SUNU

Türkiye genel seçimlere gidiyor. Gürültülü patırtılı bir seçim süreci yaşanıyor. Kürt halkı ve Emek Demokrasi Özgürlük Bloğu bir yana, sömürülen yığınlara sirayet eden fazla bir heyecanın hissedilmediği seçim dönemi, belirgin biçimde TV kanallarındaki yansımalarıyla AKP ve CHP tarafından “hızlandırılmış eğitim” türünden bir günde üç tanesi birden düzenlenen mitinglerde Erdoğan’la Kılıçdaroğlu’nun neredeyse salt kişisel çekişmesine konu oluyor. Arada MHP’den Bahçeli’nin de katılmasıyla renklenen çekişme, kasetlerle çekici kılınmaya çalışıyor.

Tartışılanlar incir çekirdeğini doldurur türden değil. Tam bir “sen-ben” kavgası ve ağız dalaşı, emeğiyle geçinmeye çalışanları kendi belli başlı sorunlarından koparıp düzen partilerine oy deposu olarak hizmet etmeye razı olmalarını sağlamak üzere ısrarla sürdürülüyor. Ne işsizlik belası ve çalışma yaşamıyla ilgili sorunlar, ne süreğen halde büyüyen yoksullaşma ilgilendiriyor burjuva partileri ve şeflerini; ne de çözümsüzlükleri içinde artık tamamen kangrenleşmiş demokratikleşme ve belli başlı dayanaklarına ilişkin sorunlar. En çok “ben çözerim” deyip yığınların buna inanmalarını istiyorlar. Bir ucundan halkın kendi kendisini yönetme isteğinin, en çok Kürtlerde görülmek üzere bu yöndeki taleplerinin ortaya çıkıp gelişmekte olduğunu görmezden geliyor, üstünü örtmeye çalışıyorlar.

Bloksa bu eğilimin ete kemiğe bürünüşü olarak ortaya çıktı ve onu büyütüyor. Bu seçimi diğerlerinden farklı kılan da bu. Her zamanki sıradan seçimlerden birini yaşamıyoruz. Hem emeğe ve haklarına ilişkin gittikçe içinden çıkılmaz hal alan ve Mısır benzeri “patlayıcı madde stokları” birikimine yol açan tahammül sınırlarını zorlayan pervasızca dayatmalar, hem de özellikle Kürt sorununun çözümsüzlüğünün patlama noktasının sınırlarına taşıdığı tüm ülkeyi etkisi altına alan basıncı olağanüstü yüksek atmosfer “eskisi gibi gitmesini” olanaklı olmaktan fazlasıyla çıkarıyor. Kürt sorununun artık böyle gitmeyeceğine inananların sayısı hızla artıyor. Alevilerin haklarıyla birlikte inkar edilmesinin sürdürülebilirliğine inananların sayısı da. Laikliğin, laikçilik biçimiyle bugüne kadar olduğu gibi uygulanmaya devam edilebileceğine de öyle. Hele tüm bu sorunların ortasında başlıca sorunun “başkanlık sistemine geçilmesi” ya da “kolluk kuvveti” baskısı ve zoruyla dayatmaların artırılması ihtiyacı olduğuna inanacak ve inandırılabilecek kişi bulmak zorlaşıyor.

Seçimler, parlamento “ahır” olmaktan çıktığı ya da bu yoldan Türkiye halklarının kurtuluşu olanaklı olduğu için değil, ama bu nedenle özel bir önem kazanmış durumda ve artık olan bitenden ve sınıf mücadelesi ve gelişmesinden en küçük bir şey anlamayanlar, çeşitli ulus ve milliyetlerden sömürülen halk yığınlarının birleştirilmesi yerine, başlıca ihtiyacın “kendimizi saymak”, “solun bağımsız duruşunu göstermek” ya da “birer aldatma aracı” olan parlamento ve seçimlerin “boykot edilmesi” olduğunu ileri sürebilir. Blok etrafında toparlanmakta olan halkın en ileriden birliği ve seçimlerden güçle çıkması geleceğin iyi bir hazırlığı olacaktır.

Ekim devrimi ve kadın

Rusya’da işçi ve köylü sınıflarının, insanlık tarihinde henüz örneği görülmemiş yeni bir toplum kurmak üzere iktidarı kendi ellerine almalarının üzerinden neredeyse bir asır geçti. Dünyanın ilk proleter devleti, temeli özel mülkiyet olan burjuva devleti yerle bir etme görevi ile karşı karşıya değildi sadece. Komünist Partisi’nin önderliğindeki emekçi sınıfların önünde, yeni bir toplum kurmak, insanlığa daha ayak basılmamış yollar açmak gibi devasa bir görev duruyordu.

Okumaya devam et “Ekim devrimi ve kadın”

İşsizlik kader değil – İşsizler çaresiz değil

İşsizlik, genel olarak, “çalışabilir durumda olan nüfusun herhangi bir alanda istihdam edilememesinin bir sonucu” olarak tanımlanmaktadır. Sadece bu tanım bile, bizlere işsizliğin, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkışıyla ve egemen bir toplumsal sistem haline gelişiyle arasındaki kopmaz bağı çarpıcı bir biçimde göstermektedir.

 

Okumaya devam et “İşsizlik kader değil – İşsizler çaresiz değil”

Kriz vurguncuları – 4

Türkiye’de kriz ortamından nemalanan ya da krizi fırsata dönüştüren sermayeleri ele alırken bankalar için ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Gerçekten de Türkiye’de bankalar, sanki genel bir kriz yokmuş gibi, kârlarını  büyük ölçüde arttırdılar: 2009 yılı Haziran ayı itibariyle bankacılık sektörünün toplam kârı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 32.6 artarak, 11 milyar TL düzeyine ulaştı. Kapitalist dünyada birbiri ardına banka iflasları yaşanmasına ve kriz öncelikle finansal alanda başlamasına rağmen, Türkiye coğrafyasında bankalar bu durumdan pek fazla etkilenmemiş görünüyorlar.

Okumaya devam et “Kriz vurguncuları – 4”

Fethullahçılık ya da sermayeye “kutsal” örtü

Özgürlük Dünyası’nın 208. (Ağustos 2009) sayısında, Fethullah Gülen’in lideri olduğu cemaatin uluslararası örgütlenmesi ve faaliyetinin genel bir “panoroması”nı çıkarmış, onun hak, hukuk, kardeşlik, eşitlik, barış üzerine dinsel vaazına rağmen, milyar dolarları çekip-çeviren bir holding halinde çalıştığını ve egemen sınıf(lar) ile emekçiler arasındaki mücadelenin her somut durumunda sermaye ve devletin yanında saf tuttuğunu göstermiştik. F. Gülen ve cemaatinin sermaye ve devletinin yanında, cunta ve ordu destekçisi, uluslararası sermaye kurumlarıyla, çok sayıda ülkenin devlet ve hükümet yöneticileri ve özellikle de ABD yönetimiyle “derin” ilişkileri üzerinde durmuştuk. Burada ve bu yazıda, üzerindeki dinsel ve uhrevi örtüyü sıyırarak/kaldırarak, onun sermaye yandaşlığını, emek-sermaye ilişkilerine dair görüşleri üzerinden ve ortaya koymaya çalışacağız.

“İSLAMİ SERMAYE”NİN GÜÇ KAZANMASI VE DİN GİYSİLİ PATRONUN YÜKSELİŞİ

Fethullah Gülen cemaati tarafından 2009 Mayıs’ının başlarında Türkiye’de uluslararası özellikte iki büyük toplantı düzenlendi. Düzenleyicileri, birincisine “145 ülkeden 2300 işadamı ile Türkiye’den 3000’i aşkın işadamı”nın; ikincisine, “115 ülkeden 700 öğrencinin katıldığını” açıkladılar. Birincisi “Dünya Ticaret Köprüsü”; ikincisi “Türkçe Olimpiyatları” adıyla düzenlenmişti ve birçok devlet adamı ve siyasetçi bu toplantılarda bir araya gelmişti.

Bu kadarı, ‘herhangi bir örgüt, parti, vakıf, dernek, sendika böylesi toplantılar düzenleyebilir, bunda anlaşılamaz bir şey yoktur’ denilerek olağan görülebilir. Ancak, başlıca “misyonu”nu din adamı olarak ilan etmiş ve Nurculuğun Türk-İslam yeni bir türünü yaratma iddiasındaki bir cemaat liderinin yönlendiriciliğinde düzenlenen bu toplantılara farklı ülkelerden çok sayıda politikacı ve işadamının katılması olağan ve sıradan bir iş olarak görülemez. Zira, Gülencilik olarak da ifade edilen Türk İslamı akımının ulusal ve uluslararası örgütlenmesinde maddi gerçeğe dönüşüp büyük bir holding şeklinde cisimleşen şey, “ İslami sermaye” denilen sermaye gücünün kendisidir. Fethullahcı dincilik, sermayenin emekçilere hakimiyetinin ve sömürüsünün güçlerinden biri olarak şekillenmiştir. “Dünya Ticaret Köprüsü” toplantısını düzenleyen TUSKON1 (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu)’un “İslami” kimlikleriyle ve muhafazakar görüşleriyle tanınan irili ufaklı kapitalistlerin örgütü olması ve “geleneksel büyük sermaye”nin örgütü TÜSİAD ile pay ve etki kavgasındaki MÜSİAD (Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği) üyesi sermaye çevreleriyle aynı “dünya görüşü”nü paylaşmaları gibi ortak özellikler, Fethullahçı örgütlenme ve uluslararası faaliyetinin sermaye hareketi karakterini sergileyen elle tutulur gerçeklikleri arasındadır. Cemaatinin işadamlarıyla, işadamlarının örgütleriyle bu organik ilişkisi ve dünya ticareti üzerine toplantıları, Fethullah “Hocaefendi”nin emek-sermaye ilişkilerine sermaye çıkarları doğrultusunda yorumlar getirmesinin dayanağını da ortaya koymaktadır.

