Petrol, ruble ve Rusya nereye?

Petrol fiyatlarındaki ani düşüş, Yunanistan gibi bazı ülkeler büyüme sürecine giremese de, ABD ve Almanya ekonomisinin krizi atlatarak büyüdüğü ve dünya ekonomisinin de genel olarak büyüme sürecinde olduğu bir döneme denk geldi. Bu aynı zamanda, Japon ekonomisinin durgunluk belirtisi gösterdiği, gelişen ülke ekonomileriyle Rusya ve Çin’in de büyüme oranlarını geriye çektiği bir evreydi. Tüm bunların üzerine, petroldeki ani fiyat düşmesinin yükleri bindi ve bu nedenle dünya piyasaları, tekrardan yeni bir kriz beklentisine girdi.
Petroldeki düşme, doğal bir düşme mi yoksa stratejik planların taktik bir ürünü müydü? Bunlar tartışılmaya devam edecek. Dünyanın büyük ekonomilerinden biri olan, petrole bağımlılıktan kurtulma planlarını hayata geçirerek, 2020’de dünyanın ilk beş ekonomisi içinde yer alma hesabı yapan Rusya; önümüzdeki süreçte nereye savrulacak? Rusya’nın planları ne ölçüde sekteye uğrayacak, Rusya krizini nasıl atlatacak? Yazı, bu bağlamdaki soruların yanıtını arıyor.
Dünyaca ünlü bazı ekonomistler ve IMF; petrol fiyatlarının ani olarak aşağıya inişinden iyimserlikle olumlu sonuçlar ürettiler ve “düşük petrol fiyatlarının, petrol ithalatına bağımlı ülkelerin ekonomileri üzerinde olumlu etkide bulunacağını ve dünya ekonomisini büyüme yönünde ileriye iteceği”ni ileri sürdüler.  Toplumsal ekonomik yaşamın tüm alanlarında ve özellikle borsalarda istatistiklerle oynanıyor, uluslararası kurumların çarpıtılmış puanlama cetvelleri, kredibilite raporları yayınlanarak, bin bir çeşit manüplasyonla rakipler köşeye sıkıştırılıyor ve hisse senedi ve tahvillerin sanal değeriyle servetler şişiriliyor. Böylesi bir “global ekonomik düzen”de petroldeki fiyat düşüşlerinin yaşanan krizi sağaltıcı bir işlevi olup olmayacağı; dünya ekonomisini ileri itip itmeyeceği; fiyat düşüşünü etkileyen faktörler irdelenmeksizin anlaşılmaz olarak kalacaktır.
Petrol fiyatları zaten genel bir düşme eğilimindeyken, neden ani olarak yeniden düşürtüldü? Petrol fiyatlarındaki düşmeyi, kriz ve durgunluk koşullarındaki düşmenin (ki demir, altın, gümüş, platin fiyatlarında da düşme vardı) olağan devamı olarak ele alan iktisatçılar bulunmasına karşın; bugün tüm veri ve olgular ışığında bakıldığında iktisatçıların önemli bir bölümünün üzerinde birleştiği görüş; ABD’nin, düşman olarak gördüğü rakiplerini zayıflatmak hedefiyle bilinçli olarak uyguladığı bir stratejinin piyasaları yönlendirdiği ve petrol fiyatındaki son ani düşüşü Suudiler aracılığıyla yaşama geçirdiğidir.
İlk olarak şu saptanmalıdır ki, petrol fiyatlarındaki son ani düşüş, manüplasyon ürünü olsa da, bir önceki kriz döneminde oluşan düşüş eğilimi zemininde gerçekleşti. Petrol fiyatlarındaki düşüş, zaten bir süredir devam ediyordu. Bunun nedeni de esas olarak önceki dünya krizinden artakalan stoklardı. Ülke ekonomilerinin ve dünya üretiminin daralması, petrole olan talebi de azaltmıştı. Üretimde, nakliye ve kişisel tüketimde önemli bir girdi olarak kullanılan petrole talebin azalması ve fiyatının düşmesi bu yüzden olağan sayılamalıdır. Ayrıca petrol kaynaklarının sınırlılığı ve yarattığı çevre kirliliği yüzünden alternatif enerji kaynaklarına; yani güneş, termal, rüzgar, biyoenerji gibi yenilebilir enerji kaynaklarına ve kaya petrolüne yönelen dünya ülkeleri; dünya enerji arzını arttırdılar. Fiyatların aşağıya çekilmesinde –son dört yılda, varil başı fiyatı 90 ile 120 dolar arasında seyreden petrol, geçen yıl Haziran ayında ise 115 dolarken  şimdi, 50 doların altındadır– bu faktörler de önemli bir rol oynadı.
İkinci olarak, ABD’nin kaya petrolü ve kaya gazı üretiminde, devreye soktuğu görece ucuz teknolojilerle üretimini arttırması ve daha önceleri %60 gaz ithalatına bağımlı konumunu % 20’lere düşürmesi ve dünya petrol üretiminde Arabistan’ın düzeyini yakalaması; ona enerji fiyatlarını belirlemede, spekülasyon ve manüplasyon yapmada avantaj sağladı. ABD yıllık petrol üretimini 4.5 milyon varil birden artırdı, dünya piyasasına sunulan bu üretim fazlası ve zaten diğer ülkelerde yığılmış petrol stoklarının üzerine bindi. Geçen ayın ortasında, OPEC’in belirleyici aktörü olan Suudi Arabistan Petrol Bakanı’nın, “Petrol fiyatı varil başına 40 dolara inse bile, ülkesinin üretimi kısmayacağı, aynı tempoda üretimini sürdüreceğini” açıklaması; petrol fiyatlarında şok etkisi yaptı, düşmeyi, daha da hızlandırdı.
Petrol fiyatlarının şok düşüşünde, üçüncü ve belirleyici etken olarak öne çıkan görüş; ABD ve Suudi Arabistan’ın ortak düşmanları olan ve bütçe gelirleri büyük ölçüde petrol satışlarına bağlı olan Rusya ve İran’ı; ekonomik kaosla güçten düşürerek, bölgede kendi politikalarını dayatmaya yönelik planlı bir saldırı yaptığıdır. Çünkü petrole talebin azaldığı, fiyatların düştüğü bir dönemde normal olanı; OPEC’in üretim kotalarını düşürmesiydi. OPEC’in son açıklamasıyla petrol fiyatları aniden 70 doların altına indi.. Bundan en büyük zararı; beklendiği gibi, petrol ihracatçısı ve bütçe dengeleri petrole bağlı olan Rusya, İran, Venezuella, Norveç vb. ülkeler gördü.
“ABD bu planlı ekonomik saldırıyı neden yaptı?” sorusunun yanıtına gelince, birçok neden bulmak olanaklıdır. En öncelikli neden, Batı’nın Ukrayna’yı kendi yanına çekmek için başlattığı, istikrarsızlaştırılarak Ukrayna’yı Batı ittifaklarına dahil etme çabasına Putin Rusya’sının zaten önceden Rusya’ya bağlı olan Kırım’ı, tekrar bünyesine katarak cevap vermesi ve Ukrayna’nın doğusundaki Rus yanlısı direnişçilere desteği sürdürmesine verilmiş bir yanıt niteliğindeki ABD ve Batının ortaklaşa karşı hamlesi olarak görülebilir. ABD ve Avrupa Birliği’nin ekonomik yaptırım ve ambargo yoluyla Rusya’ya geri adım attırma beklentisi gerçekleşmeyince; ABD, petrol fiyatları üzerinden Rusya’ya darbe vurmayı denedi. Ama bu, Rusya’nın öyle habersiz yakalandığı ve beklemediği bir durum da değildi.  Çok daha öncesinden Hilary Clinton, bu saldırının sinyalini 2012 yılında vermişti; “ABD, Rusya’nın ekonomik entegrasyon hilesiyle Soveyetler Birliği’nin yeni bir versiyonunu yaratmasını engellemeye çalışıyor… Burada yeni sovyetik alana bir gidiş vardır… Rusya bunu bu şekilde adlandırmayacak, gümrük birliği diyecektir, Avrasya Birliği adını verecektir. Ama biz Rusya’nın bu yanlışı yapmasına müsaade etmeyeceğiz. Hedefimiz olan şeyi biliyoruz ve onu engellemeye, etkili yollarla yavaşlatmaya ve bu birliği çözmeye uğraşıyoruz.” diyordu.
Petrol fiyatları nereye kadar düşecek?
Petrol fiyatlarının spekülatif olarak 40 doların altına kadar inebileceğini düşünenler de bulunmasına karşın, bu pek olanaklı görünmüyor. Petrol fiyatlarındaki düşme en çok petrole ihtiyaç duyan ve tüketen Çin’in işine yarayacak ve ona avantaj sağlayacaktır. ABD’nin Asya’da güçlü bir Çin istemediği ve Rusya ile birlikte öteden beri rakibi olan Çin’in elini güçlendiren bu avantajın uzun süreli olması işine gelmeyecek ve petrol fiyatlarının uzun süre düşük kalmasını istemeyecektir. Ayrıca üretici ülkelerin, tatlı kârlarından uzun süre vazgeçmesi düşünülemez. Ek olarak, belirtilmeli ki, petrol fiyatlarının geçmişteki yükselişi, sıcak parayı, ABD’deki kaya gazına ve petrol sektörüne yöneltti ve bu alanda şişkinliğe yolaçtı. Şu anda ABD’deki enerji sektörü borcunun 1.3 trilyon dolarlık ABD çürük tahvillerinin %16’sı kadar olduğu söylenmektedir. Kaya petrolü halen görece yüksek maliyetle, sürekli yeni yatırım girdileriyle elde edilmektedir. Kaya petrolüne yatırım yapan hissedarlar, tahvil alanlar petrol fiyatları 85-95 dolar aralığındayken uygun kârlar elde ediyorlardı, ama fiyat 60 doların altına düştüğünde, maliyeti kurtaramayan üretici firmalar iflasa sürüklenebilecektir.  Bu olası gelişme, daha şimdiden ABD borsalarında, ‘mortgage’ benzeri bir finansal kriz kaygısı yaratmış görünüyor. ABD’nin ise, bu duruma göz yummayacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. Bu nedenle önümüzdeki dönem petrol fiyatlarının artarak, ortalama 90-95 dolar aralığında dengeleneceği öngörülebilir.

BU SÜREÇTE RUBLENİN VE RUSYA EKONOMİSİNİN GELECEĞİ NE OLACAK?

Rusya’da bir anda 160 milyar dolar yabancı sermaye yurtdışına kaçtı, zaten son yıllar dolar karşısında aşırı değer kaybeden ruble, yeni develüasyonla %15 daha değer kaybetti. Rusya’nın döviz rezervleri 400 milyar doların altına indi. Putin 18 Aralık’taki 19. Yıllık Basın toplantısında, “Büyümenin süreceğini, tekrar hızlandırmak için iki yıla ihtiyaçları olduğunu, olası krizlere hazırlıklı ve deneyimli olduklarını, rezervlerinin bulunduğunu… Her kim ki, Rus ayısını öldürmeye çalışırsa bunu başaramayacağını” söyleyerek, komplocu ülkelere meydan okudu
Economist Dergisi’nin 2015 yılı bakımından Rusya ekonomisine ilişkin yaptığı tahminlere göre, ulusal hasılanın artış oranı %1, kişi başına ulusal gelir 14.820 dolar (satınalma gücü paritesine göre 25.810 dolar), enflasyon oranı %7.5, bütçe açığı ise -0.2 olarak görülüyor. Bu tahminler, elbette Rusya’nın petrol fiyatlarının düşmesiyle yaşadığı şoktan, rublenin develüasyonundan önceki dönemin verileriyle, 2014 Aralık ayı başında  yapılmıştı. Bu nedenle, 2015’te enflasyon, büyüme oranı ve bütçe açığı rakamlarının değişmesi de beklenmelidir.
Petrol fiyatlarının aniden düşürülmesi, dünya ekonomisinin bazı halkalarında durgunluk ve yeni krizleri tetiklemeye aday görünüyor. Her ne kadar bütçe dengelerini petrolden elde ettiği satış gelirlerine bağlamış, Rusya, İran, Venezuella, Meksika, Norveç vb. ülkeleri zarara uğratmış görünse de, dünya ekonomisinin eskisinden daha güçlü ve sıkı ilişkiler ve akışkan kanallarla birbirine bağlı olduğu düşünüldüğünde, zincirleme karşılıklı etki ve tepkilerin dünya ekonomisindeki durgunluğu yeni bir krize dönüştürme potansiyeli yarattığı söylenebilir.  Bu, doğaldır ki, iflasların ve yeni birleşmelerin yaşanması, sermayenin yeni pazarlar ele geçirmek amacıyla politik gerginlik ve çatışma alanlarını çoğaltması yönünde işlev görecektir. Vurucu bir etkiyi ilk elde Rusya ekonomisi üzerinde hissettiren ve derin yaralar açan petrol fiyatlarındaki düşüş, Rusya’nın para birimi rubleyi altüst etti, develüasyon ve rublenin dolar karşısındaki hızlı değer kaybı, 2014 yılı sonunda 120 milyar dolar olarak tahmin edilen yurdışına kaçacak olan sermaye miktarının 155 milyar dolara çıkarttı. Rusya’nın 515 milyar dolar olan döviz rezervlerini 400 milyar doların düzeylerine indirdi. Buna rağmen, Rusya’nın 45 milyar dolar altın rezervi, 82 milyar dolar ulusal refah fonu, 89 milyar dolar da rezerv fonları mevcuttur.
Rusya’nın gelecek iki yıl içinde 138 milyar dolardan fazla borç ödemesi yapması da gerekiyor. Toplam borçları ise 600 milyar dolardır. Aslında Rusya’nın borç yükü Batılı ülkelere oranla çok daha düşüktür. Sadece ulusal hasılasının %13’ü kadardır. Rublenin develüasyonu nedeniyle, bu borçlar miktar olarak artmıştır. Borçların hemen tamamı özel sektöre ait olduğundan, petrol ve doğal gaz alanındaki bu firmalar kurtarılma talebiyle hemen devlete başvurdular.Bu durum, devleti ya bu firmaları kurtarma ya da zorunlu alt yapı yatırımlarından ve sübvansiyonlardan vazgeçme ikilemi arasında bırakıyor. Oysa Putin, askeri harcamalardan, sağlık yatırımlarından ve emeklilerin subvanse edilmesinden kısıntıya gitmek istemiyor.
Rusya ihracatının üçte ikisini petrol satışlarıyla gerçekleştirirken, kamu bütçesinin yarısını da petrol ve doğal gaz satışlarından elde ettiği gelirle finanse ediyor. Rusya, kendi “zayıf karnı”nın; hammaddeye petrol ve gaz iharacatına bağımlı, tek ayaklı, ekonomik çeşitlilikten uzak ekonomik yapılanma olduğunu biliyor ve bunun aşılması için planlar yapıyordu. Emperyalist Batılı rakiplerinden gelen bu darbe, Rusya’nın hızını bir süre kesebilecektir. Ama unutulmasın ki, Rusya; Küba, Venezuella gibi küçük ölçekli olmadığı gibi, bir ekonomik saldırı salvosuyla alt üst olacak güçsüz bir ekonomi de değildir. Rusya’nın da kendine göre alternatifleri vardır. Özellikle Ortadoğu ve Ukrayna’daki sorunlar nedeniyle ABD ve Batı tarafından köşeye sıkıştırılmaya çalışılan Rusya yönünden dövizdeki ‘kriz’in nasıl atlatılacağı, dünyadaki emperyalist kamplaşmanın gidişatı açısından da önem kazanıyor.

RUSYA KRİZİNİ ATLATMAK İÇİN NE GİBİ GİRİŞİMLERDE BULUNUYOR?

ABD’li bazı uzmanlar, Rusya’nın krizden çıkmak amacıyla, Ukrayna’ya saldırabileceğini, Ukrayna’nın doğusunu, Rusça konuşan bölge halkını, kendi bünyesine katabileceğini, en azından Kırım’la bu bölge arasında bir köprü yaratabileceğini ileri sürüyorlar. Bunlar spekülatif görüşlerdir ve Rusya’nın elinde oynayacağı başka kozlar da bulunuyor. ABD’yi Ukrayna’nın bir bölümünün ilhakından daha çok kaygılandıran Avrasya Ekonomik Birliği’ni genişletme, müttefiklerinden ekonomik destek alma, “dolar sistemi”ninin dışına çıkmak amacıyla, müttefikleriyle ortaklaşa yeni bir para birliğine gitme vb. alternatifleri varken; Rusya, bu aşamada maceracı ve sonu belirsiz bir saldırıya mecbur kalmadıkça girişmeyecektir.
Rusya’nın krizi savuşturmak yönünde dayanacağı olanakların en başında, eski Sovyet Cumhuriyetleriyle geliştirdiği ekonomik, politik işbirliği ve askeri ittifaklar, kuruluşuna öncülük ettiği Avrasya Ekonomik Birliği, Şanghay işbirliği Örgütü ve BRICS ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkiler bulunuyor. Bu ilişkileri daha da geliştirirse; ABD’nin Asya’ya yerleşme planlarını ve kendisine yönelik ekonomik saldırıları defetme potansiyeline sahip görünüyor. Nitekim 2014 yılının sonunda Asya ülkeleriyle yoğunlaştırdığı ekonomik-diplomatik trafiği de, ABD’nin hamlelerini öncelikli olarak ekonomik alanda bozguna uğratma çabasında olduğunu göstermektedir.
Rusya, geçtiğimiz yılın sonunda, İran’la, tarımsal ürünlerin karşılıklı ödemelerinde tarafların ulusal dövizlerini kullanmaları konusunda anlaşma imzaladı. Yine İran’a nükleer santral kurma konusunda destek olacağını açıkladı. Çin ise, Rusya’nın yaşadığı krizde, sermaye yatırımlarını Rusya’ya kaydırarak ona yardım eli uzatacaktır. Çin Dış işleri Bakanı Wang Yi, “Rusya’nın ekonomik problemlerini çözmesi için Rusya’ya yardıma hazır olduklarını” açıklayarak, “Rusya tarafı ihtiyaç duyarsa gereken yardımı sağlayacağız” dedi  Çin’in bu tutumu şüphesiz beklenen şeydir; çünkü ABD, Rusya’dan sonra önemli rakibi olarak Çin’i görmekte, onun da etkisini sınırlamak istemektedir. Rusya, 4 trilyon dolarlık döviz rezervi bulunan Çin’in kendisine sunacağı sermaye, teknoloji ve piyasa olanaklarını elbette değerlendirebilir, ama bu yardımların etkisi sınırlı olacaktır. Ayrıca bu iki ülke arasında sıkı bir ekonomik ortaklık ilişkisi bulunsa da, onlar, aynı zamanda bölgede hegemonik güç olma emelleri bulunan ve altan alta rekabet eden ülkelerdir. Bu anlamda, Rusya, Çin ile, ekonomik bağımlılık yaratacak ölçekte bir yardım alma ilişkisine girmeyecektir. Rusya, herşeyden önce, yapısal anlamda ekonomisini çeşitlendirerek, petrol satışlarına bağımlılıktan kurtulacak önlemlere gidebilirse, bu süreçten güçlenerek çıkabilir.
Bazı ekonomik ve diplomatik gözlemciler, Rusya’nın Batılı ülkelerin yaptırımlarına karşı, krizden çıkmak için; Çin’le ve BRICS’in diğer üyeleriyle birlikte, altın, petrol ve doğal kaynaklar değişiminde yeni bir para birimi geliştirebileceğini, Hong Kong gibi gümrüksüz ve yatırımcıyı özendiren serbest bölgeler açabileceğini, sermayenin kaçışını önlemek için de “sermaye kontrolü” sistemi getirebileceğini öne sürüyorlar.
İtalyan Enstitüsü’nde jeoploitik bilimler yöneticisi ve Güneydoğu Asya Araştırma Programı yöneticilerinden olan Francesco Brunello Zanitti ise, Pravda’da yayınlanan “Rusya, Çin ve Hindistan yeni çok kutuplu dünya düzenini inşa ediyor” başlıklı makalesinde, 2014 yılında ve özellikle son aylarda Rusya Çin ve Rusya Hindistan arasında yapılan görüşme ve antlaşmaların yoğunluğuna dikkat çekerek; “Bu ülkelerin zaten birçok uluslararası ekonomik askeri ve diplomatik forumda yan yana ve ortak tutum geliştirdiği; Hindistan ve Çin’in, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun yeniden yapılanmasını istedikleri; Rusya ve Çin’in, BRICS ve G-20 zirvelerinde dile getirdikleri uluslararası ticaretin ulusların kendi para birimleriyle yapılması düşüncesinin gelecekteki güç dengesini değiştirme potansiyeli taşıdığı; tüm bunların da, çok kutuplu dünya düzeninin ortaya çıkışının örnekleri olduğu” tezini dile getiriyor.
Yeltsin döneminde, Batılı emperyalistler tarafından Rusya’yı teslim almak amacıyla spekülatif olarak 2002’de yaratılan ekonomik kaos ve çöküş dönemiyle kıyaslanırsa; Putin başkanlığındaki bugünkü Rusya, son krizi, petrole alternatif üretim sektörlerini görece çeşitlendirmiş, olası krizlere karşı döviz rezervleri ayırmış bir ülke olarak göğüslüyor. Özellikle Asya kıtasındaki, ekonomik ve politik rolü, eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerindeki nüfuzu ve yaptığı yeni ekonomik antlaşma ve ittifaklar nedeniyle; krizlere karşı daha dayanıklı ve deneyimli görünüyor.
Putin, ekonomik büyümeyi tekrar hızlandırmak için, Rusya halklarından iki yıl isterken; “Batı komplosu” karşısında kenetlenebilmek ve fedakarlığa katlanabilmek üzere sovyetik dönemden miras “Rus ulusal onuru”nu kışkırtmakta, her vesileyle sovyetik dönemin onurlu ve gururlu günlerine göndermelerde bulunmaktadır. Rusya halkı ve emekçileri, Batı’nın saldırganlığı ve tezgahları karşısında deneyimlidir, bu nedenle, Putin’in kemer sıkma politikalarına bir süreliğine engel çıkarmayabilir –Batılılar Putin’in bir isyanla düşürülmesi arzusundalar–, sessiz kalabilirler. Nitekim son yapılan anketler, Putin’e olan desteğin, ‘petrol şoku’ sonrasında yükseldiğine işaret etmektedir.

SONUÇ OLARAK
Rusya, geçtiğimiz yılın sonunda, gelişme hızını bir süre frenleyecek olan ciddi bir yara aldı. Buna karşın Rusya, kriz sonrası süreçte eskisinden daha güçlü olabilme potansiyelini de bünyesinde taşımaktadır. Ayrıca emperyalist kapışma ve dünyadaki bloklaşma, hızlı bir evrim geçirmektedir. ABD’nin en birinci ekonomik ve askeri güç olma üstünlüğü devam ederken, tek başına dünya üzerinde hegemonyasını sürdürmekte zorlandığı, yeni ekonomik ve politik güç merkezlerinin ve ittifakların kurulduğu; dünyanın çok kutuplu bir görünüm sergilediği de açık. ABD’nin Asya, Afrika ve Ortadoğu bölgesinde önünü kesmeye çalıştığı Çin ve Rusya gibi rakipleri mevcut. 2008 Krizi sonrasında emperyalist rekabet ve dalaşmalar, ekonomik, politik, diplomatik ve askeri olarak hızlanmış, keskinleşmişti. Bu bağlamda, emperyalist büyük güçlerin yaptığı yığınaklara, artan silahlanma yarışına, Suriye ve Ukrayna’da olup bitenlere bakıldığında; 2015 yılı, dünyadaki emperyalist saflaşma ve bloklaşmanın rengini netleştirmeye adaydır.
______________________________________________

Sermayenin ‘toplumsal’lığı!

ÇKP’ye bağlı faaliyet yürüten Çin Sosyal Bilimler Akademisi’ne bağlı Marksist Ekonomi Politik Araştırmalar Merkezi yöneticileri olan Yhang Tongyu ve Ding Weimin’in 2008 yılında Renmin Üniversitesi Yayınevi tarafından ‘Evrim ve Bükülme: Kapitalizmin gelişmesinin tarihsel sürecini anlamak’ adıyla bir kitabı yayınlandı. Kitap, 2011’de Berlin ve Londra’da ‘Kapitalizmin yeni aşaması: Kapitalizmin evrimi üzerine Marksist güncelleme’ adıyla , 2012’de de Türkçe olarak Kalkedon yayınları arasında‚ ‘Sermayenin tarihsel diyalektiği ve Marx’ın toplumsal sermaye teorisi’ adıyla yayınlandı. Bu yazıda bazı noktalardan değerlendireceğimiz bu kitap, Marksizmi birçok yönden ve Marx’ın Kapital’i üzerinden çarpıtarak; kapitalizme çok uzun bir ömür biçiyor.
Çinli akademisyenler, emperyalizme ait ve 100 küsur yıldır ortada duran olguları, sermayenin örgütlenme ve birleşme biçimlerini yeni olgularmışcasına yeniden keşfederek; “kapitalist sistemin kendi krizlerini, bu kurumsal, ‘toplumsal sermaye’ örgütlenişiyle aştığını, üretici güçlerin gelişmesine uygun tarzda üretim ilişkilerini sürekli yenileyerek geliştirdiğini ve ömrünü uzattığını; kapitalizmin temel çelişmesinin günümüzde uzlaşmaz olmaktan çıktığını, kapitalist ilişkinin giderek sönümlenerek sosyalizme dönüşeceğini” vaaz ediyorlar. Marksizmi güncelleme ve katkı yapma adına günümüze ulaşmış olan anti-Marksist külliyat; öncelikli olarak, “kapitalist toplumda üretici güçlerin üretim ilişkileriyle olan uzlaşmaz çelişkisi”ni yumuşatıp uzlaştırma üzerinden biriktirildi. Revizyonistlerin, oportunistlerin ve Troçkistlerin avlanmayı en sevdikleri alan, daima burası oldu. Çinli akademisyenler de aynı yoldan yürüyorlar . Yazdıkları, yüksek hacimli bu kitapta, birçok çarpıtma ve ele alınması gereken yön bulunmakla birlikte,‘marksizmi güncelleme’ iddiaları; ağırlıklı olarak ‘toplumsal sermaye’ kavramına yaslanarak yapıldığından, yazımız da şimdilik bu eksendeki tezlerle sınırlı olacaktır.
Çinli Akademisyenlerin, Marksizme yönelik “güncelleme”lerde izledikleri yöntem; daha önce Marksizme katkı adına yapılan saldırıların sentezlenerek tek bir torbaya doldurulmasından ibarettir. Çinli akademisyenlerin Marksizme yaptığı güncellemeler (update=yenileştirme), başlıca şu noktalarda yoğunlaşmaktadır:
Birinci olarak; Çinli akademisyenler aşağıda aktaracağımız bölümlerde de görüleceği gibi,  ‘toplumsal sermaye’ kavramını, sermayenin özel mülk olmaktan çıkışı, kendini aşarak  ‘toplumsal mülkiyet’e evrilmesi (sosyalist ilişkinin boyvermesi) anlamında kullanmaktadırlar.
“Hisse senetli mülkiyet biçimi, özel sermayenin aksine toplumsal sermayedir. Bu anlamda hisse senetli sermaye biçimi, sermayenin doğasında içkin olan çelişmeli birliğin –özel ve toplumsal niteliğin– deviniminin dışsal görünüm biçimidir. Hisseli sermaye mülkiyet biçimi, kapitalistlerin özel bireysel güçlerini, toplumsal güce; sermayenin özel gücünü toplumsal güce, özel işletmeyi toplumsal işletmeye dönüştürmüştür. Dolayısıyla hisseli sermaye mülkiyet biçimi, sermayenin öz-aşma sürecinde oluşmuş olan sermayenin toplumsal bir biçim edindiği bir mülkiyet biçimidir.(..) Üretici güçlerin giderek toplumsallaşması ve ardından sermayenin mülkiyet biçimindeki toplumsallaşmalar, bugüne kadar dört önemli aşama kaydetmiş, hisse senetli mülkiyet biçimi, özel tekelci mali sermaye, devlet sermayesi, kurumsal hisse senetli sermaye ve ardından uluslararası kurumsal sermaye mülkiyet biçimine yol açmıştır. Kapitalist devlet sermayesi mülkiyet biçiminde sermaye ilişkisinin bu ikili niteliği daha doğrudan bir biçimde görülebilmekte, özellikle sermayenin toplumsal doğası daha görünür olmaktadır.”

SERMAYE, ZATEN TOPLUMSAL DEĞİL MİDİR?
Öncelikle belirtelim ki, Marksist ekonomi politikteki kavram ve soyutlamalar, toplumdaki olguları, toplumsal sınıflar arasındaki ilişki ve çatışmayı yansıtırlar. Meta, para, sermaye, kâr, rant vb. ekonomik olaylar, Marksizm öncesindeki iktisatçılar tarafından, nesneler arasında bir ilişki olarak ele alınıyordu. Marx ise, nesneler arasında görülen ilişkinin yerine, ekonomik olayların temelinde yatanın, insanlar arasındaki üretim ilişkileri olduğunu gösterdi. Bu noktadan hareketle bakıldığında, sermayenin maddi bir nesne olmadığını belirlememiz gerekir. Sermaye, emek araçları, makine vb. değildir. İnsanlık üretim sürecinde bu aletlere her zaman gereksinim duydu, bundan sonra da duyacaktır. Sermaye maddi bir nesne değil, üretim araçlarına sahip olan sınıf ile, bu araçlardan yoksun bırakılmış, sömürüye maruz kalan sınıf arasındaki bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki bağlamındaki ‘sermaye’, ücretli emeği sömürmek suretiyle bir artı-değer veren değer olarak tanımlanır.
Sermaye zaten, değişken sermaye, değişmeyen sermaye, canlı ve birikmiş emek oluşuyla, yeniden genişletilmiş üretimiyle, üretim, dağılım ve bölüşümüyle, ticaret ve banka ilişkileriyle, insan toplumunun en ücra, en gizli yönlerine girmesi ve avucunun içine almasıyla insanlar arasındaki somut bir ilişki olarak, kapitalizmin bir kategorisi olarak, zaten toplumsal değil midir? ‘Toplumsal’ sıfatının, bireysel sermayelerin birleşmesi bağlamında sık sık vurgulanmasıyla yapılmak istenen nedir? Sosyalleşen, ortaklaşan, dayanışmacı bir mülkiyet ilişkisinin ortaya çıkışı mı kastediliyor? Elbette, anlatılmak istenen budur. Çinli akademisyenler, direkt olmasa da dolaylı olarak, ‘olumsuz aşma’ diyerek, kapitalizmin bağrında sosyalizmin ekonomik ilişkisinin kurulacağını söyleyerek, bu ‘toplumsallık’ sıfatını, özel-bireysel mülkiyet ilişkisinin, toplumsal mülkiyet haline dönüşmesi anlamında kullanıyorlar.
Sermaye zaten sosyaldir, aynı anlama gelmek üzere, toplumsaldır. Ancak “toplumsallık” –sermayenin özelden, kişiselden toplumsal hale dönüşmesi anlamında– sermayenin önünde bir sıfat olarak kullanıldığında ise, sermayenin bileşiminde bulunan değişmeyen sermaye ve değişen sermaye, ölü emek ve canlı emek olarak soyutlanmış, burjuvazi-proletarya temel çelişkisi de örtbas edilmiş olmaktadır. Sermaye bu şekilde ‘toplumsal’ hale getirilince, üretici güçlerin üretim ilişkileriyle uyumu da kolayca sağlanmış olmaktadır. Sermayenin böyle bir çarpıtma üzerinden “toplumsal” hale getirilişi, Çinli akademisyenlerin varmak istediği hedefe uygundur. Onlar, Çin’deki yerli ve yabancı mali sermayenin yoğun artı-değer sömürüsünü dengeleyen bir biçim, karma ekonomik yapılarının bir bileşeni olarak, tekelci devlet mülkiyetini yüceltiyor ve bunu sosyalist üretim ilişkisi olarak pazarlıyorlar. Bu nedenle, sermayeyi yeni örgüt biçimleriyle (“kurumsal sermaye” vb.) ‘toplumsallık’la ilişkilendirilerek, özel mülkiyetin geliştirilmesinin, toplumsal sermaye, bunun da toplumsal mülkiyet olarak, kapitalizmin bağrındaki sosyalizmin gelişen nüvesi olduğu imajı yaratıyorlar. Yoksa ‘bireysel sermaye’ ve ‘toplumsal sermaye’ olarak; Marx’ın Kapital’de kullandığı biçimiyle bu kavramlar; sermayenin özünde, onun niteliğinde, sahiplik olarak, yani mülkiyet ilişkilerinde, sınıfsal bir bir dönüşümü ifade etmezler. Bireysel sermaye, nasıl ki, tek işletme bazında sermaye sahipliğini, özel mülkiyeti ifade ediyorken toplumsal sermayenin bir parçasıysa; üretim, dolaşım ve bölüşüm sürecindeki farklı uğraklarında da, bankacı faizi, tüccar kârı, diğer sanayicilerin kârlarını vb. ifade etmek üzere ‘toplumsal sermaye’ adını aldığında da, özel mülkiyeti ifade etmekten uzaklaşmaz, aksine onu daha kapsamlı olarak vurgular. Kapitalist toplumda sermaye kavramı, her yer ve zamanda, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ifade eder. Fakat, kesinlikle kapitalizmde üretim araçları üzerindeki ortaklaşa/komünal/toplumsal mülkiyeti ifade etmez. Bu, toplumsal bir devrim olmaksızın olanaksızdır. Üretim araçları mülkiyeti kamulaştırıldığında, ‘toplumsal mülkiyet’ hakim hale geldiğinde, zaten somut olarak sermaye de mezara girecektir, onun soyutlanması olan kavramı da. Açık olan bir şey de şudur: sermaye tüm unsurlarıyla, değişen, değişmeyen bölümüyle; ölü ve canlı emek olarak, tüm üretim araçları ve metalarla birlikte, kapitalizm koşulları altında, toplumsal emek ürünüdür ve bu nedenle toplumsal olarak mülk edinilmesi, gerekir. Ancak sosyalizm, üretim araçlarının üzerindeki mülkiyete son vererek, üretim araçlarını, sermaye niteliğinden arındırır, mülk edinmeyi özel olmaktan çıkarır; toplumsal mülkiyet haline getirir. Kapitalizm özel mülkiyete, sosyalizm ise üretim araçlarının toplumsal, kollektif mülkiyetine dayanır. Sermaye, özel mülkiyet ve artı değer sömürüsüyle var olur, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve emek üzerindeki sömürüye son verildiğinde de (bireysel ya da toplumsal olarak) ortadan kalkar. Marx, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, kâr oranının, bireysel değil (tek bir işletme bazındaki kapitalist tarafından değil), toplumdaki tüm sermayeler tarafından, yani toplumsal sermaye tarafından, ortalama, genel kâr oranına göre belirlendiğini belirtmek üzere, genel olarak tüm sektörlerdeki, ulusal ve uluslarası kapitalist toplumun toplam sermayesini ifade etmek üzere de, bu kavramı kullanır. Toplumsal sermaye, bu anlamda, yukarıda tanımladığımız, üretim ilişkisi olarak, kapitalist özel mülkiyetle var olan bir sermayedir. Durduk yerde, her para ya da üretim aracı ‘kapitalist sermaye’ haline gelmez. Artı-değer sömürüsünün gerçekleşmesinde, kapitalist genişletilmiş yeniden üretim çevriminin tüm aşamalarına egemen olan sermayenin, dolaştığı ve bulunduğu her uğrakta toplumsal emeği (bireysel değil) içermesi itibariyle de toplumsaldır. Bu toplumsalllık ise, kapitalizm enine boyuna geliştikçe, mülkiyet ilişkisinin özel niteliğine oranla daha da artar. Üretim sonucunda gerçekleşen artı-değere, özel mülkiyet sahibi burjuvanın el koyuşuyla, ‘sermaye’, aldığı ismi gerçekten kazanır, hakeder. Artı-değer sermayeye eklenir (kapitalist kâr olarak); sermaye büyüyerek, yeniden genişletilmiş üretim süreci ilişkisi olarak devinip varolur. Görüldüğü gibi, Marx, ‘toplumsal sermaye’ de, ‘bireysel sermaye’ de dese, bu kavramları kullandığı yerlerde, özel mülk sahibi burjuvaların elinde birikmiş, toplumsal emek tarafından yaratılmış ‘sermaye’yi konu edinmektedir. Özel mülkiyetin karşıt kavramı, toplumsal sermaye değil, kamusal/kollektif mülkiyettir. Çinli akademisyenlerin yaptığı gibi, bu kavramdan, topluma ait olan mülkiyet ya da onun bir ön geçiş biçimi olarak, sosyalizmin nüvesi bir ilişki ya da örgüt biçimi vb. anlamını çıkarmak, zorlama bir çabadır. Bazı toplumbilimciler de, bu türden post-modern kavram bozuşturma operasyonlarına, 90’lı yıllarda; “kariyer, mevki, statü , zeka vb.’nin günümüzde artık sermaye haline geldiğini, bu özellik ve yeteneğe sahip kişilerin de doğal olarak ‘sosyal sermaye’, ‘beşeri sermaye’, ‘toplumsal sermaye’ sahibi olduklarını” söyleyerek, başka bir frekanstan, bu tartışmaları başlatmışlardı.
Hisse senetli şirketler, bireysel sermayelerin birleşmesi, kapitalistlerin üretim sürecini, idare ve denetim işlerini yönetim kurullarına bırakması, sermayenin sahipliği ile kullanımının birbirinden ayrılması, hisse senedi yoluyla sermayeye katılmaların tröst ve kartel biçimlerinin doğması, sermayenin merkezileşmesi, tekelci devlet kapitalizmi; tüm bunlar, “sermayenin kendini öz aşması”, “kapitalizm içindeki kısmi nitel değişimler” olarak nitelendiriliyor ve kapitalist krizlerin de, üretim ilişkilerindeki bu değişmeyle –yeni türden “kurumsal sermaye” örgüt biçimleriyle– aşıldığı, kapitalizmin bu şekilde ömrünün uzadığı ve giderek evrimci bir geçişle yerini sosyalizme bırakacağı söyleniyor.
Peki sermaye birleşmeleri, tekel olgusu, sermayenin sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılması; salt emperyalizmin yakın dönemine (II. Dünya Savaşı sonrasına) ait bir olgu mudur? Marx ve Engels’in yazılarında da tekelleşme eğiliminden, tröst ve kartellerden bahsedilir.  Tekeller, 1860 – 1870 yıllarında ortaya çıksa da, 20.yy başları, tekelci birliklerin, tröst ve kartellerin, mali sermayenin ekonomi üzerinde eğemenliğini kurduğu ve dünyayı ekonomik olarak paylaştığı, kapitalizmin emperyalizm aşamasına evrildiği kesin bir tarihtir. Bu tür tekelci birleşmeleri, emperyalizmin yakın dönem olguları gibi ele alıp kutsayan, ‘toplumsal sermaye’ ‘kurumsal sermaye’vb. adlarla piyasaya süren ÇKP’li akademisyenler; bu işletmelerde ayrıca sermaye sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılmasını da emperyalizme ve onun son dönemine ait bir özellik olarak yansıtmaktadırlar.Oysa sermayenin sahiplik ve kullanımının ayrılması, genel olarak kapitalizme ait bir özelliktir. Sermayenin kapitalizmdeki toplumsallığı da zaten bu anlama gelir, ama onların anlamadıkları tam da budur.Emperyalizm aşamasında olan şey, bu ayrılığın derinleşmesi, ‘kupon keserek yaşayan rantiyer zümre’nin de doğmasıdır.
“Kapitalizmin özelliği, genel olarak sermaye sahipliğini bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir.” 
İkinci olarak, ÇKP teorisyeni akademisyenler, daha önceki toplumsal kuruluşlarda olduğu gibi, kapitalizmin bağrında da sosyalist üretim ilişkisinin filizleneceği (bir sonraki üretim ilişkisinin, bir önceki toplumun bağrında oluşması kastediliyor) iddiasındadırlar ve Marksistleri de bu noktada şöyle suçlamaktadırlar:
“İkinci hatalı bakış açısı ise, sermaye mülkiyet ilişkilerinde ne tür bir ayarlama ve değişiklik olursa olsun, kapitalizmin mülkiyet ilişkilerinin herhangi bir değişikliğe uğramadığı görüşünü savunmaktadır. Bu yaklaşım, ayrıca, kapitalist mülkiyet ilişkilerinin toplumsallaşmaya doğru gelişim sürecini kabul eden yaklaşımları da Marksizm karşıtı saymaktadır. Bu yaklaşım savunucuları, aynı zamanda kapitalist özel mülkiyetin ve sosyalist kamu mülkiyetinin temelde birbirine tamamen aykırı, birbirleriyle uzlaşmaz doğalara sahip olmalarından ötürü, yeni bir toplumun tohumlarının kapitalizm içerisinde filizlenemeyeceğini iddia etmektedirler.(..) Günümüz kapitalist üretim biçimini, klasik kapitalist üretim biçimi ile kıyasladığımız zaman ve nesnel bir gözle baktığımızda, bugünkü kapitalizmin bağrında yeni bir toplumun oluşumsal ögelerinin bulunduğu görülebilmektedir ve bu ögeler azalmak yerine, gün geçtikçe artmaktadır. (..) Sovyetler Birliği’nde yapılan ekonomi politik incelemelerinde öne sürülen bir başka bakış açısı da, bugüne dek, oldukça yaygın bir şekilde benimsenmiştir. Bu bakış açısına göre, kapitalist özel mülkiyet biçimi ile, sosyalist kamu mülkiyet biçimi birbirine taban tabana zıt oldukları için, sosyalizmi oluşturacak etmenler, kapitalizm tarafından reddedilmekte ve itilmektedir. Böylece sosyalizmin kapitalizmin rahminde oluşması imkansız hale gelmektedir.”
Çinli ideologlar, bunlara ek olarak, Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı yapıtına yazdığı ünlü Önsöz’ü tahrif ederek, “Kapitalizmin halen bağrındaki örtük ilişkileri geliştirebildiği, kendine yeni gelişme alanları açtığı, kendini yenilediği, krizlerini aşabildiği, üretimi sınırsız ve engelsiz geliştirdiği ve bu nedenle yerini sosyalizme bırakma zamanının gelmediğini” iddia ediyorlar.
Tüm bu alıntılardan da görüleceği üzere, Çinli akademisyenler, sosyalist toplumu ve onun ekonomik ilişkilerini, genel olarak özel mülkiyetin ve sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasına dayanan bir toplumsal kuruluş olarak görmüyor, kapitalizmden sosyalizme geçişi daha önceki sömürücü üretim tarzlarındaki geçişlerle aynılaştırıyorlar. Kapitalist toplumdan sosyalizme geçişin özgünlüğünü –yani kapitalizmin bağrında sosyalist üretim ilişkisinin kurulamayacağı ve gelişemeyeceğini, sosyalizmin inşası ve sınıfsız topluma varmak için, burjuva iktidarın devrimle yıkılması ve üretim araçlarının kamulaştırılması ve akabinde de, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş dönemi yaşanmasının zorunluluğunu– kabul etmiyorlar.
Kapitalizm, ekonomik ilişki biçimi olarak, feodalizmin bağrında filizlenip ortaya çıktı, ama sosyalist ilişkiler bu tarzda ortaya çıkamaz. Sosyalizm, ancak kurucu bir eylemle gerçekleşir; yukarıdan aşqağıya kurulabilir. İşçi sınıfı ve halk kitlelerinin bilinçli eylemi sonucu, burjuva iktidarın yıkılmasını, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesini ve kamulaştırılmasını gerektirir. Üretim araçları işçi sınıfının eline geçmeden, toplumsal mülk haline gelmeden, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulması ve gelişmesi olanaksızdır. Daha önceki devrimlerde, bir sömürü biçimi ile bir başkası ile yer değiştirmiş, insanın köleliği ve özel mülkiyetin varlığı sürmüştü. Sosyalist devrimlerde ise, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve insanın insan tarafından sömürüsüne son verilir; toplumsal üretim insan ihtiyaçları merkezinde bir planlamayla yürütülür, üretimdeki anarşi ve üretici güçlerin tahribatı son bulur, üretici güçlerin özgür ve sınırsız gelişmesinin yolu ancak bu şekilde açılır.
Üçüncü olarak, Çinli ideologlar, emperyalizm aşamasına ait sermayenin tekelci birleşme biçimlerini, sanki Lenin yaşamamış ve ‘Emperyalizm’ adlı ölümsüz eserini yazmamışcasına, yeni bir olgu olarak ele almakta ve tekelci devlet kapitalizmini, sosyalizme geçiş biçimi ve sosyalist üretim ilişkisi olarak olumlamaktadır.Oysa tekelci devlet kapitalizmi, basbayağı bir kapitalizmdir. Lenin, Emperyalizm adlı yapıtında, kapitalist toplumdaki devlet tekelini, “şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç” olarak nitelendirir.  Ayrıca Lenin, Devlet ve İhtilal adlı ölümsüz yapıtında da, tekelci devlet kapitalizmini; yakınlaşarak benzeştiği sosyalizme bir toplumsal alt-üst oluş olmadan götürecek/götürmekte olan ve evrimci yolla sosyalist ilişkilerin kurulmasının bir gösterge ve kanıtı olarak değil, aksine proleter devrimlerini zorunlu kılıp yakınlaştıran bir olgu ve bunun kanıtı olarak görmektedir: “29 Haziran 1891’de Engels tarafından Kautsky’e gönderilen ve Neu Zeit’te, ancak on yıl sonra yayımlanmış bulunan Erfurt Program tasarısı eleştirisi’nde; ‘Eğer hisse senetli şirketlerden, koca sanayi kollarını egemenliği altına alan ve tekelleştiren tröstlere geçersek, bunun yalnızca özel üretimin değil‚ plan yokluğunun da sonu olduğunu görüyoruz.’ Burada, modern kapitalizmin, yani emperyalizmin teorik değerlendirilmesinde varolan en önemli şeyi, yani kapitalizmin tekelci kapitalizm durumuna dönüştüğü gözlemini buluyoruz. Bunun altını çizmek gerekir; çünkü tekelci kapitalizmin ya da tekelci devlet kapitalizminin, artık kapitalizm olmadığını, bundan böyle ‚ ‘devlet sosyalizmi’ olarak nitelendirilebileceğini vb. ileri süren burjuva reformist önermesi, en yaygın yanlış düşünce durumundadır. Elbette ki tröstler, ne şimdiye dek tam bir planlama yapmışlardır, ne de yapabilirler. Bununla birlikte, belirli bir planlamayı da uygularlar; sermaye babaları, üretim hacmini ulusal hatta uluslararası ölçekte önceden hesaplar ve bu üretimi bir plana göre düzenlerler, ama genede kapitalist rejim içinde kalırız; gerçi onun yeni bir evresinde, ama yadsınamaz bir biçimde kapitalist rejim içinde. Bu kapitalizmin sosyalizme ‚’yakın’ olduğu gerçeği, proletaryanın gerçek temsilcileri için, sosyalist devrimin yakınlığı, kolaylığı, olanak ve ivediliği yararına bir kanıt oluşturmalıdır; yoksa, bütün reformistlerin yaptığı gibi, hiçbir zaman bu devrimin yadsınmasına ve kapitalizmin allanıp pullanması girişimlerine göz yummak için kullanılan bir kanıt değil.”
Çinli akademisyenler, ‘Kurumsal sermaye’  dedikleri günümüzdeki uluslararası dev işletmelerin dikkat çekici nitelikleri olarak şunları sıralamaktadır:
1) Emek süreci, kapsamlı işbölümüne, bilimsel yönetim teknolojilerine doğa bilimlerin en gelişkin düzeyine dayanır. 2) Bu işletmeler devasa dünya talebini karşılayacak ölçüde üretim yapmaktadır. Kendi içinde kaynak tahsisi yapmakta, dünya çapındaki üretim etkenlerini ve koşullarını kullanabilmekte, yüksek bir üretkenlik düzeyine ulaşmaktadır.
3) Bu işletmelerin çoğu kendilerine ait bilimsel araştırma merkezlerine sahiptir. Bu şekilde bilimsel teknolojilerin geliştirilmesi ile üretim sürecini entegre olarak yürütebilmektedirler. Bilimsel buluş ve teknolojilerin üretici güçlere dönüştürülmesi süresi kısalmaktadır. Sermaye oldukça gelişkin bir toplumsal işbölümü yarattığı gibi, aynı zamanda toplumsal düzenlemelerle uyum sağlayabilecek bir örgütlenme yaratmıştır.
Bunlar tamam da, tekelci firmaların gösterdiği bu özelliklerinin neresi yenidir? Bunlar emperyalist dönemin bütününde, mali sermayenin gelişiminde bulunan özellik ve nitelikler değil midir?
Özel mülk sahibinin yanı sıra, sermayeyi yöneten profesyonel yönetici kesim (şirket yönetim kurulunun) de, karar verici veya yürütücü konuma gelebilse bile, sonuçta herkes şirketteki sermayesi (hissesi) oranında artı-değeri mülk edindiğine göre, kapitalist ilişki ve çelişki niçin değişsin, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki temel uzlaşmazlık niye uzlaşır hale gelsin? Bir sürü laf kalabalığı arasında bu soruların yanıtını kitapta net olarak görmek olanaksız. Söylenen, kapitalizmin “bu tür toplumsal düzenlemelerle uyumunu sağladığı”dır.  Her adımda açık ya da örtük olarak yinelenen; “kapitalizmin, gelişmesinin belli aşamasında da, bütün şimdiye kadarki aşamalarında da üretim ilişkilerini, üretici güçlerin toplumsallaşmasına ve gelişmesine uygun olarak, reform ve düzenlemelerle uyumlu hale getirdiği ve devrimci dönüşüme gerek kalmadığı” revizyonist görüşüdür.
Çinli ideologların yeni bir olgu olarak ileri sürdükleri üretici güçlere uygunluk sağlamak için kapitalistlerin üretim ilişkilerinde yaptıkları reform ve iyileştirmeler, uyguladıkları yeni yönetim biçimleri; tröst, kartel, “kurumsal sermaye” vb. denilen örgütlenmeler, onun nihai akibetini ve yerine sosyalizmin kurulmasını önleyemez. Sömürü sistemi, bir dizi ekonomik ve siyasi reform ve tedbirlerle krizlerini aşıp gecici olarak ömrünü uzatsa da, bunu, sistemin iç çelişkilerini, üretici güçlerin üretim ilişkisiyle olan uzlaşmaz çelişkisini, mevcut uyumsuzluğu ve tahribatı daha da geliştirme ve derinleştirme pahasına yapar. Lenin, bunalımların “yoğunlaşma ve tekele eğilimi artırdığını”, ayrıca kartel vb. türden örgütlenmelerin bunalımları ortadan kaldırmak bir yana, “belirli sanayi kollarındaki tekelin, kapitalist üretimin bütününde varolan karışıklığı daha da çoğaltıp ağırlaştırdığını” belirtir.
Emperyalist döneminde, hisse senetli şirketler, holdingler vb. şeklinde örgütlenen kapitalist sermaye sahipleri, finans kapital; çok küçük sermaye miktarlarıyla çok büyük sermayelere hükmedebilmekte, onları denetleyebilmekte  ve elinin altındaki bu sermayeleri çekip çevirerek, azami kârlarına kâr katabilmektedir. “Üretim toplumsal hale geliyor, ama mülk edinme özel kalmakta devam ediyor. Toplumsal üretim araçları, küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalıyor.
Kısacası, kapitalizmin emperyalizm aşamasında ortaya çıkan tekelci örgüt biçimleri ve sermayenin yeni yönetim stratejisi ve yöntemleri; özel mülkiyet sahiplerinin, sermayeyi daha etkin kullanarak, artı- değer sömürüsünü, azami kârı artırmalarına; özel mülkiyet ve sermaye birikiminin; özel ellerde daha fazla miktarda yoğunlaştırılmasına yöneliktir.  Bu durumda, üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki, kapitalizmin bu uzlaşmaz temel çelişkisi, yumuşamak bir yana, her geçen gün daha keskinleşir, devrimin ve sosyalizmin maddi önkoşullarını daha da olgunlaştırır.
Emperyalist dönemin proleter devrimlerin arifesi ve çağımızın da proleter devrimler çağı olmasının anlamı, kapitalist üretici güçler ve üretimin toplumsal niteliği ile kapitalist üretim ilişkisi (mülk edinmenin özel ellerde bulunuşu) arasındaki uzlaşmaz çelişkide yatmaktadır. Kapitalizm, gelişmesinin belirli bir aşamasında (19. yy’ın ilk çeyreğinden sonra yaşanan devrevi krizlerin başlamasıyla), üretici güçleri serbetçe geliştiremez oldu –ki üretici güçleri ve kapitalizmin gelişmesini sağlayan yegane güç, her zaman proleterlerin sömürülmesidir–, üretici güçleri tahrip etmeye başladı. Marx ve Engels’in ‘Komunist Manifesto’; ‘Kapital’  gibi ölümsüz yapıtları, bu ‘engellenmiş’ koşulların ve uzlaşmaz sınıf mücadelelerinin ürünleri olarak doğdu. Kapitalizmin giderek üretici güçleri engellemesi ve gelişmeyi frenlenmesi eğilimi; tekelin doğuşuyla, mali sermaye ve emperyalizm çağıyla birlikte hızlanmış, artık daha sık aralarla gündeme gelen devrevi krizler; ‘cerahat’ın dışarıya aktığı kanallar olmuştur. Kapitalizmin yol arkadaşı olan krizler ve paylaşım savaşları; üretici güçlerde, cansız emek olan makine vb. üzerinde yarattığı tahribatın yanı sıra; en temel üretici güç olan canlı emeği (işçi sınıfını) de; insafsız sömürü, işişizlik, açlık, hastalık vb. yıkımlar sarmalında, sınırsız, dizginsiz, özgür ve mutlu bir gelişme yolundan alıkoymuş; ücretli köleler olarak, kendi ürettiği ürünlere yabancılaştırmıştır. Gelinen aşama da; kapitalizmin, devrimle karşılaşmadığı koşullarda; krizlerini, bir sonraki krizine kadar erteleyip görünüşte aşarak yaralarını sarma becerisi gösterse ve ömrünü gecici olarak uzatsa da; bu, onun her geçen gün kendi “mezar kazıcılarını” yarattığı ve yıkılışının nesnel koşullarını hazırladığı anlamına gelir.

