IMF reçeteleri, krizlere derman olmuyor
C. ERMAN
Kapitalizmin bu yüzyılın ilk, ama 1929 bunalımından sonraki en büyük kriz dönemini yaşadığında, başta egemen sınıflar, hemen herkes hemfikir. Krizin dalgalarının Türkiye’ye ulaştığı, ama asıl etkinin 2009 ortasında gözükeceği, dahası Güney Afrika ve Türkiye’ye en çok zarar vereceğinin söylendiği günlerde, AKP Hükümeti’nin başı T. Erdoğan da, tükürdüğünü yalayarak, IMF’ye ‘ümük sıktırmaya’ karar verdi. Artık ‘teğet geçmeyeceği’ anlaşılan krizi, hafiften atlatabilmek, ekonomiyi canlandırabilmek için; öncekilerden daha acil olarak, borç ve kredi arayışına girildi. TÜSİAD’ın sermaye kesimine ait dış borç ödemelerini, hazinenin sırtına yıkma çabası, IMF ile görüşme çığırtkanlığı yapması; hükümetin tutumunda belirleyici oldu. Tüm borçlara kefil ve denetçi olacak IMF ile 21. stand by antlaşmasını imzalamak üzere masaya oturuldu. Son haberlere göre, sağlanan mutabakat; 2009 Ocak ayında antlaşmaya dönüşecek.
Bugün yaşı 45-50 civarında olanların çok yakından tanıdığı IMF, ülkelere verdiği borçlar karşılığı ağır faizler bindiren, ülkeleri tefeci cenderesi altında inleten, bir ülkenin tüm işlerine, bakan tayininden, yasa yapılmasına; ücretlere, maaşlara, emeklilik haklarına, sağlık sigortasına, tarım ürünleri taban fiyatlarının saptanmasına, yapılacak okul, hastane vb. altyapı yatırımlarına karışan; özcesi ‘her işe maydanoz olan’ bir kuruluş. Ayrıca, ABD’de başlayan kriz olmasa bile, Türkiye ekonomisinin dışarıdan sıcak paraya bağımlı olan büyümesinin; durma noktasına geldiği ve bunun baş sorumlusunun da IMF olduğu bilinmesine karşın; Türkiye, iplerini, yine IMF’nin ellerine teslim ediyor. Yazıda, IMF’nin yapılanmasına, gücünün sınırlarına, icraatlarına değinerek, IMF’nin özel olarak Türkiye’nin ekonomik ve politik hastalıklarına derman olmak bir yana, bizzat bu hastalıkların üretilmesindeki payını ve ekonomileri kangrenleştiren işlevini ele alacağız.
IMF HANGİ İHTİYAÇTAN DOĞDU?
1929’daki büyük ekonomik kriz öncesinde, uluslararası para olarak altın geçerliydi. Ülkeler, paralarını ellerinde bulunan altın rezervine karşılık olarak basıyorlardı. Paraya olan güven sarsılıp, paralar altınla eşitlenemez bir düzeye gelince, dünya parasal düzeni de bozulmuş, savaş koşulları ve sonrasında birçok ülkede yükselen aşırı enflasyon nedeniyle; ticaret, mal değiş tokuşu temelinde yapılır olmuştu. Kriz sonrası paranın değerini saptayacak bir kurum ve uluslararası bir yeni parasal düzen arayışı gündeme girdi. IMF, ilk olarak işte bu ihtiyaçtan doğdu. Ticaretin uyumlu olarak gerçekleşmesi için döviz kurunda istikrar, yani sabit kurlar çare olarak benimsendi. 1944 yılında Amerika’nın Bretton Woods şehrinde 44 ülkenin delegeleri toplandı, yeni uluslararası para olarak; 2. büyük savaştan, güçlü bir emperyalist olarak çıkan, ekonomisi de güçlü olan ABD’nin ulusal parası dolar benimsendi.
1946 Mayıs’ında faaliyete geçen IMF’de, bu parasal düzenin uluslararası düzeyde denetçisi, yani ulusların paralarını ve kurlarını ve ticarete uyumlarını kontrol ve koordine eden bir kurum olarak devreye girdi. Bugün IMF’ye üye ülkelerin sayısı 182’ye ulaşmıştır. Üye ülkeler IMF’ye katılırken bir miktar para yatırmaktadırlar, yatırdıkları oranda para çekme hakkına ve karar aşamalarında o oranda bir oy hakkına sahiptirler. En çok para yatırıp katkıda bulunan, başta ABD olmak üzere emperyalist G8 ülkeleri olduğundan, bu ülkeler, kararlarda da belirleyici konumdadır. IMF, ayrıca kriz sonrasında gelişmiş emperyalist ülkelerin büyüme, dünya pazarlarını ele geçirme, kârlarını azamileştirme ihtiyacına da yanıt veriyordu.
Önemli bir nokta da, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumsal düzenlemelerin; emperyalist zincirden 1917 Devrimi ile kopan SSCB’nin savaş sonrası sosyalist inşadaki başarıları, emperyalist blok karşısında alternatif olarak dikilmesinin korkusuyla ABD emperyalizmi tarafından başlatılan ‘soğuk savaş’ı sürdürme, SSCB’yi askerî olarak kuşatma politikasında destek araçları olarak kullanılmasıydı.
Verilen borç ve krediler, ABD’nin dünya jandarması olarak sivrilmesine de hizmet ediyordu. Ekonomik, politik ve askerî çıkarların kesiştiği ülkeler, potaya ilk elden alınan ve tuzağa düşürülen ülkelerdi. SSCB’nin komşusu Türkiye’nin batının tuzağına düşürülmesi; Marshall yardımıyla Birleşmiş Milletler’e üyeliği, NATO’ya girişi ve IMF üyeliğinin aynı dönemde gerçekleşmesi tesadüf değildir.
Başlangıçta IMF’nin görev alanı sanayileşmiş ülkelerdi. Dünya Bankası ise, IMF’nin paralelinde az gelişmiş ülkeleri sistemle birleştirmeyi, yani onları emperyalizmin ağına düşürmeyi görev edinmişti. Ekonomik paketler‚ ‘yapısal uyum’ adı altında, geri ve az gelişmiş ülkelere pazarlanıyor, onların ekonomileri sanayi ve tarım alanları emperyalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda piyasaya açılarak; verilen krediler, başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalistlerin ve tekellerin azami kârlarını gerçekleştirmeye, ülkelerin soyulmasına, sömürgeleştirilmesine hizmet ediyordu.
