İSRAİL OPERASYONU: GAZZE’NİN TEPESİNE DÖKÜLEN KURŞUN

 

 

EYLEM AKDENİZ-GÖKER

İSRAİL OPERASYONU: GAZZE’NİN TEPESİNE DÖKÜLEN KURŞUN

 

Kardeşlerim, onları bana verin! Analar ve babalar, çocuklarınızı bana verin…” 1942’de Polonya’da 162 bin Yahudi’nin hapsedildiği Łódź Gettosu’nun işbirlikçi Yahudi yönetiminin başı olan “Kral Chaim” lakaplı Mordechai Chaim Rumkowski karşısındaki kalabalığa yalvarıyor, gettonun Nazi yönetiminin talep ettiği “tahliye” kotalarını karşılamak için on yaşın altındaki çocuklarını Judenrat’a[1] teslim etmelerini istiyordu halkından. Bir “kasap” değildi Rumkowski; işbirlikçiliği abluka altındaki Łódź’da mümkün olduğunca çok sayıda Yahudi’nin hayatta kalmasını sağlamak ama aynı zamanda da kendi gücünü ve ayrıcalıklarını korumak için kabul etmişti. Ne trajiktir ki 67 sene sonra İsrail ablukası altındaki “Filistin Gettosu,” işbirlikçilerin timsah gözyaşları eşliğinde, Gazze’deki çocuklarından vazgeçmek zorunda bırakıldı. Gerekçe neydi? Gazzelilerin onlara masallar anlatan “Kral Chaim”lere tahammülü yoktu; “uslu durmuyorlardı”.

Başka bir dizi neden bir yana, İsrail devletinin 27 Aralık tarihli “Kurşun Dökme Operasyonu”nun temel amacı, direnen bir halkı cezalandırmak, yok etmekti. Yirmi iki günlük saldırı süresince uluslararası insan hakları hukuku hiçe sayılarak “uslu durmayan” Gazze halkı cezalandırıldı ve bir insanlık suçuna imza atıldı. Ateşkesi uzatmayı reddedip İsrail’e roket saldırılarında bulunan Hamas yönetiminin katliamı kışkırttığına inanlar yok değil. Bombalanan binaların okul ya da ibadet yeri olması bir şey değiştirmiyor: Söz konusu yerler de Hamas militanlarının yuvalandıkları alanlar olarak tarif edildiğinden pekâlâ meşru hedef sayılabiliyorlar. Oysa çok değil, bir yıl kadar önce, 28 Şubat 2008 tarihli konuşmasında İsrail Savunma Bakan Yardımcısı Matan Vilnai, saldırının boyutları konusunda gereken ipuçlarını vermiş, hedeflerinin bir “soykırım” olduğunu çekinmeden ifade etmişti: Vilnai’ye göre, Hamas, Kassam saldırılarını sürdürdüğü takdirde Filistinliler büyük bir “shoah”ı davet etmekteydiler.[2] Vilnai, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin maruz kaldığı soykırım için kullanılan İbranca kelimeyi telaffuz etmişti. Yani, Hamas saldırılarına devam ettiği takdirde, Filistinliler soykırıma uğratılabilirdi! Denklem besbelli şöyle kuruluyordu: Hamas demek halk demektir; Hamas terörist ise o zaman tüm Gazze halkı teröristtir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Özel Raportörü Profesör Richard Falk, Gazze’deki trajediye en yakın örneğin Varşova gettosu katliamı olduğunu söylerken[3] Vilnai’nin sözlerinin bir dil sürçmesinden ibaret olmadığını da tescillemiş oldu. Etrafı çevrelenmiş bir toprak parçasında 18 aydan uzun bir süredir en temel insani gereksinimlerinden yoksun bir halde yaşam mücadelesi veren 1,5 milyon insan, tecride boyun eğmedikleri için İsrail’in hiddetini üzerlerine çektiler. Saldırıyı davet edenin roket saldırılarıyla Hamas olduğu iddialarına yanıt yine Prof. Falk’dan geldi. Falk’a göre Filistinliler roket saldırılarıyla olsa olsa bir “hayatta kalma suçu” işliyorlardı; Gazze halkını getto koşullarına mahkûm ederek “insanlık suçu işleyen” İsrail’in yaptıklarının yanında bu pek de büyük bir kabahat sayılmazdı.[4] Katliamın boyutları göz önünde tutulduğunda kışkırtıcının kim olduğu çok da mühim olmamalı; zira hiçbir kışkırtma böylesi büyük bir katliamı gerekçelendirmeye yetmez. Yine de, Falk’ın izinden gidecek olursak, kışkırtılan bir taraf varsa bunun Hamas yönetimindeki Gazze halkı olduğunu yinelemek gerekiyor. Gazze’ye uyguladığı ambargoya son verme taahhüdünü hiçbir zaman yerine getirmeyen İsrail devleti, Gazze Şeridi’nin tam bir tecrit bölgesine bürünmesine sebebiyet verirken olabilecekleri hesaplamış olmalı. Dahası, İsrail ve Hamas arasında 2008 Haziran’ında Mısır arabuluculuğunda yürürlüğe giren ve 14 Aralık’ta sona eren ateşkesi yenilemeyeceğini ilan eden taraf Hamas yönetimi gibi görünse de, henüz Kasım ayında ateşkesi ihlal eden İsrail devletinin bizzat kendisiydi. İsrailli bir askeri rehin almak amacıyla açıldığı öne sürülen 250 metrelik tüneli imha etmek üzere saldırıya geçen İsrail güçleri, altı Hamas askerini öldürdü ve karşılığında Hamas’ın roket saldırılarına maruz kaldı.[5] Hamas’ın işlediği “hayatta kalma suçu” İsrail’in 27 Aralık’ta önce hava harekâtıyla başlayan saldırısına inandırıcılığı son derece zayıf bir gerekçe oldu.

