Yerel Yönetimler ve Temel Perspektif

yerel yönetimler ve temel perspektif*

Türkiye yerel yönetimlerle ilgili seçim sürecine olağan olmayan koşullarda girmiş bulunuyor. Kapitalist sistemin yaşadığı derin kriz Amerika’da finansal sektörde başlamış gibi görünse de hem tüm sektörleri kapsayacak şekilde genişleyerek ve derinleşerek, hem de dünyanın bütün ülkelerini etkileyecek şekilde gelişiyor.

Dolayısıyla Türkiye’yi de derinden etkileyeceği belli olan, şimdiden etkilerinin yaşanmaya başlandığı bu kriz, sermaye güçleri ve onların partileri ile en geniş halk kitleleri arasındaki çelişkinin derinleştiği, çıkar çatışmalarının daha net görülebileceği bir süreci ortaya çıkaracaktır.

Çünkü;

Krizin yükünü halkın sırtına yıkma çalışmaları, sermayenin bugünkü sözcüsü ve uygulayıcısı olan AKP hükümeti tarafından başlatılmıştır.

IMF ile yapılacak anlaşma sonucunda kamu harcamaları ile çalışanların ücretleri kısıtlanacak, sosyal haklar daha da budanacak, bütün birikimler ve alınan borçlar krizden çıkma adına sermaye güçlerine peşkeş çekilecektir.

Daha önce başta eğitim ve sağlık olmak üzere yapılan özelleştirmelerin, sosyal güvenlik alanındaki değişikliklerin halkın aleyhine olan sonuçları önümüzdeki günlerde daha yakıcı bir şekilde kendini gösterecektir.

Elektrik ve doğalgaz başta olmak üzere bir dizi zamlar kriz bahanesiyle peş peşe gelmeye devam edecektir.

Kriz gerekçe gösterilerek onun gelişme seyri içinde sermayenin çıkarları temelinde bir dizi yeni düzenleme ve uygulama devreye girecektir.

Ekonomik gelişme ve sıkıntılara paralel olarak işten çıkarmaların daha yoğunlaştığı, sendikasız çalışmanın dayatıldığı saldırılara paralel olarak, anti-demokratik uygulama ve baskılar daha da artırılmak istenecektir.

Demokratikleşme alanında her geçen gün geriye giden gelişmeler, Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü konusunda daha da gericileşecek ve geleneksel çizgiyi sürdüren anlayış, ülkeyi yönetenlerin zayıf karnı olarak, sorunları derinleştiren bir etken olarak devam edecektir.

Görülen o ki, bu ve benzeri gelişmeler; en geniş emekçi yığınlar ve geniş halk kitlelerinin çıkarı ile sermaye güçlerinin ve onların partilerinin programlarının, dönemsel plan ve taktiklerinin çatıştığı ve bu durumun geniş halk kitleleri tarafından daha iyi anlaşılmaya başlanacağı bir döneme doğru gidecektir.

Türkiye yerel yönetimlerle ilgili seçim sürecine böyle bir ortamda girmektedir.

Ancak bu süreç sadece yerel yönetimler seçimi, belediye başkanlıkları, belediye meclis üyelikleri, il genel meclis üyeleri ve muhtarlıkları belirlemekle sınırlı bir seçim süreci olarak ele alınmamalıdır.

Sermayenin ve onun partilerinin ekonomik krizi bahane ederek emekçi halkın ve geniş kitlelerin aleyhine olan yeni yaptırım ve uygulamalara karşı halkın aydınlatıldığı, halkçı-demokratik yerel yönetim anlayışı, demokrasi talepleri, diğer talepleri uğruna mücadele için yoğun bir aydınlatma faaliyetinin yürütüldüğü süreç olarak değerlendirilmelidir. Bununla birlikte, bütün bu çalışmalar bağımsızlık ve demokrasi mücadelesiyle, halkın iktidar mücadelesiyle birleştirildiği bir dönem olarak anlaşılmalı ve buna uygun bir çalışma yürütülmelidir.

Aslında bu süreç halka olup biteni (devasa burjuva propaganda merkezlerine rağmen) gerçeği bütün yanlarıyla anlatmaya olanak sağlayacak zengin verilerle doludur.

Yerel talepleri, yerel sorunları ve onlara çözüm önerilerimizi küçümsemeden, reddetmeden ülke sorunlarının bütününü gündeme getirip (bunların yerel yönetimlerle bağını doğru bir şekilde kurarak) sermaye güçleri ve onların partileri ile en geniş halk kitlelerinin hesaplaşmasının gündeme getirildiği bir seçim süreci olarak değerlendirilmelidir.

HALKÇI VE DEMOKRATİK BİR YEREL YÖNETİM NASIL OLMALIDIR?

85 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca ülkeyi yöneten sermaye güçleri ve onun parlamentodaki partileri genelde ülke yönetimine nasıl baktılarsa yerel yönetimlere de öyle baktılar.

Bugün yerel yönetimler, merkezî otoritenin tasarrufu ve iradesinden bağımsız değil. Yönetim tarzı demokratik değil. Halkın denetimine ve katılımına açık değil. Bir bütün olarak ülkenin kaynakları ve birikimleri nasıl bir avuç sermaye ve iktidar partisi yandaşlarına peşkeş çekiliyorsa, yerel yönetim olanakları da yerel yönetimi kazanan partilerin yandaşlarına peşkeş çekilmekte, bu partilerin gelenekselleşmiş alışkanlıkları buralarda daha rahat ve pervasızca kendini gösterebilmektedir.

Rüşvet, rant bölüşümü, adam seçicilik, yerel olanakların yağmalanması, tarım alanlarının imara açılması, günü kurtarma anlayışı, uzun dönemli planların yapılmaması, plansız-sağlıksız şehirleşme anlayışı, çevreye olan duyarsızlık ve çevre katliamları devam ediyor. Son çıkarılan yerel yönetim yasası ile yerel hizmetlerin tamamen piyasalaştırılması, özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar, yerel yönetimleri idari ve ekonomik olarak hepten çöküşe sürüklemiştir.

Bugün Türkiye’nin büyük kentleri, dünyanın en çok borcu olan belediyeleri tarafından yönetilmektedir. Ama bu kentlerin su ihtiyacı, atık tesisleri, altyapı, ulaşım, çöp sorunu, çevre sorunu gibi temel sorunları hâlâ çözümlenmemiştir. Çözüm yerine çözümsüzlük katmerleşerek devam etmektedir.