1970’lere kadar süren ekonomik sömürü mekanizmasının‚ bu türden ‘yapısal uyum’ versiyonu; Türkiye’de ve dünya genelinde‚ ‘ithal ikameci sanayileşme’ olarak da tanınmaktadır. Savaş sonrası, dünyanın yıkımı, dünyanın birçok bölgesinin halen sanayileşme sürecinde olması, ama esas olarak tarımsal ekonomi içinde debelenmesi; başta ABD emperyalistlerinin elinde biriken sermaye fazlasının, değerlenecek alanlar arayışı, kâr oranlarındaki düşme eğilimini dengeleyecek yeni sömürü alanlarının piyasaya açılması çabaları; geri ülkelere, borç, kredi ve doğrudan sermaye yatırımlarıyla sızarak, oraları arka bahçe olarak kullanmayı ve kârları azamileştirmeyi olanaklı kılmaktaydı.
1971 yılı, ABD’nin 1893 yılından sonra mal ticaretinde ilk kez açık verdiği yıldı. ABD, bu dönüm noktasında, Bretton Woods’ta belirlenen para ve sermaye sistemini tek taraflı olarak bozmayı, para basmada, diğer büyük kapitalist devletlerin denetimi dışına çıkmayı; kendi çıkarları açısından zorunlu gördü.1 ABD’nin, artık uluslararası para da sayılan doları, altın karşılığı değil de, keyfince basıp, piyasaya sürmesi ve 1973 petrol krizinden sonra bir likitide bolluğu yaratmasıyla; ülkelerin borçlandırılarak soyulması dönemine geçildi. IMF ile Dünya Bankası arasındaki rol dağılımı da bu arada değişiklik gösterdi.
IMF ve Dünya Bankası, emperyalist ülkelerin, borç batağına çekerek geri ülkeleri kendilerine bağlama ve sömürgeleştirme işlevini birlikte yürütmeye başladılar. IMF, borç tuzağına düşürdüğü ülkelerle Stand By antlaşmaları yapıyor, Dünya Bankası ise, sözde yapısal uyum programlarını projelendirip kredi sağlayarak, IMF ile birlikte, borç paraların kullanımını yönlendiriyor, denetliyor, ülkelerin ekonomisi ve sektörlerini uluslararası sermayenin çıkarlarına göre biçimlendiriyordu.
1954-70 arasında, 47 ülke IMF masasına oturarak, stand-by anlaşmaları yapmıştı. O günün koşulları içinde, gelişmekte olan ülkeler, uygun koşullarda kredi bulabiliyorlardı. Fakat 1970’lerde başlayan petrol krizi, bu ülkeleri IMF’ye olan borçlarını ödeyemez duruma düşürdü. 1980’lerde başlayan borç krizinde, IMF, gelişmiş ülkelerin neden olduğu krizin ortaya serdiği açmaz ve sorunların tüm yükünü; azgelişmiş ülkelerin sırtına bindirdi.
IMF’nin yenilenmiş işlevi “alacakların tahsilini” , faizlerini garanti altına almaktı. Artık o, uluslararası bankaların icra memurluğunu yapmaktaydı. Verdiği referanslar, “sıcak para” girişi için diğer banka ve mali fonlara ‘yeşil ışık’ anlamına geliyordu. Olumsuz bir sinyal ya da politik bir şantaj sözkonusu olduğunda, sıcak para ülke dışına kaçıyor, yaratılan suni krizlerle ülke ekonomileri çökertiliyor, yeniden ve daha ağır şartlarla stand by antlaşmaları dayatılıyordu. Aslında 1990 sonlarındaki Asya, Latin Amerika, Rusya ve 2001 Türkiye krizlerinde olan buydu. Zora düşen ülkelerde yatırımları bulunan uluslararası şirketlerin de pazarları gittikçe daralmaya başlıyordu. Sermaye için bağımlı ülkelerin de çarklarının dönmesi, kâr aktarımı için zorunluydu. IMF’nin son dönemlere dek süren yeni rolü, dara düşmüş ülkelere istikrar paketleri önererek koşullu krediler vermesi, alacağı anaparayı ve geri ödenecek faizleri denetlemesiydi.
IMF’nin, bu nedenle, ekonomik reçetelerinin girizgâhında, dış açık veren ülkenin mali ekonomik dengelerini yeniden kurması, ‘yapısal uyumun’, ‘mukayeseli olarak üstün olunan sektörler’de, yani avantajlı olunan emek-yoğun, madencilik, tarım ya da turizm gibi sektörlerde yoğunlaşarak sağlanacağını, kalkınmanın da ‘ihracata yönelik sanayileşmeyle’ gerçekleşeceğini vaaz etmesi; gerçekte emperyalist sermaye birikiminin son ‘globalleşmiş’ versiyonuydu.
IMF DÜNYANIN BAĞIMLI EKONOMİLERİNİ ENKAZA ÇEVİRDİ
IMF’nin dayatma paketleri, kuşkusuz borç alan ülkeleri kalkındırmak için değildi, emperyalist sanayi ülkelerinin krizlerini, geri ülkelere yıkmanın, onları borç yoluyla kendine bağlayarak, mali sermayenin vurgunlarını artırmanın bir yoluydu. IMF’nin, borç almak için kapısını çalan ülkelere dayattığı koşullar, dünya çapında, hemen hemen aynıydı. Sadece borç anapara ve faizlerin ödeme takviminde ülkenin yaşadığı duruma göre, farklılıklar olabilirdi. IMF’nin bu dönem dünyanın geri ve yoksul halklarına dayattığı ‘istikrar paketleri’ olarak bilinen ‘kemer sıkma’ politikaları neleri içeriyordu, biraz yakından bakmakta yarar var:
1) Enflasyonun kontrol altına alınması, 2) Kamu finansmanının disipline sokulması, 3) Ülke parasının konvertibilitesi, yani döviz kurunun serbest dalgalanmaya bırakılıp, sabit kurdan vazgeçilmesi; 4) Kamu harcamalarının kısılması, sağlık ve eğitim harcamalarında kesintiye gidilmesi, maaş ve ücretlerin düşürülmesi, tüm devlet sübvansiyonlarının kaldırılması, tarım ürünlerine yüksek taban fiyatından vazgeçilmesi, fiyatların, devlet müdahalesine son verilerek, rekabetçi piyasa koşullarınca belirlenmesi, 5) Kamu yatırımlarının (KİT’lerin) özelleştirilerek satılması, yaratılacak kaynaklarla da borçların ve faizlerinin ödenmesi.