27 Aralık Saldırısı: Kusursuz Zamanlama

Gazze saldırısının çok önceden titizlikle tasarlanmış olduğunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. ABD Başkanı Obama’nın görevi devralmasına çok kısa bir süre kala gerçekleştirilmiş ve Obama’nın başa geçmesinden hemen önce sonlandırılmış olması saldırının olası getirileri konusundaki hesaplara dair ipuçları sunuyor. Anlaşılan o ki, denklemin önemli bir ayağı, Obama başkanlığındaki yeni dönem. Dört bir yandan düşmanlarla kuşatıldığı vehmi ile dış politikasını bütünüyle savunmaya endekslemiş bir İsrail açısından ABD’nin yeni dönemi belli açılardan endişe yaratmış olmalı. Her ne kadar İsrail-ABD ilişkileri konusunda ciddi bir kırılmanın söz konusu olmayacağı bilinse de, Obama’nın adaylığı kesinleştiğinde, İsrail basını tereddütlerini gizleme gereği duymamıştı: İsrail’e destek konusunda olumsuz herhangi bir beyanda bulunmamış da olsa, göreve geldiğinde Obama’nın ne yapacağını bilmenin bir garantisi yoktu. Kaldı ki Obama, Cumhuriyetçi rakibi ABD Senatörü John McCain gibi İsrail’e destek konusunda kuşkuya yer bırakmayan bir duruş sergileyemiyor, örneğin, İran’la ilişki kurma konusunda kararlı olduğunun işaretlerini veriyordu.[6] Ayrıca “işgalci Siyonist rejim ortadan kalkmalı” diyen Ahmedinejad’ın yönetiminde Hamas’a yoğun bir destek veren İran’la diplomatik ilişki kurulması ihtimali bile İsrail açısından kabul edilemez bir durumdu. İran, “dünya terörünün merkezi”ydi ve Hizbullah ve Hamas’ı uyduları olarak kullanmaktaydı. Cumhurbaşkanı Peres, Katalan Gazetesi La Vanguardia’ya verdiği röportajda, İran, Hizbullah’ın alması için silahları Suriye‘ye gönderiyor. Şimdi de Gazze’ye silah sızdırmaya çalışıyorlar. Hamas’ın füzelerinin çoğunluğu İran malı. İran, dünyada terörün merkezi” iddiasında bulunuyordu.[7] Dolayısıyla, Obama yönetiminde mevzu bahis olabilecek muhtemel ödünlere karşı önceden tertip edilmiş bir hamle olarak “Kurşun Dökme Operasyonu” kusursuz bir zamanlamayla gerçekleştirildi. Hamas’ı yok etmeyi ve ona destek veren Gazze halkını cezalandırmayı amaçlayan İsrail devleti, Obama’lı ABD’nin muhatap alabileceği bir Hamas kalmasın istedi.

