalist tarafından savunulamaz.
Tabii ki, sosyalistler sınırları aşıp sağa-sola savaş ilan edilmesini savunacak değillerdir. Ama adına layık bir sosyalist, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermezlik edemez. Bu hak ise, öyle “ulusal kültürel özerklik” türü eğitim hakkı vb.’nden, yalnızca dillerin ve kültürlerin eşitliği ve geliştirilmesi için önlemlerin alınması zorunluluğundan ibaret sayılamaz, ama özünde ulusal siyasal örgütlenme hakkı, ayrı devlet kurma hakkıdır. Saygı gösterilmesi gereken bu haktır. Ayrı devlet kurulması desteklenir desteklenmez, ayrı sorundur, işçi sınıfı ve sosyalistler, emperyalizmi zayıflatacak her türlü adımı destekleyecek, onu güçlendirecek adımlara ise karşı çıkacaklar, ama hiçbir koşulda ayrı devlet kurma hakkına saygısızlık etmeyeceklerdir. Tersi, bir sosyalist için, burjuva milliyetçiliğin etkisi altına girip kendi egemen burjuvazisinin peşine takılmak anlamına gelir. (Bkz. Özgürlük Dünyası, sayı: 135, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, TKP ve İnkarcılık)
Ve işte bu nedenle, Kürt sorununun çözümü tartışmalarında, ayrılma hakkına karşı “Türkiyeli çözüm” ısrarıyla “uluslararası sınırların korunması” talebini ileri sürmek, Türk milliyetçiliğinden ciddi biçimde etkilenildiğini kanıtlar. Sınırları çizen, güç ilişkilerine ve pazar kavgasına göre değiştiren, bugünküler de içinde olmak üzere halklara ve ezilen uluslara dayatanlar emperyalist büyük güçlerdir. Bu, mevcut sınırları sahiplenmenin engeli olmayacaksa, ne olacaktır, bir devrimci, demokrat ya da sosyalist açısından?
Bildirgenin aktardığımız pasajında emperyalizmin amaç ve saldırılarına ilişkin söylenenlerde yanlışlık yok. Ama Ortadoğu’nun bugünkü sınırlarının da, bir “ayrıntı” dışta tutulursa, emperyalizm tarafından çizildiği unutulmamalıdır: Ayrıntıysa Kurtuluş Savaşı’dır. O, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı yürütülmüştür ve farklı bir dinamik durumundaydı. Gücü yettiğince Sevr gibi önceki uluslararası anlaşmalara dayalı sınırların dayatılmasını tanımayarak, Türkiye’nin sınırlarını kendisi çizme başarısını göstermiş, ama yine de sınırlara ilişkin emperyalist dayatmaların tamamen üstesinden gelmeye güç yetirememiştir. O zamanlar da kendi kaderini tayin hakkının kullanılmasına karşı çıkanlar, Amerikan mandası, İngiliz himayesi talep edenler olmuştu. Ama Kurtuluş Savaşı, KKTH’nın yaşama geçirilmesiydi. Peki, şimdi yine dayatmalarda bulunan ve emel ve hesaplarını yaşama geçirmeyi zorlayan emperyalizmin dışında bir etken yok mu? 30 yıllık bastırılamayan Kürt ulusal mücadelesine ne denecek? Üstelik ayrı devlet istenmiyor. İstenen, sadece demokratik bir Türkiye ve böyle bir Türkiye’de hak eşitliğine dayalı ortak yaşamdır. Hâlâ hangi “ortak yasal çerçeve”den, hangi “uluslararası anlaşmalara dayalı sınırlar”dan söz edilip UKKTH’na, tam hak eşitliğine karşı çıkılarak sosyalist kalınabilir?
Bir sonraki bölüme geçmeden, az-çok benzer konulara da burada değinelim.
Sosyalist hangi talepleri destekleyemez?
TKP’nin Kürt sorununun çözümünü sosyalizme ertelemekten uzaklaşarak, bir dizi demokratik talebi, soruna ilişkin reformların olabilirliği yaklaşımla savunmaya yönelmesini olumlu değerlendirmiştik. Ancak bu genel olumlu eğilim içinde tartışılması zorunlu şeyler de var. Somutlanırsa..
“Kürt sorununda emperyalist manipülasyona zemin sunan, halklar arasında diyalogu olanaksız hale getiren, derin etnik/ulusal boğazlaşmaların bir tehdit olarak canlı tutulmasına neden olan silahlı mücadeleye son verilmelidir. … PKK silah bırakmalı, eşzamanlı olarak TSK operasyonları durdurulmalı…”
Bir sosyalist ulusal bir soruna ilişkin talebi böyle formüle edemez ya da böyle formüle edilmiş bir talebi savunamaz. “Silahla mücadeleye son verilmeli”, “PKK silah bırakmalı”: Kuşkusuz genel olarak barış için mücadele etmesine, Kürt sorununda, yazının sonunda değineceğimiz gibi, bütünüyle kandırmaca olmadıkça hiç değilse az-çok demokratikleşme ve buna bağlı bir normalleşmeyi öngörmesine karşın, bunu nasıl isteyebilir bir sosyalist? Silahlı mücadele ve PKK’nin on yılların ulusal zulmünün bir sonucu ve ürünü olduğunu, ulusal zulmün bugün olmazsa yarın bir ulusal isyana yol açmazlık edemeyeceğini bilen bir sosyalist, nasıl olur da nedenden değil, sonuçtan hareket edebilir; nedeni ortadan kalkmadan sonucun –kendisinin de benimseyebileceği biçimde– ortadan kalkabileceğini düşünebilir ve isteyebilir? Bunun gerekçesi, “silahlı mücadele”nin “Kürt sorununda emperyalist manipülasyona zemin sunması”, “halklar arasındaki diyalogu olanaksız hale getirmesi, “derin etnik/ulusal boğazlaşmaların bir tehdit olarak canlı tutulmasına neden olması” olarak nasıl gösterilebilir? Gene mi emperyalizmi gerekçe göstererek bugünkü ulusal baskı ve zulüm durumunu savunma çabası?