Fethullahçı hareket, hem bir “din hareketi”, hem de sermaye hareketi olarak, “İslami” sermaye gruplarının holdingler halindeki faaliyetiyle birlikte çok geniş ve uluslararası özellikte bir etkinlik kazanmıştır. Cemaat kapitalistlerinin (TUSKON) ve 2008 yılı itibarıyla 3000 civarında üyeye sahip ve 10 binden fazla işyerinde faaliyet yürüterek GSMH’da %6 ilâ 8’lik bir paya sahip olduğu ve ihracatın %11,5’ini gerçekleştirdiği belirtilen MÜSİAD ile birlikte İslamcı örgütlenme, iktisadi-sosyal yaşamdaki rolünü daha da artırdı ve AKP’nin hükümet olmasıyla birlikte devlet gücü ve olanaklarının kullanılması üzerinden daha geniş bir sahaya yayıldı.

Türkiye işbirlikçi büyük burjuvazisinin TÜSİAD, TOBB, TİSK gibi “geleneksel” örgütlerinin varlığına rağmen, İslam’ı, ticari faaliyetin en önemli referanslarından biri haline getiren bu “yeni” sermaye grupları, MÜSİAD, TUSKON gibi yeni örgütler kurdular. İktidar korumasında hızla büyüdüler ve MÜSİAD üyesi kapitalistlerin önemli bir kesimi büyük holding işletmeleri haline geldiler. AKP hükümetleri, tekelci sermayenin ve emperyalist burjuvazinin çıkarlarını savunmayı esas alan politikalarla birlikte MÜSİAD ve TUSKON gibi örgütlenmeleri güçlendiren politikalara ağırlık verdiler, kaynakların kullanımı ve devlet ihalelerinde İslami sermaye gruplarına öncelik tanıdılar. Politik himaye ile destekli bu sermaye kesimlerinin gösterdiği hızlı gelişme, “geleneksel” büyük sermaye gruplarıyla pazar payı kavgasını kızıştırmanın yanı sıra MÜSİAD’çıların iktidar olanaklarından yararlanarak uluslararası pazara daha fazla girmesini sağladı.2

TUSKON’un milyar dolarlarla iş yapan sermaye örgütü olarak şekillenmesi, bu sermaye örgütlenmesinin “hocaefendi”si olarak güç kazanmasını kolaylaştırdı. İslami kapitalistlerin “müstakil örgütlenme”si, dini, kapitalist çıkarlar için silah olarak kullanma çabalarını daha da yoğunlaştırdı ve siyasal iktidar ve devlet aygıtını kullanmada etkin olma kavgasını sertleştirdi.3

Kapitalizmin gelişmesi ve ülkenin İç, Batı, Güney ve Ege bölgelerinde oluşan burjuva kesimlerin, özellikle dini etkinin güçlü olduğu ve son otuz beş-kırk yıllık süreçte dünya gericiliğinin dini doğma ve önyargıları daha etkin biçimde kullanmasıyla birlikte daha da güç kazandığı politik-sosyal ve kültürel ortamda, sermayenin bu “İslamcı” denilen kesimi boy verip dallanıp budaklandı. Aynı süreçte, dini görüşlerin kapitalist gelişmeye daha fazla adapte edilmesi yönünde önemli adımlar atıldı. Piyasada “din hocası”, “din alimi” unvanlarıyla gezen ve halk kitlelerinin doğa güçleri ve sömürü koşulları karşısındaki çözümsüzlüklerini sömüren ve insanın yalnızca bedenini değil ruhunu da teslim alma yoluyla yaşamlarını “idame etme”de sakınca görmeyen bir güruh palazlanıp yayıldı.

Türkiye’nin güncel burjuva politikasını yürüten devlet ve hükümet kadrolarının önemli kesiminin, F. Gülen gibi, “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nde “ilim-irfan dersleri görmesi” ve bunların tümünün yaşamlarının her safhasında sömürü sisteminin emrinde sağ-gerici politikaların savunuculuğunu yapan bir geleneği temsil etmeleri, İslami hareketin ve cemaatlerin güç kazanmasını kolaylaştırdı. 12 Eylül cunta dönemi ve sonrasında dinin devlet yönetimi eliyle örgütlenmesinin hız kazanması, bizzat cunta liderinin ayetler eşliğinde konuşmalar yapması, boyun eğiş ve kaderci öğretiye bağlanmanın eğitim programlarında zorunlu hale getirilmesi; cami ve Kuran kursları etkinliğinin artırılması, “İslam”ın kullanılması üzerinden politika yapmaya alanı daha fazla açtı. Kırdan kente nüfus akışının artması, en zorunlu gereksinmelerini karşılayamayan ve yeni sosyal-psikolojik ve politik sorunlarla yüz yüze gelen kitlelerin 12 Eylül ile birlikte ve sonrası dönemde güç kazanan ve toplumun neredeyse “her hücresine kadar yayılan” dini kurum ve örgütlenmelerin kuşatmasında, “manevi tatmin” yolu aramalarını ve İslami politikanın etkisine girmelerini kolaylaştırdı. Büyük sermayenin ve askeri-sivil üst bürokrasinin işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin devrimci gelişimine karşı bir koz olarak kullandığı ve kitlesel uyuşukluk ve boyun eğmeyi sağlamakta yararlandığı İslamcı akımlar, bu ortamda güçlerini artırarak, iktidarda etkin pay sahibi olma isteğiyle ortaya çıkacak duruma geldiler.

Nakşibendi tarikatlarıyla bağını gizleme gereği bile duymayan Turgut Özal’ın 12 Eylül cuntasının ekonomi işlerinden sorumlu kılınması ve sonrasında da başbakan ve cumhurbaşkanı kimliğiyle bu politikaların sorumluluğunu üstlenmesi, dini istismarla servet birikimi sağlayan çevreler için yeni bir alan açtı ve din bezirganlığına güç verdi. “Siyasal İslam”ın, toplum yaşamını etki altında tutan doğma ve anlayışlardan güç alarak ve uluslararası-ulusal alandaki emperyalist gerici kuşatmayla bağlanarak kazandığı siyasal-sosyal ve iktisadi güç, toplumsal yaşama etkisini artırdı.

F. Gülen, bu ‘karanlık dönem’in “din büyüğü” etiketiyle yaldızlanmış en önemli figürlerinden biri olarak öne çıktı. Cunta destekçisi açıklamalarıyla (bir önceki makalemizde ayrıntılı olarak yer verildi) sermayenin uluslararası destekli bu kanlı saldırısının yanında yer aldı. Din istismarcısı şoven kesimin “Türk-İslam Dünyası” olarak adlandırdığı geniş bölgede Amerikan emperyalist çıkarlarının hayat bulması için, İslami, ancak kapitalist misyonerlik faaliyetini üstlendi. Devlet korumasında ve devletin dini kapitalist gericiliğin çıkarları yönünde kullanma politikalarının desteğinde, etkisini artırdı. Batı emperyalizminin desteğinde, eski Sovyet ülkelerinin önemli bir kesiminde kültürel, siyasi, sosyal ve iktisadi etki olanağı buldu ve giderek palazlandı.

“İslami Sermaye”nin ve “Siyasal İslam”ın bu güç kazanması, işçi sınıfı, emekçiler ve sermaye kesimleri arasındaki mücadelede dini inançların sermaye tarafından kullanılması çabalarına da hız kattı. Uzun yıllar boyunca “mazlumun hakkı” ve “ahı” üzerinden politika yapan parti ve cemaatlerin yöneticileri, bu söylemi de sürdürerek, büyük sermaye ve emperyalizmin politikalarıyla birleştiler. Refah Partisi’nin hükümet ortağı olması ve ardından AKP’nin tek partili hükümetleri döneminde daha da güç kazandılar ve bu parti ve hükümetlerin izledikleri siyasetin destekçisi oldular.


SINIF AYRIMININ İNKARI VE “İSLAMİ SINIFSIZLIK” MASALI

Gülen’e göre, “İşveren ve işçi ayırımının birer sınıf olarak ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetlerin büyük çapta yapılmaya başlandığı dönemlere has bir durumdur ve özellikle de Batı’ya ait bir hadisedir. İşçi ve işveren tabirleri İslam toplumunda da vardır; ama bu ayrım işçi sınıfı, proletarya, patron ve burjuvazi kavramlarının çağrıştırdığı uygulamalardan tamamen farklıdır.” Nasıl farklıdır? İşte Gülen’in cevabı: “Müslümanların içtimaî hayatında sınıflar arası bir ayrışma, çatışma ve mücadele asla söz konusu değildir. Çünkü İslam toplumu, din kardeşliği esasına, herkesin güttüğünden sorumlu bir çoban olduğu kaidesine ve zerre kadar iyilik ya da kötülüğün mutlaka ötede karşılık bulacağı inancına bağlı bir ahlak üzerine inşa edilmiştir. Bu sebeple Müslümanlar için işçi tabiri, ferdî bir kavramdır; zira, bu âdil düzende insanlar daimî surette işçi veya işveren olarak kalmayabilirler; dün emekçi iken bugün mülk sahibi olabilirler. Bugün emeğiyle geçinen bir işçi yarın emek-sermaye iştiraki (müdârabe) ya da ziraat ortaklığı (müzâraa) gibi bir beraberlik vesilesiyle işveren sıfatını kazanabilir.”4 (abç)

