türkiye ermenistan ilişkilerinde yeni bir sayfa mı?
C. ERMAN
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dünya Kupası Grup Eleme maçlarında Türkiye-Ermenistan Milli maçının, Erivan’da oynanacak ilk turu vesilesiyle, Ermenistan’da devlet başkanı Serj Sarkisyan’ın davetine olumlu yanıt vererek maçı izlemeye gidişiyle, iki ülke arasındaki soğuk ve donuk ilişkilere ‘futbol diplomasisi’ ile çözüm arama çabaları başlamış oldu. Biz de bu yüzden bu yazıda özellikle, ikili ilişkilerin geçmişine de değinerek, Erivan girişiminin neden başlatıldığına ve nasıl sonuç verebileceğine yanıt aramaya çalışacağız.
Sovyetlerin dağılma süreci sonrasında 16 Aralık 1991’de kurulan Ermenistan Devleti’ni ilk tanıyan ülkelerden birisi olan Türkiye, Ermenistan’la bir türlü diplomatik ilişki kurmaya yanaşmadı.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki bu ilişki kopukluğunun bilinen nedenlerini hatırlayacak olursak,
Birinci olarak, Ermeni Anayasası’na temel olan 23 Ağustos tarihli Bağımsızlık Bildirisinin 11. maddesinde yer alan, “ Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan (Türkiye’nin doğusu kastediliyor)’da 1915 yılındaki soykırımın uluslararası tanınması çabalarına destek vermektedir” biçimindeki formülasyonda, “soykırımın tanınması” ifadesini Türkiye, toprak bütünlüğünün tartışılır hale getirildiğini ileri sürerek reddetmesi;
İkinci olarak, Ermenistan Anayasası’nın 13. maddesinde, devlet arması olarak Ağrı Dağı’nın resminin bulunmasından Türkiye’nin duyduğu rahatsızlık;
Üçüncü olarak, Ermenistan’ın, Sovyetler Birliği döneminde 1921 tarihli Kars Antlaşmasıyla belirlenmiş olan Türkiye ile Sovyetler Birliği sınırının yürürlükte olmadığını savunmasıdır.
Ve dördüncü olarak, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki işgale son vermemesi ve Azerbeycan’ın toprak bütünlüğünü tanımaması sorunudur. Bu yüzden, Ermenistan sınırının Türkiye tarafından 1993’te kapatılması, iki ülke arasındaki ilişkilerde gerilim noktaları olarak öne çıkmaktadır.
Türkiye, yukarıda belirtilen uzlaşmazlık noktalarını bahane ederek, bugüne kadar Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmadı. Sadece Türkiye’den Ermenistan’a uçak seferlerine izin verildi. Aslında‚ “Soykırımın tanınması” sorunu ve Karabağ sorunu dışındaki nedenlerin Türkiye açısından çok önemli olduğu söylenemez. Çünkü komşu pek çok ülkenin de Türkiye’ye yönelik toprak vb. iddiaları vardır (Lozan antlaşması sınırlarını, ABD’nin uzun süre tanımadığını hatırlatalım), fakat bu durum onlarla diplomatik ilişkileri kesme nedeni olmamıştır. Türkiye cephesinin, açıkça belirtmese de, asıl korktuğu, ‘soykırım’ iddialarının genel kabul görmeye başlamış olmasıydı.
“SOYKIRIMIN TANINMASI” TARTIŞMALARI VE SON DÖNEMDEKİ İLİŞKİLER
Ermenistan ile ilişkilerde, “soykırım sorunu”, baştan beri iki ülkeyi doğrudan ilgilendirse de, en başından uluslararası bir sorun olarak, emperyalist ülkelerin doğrudan karıştığı ve taraf olduğu bir olgu olarak şekillendiği için, bugünden yarına, kısa vadede çözülmesi güç bir sorundur. Batının Sevr antlaşması ile öngördüğü Batı Ermenistan (zaten 1915’teki ‘tehcir’ kararı ve katliamlar sonucu coğrafik temelinden yoksun bırakıldığından), ne kurtuluş savaşı öncesinde ne de sonrasında kurulamadı. Lozan Antlaşması’yla da bu defter kapanmış, tarihin derinliklerinde kalmış gibi oldu. Ama sonraki süreçte ve yakın dönemlerde, özellikle ABD ve AB emperyalistleri, Türkiye’nin zayıf noktasını iyi belirlemiş; iki ülke arasında dostluk ilişkileri temelinde çözülecek sorunları ve özellikle ‘soykırım’ sorununu kaşıyıp, canlandırarak parlamentolarından kararlar çıkartmış; bazen de ABD gibi, senatolarından veto yoluyla geri alarak, Türkiye ile olan ekonomik ve politik pazarlıklarında bir koz olarak kullana gelmişlerdir. Türkiye hükümetleri, Osmanlının son döneminde yönetimi ele geçiren ve Türkçülüğe sarılan İttihat–Terakki’nin, yerli burjuvazi ve Alman emperyalizminin teşvikiyle yaptığı katliamların onaylayıcısı ve mirasçısıymış gibi davranmayı sürdürmüştür. Türkiye geçmişte, Ermeni halkına yapılan zulümlerden ötürü, bir özür bile dilememiş, iki halk arasında dostluk ilişkilerinin kurulmasının önünü açmamıştır. Bugün atılan adımın da, ne kadar kendi iradesiyle bir el uzatma girişimi olduğu, çok su götürür. Çünkü Türkiye’nin son dönemde, ABD emperyalizmi ile ilişkilerini tazeleyerek yeni ‘ ileri karakol’ görevleri üstlenmesinden ötürü, Erivan girişiminin de ardında bulunan Amerika’nın, Ortadoğu-Asya – Kafkasya planlarına bağlı olarak göreve koşması; zaten beklenen bir şeydi.