SONUÇ OLARAK
ÇKP desteğindeki, CASS’a bağlı faaliyet yürüten Marksizm Araştırmaları Akademisi’ne bağlı seksiyonların akademisyenleri; ele aldığımız yazılarında da görüldüğü gibi, Çin’in kapitalist- emperyalist güzergahtaki hızlı gidişini, süper güçlerle rekabetini, başa güreşme pozisyonunu meşrulaştırmaya, dünyada ve ülkede Marksizmden, sosyalizmden etkilenmiş kesimleri, düzenledikleri paneller ve mali olanakları eşliğinde gerici emellerine yedeklemeye çalışıyorlar. Çin’de yaklaşık 800 milyon emekçinin sürüklenip mahkum edildiği yoksulluğu, artı-değer sömürüsüyle palazlanmış milyar dolarlık servetlere sahip ÇKP üyesi ve yöneticisi burjuvaları gizlemeye, bu aldatıcı makyaj ve çarpıtmalar kesinlikle yetmez. Çin’de üretici güçlerin toplumsal niteliğiyle üretim ilişkilerinin kapitalist niteliği arasındaki uzlaşmaz çelişki; son dünya krizinin artçı sarsıntılarının da yansımasıyla giderek derinleşmekte ve adeta toplumsal bir devrime davetiye çıkarmaktadır.

Spotlar:

Çinli akademisyenler, emperyalizme ait ve 100 küsur yıldır ortada duran olguları, sermayenin örgütlenme ve birleşme biçimlerini yeni olgularmışcasına yeniden keşfederek; “kapitalist sistemin kendi krizlerini, bu kurumsal, ‘toplumsal sermaye’ örgütlenişiyle aştığını, üretici güçlerin gelişmesine uygun tarzda üretim ilişkilerini sürekli yenileyerek geliştirdiğini ve ömrünü uzattığını; kapitalizmin temel çelişmesinin günümüzde uzlaşmaz olmaktan çıktığını, kapitalist ilişkinin giderek sönümlenerek sosyalizme dönüşeceğini” vaaz ediyorlar.

Sermaye, emek araçları, makine vb. değildir. İnsanlık üretim sürecinde bu aletlere her zaman gereksinim duydu, bundan sonra da duyacaktır. Sermaye maddi bir nesne değil, üretim araçlarına sahip olan sınıf ile, bu araçlardan yoksun bırakılmış, sömürüye maruz kalan sınıf arasındaki bir toplumsal ilişkidir. Bu ilişki bağlamındaki ‘sermaye’, ücretli emeği sömürmek suretiyle bir artı-değer veren değer olarak tanımlanır.

Bireysel sermaye, nasıl ki, tek işletme bazında sermaye sahipliğini, özel mülkiyeti ifade ediyorken toplumsal sermayenin bir parçasıysa; üretim, dolaşım ve bölüşüm sürecindeki farklı uğraklarında da, bankacı faizi, tüccar kârı, diğer sanayicilerin kârlarını vb. ifade etmek üzere ‘toplumsal sermaye’ adını aldığında da, özel mülkiyeti ifade etmekten uzaklaşmaz, aksine onu daha kapsamlı olarak vurgular.

Tekelci birleşmeleri, emperyalizmin yakın dönem olguları gibi ele alıp kutsayan, ‘toplumsal sermaye’ ‘kurumsal sermaye’vb. adlarla piyasaya süren ÇKP’li akademisyenler; bu işletmelerde ayrıca sermaye sahipliği ile onun kullanımının birbirinden ayrılmasını da emperyalizme ve onun son dönemine ait bir özellik olarak yansıtmaktadırlar.Oysa sermayenin sahiplik ve kullanımının ayrılması, genel olarak kapitalizme ait bir özelliktir. Sermayenin kapitalizmdeki toplumsallığı da zaten bu anlama gelir, ama onların anlamadıkları tam da budur.Emperyalizm aşamasında olan şey, bu ayrılığın derinleşmesi, ‘kupon keserek yaşayan rantiyer zümre’nin de doğmasıdır.

Çinli akademisyenler, sosyalist toplumu ve onun ekonomik ilişkilerini, genel olarak özel mülkiyetin ve sömürücü sınıfların ortadan kaldırılmasına dayanan bir toplumsal kuruluş olarak görmüyor, kapitalizmden sosyalizme geçişi daha önceki sömürücü üretim tarzlarındaki geçişlerle aynılaştırıyorlar. Kapitalist toplumdan sosyalizme geçişin özgünlüğünü –yani kapitalizmin bağrında sosyalist üretim ilişkisinin kurulamayacağı ve gelişemeyeceğini, sosyalizmin inşası ve sınıfsız topluma varmak için, burjuva iktidarın devrimle yıkılması ve üretim araçlarının kamulaştırılması ve akabinde de, proletarya diktatörlüğü altında bir geçiş dönemi yaşanmasının zorunluluğunu– kabul etmiyorlar.

Çinli ideologlar, emperyalizm aşamasına ait sermayenin tekelci birleşme biçimlerini, sanki Lenin yaşamamış ve ‘Emperyalizm’ adlı ölümsüz eserini yazmamışcasına, yeni bir olgu olarak ele almakta ve tekelci devlet kapitalizmini, sosyalizme geçiş biçimi ve sosyalist üretim ilişkisi olarak olumlamaktadır.Oysa tekelci devlet kapitalizmi, basbayağı bir kapitalizmdir. Lenin, Emperyalizm adlı yapıtında, kapitalist toplumdaki devlet tekelini, “şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araç” olarak nitelendirir.

Emperyalist dönemin proleter devrimlerin arifesi ve çağımızın da proleter devrimler çağı olmasının anlamı, kapitalist üretici güçler ve üretimin toplumsal niteliği ile kapitalist üretim ilişkisi (mülk edinmenin özel ellerde bulunuşu) arasındaki uzlaşmaz çelişkide yatmaktadır. Kapitalizm, gelişmesinin belirli bir aşamasında (19. yy’ın ilk çeyreğinden sonra yaşanan devrevi krizlerin başlamasıyla), üretici güçleri serbetçe geliştiremez oldu –ki üretici güçleri ve kapitalizmin gelişmesini sağlayan yegane güç, her zaman proleterlerin sömürülmesidir–, üretici güçleri tahrip etmeye başladı. Marx ve Engels’in ‘Komunist Manifesto’; ‘Kapital’  gibi ölümsüz yapıtları, bu ‘engellenmiş’ koşulların ve uzlaşmaz sınıf mücadelelerinin ürünleri olarak doğdu.

Çin makyaj tazeliyor

Nüfus yönünden dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in her şey gibi ekonomik rakamları da büyük. İstatistikî verilerin arka planına yeterince bakılmadığında yanlış sonuçlara varılabiliyor. Gerçekten de “Çin mucizesi”, “Çin’in piyasa sosyalizmi” lafları da bunlardan biri. Aslında, Çinli yöneticilerin sürekli sözünü ettikleri, ”Çin‘e özgü”, “Çin karakterli sosyalizm” lafları, Çin’de gelişenin, bildik/tanıdık kapitalizm olduğunun üzerini örtmeyi amaçlıyor. Çin’in gelinen yerde, çok kutuplu emperyalist dünyanın önemli emperyalist gücü olarak tarih sahnesinde yerini alması; kapitalist emperyalizmin eşitsiz gelişme yasalarına uygun, sermayenin, yoğun ucuz emek sömürüsü sonucu gerçekleşmiş; anormal ve ‘özgün’ olmayan bir sonuçtur. Kapitalist Çin’in özellikle Deng sonrası, emperyalist bir süper güç olma hedefiyle sürekli ivme verdiği bu gidişat, gelinen yerde, “Çin Mucizesi”ne yeni bir makyaj dayatıyor. Çin, sadece dışarıdan, yabancı sermaye yatırımı çekerek büyüyen bir ülke olmanın ötesinde, dışarıya yönelerek, doğrudan sermaye yatırımlarını hızla artıran; bu sermaye ihracıyla da, dünya piyasasında diğer emperyalist güçlerle, barışcıl ya da askeri, ama daha keskin bir rekabete; nesnel olarak zorlanıyor. Dünya kaynaklarını yağmalama, rakiplerinin önünü kesme; salt Çin kapitalizmine özgü bir durum değil, kapitalist emperyalist gelişmenin zaten özünde olan bir şeydir.
Çin, doğrudan dış sermaye yatırımlarında, diğer emperyalist devlerle rekabette hayli mesafe aldı, ama önümüzdeki dönem katedilecek yolun sonunda, “ABD gibi süper bir dünya gücünün önüne geçip, geçemeyeceği” spekülasyonu; Çin ekonomisinin gelişme sürecinde bünyesinde barındırdığı zayıflıkları altedebilme kapasitesiyle doğrudan bağlantılı görünüyor. Bu yazıda esas olarak, istatistikî verilerin ışığında, Çin ekonomisinin aksak, topallayan yönlerini ve Çin’in son dönemde dünya sathında gerçekleştirdiği doğrudan dış sermaye yatırımlarını ele alacağız. Bu, Çin’in, emperyalistler arasında paylaşım ve rekabette giderek nasıl öne çıktığını ve rakiplerinin onu neden sürekli göz hapsine aldıklarını; ekonomik ve askeri stratejilerinde, Çin’in tutumunu niçin gözettiklerini anlamak açısından olduğu kadar, Çin emperyalizmini, nesnel ekonomik verileri tersyüz ederek ,”sosyalizmin ön aşaması” olarak piyasaya süren, “liberal solcu” tezlerin yaslandığı zemini görmek açısından da gereklidir.

‘ÇİN KAPLANI’NIN ÖZGÜN OLMAYAN EKONOMİK GELİŞMESİ
Mao Ze Dung’un ölümü ardından Deng Siao Ping’le birlikte, ulusal kapitalist gelişme modelinden batılı tekelci sermayenin ülkeye buyur edilmesine geçiş; Çin’deki kapitalistleşme sürecini hızlandırdı ve Çin’i, diğer emperyalist güçlerle rekabete girişen ve ekonomik, politik ve askeri hegemonya mücadelesinde en birinci olmayı hedefleyen bir güç olarak ortaya çıkardı. Kapitalistleşmedeki gelişim süreci, Asya ülkelerinin (“Asya kaplanları”, Güney Kore, Japonya vb.) daha önce gerçekleştirdiğine benziyor. Ama bu, ekonomik standartları, yaşam ve refah düzeyi yönünden de, batılı emperyalistler ve Japonya düzeyine ulaştığı anlamına gelmiyor. Çin halen orta gelişmişlik düzeyinde bir ülkedir. Çin, dünyanın ikinci büyük ihracatçısı ve dünyanın üçüncü büyük ithalatçısı durumuna geldi. Yüzlerce serbest bölgede, batılı emperyalistlerin yüzlerce tekeli ve markası, Çin’in doğu sahillerini, “Dünyanın atölyesi” haline getirmiş, üretimlerini oraya taşımışlardı. Buradan dünyaya ihraç edilen ürünler de, Çin’in ihracatı olarak görünüyor.
Çin, bugün dünya ihracatından aldığı payı arttırmış görünmektedir. Dünyanın ikinci büyük ihracatçısı konumuna gelmiştir. 2008 yılında ABD dünya ihracatının %8’ini, Hindistan % 11‘ ini gerçekleştirirken, Çin bir çeyreğini (%25) yapar düzeye geldi. Ancak, bu rakamın ardına bakıldığında, Çin’in ülke içinde eklemiş olduğu gerçek değeri görmek mümkün. Çin’deki bazı firmalar, iç piyasa tarifesine girmeden ihraç ürünlerinde kullandıkları girdileri, serbest bölgeden ihraç edebiliyorlar. Bunların çoğu, sahipleri yabancı olan şirketlerdir. Bu yabancı şirketler, aynı zamanda büyük çaplı üretimlerinde yüksek ithalat avantaji sağlayan “kıyaklar”a sahipler. Teknolojiyle bağlantılı ürünlerde gerçekten içeriden eklenmiş değere baktığımızda, bu çok düşük düzeydedir. Bu eklenen değer, kompüterlerde %4, telekomünikasyon parçalarında % 15 kadardır. 2002 yılında telekomünikasyon alanındaki son giriş ve çıkış tablosuna baktığımızda, ülke içinin eklediği değer payı, diğer ürünlerde %88 olmasına karşın, telekomünikasyon alanında bu %18 olarak görünmektedir. İçerideki özel şirket ve firmaların ihracata eklediği değer payı, %84 gibi yüksek bir rakamken, sahibi yabancı olan firmalarda bu oran, şimdilik %3 düzeyindedir. Bu, göreli düşük değer eklenmesinden ötürü, Çin ekonomisinin iddia edilen ihracata bağımlılığı, göründüğü gibi değildir. İhracata bağımlılığı daha düşüktür. 2008 yılında ihracat malları, bu bağlamda, Çin ulusal hasılasının %33’ü kadar bir gelir payına sahipti.Yapılan hesaplamalara göre, ihraç ürünlerinde eklenen değer payı %49 dur. Sadece ihraç gelirlerinin payında ise, %16 dır. Gayri safi hasılanın ihracata bağlılığı giderek düşüyor. Önceden vergi avantajına sahip firmalar, Çin’deki serbest bölgelerdeki üretimlerinde ve özellikle telekomünikasyon alanında, Vietnam, Kore vb. Asya’nın diğer bölgelerinden hammadde, yarı mamul madde ithal ederek üretimlerini gerçekleştiriyor, Çin’in bu üretimlerdeki katkısı düşük kalıyor.. Yabancı firmalar, böylece değerin yarıdan fazlasını eklediğinden, kârlarına ek kâr katıyorlar. Yani ihracatın önemli bir bölümü yabancı firmaların kendi ihracatıdır. Bu nedenle Çin’in açıkladığı büyüme rakamlarını (daha önceleri %10 -12 olarak açıklanmış rakamlar son yıllarda % 7.5’a düşürülmüştü) gerçekçi bulmayan, bunun yanıltıcı olduğunu ileri süren ekonomistler de vardır.
Tüm bunlara karşın, Çin kuşkusuz ki büyüyor, ama bu büyümede bir hız düşüşü olduğu Çinli yetkililerin kendi beyanlarıyla da sabittir. Çin, büyüme esnasında doğabilecek görece düşüşün sınırını, daha önce %7 olarak belirlemişti. 2006 yılında Çin Bilim ve Teknoloji Bakanı Xu Guanhua, Xinhua, ajansına verdiği bir demeçte, “Çin’in refah ve zenginliği için, 40 yıl boyunca %7 büyümesi zorunluluğunu” dile getirmişti. Yabancı birçok uzman, zaten Çin ekonomisi için %6  ‘lık büyümeyi, büyüme değil, ciddi bir kriz unsuru olarak görmekte. Çin’in ekonomi uzmanları Daily People’da yazdıkları makalelerde, “Çin ekonomisinde tasarruf ve yatırımların yapısında dengesizlik bulunduğunu, Çin’in geleceğinin planlanmasından (Dünya kapitalizmiyle entegre olmuş, krizlerin etkisine açık Çin, bunu nasıl becerecekse !)” bahsediyorlar.. Ve 2013 ekonomik büyüme hızının % 7.5’a düşürülmesini; “Makro ekonomik dengeleri kontrol altına almak ve büyümeyi istikrarlı sürdürmek” gerekçesiyle açıklayarak; ekonomik daralmayı ve krizden etkilenme düzeylerini, açıkça kabule yaklaşmıyorlar. (Bkz. 11.Temmuz 2012 tarihli Peoples Daily. No second dip in China’s economy: Experts).
2008’le başlayan dünya krizinden etkilenmediği, aksine dünya büyüme oranlarına ve batı ülkelerinin ekonomisine katkı yaptığı söylenen  Çin; elbette ki krizden derinden etkilendi, çünkü 2008 dünya krizi ‘aşırı üretim’ kriziydi ve bunun dünyanın atelyesi haline gelmiş, dünya ekonomisine entegre olmuş Çin’i etkilemeyeceğini ummak mantık dışı boş bir kuruntuydu.. Çin nasıl dünyanın atelyesi oldu? Ucuz emek cenneti ve köle işçiler sayesinde. İşgücü fiyatının, ücretlerin ucuz tutulmasıyla yabancı sermayeyi çekti. Ama dünya kriz sürecinde, dünyadaki talep daralması, Çin’de dünya pazarları için üretilen mallara talebi de düşürdü. İhracata belli ölçüde bağlı Çin ekonomisi; içeride de işgücü bedelinin düşüklüğü, reel talebin yetersizliği (Gerçekte, Çin emekçileri birçok mal ve metadan yoksundur, yani potansiyel talep çok yüksektir.) nedeniyle, ihracatta daralma yaşadı. Benzer durumu, daha önceki Asya Kaplanı Japonya da yaşamış, sürekli hızlı büyümenin ardından, bir yavaşlama sürecine girmişti.
ABD ve Avrupalı emperyalistler, Çin’deki bir krizin, dünya için yıkım haline dönüşeceğini biliyor ve “bunun hiç olmamasını ya da mümkün olduğu kadar geç olmasını“ arzu ediyordu. Çin’in geçen yılki, büyüme oranının düşmesi, bu yilki hedefin de %7.5 olarak belirlenmesi, Avrupa ve dünyadaki talep azalışı, ihraç ekonomisinin aşırı birikimi, kapasite kullanımının düşmesini ve küçülmeyi de beraberinde getirdi. Bu yılki Davos’ta, yine Çin’den hizmet bekleyen -Çin’in birikmiş 4 trilyon doları bulan Federal Rezervlerinden nemalanmak gibi- batılı emperyalistler, Çin başkanının konuşmaları ve aldırmaz tavırlarından, “Çin’in içerideki talebi artırmaya yöneleceğini, bir parça içe dönerek yaralarını sarmakla meşgul olacağını, dışarıya yönelme stratejisi izleyeceği” mesajını net olarak aldılar. Zaten, bir süredir batılı sermaye, işgücü bedelinin görece yükselmesinden ötürü, ücretlerin daha düşük olduğu Meksika ve Asya’nın diğer ülkelerine kayma eğilimine girmişti. Çin, artık “yabancı sermayeyi her ne pahasına olursa olsun çekme ‘anlayışı’ndan ‘dışa yönelme’ ve etkili büyüme-gelişme konsepti”ne geçti. Geçtiğimiz yılın 14 Kasım’ında toplanan Ç‘K’P 18. Kongresi’nde, parti genel sekreteri Xi Jinping; selefi Hu Jianto’dan devraldığı, önümüzdeki dönemde de kesinlikle sürdürüleceğini açıkladığı‚ “Çin’e özgü, Çin karekterli sosyalizm” palavrasını kutsayarak; ekonomide dışa kırılan direksiyonu ve bu vites değişikliğini ilan etmişti.