Burjuvazi ve işçi sınıfının, kapitalizmin toplumsal kategorileri olarak, ilkin Batı toplumlarında ortaya çıktıkları ve bu iki sınıf arasındaki mücadelenin İngiltere, Hollanda, İtalya, ABD, Fransa gibi Batı ülkelerinde daha önce yaşandığı doğrudur. Bu gelişme ve mücadelenin İslam dininin benimsendiği toplumlarda “asla söz konusu olmadığı” iddiası ise safsatadan ibarettir. “Müslümanların içtimai hayatında”; İslam dininin yaygın olduğu toplumlarda sınıflar arası ayrışmanın olmadığı safsatasını çürütmek için gösterilecek bir çaba bile aslında gereksiz olur. Neredeyse her gün işçilerle kapitalistler arasındaki ücret, iş koşulları, çalışma süresi, işten atılma, sosyal haklar vb. üzerinden gelişen bir mücadele ortadayken, “sınıflar arası bir ayrışma, çatışma asla söz konusu değildir” iddiasında bulunmak için biyolojik-fiziki körlük yetmez -o çünkü hisseder, bilir, duyar ve böylece görmüş olur-, bilinçli olarak görmek istememek gerekir. Fethullah ve ideologları görmüyor-bilmiyor olduklarından değil, kapitalizmin hizmetindeki gözbağcılar olmaları nedeniyle ve kitleleri körleştirmek için bu iddiaları sürdürüyorlar. İslam’ın sınıf mücadelesini yasakladığı, İslam dininin etkin ve yaygın olduğu toplumlarda “İslami kardeşlik” ilişkilerinin geçerli ve kapitalist ilişkilerin geçersiz olduğu yalanıyla emekçileri hakları için mücadeleden alıkoymaya çalışıyorlar. “Din kardeşliği” ve “iyilik-kötülük” üzerine ve “öteki dünyada karşılığını bulma” söylemi, işçi ve emekçileri sömürü sistemine boyun eğmeye çağırır. Gülen, milyonda bir olasılık ve bireysel bazda çok zor da olsa, gerçekleştirilebilir bir örnek üzerinden genelleştirerek, “bu adil düzende insanlar daimi surette işçi veya işveren olarak kalmayabilir” demagojisiyle, işçilere, “kendi işverenleriyle” uyum ve işbirliği içinde olmayı öğütler.

Din bezirganlarının totoloji yapmaları genel tutumlarıdır. Bir varsayım olarak alındığında, bin işçiden birinin işveren dünyasına adım atması, küçük bir işletme sahibi olabilmesi, elbette mümkündür. Ancak bu tür tekil örneklerden, bugün işçi olanın yarın işveren olabileceği; öyleyse sınıf değiştirme ve atlamanın herkes için mümkün olduğu sonucuna varmak, milyonda bir olasılık üzerinden genel-geçer sonuçlar ilan etmek gibi bir saçmalığı ifade eder. Bu bir yana, İslam’ı “ilahi sistem” diye kutsamakla kalmayıp, İslam’ın yaygın olduğu ülke ve toplumlarda “sınıf ayrışmasının olmadığı”nı söylemek ve sınıf farklılıkları ve mücadelesini Batı’ya özgü bir sorun ve olgu olarak göstermek için, kişi ya da kişilerin sapkın olmaları yetmez, arsız da olmaları gerekir.5

Fethullah bu safsataları gündeme getirir ve öne sürerken, emek-sermaye, proletarya burjuvazi mücadelesinden habersiz değildir. Said-i Kürdi’den (O, ‘Bediüzzaman Hazretleri’ diyor) “Sa’yin sermaye ile mücadelesi” üzerine sözler aktarması, bunu gösteriyor. Ancak O, “İslam dünyası”ndaki kapitalizmi gizleyerek ve kapitalizmin İslam’ını kutsayarak, burjuva sınıf çıkarlarını savunanların kampında yer alır. “Sosyalistlik ve Bolşeviklik”ten rahatsızdır. Sovyetler Birliği’nde uygulanmaya konan sistemin emek-sermaye kavgasının bütün dünyaya yayılmasına neden olduğunu ileri sürer. Ona göre, bu “sosyalistlik, Bolşeviklik”, “zengin-fakir arasına öyle bir kin ve nefret sokmuştur ki, sabahtan akşama kadar on kuruşluk bir ücret için çalışıp didinen fakir insanların kalbine, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazanan sermaye sahiplerine karşı kin duygusu yerleşmiş, her yerde halk ayaklanmaları baş göstermiş ve bu şekilde başlayıp devam eden sınıf kavgaları senelerce sürmüştür.”

Bu, kuşkusuz hem bir saptırmadır, hem de sınıf mücadelesine baş aşağı bakışın kanıtıdır. Sınıf mücadelelerini ve zengin-fakir arasındaki “kin ve nefret”i yoktan var edenler sosyalistler-Bolşevikler olmamışlardır. Aksine onlar, toplumsal yaşamda sürüp gitmekte olan ve kapitalist gelişmeyle birlikte giderek ağırlaşıp keskinleşen bu mücadeleye işçi sınıfı ve emekçilerden yana dahil olarak, onun gereklerine uygun hareket etmeye çalışmışlardır. Sınıfların varlığı, aralarındaki ayrışma ve çatışmayı kaçınılmaz kılmış, Marx gibi sosyalistler de, bu mücadelenin, burjuva sınıf egemenliğinin proletaryanın mücadelesiyle yıkılması ve yerine işçi sınıfının iktidar olduğu ve sömürü ilişkilerinin tasfiyesine götürecek bir topluma (sosyalizm) doğru evrilmesinin kaçınılmazlığını, kapitalizmin ve toplumlar tarihinin ayrıntılı irdelemesiyle ortaya koymuşlardır. Marx ve izleyicileri, kuşkusuz bir tarih bilinciyle hareket ederek, toplumsal hareketin tarihsel evrimine ve onun uğraklarına işaret etmekle kalmamışlar, sömürü ve baskı sisteminin ortadan kaldırılmasına götürecek mücadelede proletarya ve ezilenlerin safında ve onların mücadelesinin içinde ve önünde yer alarak, tarihin emrettiği yeni ve gerçekten insani yaşamı; bu, tümüyle maddi, elle tutulur ve gerçekleştirilebilir sosyal-iktisadi hayatı oluşturma çabasına katılmışlardır.

Gülencilik maddi gerçekleri inkarı esas aldığı için, düşüncenin ve fikir akımlarının maddi olguları yarattığı ve çatışmalara sebep olduğunu ileri sürer. Oysa, somut ve maddi çıkar çatışmalarının varlığı, bunların çözümüne ilişkin düşünceleri gündeme getirmiş, “sosyalistlik” ile sınıf çatışmaları arasındaki bağ da tümüyle buradan kurulmuştur. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf kavgasının nedeni de, bir “fesat düşünce” veya Gülen’in sandığı ya da uydurduğu gibi, sermayenin mi yoksa emeğin mi “asıl olduğu” değil, uzlaşmaz karşıtlık halinde olan üretim araçlarının özel kapitalist niteliği ile üretimin toplumsal karakteri tarafından şekillenen emek-sermaye, proletarya-burjuvazi farklılaşması ve bunu belirleyen sömürü ilişkisi olmuştur. Sermayenin kaynağının, onun oluşmasının itici gücü ve temelinin emek ve sömürüsü olması, sermayenin birikmiş emek olması, sömürülenlerin sömürenlere karşı sömürüden kurtuluş istemi ve mücadelesini doğurmuş ve “din kardeşliği” propagandası, bunu örtme işlevine rağmen, bu mücadeleye engel olamamıştır.

Fethullahçılık, bu mücadeleyi; kitlelerin haklarını savunmak ve kazanmak için sokaklara dökülmesini ve ‘dünya çapında sınıf çatışmaları’nı, hem “talihsizlik”, hem de geçmişe; “karanlık bir zaman dilimi”ne ait saymaktadır. Gözünün önündekine göz, kulak ve beyni kapatarak, süslü ve “adilane” sözler sarf etmeyi emekçiler için yeterli görmekte; onları, “öte yan”ın “fantazyası”yla avunmaya çağırmaktadır.

Emek ile sermayeyi “ruh ve cesed”in “bütünlüğü”yle izaha kalkışmakta ve sermayeyi “düzen, sistem, âhenk, canlılık ve cevvâliyet” ile süslemektedir. Ona göre, “Bugünkü sermaye”nin “dünkü emeğin karşılığı” olması, “emek-sermaye münâsebetinin bir yönünü ifâde etmiş” olmakla birlikte, sermayenin “kendi mahiyetimiz ve içinde yaşadığımız dünya inceden inceye tetkik edildiğinde, sayısız ilk mevhibelere hiçbir emek sarf etmeden, meccanen mazhar olduğumuz ve hayat boyu da her an lütuflar sağanağı içinde bulunduğumuz” ilişkilerle oluştuğu da “daha iyi görülecektir”! Gülen, dayanaksız vaazlarını yineleyip dururken, zengin-fakir arasındaki “kin ve nefret”in aslında “sabahtan akşama kadar on kuruşluk bir ücret için çalışıp didinme” ile “bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazanma” ve işçinin sırtından sermaye sahibi olma olgusunun eseri olduğunu, ‘dil ucu’yla da olsa söylemek zorunda kalmaktadır. Marx’ın yaklaşımında “doğruluk vardır”; sermayenin altında “emeğin bulunduğu hakikati” doğrudur, “yine esas olan emektir”, ama, “kendi mahiyetimiz” tetkik edildiğinde de görülecektir ki, “hiçbir emek sarf etmeden, meccanen mazhar olduğumuz ve hayat boyu da her an lütuflar sağanağı içinde bulunduğumuz” da bir gerçektir! İtiraf yerinde ve anlaşılırdır! Mahiyetlerinin varlığına bakıldığında, milyon dolarlık kapasitedeki sermaye birikimi/büyüklüğü görülebilir.

Başkaları meseleyi ne şekilde ele alırsa alsın, İslam say (emek) ile sermayeyi yan yana getirip, her hak sahibine hakkını, hem de vakit fevt etmeden vermiştir” iddiası da, ayakları havada ve bizzat İslamcı işadamlarının din istismarını da etkenlerden biri olarak kullanıp, işçileri aşırı sömürü ilişkisi içinde “ne yiyip ne giydiğini düşünmeden” çalıştırmaları gerçeği tarafından boşa çıkarılan bir iddiadır. Deniz Feneri, İhlas Holding, Kombasan istismarcılığı ve soygunculuğunu, Fethullah ve avenesi hesaba katmamış olmalı!