Son yıllarda ‘Soykırımın tanınması’ kararlarının dünyada yaygınlık kazanması, Türkiye diplomasisini sıkıştırıyordu. Avrupa Parlamentosu’nda (AP) Ermeni sorunu ilk kez 1987 yılında gündeme gelmiş ve 16 Temmuz 1987 tarihinde verdiği bir kararla “1915-1917 sevk ve iskânını (tehcir) bir soykırım olarak kabul ettiği”ni açıklamıştı. Bu kararla, farklı ülkelerin parlamentoları yanı sıra AP, soykırım iddialarını kabul eden ilk önemli kuruluş oluyordu. Fakat o dönemde Türkiye’nin adaylığının kabul edilmemesi, bu konuyu, AP gündeminden düşürmüştü. Bu yılki raporda ise Ermeni sorunu, yumuşatılmış bir ifadeyle; Türkiye ve Ermenistan Hükümetlerinin bir araya gelerek ortak bir çözüm üretmeleri, Türkiye’nin sınır kapısını açması ve Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun bu sürece katkıda bulunması konularıyla sınırlı olarak yer almıştı.
1991’de sadece Kıbrıs Rum Cumhuriyeti parlamentosu soykırım tasarısını kabul ederken, bugün bu sayıya 18 ülke ve üç uluslararası örgüt daha eklenmiştir. ‘Ermeni Soykırımı’ yapıldığını kabul eden ülke parlamentoları şunlardır: Avusturya, Belçika, Fransa, İsviçre, İtalya, Litvanya, Hollanda, Polonya, Rusya, Slovakya, Vatikan, Yunanistan, Kanada, Arjantin, Şili, Uruguay, Venezüella ve Lübnan. Amerikan Kongresi’ne sunulan soykırım tasarılarının bugüne kadar engellense bile, şantaj aracı olarak gündemden düşürülmediği de bilinmektedir.
Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerine hakim anlayış, İttihat Terakki’den miras kalan, şoven milliyetçi yaklaşımlar oldu. Bir dönemler Sovyetlere bağlı bir cumhuriyet olan Ermenistan’la zaten doğrudan diplomatik bir ilişki kurulamazdı. ‘Soğuk savaş’ yıllarında da mevcut ilişkiler, olduğu kadarıyla, sadece Sovyetler Birliği üzerinden yürüyordu. Gorbaçov’la birlikte Sovyetlerin dağılması ve özellikle 1993’te, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgal etmesiyle birlikte Türkiye, sınırlarını kapayıp Ermenistan’ı izole ederek, yani bir tür ekonomik ambargo uygulayarak, onu kendine muhtaç bıraktıracak bir ‘burun sürtme’ politikası izledi.
1991 yılında, Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ın Türkiye’ye uzattığı barış eli, Türk diplomasinin girişim ve oyalama taktikleri ile geri çevrilmişti. O dönem dışişleri bakanı olan Hikmet Çetin, geçenlerde Sabah’taki röportajında; son seçimlerde Cumhurbaşkanlığı yarışını kaybeden Petrosyan’dan övgü ile sözederek onu şöyle anlatıyor: “Ulusal bir liderdi, diasporaya prim vermiyor, Türkiye’yle ilişkileri geliştirmek istiyordu. Karabağ sorununu çözmek istiyordu ama seçimi kaybetti.”
Türkiye’nin Ermenistan’ı yalıtması, diasporadaki Ermenilerle bağlarını kestirmek istemesi politikası; Türkiye’nin işine gelmeyecek bir sonuca yol açmış ve Ermenistan’ı, diasporasına daha bağımlı hale getirmiştir. Demirel döneminde ekonomik olarak milli gelirinin % 30’nu diasporadan karşılayan Ermenistan, gelinen yerde Türkiye’nin ambargosu sonucu ABD’deki zengin Ermenilerin dövizlerine daha bağımlı hale geldi. Türkiye’nin izlediği politika; Ermenileri‚ “soykırım” iddialarını ileri sürmekten caydırmak bir tarafa; Türkiye’nin uluslararası alanda sıkıştırılmasını ve yalnızlığını daha da arttırmıştır.