ÇİN DOĞRUDAN DIŞ SERMAYE YATIRIMLARINI HIZLANDIRDI
Çin uzun süredir, dünyada rekabet edebilir konumda olan kendi öz markalarına sahip olamamaktan yakınıyordu. Sıfırdan dünyada rekabet edebilecek firmalar kurması ve bunları yaratması hayli zordu. Çoğu kapitalist devlet sektörü dışından gelme 18.000 Çinli kapitalist firma, bu zorluğu, son 10 yılda, özellikle 2008 dünya kriziyle birlikte aştı. Zor duruma düşen, iflas yaşayan işletmeleri satın alma, ortak olma ve hisse satın alma yoluyla, dünya çapındaki doğrudan yatırımlardan daha çok pay almaya, bu arada yeni markalara da sahip olmaya başladı.
Çin’in 178 ülkeye yayılmış durumda, 1.5 trilyon dolarlık toplam servete sahip 18.000 şirketi bulunmaktadır. Bu firmaların, denizaşırı dış yatırımlarında çalıştırdığı işçi sayısı ise, 1.2 milyona ulaştı. Çin’in denizaşırı doğrudan yatırımları, 178 ülke ve bölgede 437.3 milyar dolara ulaştı. 2002 yılı itibariyle ise, Çin’in dış sermaye ihracı, sadece 35 milyar dolardı. Bu, dünya doğrudan yatırım toplamının binde sekizi, Amerika’ nın binde beşi, Japonya’nınkinin yüzde biri ediyordu. Oysa günümüzdeki Çin, dünya bazında denizaşırı doğrudan sermaye yatırımlarında bulunan ülkeler arasında 6. sıraya yükseldi. Ayrıca Çin, 2020 yılına kadar da, doğrudan dış sermaye yatırımlarını 1-2 trilyon dolara çıkarmayı planlıyor. Bu sermaye ihracıyla, Çin, sadece kendi ülke işçi sınıfının sömürüsünden değil, ek olarak küresel düzeyde de işçilerin sömürüsünden pay almakta ve azami kâr peşinde koşmaktadır. Ayrıca 750.000 civarında Çinli emekçi, Başta Japonya ve Singapur olmak üzere yurtdışı yatırımlarda istihdam edilmektedir.
Çin, özellikle ABD’ye olan denizaşırı doğrudan yatırımlarında, ABD Hükümeti’nin çeşitli oyunlarıyla önünün kesildiğini düşünüyor, bu nedenle ABD özelinde fazla ısrarcı olmayıp Avrupa’ya yöneliyor. Avrupa’daki firmaların ABD’deki kadar büyük olmaması, orta ölçekli firmaların daha kolay yoldan satın alınabilir ve yutulur olması, ortak girişimler ve hisse satın alımlarının Avrupa’nın kriz ortamında daha kolaylaşması; Çin’in Avrupa tercihinin önemli nedenleriydi. Çin bu şekilde dünya markalarına kestirmeden sahip olma şansını yakaladı. Çin ayrıca kendi ürün ve markalarıyla ülkesinin tanıtımına da büyük önem vermekte. Çin, dünya reklam piyasasında yaptığı harcalamalar açısından da, ABD ve Japonya’nın ardından dünya üçüncüsüdür. 2016 yılına kadar, Çin’in yapacağı reklam ve tanıtım harcamalarının 70 milyar doları aşması bekleniyor.
Bir çok batılı firmayı bünyesine katması, Çin emperyalistlerinin bu konuda becerikli olduğunu ve hayli yol katettiğini gösteriyor. Burada, alım değeri yüksek olan Çin’in bazı satınalımlarını vereceğiz. Çin, sadece Avrupa bazında, son yıllarda satın alma ve birleşme yöntemleriyle, ölü değeri 11 milyar euro tutan iş organizasyonu ve yatırım gerçekleştirdi. Çin’in oto imalatçısı Zheijang Geely Holding Groups, Volvo’nun Belçikada kurulu fabrikasının yönetimini ele geçirdi. En son Kanada’nın enerji alanındaki Nexen şirketini, China National Oil Corp 15.1 milyar dolara satın alarak, enerji alanındaki en büyük kazanımını zor olsa da gerçekleştirdi. Ayrıca bir başka büyük satın alma da; devlet holdingi olan Dalian Wanda Group Corp tarafından, dünyanın ikinci büyük tiyatro ve sinema devi olan AMC Entertainment Holding Inc’ın (Carly Group, Apollo Global Managment ve Bain Capital’den oluşuyor), 2.6 milyar dolara satın alınmasıydı. Çin’in Avrupa özelinde satınaldığı şirketler ve hisse alımı yoluyla ortak olduğu işletmeler hayli artmış durumda. Çin, 2011’de onaylanan 12. Kalkınma Planı’na göre, 27 endüstri kolunda, 2015 yılına kadar, 1 trilyon 200 milyar euroluk yatırım yapmayı planladı. Çin’in halihazırda 64 milyar doları bulan Avrupa’daki yatırımlarının yarıdan fazlası, 2010 yılından sonra gerçekleşti. Çin Macaristan’da 1.7 milyar dolara kimyasal madde üreten bir kuruluş satın aldı. İspanyol devi Rapsöl, Brezilya’daki iştiraklerini, 7 milyar dolara Çin Şirketi Sinopec’e devretti. Çin, ayrıca Norveç’te önde gelen bir slikon üretecisi firmayı, 2 milyar dolara satın aldı.
Çin, 2011 yılında, 50 milyar dolarlık dış yatırım hedefine ulaştı. Sinopec, Petrogal Brasil’in %30 hissesini 4.8 milyar dolara satın aldı. China Three Georges Corparation, Enerjias de Portugal ile 3.5 milyar dolarlık stratejik ortaklık antlaşması imzaladı. China İnvestment Corparation, GDF Suez’in (doğal gaz alanında) araştırma ve üretim bölümü için 4.3 milyar dolar yatırma kararını verdi. Çin şirketleri ayrıca Avustralya ve ABD’de petrol ve doğalgaz alanlarını kendi yararlarına işletme, kullanma hakkı elde etti. Komputer sektöründe Lenova, NEC’in kişisel komputer (PC) işlerini satın aldı ve Almanya’nın eletronik mallar üreticisi Medion’da %37 hisse sahibi oldu. Ayrıca Çin, 2011’de uluslararası liman satın alma operasyonlarına da imza attı. Çinli şirketler 2012’de özellikle tarım ve gıda sektöründe, cesur satın almalar gerçekleştirdi. Sinopec, Devon Energi’s US’ın (petrol ve doğalgaz alanında) bir başka azınlık hissesini 2.44 milyar dolara satın aldı. China Guandong Nuclear Power Holding’s, Avustralya’nın uranyum şirketi olan Extract Resources’in, % 57 hissesini 1.3 milyar dolara satın aldı. Yine Sany Heavy Industry’s 700 milyon dolara Alman beton pompaları üreticisi Putzmeister’i satın aldı. Çin, 2013 yılının ilk çeyreğinde, bir önceki yıla oranla dış yatırımlarını %30 artırdı ve 88.7 milyar dolara çıkardı. Ayrıca ilk kez, özel sektör kapitalistleri, kapitalist devlet şirketlerini, denizaşırı doğrudan yatırımlarda solladılar. Çin’in son yıldaki yatırımları, en çok ASEAN ülkeleri ve AB ülkelerine yöneldi. 2013 yılının tüm satın almaları ve dış yatırımlar panoraması ise, henüz tamamlanmış değil.. Çin’in denizaşırı aktivitelerinde, dış yatırımlarda göze batan 50 şirketi arasında 5 şirketi çok etkin. Bunlar sırasıyla, IT devi Lenovo Group, informatik ve komünikasyon alanında Huawei, elektronik cihazlar üreticisi Haier Group, petrol devi CNOOC Ltd ve China Petrochemical Corporation (Sinopec Group) olarak sıralanıyor.
Çin’in doğrudan sermaye yatırımları, daha çok enerji, petrol, madencilik, altyapı, inşaat, gıda, parekende satış sektörlerinde yoğunlaşmış görünüyor. Bunu 2005-2012 yılları arasında Çin’in dış yatırımlarının yöneldiği sektör paylarını gösteren istatistikî verilerde de görmek olanaklı:
Enerji ve hammadde kaynakları %28, dayanıklı tüketim malları, nakliye %18, imalat sanayi %17, teknoloji, medya ve telekomunikasyon %15; global malî hizmetler endüstrisi %6, diğer alanlar %16.
Çin, özellikle gerek ülke içinde gerekse yurtdışında yaptığı altyapısal yatırımlar yönünden şu anda dünya birincisi ülke konumuna geldi. Bu alanda yapılan yatırımlar, yol, enerji, demiryolu, su, telekom, liman ve havalanı inşası alanlarındadır. Dünya ülkeleri arasında toplam altyapı yatırımlarına harcama açısından, ABD ulusal gelirinin % 2.6’sını, AB ülkeleri % 2.6’sını ayırırken Çin altyapıya ulusal hasılasının % 8.5’unu ayırmaktadır.
Çinli firmaları denizaşırı yatırımlarında en çok zorlayan faktörler, ideolojik ve kültürel farklılıklar oluyor. Ama Çin yaşadığı dış pratiklerden hızla ders çıkararak bu dezavantajını kapamaya çalışıyor. Çin, salt Avrupa’da değil, Kanada, Asya, Ortadoğu ve özellikle de, Avrupa ve Afrika kıtasında yatırımlara yöneldi.
Özellikle Kara Afrika alanı, emperyalist rekabette, Çin için kilit önemde görünüyor. Kıtanın halen talan edilmeyi bekleyen önemli yeraltı doğal kaynaklarına sahip oluşu, petrol ve doğal gaz rezervleri, batılı emperyalistler gibi, Çin’in de iştahını kabartıyor. Ve bu nedenle, daha önceki yağmacı batılı güçlerden özellikle Fransa ve ABD ile kıta özelinde karşı karşıya gelişinin, salt barışcıl ve yumuşak sınırlar içinde geçmeyeceğinin şimdiden birçok işareti var. Çin’in Afrika somutunda geliştirdiği “Kazan, kazan” politikası, hem Afrika’nın hem de Çin’in, her iki partnerin de yapılan ticaretten ve Çin sermayesinin Afrika’ya akışından kazançlı çıktığını vurguluyor. Çin Sosyal Bilimler Akademisi, Batı Asya ve Kuzey Afrika araştırmaları Enstitüsü‘nde Afrika Çalışmaları Başkanı olan By He Wenping; emperyalist yayılma stratejisini, tıpkı diğer emperyalistler gibi, şu sözlerle kamufle ediyor: “Çin, Afrika’da batının yapamadığı şeyin üstesinden geldi. Batı, Çin’in Afrika’ya gelişinden daha önce geldi, ama, Batı az gelişmiş kıtaya somut bir değişiklik getirmedi. Çin Afrika’ya 20 milyar dolar yatırım yaptı, bir sonraki 3 yıl içinde 20 milyar dolar daha yatırım yapacak. Çin, Afrika piyasasına daha öncelik vererek saldıracak, Çin, içtenlikle kendi büyümesi ve dönüşümüne yardımcı olan Afrika ülkelerinin de, daha hızla gelişeceğine inanmaktadır. Bu, ‘Kazan, kazan’ durumudur.”  Bu bakış açısıyla Afrika’ya çok eski dönemlerden bu yana önem veren Çin emperyalizmi, Afrika ile, 2000 yılında 10 milyon dolar olan ticaret hacmini, 2012 yılında 200 milyar dolara çıkardı. 2009’da ise, Afrika ile ticareti en fazla olan ABD’yi solladı. Çin Afrika’ya olan doğrudan yatırımlarının düzeyini, 10 yıl önceki 500 milyon dolardan, 2013 Nisan sonunda 15.3 milyar dolara çıkardı. Afrika’da 50 ülkeyi kapsayan Çin’in doğrudan sermaye yatırımları, daha çok ticaret, taşıma, tarım, üretim ve kaynakları geliştirme alt yapı inşasına yönelmektedir. Çin, Afrika’da 2000 km.’den daha fazla demiryolu, 3.000 km.’den daha fazla yol, 100’den fazla okul, 60’dan daha fazla hastahane inşa etti. Çin, ek olarak, Afrika ülkelerinin kendine olan 3,2 milyar dolarlık borcunun üzerine çizgi çekti, geri almaktan vazgeçti.
Çin’in dünya geneline yayılan dış yatırımlarının kıtalara göre coğrafi dağılımı ise şöyledir: Batı Avrupa %18, ABD %17, Güneydoğu Asya %15, Avustralya %15, Kuzey Asya %9, Kuzey Amerika %8, Güney Asya %5, Diğer yerler %13.
Çin, emperyalist sermaye ihracını artırmaya koşut olarak, yeni markalar edinmede  belli mesafeler katetse de, en birinci dünya gücü olma iddiasındaki bir ülke için, bu henüz yeterli değildir. Çünkü, Çin tüm çabalarına karşın, halen uluslararası piyasalarda satış cirosu ve kârları yönünden; dünya klasmanında en üst sıralarda bulunan ünlü markalara sahip değildir. Özbe öz Çin markası sayılan IBM’den melezleme Lenova, bilgisayar sektöründe, yine China Mobil, mobil telefon sektöründe belli başarıları yakaladı. Ancak bu firmalar, halen dünyanın bu alandaki ünlü markalarını, ancak beşincilikten, altıncılıktan itibaren izler konumdadır.Yani kendi alanlarında ilk üç içine girememişlerdir.. Kaldı ki, Çin’in, ihracat düzeyi, dış yatırımları vb.’den hareketle, yakında (2020) ABD’yi geçeceği spekülasyonu yapılmaktadır. Oysa şu an, tüm gelişmesine karşın Çin’in, dünya ölçeğinde en büyük 500 firma listesine, orta sıralardan girebilmiş sadece 13 şirketi mevcuttur. Kişi başı ulusal gelirini, bırakalım emperyalist büyük ülkelerle kıyaslamayı, Türkiye’ninkinden bile 5 bin dolar daha düşüktür. Yani her şey yolunda gitse bile, Çin’in ABD’yi geçebilmesi için daha alması gereken çok yol vardır.
İşçilerin durumu çok kötü ve uzun süre daha ‘bir tas pirinç çorbasıyla, bir koğuş ranzası’na katlanacak durumda değiller. Buna karşın, Çin’de ücretlerin görece iki kat artış gösterdiğini, ortalama 656 dolara (1180 TL) çıktığını belirtelim. Ama bu rakam şimdiki düzeyiyle yine de dünya ücret ortalamasının yarısı kadardır.  Çin’de aslan payını hep büyük sermaye kapmaktadır. OECD kaynaklarına göre, ulusal gelir içinde sermayenin payı sürekli artmakta, işçilerse yoksullaşmaktadır. Örneğin 1998 ile 2008 yılları arasında ulusal gelirden emeğin aldığı pay azalmıştır. %9’luk büyüme içinde sermaye payı %6’ya çıkarken, emeğin payı %0.7’den 0.3’e düştü.
Çin’in hane halkı gelir düzeyinde görece bir iyileşme olmakla birlikte, bu yeterli olmayıp, Çin’in 5 yıl önce belirlemiş olduğu; “gelir durumu gelişkin, her türlü elektronik tüketim araçlarına sahip, evi, arabası olan ve dış ülkelere seyahat edebilir durumda olan 400-500 milyonluk orta sınıf (ortadirek) yaratılması” hedefinden hayli uzak bir iyileşmedir(!). Şehirlerde elektrikli ev aletleri (klima, renkli TV, mobil telefon, mikrodalga fırın ve kompüter) sahibi olanların sayısı bir miktar arttı. 65 metrekarelik evlere sahip olanların sayısı da bir miktar çoğaldı. Ama bu, yine de 50 milyon hane halkı sayısının ancak küçük bir kesimini, yani toplam hane halkının ancak % 30’nu oluşturmaktadır. Gerçekten, şehirlerdeki bu hane halkı kesiminin geliri, ABD’deki aynı kesimin gelirlerinin % 30’u kadardır. Kırsal kesimdeki hane halkı gelirleri ise çok daha düşüktür. Şehir hane halkı gelirinin % 60’ı kadardır. Çin’de, 2007 yılında, nüfusun üçte ikisi yoksul kategorisindeydi. Tüketim gelirleri düzeyine göre yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus; toplam nüfusun % 4’üydü.  En yoksul nüfus kategorisinin büyüklüğü, 2001’deki 90 milyondan, en iyimser durumda günümüzde 30 milyona düşmüş olabilir.
İşşizlik her geçen yıl artıyor. Resmi rakamlara göre işşizlik 16 milyon. Her yıl istihdam bekleyen 10 milyon kişi yedek sanayi ordusuna ekleniyor. OECD’nin Raporu’na göre, 2008 yılında, şehirlerde yaşayan işçi sayısı, toplam 774.8 milyon olan çalışan emekçi sayısının 302.1 milyonudur. 472.7 milyon ise kırsal alanda yaşamaktaydı. 1. sektör olarak bilinen üretim araçları üreten sektörde 306.5 milyon işçi çalışırken, 2. Sektör olarak bilinen tüketim araçları sektöründe ise 211.3 milyon işçi çalışmaktadır. İşşizlik ise, bu durumda %5.7 itibariyle 16 milyon olarak görünmektedir.  Gerçekte ise, işşizliğin daha fazla olduğu hesaba katılmalıdır. Çin’de her yıl çalışan nüfus sayısı 10 milyon artmaktadır. Ayrıca Çin’deki işletmelerde sözleşmeli olarak çalışanların sayısı 103.7 milyon olarak görünüyor. İşçilerin büyük çoğunluğu haksız, hukuksuz, kayıt dışı konumda bulunuyor.
Emeğin %40’ı kırsal alanda istihdam edilmiş durumda. 10 yıl içerisinde, kırsal alanda yaşayan 200 milyon insanın daha şehirleşmiş alanlara dahil olması bekleniyor. Kırsaldan şehirlere serbest dolaşım ise yoktur. Emeğin şehirlere serbest akışı ve dolaşımı, yani göçü engelleniyor. ‘Hukou’ adı verilen sistemle, kırsal alanda ikamet eden yüz milyonlarca kişinin hareketi kayıt altına alınmış durumda. Şanghay, Pekin vb. büyük kentlere kırsal alandan geçişler, pasaportla (izinle) yapılabiliyor. Kırsal alanda çalışanların saat ücreti çok düşüktür ve şehirdekiler gibi sosyal güvenlik sistemine dahil değildirler.  Ayrıca bu alandaki insanlar, şehire göç ettikleri durumda, kendi bölgelerinde daha önce sahip oldukları haklardan, Hukou Sistemi gereğince mahrum bırakılmaktadır. Hükümetin doğrudan denetiminde bulunan tek sendika ise, işçi eylemlerini kontrol alıp bastırmakla yükümlü olup, serbest bölgelerde çalışan milyonlarca işçinin hiçbir sendikal hakkı ve hukuku yoktur. Her yıl binlerce, protesto ve işçi eylemi kaydediliyor.
Şehirleşmiş alanlarda ikamet eden işçilerin sektörel dağılımına bakacak olursak, OECD kaynaklarına göre görülen şudur: 2008’de toplam 302.1 milyon işçinin 36 milyonu tarımsal işlerde, 59 milyonu diğer işlerde çalışırken, serbest meslek olarak çalışanların sayısı 36.1 milyona çıkmıştı. İşçilerin 171.1 milyonunun 106.5 milyonu özel sektörde, 64.5 milyonu devlet sektöründe çalışıyordu. Devlet sektöründe çalışanların 15.5 milyonu endüstri kesiminde, 13.1 milyonu hizmet alanında, 35.8’i ise hükümetin resmi idari yönetsel işlerinde çalışmaktaydı. Kamu sektöründeki hizmetli memur vb. çalışanları çıkardığımızda, kamu sektörü denen devlet kapitalizmi altında çalışan işçi sayısı hayli düşüktür. Zaten bu durum ihracat içindeki kamunun payında da görünmektedir. 2004’teki istikrar sonrasında, yabancıların kontrolündeki şirketler ve içerideki özel şirketler toplam ihracatın %85’ini gerçekleştirirken; devlet işletmeleri ihracatın ancak %5’inden daha azını yapıyordu. Zaten 2007 yılında ülkedeki özel şirketlerin mal varlığı, devletin 100 büyük işletmesinin mal varlığını aşmıştı. Ayrıca bu özel şirketlerin yurt dışında sahip oldukları mal varlıkları da buna eklendiğinde, çoktan devlet işletmelerinin malvarlığını geçmişlerdi. Bu da, “kamu sektörü” kapitalizminin Çin’de ne kadar cılızlaştığını, “özel sektör” kapitalistlerinin ne ölçüde büyüdüğünü gösterir. Aslında iki sektör de kapitalist, ne fark ediyor denebilir. Orası öyle de, Çin kapitalizmini kendilerine kâbe yapan, “Çin halen kamu sektörünün hakim olduğu sosyalizmin ön aşamasında yaşayan bir ülke” diye kafa bulandırmaya çalışan‚ “piyasa sosyalizmi” savunucusu Doğu Perinçek/Aydınlık çevresi manüplasyon peşinde. Bu nedenle belirtme gereği duyduk.
Çinde emek üretkenliği düşük düzeyde olduğu gibi, altyapı yetersizliği ve eskimişliği de Çin’in emperyalist politikalarını frenlemektedir. Tarımda istihdam edilen emek gücünün halen %40’larda olması bir yana, bu alandaki emek ürtekenliği, diğer ülkelere oranla 6 kez daha düşüktür. Yani kas gücüne daha fazla dayanan bir üretkenlik sözkonusudur. Çin’in ulusal geliri içinde sektörlerin aldığı paya bakıldığında, tarımsal alanda emeğin % 40’ının istihdam edilmesine karşın, tarımın aldığı payın %10.1 düzeyinde bulunması, kırsal alandaki sömürüyü, kentlere ve batılı tekellere değer akışını gösterdiği gibi, Çindeki kır–kent çelikisinin vahim düzeyini de yansıtmaktadır.
OECD’nin 2013 Raporu’na göre, Çin’deki toplam ulusal gelirden, sektörlerin aldığı pay şöyledir:

Tarım- Ormancılık- Balıkçılık ……… %10.1
Endüstri…………………………………… %40.1
Alt yapı-inşaat……………………………%6.7
Hizmetler ………………………………… %43.1

Çin, kır ile kent arasındaki çelişkileri azaltmak, Batılı tekellere kaptırdığı değer akışını engellemek için; her durumda emek üretkenliğini artırıcı yatırımlara girmeye kendini zorunlu hissediyor. Çünkü Çinli yatırımcı ve üretici firmalar, mobil telefon, komputer ve bilgisayar programı vb. alanlarda yabancı firmalara yüksek düzeyde patent bedeli ödemek zorunda kalıyor. Bu nedenle Çin, emperyalist rekabette de üstünlük sağlayıcı önemli bir araç olarak emek üretkenliğini artıracak yeni teknoloji üretmeye dönük yatırımları öncelikli yatırım hedefi olarak belirlemiş durumdadır. Ay’da üs kurma, Mars’a araştırma amaçlı araç yollama, uydu fırlatma kapasitesini arttırma vb. uzay teknolojilerini geliştirmeye dönük projelerle uğraşmasının asıl amacı; teknolojik atılım sağlayarak üretimi modernize etmek, emek üretkenliğini artırarak Batılı ülkelere yetişmek,”azami kârın” azamisini gerçekleştirmektir. Bu nedenle, son yıllarda Çin, araştırma ve geliştirme harcamalarına ayırdığı pay açısından dünya lideri konumuna geldi. Çin şirketlerinin araştırma – geliştirmeye neden fazla pay ayırdığını ve diğer emperyalistleri yakalama çabasını, onun şimdiki cılız üretkenlik düzeyini, bazı ülke ve ülke topluluklarıyla mukayaseli olarak gösteren aşağıdaki tablodan görmek olanaklı:

OECD, Avrupa ve Diğer bazı ülkeler ( 2005)    ÇİN
Eklenen Değer (%)    OECD    ABD    Japonya    Avrupa    2005    2007
Yüksek teknolojili şirketler     30.2    38.3    29.2    24.3    3.9    5.0
Orta düzeyde teknolojili şirketler     10.1    10.3    14.6    8.4    2.7    2.7
Düşük teknolojili şirketler     0.6    0.7    0.6    0.4    0.7    0.8

Tablo -1 Bazı ülke şirketlerinin teknolojik düzeyiyle, üretime kattıkları değer ve Çin’in pozisyonu:(KAYNAK: OECD, R&D araştırma Geliştirme veri tabanı ve Ulusal İstatistik Bürosu mikro veri tabanı.)

Gelir dağılımı, hem bölgeler arasında hem de hane halkı bazında giderek daha da bozuluyor. Çin’in geniş bir orta sınıf yaratma hedefi gerçekleşmiyor, aksine her yıl milyar dolarlık kişisel serveti olanların sayısı artıyor. 2.7 milyon kişinin kişisel servetleri 6 milyon yuandan ( 950.000 Dolardan) daha fazladır. Bu tabakaya mensup 63.500 kişi, süper net varlıklara ve kişisel servete (100 milyon Yuandan fazla) sahiptirler. Yaş ortalaması 41 olan bu türedi süper zengin tabakanın uğraş alanları, işletme sahipliği, gayrımenkul spekülatörlüğü, profesyonel yatırımcılık ve tefecilik olarak saptandı.
Çin, Forbes Dergisi’nin bu yıl açıkladığı “Dünya Milyarderler Listesi”nde dünya ikincisi olarak klasmana girdi. Listede Anakara Çin’den 122, Hong Kong’tan 39, Taywan’dan ise 26 milyarder bulunuyor. 2012 yılında Çin’in milyarder sayısı, 2011‘ deki 110 rakamından 95’e inmişti. Bu yılın Forbes listesinde, dünyadan toplam 1426 milyarder yeralıyor. Klasmanda ABD 442 milyarderle birinci, ardından Çin 122 miyarderle ikinci, Rusya 110 milyarderle üçüncü ve 58 milyarderle Almanya dördüncü sırayı paylaştı. Çin’in en zengin kişisi olana Hangzhou Wahaha Grubunun başı olan Zong Qinghou, 11.6 milyar dolarlık servetiyle, Forbes listesinde 86. sırada bulunuyor. Bu şahıs, bir önceki yıla oranla sıralamada 60 basamak yukarı fırladı. Gelir dağılımındaki adaletsizlik böyle devam ederse, Çin milyarderleri, sayı ve servet yönünden çoğaldıkça; Çin’in bir orta sınıf yaratma ve iç talebi canlandırma politikaları, bu yönde yaptığı hesaplar hüsranla sonuçlanacaktır. Sınıflararası uçurumun derinleşmesi, sert sınıf çatışmalarını gündeme getirecek görünüyor.
Çin’de, bilindiği gibi, burjuvazinin tüm kesimleri, 80 milyon üye sayısına sahip sözde “Çin Komunist Partisi”ne üye olabilmektedir. Milyarder ve milyon dolarlık serveti olan birçok kişinin Parti üyesi olduğu ise biliniyor. Ç‘K’P içindeki gruplaşmalar ve yönetime gelme hesapları bu eksende gelişiyor. Toplumdaki mevcut burjuvalaşma, doğal olarak parti safları ve üst kademelere de yansımakta, suyun başını tutmaya yönelik gruplaşmalar, hizipler her dönem karşı karşıya gelmektedir. Özellikle ekonomik politikaların saptanmasında, kişisel servetlerin hangi parti politikasıyla artırılacacağı, işçilerin sömürüsünün ülke bütünlüğünü bozmadan nasıl gerçekleştirileceği tartışmaları belirleyici rol oynuyor. Bu bağlamda, yönetime gelme hesaplarında ve ayak kaydırmalarda; yöneticilerin rüşvet aldığı ya da zimmetlerine para geçirdiği suçlamaları, sık sık dünya basınına sızıyor. Partinin ve sembollerinin varlığı, tek merkezi yönetim ve yerel parti örgütleri; istikrarlı bir sömürü ortamının devamı açısından zorunlu görülüyor. Çin, ister dışarıdan sermaye çekme yoluyla, isterse de dışarıya sermaye akıtarak dış piyasaların sömürüsü üzerinden büyüme rakamlarını dengelesin; sonuçta Çin emekçileri kazanmıyor, büyümeden onların payına yoksulluk düşüyor. Fakat bazıları Ç‘K’P yöneticisi olan milyarder oligarklar ise yağmadan büyük pay kapıyor.
“Çin ekonomik mucizesi” bitiyor mu diye sorulabilir? Ortada bir mucize olmadığı, sanırız şimdiye kadar söylenenlerden anlaşılmıştır. Ama Çin’in kapitalist emperyalist yolculuğunun ve diğer Batılı emperyalist güçlerle olan rekabetinin nasıl seyredeceği, güç kapasitesi; ele almaya çalıştığımız bu veriler ışında değerlendirilmek durumundadır. Dahası, Batılı emperyalistlerin ve özellikle ABD’nin, Çin’i “kendi geleceklerini tehtid eden şeytan” olarak gösteren manipülatif propaganda; “Çin mucizesi”, “Çin dünya süper gücü oluyor” söylemlerini besleyen ana etkendir. Çin, öncelikle bulunduğu Asya bölgesinde eskiden beri dünyanın önemli bir gücüdür, Asya’da güç olunmadan da dünyada süper güç olunmayacağı ise bellidir. Çin, ABD’nin Asya’daki etkisini kırmaya, kendi etkisini artırmaya yönelik bir çaba içerisinde, ayrıca emperyalist sermaye ihracıyla tüm kıtalara da yayılmakta, rakipleriyle rekabete girişmektedir. Çin, bu rakebeti, “barışcıl ekonomik gelişme ve rekabet olarak” adlandırıyor. Ama ekonomik durumu güçlendikçe, aslan payını salt ekonomik olarak değil, askeri olarak da almaya girişmesi elbette kaçınılmaz olacaktır.
Çin, BRİCS ülkeleriyle ve özellikle Rusya ile ekonomik işbirliğini, yeni bir dünya Rezerv parası belirleme vb. girişimlerinde ortaklığını geliştirirken, BM’de veto gücüne sahip ülke olarak, dünya diplomasisi alanında söz sahibi olmaya, Suriye’ye müdahale gibi sorunlarda Rusya ile ortak davranmaya çalışıyor. Rusya gibi, Çin de, ABD’nin Asya’daki girişimlerinden, bölgeye ağırlık koyma çabasından rahatsız ve bunu her fırsatta dile getiriyor. Aslında gerek Asya’da, gerekse dünya çapında emperyalist saflaşmada, özellikle ABD karşısında, Rusya ve Çin ekseninin oluşmakta olduğu söylenebilir.

SONUÇ OLARAK
Çin’in resmi devlet rakamları ve OECD kaynaklarına göre, “Çin’e özgü piyasa sosyalizmi”nin, “Çin mucizesi”nin manzarası özetle böyle.. Çinli yöneticilerin oynadığı bu sözde “sosyalizm”  oyununu, Deng’ten miras olarak devralınan süper emperyalist dünya gücü olma hedefiyle yapılmış, barışcıl ya da zora dayalı olarak emeğin sömürüsüne ilişkin planları bozacak yegane gücün ise, bugünden geleceğe büyüyen, bilinci ve öfkesi giderek bilenen işçi sınıfı olduğu ve olacağı açıktır. Son olarak “dışa yönelme konsepti” makyajıyla dışarıya yoğun sermeye akıtmaya başlayan, yenilenmiş “Çin mucizesi”, ABD’yi tahtından ederek, süper emperyalist bir dünya gücü olmaya evrilebilecek mi? İzleyelim hep birlikte göreceğiz.

Rusya ekonomisi virajı aldı mı?

“Arap Baharı“ adı takılan isyanların Ortadoğu’yu kasıp kavurduğu, hoşnutsuz  emekçilerin Yunanistan, İtalya, İspanya gibi Avrupa ülkelerinde de ayağa kalktığı, bir dizi büyük emperyalist ülke ekonomilerini de kapsayarak dünyanın yeniden kapitalizmin krizinin pençesine düştüğü günümüz koşullarında; Başbakanlık yapmakta olan Putin, Haziran’da, “görevi” Medvedev’den devralarak, 3. Başkanlık Dönemi’ni başlattı. Başbakanlığa, 2008 krizinin etkilerinin tam kaybolmadığı ve Rusya’ya da ağır ölçüde yansıdığı koşullarda başlamış, bu görevi, dünyada huzursuzluk ve isyanların yükselişe geçtiği dönem boyunca sürdürmüştü. Rusya’da muhalefetin yükselişe geçtiği Başkanlık seçimleri öncesindeyse, Batılı emperyalist medyada, Putin’e karşı yükselen halk ve gençlik protestolarının bir ‘Rus Baharı’nı başlatması yönünde bir beklenti vardı. Fakat, Putin, yaldızları bir parça dökülmüş olsa da (Mart seçimlerinde Putin’in Birleşik Rusya Partisi’nin oy oranı %64’ten %50’ye düştü), yeniden bir seçim başarısı kazanarak; üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturmayı becerdi.
Bu seçim başarısının ardında ise; Gorbaçov ve Yeltsin sonrasında Putin’in, Batılı emperyalistlerin Rusya’ya yönelik yağmasını durdurması, mafyacı kapitalizmi geriletmesi, devlet otoritesini tesis etmesi ve yükselen yeni Rus burjuvazinin istemlerine belli ölçülerde cevap vermesi; sosyalizm döneminde inşa edilmiş güçlü sanayi dallarından arta kalanlara yaslanarak, emekçi kitleler üzerinde yanılsama yaratarak, yönetmeyi başarması vardı. Ayrıca tüm dünyanın yeniden krizle çalkalanmaya başladığı, burjuva hükümetlerin emekçilerin yaşam koşullarını kötüleştiren ’kemer sıktırıcı’ tedbirlere yöneldiği yeniden başkanlığa aday olduğu bu süreçte; Putin ve partisi, kitlelerin alım gücünü aşırı şekilde daraltmayacak sosyal önlemleri planlayan bir paketle, krize karşı koymada görece başarılı oldu. Bu arada tüketimi teşvik edici destekler, bütçe açıklarına yol açtı. Daha sonra petrol ve doğal gaz fiyatlarının artışa geçmesiyle tekrar şişen döviz rezervleri, hükümetin planını  uygulaması bakımından soluk aldırıcı oldu. Uluslararası arenada Rus ulusal gururunu okşayan hamle ve çıkışları, medyayı iyi kullanması, olumlu konjonktürün rüzgarını da arkasına alan Putin ve partisinin puanlarını yükseltti. Ayrıca, muhalefetin akacağı bir başka alternatif kanalın bulunmayışı, kitlelerin halen Putin’i tercih ediyor oluşunun bir başka nedeni olarak görülmelidir.
Gelinen yerde, Putin’in yöneteceği Rusya ekonomisi, savaş sanayi ve teknolojisinde, petro-kimya ve çelik sektörü vb. alanlarındaki gücüne rağmen; ekonominin modernize edilmemiş diğer sektörlerinde ithalata bağlı konumda olup; bunları da petrol ve doğal gazdan elde ettiği gelirlerle finanse etmektedir. Bu nedenle, bazı ekonomistler önümüzdeki dönem yaşanacak yeni bir kriz dalgasında Rusya ekonomisinin bu kez çökeceği yönünde tahliller yaparken; bu bağımlılığa işaret ediyorlar. Gerçekten de, birçok sarsıntılı süreci atlatarak bugünlere gelmiş Rusya ekonomisi; ekonomik alandaki yeni atakları ve güç kaybettiği eski hegemonya  alanlarında yeniden bayrak göstermesiyle blöf mü yapmaktadır? Söylenildiği gibi, bir çırpıda çökecek ölçüde, ekonomisi kırılgan mıdır? Bu yazıda bunları irdelemeye ve yanıt aramaya çalışacağız.

RUSYA’NIN, KRİZ SONRASI EKONOMİYİ SIÇRATMA PLANI
Rusya ekonomisi, bilindiği gibi, 2008 krizinde çok ciddi yaralar almış bir ekonomiydi. Gorbaçov sonrasının Yetsin’li yağma döneminin, 1998 krizinin yaralarını sarma sürecindeyken yakalandığı 2008 dünya krizi, sanayi üretimini bir önceki yıla oranla  aniden yüzde 16 düşürmüş, Rus borsası yüzde 70 değer kaybetmiş, petrol fiyatlarının ani düşüşüyle ekonomi büyük bir değer kaybına uğramıştı. Merkez Bankası, Ruble’nin değerini korumak amacıyla ilk anda 150 milyar dolar harcamış, döviz rezervlerinin azalmasına yol açmıştı. Daha sonra petrol fiyatlarındaki artış olmasa, dünya ekonomisi belirli bir canlanmanın ardından yeni bir krizin içine yuvarlanmamış olsa; yani bir başka konjonktürde böylesi bir krizle baş başa kalsa, Rusya’nın ekonomisini düzeltmekte çok zorlanacağı aşikardı. Hem konjonktür uygun gitti, hem de bu dönede Putin başbakanlığındaki hükümet anti-kriz önlemlerini disiplin içinde uygulamasının olumlu sonuçlarını aldı. Tüm batılı kapitalistler, başta  ABD, kemer sıkma politikalarına yönelir, yatırımları ve tüketimi azaltır, işsizliği çoğaltır, ekonomilerini küçültürken; Rusya farklı  bir yol izledi; iç tüketimi, dolayısıyla pazarı daraltıcı önlemler yerine, tüketimi teşvik eden sübvansiyonlarla ekonomiyi canlandıracak, işsizliği azaltacak ve ekonomiyi petrole bağımlı olmaktan çıkaracak bir yatırım paketiyle; piyasaya müdahale etti. Elbette bu konuda baş destekçisi, petrol gelirlerinin önemli katkısıyla, artışını sürdüren döviz rezervleriydi. Ek olarak, bu süreçte ekonominin önemli kilit sektörlerini de yabancı sermayeye açan büyük bir özelleştirme hamlesine girişildi. Rusya, 2011 yılında 34 milyar dolarlık (bir triyon rublelik) bir özelleştirme programı başlatarak; hem bütçe açıklarını kapatmayı, hem de elde edilen gelirlerle Rusya ekonomisini petrole bağlı olmaktan kurtaracak ekonomik modernleşmeyi hedefledi. Bankalar, petrol ve enerji şirketleri, demiryolu şirketi özelleştirme konusu yapılmıştı . Fakat buna karşın, Batılı kapitalistlerin bu yapılan özelleştirmeleri yetersiz bulduklarını ve yüksek oranda bir özelleştirme beklentisinde olduklarını da belirtelim.
2012 yılı başında Putin, Moskova Yatırım Forumu’unda yaptığı bir konuşmada, Rusya ekonomisinin modernleşmesi için hükümetin yapacaklarını açıklamıştı.
Putin‚ “Kriz sonrası en iyi bir senaryo olarak, ekonominin şişmesini reddetmek gerektiğini, gerçek değer ve servetlere dönüş yapılmasını, fazlasıyla uçmak yerine, yeni işler yaratma”ya vurgu yapmış; bir sonraki on yılın Rusya Yılı olacağını belirtmişti. Maliye Bakanı Alexsey Kudrin de, bir süre önce, “kriz öncesi değerlere 2012 yılı sonunda ulaşılacağını, 2013’ten itibaren de ekonominin gelişimini sürdüreceğini” açıkladı. Kudrin, ek olarak, Büyük Bunalım yıllarında Amerika’da gerçek gelirlerin düşme oranı % 27 olmuşken, Rusya’nın 1998 krizinde bunun %16 olarak gerçekleştiğini, halkın gelirlerinde ise önemli bir düşüş olmadığını, düşüşün % 1.4 lük bir oranla sınırlandığına dikkat çekti.
Rusya, günümüz krizinde de, daha önceki 1998 krizinde yaptığı gibi, genellikle piyasayı canlandırıcı sübvansiyonlar yolunu izliyor. Emekli maaşlarına zam, işsizlere maaş, işletmelere kredi vb. istihdam yaratıcı, tüketimi teşvik edici önlemlerle; halkın gelirinin ve alım gücünün çok fazla düşmemesi hedefleniyor. Rusya’da kişi başına gelir, 2010 yılında 14.183 dolar olarak açıklandı. Bu, 34 OECD ülkesinin üçünden daha yüksek bir rakam. Ek olarak Rusya’da, işsizlik oranlarında da düşme yaşanıyor. 1990’lı yılların sonunda, 1999’da tarihinin en yüksek işsizlik oranı olan % 13.2’ye ulaşan Rusya’da, işsizlik azalma sürecindeyken; dünyada işsizlik yeniden tırmanışa geçmişti. Ama Rusya, işsizlikte; yeniden, 2009’daki OECD ortalaması düzeyi olan %6’yı yakaladı. Bu göstergelerin ışığı altında, Putin’in bir sonraki on yılın Rusya yılı olacağını söylemesi, gerçekçi midir?
OECD kaynakları ve Economist dergisine göre, yakın dönemde ve gelecekte Rusya’nın makro ekonomik büyüklükleri; ekonominin gelişme eğilimine girdiğini göstermektedir ve şimdiden Rusya’nın OECD üyeliğini de hak ettiği yönündedir. (Bkz. Tablo: 1a / 1b) 
Ayrıca, Rusya Hükümeti’nin bütçe harcamalarının genel dağılımına bakıldığında da, 2008 krizi öncesi ve sonrasındaki gelişme eğilimi görülebilir, saptanabilir durumdadır. (Bkz. Tablo: 2)
Rusya yetkilileri, bulundukları eşiği aşıp sıçrama yapacaklarını belirlerken, önemli avantaj ve dayanaklara da sahip olduklarını vurguluyorlar; bu dayanaklardan birincisi, DTÖ üyeliğidir. Ama Rusya sanayisi ve ekonomisi buna hazır olmadığından, bu üyeliği, dayanak olmanın ötesinde bir handikap ve kriz etkeni olarak gören bir kesim de bulunuyor. Bu, yabana atılacak bir görüş olmayıp, üyelik, Rusya’yı yeni krizlerle cebelleşmek zorunda da bırakabilir.
Temmuz ayında Duma’daki oylama prosedürünün de tamamlanmasıyla, Rusya’nın DTÖ üyeliği, 1 Eylül itibariyle fiilen başlıyor. Ama, DTÖ’nün birçok üyesi, Rusya’yı, krize önlem olması bakımından gümrük duvarlarını yükselterek korumacı davrandığı yönünde eleştiriyor. Yolsuzluk, bürokrasi, çürümüş altyapı tesisleri ve üretkenliğin düşük olduğu şeklindeki eleştiriler; hem ilk aşamada Rusya pazarının sermaye açısından cazip olmadığı, hem de Rusya pazarının sonuna kadar Batıya açılması istemi olarak okunmalıdır. Buna karşılık Rusya, DTÖ üyeliği sonucu, AB mallarını daha ucuza alıp tüketici fiyatlarını düşürerek kitlelerin alım gücünü yükseltmeyi, sosyal huzursuzluğu frenlemeyi; yine kendi doğal gaz ve petrol ürünlerini Batı’ya daha yaygın şekilde satmayı tasarlıyor. Fakat en kazançlı çıkacak ülkenin, Rusya’nın ekonomisini modernleştirme kararını sevinçle karşılayan, pazar payı ve kârını artırmayı hesaplayan Almanya olacağı da bellidir. Almanya’nın 4. ihraç pazarı olan Rusya’yla ticaret hacmi şimdiden 70 milyar dolara ulaşmıştır. Almanya, Rusya’nın DTÖ’ne girişiyle ticaretini milyarlarca dolar artırma hesabı yapmaktayken, Rusya’nın yeni yetme kapitalistleri de, gümrük vergilerinin düşmesiyle Batıdan gelecek ucuz malların rekabetine dayanamayacakları korkusu ve iflas etme kaygısı içindedir.
Rusya’nın önemli avantaj olarak saptadığı DTÖ üyeliği, bu nedenle iki ucu keskin bir kılıçtır. Çünkü üyelik, bir yönüyle Rusya ekonomisinin dünya pazarlarına girişinde kolaylıklar sağlasa da; bu durum, ülkeyi Batılı emperyalistlerin yağmasına daha açık hale getirecek, yerli sanayii baltalayacağı gibi, bazı sektörleri yabancı teknolojinin  bağımlılığına sokarak yerli teknolojinin gelişimini de  frenleyecektir…
Rusya, ileri sıçrama planında, ikinci dayanak olarak, geliştirdiği yeni ekonomik ortaklıklara yaslanıyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi politik ağırlığı olan ortaklıkların yanı sıra, Sovyetler Birliği döneminde tek bir çatı altında birlik oluşturmuş cumhuriyetlerle yakın ilişkilerini tazeleyerek bir üst aşamaya çıkarıyor; yeni ekonomik birlikler (gümrük ortaklıkları) oluşturarak, onları politik ve askeri açıdan, kendi eksenine çekme politikası izliyor. Zaten Putin, her fırsatta, “Eski Sovyet ülkeleriyle entegrasyonlarının önemli bir öncelik olduğunu” vurgulamaktan da geri kalmıyor.
2010 yılında Rusya, Kazakistan ve Belerusya arasında imzalanan Avrasya Birliği Projesi, bu entegrasyon girişimlerinin son örneğiydi. Bu yılın Ocak ayında yürürlüğe giren Gümrük Birliği antlaşmasıyla, bu ülkeler arasında para ve işgücü dolaşımı serbest olacak. 170 milyon insanı kapsayan bu Ekonomik Birlik, toplam ulusal gelirini, dünya dördüncülüğü düzeyine; 3 trilyon dolara çıkarmayı hedefliyor. Bu ülkeler şimdiden ortak bir para birimi arayışındalar. Avrasya Birliği’ni başlatan Avrasya Ekonomik Komisyonu’nun kuruluşuyla, Asya cephesinde, AB’ne güçlü bir rakip oluştuğu söylenebilir. Rusya, bu birliği genişletmek istiyor. Putin, daha önce Ukrayna’nın AB’ne entegre olmasını ve Avrasya Birliği dışında kalmasını eleştirmiş ve Kırgızistan ve Kazakistan’ın katılımı ile Birliği genişleteceklerini de söylemişti. Tüm bunlar, Rusya’nın, eski Sovyet döneminde birlikte olduğu Asya’daki bağımsız cumhuriyetleri, yeniden ortak bir ekonomik bünyede birleştirmek; ABD emperyalizminin Rusya’yı, Avrupa ve Asya üzerinden kuşatmasının ve bu bölgelerin Batı emperyalizminin açık pazarı haline gelmesinin önünü kesmek istiyor. Ayrıca Rusya’nın, BRICS ülkeleri dışında kalan İran’la da ‚”taraf ülkelerin kendi para birimleri üzerinden ticaret yapma antlaşması” imzaladığını belirtelim.
Rusya’nın bu bağlamda, ekonomik alanda bir başka kozu, BRİCS ülkeleriyle ortak hareket etmesi ve bu konuda başı çekmesidir. BRICS, 2001’den sonra hızla gelişmekte olan ülke ekonomilerine verilen isim. BRIC ifadesi, önceleri Brezilya-Rusya-Hindistan ve Çin’i simgeliyorken, bu ülkeler grubuna Güney Afrika’nın da dahil edilmesiyle, BRICS simgesi kullanıma girdi. BRİC ülkelerinin liderleri, ilk kez, 16 Haziran 2009’da Yekaterinburg’ta bir araya geldiler ve tüm dünyaya, ortak çıkarlarını koruma konusunda birlikte davranacakları mesajını verdiler. BRICS ülkelerinin genel ekonomik görünümü, sosyal göstergeleri birçok açıdan ortaklıklar sergiliyor: Birincisi, bu ülkeler, dünya krizi gibi önemli dönemeçlerde, büyüme hızları bir parça frenlense de, dünyanın, en yüksek büyüme hızlarına sahip, sürekli büyüme içinde olan ülkeleridir. İkincisi, nüfus ve toprak büyüklüğünde de dünyanın önde gelen ülkeleridir. Üçüncüsü, hızla gelişen teknolojik alt yapıya sahip olan BRICS ülkeleri, aynı zamanda bu temeli içeriden de besleyen; bilim adamlarına, teknik donanımı yüksek mühendislere, yetişkin, eğitimli,deneyimli işgücü avantajına da sahip olan ülkeler grubudur.
Özellikle 2008 krizi sonrasında da büyümeye devam eden ve güncel krizden de pek etkilenmemiş görünen bu ülkeler, gelecekte dünya ekonomisinin tepe noktalarına oturmaya aday görünüyor. 2020’lerde Çin’in ABD ile arayı kapatacağı, Rusya’nın dördüncü, Hindistan’ın beşinci ekonomik güç olacağı tahminleri yapılıyor. BRICS ülkeleri, dış ticaret açıklarını dolar basarak kapatan ABD’nin doları uluslararası rezerv para olarak itibarsızlaştırdığını dile getiriyorlar. Aralarındaki ticareti kendi para birimleriyle yapma ve ortak kredi fonları oluşturma kararı almalarının ötesinde, doların etkisini sınırlayacak ortak bir para düzeni kurma peşindeler. Son olarak, BRICS’in Hindistan/Delhi toplantısında, diğer gelişmekte olan ülkelerin yatırımlarını finanse etmek ve ülkeleri Batılı büyük emperyalistlere finans bağımlılığından kurtarmak ve kuşkusuz kendileriyle ilişkilerini geliştirmeleri amacıyla, “Development Bank” adıyla ortak bir banka kurulması kararı alındı. Dünya krizindeki gelişme tempoları ve ellerinde biriken döviz rezervlerine güvenen bu ülkeler, Meksika’daki G-20 zirvesinde, Avrupa ülkelerini “krizden kurtarmak” amacıyla ortak bir IMF fonunun oluşturulmasına katkıda bulunacaklarını (Çin 45 milyar dolar, Rusya ve Hindistan ise 10 milyar dolar vereceklerini), ama IMF içinde daha fazla söz ve oy hakkına sahip olmak istediklerini de dile getirdiler. Aslında BRICS, salt ekonomik ortaklıktan öte bir gelişim seyri izlemektedir. BRICS ülkelerinin uluslararası platformlarda, NATO’nun Libya saldırısını kınamaları, ABD karşıtı  ortak tutumlar geliştirmeleri, Rusya ve ve Çin dışındaki diğer BRİCS ülkelerinin de BM Güvenlik Konseyi’nde daha fazla söz hakkı talep etmeleri; bunun göstergeleridir.
Rusya üçüncü olarak, Gorbaçov sonrası uğradığı tahribata rağmen Sovyetler Birliği döneminden miras kalan sanayinin ayakta duran ve çökmeyen sektörlerine güveniyor. Mevcut uzay teknolojisi ve silah sanayi, petro-kimya sanayi, çelik sektörü ve sayısız metal ve maden yatakları, doğal gaz ve petrol yataklarının varlığı, nükleer teknoloji; yapmakta olduğu hamlelerde, Rusya’ya, modernleşmenin güçlü kaldıraçları olarak görünmektedir. Bir yandan eski işletmelerin yenilenip kullanılması, öte yandan sıfırdan yeni teknolojiyle, yeni firma ve işletmelerin kurulması planlanıyor. Güçlü demiryolu ve ulaşım ağı, en önemlisi yetişmiş eğitimli ve deneyimli işgücüne sahip olması; Rusya’nın avantaj olarak gördüğü diğer faktörlerdir.
Rusya, öngördüğü bu avantajlar temeli üzerinde, somut olarak planladığı ekonomik projelerini, milyar dolarlık bütçelerle elektronik ve robot teknolojisine yöneltiyor. Elektronik, robot teknolojisi ve askeri modernleşme; genel ekonomik yenilenmeyi tetikleyecek, emek üretkenliğini artıracak bir temel olarak görülüyor. Bu arada, Rusya’nın emek üretkenliğinin, 2010 yılında, OECD ülkelerinin yarısından %30 daha yüksek olduğunu da belirtelim. Robot teknolojisi alanında gerçekleştirilecek ve şu andaki benzerlerinden daha gelişkin akıllı teknolojik ürünler; diğer kapitalistlerle rekabette üstünlük sağlamanın enstrümanı olarak ele alınıyor. Putin’in bu bağlamda, önümüzdeki yıllar için öngördüğü hedef; 2015 yılına kadar modernleşme ve araştırma-yaratım-geliştirme projelerine, yani ekonominin modernleşmesine, 43 trilyon Rublelik (1.3 trilyon dolarlık) yatırım yapmaktır. Bu miktarda yatırım, önceki yılın GSMH’na denk bir rakamdır ve şimdiki bütçenin de %25’ini oluşturmaktadır.
Sovyetler Birliği döneminde uzaya ilk çıkan ülke olarak, birçok bilimsel-teknolojik buluşa imza atan Rusya, robot teknolojisini de geliştiren ve kullanan ilk ülkeydi. Ama gelinen yerde, Rusya’nın, robot kullanımında da, emek üretkenliğinde de gerilediği açıktır. İşte Rusya, yapacağı yatırımlarla bu açığını kapatarak, önceki üstünlüğünü yakalamaya çalışıyor. Rusya, sadece endüstri robotları değil, kişisel tüketime de dönük olacak “hizmet robotları” üretimini başlatıyor. Bu bağlamda, sağlık, eğitim, ev bakımı, taşıma ve eğlence alanlarında kullanılacak, kitlesel piyasa tüketimine uygun; robotlar üretilecek.
Aslında Rusya yöneticileri, robot teknolojisine yapılacak yatırımlarla, diğer sektörlerdeki üretimin yenilenmesini tetiklemenin yanı sıra askeri teknolojinin de modernleşmesini hedefliyorlar.
Başbakan yardımcısı Dimitry Rogozin; “Rusya’nın yeni DARPA (Rusya Savunma Endüstrisi Araştırma-Geliştirme Kurumu)’nun, son derecede gelişmiş düzeyde robot teknolojisi, yeni materyaller, mikroelektronik, hipersonik teknolojiler üreterek; rakipleriyle rekabet edeceğini” söyledi.  Söylenenlere göre, Rusya Savunma Araştırma Geliştirme Kurumu (DARPA); 2020 yılına dek, 100 milyar dolarlık bütçeye sahip olacak. Bu alanda insansı görevleri başarabilecek robotlar üretilecek. Akıllı giysileriyle, süper insanı çağrıştıran giydirilmiş robotlar, akıllı deri geliştirme projeleri, sınır içinde ve dışında öldürme görevi yapacak insansız hava araçları, karadan atılan ve sesten 20 kat hızlı giden akıllı roketler, güvenli bir mesafeden uçan ve hedefin görüş açısını kapatan alabildiğine küçük Humminbirdler (hızlı uçan, anavatanı Amerika olan bir kuş), uzaktan kumanda ile yönetilen akıllı kollar, akıllı gözler ve düşünen kameralar; savunma alanındaki yenilikler olarak göze çarpıyor.
Rusya, ayrıca, mukayeseli olarak üstün olduğu enerji sektöründe, nükleer santraller yapımına da, gerek ülke içinde gerekse yurtdışında hız vermiştir. Nükleer teknolojide önemli bir hammadde olan uranyum yataklarını işletmek amacıyla yeni ortaklıklara giriyor. Bu amaçla Moğolistan’ın bilinen 22 bin tonluk uranyum yataklarını işletme konusunda antlaşma yaptı. Rusya, nükleer santral yapımında, dünya ülkeleri arasında, piramidin en tepesine yer alıyor. Rus uzmanlar, bu amaçla yurtdışında yakın dönemde 5 nükleer istasyon kurdu. Yurtdışında daha 35 santral ünitesi yapılacak. Ayrıca 4 tanesi Türkiye’de olmak üzere, antlaşması yapılmış, fakat tamamlanma sürecinde olan 19  santral ünitesi sırada beklemektedir.  Rusya’nın sadece nükleer enerjide değil, laser teknolojisinde de dünyanın lider ülkesi konumunda olduğunu bu arada belirtmek gerekli.