Gerekçe olarak ileri sürülenlerin tümü, evet geçerlidir; ancak kesinlikle PKK’nin silahlı mücadelesinin değil, bu mücadelenin kendisiyle birlikte, Kürtlerin ezilen ulus olarak baskı altında tutulması, haklarının inkar edilmesidir, Kürtlere yönelik ulusal eşitsizlik ve aşağılamanın varlığıdır. Emperyalizmin üzerinden kışkırtmalarda bulunduğu, hesaplar geliştirdiği ve bir ulusu diğerine karşı kullandığı/kullanmaya yöneldiği zemini, kuşku yok ki, ulusal ayrıcalık ve eşitsizliğin varlığı ve ona dayalı ulusal baskı ve aşağılamanın kendisi oluşturur. Kendisi de bu eşitsizlik ve zorbalık durumun bir ürünü ve sonucu olan isyan ve silahla mücadele, ulusal ezme-ezilme ilişkisinin silahın da karşılıklı olarak kullanılmasını kapsayarak sürer hale gelmesi, tabii ki, ulusal ilişkinin eskisine göre sertleşmesine götürür ve ulusal boğazlaşmaya dönüşme eğilimi taşıyan sertleşmenin kendisi emperyalistlerin kışkırtmalarıyla bağlantılı olduğu gibi, onların manipülasyonu, örneğin Türklerle Kürtleri birbirlerine karşı koz olarak kullanması imkanlarını çoğaltır. Ama bu çoğalma da, asıl hareket noktasından, onun da nedeni olan ulusal çelişki ve ezme-ezilme durumundan, Kürtlere yönelik ulusal zorbalıktan kopararak ele alınamaz ve kendi başına emperyalist manipülasyonun nedeni olarak anlaşılamaz. Emperyalizmin müdahil olmasının asıl kaynağı ve dayanağı, silahlı mücadele varsayılamaz, buradan hareketle, emperyalistlere alan ve olanak açmanın suçu PKK’ye yıkılamaz.
Gerekçe, gerekçe değildir öyleyse! Bir sosyalistin gerekçesi olamaz. O halde, sosyalist “silahlı mücadeleye son verilmesi” talebini savunup ileri süremez “PKK silah bırakmalı” diyemez. Bilir ki, silahların susması, nedeninin, ulusal baskı ve zulmün az-çok ortadan kalkmasına bağlı olarak, sosyalizmin, Türk ve Kürt emekçilerin kapitalizme karşı sömürüden kurtuluşu amaçlayan, etnik sorunun ötesinde ve işçi sınıfının birliğiyle yürütülebilecek sosyalizm mücadelesinin önünü açacağı için gerekli ve iyidir. Ama gerekli ve iyidir diye, sosyalizmden vazgeçmeden, ulusal zulüm –ve onun olduğu yerde zamanlamasının ötesinde kaçınılmazlığı kesin olan, zulme karşı silaha sarılmanın kutsallığı inkar edilerek– silah bırakılması savunulamaz. Ya da ulusal baskı son bulmadan, en azından “katlanılabilir” düzeye inmeden, “silah bırakılsın”, “silahlı mücadeleyle son verilsin” demek, ulusal zulmün savunulmasıyla eşanlamlı olur.
Öyleyse sosyalist ancak ulusal baskı ve zulmün son bulmasına, kaldırılmasına ilişkin talepler ileri sürebilir ya da ancak bu içerikle ileri sürülmüş talepleri destekleyebilir. PKK’nin; örneğin ulusal baskının devamı koşullarında ve bir kandırmacanın işlevselleşmesine bağlı olarak silah bırakmaya karar vermesi durumunda, sosyalistler, şüphe yok ki, kendilerini PKK, ya da Kürt ulusal hareketi yerine koyup silah bırakmaya karşı ajitasyona girişmeyecekler, ancak gerekli uyarılarda bulunarak, kandırmaca ile birlikte ulusal zorbalığın devam ediyor olmasını teşhir edeceklerdir.
Sonuç: “PKK silah bırakmalı, eşzamanlı olarak TSK operasyonları durdurulmalı…” değil, ulusal zulmün ürünü olan ve dolaysızca onun devamını amaçlayarak sürdürülen “Operasyonlar durmalı” talebi ileri sürülmelidir.
TKP “Eşzamanlı olarak ülke çapında sivil halkın silahsızlandırılmasına yönelik önlemler alınmalıdır” talebini de ileri sürmekte ve bunu “silahsız çözüm istiyoruz” başlığı altında yapmaktadır. Daha çok Kürt halkının silahsızlanmasıyla bağlantısı içinde ileri sürüldüğünü sanıyoruz, ancak buradan anlaşılan, TKP’nin, silahsızlanmayı, yalnızca Kürtler, Kürt halkı ve PKK bakımından değil, genel olarak savunmakta olduğudur. “Sivil halkın silahsızlandırılması” talebi, Kürt-Türk ayrımı yapmamakta ve hatalı ele aldığı ulusal zulüm-silah ilişkisini sınıf mücadelesi-silah ilişkisine yükselterek, yalnızca Türk milliyetçiliğinden etkilendiğini değil, ama sınıf işbirliği tutumundan da etkilendiğini ortaya koymaktadır.