Sovyetlerin dağıldığı Ermenistan’ın bağımsız devlet olduğu süreçte Moskova Büyükelçisi olan ve 1993’te Tansu Çiller’in başdanışmanlığını yapan Volkan Vural da; Ermenistan ile ilişkiler konusunda Taraf Gazetesi’nde Neşe Düzel ile yapmış olduğu bir röportajda şunları söylüyor: “Ermenistan’la diplomatik ilişki kurulmasına (Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu, DYP-SHP koalisyonu döneminde) dışişleri bürokrasisi içinde direnenler oldu. Turgut Özal bu fırsatın kaçırılmasına çok üzüldü. Tabi, bağımsızlık bildirisinde hem Batı Ermenistan’dan bahsediliyordu, -Türkiye topraklarıydı bu-, hem de soykırımın tanıtılmasına çaba gösterileceğinden söz ediliyordu. Bu da Türkiye’den sanki toprak talebi varmış gibi bir izlenim yaratıyordu ama… Bütün bunlar diplomatik ilişki kurularak aşılabilirdi. Benim elimde de bağımsızlık bildirisini değiştirecek hazırlıklar vardı. Ama o dönemde buna karşı çıkıldı İnsanlar retorik olarak bazı şeyler söyleyebilir, talep edebilir, hayal edebilirler. Onlar çok büyük bir Ermenistan’ın hayalini kurabilirler. Hayal etmenin sonu yoktur. Ama gerçekler ortada. Ermenistan’ın Türkiye’den toprak alabilmesi mümkün mü? Hangi aklı başında biri bunu düşünebilir? Ermenistan nüfusunun tamamı kadar Silahlı Kuvvetlerimizin asker sayısı var bizim. Kendimize biraz daha güvenmeliyiz.(..) Soykırım sorununu deşmekten kimseye yarar gelmez. Bu olaylar Türkiye’ye yakışmayan hadiselerdir. Biz bunları tasvip etmiyoruz. Buradan giden insanlara sempatiyle bakıyoruz. Onları kardeşimiz olarak görüyoruz. Eğer isterlerse onları tekrar Türk vatandaşlığına kazandırmak isteriz… Evet onlara verdiğimiz acılardan ötürü özür dilemeliyiz. Bence bunlar yapılabilecek en iyi şeydir. Bizim gibi bir devletin yapması gereken şey budur.”
Şimdi böyle söyleseler, özür dilemeden yana görünseler de, o dönemler Türkiye egemenleri ve sözcüleri, bırakalım kabul etmeyi‚ ‘soykırım’ konusunu objektif olarak tartışmaya dahi hazır değillerdi.
SSCB’nin dağılmasının ardından Özallı yıllarda, eski Turancı tezler diriltilerek; “Avrasya vizyonu”, “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne” sloganları eşliğinde ‘Kardeş Türkî cumhuriyetleri kazanma’ politikası izlendi; Fethullah Hoca’nın okulları da Truva atı olarak kullanıldı. Bunlara rağmen, özü itibariyle, ABD’nin petrol bölgelerine yerleşme ve eski Sovyet Cumhuriyetlerini kendi pazarına bağımlı kılmayı hedefleyen bu strateji; “Türki Cumhuriyet”lerin ekonomik ve tarihsel olarak ilişkide bulunduğu Rusya’ya yakınlaşması sonucu tutmamış, yara almıştı. Bugün olduğu gibi, geçmişte de bu tarz bir planın yaşama geçmesi için, Kafkasya ile Türkiye arasında köprü konumunda ve petrol yolları güzergahında olan Ermenistan ile Türkiye arasındaki pürüzlerin giderilmesi gerekmekteydi. Özal’ın ve daha sonraki hükümetlerin girişimlerinin ve son aylarda sıkça tartışılan A. Türkeş’in Petrosyan’la 12 Mart 1993’te Paris’te Crillon Oteli’nde görüşmesinin nedeni de buydu. Can Dündar’ın önceki yıllarda yazdığına göre, 1992 sonunda ağır kış şartları içinde Ermenistan, yaşadığı gıda krizini ve acil buğday ihtiyacını karşılamak için Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor, fakat bir ilişkinin kurulabilmesi ve buna engel olacak milliyetçiliği aşabilmek için A. Türkeş’le görüşme kararı alıyordu. Görüşmenin altyapısını oluşturmak üzere de, eski ODTÜ’lü ve sol görüşlü Sampson Özararat’a özel görev veriliyordu.1993 Şubatında A. Türkeş yanında oğlu Tuğrul Türkeş’le birlikte Sampson’la Esat’ta bir evde gizlice görüşüyor. O buluşmada Türkeş, ‘Birlikte türküler ürettik, yemekler icat ettik, kız aldık, kız verdik’ diyerek iki ulus arasındaki ilişkilerin 600 yıl geriye gittiğini anlatırken Özararat’a şu soruları yöneltiyor: “-Malazgirt Savaşını Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor musun? -İstanbul’un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberin var mı? -Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni Patrikhanesini nasıl bir fermanla açtırdığından haberdar mısın? -Çanakkale’de Atatürk’ün yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musun? -Atatürk’ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan’a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydun? -Atatürk’ün imzasını bir Ermeni güzel yazı hocasının çizdiğini duymuş muydun?” Özararat, ‘Türkiye’de okudum ama bunların hiçbirini duymamıştım’ deyince, Türkeş’in yorumu şöyle oluyor: “Tarihe böyle geniş bir perspektiften bakmak lazım. 1915, bu 600 yıllık ilişkinin bir kazasıdır. Olaylarda yabancı devletlerin çok dahli vardır. Buradaki insanları kullanmak istemişlerdir. Bizimkilerin de kabahatleri var, ama şimdi yapılması gereken bu kazayı telafi edip eski dostluğu devam ettirmektir.” Özararat bunun üzerine: “Sayın Türkeş bu söylediklerinizi Ermenistan Cumhurbaşkanına da söyleyebilir misiniz?” ‘Evet’ deyince Paris buluşması ayarlanıyor. A. Türkeş, daha sonra Dışişleri bakanı Hikmet Çetin’in bilgisi dahilinde Petrosyan’la Paris’te buluşuyordu.
Paris’teki Türkeş–Petrosyan görüşmesinde nelerin pazarlığı yapıldı? Oğlu Tuğrul Türkeş’in not tuttuğu bu görüşmede A. Türkeş Petrosyan’a; Azerbaycan’la devam eden savaşın sona erdirilmesi için 6 maddelik bir öneriler paketi sundu. Bu dostluk kurulabilirse, Ermenistan’a Türkiye’den transit kara ve deniz geçişi sağlanabileceğini söyledi, hatta ‘Trans-Kafkasya Otoyolu’ projesinin hayata geçirilebileceğini taahhüt etti. İpek Yolu yeniden canlandırılacak, otoyolun yanında bir demiryolu, bir doğalgaz, bir de petrol boru hattı olacaktı. Ayrıca sınır ticareti geliştirilecekti.