Aynı sorun Anadolu kentleri ya da ilçeleri için de geçerlidir. Belediyelerdeki idari ve ekonomik çöküş her geçen gün derinleşmekte, hizmetler daha da pahalılaşmaktadır.

Bugün bu sorunları aşmanın tek yolu “halkçı ve demokratik yerel yönetimcilik” anlayışının yerel yönetimlerde egemen olmasıdır.

Buradan hareketle;

A) Partimizin yerel yönetim anlayışı halkçıdır, halka hizmettir. Bütün planların, düzenlemelerin halkın çıkarlarına uygun olarak yürütülmesini amaçlar. Halkın çıkarları her şeyin üstündedir. Halkın geleceğini gözeten, yaşadığı kentin düzenlenmesi, planlanması, insanca yaşam koşullarının hazırlanması, kaynakların doğru değerlendirilmesi, halkçı bir yerel yönetime kaynaklık eden temel anlayıştır.

B) Partimizin yerel yönetim anlayışı demokratiktir. Halk yönetime doğrudan katılacaktır. Yerel seçimlerde seçilen meclisin dışında, en alt birimlerden seçilerek gelen temsilcilerle halk meclisleri oluşturulacaktır. Kent yönetimi ile ilgili bütün kararlar halk meclisinden geçecektir. Halk kararların alıcısı, izleyicisi, denetleyicisi ve uygulayıcısı olacaktır. Toplumun bütün kesimleri halk meclisinde demokratik olarak yerlerini alacaklardır.

Yürütülen faaliyetlerle ilgili olarak semtlerde belirli dönemlerde halk toplantıları, kadınlarla, gençlerle, meslek gruplarıyla bilgilendirme ve çözümlere ilişkin toplantılar yapılacak, öneriler alınacaktır. Dolayısıyla partimizin yerel yönetim anlayışı demokratik, katılımcı ve saydamdır.

HALKÇI VE DEMOKRATİK YEREL YÖNETİM PROGRAMI VE TEMEL BELİRLEMELER

Hemen her kentin önemli ölçüde ekonomik olanakları bulunmaktadır. Bu olanakları doğru bir şekilde değerlendirmek, halkın yaşam düzeyini yükseltmek için kullanmak yerine, olanaklar belirli çevrelere peşkeş çekilmektedir.

Yağmalanan olanaklar tükendikçe, yüksek faizlerle borçlar alınmakta ya da halkın aldığı hizmetlere ardı ardına zamlar yapılmaktadır.

Onun için bugünkü yerel yönetim anlayışı baştan aşağı değişmedikçe, insanca yaşanacak kentler hayalden öteye geçmeyecektir.

Bu nedenle;

1- Özelleştirme ve taşeronlaştırmaya son verilecek, daha önce özelleştirilen bütün hizmetler geri alınacak, halkçı ve sosyal belediyecilik anlayışına uygun olarak tüm hizmetler, belediye kurumları ve personeli tarafından yürütülecektir. Hizmetlerin piyasalaştırılmasına ve kâr aracı haline getirilmesine son verilecektir. Hizmetler halka ucuz, kaliteli ve sürekli bir şekilde ulaştırılacaktır.

2- Hizmet ulaşımında semtler arasındaki eşitsizlik kaldırılacak, emekçi ve yoksul semtlerinin sorunlarının çözümüne öncelik verilecektir.

3- ‘Kentsel Dönüşüm Projesi’ adı altında, gecekondu bölgelerinin yıkılarak arsaların inşaat şirketlerine peşkeş çekilmesine karşı, halkın onayıyla hazırlanacak bilimsel projelerle halka sağlıklı konutlar ve yaşam alanları kazandırılacaktır.

4- Ulaşım, temiz su, atık su, doğalgaz, çöp vb. hizmetlerde dar gelirli vatandaşlara özel indirimler uygulanacaktır.

5- Kentin olanakları, kaynakları ve insan gücünü doğru şekilde değerlendirecek bilimsel projeler hazırlanacak, işsizliğin ve yoksulluğun aşılabilmesi için çalışmalar yürütülecektir.

6- Düzen partilerinin halkı yoksullaştıran, onları yardıma muhtaç hale getiren, sonra da kömür ve gıda yardımlarıyla onların onurlarıyla oynayan ianeci anlayış teşhir edilecektir.

Hak alma mücadelesi, sınıf kardeşliğinin gelişmesi için çalışmalar yürütülecektir.

7- Yaşlıların ve engellilerin desteklenmesi, sahiplenilmesi için tüm imkânlar seferber edilecek, özel bakım ve rehabilite edici merkezler kurulacaktır.

8- Özellikle yoksul mahalle ve semtlerde yaşayan gençler birçok sorunla karşı karşıyadır. Çeteleşme, uyuşturucu, hırsızlık ve lümpen kültür gençleri hedef seçmektedir. Geleceğimiz olan gençlerle ilgili çok kapsamlı çalışmalar yürütülecektir.

Gençlik kültür evleri, kültür sanat etkinlikleri, meslek edinme kursları, spor aktiviteleri, ücretsiz eğitim ve kurs çalışmaları, gençliğin örgütlenmesi çalışmaları gibi planlar yapılacak ve hayata geçirilecektir. Gençler halk meclisleri üzerinden kent yönetimine katılacaklardır.

9- Kadının olmadığı hiçbir toplumsal hareketin başarıya ulaşması mümkün değildir. Dolayısıyla kadınlarımız halkçı demokratik sosyal belediyecilik anlayışımızın temel dinamiklerinden biridir. Bu nedenle, kadınlar kentin yönetimine doğrudan katılacaklardır. Kadın kültür evleri benzeri örgütlenmelerle en geniş kadın kitleleri örgütlü hale getirilerek, kadınların sorunlarının çözümü için somut adımlar atılacaktır.

10- İşçi emekçi semtlerinde ücretsiz kreşler ve çocuk bakım yuvaları açılacaktır.

11- Sosyal güvencesi olmayan vatandaşlarımız için ücretsiz sağlık merkezleri oluşturulacak, özellikle yoksul semtlerde düzenli sağlık taramaları yapılacaktır.

12- Küresel ısınma ile birlikte temiz su kaynaklarının giderek azalması önümüzdeki yılların en büyük sorunu olacaktır. Bu nedenle temiz su kaynakları kirliliğe karşı korunacak, su kaynaklarının zenginleştirilmesi için yerel anlamda tüm olanaklar araştırılarak bilimsel çalışmalar yürütülecektir. Kaynaklar doğru değerlendirilecek, halk temiz ve ucuz su kullanacaktır.