Ve işte iş, Fethullah’ın söylemek istediği; söyleyeceği söze gelip dayanmaktadır. “Sözün özü” şudur: “İslam, sermayenin de, emeğin de varlığını tanımıştır. Emekçi, işini bağlılıkla ve tüm kabiliyetlerini harcayarak yapacaktır; işveren ise, işçiye hizmetinin karşılığını zamanında ve tam olarak ödeyecektir.” İşveren “işçiye zulüm yapsa dahi, işçi ona zulümle mukabelede bulunmamalıdır”; aynı şey “aksi durum için de söz konusudur.” “Âdil davranın, Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. İslam’ın çizdiği motif içinde işçi ve işveren, aynı cesedin uzuvları gibidir. Aralarında nefret, adavet, kin ve şekâvet yoktur. Çünkü, işçi de, işveren de meslek ahlâkına riâyet eder ve birbirinin hukukunu gözetirler.

Gülen, “Peygamber Efendimiz”i tanık göstererek, işçi için en iyi kazancın, “hassasiyetle işin üzerinde durularak ve işverene saygı gösterilerek elde edilen kazanç” olduğunu buyurur. Onun isteği, “Müslüman işçi”nin, “işverenin hakkına tecavüzü”nü imkansız kılmaktır! “Müslüman işçi” bunun için “ne vakit zâyi” etmeli, “ne de harcaması gereken emeği” esirgemelidir. “Çünkü o, yapacağı her şeyin teker teker hesabının sorulacağı bir güne inanmaktadır.” “Müslüman işverene gelince; emri altında çalıştırdıkları onun kardeşleridir.” “Yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve onlara gücünün üstünde yük yüklemez.

İşçi, kazancının “iyi” ya da “helal olması için” kapitaliste karşı çıkmamalı, direktiflerine uymalı, taleplerinin sınırını bilmeli ve gücünü en verimli şekilde harcamalıdır! Fethullah Gülen greve -ve lokavta- karşıdır. İslam’ın bunları teşvik etmediğini vazeder. “Beşerî münâsebetler içinde bazı uyuşmazlıkları” kabul eder, ama, bu sorunların çözümü için İslam ilk ve ortaçağına gidilmesini, oradan öğrenilerek hareket edilmesini ister; “bu gâyeye mâtuf hizmet amacıyla” Hisbe teşkîlâtı oluşturulmasını önerir ve işçi-işveren arasındaki meseleleri çözmeyi bu teşkilata havale eder.

Ne kadar pratik, ne kadar nesnel ve günün gerçekleriyle uyumlu bir çözüm ve irdeleme! Böyle bir işçi-işveren ilişkisi var mıdır? Fethullah durmadan ‘karavana’ atmakta; isabetsiz, dayanaksız ve karşılığı gerçek hayatta ve toplum ilişkilerinde olmayan şeyleri birbiri ardına sıralayıp durmaktadır. İşçiye, içinde tutulduğu/bulunduğu sömürü ve eşitsizlik ilişkilerini kader göstermekte; buna karşı herhangi bir protestocu tutuma girmesini “Allah’ın emrine karşı geliş” olarak göstermeye çalışmaktadır. Gücünün son zerresine kadar işveren için çalışmasını dinsel zorunluluk olarak göstermekte, arada “denge” olsun diye de, işverenlere, “yediğinizden işçinize de yedirin” (yardım-iane paketleri anımsanabilir) öğüdünde bulunmaktadır!

“İSLAMİ UZLAŞI” VAAZI VE “MUTEBER YETKİLİLER”E BİAT ÇAĞRISI

İslam’ı “sulh, selâmet ve huzur bulma, Allah ve Rasûlü’nün bildirdiklerine tâbi ve teslim olma, salim ve emin bir yola girerek selâmete yürüme, herkese hatta her şeye güven vaad etme ve hiç kimseye hiçbir şekilde rahatsızlık vermeme” olarak  tarif eden F. Gülen, dini ideolojiye, onun asla sahip olmadığı ve olamayacağı özellikler atfetmekte, herkesi bu illüzyona bağlı kalmaya ve “beşeri düzen”e boyun eğmeye çağırmaktadır. İnsan hakkı kapsamında sözü edilen her şeyi, “zâhiren fertlere veya tüzel kişilere”; “ama aslında bütün hukukun hakiki sahibi Cenâb-ı Hak”ka ait sayan Gülen’e göre, “O, bu hakları, bir kısım yetkili makamlar vasıtasıyla bazı kimselere menfaat, bazılarına salâhiyet, bazılarına da o menfaatlerden yararlanma ve o salâhiyeti kullanma hakkı olarak bahşetmiştir.” Gülen, Kur’ân-ı Kerim’in, “kendine mahsus üslûbuyla insan hakları diyeceğimiz konuların hemen hepsine” temas edip “bunların korunmasıyla alâkalı ciddi tahşidatta” bulunduğu ve “hakların durumuna göre hususî müeyyideler vazettiği” iddiasındadır. O, “Evet -demektedir-, İslamî terminolojide bütün haklar, temelde Allah’ın iradesinden gelen ve O’nun tarafından insanoğluna emanet edilen birer ihsandır. Armağan türünden bu emanetler, daha insanın ilk yaratılışıyla ona bahşedilmiş, alınıp satılmaz, azaltılıp çoğaltılmaz, tebdil edilmez, bir mal karşılığı bedel olarak ödenmez, tayin ve takdiri hâkim güçlerin belirlemesine bırakılmaz ve kat’iyen emtia (ticari mal) muamelesi görmez/göremez bir hususiyeti haizdir. Bunun en sağlam teminatı da toplumu teşkil eden fertlerin ve hususiyle bugüne kadar onlar arasındaki muteber ve karakterli yetkililerin bu hususu içlerine sindirerek tabiatlarının bir yanı hâline getirip canları gibi aziz bilmeleri ve koruyup kollama cehtleridir.”(abç)

Bu vaaz, uhrevi, ancak dayanaksızdır. İnsan haklarını “bahşedilmiş” göstermekte, “menfaat, selahiyet, yararlanma ve selahiyeti kullanma” şeklinde kategorileştirdiği farklılıkları “Allah armağanı” saymakta, bu farklılıkları “razı gelinmesi ve rıza gösterilmesi gereken zorunluluklar” olarak sunmaktadır. Gülen toplumsal gelişmeyi ve “İslam toplumları”ndaki derin sınıf farklılıkları ve çatışmalarını örtmeye çalışmakta; 1400 yıl öncesinde ve modern sınıf farklılıklarının oluşmadığı Arap kabileleri arasındaki ilişkiler üzerine vaazlarla bugünün sorunlarına çözüm getirme gibi bir saçmalığı esas almaktadır. Tarihsel gerçekleri ters yüz etmekte, din savaşlarını yok saymakta; “İslam ülkeleri” olarak da anılan ülkelerdeki zengin-fakir; işçi-kapitalist uçurumunu görmezden gelip inkar etmektedir. Halk kitlelerini “hiçbir yerde ama her yerde” diye tahayyül edilmiş bir “güç”ün etkisiyle itaate ve boyun eğmeye çağıran ve buna mahkum olunduğunu vazeden inancı kullanarak yayılma olanağı bulan ve etki alanı yaratan Fethullahçılık, sınıf farklılığı ve çelişkilerinin üzerinden atlamayı, cemaat örgütlenmesine kan taşıyan ana damarlardan biri olarak alır. Tarikat ve din şeyhleriyle F. Gülen, tüm hakları öncelikle “Allah hakkı” sayar ve Allah’a iman, O’na itaat ve saygıda bulunma”yı  “bütün insanî haklara da saygılı olmanın bir teminatı ve müeyyidesi” gösterirken İslam’ın yaygın ve resmi din olarak benimsendiği ülkelerin yüzyıllara yayılan sosyal-iktisadi ve politik gerçekleriyle açıkça karşı karşıya gelir ve maddi olgu ve somut gerçek ilişikler yerine afaki sözlere sarılır.

Gülen, günümüzün olgularını, asırlar öncesi Ortaçağ ve daha geri dönemlerin ürünü düşüncelerle ele alır ve “Hadisler”e baş vurmayı bir çözüm olarak gösterir. “İnsanlar! Rabbiniz birdir, hepiniz Adem’densiniz, Adem de topraktandır” denmiş olmasını, insan hak ve özgürlüklerine “hassasiyet”in kanıtı gösterir; bu yaklaşımın bugünün tüm sorunlarının çözüm anahtarı olduğunu vazeder; işçi (ve işsiz) ile kapitalistin; yoksul ile zenginin; emekçi ile sermayedarın “bir olduğu” safsatasını “Adem’den” ve öyleyse “topraktan gelme” ile sözüm ona kanıtlamış olur.

“Adem’den gelmiş olma”, “Habil ile Kabil”in kavgasını önleyemedi. Bunu bir yana bırakıyoruz. Ama sınıflı toplumların daha başlarından bu yana insanların, “mülk sahipleriyle mülksüzler”; kölelerle köle sahipleri; feodal bey ve senyörlerle serfler; burjuvaziyle işçiler arasındaki farklılaşma sonucu, İslam dahil hiçbir din ve manevi-tinsel uyarma tarafından önlenemeyen bir sömüren-sömürülen, ezen-ezilen çatışmasına girdikleri; üretim araçlarının belli bir kesimin elinde olduğu ve onların buna dayanarak emek sömürüsünü gerçekleştirdikleri, bunun tüm bu sistemlerde, “adilane ilişkiler”i olanaksız kıldığı, insan haklarının da bu “adilane” olması olanaksız eşitsizlikler tarafından şekillendirildiği ve tüm dini çağrıların, engel teşkil etmek bir yana, bu ilişki sistemiyle birleştikleri, bugüne kadarki tarihin en önemli gerçekleri arasındadır. Tüm bu toplumlarda, sistemlerde ve tüm bu süreç boyunca şu ya da bu dini inanç hep var olmuş, ancak “adilane ilişkiler”in anahtarı olamamıştır. İslam’ın, onun “kadrini bilen basiret insanlarına” sorunları çözmek için “bir altın anahtar” sunduğu iddiası bu bakımdan salt bir safsatan ibarettir. Gülen’in tüm yaptığı, hak-hukuk, eşitlik üzerine soyut ve uhrevi sözler etmektir.