“Kurşun Dökme Operasyonu”nun zamanlamasında etkili olan bir diğer unsur, yaklaşan İsrail seçimleri. Anımsanacak olursa, yolsuzlukla suçlanan Başbakan Ehud Olmert’in istifasının ardından Kadima’nın yeni lideri seçilen Dışişleri Bakanı Tzippi Livni, hükümeti kurmayı başaramamış, nihayetinde de Cumhurbaşkanı Peres erken seçim kararı almıştı. 10 Şubat 2009’da yapılacak olan genel seçimde iki partinin başa güreşeceği düşünülüyordu: Bitkisel hayattaki Ariel Şaron yerine liderliğini Livni’nin sürdürmekte olduğu Kadima ve Benjamin Netanyahu’nun liderliğindeki Likud. Kendini merkez sağ olarak tanımlayan Kadima karşısında Filistin konusunda sertlik yanlısı aşırı sağcı Likud’un şansı bir hayli yüksek. Netanyahu gibi bir figürün, zaten bir korku toplumuna dönüşmüş İsrail halkını Hamas’ın başarısının 2005 yılında İsrail’in Gazze’den tek taraflı çekilmesinin bir sonucu olduğuna ikna etmesi hiç de zor değil. Livni, “Kurşun Dökme Operasyonu” ile güvenlik odaklı bir muhalefet yürüten ve anketlere bakılırsa önde giden Netanyahu cephesi karşısında avantajlı konuma geçmeyi hedefliyordu. Ancak anket sonuçlarında ibrenin hâlâ Likud’un zaferini gösteriyor olması Livni’yi telaşlandırmışa benziyor. Kısa bir süre önce yaptığı açıklamada Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı bir hükümetin Obama yönetimiyle çatlağa yol açabileceğine değinen Livni, Netahyahu’nun başbakanlık yaptığı 1996-99 yıllarında ABD ile ilişkilerin dibe vurduğunu hatırlatarak kamuoyunu ikna etmeye çalışıyor.[8]

Likud’la çekişen tek parti Kadima değil kuşkusuz. Mevcut hükümetin koalisyon ortağı İşçi Partisi (Mapai) de milliyetçilik ve militarizm yarışında üzerine düşeni yapmaktan geri durmuyor. Hatta Gazze katliamıyla Savunma Bakanı ve İşçi Partisi lideri Ehud Barak’ın yıldızının epeyce parladığını teslim etmek gerekiyor. “Kurşun Dökme Operasyonu”nun ardından Barak’ın liderliğindeki İşçi Partisi’nin İsrail Meclisi Knesset’te 18-20 arası sandalye kazanabileceği ve bu durumda koalisyon ortağı olarak seçim sonrası hükümette yer alabileceği hesapları yapılmakta.[9] İsrail barış hareketinin önde gelen figürlerinden Uri Avnery, Gazze saldırısının mimarı olarak “savaş suçlusu” sıfatıyla anılması gereken Barak’ın çok temel bir yanılgıya saplandığını söylüyor. Barak’ın temel yanılgısı, seçim yarışında partisine geçici olarak puan kazandıran Gazze saldırısının, tüm savaşlarda olduğu gibi, toplumun, korku ve nefret gibi en ilkel hislerini harekete geçirerek, aslında genel olarak sağın yükselişine katkıda bulunuyor oluşu.[10] Barak böylelikle sağcı Netanyahu’nun zaferini ve Avigdor Liberman’ın Arap düşmanı faşist partisinin yükselişini kolaylaştırmış oluyor.

Görünen o ki, iç siyasette önemli bir kazanım malzemesi olarak değerlendirilen Gazze operasyonu, İsrail siyasetini daha da sağa çekmeye hizmet ediyor. Seçim yoklamaları Meretz gibi sol partilerin oy oranlarındaki düşüşü gözler önüne seriyor. Bizde CHP ne kadar solcuysa o kadar solda sayılabilecek İşçi Partisi ise saldırının mimarlarından biri olmanın sağladığı geçici ve sınırlı yükselişle avunmak durumunda.