Bir sosyalist “halkın silahsızlandırılması”nı nasıl talep edebilir? Bu sosyalistin varlık koşuluyla çelişmez mi? Sosyalist, her şeyden önce, Marx’ın “benim asıl katkım” diyerek, “sınıf mücadelesinin kaçınılmaz olarak götüreceğini söylediği proletarya diktatörlüğünü savunacaktır ki, bu, şiddete dayalı devrimi, burjuva devlet makinesinin zora dayalı devrimle kırılıp parçalanmasını, bunun için halkın silahlanmasını ve halkın bu silahlanmasının “özel silahlı adam müfrezeleri”nin, “sürekli ordu”nun yerini almasını savunmayı gereksinir. Marksizmi savunmaktan vazgeçmeden, sosyalizm davası bir yana bırakılmadan “özel silahlı birlikler”e dayalı silahlanma, sınıflara bölünmeden sonra olanaksız hale gelen “halkın özerk silahlı örgütlenmesi”nin yerini bu özel silahlı adam müfrezeleri”nin alışının kabullenilip benimsenemez. Sosyalist devrim, zaten tam da, bu halka karşı devletin en önde gelen dayanaklarından olan “özel silahlı adam müfrezeleri” halindeki silahlı örgütlenmeye son vermek üzere silahların halkın eline geçmesiyle ger çekleşebilir. Ya “sürekli ordu” ya da doğrudan halkın silahlanması!
İsteriz ki dil sürtmesi olsun ve dileriz ki hemen düzeltilsin. Yoksa “halkın silahsızlandırılması” talebi, bütün gericilerin “bir ülkede bir meşru silahlı kuvvet olur” diyerek savunmakta olduğu gibi, “silah tekeli”ni ve silahların halka karşı kullanımını öngörür; ama sosyalizm, başka şeylerin yanında ve tümünü olanaklı kılmak üzere, burjuva silah tekeline ve silahların halka karşı kullanılmasına son verilmesi demektir.
TKP’nin formüle ettiği bir başka sorunlu talepse, dile, Kürtçeye ilişkin olanıdır: “Türkçe devletin resmi dili ve toplumun temel ortak iletişim dili olarak korunmalıdır. Yerel yönetimler dâhil olmak üzere, bölgesel düzeyde ikincil dillerin kullanımının önü açık olmalıdır.”
TKP, “Dillerimizi, Kültürlerimizi İstiyoruz” alt başlığı altında, bildirgede 9 madde yazmış. Bir daha söylüyoruz, Kürt sorununa ilişkin demokratik taleplerle bunca ayrıntılı ilgilenmeye geçmesi, TKP bakımından önemli bir olumluluktur ve buradan doğru ile yanlışın konuşulup sonuca vardırılması daha kolaydır.
Ama burada sormak zorundayız: Neden, mutlaka Türkçeye ayrıcalık istenmektedir? Sosyalistin ulusal soruna yaklaşımının Lenin’in yaptığı özeti, “ulusların ve dillerin tam hak eşitliği”dir. Neden dillerin tam eşitliğini savunmak varken, Türkçenin “resmi dil” ve “toplumun temel ortak iletişim dili olarak” “korunması” ayrıcalığı üzerinde ısrar edilmektedir? Neden birden fazla, örneğin iki resmi dil olmasın? İsviçre’de ikiden fazla resmi dil olmasının sakıncaları söylenebilir mi? Yoktur! Ve neden Kürtçe de ortak iletişim dili olmasın? Ya da bu, hak eşitliği tanındıktan ve ayrıcalık ve bunu dayatma baskılarına, zorbalığa son verdikten sonra, kendi yolunu bulmaya bırakılsa, ne olur? Neden “bölgesel düzeyde “ikincil dillerin kullanımı” hakkı yalnızca? Ve neden “ikincil”, neden eşitliğe karşı bunca direnç? Kendiliğinden bir dil başat olacaksa olsun, ancak bir sosyalist herhangi bir dilin başatlığını öngöremez, buna yönelik önlemleri savunamaz. Çünkü bu, baskısız, yasaksız, dayatmasız olanaklı değildir. “Birincil” ile “ikincil”in, birincillik ve ikincillikleri, onları, bu sıralamaya düzene sokmaya yönelik önlemler ve bu önlemlerin yaptırımları olmadan sağlanamaz. Demek ki, birincillik ve ikincillik iddiaları ve sıralamalarından vaz geçilmek gerekmektedir. Dillerin tam eşitliği, Türkçe ile Kürtçe söz konusu olduğunda, ikisinin de resmi dil olarak kabulünü, tüm kamusal alanda iki dilin de eşit olarak kullanılabilmesi hakkının tanınmasını şart koşar. Gerisi, ayrıcalık istekleri, Türk milliyetçiliğinden etkilenme etkenidir!