13- Gıda güvenliği geleceğin ve günümüzün en önemli sorunudur. Özellikle tarımsal bölge ve kentlerde tarımın bitirilmesine karşı;

Kooperatifleşmeler ve birlikler desteklenecek, örgütlenme fikri geliştirilecektir.

Tarım alanları kesinlikle korunacak ve imara açılmayacaktır.

Yöresel tohum ve bitki türlerinin korunması ve geliştirilmesi için çalışmalar yürütülecektir.

Üreticiyi bilinçlendirme çalışması, program ve projeler hazırlanacak, hayata geçirilecektir.

14- Yeni yerel yönetim yasası ve TEDAŞ’ın özelleştirilmesiyle birlikte, okullar, camiler, sokak aydınlatmaları, arıtma tesisi gibi kurumların elektrik tüketimi belediyelerin elektriğe ödediği faturaları kabartmıştır. Birçok küçük belediye bu yükün altından kalkamamaktır.

Bu nedenle yenilenebilir enerji üretimi konusunda üniversite ve bilim çevreleri ile ortak çalışmalar yürütülecek, (su, güneş, rüzgâr, katı atık, çöp gibi) kaynaklar, yerel potansiyeller göz önüne alınarak değerlendirilecektir.

15- Ranta dayalı, çarpık, yanlış kentleşme anlayışı bu ülkenin en büyük sorunlarından biridir. Günü kurtarma yerine 25-50 yıllık genel imar planları hazırlanacak, zemin etüdü, toprak yapısı, yeraltı su kaynaklarının belirlenmesi gibi bilimsel çalışmalar yapılarak planlı çağdaş bir kent için adım atılacaktır.

Rantçılığa hizmet eden düzenlemeler ve imar planları yapılmayacaktır. Plan tadilatları ancak halk ve kamu yararı söz konusu olduğunda yapılacaktır.

16- Toplu taşımacılık ulaşım politikamızın merkezinde olacaktır. Kentlerde araç sayısının artmasıyla birlikte birçok yerde eziyet hale gelen trafik karmaşası, otopark sorunu, yapılacak bilimsel çalışmalarla çözülecektir.

17- Kapitalizm çevrenin de en büyük düşmanı olduğunu göstermiştir. Sanayide ve tüm atıklarda çevre kirlenmelerine karşı ciddi önlemler alınacak, doğanın, akarsuların kirlenmesinin önüne mutlaka geçilecek, arıtma tesisleri kurulacak, kurdurulacaktır.

Ağaçlandırma yaygın bir şekilde yapılacaktır.

18- Çöp sorunu özellikle ilçe ve kentlerin büyük derdidir. Bu sorun ayrıştırma ve tekrar dönüşüm sağlanacak şekilde çözümlenecek ve çöp fabrikaları kurularak sorun olmaktan çıkarılıp katkı sağlar hale getirilecektir.

19- Yerel yönetimin mali yapısı uzmanlarca sürekli denetlenerek, halka açık bir şekilde bilgi verilecektir.

Belediye yönetimlerinin mal varlıkları da sürekli izlenerek açıklanacaktır.

20- Halk, seçtiği yerel yöneticileri başarısız gördüğünde veya başka olumsuz tutumlarından dolayı görevinden alabilecektir.

Sonuç olarak;

Günümüzde, kent alanlarının çarçur edildiği, çevresine peşkeş çekildiği, rantçı, insanlığın tüm olumlu değerlerini tahrip eden, çevre, doğa, su, toprak ne varsa hepsini yağmalamayı düşünen bir yerel yönetim anlayışı uygulanmaktadır.

Yeni yasal düzenlemelerle, yerel yönetim kaynakları, daha fazla yabancı ve işbirlikçi sermayenin yağma ve talanına açılmıştır.

Temiz su, atık su, enerji kaynakları gibi, sıcak para getirecek alanlar, onların iştahını kabartmaktadır.

Dolayısıyla kentler, yerel yönetimler ve insanlığın tüm olumlu değerleri, daha fazla tehdit altındadır.

Bunun karşısında, halkla birlikte, halk için, demokratik, sosyal bir yerel yönetim anlayışını savunmak, bunu doğru kavrayıp halk kitlelerine anlatabilmek bugün için daha da önemli hale gelmiştir.

Partimizin yerel yönetim anlayışı, kenti, doğayı, toprağı, suyu, insanı savunan, kentleri yeniden inşa ederken, toplumu da değiştirip dönüştürecek, insanlığın olumlu değerlerini geliştirecek bir anlayıştır.

Bu anlayış etrafında en geniş kitlelerin birleşmemesi için hiçbir neden yoktur.


* Emek Partisi (EMEP) Genel Yönetim Kurulunun yerel seçimlerle ilgili karar metni.

Demokratik Birlik Hareketi ya da “Çatı Partisi” ve Gelişmeler

Demokratik Birlik Hareketi ya da “Çatı Partisi” ve gelişmeler

KAMİL TEKİN SÜREK

 

Uzunca sayılabilecek bir süredir tartışılan “Çatı Partisi” sorunuyla ilgili olarak 20-21 Aralık 2008 tarihlerinde yapılan toplantı ile yeni bir adım atıldı.

Çatı Partisi tartışmaları ilk kez Kasım 2002 Milletvekili Seçimleri’nde ortaya çıkan Emek Barış Demokrasi Bloku’nun görece başarılı bir sonuç elde etmesinden sonra gündeme gelmişti.

Kasım 2002 seçimlerinden önce HADEP, EMEP, SDP bir araya gelmiş, kısa bir seçim programı ile DEHAP “çatısı” altında seçime girmişti. Bu ittifaka bazı sol grupların katılmasının yanı sıra, çok sayıda aydın, kitle örgütü temsilcisi, bazı sendikacılar vd. destek vermişti.

Seçimlerden sonra, ittifak bileşenleri, bu ittifakı daha kalıcı, daha sağlam ve daha geniş kılmak için bir dizi görüşmeler yaptılar ve bu konuda bir adım olması düşünülen konferans düzenlenmesi aşamasında çalışmalar kesintiye uğradı.

Daha sonra, 2004 Yerel Seçimleri yaklaştığında 2002’de ittifak eden güçlerin yanına ÖDP ve SHP de katılarak Güç Birliği adı verilen bir seçim ittifakı daha gerçekleştirildi.