RUSYA’NIN DEZAVANTAJLARI: PETROL VE DOĞAL GAZA BAĞIMLILIK
Rusya, tüm çabalarına rağmen, ekonomik büyüme ve gelişmesini petrole endeksli olmaktan çıkaramadı. Büyüme ve bütçe hesapları, hâlâ petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki iniş ve çıkışlara göre yapılmakta ve dalgalı bir seyir izlemektedir. Dolayısıyla, virajı alsa bile, Rusya ekonomisinin henüz düz yola çıkamadığı söylenebilir. Genel olarak bakıldığında, doğal enerji kaynakları tekeline sahip olmanın, yeniden gelişen kriz koşullarında Rusya’ya avantaj sağladığı, ekonomiye belli bir esneklik kazandırdığı da söylenebilir. 2008 Krizi’nin ardından, petrol fiyatları, 2009 yılında 61,5 dolara düştüğünde Rusya % 7,5 küçülürken; 2010 yılında varil başı fiyat 79,5 dolara yükseldiğinde ise, Rusya’nın büyümesi % 4 olmuştu. Ocak 2012 rakamlarında, Rusya’nın toplam ihracatında doğal enerji ürünlerinin payı % 75 oldu.  Rusya, 2011-2020 yılları arasında, ulusal gelir içinde enerji ürünlerinin payını %40 düzeyine düşürmeyi, ekonomide çeşitlilik yaratmada önemli hedefleri arasına aldı.
Rusya, çevresiyle (BDT ve Avrasya alanı) birlikte, kendine yeterli geniş bir iç pazara sahiptir. Bu anlamda acil bir pazar sorunu bulunmasa da, Rusya yetkilileri, ekonomide modernleşme gereksinimi açısından, kontrollü olarak yabancı sermaye girişine ihtiyaçları olduğunu düşünmektedir. Ama, Rusya gibi geniş ve doğal kaynaklar tekeline sahip bir sanayi ülkesinin; kendi kaynakları üzerinden gelişmesi olanağı fazlasıyla vardır. Dış sermaye girişi, her zaman ve durumda, herhangi ülkede modernleşme ve gelişme olanağı yaratmamakta, girdiği ülkede kaynaklarının talanına da yol açmaktadır. Rusya’ya giren sermayenin de başlıca amacı budur ve dışarıya kaçan sermaye miktarı, düşürülmüş olsa da, halen yüksektir. 2008 yılında 134 milyarı bulmuştu sermaye kaçışları.. 2009 yılında kaçışlar düşse de, 56.9 milyar dolar civarında oldu. 2011’in ilk yarısında ise, çıkış yapan sermaye miktarı 52.5 milyar dolardı.
Rusya, önümüzdeki dönemde, Avrupa ve Amerika’yı kıskacına almış olan kapitalist krizin, özelikle Avrupa üzerinden Rusya’ya vurma olasılığına karşı da önlem aldığını açıkladı. Hükümet, 2013 bütçesi için, 500 milyar Ruble (15.4 milyar dolar) kaynak ayırdı. Petrol fiyatı 117 doların altına indiğinde, bütçe açıklarını kapatmak için 25 milyar dolarlık ek kaynağın kullanılması planlandı.
Rusya, bu arada banka sistemini de güçlendirecek önlemlerle, kapısına dayanabilecek ikinci kriz dalgasına hazırlık yapmaktadır. Maliye Bakanı A.Kudrin, bakanlığının iç borçlanmayı 1,7 trilyon Rubleden 1,4 triyon Rubleye düşüren bir tahmini hesap yayınladı. Hükümet, ek olarak, 2012-2014 arasındaki bütçe açıklarının mümkün olanın ötesinde iyi olacağını tahmin ettiği için özelleştirme planlarında kesintiye gideceğini açıkladı. Ayrıca Merkez Bankası, Rus bankalarını mali yönden güçlendirmek, kapasitelerini artırmak amacıyla desteklerini artıracak; bu desteğin, 2015 yılıyla birlikte, 1,5-2 trilyon Ruble olması hedefleniyor.
Rusya liderleri, bu yılın başındaki ekonomik performanstan oldukça memnun görünüyorlar. Rusya’nın 2012’nin ilk çeyreğinde % 4,9 büyüyerek, GSMH’nı % 4,9 artırdığı açıklandı. Ayrıca Rusya’nın, bu yıl, yatırım amacıyla 70 milyar dolarlık yabancı sermaye çekme beklentisinde olduğu bildirildi. GSMH’nın % 16’sının kayıt-dışı ekonomiden oluştuğu ve bu alanda istihdamın toplam çalışanların %17-18’ine, yani 13 milyon kişiye ulaştığı belirtildi. Rusya Ekonomik Kalkınma Bakanı Andrey Belousov; Rusya’nın bu yılın ilk beş ayında 95,2 milyar dolar dış ticaret fazlası verdiğini; yeni dönemde yatırımların GSMH’nın % 25-30 düzeyinde olacağını ve 25 milyon yeni istihdam yaratılacağını söyledi.
Günlük üretimlerini 10,5 milyon varile çıkararak, dünyanın en fazla petrol ihracatı yapan Rusya’nın 5 büyük petrol şirketinin, 2011 yılı açıkladığı kâr 455 milyar dolar oldu.
Ayrıca Rus basınındaki verilerden, gelir dağılımı dengesizliği ve sömürü yoğunluğunun artışına rağmen, halkın alım gücünün; görece artış eğilimine girdiği anlaşılmaktadır. Halkın eskisi gibi, eşine dostuna borçlanmadığı; bankalardaki mevduatların, tasarrufların, yurtdışına tatil amacıyla çıkışların ve çıkanların harcadıkları paranın arttığı; ölümlerin artması, evliliklerin azalması ve kötü ekonomik gidiş nedeniyle başlayan nüfusun azalma eğiliminin, doğumların artışıyla frenlendiği, nüfusun yeniden artma eğilimine girdiği yönündeki veriler; alım gücünün görece artışını, bir başka açıdan da, yansıtmaktadır.  Bunlara karşın, Rusya’da gelir dağılımındaki dengesizlik sürmekte; zengin ile yoksul kesim arasındaki uçurum derinleşmektedir. Dolar milyarderlerinin sayısının her geçen yıl katlanarak artışı bunun kanıtıdır.
Rusya, 1999’dan sonraki 10 yıllık süreçte, yüksek bir büyüme gerçekleştirdi. Bu,  mutlak yoksulluk oranını da düşürdü. Mutlak yoksulluk, 2000 yıllarındaki %29’dan 2009’da % 13’e düştü. Görece yoksulluk ise, 2008’de %17’de kaldı. Aslında emekçi kitlelerin SSCB dönemi kazanımlarının birçoğunu kaybettiği, görece yoksullaşmanın, gelir dağılımındaki bozukluğun ve kapitalist sömürünün azgınca sürdüğü açık bir gerçek olmakla birlikte; Gorbaçov ve Yeltsin dönemindeki ekonominin ve yoksulluğun dibe vuruş durumundan görece iyileşmeye yönelmesi emekçiler cephesinde yanılsamaya yol açmakta, onların hoşnutsuzluklarını sert tepkilerle ifade etmesini frenlemektedir. Ek olarak, karşılaştırmalı bir ölçü yapılabilmesi açısından, dünya ekonomisinin güncel verilerinden aktaralım: Hane halkı gelir durumuna göre, Rusya’da %17 olarak saptanmış görece yoksulluk oranı; OECD ülkeler kuşağının son sıralarında bulunan Şili, Meksika, Türkiye gibi ülkelerle kıyaslandığında, daha düşük bir orandır. Gelir dağılımın en bozuk olduğu ülkeler sıralamasında Rusya’nın klasmandaki yeri (OECD kaynaklarına göre); İsrail, ABD ve Türkiye’den sonra, Meksika ve Şili’nin önünde bir aralıkta bulunmaktadır.
Putin, Rusya’nın zayıf yönlerini nasıl aşacağını, olumsuzlukları nasıl gidereceğini; henüz başbakan olduğu dönemde açıklamış, “düşük emek üretkenliğine, geri dönüşümsüz tekniğe, rekabetçi olmayan yatırım iklimi”ne dikkat çekmişti. Ayrıca, ”Bir süreklilik içinde varolan tesislerin yenilenmesi sürdürülürken modern üretim tesisleri yaratmada da büyük çaba harcayarak, mal temelli endüstrilerden, yüksek teknolojili, ’yaratım ve geliştirme’ endüstrilerine doğru harekete geçmenin zorunlu olduğu”nu belirtmişti. Yine, altyapıyı yenilemeye, yeni demiryolu ağları ve yeni havaalanlarına olan ihtiyacın, nükleer enerji kapasitesini % 25 artırmanın altını çizmişti. Ayrıca, “bozuk yatırım iklimi”ne çare olarak, “Hızlı yönetimsel kurallara sahip bir yönetim aygıtı, modernize edilmiş ortak yasama, kendi kendini güçlendiren kurumlar, yolsuzluğa karşı gündem oluşturma”yı önermişti.
Dezavantajlarına karşın, Rusya’nın DTÖ sürecinde, dış ticarette ve sermaye akışında, üyelikten sağlayacağı bazı avantajlar gözetildiğinde; ayrıca Belerusya ve Kazakistan’la oluşturduğu ortak ekonomik alanın 2015’te tam olarak hayata geçeceği ve BRICS (Brezilya-Rusya-Hindistan-Çin ve son olarak Güney Afrika Cumhuriyeti) ülkeleriyle yürüttüğü ekonomik işbirliği ve Dolar’a karşı oluşturduğu ittifak ve yeni uluslararası para arayışları, yine tarihsel olarak Sovyetler Birliği döneminden miras kalan ve tahrip olmayan çelik sektörü, petro-kimya, nükleer enerjideki üstünlüğü, askeri ve uzay teknolojisi ve birikimli yetişmiş insan gücü, dünyanın en büyük döviz ve altın rezervine sahip ülkesi olması ve yinelenen kriz koşullarında bile % 4-5’lik büyüme hızları hesaba katıldığında; konulan hedefin gerçekleştirilmesi; yani Rusya’nın bir sonraki on yılda da ekonomik büyümesini sürdürerek ve dünya ekonomisinin üst klasmanında yer alması olanaklıdır. Elbette ekonominin çarklarının petrole ve doğal gaza bağımlı olması, dünyanın süper gücü olmak arzusu taşıyan, güçlü ve istikrarlı büyüme  hedefindeki bir ekonomi için önemli bir handikaptır. Bu engelin aşılması noktasında, belli çabalar olmakla birlikte; kısa vadede bu bağımlılığın sona ermesi güç görünüyor. Belki de, Rusya’ya zaman kazandıracak önemli bir faktör, Ortadoğu’daki politik-askeri kargaşa ve Suriye’deki kaosun varlığı koşullarında, önümüzdeki yıllar içinde petrol fiyatlarında ani/yüksek düşüşlerin ufukta görünmeyişidir. Bu bağlamda, petrole bağımlı bir ekonomik büyümeye sahip olduğu için, Rusya’yı Arabistan’a benzeterek, bu ülkeye ulaşacak krizin yeni dalgasıyla, ekonomisinin çökebileceği tespiti yapanların; şimdilik hiçbir dayanağı bulunmuyor.
Ekonominin çeşitlendirilmesi, dünya pazarında rekabet edebilecek, gelişmiş teknoloji ile yapılması planlanan üretime ve emek üretkenliğinin artırılması yönündeki girişimlere bakıldığında; dünyayı girdabına çekmiş olan 2008 Krizi sonrasındaki hamleleriyle Rusya, modernleştirme sürecini gerçekleştirme, yeni ürün ve markalarla, diğer kapitalist-emperyalist ülkelerle keskin bir rekabete girişme potansiyelini taşımaktadır. Bu nedenle, Rusya’nın ekonomik gelişme performansının, önümüzdeki yıllarda da sürdürülebilir olduğu, bu gelişmenin devamının, sonraki on yıl içinde de fantezi olarak görülemeyeceği kanısındayız. Ayrıca, bu ekonomik güçlenme, yakın dönemde politik, diplomatik-askeri alanda, uluslararası platformlarda Rusya’nın üslubunu da değiştirecektir. Bu, şaşırtıcı olmayıp, kapitalist-emperyalistlerin ‘bilek güreşi’nde oyun kurallarının bir gereğidir.

SONUÇ OLARAK
Ekonomik gelişmeyi sürdürmesine koşut olarak, Rusya’nın diplomatik ve askeri alanda kullandığı dil ve ‘meydan okuma’larının dozu, şimdiden sertleşmeye başlamıştır. Rusya’nın, SSCB dönemindeki etki alanlarını kendi sorumluluk sahasında gören diplomatik-askeri doktrine tekrar dönüş yapması; Gürcistan’a müdahalesi, Akdeniz’de bayrak göstermesi, Ortadoğu’ya eski ilgisinin depreşmesi, Suriye’ye müdahale önerilerini Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Çin’le ortaklaşarak ve üç kez veto hakkını kullanarak engellemesi vb. gibi yakın dönem pratikleri; Rusya’nın Putin’le girdiği ve ilerlediği stratejik hattın net göstergeleridir. Bunun zemini de, “virajı alarak” düz yola yönelmiş bulunan Rusya ekonomisidir. Ama tüm bu gelişme, dönüşme ve ilerleme potansiyellerine karşın; Rusya’nın, dünyanın başlıca iki süper emperyalist gücünden biri olduğu geçmiş dönemdeki gücünü yeniden yakalaması olasılığı tartışmalıdır. Bununla birlikte, emperyalist kamp içinde dolaylı silahlı çatışma boyutunu da kazanmış olan en büyük çekişmenin cereyan ettiği Asya ve Ortadoğu’daki petrol ve enerji güzergahı; aynı zamanda Rusya’yı sarıp kuşatan çevre kapsamındadır. Enerji hattında tesis edeceği egemenlik, onun çevresinde kuracağı hegemonya, Rusya açısından hayati derecede önem taşımaktadır. Bu yüzden, Rus emperyalizmi, stratejik önceliği; Asya ve Avrasya’daki eski mevzilerini yeni ittifaklar yoluyla sağlamlaştırmaya ve bölgesel süper güç olmaya vermiş, bulunuyor. Rusya, ancak, bu hedefi gerçekleştirmesinin türevi olarak; uzak olmayan bir gelecekte, ABD emperyalizminin başını çektiği kampın, karşı kutbunda şekillenmesi olası diğer emperyalist blokun lideri olarak öne çıkabilir.

Ek-1: “Dünya Gelişme Göstergeleri” Tablosu

Ülkeler    Nüfus                                                                                          (%)    Arazi (%)    GSYİH’nın Dünya  payı  (%) (2010 satınalama gücü paritesine göre)    Dünya yabancı yatırım girişinden aldığı pay (2009)
Brezilya    2.9    6.5    2.9    2.4
Rusya    2.1    12.6    3.0    3.3
Hindistan    17.1    2.3    5.2    3.1
Çin    19.7    7.2    13.3    7.1
BRİC    41.7    28.7    24.4    16.6

Tablo : 1(a)
2009    2010    2011    2012    2013
Gerçek ulusal gelir artış oranı (%)    -7.8    4.0    4.0    4.1    4.1
Enflasyon oranı (%)    11.7    6.9    8.4    6.5    5.7
Konsolide bütçe dengesinin ulusal gelire oranı (%)           -4.3         -3.5    0.2    -0.7    -0.7
Cari hesap dengesinin ulusal gelire oranı (%)      3.9    4.7    5.6    4.0    3.3

Kaynak: OECD Economic Outlook Database

Ulusal Gelir büyüme oranı    % 3.7
Ulusal Gelir( GSYİH) dolar olarak Satınalmagücü paritesiyle    1.926 Milyar dolar 2.505 Milyar dolar.
Enflasyon oranı     % 6.7
Nüfus    141.2 milyon
Kişi başına ulusal Gelir      Satın alma gücü paritesiyle     13.650 dolar17.750 dolar

Tablo: 1 (b)

Kaynak: Economist-The World in 2012 Rusya’nın 2012 yılı tahmini makro ekonomik verileri

Tablo 2: Rusya’da Hükümet harcamalarının bütçe içindeki yapılanması

Ulusal Gelir içindeki payı ( % olarak )
2006    2007    2008    2009    2010
Toplam Hükümet harcamaları     31.1        34.3        33.9        40.9        38.5
Faiz harcamaları       0.8    0.5    0.5    0.6    0.6
İdari yönetim harcamaları       2.3    3.0    2.7    2.7    2.6
Savunma, adalet ve güvenlik        5.2    5.1    5.2    6.3    5.8
Ulusal ekonomi       3.5    4.7    5.5    7.2    5.2
İskan ve kamu yararı       2.3    3.3    2.8    2.6    2.4
Eğitim        3.9    4.0    4.0    4.0    4.2
Sağlık ve spor        3.6    4.2    3.8    4.3    3.8
Sosyal politika (Sübvansiyonlar)       8.8    8.6    8.7        11.7        13.0
Emeklilik (Sadece devlet emeklilik fonundan yapılanlar)       6.2    5.9    6.2    8.3    9.9
Diğer harcamalar      0.8    0.8    0.8    0.9    0.8
Kaynak: Rusya Maliye Bakanlığı (OECD 2011 Raporu’ndan alındı)

Dipnotlar:

Rusya yetkilileri, bulundukları eşiği aşıp sıçrama yapacaklarını belirlerken, önemli avantaj ve dayanaklara da sahip olduklarını vurguluyorlar; bu dayanaklardan birincisi, DTÖ üyeliğidir. Ama Rusya sanayisi ve ekonomisi buna hazır olmadığından, bu üyeliği, dayanak olmanın ötesinde bir handikap ve kriz etkeni olarak gören bir kesim de bulunuyor.

Rusya, ileri sıçrama planında, ikinci dayanak olarak, geliştirdiği yeni ekonomik ortaklıklara yaslanıyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi politik ağırlığı olan ortaklıkların yanı sıra, Sovyetler Birliği döneminde tek bir çatı altında birlik oluşturmuş cumhuriyetlerle yakın ilişkilerini tazeleyerek bir üst aşamaya çıkarıyor; yeni ekonomik birlikler (gümrük ortaklıkları) oluşturarak, onları politik ve askeri açıdan, kendi eksenine çekme politikası izliyor. Zaten Putin, her fırsatta, “Eski Sovyet ülkeleriyle entegrasyonlarının önemli bir öncelik olduğunu” vurgulamaktan da geri kalmıyor.

Rusya üçüncü olarak, Gorbaçov sonrası uğradığı tahribata rağmen Sovyetler Birliği döneminden miras kalan sanayinin ayakta duran ve çökmeyen sektörlerine güveniyor. Mevcut uzay teknolojisi ve silah sanayi, petro-kimya sanayi, çelik sektörü ve sayısız metal ve maden yatakları, doğal gaz ve petrol yataklarının varlığı, nükleer teknoloji; yapmakta olduğu hamlelerde, Rusya’ya, modernleşmenin güçlü kaldıraçları olarak görünmektedir. Bir yandan eski işletmelerin yenilenip kullanılması, öte yandan sıfırdan yeni teknolojiyle, yeni firma ve işletmelerin kurulması planlanıyor. Güçlü demiryolu ve ulaşım ağı, en önemlisi yetişmiş eğitimli ve deneyimli işgücüne sahip olması; Rusya’nın avantaj olarak gördüğü diğer faktörlerdir.

Elektronik, robot teknolojisi ve askeri modernleşme; genel ekonomik yenilenmeyi tetikleyecek, emek üretkenliğini artıracak bir temel olarak görülüyor. Bu arada, Rusya’nın emek üretkenliğinin, 2010 yılında, OECD ülkelerinin yarısından %30 daha yüksek olduğunu da belirtelim. Robot teknolojisi alanında gerçekleştirilecek ve şu andaki benzerlerinden daha gelişkin akıllı teknolojik ürünler; diğer kapitalistlerle rekabette üstünlük sağlamanın enstrümanı olarak ele alınıyor. Putin’in bu bağlamda, önümüzdeki yıllar için öngördüğü hedef; 2015 yılına kadar modernleşme ve araştırma-yaratım-geliştirme projelerine, yani ekonominin modernleşmesine, 43 trilyon Rublelik (1.3 trilyon dolarlık) yatırım yapmaktır. Bu miktarda yatırım, önceki yılın GSMH’na denk bir rakamdır ve şimdiki bütçenin de %25’ini oluşturmaktadır.

Rusya’da gelişkin bir savunma sanayi var. Rusya, ABD ve İsrail’le birlikte dünya silah ihracatçılarının ilk sıralarında yer alıyor. Ama bu alanda rekabet ve rakiplerine üstünlük sağlamak için askeri sanayii modernleştirme gereksinimi duyuyor. En çok Ortadoğu bölgesine silah satan Rusya, bu yıl silah ihracatını 400 milyon dolar artırarak, toplam ihracatını 9 milyar dolara çıkaracak. Rusya ordusu Yeltsin döneminde adeta çöküntü yaşamıştı. Ordu personelinin maaşları ödenmemiş, savunma bütçesi ve silahlı kuvvetler küçültülmüştü. 2001 başlarında sorunlar biraz aşılınca, savunma bütçesi önce 8 milyar dolara, 2007’de de 32 milyar dolara çıktı. Putin, ordunun emrine her geçen gün yeni denizaltılar, gemiler ve uçak filoları tahsis ediyor. Ordunun daha mobilize, esnek ve hızlı hareket edecek şekilde örgütlenmesi yapılan planlar dahilinde. Putin, ordunun modernizasyonu için, 2020 yılına kadar 23 trilyon ruble (770 milyar dolar) ayrılacağını açıkladı.

Rusya, 1999’dan sonraki 10 yıllık süreçte, yüksek bir büyüme gerçekleştirdi. Bu,  mutlak yoksulluk oranını da düşürdü. Mutlak yoksulluk, 2000 yıllarındaki %29’dan 2009’da % 13’e düştü. Görece yoksulluk ise, 2008’de %17’de kaldı. Aslında emekçi kitlelerin SSCB dönemi kazanımlarının birçoğunu kaybettiği, görece yoksullaşmanın, gelir dağılımındaki bozukluğun ve kapitalist sömürünün azgınca sürdüğü açık bir gerçek olmakla birlikte; Gorbaçov ve Yeltsin dönemindeki ekonominin ve yoksulluğun dibe vuruş durumundan görece iyileşmeye yönelmesi emekçiler cephesinde yanılsamaya yol açmakta, onların hoşnutsuzluklarını sert tepkilerle ifade etmesini frenlemektedir.

Ekonominin çeşitlendirilmesi, dünya pazarında rekabet edebilecek, gelişmiş teknoloji ile yapılması planlanan üretime ve emek üretkenliğinin artırılması yönündeki girişimlere bakıldığında; dünyayı girdabına çekmiş olan 2008 Krizi sonrasındaki hamleleriyle Rusya, modernleştirme sürecini gerçekleştirme, yeni ürün ve markalarla, diğer kapitalist-emperyalist ülkelerle keskin bir rekabete girişme potansiyelini taşımaktadır. Ayrıca, bu ekonomik güçlenme, yakın dönemde politik, diplomatik-askeri alanda, uluslararası platformlarda Rusya’nın üslubunu da değiştirecektir. Bu, şaşırtıcı olmayıp, kapitalist-emperyalistlerin ‘bilek güreşi’nde oyun kurallarının bir gereğidir.

Enerji hattında tesis edeceği egemenlik, onun çevresinde kuracağı hegemonya, Rusya açısından hayati derecede önem taşımaktadır. Bu yüzden, Rus emperyalizmi, stratejik önceliği; Asya ve Avrasya’daki eski  mevzilerini yeni ittifaklar yoluyla sağlamlaştırmaya ve bölgesel süper güç olmaya vermiş, bulunuyor. Rusya, ancak, bu hedefi gerçekleştirmesinin türevi olarak; uzak olmayan bir gelecekte, ABD emperyalizminin başını çektiği kampın, karşı kutbunda şekillenmesi olası diğer emperyalist blokun lideri olarak öne çıkabilir.

Sosyalist Teoride Bir İstismar Örneği “Çin Sosyalizmi”

Dergimizin Mart 2006 sayısında yayınlanan‚ “Çin Efsanesi ve gerçekler” başlıklı yazıda, Çin kapitalizminin ekonomik göstergeleri ele alındı. Yabancı sermayenin serbest bölgelere yoğun akışına ve ucuz işgücü ve hammadde sömürüsüne dayalı bir hızlı ‘kalkınma stratejisi’ izleyen Çin, gelinen yerde gelir dağılımını aşırı dengesizleştirerek; ülkede bir avuç milyarder  ve zengine karşılık, yüz milyonlarca yoksul ve işsiz kitle yarattı. Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne girişinden sonra daha da artan işsizlik ve yoksulluk sonucu, işçi ve köylü eylemleri de ivme kazanmış ve bu durum; hem yabancı sermayenin azami kârının gerçekleşmesinin, hem de Çin’in dışarıya bağımlı ekonomisinin sürgit devam edemeyeceğinin bir işareti olmuştu. Son dönemde, gelir dağılımındaki aşırı bozulmayı giderecek önlemler almaya ve yükselen işçi hareketini yatıştırmaya çalışan ÇKP bürokrasisi; ek olarak, enerji ve petrole duyulan aşırı gereksinim ve bu alanda dışa bağımlılığı gidermek gibi güçlüklerle de yüz yüzedir. Çin’in bu kırılgan hassas yapısı, onu, dış güçlerin manipülasyonuna da açık hale getirmektedir. Emperyalist büyük güçlerin bugün için Çin’de bir yönetim değişikliğini teşvik etmemelerinin nedeni, ortaya çıkacak bir kargaşada, ÇKP’nin mevcut otoriter aygıtının yerine ne konulabileceğinin bilinememesidir. Çünkü Çin’deki bir kargaşa ve kaos durumu, Çin’de cirit atan dünyanın en büyük 500 tekelini, sonuçta dünya kapitalist sistemini de bir krize sürükleme potansiyeli taşımaktadır. Bu koşulları ve handikapları bilinmesine karşın, yüksek rakamlı ekonomik verilerinden kalkarak, Çin’in, yakın dönem içinde ABD’nin yerini alacak bir süper güç olarak görülmesi, aslında, ABD’nin dünya hegemonyası planlarına bağlı olarak salınan, propagandif bir balondur. Çin, günümüzde çevresindeki komşu ülkelerle sınır uzlaşmazlıklarını gidererek, özellikle ASEAN ve ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) içindeki  ekonomik konumundan da yararlanarak, ilişkilerini geliştiren, Asya’da kendisini de kuşatan ABD yayılmasına yönelik çabalar içinde bulunan bölgesel bir güçtür, bunun ötesi değerlendirmeler ise, sadece kehanettir.

Durum yukarıda özetlendiği gibi olmasına karşın, gerek Çin yönetimi, gerekse ‘ÇKP’   güdümlü ve kendilerini halen sosyalist olarak adlandıran ve sosyalizmin aldığı “yenilgi” sonrası yörüngesini şaşıran bazı örgütler; Çin’in yönelimini‚ ‘Çin’e özgü sosyalizm’, ‘sosyalist meta ekonomisi’, ‘Sosyalist piyasa ekonomisi modeli’‚ ‘Çin’in NEP dönemi’ olarak  değerlendiriyor, onun “sosyalizm yolunda” ya da “sosyalist inşayı sürdüren bir ülke” olarak reklamını yapıyorlar. Bu yazıda konu edilecekler, işte aslı astarı olmayan bu tespitlerdir.

 

“ÇİN’E ÖZGÜ SOSYALİZM” DEMOGOJİ SİNİN TARİHİ ESKİDİR

1949’daki anti-emperyalist halk devrimi, Çin’i emperyalist ilişkiler ağının dışına çıkarmış, yarı-feodal yarı-sömürge yapıyı, savaş ağası feodallerin diktatörlüğünü yıkmış, köylülüğü toprak ve özgürlüğe kavuşturmuş ve Sovyetler Birliği’nin ekonomik desteğiyle de sosyalizme geçiş için uygun koşulları hazırlamıştı. Eleştirilerinin yanı sıra Stalin döneminde sosyalizmi savunuyor görünen Mao’nun liderliğindeki Çin, gerçekte Mao zamanında da bunun gereklerini; başta burjuvazi karşısındaki tavır olmak üzere, ekonomi, siyasi iktidar ve parti aygıtı cephesinde yerine getirmedi. Toprak ağaları, zengin köylülerle birlikte kooperatiflere davet edilmişti. Toprak reformu yapılmış ve toprak özel mülkiyet konusu olmaktan çıkmıştı; ancak kooperatiflerde üretim araçları özel mülk olarak kalıyor ve özel mülkiyetin süreç içinde de olsa kısıtlanıp giderilmesine yönelik bir tutum alınmıyordu. Sanayide burjuvazinin varlığının meşru sayılması ve sözde “ikna edilip” “sosyalizme kazanılması” yaklaşım ve olgusuyla birlikte, bunlar, kapitalizmi ve burjuvaziyi palazlandıran önemli dayanaklardı. Ayrıca küçük meta üretiminin varolması ve sınıf olarak tasfiye edilmemiş olan burjuvazinin bu türden kooperatiflere yönlendirilmesi, sadece onları güçlendirmeye yaramıştı. Ayrıca kapitalist unsur ve partiler üç üçte bir” Maocu ilkesi gereğince “demokratik halk iktidarı”na ortak edilmiş, yönetimde burjuvaziye de pay verilmişti. “Üç üçte bir” ilkesi, iktidarın üçte birinin komünistlere, üçte birinin solcu olmayan ilericilere, diğer üçte birinin de ne sağcı ne solcu olmayan ara kesimlere (ya da işçilere, küçük burjuvaziye ve burjuvaziye) verilmesi ve Mao’nun deyimiyle‚ “orta burjuvazinin kazanılması anlamına geliyordu.

Mao’nun işçi sınıfının ideolojik ve fiili örgütsel önderliğini göz ardı ederek, yönetimi ve partiyi burjuvaziyle paylaşması ve bunun teorisini yapması, sosyalizme geçişi zaafa uğrattığı gibi, ardıllarının kapitalist gidişi hızlandırarak, ülkeyi emperyalist sermayeyle bütünleştirmesi ve yağmaya açmasını da kolaylaştırdı. Mao’nun Çini; sosyalizmin inşasına girişmeyerek, kapitalist üretim ve değişim ilişkilerinde kökten bir değişikliği amaçlamadan, feodal ilişkileri kaldırarak ve asıl olarak bölüşümdeki bozukluğu düzelterek yoksulluktan kurtulmayı hedefledi. Ulusal bir kapitalizm iç dinamikler üzerinden gelişme durumundayken, Mao’nun ardılları tarafından, yabancı sermayeye açılma ve emperyalist kurumlara entegrasyon; aynı gerekçe ile “kalkınma ve yoksulluktan kurtulma” adına merkezi görev olarak alındı. Özellikle başta Deng Siao Ping’in Maocu teoriyi, yani “Çin’e özgü sosyalizm”i yeniden formüle ederek partinin çizgisi haline getirme çabasını; daha sonra  Dengci  Jiang Zemin’in, 16. Kongre’de‚ “üç sorumluluk ilkesi”ni parti tüzüğüne geçirtme ve  burjuvaların partideki konumlarını güçlendirme çabası izledi.

Gerek Mao’nun gerekse de ardıllarının dillerinden düşürmediği “Çin’e özgü sosyalizm”le aslında hedeflenen, modern ve güçlü bir kapitalist ülke olmaktı. Bugünkü ÇKP yönetiminin  izlediğini söylediği “Mao Zedung Düşüncesi”‚ “Çin’e özgü sosyalizm” yolu; iktidarda ekipler arasında el değiştirse de, ÇKP’nin tüm tarihi boyunca ortak olarak kullanılan bir edebiyat oldu.

Deng , “Kültür Devrimi” yıllarında, oportünist ve burjuva unsurlara karşı saldırının hedefi olmuş, görevlerinden alınmış, ama özeleştiri yaptığı için, Maocu “iki çizgi mücadelesi”nin “Yüz çiçek açsın yüz fikir tartışsın” anlayışı gereği “yıldızı söndürülmüş”, ama  parti saflarında tutulmuştu. Kültür Devrimi sonrasında ise, yıldızı yeniden parlamaya başlamış, Politbüro üyesi ve başbakan yardımcısı olmuştu. Deng, 8 Ocak 1976 yılında Çu En Lay’ın ölümünden sonra geliştirilen bir başka “anti revizyonist” parti içi temizliğin konusu olmuş, bütün görevlerinden uzaklaştırılmıştı. Deng’in yıldızının kalıcı olarak parlaması ise, 9 Eylül 1976 tarihinde Mao’nun ölümünden sonra gerçekleşti. Mao’nun dul eşi ve üç yandaşının “Dörtlü Çete” olarak damgalanarak parti yönetiminden tasfiye edilmesinden sonra,  partide ipler, tekrar ve kalıcı olarak, Deng Siao Ping’in eline geçti. Partiye, orduya ve ülkeye; Deng  damga vurmaya başladı. Mao henüz sağken, Çin, emperyalist Batı ile ilişkileri geliştirecek “reform” ve politikalarını yürürlüğe koymuştu. Hatta 1970’ler sonrasında “üç dünya teorisi” ile, Sovyet sosyal emperyalizmine karşı mücadele adına, “ikinci dünya” olarak adlandırılan Avrupalı emperyalistlerle ittifak savunuluyor, Rusya en tehlikeli süper devlet ilan edilerek, Rusya ve Varşova paktına karşı ABD ve NATO ile ittifak arayışları gündeme geliyordu. Çin, ABD ile 1979 yılında diplomatik ilişki kurmuştu. Deng’le birlikte‚ “köy komünleri” dağıtılmış, tarımda kolektivist uygulamalardan dönülmüş ve mülkiyeti kamuda olmak kaydıyla, tarım topraklarının kira yoluyla yeniden zengin köylülere devri uygulamasına geçilmişti. Sonuçta, Çin’in uyguladığı “özel sermayeyi devletin ortak yönetimi yoluyla sosyalizmle bütünleştirme” karma ekonomi politikası; tüm ülkeyi emperyalist-kapitalist zincirin önemli bir halkası haline getirdi.

ÇKP, artık Marksizm ve sosyalizm lafları ve alametlerini gerçekte açık biçimde kapitalizmi cilalamak ve kitleleri avutup yatıştırmak amacıyla kullanmaktadır. Bu amaçla, “Çin sosyalizmi”ni günün yeni koşullarına uyarlamak ve geliştirmek adına Marksizmi kendi kapitalist pratiklerine alet etmek üzere, her önemli dönemeçte yeniden revizyondan geçiriyorlar. Bu amaçla 2005 yılında sözde bir Marksizm-Leninizm Enstitüsü bile kurdular.

Çin Sosyal Bilimler Akademisi (CASS) ya da en üst düzeydeki Çin Think Tank”ine bağlı olarak Pekin’de kurulan bu Akademi’nin amacını anlamak için, ÇKP Merkez Komitesi Politbüro üyesi Liu Yunshan’ın Akademi’nin açılışında yaptığı konuşmaya bakmakta yarar var. Yunshan;

Akademinin, modern zamanlardaki sosyal ve ekonomik gelişmelerle bağlantılı olarak Marksist teoride, halen yeni katkıların yapılabileceği, ÇKP merkez komitesinin ideolojik inşaya büyük önem vererek, pratik sorunlar ve önemli teoriler üzerine yapılan araştırmaları ileriye ittiğini, Çinli teorisyenlerin en devasa teorik ve pratik sorunlarla kendi kendilerine  uğraşacaklarını, bilim adamlarının Deng Xiao Ping teorisi ve ‘üç sorumluluk düşüncesi’ üzerinde çalışmaya ve bunu bilimsel gelişme kavramı derin çalışmasında uygulamaya  şiddetle gereksinim duyduklarını, bilim adamalarının Marksizme sadık kaldığını, Marksist teoriyi Çin’in somut pratiğine halen en iyi şekilde uyguladıklarını” belirtti.(1)

Aslında Çin’deki bu tür “derinleştirme” çabaları yeni değil. Mao ve Deng sonrasında da “Marksizmi Çin gerçeğinde derinleştirme” işini Bilimler Akademisi üstlenmişti. Bilimler Akademisi, sürekli Dengciliği geliştirmeye çalıştı. Çin Sosyal Bilimler Akademisi “Marksizm Leninizm ve Mao Zedung Düşüncesi Enstitüsü”nde uzman olan Luo Wendong, Deng’in, 20 yıldan fazla süredir izlenen Çin’in hızlı ekonomik büyümesi için gerekli temeli ve ön koşulları hazırladığına dikkat  çekerek; “Çin’in sosyalist inşası mutlaka uzun dönemli bir temel olarak kalacağından, Deng’in teorisi de parlak bir fener ve ses olarak kalacak” diyordu.