Özetle IMF, sıkı para politikası dediği, ‘kemer sıktırıcı’, sözde tasarruf sağlayıcı politikalarla, kendi verdiği borç-paranın geri dönüşünü ve alacağı faizin elde edilmesini garanti edecek tasarruf koşullarını yaratmaya çalışıyordu. Bunun için de, dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye’de 12 Eylül’de yapıldığı gibi, “sermaye için istikrar” isteyerek, askerî faşist cuntalara âdeta davetiye çıkarıyordu. Yoksul ülkelerin tüm tasarrufları, birikimi, emekçilerinin fedakârlığı, IMF kasasına ve emperyalistlere akıtılıyordu. Gümrük duvarlarının kaldırılması önerisi ve ülke parasının dalgalanmaya bırakılması yöntemiyle, yani eşit olmayan bir ticari ilişki yoluyla; emekçilerin ürettiği değerlerin, kur oyunlarıyla emperyalist merkezlere akıtılması sağlanıyor; bağımlı ülkeler soyularak yoksullaştırılıyordu. Dolar basma yetkisine sahip olan ABD, para vanalarının başında oturuyor, hiçbir riske girmeden karşılıksız banknotlarıyla yoksul ülkelerin emek-değerini, mal ve ürünlerini kendine akıtıyordu. Özcesi, tefecinin yoksul köylüyü inletmesi gibi, IMF paketleri de, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin halklarını (bir avuç işbirlikçisi hariç) inletiyordu…
Bu yeni ekonomik model, 1970’ler sonrasında dünyanın geri ve bağımlı ülkelerine dayatıldı. Gorbaçov Rusyası’nın teslim alınmasından sonra, “Yeni Dünya Düzeni” ve “Globalizm” olarak piyasaya sürülen ideolojik propagandayla birleştirilerek; “sermayenin globalleşmesini hızlandıran, serbest rekabetçi ihraç ekonomisi modeli” olarak, günümüze dek uygulandı. Eldeki üretim stoklarının eritilmesi, sermayenin yeniden genişleyerek büyümesi; emperyalist ülkelerin kâr oranlarını artırması ve kriz dinamiklerini savuşturmaları; artık bu soygun biçiminin, IMF eliyle yürütülmesine bağlıydı. Aşırı üretim ve elde biriken mali fonlar; mali sermayeyi, ağına düşmemiş ülkelerin ürünlerini ucuza satın almayı, bu ülkelerin toprak mülkiyetini ve kamuya ait sanayi işletmelerini ucuza kapatmayı âdeta ‘tahrik’ ediyordu. Ayrıca aşırı üretim ve kâr oranlarının görece düşme eğilimi, mali-sermayeyi, kur farkı, faiz oranlarının değişimi vb. borsa oyunları yoluyla ‘paradan para kazanmaya(!)’ zorluyor; üretken alanlardan göreli olarak uzaklaştırıyordu.
ABD, kendi dış açıklarını; dış dünyadan ABD’ye giren portföy yatırımları sayesinde, sermaye fazlası vermek suretiyle dengeleme sürecine girmişti. Bu nedenle, IMF reçeteleri yoluyla bağımlı ekonomiler, iç talepleri daraltılarak, dış ticaret fazlası vermeye, ihraç ekonomileri olmaya zorlanıyor ve elde edilen “fazla”lar, ABD’nin finans açıklarını kapatmaya yarıyordu.
ABD’de ve dünya piyasalarında dolaşan para ya da para yerine geçen kredi kartı, hisse senedi vb. aracı eşdeğerlerin miktarı, toplam maddi mal ve ürün miktarını eşdeğer olarak temsil etmiyordu. Dünya hasılasına eşdeğer para miktarından onlarca kat fazlası, sanal yollardan piyasada dolaşıyordu. Piyasadaki trilyonlarca fazla doların karşılığına denk düşen, somut olarak alınıp satılan bir maddi üretim nesnesi yoktu. Sanal yollarla, ‘paradan para kazanma’ya çalışanlar; nihayet en başta kapitalizmin ana karargâhı ve mabedi olan Amerika’da duvara tosladı.
ABD’de Mortgage diye anılan emlak piyasasında ipotek karşılığı alınan, ama elden ele geçerek dünyayı turlayan kredi senetlerinin; geri ödenememesi sonucu; çok önceden sanayide başlayan aşırı üretim krizi görünür hale geldi, ekonomik durgunluk başladı. Piyasaya devletçe pompalanan, üretimi canlandırıcı(!) tüketici kredileri ve bataktaki işletmeleri kurtaracak trilyon dolarlık devlet yardımları, derde deva olamadı. ABD’nin dünya ekonomisindeki üretim, tüketim ve sıcak para akışındaki belirleyici konumu, doların dünya parası oluşu, krizin dünyaya yayılma dinamiklerini hızlandıran etkenlerdi. Zincirleme olarak uluslararası sigorta şirketlerini ve bankaları kapsayarak ilerleyen ve dönüp çıktığı yeri, yani üretimi vurarak onu durgunluğa ve küçülmeye iten ve henüz başlangıcını yaşayan kriz, derinleşerek yayılmasını sürdürüyor.
ABD, doların dünya parası olmasını ve dünyadaki ekonomik ve askerî egemenliğini kullanarak; yüksek faiz oranlarıyla dünyadaki dolarları tekrar kendine çekerek, açıklarını kısmen kapatmaya çalışmış, para basmayı sürdürerek, tüketici kredileri açarak ABD içindeki tüketim eğilimini teşvik ederek, bugüne kadar ekonomisini çevirebilmişti. Artık bunların da, krizle birlikte, çare olmadığı, aksine onu tetikleyen bir işlev gördüğü bilinmektedir. Ama emperyalist zengin ülkelerin, halen krize çare olarak, 4 trilyon dolarlık bir parayı piyasaya sürerek “şok tedavi” arayışında olmaları; dünya çapında enflasyonun artırılmasını ehven-i şer bir çare olarak görmeleri de onların derin bir açmazıdır.
IMF gibi kurumların rolünü ve geleceğini de; bu yeni dönemde, emperyalist ülkelerin belirleyeceği bu türden anti-kriz önlemleri, yeni bir uluslararası para düzeni kurulması gibi arayışlar şekillendirecek olsa da; IMF’nin, borç tuzağıyla ülkeleri soyma işlevi değişmeyecek görünüyor. Çünkü her zaman emperyalist ülkelerin kendi iç piyasalarında uyguladığı tedbirlerle, geri ülkelere dayattıkları tedbirler daima farklı olmuştur. Bugün de onlar, krizde sağlam durabilmek için, farklı düzeylerde kendi iç piyasalarına para sürerek; tüketimi artırıcı, istihdamı koruyucu politikalar ve sübvansiyonlar peşindeyken; geri ülkelere sıkı para politikası ve tasarruf paketleri öneriyor, mevcut işsizliği ve yoksulluğu daha da artırıcı tedbirler dayatıyor, krizlerini geri ülkelere yıkmaya çalışıyorlar.