Seçimler dışında pek çok siyasi gündemle ilgili olarak kısa dönemli eylem birlikleri ya da güç birlikleri yapıldı. Savaşa karşı birlik, Irak’ın işgaline karşı birlik, Hrant Dink’in öldürülmesi sonrası ortaya çıkan protesto gösterilerinde kurulan birlik, Barış Meclisi çalışmaları, Newroz ve 1 Mayıs kutlamaları, İş Kanunu’nun değiştirilmesi, Sosyal Güvenlik Yasası’nın değiştirilmesi dönemlerindeki birlikler vd. Gündemin muhtevasına ve gelişmelere göre bu ittifaklara katılan güçler değişti. Fakat belirli siyasi ve toplumsal güçler bir eksik iki fazla ile bütün bu ittifak ve eylemlere katıldılar.

2007 yılının başlarında “Çatı Partisi” adı verilen ittifakın gerekliliği üzerine tartışmalar yeniden canlandı. “Çatı Partisi” tartışmaları sürerken, bir taraftan da 22 Temmuz 2007 Milletvekili Seçimleri için DTP, EMEP, ÖDP ve SDP’nin katıldığı ‘Bin Umut Adayları’ ismi verilen seçim ittifakı gerçekleştirildi. “Çatı Partisi” tartışmaları seçimlerden sonra da aralıksız devam etti.

Kabaca göz atacak olursak, 2002’den 2007’ye uzanan süreçte Türkiye esas olarak üç siyasi odak etrafından kümelenmişti.

Bunlardan birincisi, daha kurulmasının üstünden bir sene dahi geçmeden TBMM’de birinci parti olan AKP ve destekçileri idi. ABD’nin, 2001 yılında gerçekleştirilen İkiz Kuleler olayından sonra ilan ettiği GOP projesine de uygun olarak, DSP-MHP-ANAP hükümeti ABD-AB ve TÜSİAD tarafından yıkılmış ve Erbakan’ın partisinden ayrılan Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Abdüllatif Şener ve Bülent Arınç gibi isimlere kurdurulan AKP, büyük bir medya desteği ile seçimden birinci parti olarak çıkmıştı. AKP’nin hükümet olmasında rol oynayan güçler, hapis cezası olduğu için milletvekili seçimine dahi katılması engellenen Tayyip Erdoğan’ı önce milletvekili, sonra başbakan yaptılar.

Hükümet olan AKP, ekonomiyi IMF programına, dış siyaseti ABD ve AB’ye bırakarak, iktidarını güçlendirmeye çalıştı. Afganistan ve Irak işgalini planlayan ABD ve genişleyerek sınırlarını Ortadoğu’ya, dolayısıyla enerji kaynaklarına ve yollarına kadar uzatmak isteyen AB, AKP’yi bütün gücüyle destekledi. AKP’nin AB’ye girmek için gündeme getirdiği “demokratikleşme” paketleri demagojisi ise, bu partinin etrafında liberal aydınların toplanmasına neden oldu.

Kendisi de ABD ve AB işbirlikçisi olan, fakat Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve 12 Eylül sisteminin değişmemesi konusunda ısrar eden ikinci kesim CHP ve kendilerine laik ve ulusalcı sıfatlarını yakıştıran asker-sivil bürokrasi ve aydınlar etrafında kümelendi. Bu kesim, bir taraftan AKP’nin emperyalist güçlerle ilişkilerini demagojik bir biçimde kullanırken, diğer taraftan Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu ve demokratikleşme talepleri konusunda en gerici tutumu alarak, kendini AKP’nin tek alternatifi olarak kitlelere sundu.

Üçüncü odak ise, her iki siyasi mihrakın da karşısında duran, onları eleştiren, demokrasi, barış ve emek sorunlarını gündeme getiren güçlerdi. Aralarındaki farklara, bazı sorunlarda farklı duruş ve tutumlarla olmakla beraber, gündeme göre bazen AKP’nin karşısında kitleleri harekete geçirmeye çalışan, bazen de ulusalcı kanatla çatışan ve bu nedenle, ulusalcı güçler tarafından AKP’nin yanında olmakla da suçlanan demokrasi güçleriydi.

Demokratik Güçler Cephesi’de diyebileceğimiz, emek ve demokrasi güçlerinin dağınıklığı, geçici ve zayıf güç birlikleri kurmaktan öte kalıcı ve programatik düzeyde ittifaklar oluşturamaması nedeniyle ilk iki siyasi gücün yanında zayıf kaldı ve etkili bir güç görünümü edinemedi.

Yukarıda sözünü ettiğimiz siyasi bölünme işçi sınıfı ve kitle örgütleri içinde de kendi yandaşlarını ortaya çıkardı. AKP’nin çevresinde ve destekçisi pozisyonunda olan Hak-İş, Kamu Sen, Memur Sen, MÜSİAD, genel tutumuyla Türk-İş’e bağlı büyük sendikalar, bu odağın yedeğinde davranmaktadır. TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleri bu odakla, özellikle AKP ile ekonomik politikalar bakımından tam bir uyum içindedirler. Ama laisizm, devletin yapısı gibi konularda ise bu odakla çelişkiler yaşamaktadırlar.

CHP-MHP’nin merkezinde olduğu, asker ve sivil, kendisini Kemalist olarak tanımlayan çevrelerin de içinde yer aldığı, geleneksel güç odaklarının oluşturduğu milliyetçi-“laik” odak, her yeni gelişmeyle bazı değişimlere uğramakla birlikte etkisini korumaktadır. Sağın ve “sol”un Kızılelmacıları da, CHP ya da MHP’ye yönelik bütün sert eleştirilerine karşın, dönüp dolaşıp bu odağın etrafında birleşmektedirler. Burada MHP ve BBP’nin, bir yandan ırkçı bir milliyetçilik öte yandan da İslamcılık gibi konularda CHP ile çatışacağı düşünülürse de; CHP’nin son yıllardaki yönelimleri, bu farklılıkları büyük oranda önemsizleştirmiştir. DİSK ve bağlı sendikalar, Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar, Eğitim-İş ve bazı meslek odaları, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, çeşitli legal ve illegal “kuvvacı” güçler, resmî ya da gayriresmî odaklarla bağlantılı çete organizasyonları, bu CHP-MHP gibi milliyetçi-statükocu partilerle paralel bir hatta hareket etmekte, daha doğrusu aynı stratejinin unsurları olarak davranmaktadırlar.