Çin’de yeni kurulan bu Enstitü’nün önceli olan Çin Sosyal Bilimler Akademisi’nin, 2002 yılında, Ekim Devrimi’nin 85. yıldönümü nedeniyle düzenlediği sempozyuma dünyadan bilim adamları da davet edilmiş; Ekim Devrimi sonrası sosyalist uygulamalar, NEP’ten tekrar planlı ekonomiye geçiş ve Stalin dönemi, daha sonraki süreçle ilişkilendirilip mahkum edilerek, sistemin yıkılışının nedeni olarak gösterilmiş, revizyonistler aklanarak, Çin’in izlediği yol övülmüştü. Aslında bu akademi ve sempozyumun gündem başlıkları, onun Marksizmi hangi yönde revizyona tabi tuttuğunu ve “Çin yolu”nun ne olduğunu en iyi tarzda göstermektedir. Marksizmi sözde derinleştirmenin konu başlıklarından bazıları şunlardı: “Çin Marksizmi, onun evrimi ve başarısı için gerekli koşullar”, “Globalleşme ve Çin’e özgü sosyalizmin inşası”, “Dünya Sosyalist hareketindeki yeni değişim, Çin Karakterli Sosyalizmin yükselişi ve onun dünya sosyalist hareketindeki tarihsel konumu üzerine tartışma”, “21. yüzyılda sosyalizmin rönesansı ile üç temsil ilkesinin örtüşmesi üzerine”.(2)

 

“ÇİN SOSYALİZMİ”NİN DÖNÜM NOKTASI: DENG’İN DIŞA AÇILMA POLİTİKASI

VE “KAPİTALİST ÜLKELERİN BASİT BİR KOPYASI OLMAYAN SOSYALİZM”

Mao ve yandaşlarıyla Deng arasında, modernleşme ve kalkınmış bir ülke olmaya geçiş yönünden temel farklılık, Mao’nun emperyalizmi ve geri feodal ilişkileri tasfiyeye yönelik devrimci tutumu ayrı tutulur (Deng, emperyalizmle birleşmeyi esas alan tutum izledi) ve kapitalizm karşısındaki tutumları dikkate alınırsa, yönteme ilişkindi; ama bu, sonuçları itibariyle önemliydi. Mao, biçimsel olsa da, eşitlikçi, gelir dağılımında şehir ile kır arasındaki dengeleri gözeten sosyal güvencelerle, iç dinamiğe dayalı ulusal bir kalkınma modeli izler, yabancı sermaye ve emperyalistlerin ülkeye girmesi karşısında soğuk dururken; Deng, “dışa açılma” ve yabancı sermayenin ülkeye davet edilmesinin, gelir dağılımının bozulmasının, yeni bir kapitalist sınıfın yaratılmasının azgın ve kararlı bir sözcüsüydü.

Deng, Mao’nun ölümünden, yani 1979’dan sonra toplanan partinin 3. plenumunda, Çin’i‚ “sosyalist piyasa ekonomisi” denen hızlı vahşi kapitalistleşme kulvarına yöneltti. Batı’ya açılma reformlarıyla yabancı sermayeye cazip gelecek başka reformları uygulamaya başladı. Ona göre, ekonomik büyümeyi gerçekleştiriyorsa her şey mubahtı.

Kedi ister siyah olsun ister beyaz;  o, fare yakalıyorsa, iyi bir kedidir lafıyla tarihe geçen Deng’in, uzun olsa da bazı görüşlerine yer vermek; günümüzde Deng’in çizgisini izleyen  ÇKP yönetiminin yönelimini kavramak açısından yararlı olacaktır.

Her şeyi sosyalizmin ilk aşamasının gerçeklerinden hareket ederek yapmalıyız. Çin ekonomisini üç aşamada geliştiriyor. İki aşama bu yüzyıl içinde gerçekleşecek ve bu,  halkımızın yeterli yiyecek, giyecek ve rahat, konforlu yaşama erişeceği noktadır. Üçüncü aşama, gelişmiş ülkelere de liderlik yaptığımız, bizi, bir sonraki yüzyılın 30 ve 50’li yıllarına götürecek olan düzeye ulaştığımız aşamadır. Bunlar stratejik amaçlarımız ve yüce  tutkularımızdır. Dış dünyaya açılmaksızın ve reformları yerine getirmeksizin, bu büyük amaçları gerçekleştirmemiz olanaklı değildir. (…) Bütünüyle baştan aşağı kapitalist ülkelerin basit bir kopyası olmayacağız (abç). Burjuva liberalizasyona müsaade edemeyiz. Biz, Çin Komünist Partisi’nin liderliğinden vazgeçemeyiz. Komünist partisi olmaksızın, burada en azından kaos ve istikrarsızlık olabilir. Bu koşullar altında da herhangi bir gelişme mümkün olmaz. Biz felaket getiren‚ ‘kültür devrimi’ biçiminde ‘büyük demokrasi’li bazı deneyimlere sahip olduk. Ekonomik yapılanma reformlarımız; partinin liderliği altında ve düzenli bir yolla gerçekleşecek ve herhangi bir şekilde anarşiye izin vermeyeceğiz.

9. Parti Kongresi, Çin’deki aşamalardan olan sosyalizmin 1. aşamasını açıklayacak. Sosyalizmin kendisi, komünizmin birinci aşamasıdır. Ve Çin’de halen bu birinci aşamadayız ki, bu gelişmemiş bir aşamadır. Her şeyi bu gerçeklikten hareketle yapmalıyız ve her şeyi sürekli onunla planlamalıyız.”(3)

Bazı insanlar, Çin’in ideallerinin önemi üzerine vurgu yaptığımızdan bu yana, bunun Çin’in tekrardan kapılarını kapayacağı anlamına geldiğini düşünüyor. Bu gerçek değildir. Açıklık politikasının olumsuz etkilerinden gösterişsiz olarak sakınıyoruz ve onlara boş vermiyoruz. Yine de ilkemiz, kapanmak değil, açıklığı sürdürmektir. Gelecekte belki daha geniş olarak da açılabiliriz. Yurt dışındaki bazı yorumcular, Çin’in şimdiki politikasının, geri dönülemez olduğunu söylüyorlar. Bence de onlar haklıdırlar. (abç)(4)

Deng’in belirttiği ve altını çizdiği bu kapitalist gelişme yolu, sonraki ÇKP liderlerince de  esas alınan stratejik bir yönelim ve dayanak olmuştur ve bugün uygulanan da budur.

‘ADİL OLANIN ADALETSİZ OLACAĞI’ TEORİSİYLE GELİR DAĞILIMINDAKİ DENGESİZLİĞİN MEŞRULAŞTIRILMASI

Kırsal alandaki bazı insanların ve şehirlerin diğerlerinden daha hızlı bir şekilde zengin olmalarına izin verilmelidir. Öncelikli olarak zengin bazı kişilere ve bölgelere müsaade etmek; herkesin desteklediği yeni bir politikadır. Bu, eski politikalardan daha iyidir. Ben tarım alanında çok geniş topraklar için, sözleşmeli sorumluluk sistemini tercih ettim. Bu sistem daha geniş olarak da uygulanabilir. Özetle tüm alanlardaki çalışmalarımız, Çin karakterli bir sosyalizm inşasına yardım edebilir. Ve o, ulusal zenginliğe, insanların mutluluğuna ve refahına katkıda bulunup bulunmadığı kriteriyle yargılanabilir.” (abç)(5)

Eğer Deng’in belirttiği kriterlerle (ki bunlar katıksız kapitalist kriterlerdir) Çin’in geldiği yer, sözde “Çin Efsanesi”, gerçeklerin ışığı altında değerlendirildiğinde; işçi ve köylüleri acımasızca modern köleler olarak sömüren, onlardan sızdırılan artı-değerin önemli bölümünü  emperyalist büyük tekellere akıtan bir kapitalizm manzarası ortaya çıkmaktadır. Ulusal hasıla rakamları büyümüş, üretim artmış, ülkede yeni zengin milyarderler de türemiştir; ama bu zenginliğin biricik yaratıcısı işçi ve köylülerin durumu her geçen gün kötüye gitmiştir. Şehir nüfusunun araba ve ev sahibi olan, tatil, sağlık ve okul gibi imkanlardan sınırsız yararlanan  belli bir zümresi hariç, günde 1 Euro’luk gelirle geçinmeye çalışan (Dünya Bankası raporlarına göre, 350 milyon Çinli bunu da bulamıyor ve yoksulluk sınırı altında yaşıyor) ve ekmek kavgası içinde olan yüz milyonlarca yoksul Çinlinin yaşamı Çin’in gerçek tablosudur. Evsiz, ekmeksiz, okulsuz, sağlıksız, sosyal güvencesiz, işlerine gitmek için bazıları bisikleti ancak bulabilen, otomobili ise seyreden bu yığınlar, bilgisayar ve interneti de ancak sayıları iki milyon kadar olan internet kafelerde görebilmektedirler. Zaten kapitalizm geliştikçe, üretilen ürünlerin, uzaktan seyredilerek, yalanıp yutkunularak da olsa kitlelerin yaşamına girmesi; sistemin doğası gereği sayılmalıdır. Sen gelir dağılımı dengesizliğini bilinçli olarak yarat, bazı insanları zengin etmeyi savun, adaletsizliği en adil sistem olarak lanse et, sonra dön, “Bizim  Çin karakterli sosyalizmimizi, ulusal zenginliğe ve insanların refahına yaptığı katkıyla yargılayın” de! Sosyalizmin amacı, üretim araçları mülkiyetinin özel kişilerden  alınarak toplumsallaştırılması, işçi sınıfının iktidarıyla bunu güvenceye alması, bütün insanların (bazılarının ya da bir zümrenin değil) refah ve mutluluğunun sağlanması, sınıfsal farklılıkların sınıfların kendileriyle birlikte silinmesidir. Sosyalizm, salt bir üretim artırma ve kalkınma değil, üretimin ve üretici güçlerin gelişmesiyle üretim ilişkileri arasındaki uygunluğun her aşamada düzenlenmesi , toplumsal zenginlik ve refahın onu üreten emekçilere yansıtılması, ait olması demektir. Çin’in özellikle Deng’ten sonraki hedefi ve gelişimi, hedefleri bunlardan başka bir şey olamayacak olan sosyalizm doğrultusunda değil, aksine emeğin sömürüsü, yeni milyarderler yaratma ve sermaye birikimi yoluyla “modern kapitalist bir ülke” olarak diğer emperyalistlerin önüne geçmeye yönelikti.

Doğu sahiline dizilmiş büyük kentlerde (900 milyonun yaşadığı kırsal alanlar hariç)  yabancı sermayeye sağlanmış devasa olanaklar ve kölelik koşullarının bulunduğu serbest bölgelerdeki yoğun emek sömürüsü sayesinde, bu hedefin belli ölçülerde tutturulduğu söylenebilir. Ama kim, bu düpedüz kapitalist uygulamaları sosyalizm etiketi ile pazarlamaya, “piyasa ekonomisi”yle halvet olmuş haliyle bir “sosyalizm” olarak sunmaya ve savunmaya kalkışırsa, o, sosyalizmi gözden düşüren, işçilerin bugünkü sömürüsünü meşrulaştıran ve emperyalistlerin değirmenine su taşıyan bir globalizm yardakçısı olmaktan öteye gidemez.

 

ÇİN KAPİTALİZMİYLE SB’DEKİ NEP AYNI ŞEY MİDİR?

Çin’de kapitalizminin kat ettiği mesafeyi‚ “geçici bir geri adım” olarak görenler ve Ekim Devrimi sonrası uygulanan NEP dönemi politikalarıyla karıştırıp aynılaştıranlar da var.

Kaldı ki, Çinli teorisyenlerin kendileri bile, Sovyetler Birliği’ndeki NEP’in geçici oluşunu ve NEP’ten sosyalist planlı ekonomiye geçilmesini eleştirerek (kaldı ki, NEP’in kendisi de planlı ekonomiden bağışık bir şey değildi); Çin’in izlediği yol türünden sürekli bir kapitalizmi önererekserbest piyasa ekonomisi’ni savunmaktadırlar.

Çin yönetiminin uyguladığı kapitalist politikalar, Rusya’daki NEP dönemine özgü birkaç yıllık geçici uygulamalar mıdır? Rusya’da NEP’in (Yeni Ekonomik Politika) uygulandığı koşullar nasıldı, NEP’e niçin ihtiyaç duyuldu?

Her şeyden önce, NEP, sosyalizme geçişte “burjuva çıbanı,  yok etmek amacıyla olgunlaştırmayı hedefliyor”du.

Çin’de, devrimden sonra, 50 yılı aşkındır uygulanan politikanın sonuçları ise, bir avuç kapitalistin zenginleşmesi ve yüz milyonların yoksullaşması oldu.

Savaş komünizmi olarak bilinen, iç savaş döneminde Batılı emperyalistlerin desteğindeki Beyaz Ordu’nun Kızılordu tarafından yenilgiye uğratıldığı süreç, üretici güçlerin de yoğun tahribata uğradığı bir dönemdi. Düşman yenilmekle birlikte, yokluk ve kıtlıklar, dış kaynaklı kışkırtmaları hazırlıyordu. Kronştad kenti, bir ayaklanmayla karşı devrimcilerin eline geçiyor, ancak kızıl birliklerin cepheden karşı bir taarruzu sonucu geri alınıyordu. Bolşevik Parti MK’nde Troçkistler ve ‘sol komünistler’ karşı çıkmasına rağmen, hakim görüş; günün en önemli görevinin sanayii canlandırmak olduğu yönündeydi. İşçi sınıfını ve sendikaları bu işe çekmedikçe de sanayi canlanamazdı. Köylülüğün şehirlere gıda yardımı sağlamasına gereksinim vardı. Bu, savaş komünizmi dönemindeki gibi zoralımlarla artık yürümüyordu. Parti Kongresi, teslim yükümlülüğünden ayni vergiye geçişe yönelik olarak, Yeni Ekonomik Politika’ya NEP) geçiş için kararlar aldı. Artık, vergi tutarı ürün olarak alındıktan sonra kalan bütün ürün köylülerin tasarrufuna bırakılıyor, bu ürün fazlasıyla köylünün özgür ticaret yapması güvenceye kavuşuyordu. Lenin bu konuda verdiği raporda, ticaret özgürlüğünün ilk başta kapitalizmin belli bir ölçüde canlanmasına yol açacağını ve özel girişimcilerin işletme açmasına izin vermek gerekeceğini belirtiyordu. Ayrıca, ticaret özgürlüğü köylüler için bir teşvik etkeni olacak, onların emek üretkenliğini artıracak, bu temel üzerinde devlet sanayii restore edilecek ve özel sermayenin yerinden edileceği güç ve kaynak biriktirildikten sonra, güçlü bir sanayi –bu sosyalizmin ekonomik temelidir– yaratılabilecekti. Ondan sonra nihai saldırıya geçip, devlet kapitalizmiyle birlikte ülkede kapitalizmin kalıntıları da ortadan kaldırılacaktı. Aslında bu taktik, savaş komünizmi döneminde kapitalist unsurlara cepheden saldırmakta fazla ileri giden ve üssüyle bağlarını koparan “ordu”yu toparlamak için biraz geri çekmek ve yeniden saldırıya geçmek için kalenin kuşatılması anlamına geliyordu. Nitekim bu dönem kısa sürmüştü. 11. Parti Kongresi’nde Lenin, NEP’in yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra, “geri çekilmenin sona erdiğini” açıkladı, “özel sermayeye karşı taarruza hazırlanın” şiarını attı. (6) Ardından Stalin birkaç yıl içinde NEP’in sona erdiğini açıkladı.

Kısa süreli olarak uygulanan ve hedefi burjuvaziyi ortadan kaldırmak ve sosyalizmi güçlendirmek olan, temel bazı üretim araçları toplumsallaştırılarak toprakların, bankalar ve dış ticaretin ulusallaştırıldığı, toprağın alım ve satımının yasaklandığı Rusya koşullarındaki uygulama ile özel teşebbüsün baştan beri serbest bırakıldığı ve “burjuvazinin sosyalizmle bütünleştirilmesi”nin amaçlandığı Çin’de, 50 yıldan uzun süredir, adım adım kapitalist reformları da  uygulayarak, var olan devlet mülkiyetini ve kitlelerin sosyal haklarını yabancı sermaye ve yerli kapitalistlere peşkeş çeken IMF reçeteleri benzeri tedbirlerle önü açılan kapitalizmi aynılaştırmak; alıklık ve teori bilmezliğin ötesinde, emekçileri bilinçli olarak kapitalizme yedeklemek, onların sosyalizme duydukları sempatiyi istismar etmek anlamına gelmektedir.

Bazı Çin hayranları, kapitalizmi sosyalizm olarak pazarlama işini, tekelci devlet kapitalizmi ile sosyalizmi aynılaştırmak üzerinden yapmaktadır. Çin’de mülkiyetin  çoğunluğunun halen kamuda olduğu örneği veriliyor. Türkiye Başbakanı Tansu Çiller de, bir dönem Türkiye’deki KİT özelleştirmeleri ve peşkeşlerini mazur göstermek, kitleleri anti-komünizm üzerinden partisine yedeklemek için‚”sosyalizmi yıkıyoruz” demişti. Bazılarının da, aynı özelleştirmeleri, yabancı sermayeye satışlar ve girilen ortaklıkları, serbest bölgelerdeki kolaylıkları ve işçi sömürüsünü, “mülkiyetin çoğu devlette ve toprak yabancılara satılmıyor”, yapılan “sosyalist inşa”dır, “sosyalizm kuruluyor” diyerek çarpıtması, “solu yedeklemeye çalışması” tarihin garip bir cilvesidir. Sosyalizm yıkıcısı ve sözde kurucusu  globalcilerin aynı “devlet mülkiyeti ölçütü”nü baz almakta birleşmeleri; sadece, onların aynı soydan sermayenin demagojik şarlatanları olduğunu gösterir.

Sosyalizm ile kapitalizmi ayıran ölçüt, üretim araçlarının devlette mi, yoksa bireylerde mi olduğu değildir. Sosyalizmin niteliğini belirleyen; üretim araçlarının kolektifleştirilmesi temelinde artı-değer sömürüsüne son verilmesi, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve toplumsal üretimin kar amaçlı değil, ama emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve refahlarının durmaksızın artırılmasına yönelik olmasıdır. Devlet sektörünün olanaklarından yararlanarak kapitalizmi geliştirme politikası, tekelci devlet kapitalizmi uygulaması olarak da bilinir. Özel mülkiyet temelinde devletin de kapitalist gelişme doğrultusunda bir araç kullanıldığı ve artı-değer sömürüsüne katıldığı bu sistemi “piyasa sosyalizmi” olarak adlandırmak, işçi hareketi ve sosyalizmin tarihinde daima reformist ve revizyonislerin işi oldu. Ama ister uzun bir NEP  dönemi olarak, isterse sektörel bazda kamu sektörünün varlığı ve ağırlığı gösterilerek savunulsun, Çin kapitalizmini sosyalist etiket altında pazarlama çabası olgular tarafından boşa çıkarılmaktadır. Bugün Çin’de, son açıklanan rakamlara göre, satışları yönünden en büyük 500 şirketin 220’si, yani yarısından azı devlet sermayeli şirket konumundadır. Devlet sermayeli şirketlerde de önemli ölçülerde yabancı sermayenin varlığı ve ortaklıklar yoluyla   başka kapitalistlerin de hisse sahibi olduğu unutulmamalıdır. ( 7)

 

ÇİN’DE VE ÇKP’DE MUHALEFET VE İKTİDAR MÜCADELESİ VAR MI?

Bugün ÇKP içinde bir sınıf mücadelesi olduğu ve Leninist güçlerin partide egemenlik kuracağını iddia eden görüşler hala var olmaya devam etmektedir.

Kuşkusuz kapitalist yolda ilerlemeye karşı çıkışla ilgisiz olarak, Deng’in belirlediği “bu yüzyılın 30 ve 50’li yıllarında Çin’in süper bir güç olarak dünya kapitalizmine liderlik yapabilmesi” stratejik hedefi kapsamında izlenen sancılı yolun taktikleri konusunda farklı görüşler olabilir, olacaktır da..

ÇKP içinde, Mao’nun da açıkladığı gibi, çeşitli sınıfların temsilcileri ve hizip savaşları hep var olmuştur. Milyonlarca küçük burjuvanın parti bünyesinde olduğunu Mao da belirtiyordu. Hızla ilerlemiş olan dışa açılma ve vahşi kapitalistleşme sürecinde türeyen yeni zengin “genç” tabaka ÇKP bünyesinde bulunmakla birlikte, bunların konumuna resmiyet kazandırılması 16. Kongre’deüç temsil ilkesi”nin tüzüğe geçirilmesiyle gerçekleşti. Üç temsil ilkesi, önümüzdeki dönemde ÇKP’nin sorumluluklarını belirtmek anlamına da geliyordu. Bu formülasyona göre; “ÇKP, halkın çıkarlarını, ileri kültürünü ve ilerici üretici güçleri” temsil ediyormuş. 16. Kongre, bu ilkeleri tüzüğü geçirdi. Tüzükte ayrıca, “kılavuzun, Marksizm-Leninizm, Mao Zedung Düşüncesi, Den Siao Ping Düşüncesi ve üç temsil düşüncesi olduğu” da kaydedildi. Bu tüzük değişikliğiyle, kapitalistlerin ve kapitalist işletmelerin yöneticilerinin de partiye üye olmasının yolu resmi olarak açıldı. Açıkça söylenmese de, “ilerici üretici güçlerin temsili”nden kasıt , kapitalistlerin ÇKP’de ve onun organlarında görev alabilmesi  demekti.

Geçmişte Forbes dergisi, Çin’in en zengin 100 kişisinin dörtte birinin ÇKP üyesi  milyarderler olduğunu yazmıştı. Öldürülme korkusundan ötürü adı bilinmese ve fazla ön plana çıkmasalar da, bu zenginlerin profiliyle ilgili olarak, Çin yönetimi de bazen anketler yayınlamaktadır.

12  Ocak 2006’da, Sinomonitor’un, 12 büyük Çin kentinde, yeni zengin olan 10.000 kişiye yollayarak yaptırdığı Çin’in yeni zenginlerinin durumunu gösteren bir anketin sonuçlarını  Pekin Youth Daily yayınladı. Buna göre, 18-45 yaş dilimleri arasındaki bu yeni zengin tabaka, kendi içinde, tüketme eğilimleri ve kapasitesine göre üç katman ve %60’ı 1970 doğumlu. Araba zevkleri, finans ve turizm gibi tüketim eğilimleri farklı olan bu zenginlerin yıllık hane halkı gelirleri, 80.000 ile 8 milyon Yuan arasında (yani yaklaşık 10.000 ile 1 milyon ABD doları). En üsteki %4’lük dilimin yıllık hane halkı ortalama geliri ise, 400.000-1.000.000 Yuan arasında değişiyor. Ortadaki %15’lik kesim, 200.000-4000.000 Yuan; geri kalan %81’lik kesim ise 80.000-200.000 yuanlık gelire sahipler.

Bunlar, Çin’deki sınıfsal bölünmenin hızlandığını gösteren resmi veriler. Ayrıca hizmet sektörünün payının genişlemesi, şehirlerde küçük üretim, orta ölçekli işletmeler ve kayıt-dışı sektördeki istihdamın yoğunluğu (bunlar son zamanlarda istatistiklere de alınmaya başladı), ara sınıf ve tabakaların da gelişmeye başladığını göstermektedir. Ayrıca toplam 740 milyon işçinin 250 milyonu kentlerde, 490 milyonu kırsal alanda çalışmaktadır. Resmi olarak bildirilen 8.1 milyon şehir işsizliğine, birkaç yüz milyon da kırsal işsizlik eklenmelidir. Toplumsal sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleştiği Çin’de, bu çelişkilerin 69 milyon üyeye sahip ÇKP bünyesine, klikler arası çelişki ve çatışmalara, yönetime gelme plan ve hesaplarına yansımaması zaten eşyanın doğasına aykırı bir durum olur. Aslında‚ “üç temsil ilkesi”yle yeni zenginlerin, burjuvazinin partideki durumunun meşrulaştırılması olgusu, bu çelişki ve çatışmaların, giderek daha çok tekeller ve süper zenginler lehine çözüldüğünü göstermektedir.

Ama gerçek muhalefet, parti dışı muhalefet odağı olarak, tehlikeli bir biçimde gelişen ve bu nedenle olası bir patlamanın başlatıcısı olacağı gibi, kaos ya da devrim yolunu da açacak olan, kendiliğinden işçi eylemleridir. Ayrıca Falungong gibi dinsel motifli ama politik amaçlı, emperyalistlerin güdümünde geliştirilen ve yedekte tutulan muhalif hareketleri de unutmamak gerekir. Her şeyin kontrolünü tekelinde tutan bürokratik-otokratik ÇKP aygıtı; kendi bünyevi bozuşması sonucu bir zaafiyete düşmezse, ülkede bir otorite boşluğu şimdilik yaşanmayacaktır. ÇKP’nin yerini dolduracak alternatif örgütlü bir muhalif odağın ise kısa sürede serpilip gelişmesi olası görünmüyor. Bu nedenle, bazı Maocu partilerin ileri sürdüğü(8) Çin’de iktidara oynayan üç ayrı muhalefet odağı olduğu görüşü abartılı ve spekülatiftir.

Fakat, kapitalizmin bu azgın gelişme düzeyi ve gidişatıyla derin sınıfsal bölünmenin, farklı bir kültür ve düşünceleri besleyeceği ve Batının salt sermaye egemenliği ile yetinmeyeceği açık ve öngörülebilir bir şeydir. ÇKP yetkilileri, Gorbaçov sonrası Rusya’nın içine düştüğü durumdan ders almışa benziyor; bürokratik aygıta daha sıkı sarılıyor, kitlesel hareketlere karşı önceden ve çok yönlü önlemler geliştiriyor. Ama bunlara rağmen, ÇKP ve propagandif aygıtının, kapitalizme örtü olan “biçimsel sol” söylemini ve tek parti tekelini sürdürmesi de zor görünüyor. Yeniden bir halk devrimi olmadığı koşullarda, ÇKP,  ya bir bütün olarak sosyal demokrat partiye dönüşecek ve bunu ilan edecek ya da başka güçleri hazırlayarak  yerini onlara terk edecektir.

SONUÇ OLARAK

Çin’de olup bitenler ve Deng ve ardıllarının sınırsız “dışa açılma” politikasının Çin’i sürüklediği yer de çok açıktır. Kapitalizmin bugünkü gelişimi, yabancı sermayeye satılan işletmeler ve dünyanın üretim üssünü oluşturma konumuyla, serbest bölgelerde yapılan ülke üretimin %70’ine ve artı-değerin önemli bir bölümüne el koyan yabancı sermayenin varlığı ve sömürüsünün sosyalizmle bir alakası olabilir mi?

Çin’de, devrim sonrasında, elverişli iç ve dış koşullara karşın, devrimin sürekli kılınarak sosyalizme geçiş sağlanamamış, Mao’nun ölümünden sonra da, Deng tarafından kesintisiz bir hatla emperyalizme bağlanmıştı. Deng’in halefleri olan yeni yöneticiler tarafından ise, bu gidişat   hızlandırıldı. Kısacası, sosyalist bir sistemin bozuşması ya da yıkılışından dolayı kapitalizme bir geri dönüş olmadığı gibi, Çin, ilk önce NEP benzeri bir ekonomik gelişme dönemi izleyerek sosyalist inşanın önünü açan ve sosyalizme yönelen bir ülke konumunda da olmadı. Kendi deyimleriyle “%60 pazar ekonomisi olan Çin”i “sosyalist piyasa ekonomisi” olarak görmek; Gorbaçov sonrası yörüngeden çıkmış, sosyalizmden ve devrimden umudunu kesmiş bazı “sosyalist” partiler açısından, açıktır ki, bir can simidi olma özelliği  bile taşımamaktadır. Ve bugünden görünen ve anlaşılması gereken gerçek, Çin’de bir sosyalizmin, ancak ve ancak  yeni bir devrime bağlı olarak gündeme geleceğidir.

Dipnotlar

(1) Peoples Daily (Halkın Günlüğü)’den: Kurulan bu akademinin başkanlığını, “Deng Xiao Ping teorisi” konusunda uzman olan CASS Başkan yardımcısı Leng Roug yapmaktadır.

(2) Pravda (07.11.2002)

(3) Deng Siao Ping, Seçme Eserler, İtalyan Komünist Partisi liderleri Reto Zangheri ve Leonilde Jotti ile görüşmeden.

(4) Deng Siao Ping, Seçme Eserler, Japon Liberal Demokratik Parti Başkan Yardımcısı Sasumu Nikaido ile görüşmeden: “Reform, Çin’in ikinci devrimidir”, 28 Mart 1985.

(5) Deng Siao Ping, Seçme Eserler, Tarımdan sorumlu bölümler ile, Devlet Ekonomik Komisyonu, Devlet Planlama Komisyonu yöneticileriyle yapılan konuşmadan.

(6) Bolşevik Parti Tarihi, sf . 293, İnter Yayınları

(7) Peoples Daily ( 20 Ağustos 2006)

(8) Hindistan Komünist Partisi (Marksist-Leninist) Kızıl Bayrak’ın elektronik posta yayın organı Red Flag News’in 4 Aralık 2002 tarihli sayısında, Çin muhalefeti üzerine şunlar söyleniyor: “Önderliğin kapitalist yolcular tarafından ele geçirilmesinden sonra, Çin’de, birincisi bizzat kapitalist yola karşı, ikincisi, kapitalist yolu yavaşlatmak için ve üçüncüsü, Batı burjuva demokrasisini tamamen ve açıkça kucaklamak için üç mücadele biçiminin yürümekte olduğu bir sır değildir. 1989’daki Tienanmen Meydanı olayı, emperyalist güçlerin gizli ve açık desteğiyle bu üçüncü kesim tarafından düzenlenmişti. Birinci pozisyonu savunan muhalefet vahşice bastırılıyor ve dışarıda sesini duyurmasına izin verilmiyor.”

Dünden bugüne Rusya ekonomisi

Ekim Devrimi sonrasında sosyalizmi inşa süreciyle, ekonomik ve sosyal alanda dünya çapında işlere imza atan, 2. Dünya Savaşı’nda Faşist Hitler Almanya’sının saldırısı ve işgalini püskürterek, onları 65 yıl önce Berlin’e dek kovalayan, dünya ilerici güçlerine ve halklarına, Avrupa’ya barış ve özgürlük getiren; savaş sonrası yıkılıp tahrip olan ülkesini, sosyalist ekonomisi sayesinde ikinci kez inşa eden SSCB; 1950 sonrasında dünyanın ikinci büyük ekonomisi durumuna yükseldiği gibi, birinci olan ABD’yi bazı sektörlerde, bilimsel teknik gelişmeler, uzay teknolojisi vb. alanlarda geçmesini de bildi. Ayrıca eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, kişisel refahın yükseltilmesi ve paylaşılmasında, sosyalizmin üstünlüğünü tartışmasız tüm dünyaya göstererek, yankı uyandırdı ve bir çekim merkezi oldu. Emperyalist güçleri ve başta ABD’yi korkutan bu gelişme, onların “soğuk savaş” süreci başlatmasına ve giderek Stalin sonrasında, Marshall yardımları, NATO, Gladyo vb. örtülü savaş örgütleri aracılığıyla SSCB’ni kuşatarak teslim almaya dönüştü. Parti ve ülke yönetimini Stalin sonrasında devralan revizyonist Kruşçev –ve ardından Brejnev– kliği, partinin ve sosyalist ekonominin dinamik güçlerini tahrip ederek sosyalist yoldan zaten sapmıştı. SSCB’den arta kalan biçimsel sosyalist kalıntılara ise, Batı işbirlikçisi Gorbaçov eliyle son darbeler indirilerek, ‘Sosyalizmin yıkıldığı’ ilan edilmişti. Gorbaçov’la başlayan Batı emperyalizmiyle entegrasyon süreci, Yeltsin’le Rusya’nın geçmiş ekonomik birikim ve kazanımlarının Batı sermayesinin talan ve yağmasına dönüşmüş; üretim araçları ve altyapı çürümeye terkedilmiş, Rusya, IMF kıskacında teslim alınmaya çalışılmıştı.

Putin’le birlikte, merkezi yönetimi sağlamlaştırma süreci, yeni plazlanan burjuvazinin pazar hakimiyeti sağlamasına, mafyacı kapitalizmi tasfiyesine ve emperyalist hülyaların gerçekleşmesine giden yolların taşlarını döşemeye hizmet etti, ediyor. Dünyanın büyük güçlerinin kriz içinde bocalaması devam ederken, çok büyük darbeler yemesine, ağır yaralar almasına karşın, petrol ve doğal gazdan elde ettiği döviz birikimine yaslanan Rusya, Putin’le başlattığı geçmişteki etki alanlarına dönme stratejine hız vermiş görünüyor. Rusya Gürcistan, Özbekistan gibi alanlarda ABD’nin kuşatma planlarını boşa çıkararak, onun karşısına bir güç olarak dikilmeye başladı. Yine son olarak, Ukrayna seçimleri ve Kırgızistan’daki kargaşa sonrasında, kendi etkisine daha açık yönetimlerin işbaşına geldiği -getirildiği- görülüyor. Son olarak, Rusya Devlet başkanı Medvedev’in Ortadoğu bölgesine yaptığı gezi ve Mısır, Suriye, İsrail ve Türkiye yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde oynadığı rolün; yapılan konuşmalar, imzalanan yeni ekonomik ve siyasi antlaşmaların işaret ettiği yön de; Putin’le birlikte girilen NATO kuşatmasını kırma ve eski etki alanlarına yeniden dönme sürecinin sürdürüleceğini gösteriyor.

Gelişmelerin kısa özeti böyle olmakla birlikte, Rusya’nın toparlanma sürecinde, arka planda işlevsel olan etkenleri kavrayabilmek için; önemli dönemeçlerde Rusya’nın temel ekonomik göstergelerine ve geçmişten devralınan ekonomik ve toplumsal birikime bakmak zorunlu olmaktadır.

EKİM DEVRİMİ VE SOSYALİST İNŞA YILLARINDA RUSYA EKONOMİSİ

Ekim devrimi ve sosyalist inşa, kuşkusuz ki, Rusya halklarına, tarihinin en büyük ekonomik ve toplumsal sıçramasını yaptırmıştı. 1950’lerde ve sonrasında dünyanın ikinci büyük gücü olan Rusya, dünya üretiminin % 20’den fazlasını üretmekteydi. 1. büyük savaş döneminde, devrim öncesi yıllarda ise, emperyalist-kapitalist zincirin zayıf bir halkası haline gelmişti. Her yıl 200 milyar Ruble yabancı sermaye girişi olan Çarlık Rusyası, ancak, dünya üretiminin % 2.5 düzeyinde üretim kapasitesine sahipti.

1917 Ekim Devrimi sonrası, emperyalist güçlerin Rusya üzerinde kaybettikleri nüfuzu yeniden tesis etmek hedefiyle planladıkları provakasyonlar ve iç gericiliğe verdikleri desteklerle uzayan iç savaş sürecinde; Rusya’nın ekonomik durumu çok gerilere gitmiş, ekonomik gelişme 5 yıl süreyle adeta durmuş ve ancak, ekonomiyi canlandırma amaçlı NEP (Yeni Ekonomik Politika)’in uygulanmasından sonra; 1928 yılında, 1914 yılı düzeyine ulaşılabilmişti.

22 Haziran 1941’de, Hitler Almanya’sının SSCB’ne saldırısıyle, Rusya ekonomik planlarını, derhal savaşın gereklerine –Hitler Almanyası’nın eninde sonunda SSCB’ne saldıracağı aşikar olduğu için, aslında Sovyetler Birliği daha önceki yıllardan itibaren, bu büyük savaşa hazırlık olarak, yüksek bir çalışma temposuyla genel ekonomik plan hedeflerini zamanından önce gerçekleştirdiğinden.– uyarlayabildi. Alman işgali ve savaş esnasında, altyapı tesisleri, demiryolu şebekesi, yol ve köprüler, köy, şehir ve kasabalar, maden ocakları önemli ölçüde tahrip olmuştu. İnsan kaybı 20 milyon olup, ayrıca 25 milyon insan evsiz kalmıştı. Savaş yılları Rusya’nın ekonomisini önemli ölçüde daraltmış ve geriletmişti. 1940 yılına oranla, savaşın bitiminde ulusal gelir %17, sanayi üretimi %8, elektrik üretimi %11, kömür üretimi %11, petrol %40, çelik %33, çimento %68, pamuklu dokuma %60, şeker üretimi %78, tarımsal üretim ise % 40 düşmüştü.1 SSCB, savaşın yaralarını sarıp, SBKP önderliğinde ülkeyi ikinci kez yeniden inşa ederek; 1940 yılının üretim düzeyini, 1950 yılında yakaladı. Ama bu, ikinci savaşın da Rusya ekonomisine, bir on yıl daha kaybettirmesi anlamına geliyordu. Kapitalist-emperyalist dünyanın engellemelerine ve savaşlara karşın, devrim sonrasındaki elli yıllık tarihi içinde Sovyet Rusya, görülmedik ekonomik ve toplumsal başarılara ve ‘ilk’lere imzasını atan bir ülke oldu. 1918’den itibaren, sanayideki yıllık gelişme hızı, ortalama olarak % 10’nu aştı.2

TABLO 1- Sovyet Rusya sanayisinin ortalama yıllık gelişme hızı

    1952-1958
    SANAYİ  ÜRETİMİ 12.0
    Üretim malları üretimi

    ( I. Kesim)

    +12.8
    Tüketim malları üretimi

    ( II. Kesim)

    +10.7
    Sanayide emek verimliliği artışı +7.6

Ayrıca batılı kaynaklar da, bu dönem Sovyet ekonomisinin olağanüstü gelişme düzeyini doğrulamaktadır. Sovyetler Birliği ekonomisi üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Abran Bergson’a göre, Sovyetler Birliği’nin sabit fiyatlarla milli geliri, 1928-1937 döneminde yılda %5 ile % 5.5 arasında, 1950-1955 döneminde de % 7.5 ile % 7.6 artmıştı. Bu oranlar, o dönemin dünya ekonomilerinin büyüme hızlarıyla kıyaslandığında, en yüksek büyüme hızıdır. Dönemin SSCB ekonomisinin büyüme hızı, aynı dönem Amerika’nın büyüme hızından iki ile üç kat daha fazladır.

SSCB, devrim sonrasında gerçekleştirdiği hızlı kalkınmayla, az gelişmiş bir ülke olmaktan çıkıp, sanayi üretim hacmi bakımından dünyada ikinci sıraya yerleşmiş ve birinci sıradaki ABD sanayisini, bazı alanlarda geçmiştir.3 Ayrıca bilimsel teknik alanlarda, bilimsel araştırmalarda, dikkat çekici bir gelişme göstermiştir. Birçok alandaki rakamları, ABD’le aynı düzeyde gözükse de, eğitim-öğretim ve sağlık hizmetlerinin yaygınlığı ve parasız olmasında, kültürel vb. faaliyetlerin tüm ülke sathına yayılmasında onu açık ara geçmiştir. Rusya’da her 100.000 kişiye düşen doktor sayısının, ABD’dekinden % 12 daha fazla olduğu ya da aynı sayıdaki hastahane yatağına düşen doktor sayısının, ABD’ye oranla % 20 daha fazla olduğu belirtiliyor. (Bkz. Bernard P.J: Sovyetler Birliğinde Planlama, Londra, İngilizceye çeviren: I. Nove)

Sosyalizmin inşa dönemine ilişkin olarak, sosyalist yönetimin yaptığı merkezi kalkınma planlarının, ülke kalkınması, kişisel tüketimin artışı ve halkın refahı üzerine yaptığı olumlu etkiler bağlamında daha birçok örnek verilebilir. Ama SSCB’nin bu başarılarını hazmedemeyerek korkuya kapılan emperyalist Batı dünyası, başta ABD olmak üzere, elbirliği ile ‘soğuk savaş’ı başlattılar. SSCB’ne aslı astarı olmayan propaganda materyalleriyle saldırarak; kendi eli kanlı yüzlerini, azami kâr için dünya ülkeleri ve halklarını sömürme ve bağımlılık altına alma çabalarını gizlemek için, Sovyetleri “öcü”olarak göstererek; silahlanmalarını ve NATO’nun faaliyetlerini meşrulaştırmaya çalıştılar. Beşinci kol ve gladyo faaliyetleriyle, “yeşil kuşak” vb. projelerle Rusya’yı kuşatarak teslim almayı hedeflediler.

Kruşçev ve Brejnev kliğinin içeriden yürüttükleri yıkıcılığı da besleyerek, sosyalizmi raydan çıkartma çalışmalarını başlatmış olan emperyalistler; 1980’lerin ortasında Gorbaçov’un sosyalizmin biçimsel kalıntılarına son bir darbe indirmesiyle de, açık kapitalist biçimleri egemen kılma amaçlarına ulaşmış, ‘sosyalizmin yenilgisi ve ölümünü’, –günümüzde artık bu palavraya inanan kalmasa da– kutuplaşmanın sona erdiğini, tek kutuplu dünyanın kurulduğunu ilan ettiler!