Gözdeki mertek ya da “herkesin gericisi kendine”
Görmüştük ki, TKP, emperyalizmin Ortadoğu’daki oyunlarına dikkati çekerek, sanki bugün geçerli sınırları kayıt altına alan uluslararası anlaşmalar emperyalist büyük devletlerin dayatmalarıyla, onların doruklarında yer aldığı güç ilişkilerinin doğrudan ürünü değilmiş gibi, “Emperyalizmin belirlediği yeni girişimlere karşı uluslararası anlaşmalara dayalı sınırlar korunmalıdır.” diyordu. Yine emperyalizmin ve oyunlarından hareket eden bir gerekçesi vardı: Emperyalizmin amacı emperyalist merkezlerin dışında Ortadoğu’da herkesi güçsüzleştirmekti; dolayısıyla –sanki emperyalizm kadiri mutlakmış ve ondan başka kararlaştırıcı bir dinamik yokmuş ve olamazmış gibi– kurulacak “yeni devletçikler” emperyalistlerin hesapları kapsamında ve oyunlarının aleti olarak oluşacakları için “halkların özgürleşmesine yardımcı olmayacaktı”! Yeni kurulacak (baştan “devletçik” olarak aşağılanan) devletlerin halkların özgürlüğünün değil, emperyalizmin aleti olacakları, dolayısıyla Ortadoğu’da UKKTH’nın savunulmasının bu durumda herhalde yanlış olacağı bir çırpıda ilan edilmiş oluyordu! (Burada, TKP, geçmişine hızlı bir dönüş yapmakta ya da belirli bir yumuşama eğilimi içine girmesine rağmen, geçmişte savunduğu görüşlerinden köklü biçimde özeleştirel bir kopuşu gerçekleştirmediği için, eski fikirler yeniden kolaylıkla zuhur edebilmektedir. Atıfta bulunduğumuz, eskiden TKP’nin UKKTH’ı vazgeçilebilir taktik bir sorun sayan, ilkesel olmadığını ileri süren ve Marksizmin UKKTH’nın ısrarlı bir savunucusu olmadığını yazılı hale getirmiş fikirleridir.* Yine mi? UKKTH geçersiz mi yine? Saygı göstermeye gerek yok mu?)
Ve uzun süre “ya sabır!” dedikten sonra, artık kendisini tutamıyor ve açık konuşmaya başlıyordu yine TKP; bildirgede: “Irak Kürdistanı’ndaki özerk devlet yapılanması emperyalizmin bölgemizi yeniden şekillendirmeye dönük operasyonlarının tipik bir örneğidir. Bunun da ötesinde Irak Kürdistanı, bir yandan Türkiye Kürtlerini emperyalizm ve gericilik yanında taraflaştırmakta, milliyetçiliği körüklemekte ve başta Türkler ve Kürtlerden oluşan emekçi halkımızın birliğini dağıtıcı etki yaratmakta, diğer yandan ise Türkiye’de yayılmacı/Osmanlıcı perspektifler için zemin oluşturmaktadır. Türkiyeli bir çözüm ancak bunları gözeterek geliştirilebilir.”
İşte örnek! Ayrıntısına girip tartışmak makalenin konusunu zorlayacağı için Irak, Irak Kürdistanı ve Barzani, Talabani ve Amerikan emperyalizminin tümüyle ilişkisini burada ele almayacağız. Ancak TKP’nin bildirgesinden anlaşılan, UKKTH’nın Irak Kürdistanı için geçerli sayılmaması gerektiğidir. Ve iddia, önceden bir bölüm ayırdığımız “Türkiyeli Çözüm”ün de ancak buradan geliştirilebileceğidir.
Milliyetçiliğe dikkat çekmektedir TKP burada! “Irak Kürdistanı milliyetçiliği körüklemekte” demektedir. Doğrudur; Irak Kürdistanı milliyetçiliği yayıcı bir dinamiktir. Zaten kendisi milliyetçidir. Ötesine geçelim: Türkiye’deki Kürt ulusal hareketi, Barzani ve Talabani’den milliyetçilik transfer etme durumunda değildir, ihtiyacı da yoktur buna, zaten demokratik Kürt hareketi de milliyetçi bir zemin üzerinde durmaktadır; milliyetçi bir harekettir. Kürt milliyetçisidir. Ama ezilen bir ulusun milliyetçi hareketidir. Türk milliyetçiliğinden örneğin, bu nedenle, ikisinin de burjuva milliyetçiliği olması bakımından değil, ama biri ezen ulus milliyetçiliğiyken, diğerinin ezilen ulus milliyetçiliği olması bakımından kategorik olarak ayrılmaktadır.
Peki, milliyetçiliği yaymak bir yana milliyetçi olana kaderini tayin hakkı tanınmayacak mıdır?
Bir adım daha atılırsa, sadece milliyetçi olmakla kalmayan, ama emperyalizmle ilişkileri ve feodal özellikleri dolayısıyla ilerici olmayan, gerici Iraklı Kürt hareketleri ve devletleşmeleri karşısında nasıl tutum alınacak? Kaderlerini tayin hakları, bu nedenle tanınmayacak mı Iraklı Kürtlerin?
Sosyalistler tüm ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını tanır, saygı gösterirler. Bu tamamen nettir. Ne kadar gerici önderlik altında olursa olsun, hiçbir ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı olmadığını akıllarından bile geçirmezler sosyalistler. Yalnızca hakkın kullanılması karşısındaki tutumları farklılaşır: Sosyalistler emperyalizmi zayıflatan ilerici, devrimci demokratik önderlikli hareketleri desteklerlerken, gerici önderlikli, emperyalizmi güçlendiren ya da zayıflatmayan ilerici olmayan ulusal hareketleri desteklemezler. (Ancak ezilen ulusun hareketleri oldukları ölçüde, ister gerici isterse ilerici önderliklere sahip ilerici veya gerici hareketler olsunlar, ezen ulusun baskısına karşı yöneltilmiş bir mücadele olmaları dolayısıyla demokratik bir içeriğe sahip olduklarından, sosyalistler, hareketlerini destekleseler de desteklemeseler de, bütün ezilen ulusların kaderlerini tayin haklarına saygı gösterir, bu hakkı tanırlar.)