Geri ülkelere yönelik IMF’nin günümüzde oynayacağı rol, öncekinden farklı görünmese de, başta emperyalist merkezler olmak üzere, dünyanın kriz koşullarını yaşıyor olması; önemli bir farktır. Borcu alanın da verenin de diken üstünde olacağı riskli kriz koşulları yaşanıyor. Oysa, 1970 petrol şoku sonrasında emperyalist merkezler rahattı, ellerinde birikmiş fonları, borç verme ve kâr oranlarını artırma yönünde değerlendirerek, sermayenin devrini sağlayabiliyorlardı.
Bugün ABD’de ve diğer Batılı emperyalistlerde derinleşerek ilerleyen krizin nerede duracağının kestirilemediği, kimin nereye savrulacağının bilinmediği koşullarda; IMF, (emperyalistler adına) verdiği borçlarla, krizin yükünü doğrudan borçlu ülkeye yıkacak, daha yakından gözetecek, daha çok dayatacak, daha çok “ümük” sıkacaktır. Bu da IMF’nin, emperyalist merkezlerin krizin yüklerini, eskisinden daha ağır ve doğrudan yoksul emekçilere ödetmesi, ülkeleri iyice teslim alması demektir.
1980 sonrasında, IMF reçetelerinin krizleri geri ülkelere aktarmadaki evrensel rolüne ve uygulattığı parasal politikaların sonuçlarına bir gözatmak, günümüzdeki reçetelerin yol açacağı enkazın boyutlarını da anlamaya yardımcı olabilir.
Emperyalist gelişmiş ülkeler, borç tuzağına düşürdüğü ülkeleri sömürüp, semirip âdeta her alanda bir obezite durumu yaşarken; geri bıraktırılmış sömürge ve yarı sömürge ülkeler; işsizlik, açlık, susuzluk, okulsuzluk, ilaçsızlık; askerî cuntalar ve iç savaşlar girdabında yazgılarına terk edildiler.
Geri ve bağımlı ülkelerin,1970’teki petrol krizi sonrası başlayan borç arayışı ile, borç krizinin çıktığı 1982 yılları arası dönemde, toplam borç miktarı on bir kat artmış; 62.5 milyar dolardan 743,5 milyar dolara yükselmiş ve bugün 2 trilyon doları aşmıştır.
Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılan bir araştırmada, IMF politikalarını uygulayan 89 az gelişmiş ülkenin, 1965’ten 1995’e kadarki ekonomik büyümesi incelenerek, bazı sonuçlara varılmıştır. Buna göre, “ülkelerin 48’i, borç aldığı yıla göre, kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32’si daha da fakirleşmiş, bu ülkelerden 14’ünün ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür. Örneğin Nikaragua 1968’den 1995’e kadar 185 milyon dolar borç almış, ancak ekonomisi %55 oranında daralmıştır. Zaire ise, 1972-1995 döneminde 1,8 milyar dolarlık borç almış ve ekonomisi %54 oranında küçülmüştür.”
Ayrıca IMF reçetelerinin uygulandığı ülkeler, istikrarsızlığa sürüklenmiş, işçi ücretlerinin düşürülmesi, sosyal harcama ve sübvansiyonların kesilmesi, tarım ürünlerine düşük taban fiyat belirlenmesi emekçilerin eylem ve protestolarını yükseltmiş, egemen sınıflar ve hükümetler çareyi, IMF reçetelerinin uygulanma koşullarını, askerî cuntaların terörist yöntemlerinde bulmuşlardır. Türkiye’de 24 Ocak 1980’de IMF ile imzalanan stand by antlaşması emekçi direnişlerinin yükseldiği koşullarda uygulanamayınca, TİSK başkanı olan Halit Narin’in gazetelere ilan yoluyla, 24 Ocak Kararları diye bilinen “IMF paketlerinin uygulanması için, askerî darbe çağrısı” yapması ve IMF reçetelerinin ancak faşist cunta koşullarında uygulama olanağına kavuşması henüz hafızalardan silinmemiştir.
Peru’da, Haziran 1977’de imzalanan stand-by anlaşması sonrasında da, genel grev ve halk ayaklanmaları başlayınca, hükümet anlaşmanın imzalanmasından caymıştır. Kasım 1977’de anlaşma tekrar imzalanınca, yeniden bir halk ayaklanması başlamış, Haziran 1978’de sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bolivya’da da, 1980 yılında benzer bir durum yaşamıştır.
Dünyada IMF’nin yapısal uyum programlarını en uzun süreyle uygulayan ve IMF talimatlarını 1973’ten sonra harfiyen uygulayan Şili’ye bakacak olursak; hızlı bir özelleştirme yapılmış, Şili, gümrükler açısından dünyanın en korumacı ülkesiyken, en esnek ülkesi haline gelmiş, tüm özelleştirmeler tamamlanmış, yabancı sermaye teşvik edilmiş, yabancı sermaye çelik, telekomünikasyon, havayolları gibi en stratejik sektörlerde bile ortak durumuna gelmiş, ticaret bütünüyle serbestleşmişti. Sonuçta, Şili’nin bu yapısal uyum programlarından sonra, 1991’deki dış borcu 19 milyar dolar, yani millî gelirin %49’u olarak gerçekleşiyor, millî gelirindeki artış 1961-1971 arasında %4,6 olarak gerçekleşmişken, bu artış 1974-1989 arasında sadece %2,6’ya düşerek, ülke ekonomisi küçülüyordu. Bugün Şili ekonomisinde tam bir istikrarsızlık hâkimdir. Kamu harcamaları iyice kısılmış, ücretler dondurulmuş ve Şili’nin ulusal parası peso devamlı değer kaybetmiştir. 1980-1990 arasında yoksulluk sınırındakilerin oranı %12’den %15’e yükselmiş, açlık sınırındakilerin oranı da %24’ten %26’ya çıkmıştır. Yani toplumun yaklaşık %40’ı yoksuldur.
Meksika, 1995’te IMF’den borç alarak, ekonomik krizi atlatmaya çalışmıştır. 1994’te, ulusal paranın %50 değer kaybetmesinden bir yıl sonra, tüketici fiyatları %35 artmış ve faiz oranları %60’ı bulmuştur. Meksika halkı, 1994’ten 1996’ya kadar, 60 milyar ek dış borcu daha yüklenmek durumunda kalmıştır. Kişi başına düşen millî gelir, 1995 boyunca %9 gerilemiştir. IMF’nin istikrar programı, ekonomik büyümeyi azaltmış ve yoksul halkı sefalete itmiştir.