DÜNYA KRİZİ ÖNCESİNDE RUSYA EKONOMİSİ

Gorbaçov’un başlattığı Batı sermayesine entegre sürecini, Yeltsin’in SSCB’ni emperyalistlere peşkeş çekme politikası izledi. Ülkenin geçmiş birikimleri yağmalandı, eski KBG ajanları, devlet bürokrasisindeki büyük memurlar, işletme müdürleri vb. önemli işletmelerin mülklerini ellerine geçirerek, milyarder konumuna yükseldiler. Bu, bir tür mafyacı kapitalizmin doğuşuydu. Yine bu dönemde, Batılı emperyalist güçler tarafından, borsa spekülatörleri tarafından kışkırtılan yapay 1998 kriziyle, ülke ekonomisi iyice çökertildi ve Batı kapitalizmine teslimiyetin yolu açılmış oldu. Yeraltı kaynakları, Batılı emperyalistlerin sömürü ve yağmasına açıldı. Alt yapıya yeni yatırımlar yapılmayarak, birçok işletme ve kuruluş çürümeye terkedildi, fabrikalar, maden ocakları kapatıldı…

Gorbaçov’la başlayan açık kapitalistleşme süreci, Yeltsin’le ülkenin içeriden ve dışardan yağmalanmasına dönüştü. Rusya IMF kıskacına alınarak, çökme ve köleleştirilme yoluna sokuldu. Bu mafyacı kapitalist gidişe; Putin’le birlikte darbeler indirildi, tutuklama, bazı işletmeleri kamulaştırma vb. yöntemlerle, devlet otoritesi pekiştirilerek, yeni palazlanan Rus burjuvazisinin yolu açıldı, ekonomi, normal yoldan kapitalistleşme sürecine sokuldu. Petrol ve doğal gaz fiyatlarının artışa geçtiği olumlu konjonktürün rüzgarını arkasına alan Putin, içeride yağma ve rüşveti azaltarak, istikrar sağlayarak, merkezi yönetim aygıtına belli bir prestij kazandırdı, ekonomi iyileşme rotasına girince de, halkın yanılsamalı desteğine mazhar oldu. 2008 dünya krizi, Rusya’yı, ekonomiyi iyileştirme ve alternatif güçlü sektörler yaratarak, dünya güçleri ile rekabete girişme planları yaptığı bir kavşakta yakaladı. Bununla birlikte, krizin, mali açıdan Rusya’yı da vurması, ek olarak petrol fiyatlarını da düşürmesi; Rusya Federasyonu’nu, bir gecede yüz milyarca dolar kayba uğrattı. Bu sürece biraz daha yakından bakmaya çalışalım:

Yeltsin döneminde, 1990-1998 yıllarında izlenen ekonomik politikalarla, sosyalist dönemden kalan bazı uygulamalar hedefe konmuş, zaten çok önceden terkedilmiş merkezi planlamanın yerine geçirilmiş olan serbest piyasa ekonomisine ivme kazandıracak önlemler alınmış; fiyatlar serbest bırakılmış, ülkeye yabancı sermayeye girişinin önündeki son yasal engeller de kaldırılmıştı. Bu politikalar, ekonomik gidişatı daha da kötüleştirmiş, enflasyon artmış, talep daralmış, üretim düşmüş, yatırım ve tasarruflar azalmış, işşizlik artmış, gelir dağılımı bozulmuş, devletin ekonomi üzerindeki kontrolü kalktığı için, mafyaya ve karaparacılara gün doğmuştu. Sonuç olarak, ülkenin ekonomik ve politik yönetimi, doğal olarak bir avuç oligarkın eline düşmüştü.

Merkez Bankası’nın para politikalarıyla döviz kurunu dengelemesi ve enflasyonu düşürerek, üç haneli rakamlardan aşağı çekmesiyle birlikte, makro dengelerin kısmen sağlandığı bir anda; bu kez 1998 Ağustos krizi patlamıştı. Asya krizinin Rusya’ya yansıması, yabancı yatırımcıların paralarını alarak yurtdışına kaçması sonucu, Merkez bankası, Rublenin istikrarını koruyamayarak, Ruble değerini dalgalanmaya bırakmıştı. Moratoryum ilan edilerek, kısa vadeli borçlar askıya alınmıştı. 1991-2000 yılları arasında, Yeltsin ve ekibi tarafından, başta büyükleri olmak üzere, devlete ait olan tüm ticari işletmeler özelleştirilmişti. Gaz, petrol, üretim ve pazarlama şirketleri devlete ait olmaktan çıkarılmış, yabancı kapitalistlere satılmıştı. Bu süreçte, başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist devlletler, özellikle Rusya’nın bankacılık, enerji ve gıda sektörünü ele geçirmeye dönük faaliyet yürüttüler. Bu dönem, ulusal gelir % 40 azalmış, nüfusun % 40’ı yoksulluk sınırı altına itilmişti. İç talep baskı altına alınarak ihracatı arttırma politikası enflasyonu % 30’lara indirse de, bu sonuç, ortalama yaşam süresinin erkeklerde 60 yaşına inmesi ve ölümlerin doğumlardan %50 daha fazla artması pahasına elde edildi. 1998 krizinin, Rusya ekonomisinde ne gibi tahribatlar yarattığını ve Rusya ekonomisinin içine düşürüldüğü durumu en yetkili ağız olarak Putin, ünlü milenyum konuşmasında şöyle ortaya seriyordu:

Ülkenin milli geliri,yarı yarıya azaldı. Kişi başına ulusal gelir, G-7 ülkeleri ortalamasının beş kat altına düştü. Rusya ekonomisinin yapısı değişti. Kilit sektörler, petrol, enerji mühendisliği ve metalurji oldu. Bunlar ulusal gelirin %15’ine, genel ulusal çıktının %50’sine ve ihracatın %70’ine denk düşüyordu. Reel sektörde verimlilik düştü. Hammadde ve elektrik üretiminde dünya ortalamasının üzerinde, ama diğer sektörlerde ABD’nin %20-24’ü kadar. Makine ve ekipmanın %70’i on yaşından büyüktür. (Bu gelişmiş ülkelerinkinin iki katından fazladır.) Bilim yoğunluklu üretim alanında Rusya dünyanın %1’nden sorumlu, ABD bunların %36’sını, Japonya %30’unu sağlıyor.

Rusya ekonomisi, bu süreçte borç kıskacına alınmış, normal bütçe gelirleriyle borçlarını ödeyemez duruma düşmüş, sürekli borç ertelemesine gitmişti. Enflasyon 1999 yılı itibariyle %85 düzeyine çıkmıştı. Rusya, 1999’da 156.6 milyar dolar olan borçlarını ödeyebilmek için, 2008 yılına değin, her yıl, 13-19 milyar dolar anapara ve borç faizi ödemek zorunda kalmıştı. Rusya Federe Devleti’nin 20 milyar dolar civarındaki bütçesiyle borçlarını zamanında ödemesi olanaklı olmadığından, birçok devletle borç ertelemesi gerçekleştirilmişti.

2000 yılında petrol ve doğal gaz fiyatlarının % 100 yükselişi, Rublenin devalüasyonu ile birleşince, ihracat bundan olumlu etkilenmiş, ihracatın artışı dış ticaret açığını kapatmış ve Rusya 2001 bütçesini denk olarak hazırlamıştı. Ekonominin büyüme sürecine girdiği, iç talebin canlandığı, vergilerin artırıldığı bu süreçte, Rusya 2000 yılı büyümesini % 8.3, dış ticaret fazlasını ise (petrol fiyatlarındaki artışa bağlıydı) 60.9 milyar dolar olarak açıklamıştı. Bu dönem gerçekleşen toplam dış ticaretin %35’i Avrupa Birliğiyle, %18.5’u Bağımsız Devletler Topluluğuyla, %15’i doğu Avrupa ülkeleriyle, yine %15’i de Asya-Pasifik ülkeleriyle yapılmaktaydı.

Ekonominin bu göreli iyileşmesinde, Putin’in siyasi istikrarı sağlaması, ithal ekonomisini ikameye dönük bir kalkınma planını uygulamaya sokması gibi etkenler rol oynamıştır. Ama bu faktörler, petrol fiyatlarındaki artışın getirdiği iyileşme yanında çok tali kalmaktadır. Bir‚ ‘başarı’ vardı; ama bu, esas olarak petrol ve doğal gaz fiyatlarının yükselmesine ve ihracat gelirlerinin artışına endeksli olan bir başarıydı. Rusya ekonomisine bakıldığında, ekonominin yapısal, temel önemdeki sorunlarına çözüm bulunamadığı ya da uygulanan ‘yeni tedbirler’in sonucuna vardırılamadığı, kısacası virajın tam olarak dönülmediği; sorunların ve arayışların da devam ettiği gözlenmektedir.

Yapısal değişim ve dönüşüm geçiren Rusya ekonomisine, bugün için en büyük katkıyı, yine petrol, doğal gaz ve silah satışları sağlamaktadır. Yine bu değişim sürecinde gözlenen bir olgu da, Rusya’daki yabancı yatırımların kompozisyonunda ve sahiplerinde de bir değişiklik olmasıdır. Rusya’ya yapılan yabancı sermaye yatırımlarında ağırlık, giderek ABD’den Avrupa Birliği ülkelerine doğru kayma eğilimine girerken; Rus sermayesinde ise, dışarıya sermaye yatırma eğilimi gözlenmektedir. Örneklersek, ABD’nin Rusya’daki yatırımlarından 10 kat daha fazla düzeyde Rus sermayesi, ABD’de bulunmaktadır. Yine son kriz öncesi bir başka eğilim de, Alman ve İngiliz sermayesinin Rusya pazarına girişinde görülen artışlardır. 2008 krizi öncesi Rusya ekonomisi, uzun yıllar süren eksi büyümeleri geride bırakarak, artıya geçmişti. Ama yine de bu dönemde, sektörler arasındaki dengesizliğin sürmesi bir yana, yeni yapılan yatırımların kârlı bir alan olan enerji sektörüne (yani, nükleer santral, doğal gaz ve petrol çıkarımı ve ulaşımına) yapılması nedeniyle, tek yanlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirildiğinden; ekonominin iç açıcı bir konumda bulunduğu söylenemez.

Rusya Hükümeti, 2002’de, sadece yiyecek endüstrisi, enerji kompleksi, ve yakıt alanlarında büyüme olduğunu, ama diğer sektörlerde ya durgunluk ya da başarısızlık olduğunu açıklamıştı. Devlet İstatistik Komitesi, o döneme ilişkin olarak, işsizliğin düştüğünü, üretimin arttığını, sermaye yatırımlarının %12 yükseldiğini, yıllık enflasyonun %12 olduğunu, ödemeler dengesinin kritik olmayıp bütçe fazlası bulunduğunu açıklamıştı.4

Açıklamada büyüyen ekonomik sektörler şu şekilde belirtilmişti: Yakıt (%9.4), demir orjinli metal (%8.9), metalurji (% 8.5), demir dışındaki metaller (%6.1), gıda (%5), elektrik enerjisi (%2.5), ormancılık, ağaç ve kağıt ( %12). Ayrıca başarısız ekonomik sektör olarak ilan edilen hafif sanayide (%2.5) düşüş gösterilmişti.

Rusya’nın istatistikleri, ülke dışında, genellikle güvenilmez olarak kabul edilmektedir. Ama IMF raporları da, Rusya ekonomisindeki görece iyileşmeyi saptamıştı. IMF, Rusya’nın ulusal gelirinin 1999’dan beri arttığını, 2000 yılında % 10, 2001’de % 5, 2002’de %4.3, 2003’te %6 arttığını açıklamıştı. Bu dönem, belirgin artış olmayan Rusya’nın dış borçları, 150.8 milyar dolarla, 1995’teki 133.2 milyara yakın bir düzeydedir. Rusya ekonomisinin, bu dönemdeki kısmi iyileşme göstergelerine karşın, petrole bağımlılığı artmış, devletin bütçe hesaplarını ve ekonomik stratejilerini, petrolun varil başı fiyatını baz alarak oluşturduğu bir sürece girilmişti. Ayrıca Rusya, içeride emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçisi gruplar arasında petrol doğal gaz ve enerji kaynakları üzerinde keskin rekabetinin sürdüğü, gelir dağılımının alabildiğine bozulduğu, dolar milyarderlerinin mantar gibi yerden bittiği bir ülke durumuna gelmişti. Rusya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Galine Karelova’ya göre, yoksulluk sınırı (ayda 65 dolar) altında yaşayan insan sayısı 30 milyonun üzerindeyken, bu dönemde Rusya’daki dolar milyarderlerinin sayısı, Forbes dergisinin her yıl yayınladığı listeye göre, 17’den 25’e yükselmişti. Rus milyarderlerinin birleşik toplam serveti, bir yıl içinde 35.5 milyar dolardan 79.4 milyar dolara fırlamış ve Moskova, şehir olarak, New York’tan daha fazla dolar milyarderinin yaşadığı bir kent haline gelmişti.

KRİZ SÜRECİNDE RUSYA EKONOMİSİ VE ALINAN ÖNLEMLER

Son dünya krizinin Rusya’yı fena şekilde vurduğu görülmektedir. Rusya’da kriz, tıpkı diğer dünya ülkeleri gibi, sadece borsa ve bankacılık alanlarında yaşanmadı. Ek olarak petrol fiyatlarının düşmesi, krizin etkisini katladı. 2008 Temmuz’unda varil başına 147 doları bulan petrolün fiyatı, 2008’in sonunda 50 doların altına düştü. Büyük bir enerji ihracatçısı ülke konumunda bulunan Rusya, üretim yelpazesini çeşitlendirip, diğer sektörlerde ihracat yapmadığı sürece, oynak petrol fiyatlarına bağımlı duruma geliyordu. Kriz sırasında borsanın % 70 değer kaybetmesi, ekonomiyi durma noktasına getirmiş, Rusya Merkez Bankası, düşen ruble değerini korumak için, ülke rezervelerinin yaklaşık %25’ine denk düşen bir kaynağı (150 milyar doları) bir çırpıda harcamak zorunda kalmıştı. Yine 2008 Ocak ayında, 2007 Ocak ayına oranla, sanayi üretimi %16 azalmıştı. Rusya’nın bütçesini petrol fiyatına endeksli olarak yapması, ekonomisini istikrarsız kılmakta, planlar hassa dengeler üzerinde yürümektedir. Bütçenin yarıdan fazlasını petrol ve doğal gaz satışlarından elde edilen gelirler oluşturduğu için, bütçe planlarında hedefi tutturmak şansa kalmaktadır. İhracat, petrol, doğal gaz, maden gibi, doğal kaynaklara dayanmaktadır. Öyle ki, Rusya’nın bu enerji sektörü ihracatı dışındaki ihracat miktarı, küçük bir ülke olan İsveç kadar bile değildir. Enerji fiyatları düşünce, enerjiden elde ettiği vergi gelirleri de düşüyor ve Rusya bütçesi açık veriyor. Ayrıca işvereni hükümet olan milyonlarca kamu çalışanı memur ve işçi bu durumdan etkileniyor ve maaşlarını alamamakla yüzyüze kalabiliyor…5

Rusya’nın kriz başladığında kaybettiği servet miktarı, milyarderlerin sayısının azalması olarak da kendini gösterdi. 2009 Şubat’ı baz alındığında, milyarderlerin sayısı yarı yarıya azaldı. 2007 yılında, Rusya 101 dolar milyarderine sahipti. Milyarderler, hem sayısı azalarak 49’a indi, hem de mal varlıklarının üçte ikisini kaybettiler.

Birçok gözlemci ve ekonomist, krizin Rusya’yı iyice çökerteceği beklentisindeydi. Fakat Putin, göreve başladığı, devlet başkanlığı yaptığı dönemde de, sadece petrol ve doğal kaynaklar ihracatının getirdiği gelirle, Rusya ekonomisinin dönmeyeceği, Rusya’nın çevre ülkeler üzerinde abi rolü oynayamayacağı ve Batının Rusya’yı kuşatma palanlarının boşa çıkarılmayacağı, Rusya’nın bir süper güç olarak, eski gücüne kavuşamayacağının bilincinde görünüyordu. Başbakanlık koltuğuna oturduğunda da, gerek işadamları gerekse yetkililerle yaptığı toplantılarda, sürekli olarak, petrol ve doğal gaza bağımlı olarak yaşamaktan kurtulmaya, Rusya’nın üretim yelpazesinin çeşitlendirmesine ve özellikle yüksek teknolojili üretim sektörlerine yönelinmesine vurgu yapmıştı.6

Kriz başlayınca, Rusya, petrol ve doğal gaza bağımlılıktan kurtulma yönünde, geleceğe yönelik ekonomik kararlar aldı ve program yaptı. Rusya Hükümeti’nin Resmi Gazete’de yayınlanmış, ”2009 yılı küresel mali krizle mücadele” adlı programına göre; “Rusya on yıllık bir ekonomik büyümenin ardından ekonomik bir darboğazla karşı karşıya kaldı.” saptamasından sonra, alınacak ekonomik önlemler şöyle sıralanıyordu:

– Sosyal politikalarla, kamu tüketimleriyle, işşizlikle mücadele,

– Endüstriyel ve teknolojik büyüme eğilimi sürdürülmeli,

– Devletin talepleri ile birlikte özel sektör taleplerinin konut yapımını hızlandırılarak artırılması ve iç talebin canlandırılması,

– Uzun vadeli ekonomik modernizasyon programları, krizden etkilenmemesi. Petrol yerine ekonominin çeşitlenmesini sağlayacak uygulamaların sürdürülmesi,

– Ekonomiler, güçlü  yerel finans sistemine dayanmalı. Hükümet, bankacılık sektörü ve mali piyasalar için, kredi sağlamaya devam etmeli,

– Hükümet ve Merkez Bankası’nın, makro ekonomik istikrar için, sorumlu uygulamalar ortaya koyması gerekiyor. Yatırımlar cazip hale getirilmeli, enflasyon düşürülmeli.

Görülüğü gibi, Rusya’nın aldığı tedbirler, diğer ülkelerin anti-kriz tedbirlerinden epeyce farklıydı. Bu tedbirleri, sosyal desteklerle ekonomiyi canlandırmak, yatırımları sürdürmek, ekonomiyi çeşitlendirme doğrultusunda zaten önceden girilmiş yoldan sapmamak, ama sosyal bir patlamaya da mümkün olduğunca yol açmamak olarak değerlendirmek mümkündür.

Krizin Rusya’yı, önceden girdiği iyileşme ve ekonomiyi çeşitlendirme sürecinde yakalamasını, onun bir avantajı olarak görebiliriz. Çünkü dünya genelinde krizden çıkılırken, yeni teknolojiler kullanarak, emek üretkenliğini, artı-değeri ve kâr kitlesini arttıran sektörlerin ve ülkelerin avantajlı konuma geçeceği gerçeğini, diğer emperyalist ülkeler gibi, Rusya’nın da iyi ve önceden kavradığı söylenebilir. Son aylarda Rusya’nın imzaladığı ekonomik antlaşmalara bakıldığında da, bu görülmektedir. Rusya, tarihinde ilk kez, dünya çapında avantajlı olduğu nükleer santral yapımı gibi stratejik bir sektörde ülke dışına açılarak, Türkiye ile Akkuyu Nükleer Santral Antlaşması’nı imzaladı. Benzer bir atom santrali yapımı için Suriye ile görüşmeler yapması da, bu çerçevede değerlendirilebilir.

Kriz sürecinde, gerek Putin, gerekse Medvedev, alınan anti-kriz önlemlerin titiz bir takipçisi oldular ve ekonomik kriz sürecini ve politik sıkandalları ve “terörizme” karşı eylemleri, birçok dünya liderinin aksine yerinden, bizzat yönetmeyi bir alışkanlık haline getirdiler. Rusya yöneticileri, aldıkları ekonomik önlemlerle krizdeki kritik eşiği atlatmış, ekonomiyi olumlu bir gelişme rayına sokmak için çabalarını artırmış görünüyor. Putin’in son açıkladığı üç yıllık planda da, artan işşizliği azaltacak yatırımlara odaklanıldığı görülmektedir. Hükümetin başkanı sıfatıyla Putin, 4 Mayıs 2010’da Devlet Duma’sında, 2009 ve 2010’un ilk çeyreğindeki Hükümetin çalışmalarını ve izleyecekleri hattı şöyle değerlendirdi:

Geçen yıl temmuzla başlayan ve global krizle ilerleyen durgunluktan çıkılmış, bunun yerini sürekli iyileşme almıştır.(..) 2011 yılı başında, karar verdiğimiz anti-kriz subvansiyonları, ayırdığımız tahsisat ve fonlar durdurulabilir, kriz esnasında hızlı karar almak gerekiyor, tahsisat fonları gerekliydi, bu nedenle hükümet bu görevi üstlendi, hükümet, şirketlerin malvarlığının 374 milyar rublelik miktarını garanti altına alarak yardım etti, parasal destek verdi, son yıl bu tahsisatların getirisi 19 milyar rubleyi aştı, ama bir sonraki yıl, bu destek uygulamasına artık son verebiliriz diye konuştu. Putin, ek olarak; “verimliliğin yükseltilmesi, yeni teknik ekipman üretimi, geçici olarak işçi çıkarılmasına yolaçabilir. Bu nedenle, randımansız işler için kavga etmek anlamsız olur. Yeni işler bularak ve yeniden eğitim fırsatları yaratarak, insanları ilerletebiliriz. Hükümet şimdi bunu yapıyor. 2010’da, yeni iş yaratımını hedefleyen projeler için, 40.5 milyar Ruble harcadık, Rusya’da yoksulluk sınırı altında yaşayan emekli bulunmuyor, birçok ülke sosyal harcamaları azaltıyor, emekli ve memur maaşlarını donduruyor, oysa biz o pratiğe girmiyoruz, resmi görevli ve emekli maaşları bizde artıyor. (..) Bir sonraki iki yıl içinde, sağlık alanındaki modernleşmeyi tamamlamak ve ülke çapında bir sağlık ağı oluşturmak için, 300 milyar Ruble destek sağlayacağız.” dedi. (Bkz. Pravda)

Ayrıca, devlet başkanlığı koltuğunda oturan Medvedev de, 2009 sonunda Ekonomist’in Dünya Ajandası’nda yayınlanan makalesinde; Rusya’da önceliklerimiz, yeniden başlayan ekonomik büyümeyi garanti etmek, bu büyümeyi ayakta tutarak, onu daha dengeli bir ekonomik yapılanma üzerinde temellendirmektir. 2010’da da elbette ekonominin modernleşmesini, yenilenmesini ve çeşitlenmesini teşvik edeceğiz. Global düzeyde Rusya enerji kaynaklarına ve diğer hammaddelerine güvenmeyi sürdürecek. 2010’da hükümetin çabaları daha çok kriz sonrası büyüme üzerine odaklanmak olacak. Yeni ekonomik kuruluşu, acil olarak başlatacağız diyordu.. (Bkz. The Economist, The World in 2010, Dmitry Medvedev, ‘Çalkantılı dönemde Rusya’nın Rolü’ adlı makale, sf. 50)

IMF’ye geçmiş borçlarını ödemiş olan ve güçlü döviz rezervlerine güvenen Rusya, IMF’nin dünyada krize düşmüş, zordaki ekonomilere destek sağlamak amacıyla, ‘acil destek fonları’nı arttırma talebine; 1 milyar dolarlık borçla katkıda bulunacağını açıkladı. Bu, IMF’ye borç verme işi; Pravda’da, “IMF’nin Rusya üzerinde geçmişte uyguladığı diktatörlüğün öcünün alınması” başlığıyla yorumlandı. Rusya’nın borç düzeyinde belirgin bir değişme olmadığı gibi, döviz rezervleri, krizdeki ani düşüşten sonra, tekrar yükselişe geçmiştir. Rusya’nın döviz rezervleri, 400 milyar dolarla şu an dünyanın en iyi üçüncü ülke rezervi konumunda bulunuyor. 2009 Nisan ayında rezervlerin erimesinin durmaya başlaması, Rusya’daki bankacılık sisteminin de bu arada güçlendiğini gösteriyor. Dünyanın bellibaşlı ekonomistleri ve uzmanları da, Rusya ekonomisindeki iyileşmeyi onaylıyorlar.

Tablo 2: Rus ekonomisinin, kriz öncesi ve sonraki yıllardaki temel ekonomik göstergeleri

    YILLAR 2005 2008 2010

    ( Tahmini)

    Gayrisafi ulusal hasıla ( milyar Ruble olarak) 21.598 41.668 1.41

    ( Trilyon Dolar)

    Kişibaşına düşen ulusal gelir (Dolar) 5.332 11.811 10.030
    Mal ve hizmet ihracatı ( milyar dolar olarak) 268.1 522.9
    İthalat 164.7 368.2
    Merkez Bankası döviz rezervleri (milyar dolar olarak) 182.2 427.1
    Dış borçların ulusal hasılaya oranı (%) 10.8 2.0
    1 Dolar = 28.8 Ruble 1 dolar= 24.9 Ruble

 

Kaynak: OECD Rusya Raporu ve Economist dergisi

Rusya, kriz sonrasındaki ekonomik toparlanmasını, siyasi etki alanlarını genişletmeye dönüştürmektedir. ABD’nin krizle birlikte kaybettiği ekonomik itibar, Irak vb. yerlerdeki askeri itibar kaybı ve Rusya’nın krizden çıkış pozisyonu; kuşkusuz ki, Rusya’ya, Asya, Ortadoğu ve Avrupa’daki eski etki alanlarına dönme, SSCB döneminde Sovyet Cumhuriyeti olan, ama bugün ayrı devletlerin şekillendiği coğrafyada nüfuzunu yeniden pekiştirme, Ortadoğu, Akdeniz ve Latin Amerika gibi epey bir süre önce terkettiği nüfuz sahalarına yeniden girerek oralarda üslenme yönünde avantajlar sağlayacaktır. Ekonomik güç ve etkinin, eninde sonunda siyasi ve güç ve etkiyle taçlanacağını; bu konuda deneyimli bir geçmişi bulunan Rusya stratejistleri iyi bilmektedirler. Rusya, krizden önce ve sonraki silah satışlarıyla7, petrol, doğal gaz ve madenler gibi doğal kaynak zenginliğine sahip olarak, petrol boru hatlarının vanasını ve geçiş yollarının çoğunu elinde tutmanın avantajını kullanarak; bu bağlamda büyük projeler yaparak (son olarak, Asya üzerindeki etkisini güçlendirecek olan Çin’le yaptığı 100 milyar dolarlık Kuzey-Güney Petrol ve Doğal Gaz Boru Hattı projesi ve Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirecek Akkuyu Nükleer Santral projesinin adı anılmaya değer) ve yüksek teknoloji ürünü silah satışlarını, diplomatik silah olarak da kullanarak; siyasi nüfüzunu arttırmaya çalışıyor.

Ayrıca, kriz dolayısıyla itibar kaybına uğrayan ABD’yi eleştirerek, moral alıyor ve puan topluyor. G-8 gibi zirvelerin uluslararaası çözümlerde yetersiz kaldığını ileri sürerek, sadece büyük kapitalist devletlerin değil, orta düzeyde gelişmekte olan kapitalist devletlerin de katıldığı G-20 zirvesini uygun araç olarak öne çıkarıyor (aslında burayı, ABD’nin tam etkisinden uzak, kendi etkisine açık ve çıkarlarını gerçekleştirmek için daha uygun ve yönetilebilir bir arena olarak görüyor). Daha krizin ilk patladığı günlerde ve akabinde, gerek Putin gerekse Medvedev; sürekli olarak yaptıkları konuşmalarda; krizin ana sorumlusu olarak ABD’yi ve onun uyguladığı yanlış ekonomik politikayı işaret ettiler. Örneğin, ŞİÖ ve G-20 Zirvesi ve BRİC ülkeleri ile yapılan toplantılarda; ABD’yi krizin sorumlusu olarak gösteren temayı işlediler ve dolar karşıtı bir cephe yaratma yönünde adımlar atılmasını sağlamaya çalıştılar.8 Gelinen yerde, doların yerine yeni bir uluslararası rezerv para saptanması düşüncesi, ABD dışındaki ülkeler tarafından daha yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

SONUÇ OLARAK

1929 dünya krizi koşullarında, kapitalist ülkelerin ekonomilerinin derin bir çöküntü yaşadığı yıllarda; Rusya, güçlü, dengeli, bütünlüklü ve ülke sathına yayılmış sosyalist ekonomisini inşa ediyor, üretim ve üretkenlik alanlarında dünya rekorları kırarak, dünyanın en büyük tesislerinin açılışını yapıyor; yüksek büyüme hızları gerçekleştirerek, krizden etkilenmediğini dünya âleme gösteriyordu. Ama bugünkü Rusya’nın manzarası öyle değil. Son krizin iyice dışa vurduğu sektörler arası dengesizlik, ekonominin doğal kaynaklara bağlı olarak nefes alışı; işşizlik, yoksulluk, salgın hastalık vb. ‘kapitalizmin yol arkadaşları’nın anında Rusya semalarını da kaplaması; Rusya emekçilerinde, sosyalist ekonominin üstün olduğu bilincinin tazelenmesine yol açarak, sosyalizme duyulan özlemi çoğaltmakta, sermaye düzenine olan nefreti ise arttırmaktadır.

Ekim Devrimi’nden 1956’ye, SSCB’nin sosyalist inşası sürecinde, zorlukları aşmada kazanılan ekonomik birikim ve moral yapılanmanın, tüm tahrip edilme çabalarına rağmen, krizli süreçleri aşmada, halka birazcık yüzünü dönen yönetimlere, halen bir avantaj sağladığı da görülmektedir. Sosyalist inşa döneminde, ekonomik zemin üzerinde toplumun özümsediği, kuşaktan kuşağa alışkanlık özelliği kazanmış bu moral değerler bir çırpıda yok edilemiyor. Güçlü bir sanayi ve altyapı temeli ve bunun üzerine bina edilen, sağlam bilimsel teknik eğitimle yetişmiş insan gücü, 2. Dünya Savaşı’ndaki faşit işgale karşı oluşmuş direniş ve zafer anıları kolayca kaybolup silinecek türden değildir. Yeni Rus burjuvazisinin Putin ve Medvedev ikilisinin ve Rusya bürokrasisinin; emperyalist dürtü ve emellerle de olsa; sosyalizm döneminden kalan bu ‘ekonomik’ ve ‘moral’ birikime yaslanarak, onu kullanmaya ve oluşacak tepkileri önlemeye çalışması; kriz süreci zorluklarını aşarken geleneksel olarak halkın devlet otoritesine duyduğu güvenden yararlanma olarak tanımlanabilir. Ama dünyanın diğer kapitalist büyük güçleri ile, kapitalist rekabet ve hegomonya çatışmasına hazırlanan ve bir ucundan bu sürece girmiş bulunan Rus burjuvazisinin emperyalist emellerini, plan ve hedeflerini; emek sömürüsünü arttırmaksızın ve proletarya–burjuvazi ve diğer sınıfsal çatışmaları güçlendirmeksizin başarabilme olanağı da yoktur. Rus halkı, geçmişte sömürücü sınıfların gerici hedeflerinin, planlarının bir parçası olmadı. Kendi geleceğini kendi ellerine alma, yeni bir dünya kurma amacının peşinden koştu, zor zamanlarda neler yapabileceğini, devrimci enerjisini gösterdi. Bu nedenle emekçilerin ve halkın refah ve mutluluğunu gözetmeyen ve sömürücü burjuva sınıfların temsilcisi olan, gerici amaçlar peşinde koşan Putin-Medvedev ikilisinin, halkın geçmişte büyük tarihsel eylemler yaparak başındakileri attığını hatırlamalarında sayısız yarar var!

IMF Reçeteleri, Krizlere Derman Olmuyor

IMF reçeteleri, krizlere derman olmuyor

C. ERMAN

 

Kapitalizmin bu yüzyılın ilk, ama 1929 bunalımından sonraki en büyük kriz dönemini yaşadığında, başta egemen sınıflar, hemen herkes hemfikir. Krizin dalgalarının Türkiye’ye ulaştığı, ama asıl etkinin 2009 ortasında gözükeceği, dahası Güney Afrika ve Türkiye’ye en çok zarar vereceğinin söylendiği günlerde, AKP Hükümeti’nin başı T. Erdoğan da, tükürdüğünü yalayarak, IMF’ye ‘ümük sıktırmaya’ karar verdi. Artık ‘teğet geçmeyeceği’ anlaşılan krizi, hafiften atlatabilmek, ekonomiyi canlandırabilmek için; öncekilerden daha acil olarak, borç ve kredi arayışına girildi. TÜSİAD’ın sermaye kesimine ait dış borç ödemelerini, hazinenin sırtına yıkma çabası, IMF ile görüşme çığırtkanlığı yapması; hükümetin tutumunda belirleyici oldu. Tüm borçlara kefil ve denetçi olacak IMF ile 21. stand by antlaşmasını imzalamak üzere masaya oturuldu. Son haberlere göre, sağlanan mutabakat; 2009 Ocak ayında antlaşmaya dönüşecek.

Bugün yaşı 45-50 civarında olanların çok yakından tanıdığı IMF, ülkelere verdiği borçlar karşılığı ağır faizler bindiren, ülkeleri tefeci cenderesi altında inleten, bir ülkenin tüm işlerine, bakan tayininden, yasa yapılmasına; ücretlere, maaşlara, emeklilik haklarına, sağlık sigortasına, tarım ürünleri taban fiyatlarının saptanmasına, yapılacak okul, hastane vb. altyapı yatırımlarına karışan; özcesi ‘her işe maydanoz olan’ bir kuruluş. Ayrıca, ABD’de başlayan kriz olmasa bile, Türkiye ekonomisinin dışarıdan sıcak paraya bağımlı olan büyümesinin; durma noktasına geldiği ve bunun baş sorumlusunun da IMF olduğu bilinmesine karşın; Türkiye, iplerini, yine IMF’nin ellerine teslim ediyor. Yazıda, IMF’nin yapılanmasına, gücünün sınırlarına, icraatlarına değinerek, IMF’nin özel olarak Türkiye’nin ekonomik ve politik hastalıklarına derman olmak bir yana, bizzat bu hastalıkların üretilmesindeki payını ve ekonomileri kangrenleştiren işlevini ele alacağız.

 

IMF HANGİ İHTİYAÇTAN DOĞDU?

1929’daki büyük ekonomik kriz öncesinde, uluslararası para olarak altın geçerliydi. Ülkeler, paralarını ellerinde bulunan altın rezervine karşılık olarak basıyorlardı. Paraya olan güven sarsılıp, paralar altınla eşitlenemez bir düzeye gelince, dünya parasal düzeni de bozulmuş, savaş koşulları ve sonrasında birçok ülkede yükselen aşırı enflasyon nedeniyle; ticaret, mal değiş tokuşu temelinde yapılır olmuştu. Kriz sonrası paranın değerini saptayacak bir kurum ve uluslararası bir yeni parasal düzen arayışı gündeme girdi. IMF, ilk olarak işte bu ihtiyaçtan doğdu. Ticaretin uyumlu olarak gerçekleşmesi için döviz kurunda istikrar, yani sabit kurlar çare olarak benimsendi. 1944 yılında Amerika’nın Bretton Woods şehrinde 44 ülkenin delegeleri toplandı, yeni uluslararası para olarak; 2. büyük savaştan, güçlü bir emperyalist olarak çıkan, ekonomisi de güçlü olan ABD’nin ulusal parası dolar benimsendi.

1946 Mayıs’ında faaliyete geçen IMF’de, bu parasal düzenin uluslararası düzeyde denetçisi, yani ulusların paralarını ve kurlarını ve ticarete uyumlarını kontrol ve koordine eden bir kurum olarak devreye girdi. Bugün IMF’ye üye ülkelerin sayısı 182’ye ulaşmıştır. Üye ülkeler IMF’ye katılırken bir miktar para yatırmaktadırlar, yatırdıkları oranda para çekme hakkına ve karar aşamalarında o oranda bir oy hakkına sahiptirler. En çok para yatırıp katkıda bulunan, başta ABD olmak üzere emperyalist G8 ülkeleri olduğundan, bu ülkeler, kararlarda da belirleyici konumdadır. IMF, ayrıca kriz sonrasında gelişmiş emperyalist ülkelerin büyüme, dünya pazarlarını ele geçirme, kârlarını azamileştirme ihtiyacına da yanıt veriyordu.

Önemli bir nokta da, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumsal düzenlemelerin; emperyalist zincirden 1917 Devrimi ile kopan SSCB’nin savaş sonrası sosyalist inşadaki başarıları, emperyalist blok karşısında alternatif olarak dikilmesinin korkusuyla ABD emperyalizmi tarafından başlatılan ‘soğuk savaş’ı sürdürme, SSCB’yi askerî olarak kuşatma politikasında destek araçları olarak kullanılmasıydı.

Verilen borç ve krediler, ABD’nin dünya jandarması olarak sivrilmesine de hizmet ediyordu. Ekonomik, politik ve askerî çıkarların kesiştiği ülkeler, potaya ilk elden alınan ve tuzağa düşürülen ülkelerdi. SSCB’nin komşusu Türkiye’nin batının tuzağına düşürülmesi; Marshall yardımıyla Birleşmiş Milletler’e üyeliği, NATO’ya girişi ve IMF üyeliğinin aynı dönemde gerçekleşmesi tesadüf değildir.

Başlangıçta IMF’nin görev alanı sanayileşmiş ülkelerdi. Dünya Bankası ise, IMF’nin paralelinde az gelişmiş ülkeleri sistemle birleştirmeyi, yani onları emperyalizmin ağına düşürmeyi görev edinmişti. Ekonomik paketler‚ ‘yapısal uyum’ adı altında, geri ve az gelişmiş ülkelere pazarlanıyor, onların ekonomileri sanayi ve tarım alanları emperyalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda piyasaya açılarak; verilen krediler, başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalistlerin ve tekellerin azami kârlarını gerçekleştirmeye, ülkelerin soyulmasına, sömürgeleştirilmesine hizmet ediyordu.

1970’lere kadar süren ekonomik sömürü mekanizmasının‚ bu türden ‘yapısal uyum’ versiyonu; Türkiye’de ve dünya genelinde‚ ithal ikameci sanayileşme’ olarak da tanınmaktadır. Savaş sonrası, dünyanın yıkımı, dünyanın birçok bölgesinin halen sanayileşme sürecinde olması, ama esas olarak tarımsal ekonomi içinde debelenmesi; başta ABD emperyalistlerinin elinde biriken sermaye fazlasının, değerlenecek alanlar arayışı, kâr oranlarındaki düşme eğilimini dengeleyecek yeni sömürü alanlarının piyasaya açılması çabaları; geri ülkelere, borç, kredi ve doğrudan sermaye yatırımlarıyla sızarak, oraları arka bahçe olarak kullanmayı ve kârları azamileştirmeyi olanaklı kılmaktaydı.

1971 yılı, ABD’nin 1893 yılından sonra mal ticaretinde ilk kez açık verdiği yıldı. ABD, bu dönüm noktasında, Bretton Woods’ta belirlenen para ve sermaye sistemini tek taraflı olarak bozmayı, para basmada, diğer büyük kapitalist devletlerin denetimi dışına çıkmayı; kendi çıkarları açısından zorunlu gördü.1 ABD’nin, artık uluslararası para da sayılan doları, altın karşılığı değil de, keyfince basıp, piyasaya sürmesi ve 1973 petrol krizinden sonra bir likitide bolluğu yaratmasıyla; ülkelerin borçlandırılarak soyulması dönemine geçildi. IMF ile Dünya Bankası arasındaki rol dağılımı da bu arada değişiklik gösterdi.

IMF ve Dünya Bankası, emperyalist ülkelerin, borç batağına çekerek geri ülkeleri kendilerine bağlama ve sömürgeleştirme işlevini birlikte yürütmeye başladılar. IMF, borç tuzağına düşürdüğü ülkelerle Stand By antlaşmaları yapıyor, Dünya Bankası ise, sözde yapısal uyum programlarını projelendirip kredi sağlayarak, IMF ile birlikte, borç paraların kullanımını yönlendiriyor, denetliyor, ülkelerin ekonomisi ve sektörlerini uluslararası sermayenin çıkarlarına göre biçimlendiriyordu.

1954-70 arasında, 47 ülke IMF masasına oturarak, stand-by anlaşmaları yapmıştı. O günün koşulları içinde, gelişmekte olan ülkeler, uygun koşullarda kredi bulabiliyorlardı. Fakat 1970’lerde başlayan petrol krizi, bu ülkeleri IMF’ye olan borçlarını ödeyemez duruma düşürdü. 1980’lerde başlayan borç krizinde, IMF, gelişmiş ülkelerin neden olduğu krizin ortaya serdiği açmaz ve sorunların tüm yükünü; azgelişmiş ülkelerin sırtına bindirdi.

IMF’nin yenilenmiş işlevi “alacakların tahsilini” , faizlerini garanti altına almaktı. Artık o, uluslararası bankaların icra memurluğunu yapmaktaydı. Verdiği referanslar, “sıcak para” girişi için diğer banka ve mali fonlara ‘yeşil ışık’ anlamına geliyordu. Olumsuz bir sinyal ya da politik bir şantaj sözkonusu olduğunda, sıcak para ülke dışına kaçıyor, yaratılan suni krizlerle ülke ekonomileri çökertiliyor, yeniden ve daha ağır şartlarla stand by antlaşmaları dayatılıyordu. Aslında 1990 sonlarındaki Asya, Latin Amerika, Rusya ve 2001 Türkiye krizlerinde olan buydu. Zora düşen ülkelerde yatırımları bulunan uluslararası şirketlerin de pazarları gittikçe daralmaya başlıyordu. Sermaye için bağımlı ülkelerin de çarklarının dönmesi, kâr aktarımı için zorunluydu. IMF’nin son dönemlere dek süren yeni rolü, dara düşmüş ülkelere istikrar paketleri önererek koşullu krediler vermesi, alacağı anaparayı ve geri ödenecek faizleri denetlemesiydi.

IMF’nin, bu nedenle, ekonomik reçetelerinin girizgâhında, dış açık veren ülkenin mali ekonomik dengelerini yeniden kurması, ‘yapısal uyumun’, ‘mukayeseli olarak üstün olunan sektörler’de, yani avantajlı olunan emek-yoğun, madencilik, tarım ya da turizm gibi sektörlerde yoğunlaşarak sağlanacağını, kalkınmanın da ‘ihracata yönelik sanayileşmeyle’ gerçekleşeceğini vaaz etmesi; gerçekte emperyalist sermaye birikiminin son ‘globalleşmiş’ versiyonuydu.