İlişkiler daha sonra da sürdürülüyor. 1994 Nisan’ında Frankfurt’taki Türk Başkonsolosluğu’nda Alparslan Türkeş, yanında Bonn Büyükelçisi Onur Öymen olmak üzere, Ermenistan’ın Londra Büyükelçisi Armen Sarkisyan’la görüşüyor. Görüşmelerin sıklaşması sonucu 1997 yılında Türkeş’in Erivan’a daveti gündeme geliyor, ama Türkeş Erivan’a gidemeden vefat ediyor. İşte bu nedenle bugün MHP’nin başında bulunan D. Bahçeli’nin Gül’ün Erivan’a gitmesini ‘onursuzluk’ olarak suçlaması haklı olarak tepkilere neden oluyor. Öyle ya, o gün görüşme onurluydu da bugün mü onursuz oldu? Bu görüşmeler o gün de, bugün de emperyalistlerin ve onların taşeron gücü Türkiye’nin Kafkasya üzerindeki uzun vadeli ekonomik ve politik emellerini gerçekleştirmek için yürütülüyordu. Görüşmelerin halklar arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularını önyargısız geliştirme hedefi bulunmadığından, her adımı pazarlık ve şantaj koktuğundan, bugüne dek olumlu bir gelişmeye de yol açmadı.
A. Türkeş’in Petrosyan’a ilettiği talepler, bugün de gündemde. Emperyalistler ve taşeronları aynı ihtiyacı bugün de yakıcı olarak hissetmektedir. Yani Ermenistan’la Türkiye’nin, aradaki pürüzlerin giderilerek yakınlaştırılması ve Asya’dan Avrupa’ya, ya da, Kafkasya’dan Ceyhan’a uzanacak güzergahın güvenliğinin sağlanması ihtiyacı. Bu ihtiyaca yönelik hazırlanan ve geçmişte kesintiye uğrayan plan, Gürcistan’da yaşanan olaylara Rusya’nın sert cevabıyla ve akabinde Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyarak Batıya meydan okumasından sonra, tekrardan acil olarak gündeme getirildi. Emperyalistlerin, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’ya yönelik yeni bölge politikalarında Türkiye’ye biçilen rol, önemini artırıyordu. Ergenekon operasyonu sonrasında Türkiye Devleti de, “ABD ile mükemmel ilişkilere sahip” olarak yeniden yapılandırılıyor; kendine biçilen rolün gereği olarak göreve hazırlanıyordu. Emperyalistlerin yakın vadedeki ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, Ermenistan’la Türkiye’nin güç ve enerjisinin, Batı ile uyumlu tarzda; Ortadoğu, Karadeniz, Kafkasya ve Asya bölgesi kapışmalarında kullanılması planlarına bağlıydı. Bu emperyalist planlar açısından konuya bakıldığında dünden bugüne değişen özde bir şey yoktur.
Kaldı ki, ilişkilerin yakın dönemine göz attığımızda da, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin görünümünün, pek iç açıcı olmadığı, eski politik çizginin, oyalamacı bir taktiğin sürdüğü görülüyor. AKP İktidarı, 24 Nisan’larda (‘Tehcir’ kararının yıldönümleri) Ermeni diasporasının Avrupa ve ABD parlamentoları üzerinde baskı uygulayarak‚ Türkiye’nin soykırımı tanıması yönünde kararlar çıkarttırdıkça, Türkiye’nin eli ayağına dolaşıyor, Ermenistan’la ilişkileri iyileştirilmek için taktikler geliştiriyordu. T. Erdoğan hükümetinin ilan ettiği ve ABD desteğini de alan bu politika, bu sıkışıklığı ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Zaten bir kısmının ne olduğu meçhul (bazı belgelerin yok edildiği söyleniyor) devlet arşivleri, bu arada tarihçilerin incelemesine açılıyordu. ‘İki ülke tarihçileri gelsin, tarihte neler olduğunu özgürce tartışsın’ deniyordu. Hükümet samimi değildi, ayrıca tarihsel olarak Ermeni düşmanı şoven politika ve resmi bakış buna engeldi. Bir taraftan ön koşulsuz görüşmeye hazırız deniyor, ama Ermenistan’ın sınırların açılması talebine karşı, onların da 1921 Kars antlaşmasını tanıması ve toprak taleplerinden vazgeçmesi; Ararat Dağı’nın devlet armasından ve paralardan kaldırılması vb. şartlar ileri sürülüyordu. Devletin resmi tezine karşı tezler ileri süren tarihçi ve araştırmacıların konferansı yasaklanarak‚ ‘vatan haini’ ilan ediliyor, Hrant Dink gibi Ermeni aydınları ortadan kaldırılıyor ya da Orhan Pamuk örneğindeki gibi, tehditler sonucu yurtdışına kaçmak zorunda bırakılıyordu.
Yani, AKP’nin bakışı da önceki hükümet partilerinden ve kendi önceli olduğu RP’den farklı değildi. Hatta geçmişte, A.Gül’, henüz Refah Partisi’nin milletvekili iken 1993’te Demirel-İnönü hükümetinin Ermenistan politikasını eleştirmiş, “kişiliksiz, gayri milli” falan diyerek, ağzına geleni söylemişti. Şimdi Gül Cumhurbaşkanı, ama bu kez, onun geçmişte oynadığı “ keskin milliyetçi’ rolü; ya Baykal, ya da Petrosyan’la geçmişte görüşmeye giden A. Türkeş’in partisinin mirasçısı D. Bahçeli oynuyor.