Demokrasi güçlerine gelindiğinde ise: Türkiye’nin emek ve demokrasi güçlerinin demokrasi talepleri etrafındaki mücadelesi, Kürtlerin özgürlük mücadelesi ve Alevilerin gerçek bir laisizm temelindeki talepleri bu hareketin üstünde yükseldiği temeli oluşturmaktadır. EMEP’ten DTP’ye, ÖDP’den çeşitli sol siyasi çevrelere kadar, yine aydınları, geniş bir ilerici, demokrat (sol ya da sağ bir kökenden gelebilir) çevreyi bu “odak” etrafında sayabiliriz. Ayrıca, TTB, TMMOB, KESK ve öteki çeşitli kitle örgütleriyle işçi sendikalarıyla (Türk-İş ve DİSK’in bazı şubeleri ve bazı merkezleri) her konuda olmasa da belirli konularda ve kimi dönemlerde bir arada olunabilmektedir.

Demokratik Birlik Hareketi ya da Çatı Partisi ihtiyacı hangi somut gerçeklerden kaynaklanmaktadır?

Bugün Türkiye’nin ekonomik ve siyasi sorunlarına bağlı olarak, başlıca sorunun demokratikleşme olduğu göz önüne alındığında; 85 yıllık Cumhuriyet tarihinin en temel sorununun ülkenin bağımsızlığı ve demokratikleşmesi olduğu söylenebilir. Söz, basın-yayın, örgütlenme özgürlüğünün bin türlü engelle karşılanması, Kürt sorunu ve laisizmin çözümsüzlüğünün sürmesi, ekonominin halk yararına düzenlenmesi gibi sorunların çözümüne duyulan ihtiyaç, tüm güçlerin demokratik bir cephede, bir çatı etrafında birleşmesinin önemini artırmaktadır. Bunun içindir ki; sermayenin asker ve sivil temsilcileri kendilerini, “Cumhuriyetin koruyucu ve kollayıcısı” olarak ortaya atıp, bundan ekonomik ve siyasi rant sağlamaktadırlar. Dahası, cumhuriyet, demokrasi, özgürlükler gibi kavram ve haklar üstünde yaratılan bulanıklıktan yararlanan bu güçler, “cumhuriyetin tehdit altında” olduğu üstünden yarattıkları gerilim de bu sorunların çözümünde gelmiş geçmiş iktidarların başarısız olduklarının kanıtıdır.

Nitekim Kürt sorunu ve laisizm sorunu (şeriat tehlikesi) üstünden yaratılan gerilimle ifade ve basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü de baskı altında tutulmuş, özgürlük ve demokrasi talepleri “bölücülüğün”, Türkiye’yi tehdit eden dış güçlerin oyunu olarak gösterilmiştir, gösterilmektedir.

Öte yandan son çeyrek yüzyılda uygulanan ekonomik politikaların esası ise, Türkiye’nin Batı kapitalizmine entegre olmasına indirgenmiş olup, emeğin haklarının gaspı, işsizlik ve yoksulluğun emekçiler için kaçınılamaz bir kader yapılması çizgisi üstünde şekillenen IMF-TÜSİAD çizgisi bir dayatma haline getirilmiştir. Ve bu neoliberal ekonomik program denebilir ki tüm düzen partilerinin ortak programı olarak benimsenmiştir.

Toplam üstünden bakıldığında; yukarıda sözü edilen ilk iki siyasi mihrakın; Türkiye’nin demokratikleşmesinin temel önemde sorunları olan, Kürt sorununun çözümü, laisizmin gerçek temelleri üstüne oturtulması, siyasal ve sendikal örgütlenme özgürlüğü gibi konularda hiçbir gerçekçi çözümlerin bulunmadığı; tersine bunların aralarında küçük farklar üstünde iktidar ve muhalefet olmalarına göre, bu yerlerin değiştiği görülmektedir. 22 Temmuz 2007 seçiminde, bu partilerin seçim programlarında, bu temel sorunlara ilişkin önemli hiçbir vaat yer almadığı gibi, son Anayasa değişikliği tartışmalarında da “türban” sorunu dışında aralarında ‘kavgaya değer’ bir değişiklik olmadığı görülmüştür. Neoliberal politikalar bakımından da yukarıda belirtilen sermaye partileri bloklarının fikir birliği içinde oldukları, tartışmalarının bu programı kimin daha iyi uygulayacağı üstüne olduğunu artık herkes bilmektedir.

Bu yüzdendir ki; çok sayıda sermaye partisi ve birbirine karşıymış gibi görünen mihraklar oluşmasına karşın, aslında bu partiler ve bloklar mevcut statükonun korunması, uluslararası sermaye güçlerinin stratejisine bağlanmış olma konusunda hemfikirdirler. Burada AKP, mevcut statükoyu kendisinin etkin gücünü oluşturacağı şekilde değiştirmek için ‘reform üstüne reform yapan parti’ olarak kendisini öne atsa da; rejimin temelleri ve statükonun ana dayanakları konusunda diğerlerinden farklı bir noktada değildir. Zaten bu “reformlar” da; rejimle ilgili değil; örneğin emekçilerin haklarını gasp etme olarak şekillenen iş yasasının değiştirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin, eğitimin, kamu hizmetleri alanının piyasanın ihtiyaçlarına ve genel olarak neoliberal ekonominin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi alanlarındadır. Yine, Kürt sorununun çözümü konusunda bir demokratik girişim, laisizm konusunda Diyanet’in kaldırılması, devletin din alanından çekilmesi gibi konularda ne laiklik şampiyonu partilerin ne de inanç ve vicdan özgürlüğünü türban sorununa indirgeyen partilerin ve odakların bir girişimi olmamıştır. “Anayasayı yeniden yazmak” iddiasıyla ortaya çıkan AKP de; aslında rejimin asıl dayanaklarına (Anayasa’nın gerekçesi ve değiştirilmesi teklif edilemeyecek ilk üç maddesine) dokunmayacağını şimdiden ilan etmiştir.