IMF DÜNYANIN BAĞIMLI EKONOMİLERİNİ ENKAZA ÇEVİRDİ

IMF’nin dayatma paketleri, kuşkusuz borç alan ülkeleri kalkındırmak için değildi, emperyalist sanayi ülkelerinin krizlerini, geri ülkelere yıkmanın, onları borç yoluyla kendine bağlayarak, mali sermayenin vurgunlarını artırmanın bir yoluydu. IMF’nin, borç almak için kapısını çalan ülkelere dayattığı koşullar, dünya çapında, hemen hemen aynıydı. Sadece borç anapara ve faizlerin ödeme takviminde ülkenin yaşadığı duruma göre, farklılıklar olabilirdi. IMF’nin bu dönem dünyanın geri ve yoksul halklarına dayattığı ‘istikrar paketleri’ olarak bilinen ‘kemer sıkma’ politikaları neleri içeriyordu, biraz yakından bakmakta yarar var:

1) Enflasyonun kontrol altına alınması, 2) Kamu finansmanının disipline sokulması, 3) Ülke parasının konvertibilitesi, yani döviz kurunun serbest dalgalanmaya bırakılıp, sabit kurdan vazgeçilmesi; 4) Kamu harcamalarının kısılması, sağlık ve eğitim harcamalarında kesintiye gidilmesi, maaş ve ücretlerin düşürülmesi, tüm devlet sübvansiyonlarının kaldırılması, tarım ürünlerine yüksek taban fiyatından vazgeçilmesi, fiyatların, devlet müdahalesine son verilerek, rekabetçi piyasa koşullarınca belirlenmesi, 5) Kamu yatırımlarının (KİT’lerin) özelleştirilerek satılması, yaratılacak kaynaklarla da borçların ve faizlerinin ödenmesi.

Özetle IMF, sıkı para politikası dediği, ‘kemer sıktırıcı’, sözde tasarruf sağlayıcı politikalarla, kendi verdiği borç-paranın geri dönüşünü ve alacağı faizin elde edilmesini garanti edecek tasarruf koşullarını yaratmaya çalışıyordu. Bunun için de, dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye’de 12 Eylül’de yapıldığı gibi, “sermaye için istikrar” isteyerek, askerî faşist cuntalara âdeta davetiye çıkarıyordu. Yoksul ülkelerin tüm tasarrufları, birikimi, emekçilerinin fedakârlığı, IMF kasasına ve emperyalistlere akıtılıyordu. Gümrük duvarlarının kaldırılması önerisi ve ülke parasının dalgalanmaya bırakılması yöntemiyle, yani eşit olmayan bir ticari ilişki yoluyla; emekçilerin ürettiği değerlerin, kur oyunlarıyla emperyalist merkezlere akıtılması sağlanıyor; bağımlı ülkeler soyularak yoksullaştırılıyordu. Dolar basma yetkisine sahip olan ABD, para vanalarının başında oturuyor, hiçbir riske girmeden karşılıksız banknotlarıyla yoksul ülkelerin emek-değerini, mal ve ürünlerini kendine akıtıyordu. Özcesi, tefecinin yoksul köylüyü inletmesi gibi, IMF paketleri de, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin halklarını (bir avuç işbirlikçisi hariç) inletiyordu…

Bu yeni ekonomik model, 1970’ler sonrasında dünyanın geri ve bağımlı ülkelerine dayatıldı. Gorbaçov Rusyası’nın teslim alınmasından sonra, “Yeni Dünya Düzeni ve “Globalizm” olarak piyasaya sürülen ideolojik propagandayla birleştirilerek; “sermayenin globalleşmesini hızlandıran, serbest rekabetçi ihraç ekonomisi modeli” olarak, günümüze dek uygulandı. Eldeki üretim stoklarının eritilmesi, sermayenin yeniden genişleyerek büyümesi; emperyalist ülkelerin kâr oranlarını artırması ve kriz dinamiklerini savuşturmaları; artık bu soygun biçiminin, IMF eliyle yürütülmesine bağlıydı. Aşırı üretim ve elde biriken mali fonlar; mali sermayeyi, ağına düşmemiş ülkelerin ürünlerini ucuza satın almayı, bu ülkelerin toprak mülkiyetini ve kamuya ait sanayi işletmelerini ucuza kapatmayı âdeta ‘tahrik’ ediyordu. Ayrıca aşırı üretim ve kâr oranlarının görece düşme eğilimi, mali-sermayeyi, kur farkı, faiz oranlarının değişimi vb. borsa oyunları yoluyla ‘paradan para kazanmaya(!)’ zorluyor; üretken alanlardan göreli olarak uzaklaştırıyordu.

ABD, kendi dış açıklarını; dış dünyadan ABD’ye giren portföy yatırımları sayesinde, sermaye fazlası vermek suretiyle dengeleme sürecine girmişti. Bu nedenle, IMF reçeteleri yoluyla bağımlı ekonomiler, iç talepleri daraltılarak, dış ticaret fazlası vermeye, ihraç ekonomileri olmaya zorlanıyor ve elde edilen “fazla”lar, ABD’nin finans açıklarını kapatmaya yarıyordu.

ABD’de ve dünya piyasalarında dolaşan para ya da para yerine geçen kredi kartı, hisse senedi vb. aracı eşdeğerlerin miktarı, toplam maddi mal ve ürün miktarını eşdeğer olarak temsil etmiyordu. Dünya hasılasına eşdeğer para miktarından onlarca kat fazlası, sanal yollardan piyasada dolaşıyordu. Piyasadaki trilyonlarca fazla doların karşılığına denk düşen, somut olarak alınıp satılan bir maddi üretim nesnesi yoktu. Sanal yollarla, ‘paradan para kazanma’ya çalışanlar; nihayet en başta kapitalizmin ana karargâhı ve mabedi olan Amerika’da duvara tosladı.

ABD’de Mortgage diye anılan emlak piyasasında ipotek karşılığı alınan, ama elden ele geçerek dünyayı turlayan kredi senetlerinin; geri ödenememesi sonucu; çok önceden sanayide başlayan aşırı üretim krizi görünür hale geldi, ekonomik durgunluk başladı. Piyasaya devletçe pompalanan, üretimi canlandırıcı(!) tüketici kredileri ve bataktaki işletmeleri kurtaracak trilyon dolarlık devlet yardımları, derde deva olamadı. ABD’nin dünya ekonomisindeki üretim, tüketim ve sıcak para akışındaki belirleyici konumu, doların dünya parası oluşu, krizin dünyaya yayılma dinamiklerini hızlandıran etkenlerdi. Zincirleme olarak uluslararası sigorta şirketlerini ve bankaları kapsayarak ilerleyen ve dönüp çıktığı yeri, yani üretimi vurarak onu durgunluğa ve küçülmeye iten ve henüz başlangıcını yaşayan kriz, derinleşerek yayılmasını sürdürüyor.

ABD, doların dünya parası olmasını ve dünyadaki ekonomik ve askerî egemenliğini kullanarak; yüksek faiz oranlarıyla dünyadaki dolarları tekrar kendine çekerek, açıklarını kısmen kapatmaya çalışmış, para basmayı sürdürerek, tüketici kredileri açarak ABD içindeki tüketim eğilimini teşvik ederek, bugüne kadar ekonomisini çevirebilmişti. Artık bunların da, krizle birlikte, çare olmadığı, aksine onu tetikleyen bir işlev gördüğü bilinmektedir. Ama emperyalist zengin ülkelerin, halen krize çare olarak, 4 trilyon dolarlık bir parayı piyasaya sürerek “şok tedavi” arayışında olmaları; dünya çapında enflasyonun artırılmasını ehven-i şer bir çare olarak görmeleri de onların derin bir açmazıdır.

IMF gibi kurumların rolünü ve geleceğini de; bu yeni dönemde, emperyalist ülkelerin belirleyeceği bu türden anti-kriz önlemleri, yeni bir uluslararası para düzeni kurulması gibi arayışlar şekillendirecek olsa da; IMF’nin, borç tuzağıyla ülkeleri soyma işlevi değişmeyecek görünüyor. Çünkü her zaman emperyalist ülkelerin kendi iç piyasalarında uyguladığı tedbirlerle, geri ülkelere dayattıkları tedbirler daima farklı olmuştur. Bugün de onlar, krizde sağlam durabilmek için, farklı düzeylerde kendi iç piyasalarına para sürerek; tüketimi artırıcı, istihdamı koruyucu politikalar ve sübvansiyonlar peşindeyken; geri ülkelere sıkı para politikası ve tasarruf paketleri öneriyor, mevcut işsizliği ve yoksulluğu daha da artırıcı tedbirler dayatıyor, krizlerini geri ülkelere yıkmaya çalışıyorlar.

Geri ülkelere yönelik IMF’nin günümüzde oynayacağı rol, öncekinden farklı görünmese de, başta emperyalist merkezler olmak üzere, dünyanın kriz koşullarını yaşıyor olması; önemli bir farktır. Borcu alanın da verenin de diken üstünde olacağı riskli kriz koşulları yaşanıyor. Oysa, 1970 petrol şoku sonrasında emperyalist merkezler rahattı, ellerinde birikmiş fonları, borç verme ve kâr oranlarını artırma yönünde değerlendirerek, sermayenin devrini sağlayabiliyorlardı.

Bugün ABD’de ve diğer Batılı emperyalistlerde derinleşerek ilerleyen krizin nerede duracağının kestirilemediği, kimin nereye savrulacağının bilinmediği koşullarda; IMF, (emperyalistler adına) verdiği borçlarla, krizin yükünü doğrudan borçlu ülkeye yıkacak, daha yakından gözetecek, daha çok dayatacak, daha çok “ümük” sıkacaktır. Bu da IMF’nin, emperyalist merkezlerin krizin yüklerini, eskisinden daha ağır ve doğrudan yoksul emekçilere ödetmesi, ülkeleri iyice teslim alması demektir.

1980 sonrasında, IMF reçetelerinin krizleri geri ülkelere aktarmadaki evrensel rolüne ve uygulattığı parasal politikaların sonuçlarına bir gözatmak, günümüzdeki reçetelerin yol açacağı enkazın boyutlarını da anlamaya yardımcı olabilir.

Emperyalist gelişmiş ülkeler, borç tuzağına düşürdüğü ülkeleri sömürüp, semirip âdeta her alanda bir obezite durumu yaşarken; geri bıraktırılmış sömürge ve yarı sömürge ülkeler; işsizlik, açlık, susuzluk, okulsuzluk, ilaçsızlık; askerî cuntalar ve iç savaşlar girdabında yazgılarına terk edildiler.

Geri ve bağımlı ülkelerin,1970’teki petrol krizi sonrası başlayan borç arayışı ile, borç krizinin çıktığı 1982 yılları arası dönemde, toplam borç miktarı on bir kat artmış; 62.5 milyar dolardan 743,5 milyar dolara yükselmiş ve bugün 2 trilyon doları aşmıştır.

Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılan bir araştırmada, IMF politikalarını uygulayan 89 az gelişmiş ülkenin, 1965’ten 1995’e kadarki ekonomik büyümesi incelenerek, bazı sonuçlara varılmıştır. Buna göre, “ülkelerin 48’i, borç aldığı yıla göre, kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32’si daha da fakirleşmiş, bu ülkelerden 14’ünün ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür. Örneğin Nikaragua 1968’den 1995’e kadar 185 milyon dolar borç almış, ancak ekonomisi %55 oranında daralmıştır. Zaire ise, 1972-1995 döneminde 1,8 milyar dolarlık borç almış ve ekonomisi %54 oranında küçülmüştür.

Ayrıca IMF reçetelerinin uygulandığı ülkeler, istikrarsızlığa sürüklenmiş, işçi ücretlerinin düşürülmesi, sosyal harcama ve sübvansiyonların kesilmesi, tarım ürünlerine düşük taban fiyat belirlenmesi emekçilerin eylem ve protestolarını yükseltmiş, egemen sınıflar ve hükümetler çareyi, IMF reçetelerinin uygulanma koşullarını, askerî cuntaların terörist yöntemlerinde bulmuşlardır. Türkiye’de 24 Ocak 1980’de IMF ile imzalanan stand by antlaşması emekçi direnişlerinin yükseldiği koşullarda uygulanamayınca, TİSK başkanı olan Halit Narin’in gazetelere ilan yoluyla, 24 Ocak Kararları diye bilinen “IMF paketlerinin uygulanması için, askerî darbe çağrısı” yapması ve IMF reçetelerinin ancak faşist cunta koşullarında uygulama olanağına kavuşması henüz hafızalardan silinmemiştir.

Peru’da, Haziran 1977’de imzalanan stand-by anlaşması sonrasında da, genel grev ve halk ayaklanmaları başlayınca, hükümet anlaşmanın imzalanmasından caymıştır. Kasım 1977’de anlaşma tekrar imzalanınca, yeniden bir halk ayaklanması başlamış, Haziran 1978’de sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bolivya’da da, 1980 yılında benzer bir durum yaşamıştır.

Dünyada IMF’nin yapısal uyum programlarını en uzun süreyle uygulayan ve IMF talimatlarını 1973’ten sonra harfiyen uygulayan Şili’ye bakacak olursak; hızlı bir özelleştirme yapılmış, Şili, gümrükler açısından dünyanın en korumacı ülkesiyken, en esnek ülkesi haline gelmiş, tüm özelleştirmeler tamamlanmış, yabancı sermaye teşvik edilmiş, yabancı sermaye çelik, telekomünikasyon, havayolları gibi en stratejik sektörlerde bile ortak durumuna gelmiş, ticaret bütünüyle serbestleşmişti. Sonuçta, Şili’nin bu yapısal uyum programlarından sonra, 1991’deki dış borcu 19 milyar dolar, yani millî gelirin %49’u olarak gerçekleşiyor, millî gelirindeki artış 1961-1971 arasında %4,6 olarak gerçekleşmişken, bu artış 1974-1989 arasında sadece %2,6’ya düşerek, ülke ekonomisi küçülüyordu. Bugün Şili ekonomisinde tam bir istikrarsızlık hâkimdir. Kamu harcamaları iyice kısılmış, ücretler dondurulmuş ve Şili’nin ulusal parası peso devamlı değer kaybetmiştir. 1980-1990 arasında yoksulluk sınırındakilerin oranı %12’den %15’e yükselmiş, açlık sınırındakilerin oranı da %24’ten %26’ya çıkmıştır. Yani toplumun yaklaşık %40’ı yoksuldur.

Meksika, 1995’te IMF’den borç alarak, ekonomik krizi atlatmaya çalışmıştır. 1994’te, ulusal paranın %50 değer kaybetmesinden bir yıl sonra, tüketici fiyatları %35 artmış ve faiz oranları %60’ı bulmuştur. Meksika halkı, 1994’ten 1996’ya kadar, 60 milyar ek dış borcu daha yüklenmek durumunda kalmıştır. Kişi başına düşen millî gelir, 1995 boyunca %9 gerilemiştir. IMF’nin istikrar programı, ekonomik büyümeyi azaltmış ve yoksul halkı sefalete itmiştir.

Bu arada, Türkiye ile önemli benzerlikleri kurulan Arjantin ekonomisinin, IMF eliyle yaşadığı ibretlik tabloya bakmakta yarar var:

IMF’nin ‘Arjantin modeli’ olarak övdüğü ve bağımlı ülkelere örnek gösterdiği Arjantin’de, IMF politikalarının halkı yoksulluğa iterek isyana mecbur ettiği; hükümetlerin de, halk hareketlerinin baskısı sonucu iflas bayrağı çekerek, IMF’ye olan borçlarını ödememe yoluna gittiği bilinmektedir.

Arjantin, yüksek enflasyona çare olarak (ki, 1991’de yüzde binlerle ifade edilmekteydi), dolar değerini sabitleyerek enflasyon sorunu atlatmış, ulusal gelirini 1990-1998 arasında %6.8 artırmıştı. Alım gücü baskı altına alınarak, iç talep düşürüldü. Bu süreçte IMF patentli liberal politikalar, yani özelleştirmeler, ithalatın serbestleşmesi, yabancı sermayeye açılma vb. uygulamalar sonucu; Arjantin yoksullaştı, dünyanın bir numaralı et ihracatçısı ülkede halk, kasap dükkânlarına saldırmaya başladı.

1999’da, dolar değerinin yüksekliği, Arjantin ürünlerinin fiyatını düşürdü, ayrıca ticaret ortağı olduğu Brezilya’nın devalüasyon yapması, Arjantin’in dış ticaret dengesini bozdu. Doğu Asya, Brezilya ve Rusya’daki bunalımın da etkisiyle, dış borç faizleri artıp, dış açıkları büyüyünce; Arjantin, IMF’yle 40 milyar dolarlık Stand by antlaşması imzaladı. 2001 ortasında sabit kur sistemini ihracatçılar için esneten Arjantin’de, devalüasyon beklentisi; dolara hücum edilmesine yol açtı. Arjantin, 2001 yılı sonunda tahvil borçlarını ödeyemez duruma geldi ve IMF’yle borç servisini durdurarak, yabancıların elindeki tahvil ana paralarının sadece dörtte birini ödeyeceğini ilân etti.

Arjantin devleti, Ocak 2002’de, sabit kur sistemini terk edip pesoyu devalüe etti. Şubat’ta peso dalgalanmaya bırakıldı. Ekonominin daralması 2002 ortasında sona erdi ve ulusal gelir artmaya başladı. Fakat Haziran 2002’de işsizlik yüzde 20’yi aşmıştı. 2003 Eylül’ünde, Arjantin, IMF’ye günü gelen borç taksidini ödeyemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine IMF, Arjantin’e, üç yıllık 13 milyar dolarlık bir ‘stand-by’ (destek) daha vermeyi kabul etti. 2004 Mart’ında Arjantin, yine IMF’ye borç taksiti öderken, IMF’den ilerde yeni kredi (yani borçlarının itfasının ertelenmesi) vaadini kopardı. Buna karşılık, 80 milyar dolarlık tahvil tutan alacaklıları ile görüşerek uzlaşmayı kabul etti.

Arjantin’in toplam kamu borcu, 1996 yılında 96 milyar dolar iken, 1998’de 109 milyar dolara ve 2000 yılında 171 milyar dolara yükseldi. Borçları ödemek için başvurulan ise, özelleştirmeler oldu. İğneden ipliğe kadar her şey satıldı. Kamu kuruluşları ve kamuya ait arazi ve binalar, her şey satıldı. IMF’nin isteğiyle her şeyini satan Arjantin’de, son yaşanan krizde ise, artık satılacak bir şey yoktu. Borç almadan yaşayamaz durumda olan Arjantin ekonomisi iflas edince, IMF, bu kez de “benim istediğim şartlarda iflas edeceksin” diye dayatarak, vereceği kredileri askıya alma tehdidi yaptı. Sonuçta, Arjantin’de halkın yarısı yoksullaştı. Ama Arjantin’in vurguncu rantiyelerinin ülke dışında birikmiş 100 milyar dolarlık serveti olduğu da bilinmektedir.

Türkiye burjuvazisi, Arjantin deneyinden ders almışa benzemiyor, ama işçilerin eylem, direniş ve protestolarla faturayı ödemeyi kabul etmeyerek, hükümetleri ve IMF’yi geri adım atmaya zorladığı Arjantin deneyinden Türkiye ve dünya işçilerinin yararlanacağı çok şey vardır.

IMF REÇETELERİNİN TÜRKİYE EKONOMİSİNDE YOL AÇTIĞI YIKIM

Dünyada 1998’den sonra faizlerin genel olarak düşmesi ve sıcak para bolluğu yaratılması nedeniyle, hemen hemen tüm borçlu ülkeler, IMF’ye olan borçlarını, faizleriyle, kamu işletmelerini satma pahasına da olsa ödeyebiliyorlardı. Bu nedenle, IMF kapısından uzak duruyor, yeni stand by antlaşmaları imzalamıyorlardı. IMF’nin belki de tek müşterisi Türkiye kalmıştı. IMF’nin kendisi de krize girmiş, birçok çalışanına yol vermişti. Brezilya ve Arjantin’in de borçlarını ödemesinden sonra, Türkiye, “IMF’ye en fazla borcu bulunan ülke” konumuna gelmişti.

1999 yılından bu yılın Mayıs ayı sonuna kadar, Türkiye, IMF’den toplam 43 milyar dolar borç kullandı. Bu borcun 34,7 milyar dolarlık kısmı geri ödendi. Bu dönemde Türkiye, IMF’ye faiz olarak ise 5,6 milyar dolar ödedi. ATO araştırmasına göre; “2007 Mayıs sonunda Türkiye’nin IMF’ye toplam 8,7 milyar dolar borcu var. Türkiye, kalan borç için IMF’ye toplam 1 milyar dolar da faiz ödeyecek. Türkiye ödediği faizle, IMF’nin cari harcamalarını finanse eden tek ülke konumunda. Ocak 2007 tarihi itibarıyla, IMF’nin 73 ülkeden alacağı var. Toplam 19,9 milyar doları bulan bu alacağın 10,2 milyar doları Türkiye’nin borcu. Yani, IMF’nin her 100 dolarlık alacağının 51 dolarını Türkiye’nin borcu oluşturmakta. Türkiye’yi 1,4 milyar dolarla Pakistan, 812 milyon dolarla Ukrayna izlemekte.

Türkiye de, bu koşullarda aldığı borçlarla, dışarıdan sıcak para girişiyle ekonomisini çeviriyordu. Buna rağmen ekonomik dengeler kırılgandı. İhracat yoğun ithalata dayalı olarak sürüyordu. Türkiye’nin batı ittifakına, ikili antlaşmalar ve askerî paktlar yoluyla çekilmesiyle hızlanan emperyalizme bağımlılık politikaları ve buna paralel 1970’ler sonrası yoğunlaşan IMF kıskacı; ülkenin iç kaynaklarına yaslanarak, kendi ayakları üzerinde bir ekonomik büyüme sürdürebilme dinamiklerini temelleriyle yıkmıştı. Kamuya ait fabrikalar özelleştirilmiş, tarım ve hayvancılık bitirilmiş, otelcilik, turizm vb. hizmet alanları şişirilmişti. Üretken özel sermaye yatırımları da azaltılarak, sermaye rantiyeliğe özendirilmiş, yeni istihdam olanağı yaratılmamış, işsizlik alabildiğine artmıştı.

Dünya krizinin etkisiyle hazırdaki dış para kaynaklarının da tıkanması ve faiz oranlarının tekrar yükseltilmesi koşullarında Türkiye’nin durumu vahimdi. Çünkü borç almak için, IMF garantisi gerekiyordu. IMF’ye iş düşecekti. IMF, zaten kollarını sıvamış, tezgâhlarını kurmuş, ‘ümük sıktıracak yeni müşterilerini bekliyordu. İlk oturup antlaşma imzalayanlar, Ukrayna, Macaristan, İzlanda, Pakistan gibi iflasın eşiğindeki ülkeler oldu. Kuşkusuz müşteriler çok olduğunda, IMF, elindeki 300 milyar dolarlık fonu artırma yoluna gideceğini de duyurmuştu.

Türkiye gibi, dış borçlara dayalı olarak ekonomisinin çarkını çevirenlerin, sıcak para girişi durduğunda felç olmaları, IMF’nin eline muhtaç olmaları bu yüzden kaçınılmazdı. Dünyanın aklı başındaki ekonomistlerinin çoğunluğunun, son krizin etkisinin en çok Güney Afrika ve Türkiye’de hissedileceğini söylemeleri, bu nedenle haksız değil.

Ekonomist Mustafa Sönmez’in yazdığına göre, 2008’in başlarında Türkiye’nin genel görünümü şöyleydi: Türkiye son kriz çalkantısından doğrudan etkilenecek. Çünkü, Türkiye ekonomisi, dünya ekonomisi ile son yıllarda artan bir bütünleşme içindeydi. Türkiye, dünya ekonomisi ile olan dış ticaret hacmini 265 milyar doların üstüne çıkardı. Bu, millî gelirin yüzde 53’ü dolayında bir dış ticaret hacmi demektir. İhracat, ithalata büyük ölçüde bağımlı. İhracata talep azalırsa büyüme de düşer. Dış borç stoku 250 milyar dolara yaklaşıyor. Yüzde 63’ü de özel kesimin. Doğrudan yabancı sermaye ve sıcak para girişleri yıllık 45 milyar doları bulmuş ve ekonomi bu dış kaynak girerse büyüyor, girmezse küçülüyor. Borsada yabancılar yüzde 70’e yakın pay sahibiler. Türkiye, dış ticaretinin yarısından fazlasını AB’ye odaklamış durumda. AB’den talep düşerse, ekonomi küçülür.”2

Ekonomide ortaya çıkan bu tablo, IMF denetiminde, onların işbirlikçileri eliyle oluşturulmuştu ve herhangi bir dünya krizinin vurgununu yemeden de, zaten bitiş ve tükeniş noktasına gelindiğini göstermekteydi.

Türkiye, 1998’de, IMF ile “yakın izleme antlaşması” imzalamıştı. Aslında bu antlaşmayı, bugüne sarkan önemli etkilerini gözönüne aldığımızda, 24 Ocak 1980 Kararları gibi, önemli bir dönemeç sayabiliriz. Çünkü Türkiye, parasının değerini dolar karşısında belirlediği ve 9 Eylül 1946’da (Recep Peker hükümeti dönemi) IMF’ye üye olarak alındığı tarihten, 2006 yılına kadarki 60 yıllık dönemde, 20 Stand By antlaşması imzalamıştı. 60 yılın 26 yılı IMF gözetiminde geçti. Ayrıca,1980 sonrasının 26 yılı, yakından IMF denetiminde, 12 Eylül faşist cuntası ve sonrasında onu aratmayacak koşullarda geçmişti.

Emekçilerin sömürülmesiyle sağlanan kaynaklar, ya emperyalistlere ya da onların işbirlikçisi rantiye tabakaya aktarıldı. Bu arada işletmeler ya satıldı ya kapatıldı, üretken alanlara yeni ciddi hiçbir yatırım yapılmadı, tarım yok edildi. Ekonominin çevrimi, gelen sıcak para sayesinde, ithal mallar satın alınarak, borç faizleri ödenerek sağlandı. Bu anlamda, sıcak para girişiyle, sancılı ve sürdürülemez bir ekonomik büyüme gerçekleşti. En son açıklanan rakamlara göre (2008 yılının son çeyreğinde %0.5 büyüme açıklandı), Türkiye ekonomisindeki hızlı büyüme, durmanın ötesinde küçülme sinyalleri vermeye başladı. Ülkeye giren yabancı sermaye, artık ekonomik büyüme yaratamaz durumdadır. Gelen paraların, borç ve faiz ödemelerinde, bir bölümünün ihraç ekonomisini sürdürmek için ithalatta kullanılması, bir bölümünün de rantiyelerin cebine akması nedeniyle, üretken alana yatırılan sermaye azalmaktadır. Sorunlu ve sürdürülemeyecek bir ekonomik büyüme yaşayan Türkiye ekonomisi, 2002’lerdeki küçülmeden sonra girdiği büyüme eğilimini bugüne dek sürdürebildi. Ama bu büyümeden yararlanan, sadece sermaye kesimleri oldu. Bu arada dış borçlar ve dış ticari açıklar da, rekor düzeye çıktı. Bu büyüme tablosuna biraz daha yakından bakalım:

Türkiye özellikle imalat sanayinde dış açık veren bir ülke. Yapısal olarak bozulmuş ekonomi, tasarruflarını üretken yatırımlara yöneltemiyor. İhracat ürünleri imalâtında, yapılan ithalata bağımlı olmaktan kurtulamıyor. Her yüz birimlik ihraç ürünü içinde ithalatın payı %67’ye çıkmıştır.

Bu IMF’li dönemlerde ilk kez, 2001’de ödenen faizler toplamı, vergi gelirlerini aşarak %130’a çıktı. Türkiye, sadece 1980’den 2004 ortasına kadar, yarattığı toplam gelirin (bunların içinde özelleştirmelerden elde edilen gelirler de vardır) %20’sini iç borç anapara ödemelerinde, %8’ini iç borç faiz ödemelerinde, %5’ini dış borç anapara ödemelerinde, %3’ünü de dış borç faiz ödemelerinde kullandı. Bu arada belirtilmelidir ki, IMF talimatıyla yapılan özelleştirmelerden sağlanan gelirler de, bütçe açıklarını kapamada, dış borç faizlerini ödemede kullanıldı. Bir ülke halkının ve emekçilerinin bir yıl içinde yarattığı değerler toplamı olan ulusal gelir; aynı zamanda harcanan toplumsal emek zamanına eşdeğerdir. Ödenen borç ve faizleri, toplumsal olarak gerekli emek zamanına çevirdiğimizde de görülüyor ki, yaklaşık çeyrek yüzyıllık emeğin, 7 yılı iç borç anapara ve faizlerine; 2 yılı da dış borç anapara ve faizlerine harcanmıştır. (bkz. Tahsidarlar ve Borçlular, Ahmet Haşim Köse-Ahmet Öncü)

Büyüme var, istihdam yok, işsizlik artıyor! TUİK tarafından açıklanan verilere göre, yılın son üç çeyreğindeki resmî işsizlerin sayısı 300 bine ulaşmıştır.

Ulusal pastanın paylaşımında; kâr-rant ve faizin payı %56’ya ulaşmıştır. Ulusal gelir dağılımı giderek daha da bozulmuş, bu dönem öncesinde, yıllık kârları 1 ile 3 milyar dolar arasında değişen milyarderlerimizin 90’larda 2 ile 3 kişiyle anılan sayısı; Forbes dergisine göre 25’e yükselmiştir. Emekçi kesimlerin ulusal pastadan aldıkları pay ise azalmıştır. (Rakamsal veriler için Bkz. Mustafa Sönmez, age)

BÜYÜK PATRON SENDİKALARININ İSTEMLERİYLE IMF REÇETESİ VE AKP’İN ANTİ KRİZ PLANI, EMEKÇİ DÜŞMANLIĞINDA BİRLEŞİYOR

Görüşmeler sürüyor olsa da, IMF ile AKP hükümeti arasında mutabakat sağlandığına ilişkin bilgiler dünya ajansları tarafından duyuruldu. IMF ile varılan anlaşmaya göre; 2009 yılı bütçesinde, cari bütçeden 9-10 milyarlık bir kısıntı öngörülüyor. IMF’nin isteği ile, personel reformu ertelenecek, sağlık harcamaları, belediyelere yapılan yardımlar kısılacak. Ayrıca bazı ürünlerde KDV oranlarının %8’den %18’e artırılması, halka dolaylı yoldan %100’den fazla vergi bindirilmesi, varılan mutabakatlar arasında. IMF’den 18 milyar dolar, diğer kaynaklardan 15-35 milyar dolarlık sıcak para girişi karşılığında, büyüme oranının 2009 için “0” olarak saptanması, faturanın yine halka ve gelecek nesillere kesilmesinin kararlaştırıldığını göstermektedir. Hükümetle IMF arasında anlaşmazlık noktası olarak görünen ve görüşmelerin uzamasına yol açanınsa; AKP hükümetinin önümüzdeki yerel seçimlerde, seçim yatırımları ve ‘iane dağıtım’larıyla, sıkı bütçe politikasından sapabileceği yönündeki IMF kaygıları olduğu bilinmektedir.

Hükümet, henüz IMF’yle Stand By için masaya oturacağını açıkça belirtmeden önce; TİSK, zaten alınması gereken önlemleri sıralamıştı. Türkiye İşverenler Sendikası’nın krize karşı acil önlem isteğinin, IMF’nin stand by için ileri sürdüğü şartların ve AKP hükümetinin kriz savuşturma programının uyum içinde olduğunu görmek, kimseyi çok şaşırtmadı.

TİSK, 19 Eylül 2008 tarihinde yaptığı açıklamayla, küresel krizi en az zararla atlatabilmek için Ekonomik ve Sosyal Konsey’in toplanarak, acil önlem alınmasını istemişti. Bu önlemlerin, son aylarda IMF ile Stand By antlaşması için görüşmelerde bulunan AKP hükümetinin dillendirdiği önlemlerle ve IMF’nin klasik kemer sıkma programlarıyla uyumlu olduğu gözlenmektedir. TİSK’in ülke ekonomisinin durumuna ilişkin yaptığı tespitler şunlardı:

Ülkemiz ekonomisi; yüksek cari açık, tüketici ve yatırımcı güveninde azalma, yerel seçimler öncesinde kamu harcamalarında artış endişesi, enerji ve işgücü maliyetleri başta olmak üzere, yüksek girdi maliyetlerinden kaynaklanan hızlı rekabet gücü kaybı,yatırım ortamında beklenen iyileşmelerin gerçekleşmemesi, özel sektörün döviz cinsinden borçlanmaları nedeniyle bu muhtemel krizin etkilerine karşı oldukça zayıf bir konumdadır.(…) Hükümet, sosyal taraflarla ve toplum kesimleriyle mutabakat halinde bir eylem planı oluşturmalı ve uygulamalıdır. Yaklaşık bir yıldır toplanmamış olan Ekonomik ve Sosyal Konsey bu amaçla acilen toplanmalıdır. (abç)”3

Yani, işverenler örgütü, cari açıkların kapanmasında, kamu harcamalarının düşürülmesinde, yüksek girdi maliyetlerinin, en başta da işçi ücretlerinin düşürülmesinde, IMF’nin dayattığı tedbirlerde hemfikirdir ve şimdiye kadar olduğu gibi, borçlanma yoluyla rantiye ekonomik düzenin sürdürülmesinden, kriz zamanı da, tüm yükün işçi ve emekçilere bindirilmesinden yanadır.

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin 2008 yılının son toplantısında Arzuhan Yalçındağ; Bir dizi önlem alınsa da, krizi önlemede canalıcı sorunun iç talebin canlandırılması olduğunu, ekonomik faaliyet için vergi yükünün indirilmesini, ucuz kredi sağlanmasını, bu yükü karşılamak için de, cari harcamaların ve belediyeye aktarılan kaynakların kısılmasını talep etti. Patronlar açıkça, “IMF’den gelecek parayı bize verin, bizden vergi almayın, ucuz kredi bulun, bunları bütçeye uydurmak için de tüm halka yeni vergiler bindirin” demektedirler. 2001 krizi sonrasında alınan 50 milyar dolarlık dış kaynakları hovardaca harcayıp, yükü emekçi kesimlere bindiren aynı TÜSİAD’cı çevre değil miydi? IMF ve hükümet ile birlikte, ekonominin bu duruma gelişinde esas sorumlu olan işbirlikçi sermaye kodamanları, yüzsüzlüklerini elden bırakmadan; kendi dış borçlarını ödeyebilmek için, devletin ucuz kredi vermesini ve halktan da bu yükü sırtlaması için fedakârlık yapmasını istemektedirler.

TEB (Türk Ekonomi Bankası) Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Canevi ise, Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlediği “Küresel Kriz ve Ötesi” Konferansı’nda, “IMF ile yapılacak antlaşmanın Türkiye’nin ISO 9000 Kalite Belgesi yerine geçeceğini belirterek; aslında patronların kursağında yatanın ne olduğunu da veciz olarak dile getirdi. Krizi atlatmak için iki çıpaya ihtiyaç olduğunu belirten Canevi; birinci çıpayı “IMF ile antlaşma yapılması”, ikinci çıpayı da “sendikalarla konsensüs sağlanması” olarak belirledi.4

IMF’nin vereceği paranın en fazla 20 milyar dolar civarında olacağının ve bunun da, sadece özel sektörün 250 milyar doları aşan dış borçlarının yanında ‘devede kulak’ kalacağının bilinmesine karşın; IMFsever patronlar, esas olarak gözlerini, IMF’nin yeşil ışık yakmasıyla gelmesini bekledikleri sıcak para fonlarına dikmiştir. Ve bunun bedelini de, daha öncekilerde olduğu gibi, emekçilere ödetmeye çalışacaklardır.

Patronların hükümeti AKP ve IMF’nin; krizin tüm yükünü emekçilerin üzerine yıkma planları yapması, sınıf çıkarlarının bir gereğidir. Peki, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarının tavizsiz savunucusu olması gereken ve bunların sağlanması için burjuvaziye karşı sınıfsal bir mücadele cephesi örmesi gereken sendikalar; şiddeti giderek artacak ekonomik krizin yükünü, işçilere değil de patronlara ödetmek için ne gibi hazırlıklar yapıyor?

Türk-İş yönetimi, son krize yönelik olarak hazırladığı raporunda “Krizin sosyal alanda, çalışanlara yönelik ortaya çıkardığı olumsuzlukların giderilmesinde uygulanacak politikalarda, ortak akılla, aktif sorumluluk üstlenmeye hazırız.5 görüşüyle, patronlara selam gönderdi. Patronların “Hepimiz aynı gemideyiz, fedakârlık yapmamız gerekir” lafzıyla, faturayı emekçilere bindirme girişimlerine; Türk-İş de “ortak akılla destek olacağını şimdiden açıklamış oldu. Sömüren ve sömürülenin aklı nasıl ortaklaştırılabilir? Öyle anlaşılıyor ki, onlar itfaiyeci rolündedir ve şimdiden yükselecek işçi grev ve direnişlerinin önünü kesmenin hazırlığı içindedirler. TİSK’in talep ettiği Ekonomik ve Sosyal Konsey toplandığında, bu ‘ortak aklın’ bulacağı formülün emekçi aleyhine bir uzlaşma olacağı da, şimdiden bellidir. Çünkü, “uzlaşmacılık”, sınıf mücadelesi keskinleştiğinde, sendikal bürokrasinin ana işlevini görebilmesi için ön plana çıkmak zorundadır ve bu nedenle ‘uzlaşmacı sendikacılık’, hak mücadelesi yolunda, emekçilerin önünde büyük bir engeldir.

Sonuç olarak, emperyalistlerin, onların IMF, Dünya Bankası gibi koçbaşı kurumlarının, durumdan vazife çıkararak kolları sıvadığı, krizin uzun sürecek etkisinden kaynaklanacak tüm yükü işçilerle emekçilere ödetmek için bin bir türlü kumpas çevirdikleri ve sendika ağalarını da yedeklemek istedikleri ortadadır. Bu planı bozabilecek yegâne güç olan sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin; geçmiş deneyimlerinden yakından tanıdıkları sendika bürokratlarından, işçi haklarını savunmaya yönelik en küçük bir beklenti içinde olmaları, yenilgiyi baştan kabullenmek anlamına gelecektir.

Öte yandan, başlangıcını yaşayan krizin derinleşerek yaygınlık kazanması, kapitalizmin iki temel sınıfı burjuvazi ve işçi sınıfını, dünya ölçeğinde dönemsel olarak karşı karşıya getirme potansiyelini de taşıyor. Burjuvazinin akıl hocaları bile, kriz sürecinden çıkış için; devrim, karşı-devrim, nükleer savaş vb. laflar telaffuz etmeye başladılar. Bu dönemde, işçi sınıfının, güçlü ve birleşik bir düşman cephenin, tüm silahlarıyla saldırısına maruz kalacak olması dezavantaj olsa da; objektif olarak içeriden müttefik güçlerin, ezilen, sömürülen yığınların desteğini, dışarıdan da proletaryanın enternasyonalist desteğini alacak olması bir avantajdır.

Emek örgütleri, namuslu sendikacılar, sınıf bilinçli işçiler ve emekçiler, fabrika ve işyerlerindeki örgütlülüklerini sağlamlaştırarak, onlara dayanarak, kendi özgücüne güvenle sınıfa karşı sınıf şiarıyla, harekete geçebilirse; krizin faturasını emekçiler ödemeyebilir. Emek cephesinin, bu koşullarda krizin faturasını ödemeyerek saldırıları püskürtmesi, haklarını koruması, yeni mevziler kazanması için; patronların IMF ve AKP hükümeti eliyle işçi sınıfına yönelttiği her saldırıya karşı, üretimden gelen güçle karşı koymasından başka bir yol kalmamıştır.

Türk-İş’e bağlı İstanbul Şubeler Platformu’nun, krizde faturayı ödememek üzere harekete geçmesi ve yeni kararlar alması; yine Kocaeli’deki BRİSA işçilerinin, kapı önüne konulmalarına fabrikayı işgalle cevap vermesi; sınıfın eyleminin hangi yönde gelişmesi gerektiğini gösteren olumlu örneklerdir.

 

 

Dipnotlar

1 Bkz. Ahmet Haşim Köse-Ahmet Öncü, Tahsildarlar ve Borçlular, sf. 29, Evrensel Basım Yayın.

2 Mustafa Sönmez, Dünya Krizi ve Türkiye, Petrol-İş Yayınları, 110.

3 Bkz. 19 Eylül 2008 tarihli TİSK açıklaması.

4 Bkz. Referans Gazetesi,17 Aralık 2008.

5 27 Ekim 2008 Türk-İş’in “Küresel Krize Karşı Önlemler” raporundan.

 

türkiye ermenistan ilişkilerinde yeni bir sayfa mı?

türkiye ermenistan ilişkilerinde yeni bir sayfa mı?

 

C. ERMAN

 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Dünya Kupası Grup Eleme maçlarında  Türkiye-Ermenistan Milli maçının, Erivan’da oynanacak ilk turu vesilesiyle, Ermenistan’da devlet başkanı Serj Sarkisyan’ın davetine olumlu yanıt vererek maçı izlemeye gidişiyle, iki ülke arasındaki soğuk ve donuk ilişkilere ‘futbol diplomasisi’ ile çözüm arama çabaları başlamış oldu. Biz de bu yüzden bu yazıda özellikle, ikili ilişkilerin geçmişine de değinerek, Erivan girişiminin neden başlatıldığına ve nasıl sonuç verebileceğine yanıt aramaya çalışacağız.

Sovyetlerin dağılma süreci sonrasında 16 Aralık 1991’de kurulan Ermenistan Devleti’ni ilk tanıyan ülkelerden birisi olan Türkiye, Ermenistan’la bir türlü diplomatik ilişki kurmaya yanaşmadı.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki bu ilişki kopukluğunun bilinen nedenlerini hatırlayacak olursak,

Birinci olarak, Ermeni Anayasası’na temel olan 23 Ağustos tarihli Bağımsızlık Bildirisinin 11. maddesinde yer alan, “ Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan (Türkiye’nin doğusu kastediliyor)’da 1915 yılındaki soykırımın uluslararası tanınması çabalarına destek vermektedir” biçimindeki formülasyonda, “soykırımın tanınması” ifadesini Türkiye, toprak bütünlüğünün tartışılır hale getirildiğini ileri sürerek reddetmesi;

İkinci olarak, Ermenistan Anayasası’nın 13. maddesinde, devlet arması olarak Ağrı Dağı’nın resminin bulunmasından Türkiye’nin duyduğu rahatsızlık;

Üçüncü olarak, Ermenistan’ın, Sovyetler Birliği döneminde 1921 tarihli Kars Antlaşmasıyla belirlenmiş olan Türkiye ile Sovyetler Birliği sınırının yürürlükte olmadığını savunmasıdır.