FETHULLAH İŞÇİLERE KARŞI KAPİTALİSTLERİN YANINDADIR

Gülen’e göre, İslam, “işçilere de bazı haklar tanıyor ve işçi-işveren münasebetlerini âdilâne düzenleyecek bazı kurallar vazediyor”!

F. Gülen, Ortaçağda ve Arap toplumlarında “karşılığını bir biçimde, mal ya da başka araçlarla ödeyerek çalıştırma” örnekleri üzerinden işçi-işveren ilişkilerini izaha ve işçi ile işverenin “birlik olmaları zarureti”ni kanıtlamaya girişiyor. Oysa kapitalizmin ve modern sınıf ilişkilerinin ancak 19. ve 20. yüzyılda bir biçimde girdiği ya da etkilediği topraklarda, bu tarihlerden öncesinin emek-sermaye; ücret-kâr ilişkileri üzerine ancak spekülatif sözler söylenebilir. Bu bakımdan “ücretle çalışma ve çalıştırma uygulamaları”ndan örnekler gösterme adına, Hz. Musa’ya ait olduğu varsayımıyla “İsteseydin, elbette buna karşı iyi bir ücret alabilirdin”; Hz. Muhammed’e atfederek “ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını ve ücretlerini eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin!” “boşadığınız eşlerle ilginiz kesilince sizin hesabınıza çocuklarınızı emzirirlerse, ücretlerini verin! Aranızda ücret işini meşrû çerçevede, örfe uygun olarak güzellikle görüşüp sonuçlandırın” sözlerini kanıt göstermesinin ve “Cenâb-ı Hak, ‘İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez’ buyurmaktadır” demesinin, İslam’da ve İslam inancının yaygın olduğu toplumlarda işçi-işveren ilişkilerini açıklamaya inandırıcı hiçbir katkısı yoktur. Bu sözlerin söylenmiş olduğunu varsaysak ve bir an için o dönemlerde işçi-işveren ilişkilerinin yaşandığı yanılsamasını kabullensek bile, bu sözler “iyi niyetli öğütler” olmaktan öteye geçmezler. Sorun ise, varsayımlar üzerinden çözümlenebilir olmaktan uzaktır ve somut, gerçek çelişkiler alanındadır. 7. yüzyılda Arap topraklarında işçi-patron ilişkisinin olup olamayacağını bir yana bırakalım. Ücret ilişkisinin; öyleyse kapitalist ilişkinin söz konusu olduğu bir üretim sisteminde, işçi emeğinin karşılığı olarak “ücretin tam ödenmesi” bir varsayımdan ibarettir. “Bir işçiyi çalıştırıp da ona ücretini vermeyen” ile belli bir ücret ödeyen arasındaki “günah farkı” üzerinden emek-sermaye çelişkileri çözümlenemez.

Gülen, “İslam’a göre; bir işçiye, onun gücünü aşan bir iş yüklememek gerekir” diyor ve buna, Peygambere ait olduğu iddiasıyla, “İşçi kardeşleriniz sizin işlerinizi yapan kimselerdir. Allah onları ellerinizin altına verdi; dileseydi sizi onların eli altına sokabilirdi. Öyleyse, yanınızda işçi çalıştırıyorsanız, yediğinizden onlara da yedirin, giydiğinizden giydirin. Onlara güçlerini aşan bir iş teklif etmeyin; eğer zor bir işi yapmalarını isterseniz, siz de onlara yardım edin!” hadisini kanıt gösteriyor.

Gülen’in iddiaları ve yaklaşımı kişiyi çelişkiler ve açmazlar yumağı içinde boğulmaktan öteye götürmez. O, kişinin işçi ya da kapitalist olmasını, üretim araçlarına sahip olup olmamasıyla belirlenmek yerine, başından ve “Allah tarafından” kararlaştırılmış, öyleyse itiraz edilemez ve kabullenilmesi zorunlu bir durum olarak gösteriyor. Bu yaklaşım, herhangi işçi çalıştıran işverenin, onu kâr elde etmek için kiralamış, emek gücünü satın almış olması gerçeğini, işverenin İslami kimliği gerekçesiyle örtüyor ya da yok sayıyor.

Oysa satın alma/kiralamanın amacı, değişim değeri ve artı değer yaratarak kâr elde etmektir. İşçi çalıştıran kimsenin amacı, -İslam inancına sahip olması ya da olmaması durumu değiştirmez-, işçinin/çalıştırdığı kişinin işgücünü mümkün olan en verimli tarzda ve en azami yaratıcılığıyla kullanmaktır. Bu ilişki, “acıma”ya, “Allah korkusunu gözetme”ye indirgenebilir, bu duygular tarafından belirlenebilir, ayarlanabilir bir ilişki değildir. Herhangi kapitalist işletmede ve her zaman manevi ilişkiler ve insani duygular değil, maddi süreçlerin acımasız gerçekleri yürürlüktedir.

Gülen, İslam’ın, “Allah’ın emirleriyle şekillenen bir sosyal adalet sistemi” oluşturduğunu; “zenginliği, fakirliği bir imtihan olarak” aldığını; “işçilerin sömürülmesini önlemiş” olduğunu “ve bir manada sınıfsız bir toplum anlayışı” geliştirdiğini ileri sürer. Bu öylesine bir “sınav” ve “sınıfsız bir toplum anlayışı”dır ki, fakir fakir, zengin zengin olarak ve yine “Allah takdiri” ile kalacak, onların ilişkisinde herhangi adaletsizlik, sömürü ve haksızlık olmayacak ve oluşturdukları “toplam” toplum sınıfsız addedilecektir!

Gülen’in İslam’ın üstünlükleri ve adaleti üzerine vazettiği ulvi özelliklerin hiçbirinin toplumsal yaşamda karşılık bulmaması, onların soyut düzlemde ve insanları aldatmak üzere ileri sürülmüş “niyetler”den öte bir anlam taşımadıklarını gösterir. İslam ülkeleri olarak anılan ülkelerde işsizlik, açlık ve yoksulluğun en büyük oranlarla gerçekleşmesi; sosyal adalet diye tabir edilen politikaların olmayışı ya da sözde var oluşu; milyonlarca insanın en zorunlu ihtiyaç maddelerini karşılayamaz durumda oluşları, “sınıfsızlık”, “sömürüsüzlük” üzerine Fethullahçı söylemi tümüyle dayanaksız bırakır ve geçersiz kılar. Gülen’in, “rahatlıkla söyleyebilirim ki, İslam’ın teklif ettiği ücret sistemine ve ücret seviyesine henüz hiçbir beşerî sistem ulaşabilmiş değildir” iddiası, salt bir iddia olarak kalmaktadır. Bu iddia, yaşamın gerçekleriyle alakasızdır. İşçinin, hem sömürü ilişkisi içinde işçi olarak kaldığı ve fakat hem de “kapitalist” ve “sosyalist sistemler”den “daha iyi bir seviye”de yaşam olanaklarını bulduğu “İslami ücret sistemi” iddiası, kaba bir yalandan ibarettir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin var olduğu bir sistemde, etkin ya da geçerli din hangisi olursa olsun, işçi ile işveren ilişkilerini, kapitalizmin kuralları belirler. İşçi-işveren ilişkisinin olduğu her yerde kapitalist ilişkiler yürürlüktedir ve işçilerin de kapitalistlerin de var olduğu ve fakat aralarındaki ilişkilerin sömürüye dayanmadığı bir tek “İslam ülkesi”ni ne Fethullah ne de başka bir din istismarcısı gösterebilecek bir gizli güce ve yetiye sahiptir. Kapitalizmden arındırılmış bir “İslami dünya”, “İslami sistem” söz konusu değildir. İslam’ın işçi ücretlerinin “işçi ve ailesinin temel ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olmasını” emrettiğini ileri süren Gülen, buna uyum gösteren bir tek İslam ülkesi ve bir tek kapitalist gösteremez. İşçi ile ilişkisinde ücretin ve sosyal hakların en düşük düzeyde tutulmasını gözetmeyen, işçi ücretini belirlemede işçi ailesinin temel ihtiyaçlarını gözeten “Müslüman” kapitalist bulamaz. Kendilerini “İslami” ya da muhafazakar olarak adlandıran hiçbir parti ve hükümeti, İran ya da Suudi Arabistan’da; Türkiye ya da Malezya, Endonezya, Sudan veya Cezayir’de ya da herhangi bir başka Müslüman nüfuslu ülkede işçi ve ailesinin ihtiyaçlarını gözeten bir ücret politikası gütmemektedir. Bu ülkelerde de, diğer kapitalist ülkelerdeki gibi, hükümetler, partiler ve devlet aygıtı kapitalistlerin çıkarlarını esas almakta, işçi ve emekçilerin taleplerine karşı polis, asker, yargıç, savcı, basın vb. aracıyla saldırı politikası izlemektedirler. Gülen gibi din istismarcıları, toplumsal sorunlar üzerine bir yığın hadis ya da süre/ayet sıralayarak, bu toplumsal gerçekleri gizlemeye çalışıyorlar.

İslami ücret sistemi” bir safsatadan ibarettir. İslam’ın teklif ettiği ücret sistemine henüz hiçbir beşerî teori”nin ulaşabilmiş olmadığını ileri sürerlerken, Gülen ve profesörlerinin bulup bulacakları “dayanak”, yine bir söz yığınından ibaret kalmak üzere, “onun üstünlüğünü görebilmek için İslam’ın bir bütün olarak ele alınıp değerlendirilmesi ve ona küllî (bütüncül) bir nazarla bakılması” isteğidir! “Çünkü, -demektedir Gülen ya da onun adına bu iddiaları formüle eden ideologları- ücret konusu, işçi ile işveren arasındaki münâsebetlerden sâdece biridir. Bu itibarla, onu müstakil olarak ele almak, istenilen sonucu vermez; dolayısıyla, ücretle birlikte diğer karşılıklı hak ve sorumluluklar da nazara alınmalı ve ücret, bu münâsebetler zincirini meydana getiren halkalardan sadece biri olarak değerlendirilmelidir. Hatta bu mesele, İslam’ın içtimâî ve iktisadî diğer prensip ve müeyyideleri arasındaki yer ve durumuna göre de ele alınıp incelenmelidir.