Baykal Gül’e ; “Ne değişti de Ermenistan’a gidiyorsun? Ermenistan soykırım iddiasından mı vazgeçti, Karabağ topraklarından mı çekiliyor?!” derken; Bahçeli, Gül’ün Erivan’a gidişine yönelik; “Dış baskı ve dayatmalara boyun eğilerek ve içerideki Erivan lobisine teslim olunarak Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan’a gitmesi tarihi bir gaflet olacak, böyle bir davranış Türkiye’nin onurunu yaralayacaktır.” diye konuşuyor.
Aslında Özallı, Demirelli, İnönülü, Tansulu, Ecevitli dönemlerde Kafkasya ve Asya’ya yayılma planlarının parçası olarak, Ermenistan’la yakınlaşma içinde olan çevrelerin, şimdi Abdullah Gül’ün Erivan’a gitmesini‚ ‘vatan hainliği’ olarak suçlamaları tamamıyla ikiyüzlülüktür. Bu karşılıklı rol değişimine yol açan, yenilenmiş emperyalist planlardır; bir başka deyişle, olup biten, emperyalistlerin yeni ihtiyaç ve planlarını, yeni bölge politikalarını, Türkiye’ye biçilen yeni rolü anlamayan ve viraj alamayan işbirlikçi bazı çevrelerin; diğer işbirlikçi yandaşlarını ‘vatanseverlik’ temelinde samimiyetsiz bir hezeyanla eleştirmesidir. Ermenistan’ın NATO ve AB üyeliği sürecinde olması, uzun süredir yalıtık durumda olmasından dolayı bozulan ekonomik durumu, Türkiye ile yakınlaşması için bir etkendi. Türkiye’nin ise, batı planına eklenerek Kafkasya pastasından bir kırıntı alma, petrol güzergahında taşeronluk yapma ve Ermenistan pazarı üzerinden Orta-Asya pazarlarına girme hedefi vardı. Aslında Gül ve Sarkisyan’ın Erivan’da buluşması, emperyalist plan ve projelerin Kafkasya’da çatışmaya başladığı, Ermenistan ve Türkiye’nin ihtiyaçlarının da bununla çakıştığı bir kavşakta gerçekleşti. Bu bağlamda Türkiye’ye biçilen rol, ‘aktif bir dış politika’ olarak görülemeyeceği gibi, Türkiye cephesinden Ermenistan’a uzatılan bir barış eli de, samimi olarak Ermenistan’la ilişkilerde açılan yeni bir sayfa da yoktur.
GÜL-SARKİSYAN BULUŞMASINA NASIL GELİNDİ?
A. Gül’ün Erivan ziyareti öncesinde, ‘gitsin mi, gitmesin mi ?” tartışmaları, basını uzunca bir süre oyaladı. Ama herkes biliyordu ki, iki ülke heyetleri arasında Bern’de gizlice başlatılan girişimler ve ülke liderlerinin değişik ülke forumlarında verdiği yakınlaşma mesajları vardı. Yani ziyaret kaçınılmaz yapılacaktı, belki ilk adım başbakanlık düzeyinde vb. atılırdı. Ama Gürcistan’ın Osetya’ya saldırısıyla başlayan gelişmelerden sonra da, Türkiye’nin ‘Kafkasya İşbirliği Örgütü’ kurmak için girişimlere başlaması; aralarında dağlık Karabağ sorunu bulunan Azerbeycan ve Ermenistan’ın da bu organizasyonda yer alması gerektiğinin söylenmesi; T. Erdoğan’ın Rusya, Gürcistan ve Azerbeycan ziyaretlerini yapmış olması, Türkiye’nin, Sarkisyan’ın Erivan davetine Cumhurbaşkanlığı düzeyinde katılmasını kaçınılmaz hale getirmişti. Ziyaret öncesi yapılan görüşmelere, yazılan ve söylenenlere bir göz atarsak konu daha da açıklığa kavuşacaktır.
Abdullah Gül bir önceki Azerbeycan ziyaretinde Ermenistan sorunun çözümünde; ‘stratejik dostu’ ABD’yi de göreve çağırmış: “Ermeni iddiaları konusunda ABD’ye ve bu soruna taraf gibi tavır alan ülkelere de görev düştüğünü; Türkiye’nin Ermenistan’a karşı düşmanca duygular taşımadığını; olayların bilimsel biçimde incelenmesi gerektiğini; Türkiye’nin arşivlerini açtığını” belirtmişti.
Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı döneminde, Amerika ziyareti esnasında yazdığı, Washington Post Gazetesi’nin “Günün makalesi” köşesinde yayınlanan yazısında ise; “Türkiye, geçmişiyle yüzleşmekte zorluk çekmiyor. Askeri olanlar dahil tüm belgeler, uluslararası akademik topluluklara açık. Nitekim, Ermenistan’ın elindeki belgeler önemli değil. Sabırsızlıkla Ermenistan’ın olumlu cevap vermesini ve ortak komisyon kurulmasını kabul ettiğini açıklamasını bekliyoruz. Bu araştırmayı yapmak için diğer taraflarla da çalışmaya hazırız. Bu vesileyle teklifimizi, söz konusu komisyona tarihçiler atayarak, bu trajedinin ciddi biçimde aydınlatılması ve bir araya gelmemiz için, ABD de dahil olmak üzere üçüncü bir ülkeyi kapsayacak şekilde genişletiyorum” demişti. Ayrıca 8 Temmuz’da İsviçre’nin Bern kentinde iki ülke diplomatları bir araya gelmişti. Dışişleri bakanı Ali Babacan bu görüşmeyi doğrulayarak, “Kuşkusuz bu temas trafiği iki ülke arasındaki ilişkiler açısından önemli. Burada önemli olan, diyalog yoluyla, yapıcı bir yaklaşımla ilişkilerin nasıl normalleştirileceğinin görüşülmesi. Sorunlar vardır. Güncel sorunlar vardır, 1915 olayları ile ilgili görüş ayrılıkları vardır. Ancak bunların diyalog yoluyla ele alınması esastır” demişti.
Erivan ziyareti öncesinde, tarafların yoğun bir diplomatik trafik içinde olduğu görülmektedir.
Temmuz ayında bir Türk heyeti Erivan’a gitmişti. 4-7 Temmuzda Cumhurbaşkanı A.Gül, Kazakistan’a resmi bir ziyarette bulundu. Başkent Astana’nın başkent oluşunun 10. yıl kutlamalarına birçok Asya ve dünya lideri de katıldı. Burada A.Gül ile Sarkisyan arasındaki sıcak diyalog dikkat çekmişti. Ama bundan da önce AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı)’in 29 Haziran ve 3 Temmuz’da Astana’da gerçekleştirdiği 17. genel kurulunda bir karar alındı. AGİT Genel Kurulu’na Türk heyeti tarafından sunulan ve kabul edilen bu kararda özet olarak; “soykırım gibi olayların öncelikle tarihçiler tarafından arşivlerde yapılacak araştırmalar sonucunda tanımlanması ve gerekli görülmesi hâlinde üçüncü ülke bilim adamlarının da söz konusu araştırmalarda yer alabilmesi”nden bahsediliyordu.
23-29 Haziran 2008 tarihleri arasında Ermenistan’da NATO haftası etkinlikleri gerçekleştirildi.
NATO haftası etkinlikleri çerçevesinde üzerinde durulan bir diğer husus da Türkiye ile ilişkilerdi. NATO’nun Ermenistan’ın Türkiye ile olan ilişkilerini normalleştirmesini desteklediğini belirten NATO Genel Sekreter Yardımcısı Jean-François Bureau, bu çerçevede Sarkisyan’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Dünya Kupası elemelerinde Türkiye-Ermenistan maçını izlemek üzere Erivan’a davet etmesini ve iki ülke arasındaki sorunların görüşülmesini öngörmesini önemli bir gelişme olarak değerlendirdi. Bureau ayrıca, “NATO’nun üye ülkelerle diğer ülkeler arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi konusuna önem verdiğini de belirterek Sarkisyan’ın söz konusu davetinin bu bağlamda önemli bir adım olduğu”nun altını çizmişti.
Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, 23-25 Haziran 2008 tarihinde Rusya Federasyonu’na (RF) üç günlük resmi bir ziyarette bulundu. Ziyareti sırasında RF Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, Başbakan Vladimir Putin, Federal Konsey Başkanı Sergey Mironov ve Devlet Duması Başkanı Boris Grizlov’la da bir araya geldi. Görüşmeler sırasında başta iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkiler olmak üzere, Ermeni-Rus stratejik işbirliğinin arttırılması, Karabağ sorununun barışçı yollarla çözümü ve önümüzdeki dönemde Ermenistan’ın dönem başkanlığı yapacağı Ortak Savunma İşbirliği Örgütü’nün koordinasyonu konuları üzerinde duruldu. Rusya’daki Ermeni diasporasının önde gelen temsilcileriyle yaptığı konuşmada ‘Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmek için istekli olduğunu’ da belirten Sarkisyan “21’nci yüzyılda komşu devletler arasında sınırlar kapalı olamaz” ifadelerini kullanarak, ‘Türkiye’nin Ortak Tarihçiler Komisyonu önerisini şartlı olarak desteklediğini’ tekrarlamıştı. Ayrıca Türk-Ermeni ilişkileri konusunda, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi için bazı yeni girişimlerde bulunacağını söyleyen Sarkisyan, “bu girişimlerin ilkinin Dünya Kupası elemeleri sırasında gerçekleşeceğini, Dünya Kupası elemelerinde Türkiye ile Ermenistan’ın aynı grupta yer alıyor olması nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Türkiye-Ermenistan maçını izlemek üzere Erivan’a davet edeceğini, maçın ardından iki ülke arasındaki sorunları enine boyuna görüşmeyi planladığını” belirtmişti.