Bu arada, Türkiye ile önemli benzerlikleri kurulan Arjantin ekonomisinin, IMF eliyle yaşadığı ibretlik tabloya bakmakta yarar var:
IMF’nin ‘Arjantin modeli’ olarak övdüğü ve bağımlı ülkelere örnek gösterdiği Arjantin’de, IMF politikalarının halkı yoksulluğa iterek isyana mecbur ettiği; hükümetlerin de, halk hareketlerinin baskısı sonucu iflas bayrağı çekerek, IMF’ye olan borçlarını ödememe yoluna gittiği bilinmektedir.
Arjantin, yüksek enflasyona çare olarak (ki, 1991’de yüzde binlerle ifade edilmekteydi), dolar değerini sabitleyerek enflasyon sorunu atlatmış, ulusal gelirini 1990-1998 arasında %6.8 artırmıştı. Alım gücü baskı altına alınarak, iç talep düşürüldü. Bu süreçte IMF patentli liberal politikalar, yani özelleştirmeler, ithalatın serbestleşmesi, yabancı sermayeye açılma vb. uygulamalar sonucu; Arjantin yoksullaştı, dünyanın bir numaralı et ihracatçısı ülkede halk, kasap dükkânlarına saldırmaya başladı.
1999’da, dolar değerinin yüksekliği, Arjantin ürünlerinin fiyatını düşürdü, ayrıca ticaret ortağı olduğu Brezilya’nın devalüasyon yapması, Arjantin’in dış ticaret dengesini bozdu. Doğu Asya, Brezilya ve Rusya’daki bunalımın da etkisiyle, dış borç faizleri artıp, dış açıkları büyüyünce; Arjantin, IMF’yle 40 milyar dolarlık Stand by antlaşması imzaladı. 2001 ortasında sabit kur sistemini ihracatçılar için esneten Arjantin’de, devalüasyon beklentisi; dolara hücum edilmesine yol açtı. Arjantin, 2001 yılı sonunda tahvil borçlarını ödeyemez duruma geldi ve IMF’yle borç servisini durdurarak, yabancıların elindeki tahvil ana paralarının sadece dörtte birini ödeyeceğini ilân etti.
Arjantin devleti, Ocak 2002’de, sabit kur sistemini terk edip pesoyu devalüe etti. Şubat’ta peso dalgalanmaya bırakıldı. Ekonominin daralması 2002 ortasında sona erdi ve ulusal gelir artmaya başladı. Fakat Haziran 2002’de işsizlik yüzde 20’yi aşmıştı. 2003 Eylül’ünde, Arjantin, IMF’ye günü gelen borç taksidini ödeyemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine IMF, Arjantin’e, üç yıllık 13 milyar dolarlık bir ‘stand-by’ (destek) daha vermeyi kabul etti. 2004 Mart’ında Arjantin, yine IMF’ye borç taksiti öderken, IMF’den ilerde yeni kredi (yani borçlarının itfasının ertelenmesi) vaadini kopardı. Buna karşılık, 80 milyar dolarlık tahvil tutan alacaklıları ile görüşerek uzlaşmayı kabul etti.
Arjantin’in toplam kamu borcu, 1996 yılında 96 milyar dolar iken, 1998’de 109 milyar dolara ve 2000 yılında 171 milyar dolara yükseldi. Borçları ödemek için başvurulan ise, özelleştirmeler oldu. İğneden ipliğe kadar her şey satıldı. Kamu kuruluşları ve kamuya ait arazi ve binalar, her şey satıldı. IMF’nin isteğiyle her şeyini satan Arjantin’de, son yaşanan krizde ise, artık satılacak bir şey yoktu. Borç almadan yaşayamaz durumda olan Arjantin ekonomisi iflas edince, IMF, bu kez de “benim istediğim şartlarda iflas edeceksin” diye dayatarak, vereceği kredileri askıya alma tehdidi yaptı. Sonuçta, Arjantin’de halkın yarısı yoksullaştı. Ama Arjantin’in vurguncu rantiyelerinin ülke dışında birikmiş 100 milyar dolarlık serveti olduğu da bilinmektedir.
Türkiye burjuvazisi, Arjantin deneyinden ders almışa benzemiyor, ama işçilerin eylem, direniş ve protestolarla faturayı ödemeyi kabul etmeyerek, hükümetleri ve IMF’yi geri adım atmaya zorladığı Arjantin deneyinden Türkiye ve dünya işçilerinin yararlanacağı çok şey vardır.
IMF REÇETELERİNİN TÜRKİYE EKONOMİSİNDE YOL AÇTIĞI YIKIM
Dünyada 1998’den sonra faizlerin genel olarak düşmesi ve sıcak para bolluğu yaratılması nedeniyle, hemen hemen tüm borçlu ülkeler, IMF’ye olan borçlarını, faizleriyle, kamu işletmelerini satma pahasına da olsa ödeyebiliyorlardı. Bu nedenle, IMF kapısından uzak duruyor, yeni stand by antlaşmaları imzalamıyorlardı. IMF’nin belki de tek müşterisi Türkiye kalmıştı. IMF’nin kendisi de krize girmiş, birçok çalışanına yol vermişti. Brezilya ve Arjantin’in de borçlarını ödemesinden sonra, Türkiye, “IMF’ye en fazla borcu bulunan ülke” konumuna gelmişti.
1999 yılından bu yılın Mayıs ayı sonuna kadar, Türkiye, IMF’den toplam 43 milyar dolar borç kullandı. Bu borcun 34,7 milyar dolarlık kısmı geri ödendi. Bu dönemde Türkiye, IMF’ye faiz olarak ise 5,6 milyar dolar ödedi. ATO araştırmasına göre; “2007 Mayıs sonunda Türkiye’nin IMF’ye toplam 8,7 milyar dolar borcu var. Türkiye, kalan borç için IMF’ye toplam 1 milyar dolar da faiz ödeyecek. Türkiye ödediği faizle, IMF’nin cari harcamalarını finanse eden tek ülke konumunda. Ocak 2007 tarihi itibarıyla, IMF’nin 73 ülkeden alacağı var. Toplam 19,9 milyar doları bulan bu alacağın 10,2 milyar doları Türkiye’nin borcu. Yani, IMF’nin her 100 dolarlık alacağının 51 dolarını Türkiye’nin borcu oluşturmakta. Türkiye’yi 1,4 milyar dolarla Pakistan, 812 milyon dolarla Ukrayna izlemekte.”