Peki, ilerici demokratik pozisyonu ile Türkiye demokratik Kürt hareketini desteklemekte bir problemle karşılaşmak gerekirken (ancak makale boyunca, bu durumla ilgili olarak karşılaştığımız problemleri tartıştığımız ortadadır) Barzani ve Talabani gibi önderlikleriyle ilerici olmayan ulusal hareketler ve Irak Kürdistanı söz konusu olduğunda ne yapacaklardır? Irak Kürdistanı’na, “emperyalizmin operasyonunun tipik bir örneği” olduğu için buradaki devletleşmeye karşı çıkıp, Kürt ulusal hareketinin onunla ilişkilerine karşı çıkıp, milliyetçi yönelimlere karşı çıkıp, “Türkiyeli Çözüm” peşine düşecek ve “uluslararası anlaşmalara dayalı sınırları” ve “ortak yasal çerçeveleri” mi savunacaktır? Türk devletinin yanında mı yani, Irak Kürdistanı’na karşı? Kimin yanında duracağız? Bir bakalım, kim daha gerici? “En gerici kim?” Barzani Kürdistanı gerici. Türkiye ilerici mi? O da gerici. Peki, ne yapacağız? Neye göre tutum alacağız? Önce, “en gerici kim” sorusu.
Bu, temel bir sorudur. Çağımızda, emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, gericiliğin başlıca kaynağının emperyalizm olduğu kuşkusuzdur. Ve zaten TKP de, bu veri üzerinden propagandasını geliştirmekte, saptamalarını bu olguya dayandırmaya çalışmakta ve emperyalizm ve bağımlılık ilişkilerini, onun “böl-yönet” politikasını, bölgeye ve Türkiye’ye yönelik plan ve amaçlarını tekrarlayıp durarak, Kürt sorununa, somut olarak “Kürt Açılımı”na buradan yaklaşmaktadır. Yanına dinci gericiliği de ekleyip, emperyalizmi, onun plan, siyasal amaç ve pratik tutumlarını ileri sürerek, “Kürt Açılımı”na, asıl olarak –cepheden karşı duramayıp önünde gerilediği ve karşı tutumunu yumuşatmak zorunda kaldığı– Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin özünü oluşturan kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasına karşı durmayı, ulusal eşitsizliğin ve aracı olarak ulusal baskı ve zorbalığın yıkıcılığını görmezden gelinmesini anti-emperyalizmin ardına gizlemek, bildirgenin başlıca tutumudur.
Emperyalist gericiliğin bölgedeki varlığı ve oyunları karşısında uyanıklık gereğinden Irak Kürdistanı’nın gericiliği karşısında ajitasyon yapmak mı çıkar?
Peki Barzani gericidir ve Irak Kürdistanı’nın ABD ile ilişkisi vardır da, Türk gericiliği ve Türkiye ne alemdedir?
Amerikan emperyalizminin bölgedeki başlıca taşeronlarından biri Türkiye’dir ve Türk egemenleri bölgede ABD’nin en ciddi işbirlikçilerinin başında gelir. Türkiye NATO üyesidir, ordusuyla birlikte bağımsızlığını çoktan kaybetmiş bir ülkedir.
Peki, “Türkiyeli” bir harekete en başta ne düşer? Barzani ve Talabani’ye karşı ajitasyon, onların gericiliğine vurgu mu, yoksa kendi egemen burjuvazisi ve burjuva devletine, onların gericiliğine ve emperyalizm işbirlikçiliğini masaya yatırmak, buradan konuşmak ve mücadele platformunu buradan kurmak mı? Türkiye sınırlarını çerçeve edinmiş, bütün sınırları ve sınıfları kaldırmayı amaçlayan bir harekete, sosyalist hareket düşen, Türkiye’nin dönüştürülmesidir, bunun için kendi gericiğiyle mücadeledir. Kendi gericiliği dururken ve ona pratik olarak ses çıkarmazken, çevresindeki sair gericiliklerin gericiliğiyle ilgilenmek, onların gericiliğini ileri süren değerlendirmeler yapıp tutumlar belirlemek olamaz. Hele, emperyalizmi, oyunlarını, Irak Kürdistanı ve Barzani örneğini ve yeni küçük “devlet”lerin ancak emperyalizme dayanarak ayakta kalabileceğini ileri sürerek, üstü örtülü ya da “Türkiyeli çözüm” vurgusuyla oldukça açık olarak Türkiye Kürtlerinin kendi kaderlerini belirleme hakkına karşı tutum geliştirmek, hiç olamaz.
“Devletçikler” sorununa gelince, Marksistler, evet büyük devletten yanadırlar, büyük devlet, sosyalist mücadeleye daha uygun bir zemin sunar; ancak bütün diğer koşulların eşit olması durumunda sosyalistler büyük devleti tercih ederler. En başta ulusal baskı ve zorbalığın bulunmaması ve ulusların ve dillerin hak eşitliğinin varlığı koşuluyla büyük devlet istenir şeydir. Bu nedenle, “büyük devlet” deyip tüm küçük devletleri, “devletçikler” aşağılamasıyla hesap dışı tutmak, sosyalist kalınmak isteniyorsa, ulusal baskı ve zorbalık koşullarında savunulamaz. Hele emperyalizmin, özellikle Amerikan emperyalizminin bölgedeki en belli başlı dayanaklarından olan NATO üyesi ve işbirlikçilerin egemenliğindeki Türkiye söz konusu olduğunda, kendi baskı altında tuttuğu Kürt ulusunun komşu ülkelerdeki parçaları başta olmak üzere, başka ulusları –halklarının ulusal özlemlerine hiç önem vermeden– yöneticilerinin emperyalizmle ilişkileri ve aşiretçilikleri dolayısıyla yargılayıp mahkum etmek, bir sosyalisin yapacağı şey değildir. Ve yine hele, Irak Kürdistanı tartışması ardında Türkiye Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını tartışılır hale getirme hiç değildir.