Polis Devleti ve Bir Avuç Muhalif

Gazze’de gerçekleştirilen katliamı Hamas’ın roket saldırılarıyla ilişkilendirmek İsrail devletini, büyük bölümü orduya tam destek veren kendi halkı nezdinde de aklıyor. Hamas’ın hiç yoktan kendilerine roket yağdırdığını düşünüyor İsrailliler. Böylesi bir düşünüş tarzı da hali hazırda var olan sürekli teyakkuz durumunu ve tehdit algısını diri kılarak, işgalci politikaların İsrail’in var olma mücadelesinin zorunlu bir sonucu olduğu iddiasını güçlendiriyor. Sol kesimden operasyona destek verenlerin bir kısmı siviller ve Hamas militanları arasında ayrım gözetildiğine gerçekten inanıyor. Kimsenin aklına Filistin halkının kendini temsil etmek üzere seçtiği hükümeti yok etme çabasının o halkı yok saymak olup olmadığı sorusu gelmiyor. İsrailli savaş karşıtlarının cesaretli mücadelesi halkın büyük çoğunluğu için bir şey ifade etmediği gibi gün geçtikçe zayıflıyor. Vatani görevin kutsal sayıldığı ve askerliğin vatanseverlikle özdeşleştirildiği topraklarda militarizmi sorgulamaya yeltenmek ya bir tür meczupluk hali olarak değerlendiriliyor ya da vatan hainliğine eşdeğer bir tutum olarak ele alınıyor. Tepelerine Kassam roketleri yağarken bir kesimin barış çağrıları yapıyor olmasının, devletin saldırgan ve işgalci politikalarının kendi refahları için zorunlu olduğuna inan(dırıl)mış İsrail halkı için anlaşılır yanı yok. İsrail toplumunun içinde bulunduğu sürekli teyakkuz hali, devletin saldırgan ve işgalci politikalarını meşru kılmaya hizmet ederken, toplumsal anlamda her türden şiddet ve saldırganlığı da zımnen onaylamış oluyor. Yapılan çalışmalar, son yıllarda aile içi şiddetin ve gençler arasında saldırganlığın arttığını gösteriyor. Korku, İsrail halkının ruhunu kemiriyor.

Gazze katliamına yönelik tepkilerin cılızlığı, İsrail toplumunun genel anlamda sağa kayışı hesaba katıldığında oldukça anlaşılır. Kaldı ki bu konuda sol partilerin iyi bir sınav verdiğini söylemek de mümkün değil. Komünist Parti’yi (Hadash) ve Siyonist olmayan birkaç marjinal grubu hesaba katmazsak, İsrail solu olarak tanımlanan kesim Siyonizmle bağlarını koparabilmiş değil. İsrail’in en geniş ve en etkin barış inisiyatifi Peace Now (Barış Şimdi), 2006 Lübnan Savaşı’nı “devletin var olma hakkı” olarak desteklediğini açıklamış, İsrail güvenlik kabinesi Ağustos ayı ortalarında kara harekâtını genişletme kararı aldığını açıklayana dek saldırıya yönelik desteğini sürdürmüş, ancak bundan sonra Lübnan savaşını protesto eden bir gösteri düzenlemişti. Oysa 2000 yılında İsrail’in Lübnan’dan çekilme kararı almasında meydanları dolduran kalabalıkların önemli bir rolü vardı. 2008 Gazze saldırısı, daha da geri bir duruma işaret ediyor. İsrail’in işgalci politikalarına karşı da olsalar kendilerini solda tarif edenlerin büyük bölümü operasyonda hükümetin haklı olduğuna inanıyor.