Ve dördüncü olarak, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki işgale son vermemesi ve Azerbeycan’ın toprak bütünlüğünü tanımaması sorunudur. Bu yüzden, Ermenistan sınırının Türkiye tarafından 1993’te kapatılması, iki ülke arasındaki ilişkilerde gerilim noktaları olarak öne çıkmaktadır.

Türkiye, yukarıda belirtilen uzlaşmazlık noktalarını bahane ederek, bugüne kadar Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmadı. Sadece Türkiye’den Ermenistan’a uçak seferlerine izin verildi. Aslında‚ “Soykırımın tanınması” sorunu ve Karabağ sorunu dışındaki nedenlerin Türkiye açısından çok önemli olduğu söylenemez. Çünkü komşu pek çok ülkenin de Türkiye’ye yönelik toprak vb. iddiaları vardır (Lozan antlaşması sınırlarını, ABD’nin uzun süre tanımadığını hatırlatalım), fakat bu durum onlarla diplomatik ilişkileri kesme nedeni olmamıştır. Türkiye cephesinin, açıkça belirtmese de, asıl korktuğu, ‘soykırım’ iddialarının genel kabul görmeye başlamış olmasıydı.

 

 “SOYKIRIMIN TANINMASI” TARTIŞMALARI VE SON DÖNEMDEKİ İLİŞKİLER

Ermenistan ile ilişkilerde, “soykırım sorunu”, baştan beri iki ülkeyi doğrudan ilgilendirse de, en başından uluslararası bir sorun olarak, emperyalist ülkelerin doğrudan karıştığı ve taraf olduğu bir olgu olarak şekillendiği için, bugünden yarına, kısa vadede çözülmesi güç bir sorundur. Batının Sevr antlaşması ile öngördüğü Batı Ermenistan (zaten 1915’teki ‘tehcir’ kararı ve katliamlar sonucu coğrafik temelinden yoksun bırakıldığından), ne kurtuluş savaşı öncesinde ne de sonrasında kurulamadı. Lozan Antlaşması’yla da bu defter kapanmış, tarihin derinliklerinde kalmış gibi oldu. Ama sonraki süreçte ve yakın dönemlerde, özellikle ABD ve AB emperyalistleri, Türkiye’nin zayıf noktasını iyi belirlemiş; iki ülke arasında dostluk ilişkileri temelinde çözülecek sorunları ve özellikle ‘soykırım’ sorununu kaşıyıp, canlandırarak parlamentolarından kararlar çıkartmış; bazen de ABD gibi, senatolarından veto yoluyla geri alarak, Türkiye ile olan ekonomik ve politik pazarlıklarında bir koz olarak kullana gelmişlerdir. Türkiye hükümetleri, Osmanlının son döneminde yönetimi ele geçiren ve Türkçülüğe sarılan İttihat–Terakki’nin, yerli burjuvazi ve Alman emperyalizminin teşvikiyle yaptığı katliamların onaylayıcısı ve mirasçısıymış gibi davranmayı sürdürmüştür. Türkiye geçmişte, Ermeni halkına yapılan zulümlerden ötürü,  bir özür bile dilememiş, iki halk arasında dostluk ilişkilerinin kurulmasının önünü açmamıştır. Bugün atılan adımın da, ne kadar kendi iradesiyle bir el uzatma girişimi olduğu, çok su götürür. Çünkü Türkiye’nin son dönemde, ABD emperyalizmi ile ilişkilerini tazeleyerek yeni ‘ ileri karakol’ görevleri üstlenmesinden ötürü, Erivan girişiminin de ardında bulunan Amerika’nın, Ortadoğu-Asya – Kafkasya planlarına bağlı olarak göreve koşması; zaten beklenen bir şeydi.

Son yıllarda ‘Soykırımın tanınması’ kararlarının dünyada yaygınlık kazanması, Türkiye diplomasisini sıkıştırıyordu. Avrupa Parlamentosu’nda (AP) Ermeni sorunu ilk kez 1987 yılında gündeme gelmiş ve 16 Temmuz 1987 tarihinde verdiği bir kararla “1915-1917 sevk ve iskânını (tehcir) bir soykırım olarak kabul ettiği”ni açıklamıştı. Bu kararla, farklı ülkelerin parlamentoları yanı sıra AP, soykırım iddialarını kabul eden ilk önemli kuruluş oluyordu. Fakat o dönemde Türkiye’nin adaylığının kabul edilmemesi, bu konuyu, AP gündeminden düşürmüştü. Bu yılki raporda ise Ermeni sorunu, yumuşatılmış bir ifadeyle; Türkiye ve Ermenistan Hükümetlerinin bir araya gelerek ortak bir çözüm üretmeleri, Türkiye’nin sınır kapısını açması ve Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun bu sürece katkıda bulunması konularıyla sınırlı olarak yer almıştı.

1991’de sadece Kıbrıs Rum Cumhuriyeti parlamentosu soykırım tasarısını kabul ederken, bugün bu sayıya 18 ülke ve üç uluslararası örgüt daha eklenmiştir. ‘Ermeni Soykırımı’ yapıldığını kabul eden ülke parlamentoları şunlardır: Avusturya, Belçika, Fransa, İsviçre, İtalya, Litvanya, Hollanda, Polonya, Rusya, Slovakya, Vatikan, Yunanistan, Kanada, Arjantin, Şili, Uruguay, Venezüella ve Lübnan. Amerikan Kongresi’ne sunulan soykırım tasarılarının bugüne kadar engellense bile, şantaj aracı olarak gündemden düşürülmediği de bilinmektedir.

Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerine hakim anlayış, İttihat Terakki’den miras kalan, şoven milliyetçi yaklaşımlar oldu. Bir dönemler Sovyetlere bağlı bir cumhuriyet olan Ermenistan’la zaten doğrudan diplomatik bir ilişki kurulamazdı. ‘Soğuk savaş’ yıllarında da mevcut ilişkiler, olduğu kadarıyla, sadece Sovyetler Birliği üzerinden yürüyordu. Gorbaçov’la birlikte Sovyetlerin dağılması ve özellikle 1993’te, Ermenistan’ın Karabağ’ı işgal etmesiyle birlikte  Türkiye, sınırlarını kapayıp  Ermenistan’ı izole ederek, yani bir tür ekonomik ambargo uygulayarak, onu kendine muhtaç bıraktıracak bir ‘burun sürtme’ politikası izledi.

1991 yılında, Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ın Türkiye’ye uzattığı barış eli, Türk diplomasinin girişim ve oyalama taktikleri ile geri çevrilmişti. O dönem dışişleri bakanı olan Hikmet Çetin, geçenlerde Sabah’taki röportajında; son seçimlerde Cumhurbaşkanlığı yarışını kaybeden Petrosyan’dan övgü ile sözederek onu şöyle anlatıyor: “Ulusal bir liderdi, diasporaya prim vermiyor, Türkiye’yle ilişkileri geliştirmek istiyordu. Karabağ sorununu çözmek istiyordu ama seçimi kaybetti.

Türkiye’nin Ermenistan’ı yalıtması, diasporadaki Ermenilerle bağlarını kestirmek istemesi politikası; Türkiye’nin işine gelmeyecek bir sonuca yol açmış ve Ermenistan’ı, diasporasına daha bağımlı hale getirmiştir. Demirel döneminde ekonomik olarak milli gelirinin % 30’nu diasporadan karşılayan Ermenistan, gelinen yerde Türkiye’nin ambargosu sonucu ABD’deki zengin Ermenilerin dövizlerine daha bağımlı hale geldi. Türkiye’nin izlediği politika; Ermenileri‚ “soykırım” iddialarını ileri sürmekten caydırmak bir tarafa; Türkiye’nin uluslararası alanda sıkıştırılmasını ve yalnızlığını daha da arttırmıştır.

Sovyetlerin dağıldığı Ermenistan’ın bağımsız devlet olduğu süreçte Moskova Büyükelçisi olan ve 1993’te Tansu Çiller’in başdanışmanlığını yapan Volkan Vural da; Ermenistan ile ilişkiler konusunda Taraf Gazetesi’nde Neşe Düzel ile yapmış olduğu bir röportajda şunları söylüyor: “Ermenistan’la diplomatik ilişki kurulmasına (Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu, DYP-SHP koalisyonu döneminde) dışişleri bürokrasisi içinde direnenler oldu. Turgut Özal bu fırsatın kaçırılmasına çok üzüldü. Tabi, bağımsızlık bildirisinde hem Batı Ermenistan’dan bahsediliyordu, -Türkiye topraklarıydı bu-, hem de soykırımın tanıtılmasına çaba gösterileceğinden söz ediliyordu. Bu da Türkiye’den sanki toprak talebi varmış gibi bir izlenim yaratıyordu ama… Bütün bunlar diplomatik ilişki kurularak aşılabilirdi. Benim elimde de bağımsızlık bildirisini değiştirecek hazırlıklar vardı. Ama o dönemde buna karşı çıkıldı İnsanlar retorik olarak bazı şeyler söyleyebilir, talep edebilir, hayal edebilirler. Onlar çok büyük bir Ermenistan’ın hayalini kurabilirler. Hayal etmenin sonu yoktur. Ama gerçekler ortada. Ermenistan’ın Türkiye’den toprak alabilmesi mümkün mü? Hangi aklı başında biri bunu düşünebilir? Ermenistan nüfusunun tamamı kadar Silahlı Kuvvetlerimizin asker sayısı var bizim. Kendimize biraz daha güvenmeliyiz.(..) Soykırım sorununu deşmekten kimseye yarar gelmez. Bu olaylar Türkiye’ye yakışmayan hadiselerdir. Biz bunları tasvip etmiyoruz. Buradan giden insanlara sempatiyle bakıyoruz. Onları kardeşimiz olarak görüyoruz. Eğer isterlerse onları tekrar Türk vatandaşlığına kazandırmak isteriz… Evet onlara verdiğimiz acılardan ötürü özür dilemeliyiz. Bence bunlar yapılabilecek en iyi şeydir. Bizim gibi bir devletin yapması gereken şey budur.

 Şimdi böyle söyleseler, özür dilemeden yana görünseler de, o dönemler Türkiye egemenleri ve sözcüleri, bırakalım kabul etmeyi‚ ‘soykırım’ konusunu objektif olarak tartışmaya dahi hazır değillerdi.

SSCB’nin dağılmasının ardından Özallı yıllarda, eski Turancı tezler diriltilerek; “Avrasya vizyonu”, “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne” sloganları eşliğinde ‘Kardeş Türkî cumhuriyetleri kazanma’ politikası izlendi; Fethullah Hoca’nın okulları da Truva atı olarak kullanıldı. Bunlara rağmen, özü itibariyle, ABD’nin petrol bölgelerine yerleşme ve eski Sovyet Cumhuriyetlerini kendi pazarına bağımlı kılmayı hedefleyen bu strateji; “Türki Cumhuriyet”lerin ekonomik ve tarihsel olarak ilişkide bulunduğu Rusya’ya yakınlaşması sonucu tutmamış, yara almıştı. Bugün olduğu gibi, geçmişte de bu tarz bir planın yaşama geçmesi için, Kafkasya ile Türkiye arasında köprü konumunda ve petrol yolları güzergahında olan Ermenistan ile Türkiye arasındaki pürüzlerin giderilmesi gerekmekteydi. Özal’ın ve daha sonraki hükümetlerin girişimlerinin ve son aylarda sıkça tartışılan A. Türkeş’in Petrosyan’la 12 Mart 1993’te Paris’te Crillon Oteli’nde görüşmesinin nedeni de buydu. Can Dündar’ın önceki yıllarda yazdığına göre, 1992 sonunda ağır kış şartları içinde Ermenistan, yaşadığı gıda krizini ve acil buğday ihtiyacını karşılamak için Türkiye’ye ihtiyaç duyuyor, fakat bir ilişkinin kurulabilmesi ve buna engel olacak milliyetçiliği aşabilmek için A. Türkeş’le görüşme kararı alıyordu. Görüşmenin altyapısını oluşturmak üzere de, eski ODTÜ’lü ve sol görüşlü Sampson Özararat’a özel görev veriliyordu.1993 Şubatında A. Türkeş yanında oğlu Tuğrul Türkeş’le birlikte Sampson’la Esat’ta bir evde gizlice görüşüyor. O buluşmada Türkeş, ‘Birlikte türküler ürettik, yemekler icat ettik, kız aldık, kız verdik’ diyerek iki ulus arasındaki ilişkilerin 600 yıl geriye gittiğini anlatırken Özararat’a şu soruları yöneltiyor: “-Malazgirt Savaşını Türklerin Ermenilerle birlikte kazandığını biliyor musun? -İstanbul’un alınmasında Ermenilerin yaptığı kahramanlıklardan haberin var mı? -Fatih Sultan Mehmet’in Ermeni Patrikhanesini nasıl bir fermanla açtırdığından haberdar mısın? -Çanakkale’de Atatürk’ün yanında savaşan Ermeni askerlerin adlarını biliyor musun? -Atatürk’ün bugün kullandığımız alfabeyi Ermeni dil bilgini Agop Martayan’a hazırlattığını ve sonra ona Dilaçar soyadını verdiğini biliyor muydun? -Atatürk’ün imzasını bir Ermeni güzel yazı hocasının çizdiğini duymuş muydun? Özararat, ‘Türkiye’de okudum ama bunların hiçbirini duymamıştım’ deyince, Türkeş’in yorumu şöyle oluyor: Tarihe böyle geniş bir perspektiften bakmak lazım. 1915, bu 600 yıllık ilişkinin bir kazasıdır. Olaylarda yabancı devletlerin çok dahli vardır. Buradaki insanları kullanmak istemişlerdir. Bizimkilerin de kabahatleri var, ama şimdi yapılması gereken bu kazayı telafi edip eski dostluğu devam ettirmektir. Özararat bunun üzerine: Sayın Türkeş bu söylediklerinizi Ermenistan Cumhurbaşkanına da söyleyebilir misiniz?” ‘Evet’ deyince Paris buluşması ayarlanıyor. A. Türkeş, daha sonra Dışişleri bakanı Hikmet Çetin’in bilgisi dahilinde Petrosyan’la Paris’te buluşuyordu.

 Paris’teki Türkeş–Petrosyan görüşmesinde nelerin pazarlığı yapıldı? Oğlu Tuğrul Türkeş’in not tuttuğu bu görüşmede A. Türkeş Petrosyan’a; Azerbaycan’la devam eden savaşın sona erdirilmesi için 6 maddelik bir öneriler paketi sundu. Bu dostluk kurulabilirse, Ermenistan’a Türkiye’den transit kara ve deniz geçişi sağlanabileceğini söyledi, hatta ‘Trans-Kafkasya Otoyolu’ projesinin hayata geçirilebileceğini taahhüt etti. İpek Yolu yeniden canlandırılacak, otoyolun yanında bir demiryolu, bir doğalgaz, bir de petrol boru hattı olacaktı. Ayrıca sınır ticareti geliştirilecekti.

İlişkiler daha sonra da sürdürülüyor. 1994 Nisan’ında Frankfurt’taki Türk Başkonsolosluğu’nda Alparslan Türkeş, yanında Bonn Büyükelçisi Onur Öymen olmak üzere, Ermenistan’ın Londra Büyükelçisi Armen Sarkisyan’la görüşüyor. Görüşmelerin sıklaşması sonucu 1997 yılında Türkeş’in Erivan’a daveti gündeme geliyor, ama Türkeş Erivan’a gidemeden vefat ediyor. İşte bu nedenle bugün MHP’nin başında bulunan D. Bahçeli’nin Gül’ün Erivan’a gitmesini ‘onursuzluk’ olarak suçlaması haklı olarak tepkilere neden oluyor. Öyle ya, o gün görüşme onurluydu da bugün mü onursuz oldu? Bu görüşmeler o gün de, bugün de emperyalistlerin ve onların taşeron gücü Türkiye’nin Kafkasya üzerindeki uzun vadeli ekonomik ve politik emellerini gerçekleştirmek için yürütülüyordu. Görüşmelerin halklar arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularını önyargısız geliştirme hedefi bulunmadığından, her adımı pazarlık ve şantaj koktuğundan, bugüne dek olumlu bir gelişmeye de yol açmadı.

A. Türkeş’in Petrosyan’a ilettiği talepler, bugün de gündemde. Emperyalistler ve taşeronları aynı ihtiyacı bugün de yakıcı olarak hissetmektedir. Yani Ermenistan’la Türkiye’nin, aradaki pürüzlerin giderilerek yakınlaştırılması ve Asya’dan Avrupa’ya, ya da, Kafkasya’dan Ceyhan’a uzanacak güzergahın güvenliğinin sağlanması ihtiyacı. Bu ihtiyaca yönelik hazırlanan ve geçmişte kesintiye uğrayan plan, Gürcistan’da yaşanan olaylara Rusya’nın sert cevabıyla ve akabinde Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyarak Batıya meydan okumasından sonra, tekrardan acil olarak gündeme getirildi. Emperyalistlerin, Ortadoğu, Kafkasya ve Asya’ya yönelik yeni bölge politikalarında Türkiye’ye biçilen rol, önemini artırıyordu. Ergenekon operasyonu sonrasında Türkiye Devleti de, “ABD ile mükemmel ilişkilere sahip” olarak yeniden yapılandırılıyor; kendine biçilen rolün gereği olarak göreve hazırlanıyordu. Emperyalistlerin yakın vadedeki ihtiyaçlarını karşılayabilmesi, Ermenistan’la Türkiye’nin güç ve enerjisinin, Batı ile uyumlu tarzda; Ortadoğu, Karadeniz, Kafkasya ve Asya bölgesi kapışmalarında kullanılması planlarına bağlıydı. Bu emperyalist planlar açısından konuya bakıldığında dünden bugüne değişen özde bir şey yoktur.

Kaldı ki, ilişkilerin yakın dönemine göz attığımızda da, Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin görünümünün, pek iç açıcı olmadığı, eski politik çizginin, oyalamacı bir taktiğin sürdüğü görülüyor. AKP İktidarı, 24 Nisan’larda (‘Tehcir’ kararının yıldönümleri) Ermeni diasporasının Avrupa ve ABD parlamentoları üzerinde baskı uygulayarak‚ Türkiye’nin soykırımı tanıması yönünde kararlar çıkarttırdıkça, Türkiye’nin eli ayağına dolaşıyor, Ermenistan’la ilişkileri iyileştirilmek için taktikler geliştiriyordu. T. Erdoğan hükümetinin ilan ettiği ve ABD desteğini de alan bu politika, bu sıkışıklığı ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Zaten bir kısmının ne olduğu meçhul (bazı belgelerin yok edildiği söyleniyor) devlet arşivleri, bu arada tarihçilerin incelemesine açılıyordu. ‘İki ülke tarihçileri gelsin, tarihte neler olduğunu özgürce tartışsın deniyordu. Hükümet samimi değildi, ayrıca tarihsel olarak Ermeni düşmanı şoven politika ve resmi bakış buna engeldi. Bir taraftan ön koşulsuz görüşmeye hazırız deniyor, ama Ermenistan’ın sınırların açılması talebine karşı, onların da 1921 Kars antlaşmasını tanıması ve toprak taleplerinden vazgeçmesi; Ararat Dağı’nın devlet armasından ve paralardan kaldırılması vb. şartlar ileri sürülüyordu. Devletin resmi tezine karşı tezler ileri süren tarihçi ve araştırmacıların konferansı yasaklanarak‚ ‘vatan haini’ ilan ediliyor, Hrant Dink gibi Ermeni aydınları ortadan kaldırılıyor ya da Orhan Pamuk örneğindeki gibi, tehditler sonucu yurtdışına kaçmak zorunda bırakılıyordu.

Yani, AKP’nin bakışı da önceki hükümet partilerinden ve kendi önceli olduğu RP’den farklı değildi. Hatta geçmişte, A.Gül’, henüz Refah Partisi’nin milletvekili iken 1993’te Demirel-İnönü hükümetinin Ermenistan politikasını eleştirmiş, “kişiliksiz, gayri milli” falan diyerek, ağzına geleni söylemişti. Şimdi Gül Cumhurbaşkanı, ama bu kez, onun geçmişte oynadığı “ keskin milliyetçi’ rolü; ya Baykal, ya da Petrosyan’la geçmişte görüşmeye giden A. Türkeş’in partisinin mirasçısı D. Bahçeli oynuyor.

Baykal Gül’e ; “Ne değişti de Ermenistan’a gidiyorsun? Ermenistan soykırım iddiasından mı vazgeçti, Karabağ topraklarından mı çekiliyor?!” derken; Bahçeli, Gül’ün Erivan’a gidişine yönelik; “Dış baskı ve dayatmalara boyun eğilerek ve içerideki Erivan lobisine teslim olunarak Cumhurbaşkanı Gül’ün Ermenistan’a gitmesi tarihi bir gaflet olacak, böyle bir davranış Türkiye’nin onurunu yaralayacaktır.” diye konuşuyor.

Aslında Özallı, Demirelli, İnönülü, Tansulu, Ecevitli dönemlerde Kafkasya ve Asya’ya yayılma planlarının parçası olarak, Ermenistan’la yakınlaşma içinde olan çevrelerin, şimdi Abdullah Gül’ün Erivan’a gitmesini‚ ‘vatan hainliği’ olarak suçlamaları tamamıyla ikiyüzlülüktür. Bu karşılıklı rol değişimine yol açan, yenilenmiş emperyalist planlardır; bir başka deyişle, olup biten, emperyalistlerin yeni ihtiyaç ve planlarını, yeni bölge politikalarını, Türkiye’ye biçilen yeni rolü anlamayan ve viraj alamayan işbirlikçi bazı çevrelerin; diğer işbirlikçi yandaşlarını ‘vatanseverlik’ temelinde samimiyetsiz bir hezeyanla eleştirmesidir. Ermenistan’ın NATO ve AB üyeliği sürecinde olması, uzun süredir yalıtık durumda olmasından dolayı bozulan ekonomik durumu, Türkiye ile yakınlaşması için bir etkendi. Türkiye’nin ise, batı planına eklenerek Kafkasya pastasından bir kırıntı alma, petrol güzergahında taşeronluk yapma ve Ermenistan pazarı üzerinden Orta-Asya pazarlarına girme hedefi vardı. Aslında Gül ve Sarkisyan’ın Erivan’da buluşması, emperyalist plan ve projelerin Kafkasya’da çatışmaya başladığı, Ermenistan ve Türkiye’nin ihtiyaçlarının da bununla çakıştığı bir kavşakta gerçekleşti. Bu bağlamda Türkiye’ye biçilen rol, ‘aktif bir dış politika’ olarak görülemeyeceği gibi, Türkiye cephesinden Ermenistan’a uzatılan bir barış eli de, samimi olarak Ermenistan’la ilişkilerde açılan yeni bir sayfa da yoktur.

 

GÜL-SARKİSYAN BULUŞMASINA NASIL GELİNDİ?

A. Gül’ün Erivan ziyareti öncesinde, ‘gitsin mi, gitmesin mi ?” tartışmaları, basını uzunca  bir süre oyaladı. Ama herkes biliyordu ki, iki ülke heyetleri arasında Bern’de gizlice başlatılan girişimler ve ülke liderlerinin değişik ülke forumlarında verdiği yakınlaşma mesajları vardı. Yani ziyaret kaçınılmaz yapılacaktı, belki ilk adım başbakanlık düzeyinde vb. atılırdı. Ama Gürcistan’ın Osetya’ya saldırısıyla başlayan gelişmelerden sonra da, Türkiye’nin ‘Kafkasya İşbirliği Örgütü’ kurmak için girişimlere başlaması; aralarında dağlık Karabağ sorunu bulunan Azerbeycan ve Ermenistan’ın da bu organizasyonda yer alması gerektiğinin söylenmesi; T. Erdoğan’ın Rusya, Gürcistan ve Azerbeycan ziyaretlerini yapmış olması, Türkiye’nin, Sarkisyan’ın  Erivan davetine Cumhurbaşkanlığı düzeyinde katılmasını kaçınılmaz hale getirmişti. Ziyaret öncesi yapılan görüşmelere, yazılan ve söylenenlere bir göz atarsak konu daha da açıklığa kavuşacaktır.

Abdullah Gül bir önceki Azerbeycan ziyaretinde Ermenistan sorunun çözümünde; ‘stratejik dostu’ ABD’yi de göreve çağırmış: “Ermeni iddiaları konusunda ABD’ye ve bu soruna taraf gibi tavır alan ülkelere de görev düştüğünü; Türkiye’nin Ermenistan’a karşı düşmanca duygular taşımadığını; olayların bilimsel biçimde incelenmesi gerektiğini; Türkiye’nin arşivlerini açtığını” belirtmişti.

Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığı döneminde, Amerika ziyareti esnasında yazdığı, Washington Post Gazetesi’nin “Günün makalesi” köşesinde yayınlanan yazısında ise; “Türkiye, geçmişiyle yüzleşmekte zorluk çekmiyor. Askeri olanlar dahil tüm belgeler, uluslararası akademik topluluklara açık. Nitekim, Ermenistan’ın elindeki belgeler önemli değil. Sabırsızlıkla Ermenistan’ın olumlu cevap vermesini ve ortak komisyon kurulmasını kabul ettiğini açıklamasını bekliyoruz. Bu araştırmayı yapmak için diğer taraflarla da çalışmaya hazırız. Bu vesileyle teklifimizi, söz konusu komisyona tarihçiler atayarak, bu trajedinin ciddi biçimde aydınlatılması ve bir araya gelmemiz için, ABD de dahil olmak üzere üçüncü bir ülkeyi kapsayacak şekilde genişletiyorum” demişti. Ayrıca 8 Temmuz’da İsviçre’nin Bern kentinde iki ülke diplomatları bir araya gelmişti. Dışişleri bakanı Ali Babacan bu görüşmeyi doğrulayarak, “Kuşkusuz bu temas trafiği iki ülke arasındaki ilişkiler açısından önemli. Burada önemli olan, diyalog yoluyla, yapıcı bir yaklaşımla ilişkilerin nasıl normalleştirileceğinin görüşülmesi. Sorunlar vardır. Güncel sorunlar vardır, 1915 olayları ile ilgili görüş ayrılıkları vardır. Ancak bunların diyalog yoluyla ele alınması esastır” demişti.

Erivan ziyareti öncesinde, tarafların yoğun bir diplomatik trafik içinde olduğu görülmektedir.

Temmuz ayında bir Türk heyeti Erivan’a gitmişti. 4-7 Temmuzda Cumhurbaşkanı A.Gül, Kazakistan’a resmi bir ziyarette bulundu. Başkent Astana’nın başkent oluşunun 10. yıl kutlamalarına birçok Asya ve dünya lideri de katıldı. Burada A.Gül ile Sarkisyan arasındaki sıcak diyalog dikkat çekmişti. Ama bundan da önce AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı)’in 29 Haziran ve 3 Temmuz’da Astana’da gerçekleştirdiği 17. genel kurulunda bir karar alındı. AGİT Genel Kurulu’na Türk heyeti tarafından sunulan ve kabul edilen bu kararda özet olarak; “soykırım gibi olayların öncelikle tarihçiler tarafından arşivlerde yapılacak araştırmalar sonucunda tanımlanması ve gerekli görülmesi hâlinde üçüncü ülke bilim adamlarının da söz konusu araştırmalarda yer alabilmesi”nden bahsediliyordu.

23-29 Haziran 2008 tarihleri arasında Ermenistan’da NATO haftası etkinlikleri gerçekleştirildi.

NATO haftası etkinlikleri çerçevesinde üzerinde durulan bir diğer husus da Türkiye ile ilişkilerdi. NATO’nun Ermenistan’ın Türkiye ile olan ilişkilerini normalleştirmesini desteklediğini belirten NATO Genel Sekreter Yardımcısı Jean-François Bureau, bu çerçevede Sarkisyan’ın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Dünya Kupası elemelerinde Türkiye-Ermenistan maçını izlemek üzere Erivan’a davet etmesini ve iki ülke arasındaki sorunların görüşülmesini öngörmesini önemli bir gelişme olarak değerlendirdi. Bureau ayrıca, “NATO’nun üye ülkelerle diğer ülkeler arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesi konusuna önem verdiğini de belirterek Sarkisyan’ın söz konusu davetinin bu bağlamda önemli bir adım olduğu”nun altını çizmişti.

Ermenistan Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, 23-25 Haziran 2008 tarihinde Rusya Federasyonu’na (RF) üç günlük resmi bir ziyarette bulundu. Ziyareti sırasında RF Devlet Başkanı Dimitri Medvedev, Başbakan Vladimir Putin, Federal Konsey Başkanı Sergey Mironov ve Devlet Duması Başkanı Boris Grizlov’la da bir araya geldi. Görüşmeler sırasında başta iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkiler olmak üzere, Ermeni-Rus stratejik işbirliğinin arttırılması, Karabağ sorununun barışçı yollarla çözümü ve önümüzdeki dönemde Ermenistan’ın dönem başkanlığı yapacağı Ortak Savunma İşbirliği Örgütü’nün koordinasyonu konuları üzerinde duruldu. Rusya’daki Ermeni diasporasının önde gelen temsilcileriyle yaptığı konuşmada ‘Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmek için istekli olduğunu’ da belirten Sarkisyan “21’nci yüzyılda komşu devletler arasında sınırlar kapalı olamaz” ifadelerini kullanarak, ‘Türkiye’nin Ortak Tarihçiler Komisyonu önerisini şartlı olarak desteklediğini’ tekrarlamıştı. Ayrıca Türk-Ermeni ilişkileri konusunda, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi için bazı yeni girişimlerde bulunacağını söyleyen Sarkisyan, “bu girişimlerin ilkinin Dünya Kupası elemeleri sırasında gerçekleşeceğini, Dünya Kupası elemelerinde Türkiye ile Ermenistan’ın aynı grupta yer alıyor olması nedeniyle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Türkiye-Ermenistan maçını izlemek üzere Erivan’a davet edeceğini, maçın ardından iki ülke arasındaki sorunları enine boyuna görüşmeyi planladığını” belirtmişti.

Ermenistanlı siyaset uzmanı olan Erivan’ın Şam eski büyükelçisi David Ogenasyan’ın; “Kremlin’in Türk-Ermeni ilişkilerinin yoluna girmesi için girişimlerde bulunmak istediğini, Rus diplomasisinin Türk-Ermeni ilişkilerinin çözüm inisiyatifini Amerika’nın elinden almaya, Amerikan diplomasisinin gündeminde uzun yıllar kalan bu konuyu kendi gündemine almak istediğini” yazdı. Yine başka bir Ermeni uzman Aleksandr İskenderyan: “Güney Kafkasya’da dengelerin değişmesi sonucunda, Rusya şimdi Türk-Ermeni ilişkilerinin düzelmesini istiyor. Rusya’nın daha önce bölgede farklı bir tutumu olduğundan dolayı, Ermenistan’ın izolasyonda kalması Moskova’nın işine geliyordu. Bugün ise durum daha farklı, dolayısıyla Rusya şimdi izolasyondan yana değil diye görüş belirtiyor. (Alıntılar için Bkz. Rus internet portalı: www.kavkaz-uzel.ru)

Bölgede önemli bir ağırlığı ve gücü olan Rusya, Batının Ermenistan üzerindeki hamlelerinin önünü kesmek istiyor. Çünkü bölgeyi denetlemekte önemli bir yare sahip Ermenistan’ı, her ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemeyecektir. Bu nedenle, iki ülke arasındaki yakınlaşma, sadece ABD ve AB ülkeleri tarafından değil Bölge üzerindeki Batının kuşatmasını köklü olarak defetmek isteyen Rusya tarafından da isteniyor gibidir. Çünkü Rusya, Putin’in dediği gibi, Ermenistan’ı Rusya’nın ileri karakolu” olarak görmeyi sürdürüyor ve Ermenistan’la mevcut yakın ilişkilerini, bozmamaya daha da pekiştirmeye ihtiyaç duyuyor. Başta ABD’nin ve dünyanın derin bir kriz içinde debeleniyor oluşu şu an zayıf ekonomileri ile sadece Ermenistan’ı değil, bağımsız olan eski SSCB’nin cumhuriyetlerini de Rusya’ya daha çok bağlamaktadır. En son Rusya’nın eski SSCB cumhuriyetlerini toplayarak (Gürcistan hariç) yaptığı antlaşma ve paktın merkezinde bölgenin lider gücü Rusya’nın bulunması; ABD’de başlayan krizin etkisinden sakınmak isteyen eski SSCB cumhuriyetlerinin şu an ekonomisi güçlü olan Rusya’ya dayanmak istemeleri; Rusya’nın elini batı karşısında daha da güçlendiren olgulardır. Bu nedenle, arzu etmese de, Ermenistan’ın Türkiye ile yakınlaşmasına karşı bugün karşı çıkmayan Rusya’nın, Ermenistan-Türkiye yakınlaşmasında, her iki ülkeyle ekonomik, tarihsel, bölgesel yakınlık ve enerji kaynaklarının tekeline sahip olma avantajlarını kullanarak, ABD’nin önüne geçmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Rusya’nın ABD’ye oranla Ermenistan’la ilişkilerde ağırlık koymasını kolaylaştıracak çok sayıda avantajı vardır: Eski SSCB Cumhuriyeti olan Ermenistan’la bugünkü Rusya’nın tarihsel yakınlığının yanı sıra, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarına yönelik işgal hareketinde Rusya’nın verdiği destek ve bundan Ermenistan’ın duyduğu memnuniyet; Ermenistan’da Rus askeri üslerinin bulunuşu; geçimini sağlamak için giden bir milyondan fazla Ermeni’nin Rusya’da çalışıyor olması: Ermenistan’ın Rusya’dan aldığı enerjiye bağımlılığı; ayrıca Rusya’nın birçok stratejik işletmesinin Ermenistan’da bulunması; Rusya’nın Ermenistan halkı arasındaki imajının Ukrayna ve Gürcistan’a oranla daha güçlü olması, Rusya’yı bu bölgede avantajlı kılmaktadır. Ermenistan’ın bölgedeki komşularıyla yegane yakın ilişkisinin Rusya ve İranla olması; enerji ve petrol ilişkisini bu ülkeler üzerinden kurması ve İran’ın Rusya ile mevcut yakın ilişkileri göz önüne alındığında, Ermenistan’ın yazgısının, adeta Rusya’ya bağlanmış olduğu da görülüyor.

Bölgede çatışma içindeki tüm emperyalist güçlerin, Erivan buluşmasında taraf olduğu, yukarıda özetlediğimiz gelişmelerin seyrinden de anlaşılmaktadır. Önceden pişirilip hazırlanan ve Türkiye’nin önüne konan Erivan ziyareti’nde, Gül’e sadece ‘görev gezisi’ni yapmak düşmüş! Konuya ilgi duyanların yukarıda aktardığımız görüşlerinden de görülüyor ki, tüm taraflar, emperyalist odaklar, ABD, AB, NATO, Rusya, kendileri yönlendirdikleri sürece, Ermenistan–Türkiye ilişkilerinin gerginlikten yumuşama aşamasına geçmesinden yanadır. Egemen güçler, kendi çıkar hesapları ve planları sonucu bu yakınlaşmayı istiyorken, gönül isterdi ki, kimsenin itmesi olmaksızın, taraflar kendi bağımsız iradeleriyle dostluk masasında bir araya gelsin; tarihsel olarak yıllardır barış ve dostluk içinde yaşayan Ermeni ve Türk halkları arasındaki sorunları giderip, düşmanlık ve kinden uzak yeni bir sayfa açsın!

      

SONUÇ OLARAK

Gürcistan’ın Osetya’ya saldırısına Rusya’nın cevabı ve bölgedeki olası gelişmeler, Türkiye’ye daha önceden biçilen ve kesintiye uğrayan rolün hızla sahneye konmasını gerektirmiştir. Çünkü ABD ve Batılı emperyalist güçler ile Rusya arasında, petrol havzaları ortasında kilit bir konumda olan Gürcistan, Ukrayna ve Ermenistan üzerinde hegemonya kurmak konusunda bir çekişme Gorbaçov dönemi sonrasından bugüne zaten süregelmekteydi. Rusya eskiden kendine bağlı cumhuriyetlerini tekrar kazanmak isterken, ABD ve AB (farklı eğilimleri barındırsa da) ise, bu ülkeleri  NATO vb. ittifaklar içine çekerek Rusya kuşatmasını tamamlamak ve aynı zamanda Asya’dan Avrupa’ya uzanacak güvenli bir enerji koridoru yaratmak istiyordu. Gürcistan’ın ABD destekli atağına Rusya’nın sert cevabı, bu enerji koridorunu yarmış görünüyor ve hesaplaşmada sıra, Ukrayna ile Ermenistan’a gelmiş görünüyor.

 ABD’nin İran’ı da hedefe koyduğu düşünüldüğünde, Kafkasya bölgesinde en azından kendi çıkarlarına hizmet etmek üzere müttefik olabilecek bir Ermenistan ve Türkiye; batının tercih ettiği bir şeydir. Rusya da elbette, ABD’nin denetiminde olmamak kaydıyla, bölge ülkeleriyle ilişkilerini bozmamak için, bu yakınlaşmaya karşı çıkar görünmeyecektir. Nitekim Türkiye’nin ‘Kafkasya İşbirliği Örgütü’ önerisine, bu koşullarda gerçekleşmesi olanaksız olsa da, karşı çıkmamış, desteklemiştir. Genel olarak emperyalist güçler, Türkiye–Ermenistan arasındaki sorunların kesin olarak çözülmese de, en azından yumuşatılmasını; iki ülkenin aynı masada oturabilecek konumda olmasını arzu ediyor. Bu çerçeveden bakıldığında, ‘Türkiye’nin aktif dış politikası denen rolü”nün, ABD’nin iterek sürüklediği bataklığa gözükara dalmak  anlamı taşıdığı açıktır.

Ermenistan’la ilişkilerde şimdiye kadarki tüm hükümetler, resmi politika olan “sözde soykırım meselesi” lafızıyla sorunun üzerinden atlayan inkarcı bir hat izlediler. Ermenistan cephesinde ise, 1915 kıyımı, Taşnaklar ya da Hınçaklar, hangi klik yönetimde olursa olsun ve kıyımı yaşayanların torunları olarak, ister Ermenistan’da, ister diasporada yaşasın tüm Ermeni halkının hafızalarına kazınmış bir olgu olarak tazeliğini korumaktadır. Ermeni halkının tarihinin ayrılmaz bir parçası olan bu sorunun unutulacağını beklemek hayalciliktir. Bu nedenle, “soykırım” sorunu, hiçbir Ermeni yönetiminin eğer ciddi bir jest görmezse, öyle kısa vadede, üzerinden atlayıp geçebileceği bir konu niteliğinde değildir. İki halkın dostluk ilişkilerinde, sözde ermeni soykırımı’ gibi inkarcı tutumdan vazgeçilerek, Türkiye’nin  geçmişteki katliamlardan dolayı Ermeni halkından özür dilemesi; sınırların açılması; diplomatik ilişki kurulması; dostluk ilişkilerinin kurulması ve geliştirilmesinde, hiçbir tıkayıcı ön şart ileri sürülmemesi; tarihçiler araştırır ya da araştırmaz, ama ‘soykırımın tanınması’ konusunun, zaman içinde halkların birbirini anladığı, yakınlaştığı sürece bırakılması en akla uygun yol olacaktır.

Erivan görüşmesinden sonra, Ermeni ve Türkiye taraflarının yaptığı açıklamalara bakılırsa, ‘yolun yarısı geçildi’. Diğer yarısının ne zaman ve nasıl geçileceği, bölgedeki kapışmanın alacağı düzeye, bölgenin bağımlı ülkelerinin, emperyalist güçlerin bloklaşmasına paralel olarak safa girmelerine bağlı olacaktır. Nitekim Erivan ziyaretinden sonra New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle bir araya gelen Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan dışişleri bakanlarının görüşmesinden herhangi bir somut sonuç çıkmayınca, “yine başa mı dönüldü?” kaygılarının çoğalması da, görüşmelerin sonucunun emperyalistlerin hamle ve karşılıklı hamlelerine bağlı olacağına işaret etmektedir.

Erivan ziyareti, emperyalist güçlerin, tarafları itmesiyle gerçekleştiği için, bugünden iki ülke arasındaki sorunları çözerek, halklar arasında barış ve dostluğu geliştirebilecek bir potansiyelden yoksundur. Rusya’nın bölge ülkeleri üzerindeki nüfuzunu kırmaya yönelik Batı emperyalistlerinin planının bu safhası, Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki gerginliği giderme bahanesiyle oynandı. Girişimden amaçlanansa, bölge üzerinde yapılacak sonraki operasyonlarda, iki önemli kilit ve karakol pozisyonundaki ülkeden (Türkiye zaten potaya girmiş durumdadır) Ermenistan’ı da yumuşatarak, Rusya’nın etki alanından koparmaya çalışmaktı. Erivan Buluşması’nın ve sonraki görüşmelerin içeriğini, çatışan güç odaklarının Kafkasya’daki çıkar hesapları belirlese de, her iki ülkenin, bu vesileyle ilişkilerini düzeltmesi; sınırların açılıp, diplomatik ilişkilerin kurulması; her iki tarafta da şoven ve milliyetçi kesimlerin, tarihsel kinleri körüklemesinin etkilerini zayıflatacak, uzun vadede iki halk arasındaki dostluk ve kardeşlik bağlarının gelişmesinin yolunu açacağından halkların kazanç hanesine yazılacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