Bölgesel Özerklik Üzerine
TKP bildirgesi, ayrı devlet ve “devletçikler”e karşı olduğu kadar bölgesel özerkliğe de karşı çıkıyor. Aşırı milliyetçi etki altında kendi kaderini belirlemenin tüm biçimlerine karşıtlık, TKP bildirgesinin tutumu durumunda. Ne ayrı devlet ne bölgesel özerklik! Geriye kalan nedir? Bugünkü statü. Bazı demokratik taleplerin benimsenmesine değiştirilen tutumun ardından, biraz demokratikleşme sosuyla savunulan bu görünmektedir. Ve tabii asıl olarak sosyalist Cumhuriyet. Geleceğe ilişkin bu perspektif üzerinde tartışılamaz. Doğrudur. Şimdiyse, Cumhuriyet sosyalist bir cumhuriyete dönüşünceye kadar, silah bırakılarak ve az-çok demokratikleşme ile bugünkü statünün devamı, sanki gericilik değilmiş gibi, TKP’nin önerisini oluşturmaktadır.
Oysa, eğer Kürtler kaderlerini birlikte yaşamaktan yana belirleyeceklerse, ki şimdilik öyle görünmektedir, birlikte yaşamanın en iyi biçimlerinin başında bölgesel özerklik gelir. Bizim önerimiz de bugün için budur. Güzeldir: Hem Türkiyeli çözümdür, hem demokratiktir ve ulusal eşitliğin gereğini karşılayacaktır.
Ama bildirge “bölgesel özerkliği” mahkum etmektedir. Hem de ulusal sorun, Kürt sorunu tartışılırken, hiç ilgisiz argümanlarla.. Yerli ve yabancı sermayenin, emperyalizmin –en çok Dünya Bankası’nın ilgi ve yönlendirme alanına giren– piyasanın, dolayısıyla sermayenin egemenliğinin koşullarını kolaylaştırmayı amaçlayan “yerelleşme” ve “ademi merkeziyetçilik” (merkezsizleştirme) sorununu ortaya atarak.
Lenin, bölgesel özerkliği UKKTH’nın bir somut çözüm biçimi olarak geçen yüzyılın başında ortaya atmıştır. TDKP programında Türkiye ve Kürt sorununa ilişkin olarak bölgesel özerklik önerisi 1980’den bu yana vardır. Ama Dünya Bankası’nın yerelleşme aklına yeni gelmiştir. En çok birkaç on yıllık geçmişi vardır. Emperyalizmin, sermayenin egemenliğini pekiştirme amaçlı olarak yerelleşmeyi gündeme getirmesi, kendi bağlamlarıyla birlikte başka bir sorundur; ulusal sorun ve bölgesel özerklik, kendi bağlamlarıyla birlikte başka. İkisini aynı şey farz etmenin mantığı yoktur.
Yerelin güçlenmesinin sermayenin doğrudan egemenliği açısından iktisadi egemenliğinin siyasal egemenliğe dolaysız dönüşümü bakımından elverişli koşullar sunacağı doğrudur. Ama ulusal eşitsizliklerin giderilmesinin ve ezilen ulusun kendi kendisini yönetmesinin çözümü olarak bölgesel özerklikle genel olarak sermayenin öngördüğü yerelleşme aynı şey sayılamaz. Bölgesel özerklik yönetici siyasi iradenin değişmesini öngörmektedir. Oysa uluslararası sermayenin Dünya Bankası aracılığıyla destekleyip yönlendirdiği yerelleşme, siyasi iradenin değiştirilmesine değil, sermayenin doğrudan egemenliğinin koşullarının geliştirilmesine yöneliktir. Bu nedenle bölgesel özerlik, yerelleşme karşıtı argümanlarla eleştirilemez.
Örneğin “Yerelleşme bir demokratikleşme projesi değildir. Demokratikleşme eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesini dışlayarak gerçekleşemez. Oysa yerelleşme, bütün vatandaşlar ve bütün bölgelerde aynı yönetsel standartların ve hukuksal yapının bir kenara bırakılması, yerel ve uluslararası sermayenin lehine ve halkın aleyhine düzenlemelerin serbest ve meşru hale gelmesidir.” denerek, bölgesel özerklik karşıtı söz söylenmiş olunmaz. Katılıyoruz, uluslararası sermayenin “yerelleşmeciliği”nin demokratizmle ilgisi yoktur. Ama bölgesel özerklik, net olarak demokratik bir kendi kendini yönetim biçimidir. Ezilen bir ulusun ulusal ayrıcalıklara son verilmesi ve kendini yönetmesinin sağlanmasının biçimi olarak, bölgesel özerkliğin ulusal eşitlik ilkesinin hayata geçmesi anlamına geldiği nasıl inkar edilebilir?