17 Ocak’ta Uri Avnery önderliğindeki Barış Bloku başta olmak üzere yirmi kadar barış örgütü büyük bir gösteri düzenledi. Göstericileri “vatan haini” ilan ederek gösteriyi basan milliyetçiler, sözlü taciz edip tartakladıkları savaş karşıtlarını protestolarını bitiremeden dağılmak zorunda bıraktılar. Avnery’nin hazırladığı bildiriyi okumasına izin dahi verilmedi. Resmî kayıtlara göre, çoğunluğu Filistinli 763 İsrail vatandaşı gözaltına alındı ve sorgulandı. Göstericilerden otuzu halen tutuklu bulunuyor. İsrail gizli servisi Shin Bet gösterilere katılanları tehdit ediyor ve terörist etkinliklere destek vermekten haklarında soruşturma açılacağını ileri sürerek sindirmeyi hedefliyor. Kısa bir süre önce, dayanışma etkinliklerinin örgütleyicilerinden Ameer Makhoul, Shin Bet’e mensup kimselerce kendi evinde dört saat boyunca sorgulandığını ve tehdit edildiğini aktardı kamuoyuna.[11] Makhoul, İsrail’in açıkça bir polis devletine dönüştüğünü söylüyor. Yine de, İsrail’de barış ve güven ortamının, Filistinlilerin barışa kavuşmasıyla sağlanabileceğine inanan bir avuç İsraillinin yiğit mücadelesi pek çok bakımdan öğretici görünüyor. Dünyanın en militarize ülkelerinden birinde bir avuç insan meydanlara çıkıp seslerini yükseltebilme kararlılığı gösterebiliyor. Üstelik bunu yaparken anti-semitizmin dünyanın her köşesine bulaşmış lanetli bir ırkçılık türü olduğunun bilincindeler ve bu durumun vicdanlarını karartmasına izin vermiyorlar.

Kazananlar ve Kaybedenler

Gazze saldırısı, 2006 yazında Lübnan’da Hizbullah karşısında ciddi bir hezimete uğrayan İsrail ordusunun toplum nezdinde zedelenen itibarını yeniden tesis etmesi ve güven tazelemesi bakımından da önemli bir fırsat sundu. Hizbullah’ın gerilla savaşı karşısında ciddi kayıplar veren İsrail ordusu sadece kendi halkı değil bölge halkları nezdinde de ‘İsrail’in yenilmezliği’ imajını diriltmek niyetindeydi besbelli. Yaratılan korku ortamının sağlayacağı en önemli kazanımın işbirlikçilerin daha da sindirilmesi ve tam boy bir teslimiyete mahkûm edilmesi olduğuna inanıldığını düşünmek mümkün görünüyor. İsrail Hamas direnişini korku ve yılgınlık yaratarak boğmayı tasarlarken, Mahmud Abas önderliğindeki işbirlikçi El-Fetih kesimini de daha çok teslim alabileceğini hesaplamış olmalı. Operasyonun sonucunda ortaya çıkan tabloya baktığımızda, kazananın Hamas olduğunu söylemek mümkün. Hamas, boyun eğmeme konusundaki kararlılığın bir sembolü olarak Filistin halkının ayakta kalmasını sağlıyor. Gazze’ye yönelik katliamı kınayan Batı Şeria’daki El-Fetih destekçisi Filistinliler, El-Fetih’in bu insanlık dramı karşısında takındığı işbirlikçi tutum karşısında saflarını değiştirme zorunluluğu hissediyor. “Kurşun Dökme Operasyonu”nun safları netleştirmesi bakımından direniş mücadelesinde önemli bir rol üstlendiğini söylemek bile mümkün.

Kaybedenler listesi bir satırda anılamayacak denli çok sayıda kesim ve grubu içerdiğinden uzayıp gidiyor. Listenin başında, daha saldırgan ve daha militarist bir iklime saplanan İsrail toplumu yer alıyor. İsrail devletinin en başta gelen ideolojik dayanağı olarak korku, ruhunu kemirdiği İsrail insanını insani değerlerin hükümsüz kaldığı bir mecraya doğru sürüklüyor.