Türkiye de, bu koşullarda aldığı borçlarla, dışarıdan sıcak para girişiyle ekonomisini çeviriyordu. Buna rağmen ekonomik dengeler kırılgandı. İhracat yoğun ithalata dayalı olarak sürüyordu. Türkiye’nin batı ittifakına, ikili antlaşmalar ve askerî paktlar yoluyla çekilmesiyle hızlanan emperyalizme bağımlılık politikaları ve buna paralel 1970’ler sonrası yoğunlaşan IMF kıskacı; ülkenin iç kaynaklarına yaslanarak, kendi ayakları üzerinde bir ekonomik büyüme sürdürebilme dinamiklerini temelleriyle yıkmıştı. Kamuya ait fabrikalar özelleştirilmiş, tarım ve hayvancılık bitirilmiş, otelcilik, turizm vb. hizmet alanları şişirilmişti. Üretken özel sermaye yatırımları da azaltılarak, sermaye rantiyeliğe özendirilmiş, yeni istihdam olanağı yaratılmamış, işsizlik alabildiğine artmıştı.
Dünya krizinin etkisiyle hazırdaki dış para kaynaklarının da tıkanması ve faiz oranlarının tekrar yükseltilmesi koşullarında Türkiye’nin durumu vahimdi. Çünkü borç almak için, IMF garantisi gerekiyordu. IMF’ye iş düşecekti. IMF, zaten kollarını sıvamış, tezgâhlarını kurmuş, ‘ümük sıktıracak’ yeni müşterilerini bekliyordu. İlk oturup antlaşma imzalayanlar, Ukrayna, Macaristan, İzlanda, Pakistan gibi iflasın eşiğindeki ülkeler oldu. Kuşkusuz müşteriler çok olduğunda, IMF, elindeki 300 milyar dolarlık fonu artırma yoluna gideceğini de duyurmuştu.
Türkiye gibi, dış borçlara dayalı olarak ekonomisinin çarkını çevirenlerin, sıcak para girişi durduğunda felç olmaları, IMF’nin eline muhtaç olmaları bu yüzden kaçınılmazdı. Dünyanın aklı başındaki ekonomistlerinin çoğunluğunun, son krizin etkisinin en çok Güney Afrika ve Türkiye’de hissedileceğini söylemeleri, bu nedenle haksız değil.
Ekonomist Mustafa Sönmez’in yazdığına göre, 2008’in başlarında Türkiye’nin genel görünümü şöyleydi: “Türkiye son kriz çalkantısından doğrudan etkilenecek. Çünkü, Türkiye ekonomisi, dünya ekonomisi ile son yıllarda artan bir bütünleşme içindeydi. Türkiye, dünya ekonomisi ile olan dış ticaret hacmini 265 milyar doların üstüne çıkardı. Bu, millî gelirin yüzde 53’ü dolayında bir dış ticaret hacmi demektir. İhracat, ithalata büyük ölçüde bağımlı. İhracata talep azalırsa büyüme de düşer. Dış borç stoku 250 milyar dolara yaklaşıyor. Yüzde 63’ü de özel kesimin. Doğrudan yabancı sermaye ve sıcak para girişleri yıllık 45 milyar doları bulmuş ve ekonomi bu dış kaynak girerse büyüyor, girmezse küçülüyor. Borsada yabancılar yüzde 70’e yakın pay sahibiler. Türkiye, dış ticaretinin yarısından fazlasını AB’ye odaklamış durumda. AB’den talep düşerse, ekonomi küçülür.”2
Ekonomide ortaya çıkan bu tablo, IMF denetiminde, onların işbirlikçileri eliyle oluşturulmuştu ve herhangi bir dünya krizinin vurgununu yemeden de, zaten bitiş ve tükeniş noktasına gelindiğini göstermekteydi.
Türkiye, 1998’de, IMF ile “yakın izleme antlaşması” imzalamıştı. Aslında bu antlaşmayı, bugüne sarkan önemli etkilerini gözönüne aldığımızda, 24 Ocak 1980 Kararları gibi, önemli bir dönemeç sayabiliriz. Çünkü Türkiye, parasının değerini dolar karşısında belirlediği ve 9 Eylül 1946’da (Recep Peker hükümeti dönemi) IMF’ye üye olarak alındığı tarihten, 2006 yılına kadarki 60 yıllık dönemde, 20 Stand By antlaşması imzalamıştı. 60 yılın 26 yılı IMF gözetiminde geçti. Ayrıca,1980 sonrasının 26 yılı, yakından IMF denetiminde, 12 Eylül faşist cuntası ve sonrasında onu aratmayacak koşullarda geçmişti.
Emekçilerin sömürülmesiyle sağlanan kaynaklar, ya emperyalistlere ya da onların işbirlikçisi rantiye tabakaya aktarıldı. Bu arada işletmeler ya satıldı ya kapatıldı, üretken alanlara yeni ciddi hiçbir yatırım yapılmadı, tarım yok edildi. Ekonominin çevrimi, gelen sıcak para sayesinde, ithal mallar satın alınarak, borç faizleri ödenerek sağlandı. Bu anlamda, sıcak para girişiyle, sancılı ve sürdürülemez bir ekonomik büyüme gerçekleşti. En son açıklanan rakamlara göre (2008 yılının son çeyreğinde %0.5 büyüme açıklandı), Türkiye ekonomisindeki hızlı büyüme, durmanın ötesinde küçülme sinyalleri vermeye başladı. Ülkeye giren yabancı sermaye, artık ekonomik büyüme yaratamaz durumdadır. Gelen paraların, borç ve faiz ödemelerinde, bir bölümünün ihraç ekonomisini sürdürmek için ithalatta kullanılması, bir bölümünün de rantiyelerin cebine akması nedeniyle, üretken alana yatırılan sermaye azalmaktadır. Sorunlu ve sürdürülemeyecek bir ekonomik büyüme yaşayan Türkiye ekonomisi, 2002’lerdeki küçülmeden sonra girdiği büyüme eğilimini bugüne dek sürdürebildi. Ama bu büyümeden yararlanan, sadece sermaye kesimleri oldu. Bu arada dış borçlar ve dış ticari açıklar da, rekor düzeye çıktı. Bu büyüme tablosuna biraz daha yakından bakalım:
Türkiye özellikle imalat sanayinde dış açık veren bir ülke. Yapısal olarak bozulmuş ekonomi, tasarruflarını üretken yatırımlara yöneltemiyor. İhracat ürünleri imalâtında, yapılan ithalata bağımlı olmaktan kurtulamıyor. Her yüz birimlik ihraç ürünü içinde ithalatın payı %67’ye çıkmıştır.