Onun içidir ki, Türkiye’nin sorunlarını çözme yoluna girmenin tek seçeneği; yukarıda sözü edilen “demokrasi güçleri odağı”nın oluşturacağı ittifakın güç ve etkinlik kazanarak halkın demokratik iktidarı için adımlar atabilmesidir. Çünkü Kürt sorununun çözümü, laisizmi ayakları üstüne oturtmak, özgürlüklerin sınırsız bir biçimde gelişmesi ve neoliberal ekonomik program karşısında ülkenin ekonomik olanakları üstünde dinamizmin açığa çıkarılarak halkçı bir ekonomik program seçeneğini ortaya koyabilecek tek güç; bu emek hareketi üzerinden yükselecek olan, ilerici, demokrat güçlerin ittifakı üzerinden oluşan birliktir. Günümüzde, güç ve çıkar çatışmaları içinde, halkı ‘değişim’ ya da ‘cumhuriyet değerleri’ adıyla etkilemeye çalışan sermaye güçlerinin karşısında, Türkiye’nin sorunlarına halkın yararına gerçekçi çözümler getirebilecek potansiyeli barındıran, emek, demokrasi ve halk güçlerinin bir politik mihrak olarak örgütlenmelerine ve sürece müdahale etmelerine şiddetle ihtiyaç vardır. Emek, barış ve demokratikleşmeden yana siyasi partiler, sendikal güçler, meslek örgütleri, demokratik kurumlar, aydınlar, çeşitli inanç ve kültür çevreleri, üretici köylüler, çevre örgütlenmeleri ve kadın çevrelerinden oluşacak bu bileşim, ortak çıkarlar, talepler ve mücadele platformu üzerinde birleşip, yeni bir saflaşma yaratabilirlerse, mevcut problemleri çözmek üzere halkçı ve demokratik bir iktidar seçeneği oluşturma şansını da yakalayabileceklerdir. EMEP, DTP ve SDP’nin, bu çevrelerle tartışmalarına başladığı “Çatı Partisi”, “Demokratik Birlik Hareketi”, “Demokrasi İçin Birlik”, “Blok Hareketi” vb isimlerle kamuoyuna yansıyan oluşum, bu cephenin siyasi platformu olacaktır.

Yukarıda, “demokrasi güçleri odağı” olarak ifade ettiğimiz partiler ve çevreler, bugüne kadar, iki genel, bir yerel seçimde, çeşitli düzeylerde işbirliği yapmışlardır. Elbette bu bile, Türkiye gibi ittifak kültürünün son derece zayıf olduğu bir ülkede çok önemlidir. Ve bugün yapılacak girişimler için de seçim ittifakları son derece güçlü dayanaklar sağlayacak mahiyette ittifaklardır. Ancak bu seçim ittifakları seçimler sonrasında âdeta unutulmuş, ne doğrular geliştirilebilmiş, ne de yanlışlardan ders çıkaran, sağlıklı ve sistemli bir ilişki sürdürme imkânı oluşabilmiştir. Tersine, birikim ve işbirliği, iki seçim arasındaki sürecin geniş aralıklarında, basit günlük kimi kendiliğinden “iyi ilişkilere” ve yerel örgütlerin çabalarına terk edilmiştir. Ancak bir sonraki seçim kapıya dayandığında, Seçim Kanunu’nun gerektirdiği hızda yeni bir ittifak görüşmesi başlatılmış, âdeta daha önce yaşananlar yok sayılarak, eski hata ve zaaflardan gerekli dersler çıkarılmadan yol alınmak istenmiştir.

Şimdi şu açıkça görülmektedir ki; seçimden seçime yapılan ittifaklar elbette partilerin tabanları arasında bir sıcaklık, bir işbirliği ve güç birliği isteği yaratmıştır. Ama demokrasi güçlerinin her günkü mücadele içinde birlikleri ve hareketi önemlidir. Bugün yaşadıklarımız, sadece siyasi talepler doğrultusunda değil, sendikal (sendikalar içinde ortak tavır alma ve işçilerin sendikalaşma mücadelelerinin örgütlenmesinde ortak hareket etme) ve sosyal (eğitim, sağlık, konut edinme, yerel yönetimden istenen talepler, sosyal güvenlik vb. konularda) talepler, hayatın bütün alanlarında ortak mücadelenin gereğini dayatmış bulunmaktadır.

Özellikle 22 Temmuz 2007 seçimi sonrası yapılan değerlendirmeler; demokrasi güçleri odağının hızla istikrarlı, disiplinli bir birlik sağlamak üzere harekete geçmesini zorunlu kılmıştır. Türkiye’nin başlıca sorunlarını çözecek bir yapıya kavuşmak üzere; gerçek bir “Demokratik Birlik Hareketi’ bir Türkiye “Çatı Partisi” için kaybedecek zaman kalmamıştır.

Şüphesiz yaşananlar; yararlı, birlikte çalışma ve güç oluşturmanın, halkı birleştirmenin deneyimlerini yetersiz de olsa göstermesi bakımından olumludur; ancak, sınırlılıkları, gecikmişliği, politik darlıkları, benmerkezci anlayışların yol açtığı geriliklerle başarılı ve etkili olmayı becerememiş deneyimlerdir. Hepsinden önemlisi, bu yan yana gelişler, halkın etrafında kenetlendiği, siyasi bir alternatif olarak benimsediği, güçlü bir umut ve heyecan yaratan, iş-güç birlikleri olamamıştır ve bu haliyle kaldığı sürece de, olması oldukça zordur. Yine çabalarımız ve ortak hareketimiz, aynı zamanda, neyin yapılıp neyin yapılmamasını göstermesi, halk güçlerindeki beklentilerin ve taleplerin görülmesi bakımından son derece yararlı olmuştur. Ancak bu süreçlerin özeleştirel değerlendirmeleri yapılmasına rağmen, yeni dönemlerde daha ileri ittifaklar, örneğin “Çatı Partisi” vb. oluşumların yaratılamamış olması, mutlaka iyi görülmelidir. Yoksa bugünkü girişimler de sonuca ulaşmada yetersiz olacaktır.

“Çatı Partisi” olarak bilinen ya da adlandırılan ittifakın üzerinde yükseleceği ortak talepler nelerdir?

Yukarıda bazı siyasi gelişmeler karşısında ortak protesto gösterileri ve ortak eylemler dışında bir programa, asgari talepler manzumesine dayalı, istikrarlı ve örgütlü, geniş kitleleri içine alan mücadelenin gerekliliğinden söz etmiştik.

Böyle bir ittifakın mücadeleyi yükselteceği asgari talepler neler olmalıdır?

1-) Emekçilerin kazınılmış haklarının korunması ve geliştirilmesi ile neoliberal ekonomik politikalara karşı, halkın çıkarlarını savunan ekonomik ve sosyal (parasız sağlık ve parasız eğitim, konut sorununun çözümü, yerel yönetim hizmetlerinin adil ve parasız verilmesi, bölgeler arasında eşitsizliğin giderilmesi, önlemlerin alınması ve taleplerin karşılanmasına ilişkin politikalar geliştirilmesi.