Kaybedenler listesinin bir diğer unsuru, başta Mısır hükümeti olmak üzere saldırıya kayıtsız kalan bölge ülkeleri. Refah sınır kapısını açmayarak Gazzelileri açlığa ve ölüme terk eden Mısır, İsrail’in açık bir destekçisi olarak işlenen insanlık suçuna ortak oldu. Kendi topraklarındaki en önde gelen muhalefet hareketi Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bir kolu olarak Hamas’ın cezalandırılması, Mısır yönetimi açısından iç rahatlatıcı bir gelişme sayıldı. Ne var ki Hüsnü Mübarek yönetimi, Gazze katliamındaki işbirlikçi tutumunun Mısır halkı nezdinde ne türden bir kırılmaları beraberinde getirebileceğini iyi hesaplamamış görünüyor. İşte bu yüzden, Hüsnü Mübarek, insani anlamda olduğu kadar siyasal dengeler bakımından da tablonun kaybedenleri arasında yer alıyor.

İsrail’in uluslararası hukuk kurallarının şu anki zayıf yapısına göre bile açık bir şekilde ispatlanabilecek türden savaş suçları işlediği Gazze Operasyonu, BM ve muadili uluslararası örgütlerin emperyalist-kapitalist dünyada işlevsizleştiğini de iyiden iyiye tescillemiş oldu. İsrail’e yaptırım uygulamayarak Gazze vahşetine zımni bir onay veren BM, işlenen savaş suçuna da ortaklık etti.

Sözün özü, Gazze saldırısının kazananı, ne cılız bir sesle Filistinlilerin yanında olduğunu ifade eden birtakım bölge ülkeleri, ne de sahte bir “arabuluculuk” oyunu oynayan Mısır gibi ülkelerdir. Kazanan, İsrail’i sert bir dille kınarken İsrail devletiyle her düzeyde askerî, ticari, kültürel ilişkileri sürdürmekte olan Türkiye Cumhuriyeti devleti de değildir. Bütün bu kesimler, ambargo süresince suskunluklarını koruyarak Gazzelilerin soykırıma terk edilmesine çoktan göz yummuştu. Dünya kamuoyu, Gazze Şeridi İsrail tarafından abluka altına alındığında susmuş olmasaydı, İsrail’in bu kadar ileri gitmesi mümkün olmayacaktı.

Gelinen noktada, bir zamanlar dünya soluna ilham veren, Varşova’daki Getto Anıtı önüne çiçekler bırakarak Polonya Yahudilerinin gettodaki anti-faşist direnişi ile Filistin direnişi arasındaki evrensel bağlara işaret edebilen FKÖ’nün[12] savrulduğu konum içler acısı. FKÖ, Filistin’de devrimci bir mücadelenin bütün kanallarını tıkamışken, siyaset alanını Hamas’ın doldurması ah vah edilip lanetlenecek bir durum değil. Öte yandan Hamas da, orta vadede Filistin’in yaralarını ulus-ötesi eklemlenmelerle sarmayı başarabilecek esneklik ve kapasitede bir oyuncu değil. Bölgede solun mücadele alanını devlet-dışı kanallardan güçlendirebilecek bir hareketlenme için, “uluslararası diplomasi” yanında daha güçlü araçlar gerekiyor.


[1] Yahudi gettolarını Naziler adına idare eden, işgal öncesi cemaatin ileri gelen Yahudilerinden seçilmiş işbirlikçi birim.

[2] http://www.guardian.co.uk/world/2008/feb/29/israelandthepalestinians1

[3] http://www.haaretz.com/hasen/spages/1058196.html

[4] Aktaran, Chris Hedges, “Israel’s Crime Against Humanity,” TruthDig, 15 Aralık 2008.

[5] James Hider, “Six Die in Israeli attack over Hamas tunnel under border to kidnap soldier,” The Times,6 Aralık 2008.

[6] Leslie Susser, JTA.org, 6 Haziran 2008.

[7] Cumhuriyet,9 Ocak 2009.

[8] Radikal,26 Ocak 2009.

[9] Shelley Paz, “Labor aims for at least 20 seats on cottails of Gaza campaign,” Jerusalem Post, 27 Ocak 2009.

[10] http://zope.gush-shalom.org/home/en/channels/avnery/1232853498/

[11] Nora Barrows-Friedman, “Police State Celebrates,” The Electronic Intifada, 20 Ocak 2009.

[12] Joseph Massad, “The Gaza Ghetto Uprising,” The Electronic Intifada, 4 Ocak, 2009.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