Bir an için onlara hak verelim ve “evet doğru söylüyorsunuz, ücret konusu işçi ile işveren arasındaki münasebetlerden sadece biridir ve öteki tüm ilişkilerle birlikte değerlendirilmesi gerekir” diyelim. Peki, bu durumda, işçi-işveren ilişkilerinin muhtevasını geçersiz kılacak olan herhangi bir şey var mı? Fethullah ve “İslam”ın “öteki tüm ilişkiler” kapsamında öne sürdüğü ya da süreceği, “yardımlaşma”, “sosyal dayanışma” üzerine İslami ve dinsel öğütler toplamı olmalıdır. Bu, İslam öncesi dinlerle Fethullah gibi “din uleması” iddiasıyla ortaya çıkanların öne sürdükleri bir “farklılık” ve “ilişkiler tümü”nün en geniş çerçeveli dayanağıdır. Ancak kapitalizm tarafından özü itibariyle geçersiz kılınmıştır. Günümüz toplumsal ilişkileri açısından hiçbir geçerliliği yoktur. Fethullah ‘hocaefendi’, ücret ilişkilerinin “yediğinden yediren-giydiğinden giydiren” kapitalist tutumuna izin vermez bir toplumda yaşadığımız gerçeğini ne ortadan kaldıracak ne de inkar edebilecek bir “tılsım”a sahip değildir!

Ücret, kapitalist ile çalıştırdığı işçi(ler) arasındaki ilişkinin temelinde yer alır ve kapitalist üretim tarzının en önemli kategorilerinden biridir. Kapitalist -Fethullah’ın deyişiyle işveren-, işçiye vereceği ücreti, kendi kârını esas alarak belirler ya da kâr-ücret belirlenmesinin bunu esas alarak sağlanmasını ister. Ücret ve bağlı giderler ne kadar düşük olursa, kârı o kadar artacaktır. Kapitalistlerin “maliyeti düşürme”den söz ederlerken, sürekli olarak ücretlerin ve işgücü maliyetinin düşürülmesini başa almaları boşuna değildir ve “İslami” kapitalistlerin bir teki bile bu ilişki ve belirlediği anlayışın dışında hareket etmez. Kapitalizm, rekabete ve kâr hedefine bağlanan, kâr için harcamayacağı ve feda edemeyeceği hiçbir değer tanımayan bir sistemdir. Buna, dini değer diye sıralananlar da dahildir. “Sermayenin dini-imanı-vatanı yoktur” sözü, havada kalan bir hoş sedadan çok fazla bir şeydir ve maddi toplumsal ilişkilerin ifadesi olarak, kapitalist sermayenin durumunu belirtir. Bu bakımdan, hem “İslam’a göre işçi ücretlerini miktar olarak belirleyen doğrudan bir ayet veya hadis yoktur; zaten, zamanın ve şartların sürekli değişmesi de bunun böyle olmasını gerektirir” demek hem de işçi ile işveren arasındaki en adil, en hak tanır, en “işçiden yana” ilişkinin İslam tarafından sağlandığını iddia etmek; “insanın bu dünyada yaptığı zerre kadar bir iyiliğin mükafatını ahirette göreceği gibi, yine zerre kadar bir kötülükten dolayı da mutlaka cezalandırılacağı hususundaki îkazlara kadar İslam ahlâkının çerçevesini belirleyen bütün dinî emirler işçi haklarına da aynıyla yansımıştır. İşte, Müslümanların ücret anlayışı bu zaviyeden değerlendirilmelidir” demek, hiçbir somut dayanağa sahip olmayan bir safsatadan, boş ve temelsiz lakırdıdan ibarettir. Gülen,“eşit işe eşit ücret” talebini de, tüm iş ve mesleklerin “eşit emek, eşit yetenek gerektirmediği” ve “iş riskleri de farklı farklı” olduğu gerekçesiyle reddetmektedir. Bu konudaki anlayışı da tümüyle sakattır ve aslında bu talebi anlamadığını göstermektedir. Eşit işe eşit ücret, aynı işi aynı süre çalışarak yapan işçilerin farklı değil, aynı ücreti almalarıyla anlam bulur. Fethullah, “işçilerin eşit ücret almasının gerekmediği”ni, “bir inşaat işçisi özel bir eğitim ve yeteneğe gerek olmaksızın çalışabilir. Fakat aynı inşaatın mühendisi, fayans, mermer veya parke döşeyicisi ise ancak özel eğitim ve beceri ile işini yapabilir” gerekçesiyle izah etmeye çalışmakta; “omuzları üzerinde Hazreti Ömer’in kafasını taşıyana verilecek olan mükâfat ile, hiçbir fikir cehdinde bulunmadan sadece bedenî bir iş yapana verilecek mükâfat her halde aynı olmayacaktır ve olmamalıdır” ve “Gece-gündüz durmadan işini düşünen ve adeta yirmi dört saat mesai yapan bir insanla, birkaç saatlik çalışmadan sonra sırt üstü yan gelip yatan insanı birlikte değerlendirmek elbette âdilâne değildir” diyerek, bu talebin “ilahi sistem“e aykırı düştüğünü söylemektedir.

Kapitalizm vasıflı-vasıfsız (kalifiye-kalifiye olmayan) işgücü ayrımını en aza indiren bir gelişme seyri göstermesine karşın, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki; kalifiye işgücüyle vasıfsız-‘düz işçilik’ arasındaki farkı tümüyle ortadan kaldırmaz, kaldıramaz. Bu farklılık durumu kapitalizm koşullarında ücret farklılıklarının dayanaklarından birini oluşturur. Ancak bunu, ortadan kaldırılamaz ve kaldırılmaması gereken “ilahi” ve zorunlu eşitsizlikler olarak görüp kutsamak ve sözüm ona emek gücü kalitesindeki farklılıklarla gerekçelendirmek, “hocaefendi”nin ileri sürdüğü türden iddia ve “dayanak”larla haklı gösterilemez ve kanıtlanamaz. Sorun, farklı türden işleri, emek zamanı olarak farklı sürede gerçekleştirilen işleri “eşitlemek” değildir. Eşit işe eşit ücret talebini böyle almak, sorunu ve talebi saptırmaktır. Bir işçinin kaba işlerde gün boyu çalışmasıyla fayans, parke döşeyen “usta”nın yaptığı işin emek gücünü harcama zamanı olarak, harcanan emek olarak bir farkı yoktur. Bu işlerin kol işçisi tarafından öğrenilmesi de zor olmayacaktır. Kapitalist süreç tüm işlerin vasıfsız emekgücü tarafından yapılabilir duruma gelmesini sağlama yönünde işlemektedir ve eğitim ve kalifiye özellikler, işçilerin büyük bir kesimi açısından düne göre bugün çok daha fazla söz konusudur.

Gülen ve İslam inancının tüm öteki istismarcıları, TUSKON, MÜSİAD üyesi kapitalistler ve Fethullahçı cemaat ve hareketin desteklediği AKP ve hükümeti, işçilerle ilişkilerinde, onların manevi kulluğundan önce maddi-somut kulluğunu esas alırlar. “Öte dünya”ya dair varsayımsal doğmalar değil, bu dünyanın parası, mallar, serveti ve bunların büyütülüp çoğaltılması esastır. İşçilere “yediklerinden, giydiklerinden verme”yi değil, onların işgücünden en azami ölçüde yararlanmayı ve çalışmalarının karşılığı olmayan bir “eksik ödeme”yle ücret/asgari ücret/maaş vb. ödeyerek kârı artırmayı; böylece kapitalist işletmelerin büyümesini sağlamayı gözetmektirler. Fethullah Gülen “Allah” ve “Peygamber” üzerine ne kadar kutsi sözler etse ve adlarına teminatlar sıralasa da, emek-sermaye; işçi-kapitalist ilişkilerinde; herkesin insanca yaşamasının esas alındığını kanıtlayan bir tek örnek bile gösteremez. Ne Tekbir Giyim’de, ne Kombasan ve İhlas Holding’de ne de TUSKON üyesi kapitalist işletmelerde böyle bir ilişki yoktur. Bu, olamaz ve gerçekleşemez şeydir.

Bir yanda petro-dolarları yığan Müslüman Arap şeyhleri, Suudi gericiliği, diğer yanda yoksul emekçiler; bir yanda tenekeler dolusu altın biriktiren ve zimmetine trilyonluk para geçirdiği için yargılanan Erbakan ve A. Gül gibi İslam politikacılarıyla milyon dolarlık villalarda lüks yaşam sürdüren “Cübbeli Ahmet” türü din bezirganı Müslümanlar, diğer yanda gece gündüz çalıştığı halde ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelire sahip olamayan milyonlarca dindar emekçi. Bunların kardeşliği ve bu durumun “Allah isteği” olduğu üzerine Fethullahçı ve dini söylem bu büyük çelişkiyi bir ölçüde örtebilir, ama yok edemez.