Aynı yönetsel standartların bütün vatandaşlar ve bütün bölgeler için geçerli olması, bölgesel özerklik karşısında şüphesiz ki savunulamaz. Ortadadır, Türk egemenler, Kürtlere eşitlik de, hak da tanımamaktadır. Kürt aşağılanmakta, ne dilini ne diğer ulusal haklarını kullanabilmektedir. Hatta Kürt genci taş atarken öldürüldüğünde, öldüren kolluk kuvvetlerinden kişilerin beraatları Yargıtay’ca onaylanmaktadır. Aynı standartlar geçerli olsa, zaten sorun kalmayacaktır; bu noktaya ulaşılmış olması, zaten ulusal sorunun bir biçimde çözülmüş olduğu, Kürtlerin kaderlerini tayin ettiği ve ulusal eşitliğin sağlandığı anlamına gelecek, yazı boyunca yaptığımız tartışmalar çoktan aşılmış olacak ve gereksiz hale gelecektir.
Bildirgede, “Merkezi devlet bütçesinin bölgesel ve yerel gereksinimler doğrultusunda paylaşılması, vatandaşlar arası eşitliğin en sağlam yoludur.” denmektedir. Ulusal eşitsizlik koşullarında buna inanılabilir mi? Neden Türkiye ortalaması yüzde 20’nin altındayken, Diyarbakır’da işsizlik oranı yüzde 60’ların üzerindedir? Neden yatırımlar, hatta teşviklere rağmen Batı illerinde toplanmıştır? Batmanlıyla İzmirlinin örneğin, merkezi bütçenin “paylaşılması” yoluyla eşitliğini ileri sürmek için hiçbir şey bilmemek, görmemek gerektir!
Yine benzer içerikli bir başka gerekçe: “Yer üstü ve yer altı kaynakları toplumun bütününe aittir. Yerel halkın bu toplumsal değerleri kullanmasında söz konusu saptama dikkate alınmalıdır. Bütün topluma ait zenginliklerin bölgesel ve yerel çıkarlar için kullanımının önünün açılması, eşitsizlikleri artıracağı gibi…” Kaynakların toplumun bütününe ait olması tamamen rivayettir ve bir sosyalistin ileri süreceği türden, gerçekleri yansıtan bir fikir değildir. Kaynaklar, hem sadece özel mülkiyet konusudur ve asıl olarak büyük sermayenin elindedir, hem de yerel çıkarlar hiç dikkate alınmadan cebe indirilmektedir. Önce söylendiği gibi, Kürt bölgesi kaynakların paylaşımından hemen hiç pay alamamaktadır, paylaşımda eşitsizlik diz boyudur. Bırakalım, biraz tersine eşitsizlik olsun, buna pozitif ayrımcılık denmektedir; ancak eşitlik sağlanmasının eşiğine gelinecektir böylelikle.
“Yerelleşme özel olarak yabancı sermayenin ve emperyalist denetimin maddi temellerini oluşturur hale gelecektir. Bu, Türklerin ve Kürtlerin birbirlerine karşı kışkırtılmasının olanaklarını artıracak ve anahtarı emperyalizme teslim edecektir. Türkler ve Kürtler sorunlarının çözümü adına emperyalistlere yaranmaya mecbur edileceklerdir.” Doğru söze ne denir? Evet, sadece bu değil, ama emperyalizm karşısında da elverişli koşul sağlayacak buna benzer nedenlerle büyük devlet en iyisidir.. Ama, söylenmişti, tam hak eşitliği koşullarında. Bu, hak eşitsizliğinin devamının gerekçesi haline getirilirse, en kötüsüdür. Emperyalizmin ulusları birbirine karşı kışkırtma ve kullanması bakımından da en kötüsüdür. Çünkü asıl sorun, eşitsizliğin olduğu yerde çıkar. Söz konusu ulusal eşitsizlik ve baskıdan 29 isyan çıkmış,tümüne de emperyalistler el atarak, he Türkler hem de Kürtler karşısındaki pozisyonlarını geliştirme imkanı elde etmişlerdir.