Ermenistanlı siyaset uzmanı olan Erivan’ın Şam eski büyükelçisi David Ogenasyan’ın; “Kremlin’in Türk-Ermeni ilişkilerinin yoluna girmesi için girişimlerde bulunmak istediğini, Rus diplomasisinin Türk-Ermeni ilişkilerinin çözüm inisiyatifini Amerika’nın elinden almaya, Amerikan diplomasisinin gündeminde uzun yıllar kalan bu konuyu kendi gündemine almak istediğini” yazdı. Yine başka bir Ermeni uzman Aleksandr İskenderyan: “Güney Kafkasya’da dengelerin değişmesi sonucunda, Rusya şimdi Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesini istiyor. Rusya’nın daha önce bölgede farklı bir tutumu olduğundan dolayı, Ermenistan’ın izolasyonda kalması Moskova’nın işine geliyordu. Bugün ise durum daha farklı, dolayısıyla Rusya şimdi izolasyondan yana değil” diye görüş belirtiyor. (Alıntılar için Bkz. Rus internet portalı: www.kavkaz-uzel.ru)
Bölgede önemli bir ağırlığı ve gücü olan Rusya, Batının Ermenistan üzerindeki hamlelerinin önünü kesmek istiyor. Çünkü bölgeyi denetlemekte önemli bir yare sahip Ermenistan’ı, her ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemeyecektir. Bu nedenle, iki ülke arasındaki yakınlaşma, sadece ABD ve AB ülkeleri tarafından değil Bölge üzerindeki Batının kuşatmasını köklü olarak defetmek isteyen Rusya tarafından da isteniyor gibidir. Çünkü Rusya, Putin’in dediği gibi, Ermenistan’ı “Rusya’nın ileri karakolu” olarak görmeyi sürdürüyor ve Ermenistan’la mevcut yakın ilişkilerini, bozmamaya daha da pekiştirmeye ihtiyaç duyuyor. Başta ABD’nin ve dünyanın derin bir kriz içinde debeleniyor oluşu şu an zayıf ekonomileri ile sadece Ermenistan’ı değil, bağımsız olan eski SSCB’nin cumhuriyetlerini de Rusya’ya daha çok bağlamaktadır. En son Rusya’nın eski SSCB cumhuriyetlerini toplayarak (Gürcistan hariç) yaptığı antlaşma ve paktın merkezinde bölgenin lider gücü Rusya’nın bulunması; ABD’de başlayan krizin etkisinden sakınmak isteyen eski SSCB cumhuriyetlerinin şu an ekonomisi güçlü olan Rusya’ya dayanmak istemeleri; Rusya’nın elini batı karşısında daha da güçlendiren olgulardır. Bu nedenle, arzu etmese de, Ermenistan’ın Türkiye ile yakınlaşmasına karşı bugün karşı çıkmayan Rusya’nın, Ermenistan-Türkiye yakınlaşmasında, her iki ülkeyle ekonomik, tarihsel, bölgesel yakınlık ve enerji kaynaklarının tekeline sahip olma avantajlarını kullanarak, ABD’nin önüne geçmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Rusya’nın ABD’ye oranla Ermenistan’la ilişkilerde ağırlık koymasını kolaylaştıracak çok sayıda avantajı vardır: Eski SSCB Cumhuriyeti olan Ermenistan’la bugünkü Rusya’nın tarihsel yakınlığının yanı sıra, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarına yönelik işgal hareketinde Rusya’nın verdiği destek ve bundan Ermenistan’ın duyduğu memnuniyet; Ermenistan’da Rus askeri üslerinin bulunuşu; geçimini sağlamak için giden bir milyondan fazla Ermeni’nin Rusya’da çalışıyor olması: Ermenistan’ın Rusya’dan aldığı enerjiye bağımlılığı; ayrıca Rusya’nın birçok stratejik işletmesinin Ermenistan’da bulunması; Rusya’nın Ermenistan halkı arasındaki imajının Ukrayna ve Gürcistan’a oranla daha güçlü olması, Rusya’yı bu bölgede avantajlı kılmaktadır. Ermenistan’ın bölgedeki komşularıyla yegane yakın ilişkisinin Rusya ve İranla olması; enerji ve petrol ilişkisini bu ülkeler üzerinden kurması ve İran’ın Rusya ile mevcut yakın ilişkileri göz önüne alındığında, Ermenistan’ın yazgısının, adeta Rusya’ya bağlanmış olduğu da görülüyor.
Bölgede çatışma içindeki tüm emperyalist güçlerin, Erivan buluşmasında taraf olduğu, yukarıda özetlediğimiz gelişmelerin seyrinden de anlaşılmaktadır. Önceden pişirilip hazırlanan ve Türkiye’nin önüne konan Erivan ziyareti’nde, Gül’e sadece ‘görev gezisi’ni yapmak düşmüş! Konuya ilgi duyanların yukarıda aktardığımız görüşlerinden de görülüyor ki, tüm taraflar, emperyalist odaklar, ABD, AB, NATO, Rusya, kendileri yönlendirdikleri sürece, Ermenistan–Türkiye ilişkilerinin gerginlikten yumuşama aşamasına geçmesinden yanadır. Egemen güçler, kendi çıkar hesapları ve planları sonucu bu yakınlaşmayı istiyorken, gönül isterdi ki, kimsenin itmesi olmaksızın, taraflar kendi bağımsız iradeleriyle dostluk masasında bir araya gelsin; tarihsel olarak yıllardır barış ve dostluk içinde yaşayan Ermeni ve Türk halkları arasındaki sorunları giderip, düşmanlık ve kinden uzak yeni bir sayfa açsın!
SONUÇ OLARAK
Gürcistan’ın Osetya’ya saldırısına Rusya’nın cevabı ve bölgedeki olası gelişmeler, Türkiye’ye daha önceden biçilen ve kesintiye uğrayan rolün hızla sahneye konmasını gerektirmiştir. Çünkü ABD ve Batılı emperyalist güçler ile Rusya arasında, petrol havzaları ortasında kilit bir konumda olan Gürcistan, Ukrayna ve Ermenistan üzerinde hegemonya kurmak konusunda bir çekişme Gorbaçov dönemi sonrasından bugüne zaten süregelmekteydi. Rusya eskiden kendine bağlı cumhuriyetlerini tekrar kazanmak isterken, ABD ve AB (farklı eğilimleri barındırsa da) ise, bu ülkeleri NATO vb. ittifaklar içine çekerek Rusya kuşatmasını tamamlamak ve aynı zamanda Asya’dan Avrupa’ya uzanacak güvenli bir enerji koridoru yaratmak istiyordu. Gürcistan’ın ABD destekli atağına Rusya’nın sert cevabı, bu enerji koridorunu yarmış görünüyor ve hesaplaşmada sıra, Ukrayna ile Ermenistan’a gelmiş görünüyor.