‘Sıradan insanlar’ oldukları dönemde herhangi birikimleri olmayanlar, “selahiyetli” devlet ve hükümet yöneticisi, bakan, müdür ya da siyasi iktidar aygıtıyla ilişkili iş yapan işadamları durumuna geldiklerinde, çok kısa zaman içinde büyük zenginler haline gelmişlerdir. Bu, İslami politika ve politik gücün, dini, milyonlarca emekçinin yoksulluğu pahasına ve zenginleşmek için kullanmakta oluşuyla doğrudan ilişkilidir. İslam bunun ideolojik dayanaklarını oluşturmakta gecikmemiştir. Çok yakın iki örnek, Kemal Unakıtan ile T. Erdoğan ve ailelerinin çok kısa bir zaman içinde Türkiye’nin sayılı zenginleri içine girmeleridir. Unakıtan’ın oğlunun şirketi, hükümet ve devlet olanaklarını kullanma ve İslam’ı istismar etme sonucu, beş yıl içinde, ülkenin en büyük ilk on işletmesinden biri haline gelmiştir. Bir diğer örnek, Erdoğan’ın damadının yönetici olduğu Çalık grubudur. Bu kapitalist grup, AKP hükümeti ve bizzat Erdoğan’ın “işlerin kotarılması için iç ve dış bağlantılar kurulmasında” rol üstlenmesiyle birlikte faaliyet alanını genişleterek, büyük bir holding haline gelmiştir.6 Böylece, kendilerini “İslami dünyasının temsilcileri” arasında gören ve dindarlıkları ve muhafazakarlıklarıyla övünen ve hak-hukuk sorunlarında “Ömer’in adaleti”ni örnek aldıklarını söyleyen üst politikacı ve yöneticilerin yardımıyla, esas işi tekstil ve inşaat üretimi olan bir grup, içerde ve dışarıda devlet ve hükümet ilişkilerini kullanarak, enerjiden medya ve bankacılık alanına bir dizi yeni faaliyet sahasında iş yapma olanağı edinerek, ülkenin en önemli kapitalist işletmelerinden biri haline yükselebilmiştir.

Egemenlerle emekçiler; sömürücülerle sömürülenler; yöneticilerle yönetilenler arasındaki ilişkide, Gülen, egemenlerden yana, devlet “ricali”nin yanındadır. Halkın “devleti ve ricâl-i devleti omuzlarında” taşımasını savunur. Devlet ve rical-i devletin görevi ise, “merhametli bir çoban ya da şefkatli bir baba gibi” davranmasıdır. “Böyle bir toplulukta bütün müesseseleriyle maarif, fazilet duygusunu geliştirir; sevgi ve mürüvvet kapılarını açar; insanlığa şefkati ve herkesle anlaşıp uzlaşmayı öğretir. Onu, merhametsiz emellerden, süflî duygulardan, insanlık için yüzkarası olmaktan ve her türlü hoyratlıktan korur; bilhassa mukaddes mefhumlarına karşı saygılı yetiştirir.” Zaten İslam, zengin-fakir “dengesi”ni “içtimâî hayatı düzenleyici pek çok esas” ile; “Zekât, sadaka, kurban, kefâret, hibe, karz-ı hasen” ile sağlamıştır. “Tarihin şahadetiyle sabittir ki, bunlar hayata hayat olduğu dönemde, günümüzde olduğu gibi ne içtimaî tabakalar arasında uçurumlar vardır, ne de bu tabakaların birbirlerine beslemiş oldukları kin ve nefret.”(!) “Bu ilahî sistemde, işverenlerin mütekebbir (kibirli zorba) olmaları, servet ve mal yığmaları, sadece kendi saadetlerini düşünmeleri hoş görülmemiştir. Bütün bir millet olarak, elemleri de lezzetleri de paylaşma anlayışı geliştirilmiştir.

Gel de inanma!

Gülen söylediklerinin “afaki oluşu”nun farkındadır ve “Sözlerimin sonunda şunu ifade etmeliyim ki; anlatmaya çalıştığım bu hakikatler, ütopik bir hayatın destanlaştırılmasından ibaret değildir; aksine, asırlarca gaddar bir dünyanın en acımasız darbeleri karşısında dahi sarsılmayan ilâhî bir sistemin resmidir” deme ihtiyacı duymaktadır.

İşçi-işveren ilişkileri, soyut olmayan, üzerine ütopik hayaller kurularak geçiştirilemeyecek kadar somut, çarpıcı, göz önünde ilişkilerdir. Birbirleriyle uzlaşmaz karşıtlık halindeki iki sınıfın ilişkileridir; farklı ve karşıt çıkarların savunulması üzerinden oluşurlar ve temel karakter özellikleri açısından, uzlaşır olmaktan uzaktırlar. Bu iki öznenin (işçi sınıfı ve burjuvazi) bir arada olduğu toplumsal koşullar var olduğu sürece; adına ister kapitalist, isterse onun acımasız gerçek çelişkilerinin üzerini örtmek amacıyla ve dini adlandırmalarla, Hıristiyan, İslam ya da Yahudi densin, toplumsal sistemler, sömürü ilişkileri üzerine kurulu olmaya devam edeceklerdir. İşçi ve emekçilerin insani yaşam olanaklarını elde etmeleri ve tüm gereksinmelerinin karşılanmasını esas alan bir sistemde yaşayabilmeleri ise, ancak sömürü ilişkilerinin son bulmasına bağlıdır. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti son bulmalı ve kolektif-toplumsal mülkiyete geçirilmelidirler. Emekgücü sömürüsünü olanaklı kılan emek-sermaye ilişkisi; burjuva-işçi farklılaşması son bulmalıdır. Var edilmiş farklılıkları ve ayrıcalıklarıyla “bahşedilmiş” İslam’ın böyle bir özelliği yoktur. Kapitalist-emperyalist sistemin başka sözcü ve savunucularıyla birlikte İslami politikanın Fethullahçı varyantının hedefi de, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüden kurtuluşunun önüne set çekmektir.

Herhangi işçi ya da itaate ve mevcut sosyal-iktisadi ve politik durumun kaçınılmazlığına iman etmeye ikna edilmiş bir emekçi, her konuda bin dereden kum toplayarak iman etme ve kaderine boyun eğme yönünde “aşılmaz” bentler oluşturan Fethullahçılığın emek-sermaye ilişkilerinde ya da sermaye devleti ve hükümetleriyle halk kitleleri arasındaki ilişkilerde kapitalistlerle devletine karşı mücadeleden yana bir düşünce taşımaması ve önermemesini, dinin ve Fethullahçı “Türk Müslümanlığı”nın rolü açısından irdeleyebildiği zaman, Gülen’in ağlamaklı vazlarının yalan üzerine kurulu olduğunu rahatlıkla görebilecektir.

EMEKÇİLERİN ZOR İKİLEMİ VE MÜCADELE ZORUNLULUĞU

Dini inançları, emekçilerin açlık, yoksulluk ve işsizlikten kurtulmaları bir yana, bu yöndeki en küçük bir iyileştirmeyi bile bugüne dek sağlayamadı. Yüzyılların, hatta bin yılların biriktirdiği inanç, onlara, “göksel kurtarıcı”ya iman etmede kusursuz davranarak, kurtulmayı beklemeyi öğütlüyordu. Peygamberler ve halifelerle tüm çağların dini liderleri, “şükretmesini bilin, rızkınıza rıza gösterin, bilin ki size o uygun görüldü” demişlerdi. Osmanlı padişahları, kendilerini halife sultan ilan ederek ve yanlarına Şeyhülislamları da alarak, dini, saltanatlarının aracı haline getirirlerken de, emekçilerden biat etmeleri istenmişti. Cumhuriyet tarihi boyunca da, din istismarcılığı ve dinin politik yönetimin kitleleri yönlendirme, çekip-çevirmede en etkili araçlardan biri olarak kullanılması devam etmişti. Onlar da, içinde bulundukları yoksunluk ve yoksulluktan kurtulma umuduyla sığındıkları ilahi gücün “adaleti”ne güvenerek, yüzleri yere bakar durmayı ve “ilahi adaletin gerçekleşmesini” beklemeyi sürdürdüler.

Kapitalist gelişme, iletişim ve ulaşımın kolaylaşması, teknoloji kullanımındaki artış, dinsel politika ve örgütlenmelere yeni olanaklar açtı. Laiklik-Şeriatçılık çatışması üzerine yaygın propagandaya karşın, “rasyonalist-modernist ve laik” burjuva yöneticileri dahil, sermaye kurumlarıyla partilerinin hemen tümü, geleneksel önyargıların, doğma ve hurafelerin gücünden yararlanarak, kitleleri itaat içinde tutmaya özel bir önem verdiler. F. Gülen gibi cemaat ve tarikat yöneticileri, “din büyüğü” ve “hürmetli efendi”ler olarak bu toprakta ortaya çıkarak, emekçileri sadece bedenen değil, ruhen de kul olarak kalmaya çağrıyı sürdürdüler. Bir yanda kitlesel yoksulluk, açlık, işsizlik ve bunların getirdiği iktisadi-sosyal ve psikolojik yıkım ve umutsuzluk; öte yanda “İslam’a sıkıca sarılarak kurtuluşa gidileceği” vaazı! Çağrı, umutsuzluktan sözüm ona kurtuluşa ve umuda gidişeydi! Kapitalizm, işçi ve emekçiyi her gün her saat maddi, somut ve elle tutulur gerçeğin acımasızlığıyla yüz yüze getirirken, ona, beklemeyi, kaderine rıza göstermeyi, işverenine, devletine, yönetici sınıfına bağlı ve sadık kalmayı öğütleyen dinsel ve cemaatçi söylem de kurumsallaşmasını ve yaygınlaşmasını sürdürdü. Din istismarcıları, kitlelerin doğa ve toplum olaylarının bilgisine sahip olamayışlarını ya da önyargılı ve kaderci anlayışlarla bakışını sömürdüler ve onları, bu doğma ve önyargıların gücüyle yönlendirmeyi esas aldılar.