“Bugün emperyalizm, kendi egemenliğini güçlendirmek, ulusal, bölgesel düzeydeki güçleri kendine mahkûm etmek için sürekli ölçek küçültmekte, toplumları cemaatlere, etnisitelere bölmektedir. Yerelliklerin yetkilerinin artırılmasının bu sürecin parçası olmasını engellemek mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden istikrar, refah ve huzur değil, bölücülük çıkacaktır.” Doğrudur, örneğin eski Yugoslavya’dan 7-8 yeni devlet çıkmıştır, ki hemen tümünün büyük emperyalist devletlerle ilişkisi eskisinden çok ileridir. Ama tümüyle doğru değildir; emperyalizmi kadiri mutlak, ezilen ulusların hareketininse emperyalizm dışında hiçbir biçimde bir ilerici dinamik oluşturmadığını düşünmek, emperyalizm karşısında tam bir korkuya kapılındığına, onunla mücadele edilemeyeceğinin düşünüldüğüne delalet eder. Emperyalizm, evet, küçük ölçekten yanadır, “böl-yönet”i uygulamaktadır; ancak bu mutlaklaştırılamaz, örneğin Türkiye’de Kürt ulusal hareketinin emperyalizm tarafından teslim alınamadığını, bu nedenle emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından tasfiye edilmeyle çalışıldığını görmemizi engellememelidir. Öyle de yapılsa böyle de yapılsa emperyalizmin “böl-yönet” politikası aşılamayacak, bölgesel yönetimlerin kurulup güçlendirilmesinden de hep emperyalizmin egemenliğinin güçlenmesi ve “bölücülük” çıkacaksa, bundan kaçınılamayacaksa, mutlaksa, demek ki, UKKTH, gerçekten ilkesel bir sorun olmaktan çıkmış olmalıdır! Herhangi somut uygulama biçimi olamayan, bulunamayan UKKTH soyutluğunun beş para etmeyeceği kesindir! Böyle midir? Ne ayrı “devletçikler” ne bölgesel özerklik – somut uygulama biçimlerinden yoksun UKKTH üzerinde boşuna konuşulup tartışılmamalı ve Kürtler de eşitsizlikten ibaret kaderlerine boyun mu eğmelidirler? Bu mu yanı? Kuşkusuz bu doğru değildir. Bölgesel özerklikten neden emperyalizmin egemenliğinin artışı çıksın? Bunu mücadelenin gidişatı tayin edecek, sosyalistlerin hangi safta yer alacakları ve katkıları bu mücadelenin gidişini şüphesiz ki etkileyecektir. Sosyalistlerin, eğer bin dereden su getirerek, Kürtlerin kendi kaderlerine tayin haklarını tanımaz ve kendi burjuvazilerinin peşinde –üstü örtülü ya da açık olarak– bugünkü ulusal baskı ve zorbalık koşullarının devamından yana çıkarlarsa, emperyalizmin amaçlarına ulaşmasını kolaylaştırmış olacaklarından kuşku duyulamaz. O nedenle sosyalistlerin hiç yapmamaları gereken şey, en başta emperyalizmi ve oyunlarını ileri sürüp, yukarıdaki pasajda yapıldığı gibi “bölücülük” korkuluğu sallayarak, ulusal hak eşitliğine karşı çıkmamaktır!
“Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir. Merkezi yapının bugüne dek anti-demokratik, baskıcı ve zorla asimilasyonu hedefleyen bir karakter taşımış olması, ademi merkeziyetçiliğin doğru seçenek olması için yeterli değildir. Eyaletleşme yeni, sağlıklı, üzerinde iradi birlikteliğin tesis edileceği bir zemin değil, parçalanmanın bir evresi olacaktır.” Peki, TKP ne önermektedir? TKP’nin ösgördüğü sosyalist idari yapılanma nasıl olacaktır? SSCB örneğin, bu nedenle mi, sadece ayeletler ve özerk bölgeler halinde de değil, on altı ayrı Cumhuriyet halinde, Cumhuriyetler Birliği olarak örgütlendiği için mi parçalandı?
Neden toplumsal parçalanmayı geliştirsin Bölgesel Özerklik, neden hak eşitliğinin bu siyasal örgütlenme biçimi gönüllü birliği pekiştirmesin? Bu iki ayrı öngörü, bölgesel özerkliğin toplumsal parçalanmayı mı yoksa gönüllü birliği mi pekiştireceği tartışması, milliyetçilikle enternasyonalizm tartışmasının yapılmakta olduğunu ve derin bir milliyletçi etkilenmenin varlığını gösterir.
SONUÇ YA DA SOSYALİST TUTUM
İleride parçalanmaya götürür gerekçesiyle eyaletlere ve bölgesel özerkliğe karşı çıkılması, bugünkü toplumsal parçalanmayı gizleyici içeriktedir üstelik! Tamam, bölgesel özerklikle “bölünme” ve “parçalanma”ya gitmeyelim, ama bugünkü parçalanmışlığa ve silahlı çatışmalara neden olan hak eşitsizliği karşısında ne yapalım? Bugünkü durum devam mı etsin? Üstelik “Kürt Açılımı”na da, emperyalizm ve dinci gericiliği ileri sürerek karşı çıktığına göre, TKP, ne tavsiye etmektedir?
Geriye kalan açık seçik bellidir çünkü: Kan! Çatışmaların sürmesi ve Türk ve Kürt gençlerinin karşılıklı ölmeye devam etmeleri. Topluma çatışma ve kanın dayatılması. Bir sosyalist bundan yana olabilir mi?
Her şey bir yana, çatışmaların durup silahların susmasıyla bir normalleşmenin sağlanması ve bunu olanaklı kılmanın tek yolu olarak ulusal baskı politikasından geri adım atılması, PKK’nin tasfiyesini amaçlamaktan ibaret tam bir kandırmaca olmayacak az-çok ulusal hak eşitliği, en başta sosyalistin isteyeceği şeydir. Çünkü, başka her şey bir yana, bu, iki halk arasında hızla derinleşmekte olan ulusal düşmanlıkları törpülenme, ulusal önyargı ve çitlerin kaldırılmasının başlangıcı olacaktır ki, bu da, sosyalizmi amaçlayan sınıf mücadelesinin önünün açılarak gelişmesinin, bu mücadelenin başlıca öznesi olan çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının milliyet esasında göre bölünmesinin aşılarak birliğinin koşullarının yaratılmasının zorunlu ihtiyacıdır. Yalnızca bu nedenle bile, emperyalizm ya da dinci gericilik ileri sürülerek ve başka türden ipe un serilerek, ne az-çok demokratik içerik kazanmasını dayatmak yerine “Kürt Açılımı”nın önünü kesmek sosyalistin işidir, ne de “bölücülük” korkuluğu sallayarak bugünkü ulusal baskı koşullarının, dolayısıyla Kürt sorununun kangrenleşmiş haliyle çözümsüzlüğünün savunulması. Bu çatışmalar bir an önce sona ermeli, bunun için en başta sosyalistler ve işçi sınıfı üzerine düşenleri yerine getirmelidir.