2-) Kürt sorununun demokratik çözümü alanıda, “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı”nın sonuç bildirgesinde yer alan talepler ve sorunun çözümüne dair öneriler, programda, Kürt sorununun çözümü için dayanak olarak değerlendirilebilir. Dahası böylece, girişim; bu konferansın birikimine sahip çıkmakla; bu konferansın katılımcısı yüzlerce aydınıyla da, daha baştan fikri bir bağ içine girmiş olur.

3-) Laisizmin gerçek temellerine oturtulması: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması, zorunlu din derslerinin müfredattan çıkarılması, devletin imam ordusu yetiştirip, istihdam etmesine son verilmesi ve devletin din karşısında, tümüyle yansız olacağı bir çizgiye çekilmesini esas alan bir laisizmin savunulması.

4-) Doğanın ve tarihin korunmasını temel alan çevre politikalarını savunmak ve insanlığın varlık-yokluk davası haline gelen, doğanın korunması sorununu, programın önemli bir maddesi olarak ele almak.

5-) Irkçı, milliyetçi, dinci, Ortaçağ kalıntısı kültürel değerlere karşı, insanlığın ileri değerler birikimini savunan, bunları halka mal etmeyi amaçlayan, halkların kardeşliğini esas alan bir kültürü yaymak için çalışmak, “Çatı Partisi” için vazgeçilmez olmak durumundadır.

Böyle bir ittifak ayrıca:

ABD ve diğer emperyalist güçlerin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslardaki müdahaleleri, halkları düşmanlaştıran ve birbirine karşı kışkırtan politikalarına karşı; halkların kardeşliği ve dayanışması için hareket etmek;

İfade, basın-yayın ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere bütün hak ve özgürlükler üzerindeki kısıtlama ve engellerin kaldırılması için;

Azınlık milliyetlerin ulusal haklarının tanınması ve serbestçe kullanılabilmesi için;

12 Eylül Anayasası’nın tümden değiştirilmesi, tüm anti-demokratik gerici yasaların iptali ve değiştirilmesi, halka karşı suç işlemiş tüm örgütlenmelerin ve suçlularının açığa çıkarılarak halka hesap vermelerinin sağlanması ve Kontrgerilla-Jitem örgütlenmesinin dağıtılması için;

Üniversite ve bilimsel özerklik ve gençlerin geleceksizliğinin önlenmesi için mücadele.

 

Dar değil, kapsayıcı, sol parti ve çevrelerle sınırlı olmayan demokratik ve halkçı bir hareket

Kuşkusuz günümüzün ihtiyacı olan bir “Çatı Partisi”nin kurulması, sadece bazı siyasi parti ve çevrelerin katılımıyla olamayacağı gibi, sadece bu partilerin çevrelerinden ibaret de olamaz, olmamalıdır. Tersine; bu partiler sadece girişimci olarak özel bir sorumluluk yüklenmelidir ve Türkiye’nin geniş aydın çevreleri başta olmak üzere, bugünkünden çok daha geniş bir yelpazeyi, daha kuruluş aşamasından itibaren, çalışmaya katmayı esas alan bir tutum geliştirmelidirler. Ortaya konacak ve demokrasi eksenli programla birleşebilecek, ülke çapında ya da yerel düzeyde demokrat ilerici çevre ve kişilerin katılımını da önemseyerek, sendikaları, çevre örgütlerini, ezilen milliyet ve mezheplerin temsilci örgütlerini, yöre derneklerine kadar az çok toplumda etkisi olan her çevrenin katılımını öngörmelidir. Daha kuruluş aşamasında program; bu çevrelerin de katıldığı; az çok örgütlülüğü olan işyerleri, hizmet kurumları, her düzeyde sendika örgütlenmeleri, meslek örgütleri ve her türden emek örgütünde tartışılarak oluşturulmalıdır. Burada katılım, tartışmaların rutinleşmesine izin verilmeden, saptırılmadan ve kendilerini “sol” olarak adlandıran kimi küçük çevrelerin sabotajcı tutum ve engellemelerine takılmadan yürütülmesinde, girişimci partilere herkesten çok çaba, yetenek gösterme ve görev düşmektedir.

Kuşkusuz bu çevrelerin katılımı, “Çatı Partisi”nin her kademedeki kurumunda hissedilmelidir. Özellikle ülke çapında örgütlü sendikalar ve çeşitli emek örgütlerinin durumu göz önüne alındığında; çalışmanın başında bu örgütlerin ülke çapında ve genel merkezler düzeyinde katılması çok sınırlı olacaktır. Ama yerel, iller-ilçeler düzeyinde ele alındığında; bu örgütlerin şubeleri, temsilcilikleri ve yerel ölçekte pek çok çevre örgütü, hemşehri dernekleri ve yöreye has etkin örgütlerin bu çalışmaya katılması mümkündür. Ve yukarıda sayılan güçlerin yerel temsilcileri yeterince enerji harcar ve yaratıcı olurlarsa; yerel örgütlenmelerin oldukça geniş kesimleri kucaklayabileceği ortadadır. Hele bu çalışma; geleneksel, delege ağalığı ve genel merkezler diktası altındaki “particiliğin” eleştirisiyle birlikte ele alınır ve bu kesimlerin katılımı görünüşü aşan bir ciddiyetle sağlanabilirse; “Çatı Partisi”nin yeni umutların yeşerip yayılmasında önemli bir dayanak olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Dahası Çatı Partisi böylesi geniş bir perspektifle ve kendi iç demokrasisi bakımından da diğer partilerden farklılıklar gösteren bir parti olduğu duygu ve heyecanını yaratamazsa, daha baştan hayal kırıklığı olarak doğar. Bu yüzden de partinin programının ne olacağı kadar, onun kuruluşunu nasıl gerçekleştireceğimiz ve hangi çevreleri ne etkinlikte katacağımız da önemli olacaktır.

“Çatı Partisi”ni bir yandan il ve ilçeler hatta büyük işletmeler ve hizmet kurumlarına kadar inecek bir örgütlemeye ve Türkiye’nin en önemli ve yüz yıllık çözüm bekleyen sorunlarını çözmeye aday olarak çıkacağı gözlendiğinde, elbette ki ortaya çıkışı da bu iddiaya uygun olmak durumundadır.