Ancak iktisadi-sosyal gelişmelerle birlikte yığınları kuşatan koşullar, bir sorgulamayı da kaçınılmaz kılıyor, sorgulama ihtiyacı ve tutumuna güç veriyor, onu adeta kışkırtıyordu. Bu çelişik ilişkiyi sorgulamak, hem zordu hem de zorunluydu. Yaşamın maddi olguları, “kadere kurban” gösterilen işçi ve emekçinin gözü önünde, kendilerini dayatır şekilde duruyorlardı. “İslamcı sermaye” diye kategorileştirilen ve dini düşünce, anlayış ve inanışları istismarda diğer kesimleri geride bırakan sermaye kesiminin, kapitalist gelişmeyle iç içe, ondan etkilenerek ve kendi “ritüelleri”ni onun reklam ve mübadele ilişkilerine katarak etkisini artırması, bu kesimlerin sistem ile “kaynaşmaları”nı hızlandırırken, ekonomik, siyasal ve sosyal farklılaşma, “İslam içi ve zengin-fakir uçurumu”nu da görünür kılacak şekilde belirginleşiyordu. Yoksul ve dindar emekçi kesimler ile sayısal olarak ve sahip oldukları servetleriyle giderek büyüyen İslam zenginleri arasındaki farklılıklar uçurum oluşturmak üzere büyüyor, “İslam kardeşliği” söylemini yalanlayan somut veriler çoğalıyordu. Görüldü ki, artık camiler salt ibadet alanları değil, ticari komplekslerle birlikte planlanıyor, kumandalı seccadeler kullanılıyor, zengin ‘inananlar’ın evlerini süslü mescitler renklendiriyor, türban ve tesettür defileleri düzenlenerek, meta üretimi ve değişimi sürecine inançların dolaysız dahili sağlanarak giriliyor. Son modern Hammer’lerle gezen zengin “Müslüman Hanımlar”la “Cübbeli Ahmet” türü milyon dolarlık şatolarda yaşayanlar, asgari gereksinmelerini karşılamakta zorlanan emekçilere “kaderlerine rıza göstermenin Allah emri olduğu”nu vaaz eden “din uleması”na mensup ve milyar dolarlarla çekip çevrilen bir cemaat örgütlenmesinin tepesindeki Fethullah ‘Hocaefendi’ gibi kişilerle aynı kulvarda politika yapıyorlar. Gülen ve onun desteklediği AKP ve hükümeti, yoksullara karşı sermaye gücü olarak çalışıyor vb.

Bütün bunlar, sermayeye karşı mücadeleye atılmaktan başka bir yol olmadığını, “inanan” ya da “inanmayan” tüm emekçilerin önüne giderek daha net olarak getiriyor. Göz bağından sıyrılma, salt ihtiyaç değil, kaçınılmazlık olarak da günceldir. Tüm milliyetlerden, dini inanç ve kesimlerden işçi sınıfı ve emekçilerin kendilerini kurtuluşa götürecek devrimci eylemde ve düşüncede birleşmeleri için, yaşam ve birikmiş aklın ve bilimin ürünleri, bugün çok daha fazla olanak sunmaktadır. Emekçilerin daha geniş kesimleri bizzat kendi yararları için er geç bu yola girecek ve hurafe ve dogmaların gücüyle kendilerini alıkoymaya çalışanların barikatlarını yıkacaklardır. Zorlu ikilemin getireceği yer budur.

 

TKP ve “kürt açılımı

TKP’NİN ULUSAL TALEPLERE İLGİSİ

“Solculuk” iddiasındaki herkesin kafa karışıklığı ya da milliyetçilikten etkilenme içinde bulunduğu Kürt sorununun bugün geldiği noktada, gündemde olan “Kürt Açılımı” karşısında TKP ikili bir eğilim içinde görünmektedir. Ergenekon soruşturmasının ilk günlerinde ciddi biçimde dağıtmış ve “yurtseverler dışarı” sloganını patlatmış olan TKP, aynı tür kafa karışıklığını “Kürt Açılımı” karşısında da göstermiştir. Kürt sorununun az-çok eşitlikçi çözüm imkanlarını bile reddetme pozisyonunu tutarak bir çözüm ihtimali karşısında saf tutmuş, bir huzur ve giderek barış arayışı geliştirmek ve bunun için bir barış gücü olarak üzerine düşecek katkı ve desteği üstlenmek yerine, “açılım”ın Amerikancı, dinci vb. olumsuzluklarını sayıp dökme tutumunu geliştirmiştir. (Yalnızca “kafa karışıklığı” mıdır, değinilecek; ama ciddi bir kafa karışıklığından söz edilmesi gerektiği de ortada.)

Okumaya devam et “TKP ve “kürt açılımı”

Kürt sorununda inkârcılığın yükselişi ya da paşanın hezeyânları!

Son dönemin gelişmeleri, Genelkurmay’ın ülkenin en etkin politik mihraklarından biri olmayı sürdürdüğünü bir kez daha gösterdi. Genelkurmay Başkanı’nın Ağustos ayının son günlerindeki ‘Zafer Haftası’ mesajı, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununun çözümüne dair geliştirdiği ve birçok çevrenin umut bağladığı “açılım” politikasının sınırlarının belirlenmesinde önemli bir rol oynamış; önceleri “Kürt açılımı”, “demokratik açılım” gibi adlarla anılan bu politika, en baştan beri kullanılagelen “milli birlik projesi” olarak giderek daha çok adlandırılmaya başlanmıştır.

Genelkurmay Başkanı Başbuğ, Ramazan Bayramı’nda Mardin Nusaybin Sınırtepe karakolunda yaptığı konuşmada, bir siyasi parti lideri gibi, Kürt sorunu konusunda mesajlar vermeye devam etmiştir. Başbuğ’un buradaki konuşmasında öne sürdüğü “Özellikle bu bölgemizdeki insanlarımız, vatandaşlarımız ağalardan çekti. Bugün bu noktalardaysak bunun temel nedenlerinden biri bu. Bu ağalardan çeken insanlarımız, şimdi maalesef siyaset ve terör ağalarından muzdarip. Esas temel sorunlardan birisi de halkımızı siyaset ağalarından, terör ağalarından kurtarılmasıdır” iddiası, kimlere hangi mesajları verdiği ve bu mesajların Kürt sorununun çözümü yönündeki tartışmaları nasıl etkileyeceği yorumlarıyla sermaye medyasına taşınarak, gündemin önüne çıkarılmıştır. Başbuğ’un bu sözleri, Bölge’deki en önemli dayanakları ağalar, aşiret reisleri ve şeyhler olan AKP’nin (siyaset ağaları) geliştirdiği politik tutumdan bile rahatsızlık duyulduğunu ve “terör ağaları” olarak nitelendirdiği PKK/DTP’nin hedefe konularak, Bölge’de geleneksel inkârcı politikalara dayalı bir çözümün egemen kılınmak istendiğini ortaya koymaktadır.

Son dönemde sorunun barışçıl çözümünden yana güçlerin operasyonların durdurulması konusundaki çağrılarına da Başbuğ’un verdiği “Akan kan dursun? Peki kim niçin kan akıtıyor? Bu sorunun cevabını aramak lazım, sorunun cevabı açık, bölücü terör örgütüdür(…)Devlet, ülkede meşru güç kullanma hakkına sahip tek otoritedir(…)Tek çıkar yol, bölücü terör örgütünün silahlarını bırakmasıdır. Kanla silahla bir yere varamazsınız. Büyük devletler, güçlü uluslar adil ve şefkatlidir” yanıtı, önümüzdeki dönemde sorunun çözümü konusundaki tartışmalarda ordunun durduğu/duracağı yeri göstermesi bakımından önem taşımaktadır.

Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan bu yana “ağalığa karşı olmak”, cumhuriyetçi/Atatürkçü/Kemalist çevrelerin en önemli söylemlerinden biri olagelmiştir. Başbuğ, Bayram konuşmasında verdiği mesajlarla, bu çevrelerin devamcısı/temsilcisi olarak, hem “ağalığa karşı olma” söylemini yeniden gündeme getirmiş, hem de Kürt sorununu ağalığın devamcısı odakların “kışkırttığı” bir sorun olarak tarif etmiştir.

Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların bu kadar yoğun sürdürüldüğü bir dönemde, Başbuğ’un gerçekleri tersyüz ederek ortaya koyduğu söylemler, gerçeklerin bir daha hatırlatılmasını gerekli kılmaktadır.

1. KÜRT SORUNUNDA İNKÂRIN TARİHSEL BİÇİMLERİNDEN BİRİ OLARAK FEODALİZM/AĞALIK SÖYLEMİ

Cumhuriyetin kuruluşu için mücadelenin verildiği dönemlerde, bu mücadelenin “iki asli unsuru”nun Türklerle Kürtler olduğu ve bu dönemde Anadolu’nun “Türklerle Kürtlerin yurdu” olarak tanımlandığı konusunda çokça şey yazılıp söylendi. Fakat Cumhuriyet rejiminin bir ‘ulus-devlet oluşturma projesi’ olarak şekillenmesi, iki asli unsurdan biri olan Kürtlerin varlığının inkâr edilmesi ve Türkleştirilmek üzere baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulmasını beraberinde getirmiştir. Kürtler, bu inkârcı politikalara, Şeyh Said isyanından başlayıp, Ağrı ve Dersim’e kadar irili ufaklı onlarca isyan ve direnişle yanıt vermişlerdir. Kürtlerin ulusal varlığının inkârı temelinde geliştirilen politikalar, Cumhuriyet rejiminin, bu isyan ve direnişlerin de ulusal karakterinin üstünün örtülmesine yönelik söylemler geliştirmesine yol açmıştır. Bu dönemde, Kürt isyanları karşısında, “dış güçlerin kışkırtması” söylemiyle birlikte, en çok kullanılan söylemlerden biri de, bu isyanların, “gerici/feodal güçlerin genç Cumhuriyete karşı kalkışması” olarak gösterilmesi olmuştur. Bu dönemde, bir yandan Kürtlerin ulusal hak istemli hareketleri, “modern Cumhuriyete karşı gerici kalkışmalar” olarak nitelendirilirken, öte yandan  ‘genç’ ve ‘modern’ Cumhuriyet rejimi, ulusal hak istemli mücadelelerin önünü almak için Bölge’de ağalar, şeyhler ve aşiret reisleri gibi gerici feodal unsurlarla işbirliği ve ittifaklar gerçekleştirmeye yönelmiştir. Ve bu, yalnızca Bölge’ye özgü de değildir. Kurtuluş Savaşı, tefeci-tüccar nitelikli feodal burjuvazi ile toprak ağalarının ittifakına dayalı olarak yürütülmüş ve savaş sonrasında da bu ittifak sürmüştür.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