ABD’nin İran’ı da hedefe koyduğu düşünüldüğünde, Kafkasya bölgesinde en azından kendi çıkarlarına hizmet etmek üzere müttefik olabilecek bir Ermenistan ve Türkiye; batının tercih ettiği bir şeydir. Rusya da elbette, ABD’nin denetiminde olmamak kaydıyla, bölge ülkeleriyle ilişkilerini bozmamak için, bu yakınlaşmaya karşı çıkar görünmeyecektir. Nitekim Türkiye’nin ‘Kafkasya İşbirliği Örgütü’ önerisine, bu koşullarda gerçekleşmesi olanaksız olsa da, karşı çıkmamış, desteklemiştir. Genel olarak emperyalist güçler, Türkiye–Ermenistan arasındaki sorunların kesin olarak çözülmese de, en azından yumuşatılmasını; iki ülkenin aynı masada oturabilecek konumda olmasını arzu ediyor. Bu çerçeveden bakıldığında, ‘Türkiye’nin aktif dış politikası denen rolü”nün, ABD’nin iterek sürüklediği bataklığa gözükara dalmak anlamı taşıdığı açıktır.
Ermenistan’la ilişkilerde şimdiye kadarki tüm hükümetler, resmi politika olan “sözde soykırım meselesi” lafızıyla sorunun üzerinden atlayan inkarcı bir hat izlediler. Ermenistan cephesinde ise, 1915 kıyımı, Taşnaklar ya da Hınçaklar, hangi klik yönetimde olursa olsun ve kıyımı yaşayanların torunları olarak, ister Ermenistan’da, ister diasporada yaşasın tüm Ermeni halkının hafızalarına kazınmış bir olgu olarak tazeliğini korumaktadır. Ermeni halkının tarihinin ayrılmaz bir parçası olan bu sorunun unutulacağını beklemek hayalciliktir. Bu nedenle, “soykırım” sorunu, hiçbir Ermeni yönetiminin eğer ciddi bir jest görmezse, öyle kısa vadede, üzerinden atlayıp geçebileceği bir konu niteliğinde değildir. İki halkın dostluk ilişkilerinde, ‘sözde ermeni soykırımı’ gibi inkarcı tutumdan vazgeçilerek, Türkiye’nin geçmişteki katliamlardan dolayı Ermeni halkından özür dilemesi; sınırların açılması; diplomatik ilişki kurulması; dostluk ilişkilerinin kurulması ve geliştirilmesinde, hiçbir tıkayıcı ön şart ileri sürülmemesi; tarihçiler araştırır ya da araştırmaz, ama ‘soykırımın tanınması’ konusunun, zaman içinde halkların birbirini anladığı, yakınlaştığı sürece bırakılması en akla uygun yol olacaktır.
Erivan görüşmesinden sonra, Ermeni ve Türkiye taraflarının yaptığı açıklamalara bakılırsa, ‘yolun yarısı geçildi’. Diğer yarısının ne zaman ve nasıl geçileceği, bölgedeki kapışmanın alacağı düzeye, bölgenin bağımlı ülkelerinin, emperyalist güçlerin bloklaşmasına paralel olarak safa girmelerine bağlı olacaktır. Nitekim Erivan ziyaretinden sonra New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle bir araya gelen Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan dışişleri bakanlarının görüşmesinden herhangi bir somut sonuç çıkmayınca, “yine başa mı dönüldü?” kaygılarının çoğalması da, görüşmelerin sonucunun emperyalistlerin hamle ve karşılıklı hamlelerine bağlı olacağına işaret etmektedir.
Erivan ziyareti, emperyalist güçlerin, tarafları itmesiyle gerçekleştiği için, bugünden iki ülke arasındaki sorunları çözerek, halklar arasında barış ve dostluğu geliştirebilecek bir potansiyelden yoksundur. Rusya’nın bölge ülkeleri üzerindeki nüfuzunu kırmaya yönelik Batı emperyalistlerinin planının bu safhası, Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki gerginliği giderme bahanesiyle oynandı. Girişimden amaçlanansa, bölge üzerinde yapılacak sonraki operasyonlarda, iki önemli kilit ve karakol pozisyonundaki ülkeden (Türkiye zaten potaya girmiş durumdadır) Ermenistan’ı da yumuşatarak, Rusya’nın etki alanından koparmaya çalışmaktı. Erivan Buluşması’nın ve sonraki görüşmelerin içeriğini, çatışan güç odaklarının Kafkasya’daki çıkar hesapları belirlese de, her iki ülkenin, bu vesileyle ilişkilerini düzeltmesi; sınırların açılıp, diplomatik ilişkilerin kurulması; her iki tarafta da şoven ve milliyetçi kesimlerin, tarihsel kinleri körüklemesinin etkilerini zayıflatacak, uzun vadede iki halk arasındaki dostluk ve kardeşlik bağlarının gelişmesinin yolunu açacağından halkların kazanç hanesine yazılacaktır.