Bu IMF’li dönemlerde ilk kez, 2001’de ödenen faizler toplamı, vergi gelirlerini aşarak %130’a çıktı. Türkiye, sadece 1980’den 2004 ortasına kadar, yarattığı toplam gelirin (bunların içinde özelleştirmelerden elde edilen gelirler de vardır) %20’sini iç borç anapara ödemelerinde, %8’ini iç borç faiz ödemelerinde, %5’ini dış borç anapara ödemelerinde, %3’ünü de dış borç faiz ödemelerinde kullandı. Bu arada belirtilmelidir ki, IMF talimatıyla yapılan özelleştirmelerden sağlanan gelirler de, bütçe açıklarını kapamada, dış borç faizlerini ödemede kullanıldı. Bir ülke halkının ve emekçilerinin bir yıl içinde yarattığı değerler toplamı olan ulusal gelir; aynı zamanda harcanan toplumsal emek zamanına eşdeğerdir. Ödenen borç ve faizleri, toplumsal olarak gerekli emek zamanına çevirdiğimizde de görülüyor ki, yaklaşık çeyrek yüzyıllık emeğin, 7 yılı iç borç anapara ve faizlerine; 2 yılı da dış borç anapara ve faizlerine harcanmıştır. (bkz. Tahsidarlar ve Borçlular, Ahmet Haşim Köse-Ahmet Öncü)
Büyüme var, istihdam yok, işsizlik artıyor! TUİK tarafından açıklanan verilere göre, yılın son üç çeyreğindeki resmî işsizlerin sayısı 300 bine ulaşmıştır.
Ulusal pastanın paylaşımında; kâr-rant ve faizin payı %56’ya ulaşmıştır. Ulusal gelir dağılımı giderek daha da bozulmuş, bu dönem öncesinde, yıllık kârları 1 ile 3 milyar dolar arasında değişen milyarderlerimizin 90’larda 2 ile 3 kişiyle anılan sayısı; Forbes dergisine göre 25’e yükselmiştir. Emekçi kesimlerin ulusal pastadan aldıkları pay ise azalmıştır. (Rakamsal veriler için Bkz. Mustafa Sönmez, age)
BÜYÜK PATRON SENDİKALARININ İSTEMLERİYLE IMF REÇETESİ VE AKP’İN ANTİ KRİZ PLANI, EMEKÇİ DÜŞMANLIĞINDA BİRLEŞİYOR
Görüşmeler sürüyor olsa da, IMF ile AKP hükümeti arasında mutabakat sağlandığına ilişkin bilgiler dünya ajansları tarafından duyuruldu. IMF ile varılan anlaşmaya göre; 2009 yılı bütçesinde, cari bütçeden 9-10 milyarlık bir kısıntı öngörülüyor. IMF’nin isteği ile, personel reformu ertelenecek, sağlık harcamaları, belediyelere yapılan yardımlar kısılacak. Ayrıca bazı ürünlerde KDV oranlarının %8’den %18’e artırılması, halka dolaylı yoldan %100’den fazla vergi bindirilmesi, varılan mutabakatlar arasında. IMF’den 18 milyar dolar, diğer kaynaklardan 15-35 milyar dolarlık sıcak para girişi karşılığında, büyüme oranının 2009 için “0” olarak saptanması, faturanın yine halka ve gelecek nesillere kesilmesinin kararlaştırıldığını göstermektedir. Hükümetle IMF arasında anlaşmazlık noktası olarak görünen ve görüşmelerin uzamasına yol açanınsa; AKP hükümetinin önümüzdeki yerel seçimlerde, seçim yatırımları ve ‘iane dağıtım’larıyla, sıkı bütçe politikasından sapabileceği yönündeki IMF kaygıları olduğu bilinmektedir.
Hükümet, henüz IMF’yle Stand By için masaya oturacağını açıkça belirtmeden önce; TİSK, zaten alınması gereken önlemleri sıralamıştı. Türkiye İşverenler Sendikası’nın krize karşı acil önlem isteğinin, IMF’nin stand by için ileri sürdüğü şartların ve AKP hükümetinin kriz savuşturma programının uyum içinde olduğunu görmek, kimseyi çok şaşırtmadı.
TİSK, 19 Eylül 2008 tarihinde yaptığı açıklamayla, küresel krizi en az zararla atlatabilmek için Ekonomik ve Sosyal Konsey’in toplanarak, acil önlem alınmasını istemişti. Bu önlemlerin, son aylarda IMF ile Stand By antlaşması için görüşmelerde bulunan AKP hükümetinin dillendirdiği önlemlerle ve IMF’nin klasik kemer sıkma programlarıyla uyumlu olduğu gözlenmektedir. TİSK’in ülke ekonomisinin durumuna ilişkin yaptığı tespitler şunlardı:
“Ülkemiz ekonomisi; yüksek cari açık, tüketici ve yatırımcı güveninde azalma, yerel seçimler öncesinde kamu harcamalarında artış endişesi, enerji ve işgücü maliyetleri başta olmak üzere, yüksek girdi maliyetlerinden kaynaklanan hızlı rekabet gücü kaybı,yatırım ortamında beklenen iyileşmelerin gerçekleşmemesi, özel sektörün döviz cinsinden borçlanmaları nedeniyle bu muhtemel krizin etkilerine karşı oldukça zayıf bir konumdadır.(…) Hükümet, sosyal taraflarla ve toplum kesimleriyle mutabakat halinde bir eylem planı oluşturmalı ve uygulamalıdır. Yaklaşık bir yıldır toplanmamış olan Ekonomik ve Sosyal Konsey bu amaçla acilen toplanmalıdır. (abç)”3
Yani, işverenler örgütü, cari açıkların kapanmasında, kamu harcamalarının düşürülmesinde, yüksek girdi maliyetlerinin, en başta da işçi ücretlerinin düşürülmesinde, IMF’nin dayattığı tedbirlerde hemfikirdir ve şimdiye kadar olduğu gibi, borçlanma yoluyla rantiye ekonomik düzenin sürdürülmesinden, kriz zamanı da, tüm yükün işçi ve emekçilere bindirilmesinden yanadır.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin 2008 yılının son toplantısında Arzuhan Yalçındağ; “Bir dizi önlem alınsa da, krizi önlemede canalıcı sorunun iç talebin canlandırılması olduğunu, ekonomik faaliyet için vergi yükünün indirilmesini, ucuz kredi sağlanmasını, bu yükü karşılamak için de, cari harcamaların ve belediyeye aktarılan kaynakların kısılmasını” talep etti. Patronlar açıkça, “IMF’den gelecek parayı bize verin, bizden vergi almayın, ucuz kredi bulun, bunları bütçeye uydurmak için de tüm halka yeni vergiler bindirin” demektedirler. 2001 krizi sonrasında alınan 50 milyar dolarlık dış kaynakları hovardaca harcayıp, yükü emekçi kesimlere bindiren aynı TÜSİAD’cı çevre değil miydi? IMF ve hükümet ile birlikte, ekonominin bu duruma gelişinde esas sorumlu olan işbirlikçi sermaye kodamanları, yüzsüzlüklerini elden bırakmadan; kendi dış borçlarını ödeyebilmek için, devletin ucuz kredi vermesini ve halktan da bu yükü sırtlaması için fedakârlık yapmasını istemektedirler.
TEB (Türk Ekonomi Bankası) Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Canevi ise, Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlediği “Küresel Kriz ve Ötesi” Konferansı’nda, “IMF ile yapılacak antlaşmanın Türkiye’nin ISO 9000 Kalite Belgesi yerine geçeceğini” belirterek; aslında patronların kursağında yatanın ne olduğunu da veciz olarak dile getirdi. Krizi atlatmak için iki çıpaya ihtiyaç olduğunu belirten Canevi; birinci çıpayı “IMF ile antlaşma yapılması”, ikinci çıpayı da “sendikalarla konsensüs sağlanması” olarak belirledi.4
IMF’nin vereceği paranın en fazla 20 milyar dolar civarında olacağının ve bunun da, sadece özel sektörün 250 milyar doları aşan dış borçlarının yanında ‘devede kulak’ kalacağının bilinmesine karşın; IMFsever patronlar, esas olarak gözlerini, IMF’nin yeşil ışık yakmasıyla gelmesini bekledikleri sıcak para fonlarına dikmiştir. Ve bunun bedelini de, daha öncekilerde olduğu gibi, emekçilere ödetmeye çalışacaklardır.
Patronların hükümeti AKP ve IMF’nin; krizin tüm yükünü emekçilerin üzerine yıkma planları yapması, sınıf çıkarlarının bir gereğidir. Peki, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarının tavizsiz savunucusu olması gereken ve bunların sağlanması için burjuvaziye karşı sınıfsal bir mücadele cephesi örmesi gereken sendikalar; şiddeti giderek artacak ekonomik krizin yükünü, işçilere değil de patronlara ödetmek için ne gibi hazırlıklar yapıyor?
Türk-İş yönetimi, son krize yönelik olarak hazırladığı raporunda “Krizin sosyal alanda, çalışanlara yönelik ortaya çıkardığı olumsuzlukların giderilmesinde uygulanacak politikalarda, ortak akılla, aktif sorumluluk üstlenmeye hazırız.”5 görüşüyle, patronlara selam gönderdi. Patronların “Hepimiz aynı gemideyiz, fedakârlık yapmamız gerekir” lafzıyla, faturayı emekçilere bindirme girişimlerine; Türk-İş de “ortak akılla” destek olacağını şimdiden açıklamış oldu. Sömüren ve sömürülenin aklı nasıl ortaklaştırılabilir? Öyle anlaşılıyor ki, onlar itfaiyeci rolündedir ve şimdiden yükselecek işçi grev ve direnişlerinin önünü kesmenin hazırlığı içindedirler. TİSK’in talep ettiği Ekonomik ve Sosyal Konsey toplandığında, bu ‘ortak aklın’ bulacağı formülün emekçi aleyhine bir uzlaşma olacağı da, şimdiden bellidir. Çünkü, “uzlaşmacılık”, sınıf mücadelesi keskinleştiğinde, sendikal bürokrasinin ana işlevini görebilmesi için ön plana çıkmak zorundadır ve bu nedenle ‘uzlaşmacı sendikacılık’, hak mücadelesi yolunda, emekçilerin önünde büyük bir engeldir.
Sonuç olarak, emperyalistlerin, onların IMF, Dünya Bankası gibi koçbaşı kurumlarının, durumdan vazife çıkararak kolları sıvadığı, krizin uzun sürecek etkisinden kaynaklanacak tüm yükü işçilerle emekçilere ödetmek için bin bir türlü kumpas çevirdikleri ve sendika ağalarını da yedeklemek istedikleri ortadadır. Bu planı bozabilecek yegâne güç olan sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin; geçmiş deneyimlerinden yakından tanıdıkları sendika bürokratlarından, işçi haklarını savunmaya yönelik en küçük bir beklenti içinde olmaları, yenilgiyi baştan kabullenmek anlamına gelecektir.
Öte yandan, başlangıcını yaşayan krizin derinleşerek yaygınlık kazanması, kapitalizmin iki temel sınıfı burjuvazi ve işçi sınıfını, dünya ölçeğinde dönemsel olarak karşı karşıya getirme potansiyelini de taşıyor. Burjuvazinin akıl hocaları bile, kriz sürecinden çıkış için; devrim, karşı-devrim, nükleer savaş vb. laflar telaffuz etmeye başladılar. Bu dönemde, işçi sınıfının, güçlü ve birleşik bir düşman cephenin, tüm silahlarıyla saldırısına maruz kalacak olması dezavantaj olsa da; objektif olarak içeriden müttefik güçlerin, ezilen, sömürülen yığınların desteğini, dışarıdan da proletaryanın enternasyonalist desteğini alacak olması bir avantajdır.
Emek örgütleri, namuslu sendikacılar, sınıf bilinçli işçiler ve emekçiler, fabrika ve işyerlerindeki örgütlülüklerini sağlamlaştırarak, onlara dayanarak, kendi özgücüne güvenle sınıfa karşı sınıf şiarıyla, harekete geçebilirse; krizin faturasını emekçiler ödemeyebilir. Emek cephesinin, bu koşullarda krizin faturasını ödemeyerek saldırıları püskürtmesi, haklarını koruması, yeni mevziler kazanması için; patronların IMF ve AKP hükümeti eliyle işçi sınıfına yönelttiği her saldırıya karşı, üretimden gelen güçle karşı koymasından başka bir yol kalmamıştır.
Türk-İş’e bağlı İstanbul Şubeler Platformu’nun, krizde faturayı ödememek üzere harekete geçmesi ve yeni kararlar alması; yine Kocaeli’deki BRİSA işçilerinin, kapı önüne konulmalarına fabrikayı işgalle cevap vermesi; sınıfın eyleminin hangi yönde gelişmesi gerektiğini gösteren olumlu örneklerdir.
Dipnotlar
1 Bkz. Ahmet Haşim Köse-Ahmet Öncü, Tahsildarlar ve Borçlular, sf. 29, Evrensel Basım Yayın.
2 Mustafa Sönmez, Dünya Krizi ve Türkiye, Petrol-İş Yayınları, 110.
3 Bkz. 19 Eylül 2008 tarihli TİSK açıklaması.
4 Bkz. Referans Gazetesi,17 Aralık 2008.
5 27 Ekim 2008 Türk-İş’in “Küresel Krize Karşı Önlemler” raporundan.