 

Çatı Partisi hangi örgütsel ilkeler temelinde, nasıl bir örgütsel model olarak oluşturulabilir?
Siyasi bir program ve iktidar hedefi şüphesiz bu güçlerin zeminini oluşturduğu bir hareketi ve siyasal form olarak partiyi gerekli kılar. Bir güç odağı olabilmek politik bir çizgi ve hedefi zorunlu kıldığı gibi, bu mücadeleyi hayata geçirecek bir örgütlenmeyi de gerektirmektedir. Yani mesele sadece bu ittifak güçlerini seçimlerde temsil edecek bir partinin şeklen, formaliteden kurulması değildir. Halk güçlerinin mücadele dinamiği ve hayata nüfus eden, emekçi kitleleri bulundukları alanlarda örgütleyen, yerelden başlayarak güç olabilen bir hareket ancak bu değişimi ve ülkemizin geleceğinin kurulmasını sağlayabilecektir. Bu mücadele ve örgütlenme anlayışı –bütün güçlüklerine rağmen– mevcut burjuva-gerici partilerin anti-demokratik yönetim modellerinin karşısında, halkın kendisini ve katkısını bulabileceği en demokratik yapı ve işleyiş olacaktır, olmalıdır. Bu kadar ‘farklı’ ve geniş çevrenin ve geleneğin birlikte örgütlenmesi, ülkemiz açısından yenilikleri de getirecektir. Bu kültür ve örgütlenme anlayışı, yaşayarak daha da geliştirilecektir. Kurumlar ve kişiler olarak katılımın sağlandığı çalışmaya, katılan her kesim, kendi örgütsel yapı ve bağımsızlığını korurken (farklı sınıf ve programlara dayandığı için) çatının-blokun yerel ve merkezî örgütlerinde ‘Çatı Partisi’nin birleşenleri olarak yer almalıdırlar.

Çatı Partisi” bir sınıf hareketi mi, yoksa farklı sınıfsal güçlerin ittifakı olarak mı oluşacak?
Bu durumda, anlaşılacağı gibi, bir grup işbirlikçi çıkar çevresi durumundaki; baskıcı ve sömürücü düzenden beslenen büyük sermaye güçleri ve örgütleri dışındaki tüm güçler; işçi sınıfı, kamu emekçileri, köylülük, küçük üretici gibi emekçi sınıf ve tabakaların yanında orta ve küçük burjuva kesimlerin ittifakı olarak şekillenebilir. Elbette siyasal, toplumsal hareketler bu denli teorik tanımlamalarla ilerlemeyeceğinden, ülkemizde de halk hareketi kendi seyri ve özgünlükleri içinde şekillenecektir.

“Çatı Partisi”, devrimci işçi hareketinin örgütüyle eşleştirilmez ve onun yerine geçmez. Ancak, işçi sınıfı ve emekçi halkın önünü açacak örgütsel biçimlerden biri olabilir. “Çatı Partisi”; demokrasi ve barış talep eden, demokratik bir platform etrafında halkın ileri unsurlarını ve ilk elde örgütlenmeye yatkın güçlerini birleştiren, ekonomik, demokratik hedefleri olan bir örgüttür.

20-21 Aralık 2008 toplantısı, yukarıdaki öngörülere uygun bir ilerleme sağlamış mıdır?

20-21 Aralık 2008 toplantısına, Aydın Çubukçu (Evrensel Kültür Dergisi ve Hayat TV Genel Yayın Yönetmeni), Ayhan Bilgen (Mazlum-Der eski Başkanı ve Türkiye Barış Meclisi Sözcüsü), Bilge Contepe ( Çevre ve ekoloji hareketi sözcüsü), Cengiz Güleç (Barış Meclisi Sözcüsü), Murat Çelikkan (Gazeteci, insan hakları aktivisti), Nazan Üstündağ (Akademisyen), Sennur Sezer (Şair-yazar), Şebnem Korur Fincancı (Akademisyen), Veysi Sarısözen (Gazeteci), Zeynep Tanbay (Sanatçı) tarafından yüz elli dolayında politikacı, sendikacı, aydın, akademisyen ve gazeteci çağrıldı. Toplantıya çağrılanlar, “Çatı Partisi” çalışmaları yapan partilerin temsilcileri tarafından daha önce bu sorun konusunda bilgilendirilmiş ve olumlu görüşleri alınmıştı. Çağrıcılar, bu toplantı sonunda bir girişimci heyetin oluşmasını hedeflediler.

20-21 Aralık toplantısına çağrılanlardan otuz beş-kırk civarında kişi mazeretleri nedeniyle katılamadı. Özellikle, İstanbul dışından çağrılanların katılımı az oldu. Fakat davetli listesinde olmayan ve toplantıyı duyan bir o kadar kişi de toplantıya katıldı. İki gün süren yoğun tartışmalar sonunda, toplantıya katılanların temsili yetersizliği nedeniyle bir girişim heyeti ya da komitesi yerine “Geçici Koordinasyon Kurulu” oluşturulmasına karar verildi. Çağrıcılarla birlikte 42 kişilik “Geçici Koordinasyon Kurulu” gönüllü katılım çerçevesinde oluştu.

20-21 Aralık Toplantısı Sonuç Bildirgesi, toplantı esnasında hazırlanamadığı için, toplantıda dile getirilen görüşler doğrultusunda daha sonra Geçici Koordinasyon Kurulu içinden seçilen bir grup arkadaş tarafından yazıldı ve “Çatı Partisi” bileşenlerini temsil eden bir heyet tarafından kamuoyuna açıklandı.

Koordinasyon Kurulu yaptığı toplantılarda bazı çalışma komisyonları oluşturma kararı aldı. Bunlar; Temas (Diyalog), Örgütlenme, Basın, Mali İşler, Program ve Tüzük, Hukuk Komisyonları.

Temas Komisyonu, 20-21 Aralık toplantısına katılamayan ya da çağrılmayan ama bu ittifakta aktif olarak yer alması beklenen kişi ve kurumlarla görüşmeleri organize edecektir.

Örgütlenme Komisyonu, başta Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Eskişehir, Samsun, Diyarbakır ve Van olmak üzere çeşitli il ve giderek ilçelerde 20-21 Aralık toplantısı benzeri toplantılar ve Çatı Partisi girişimini anlatmak üzere toplantılar organize etmeyi amaçlamaktadır.

Mali İşler Komisyonu, çalışmaların mali giderlerini karşılamak ve belli başlı illerde çalışma mekânları oluşturmak için çalışmalar yürütecektir.

Basın Komisyonu, çalışmaların kamuoyuna ve demokrasi güçlerine duyurulması işini üstlenmiştir.

Program ve Tüzük Komisyonu ise, program ve tüzük yapmayacak ama program ve tüzüğün oluşturulması sürecini (konferanslar, tartışma toplantıları vb.) organize edecektir.

Hukuk Komisyonu, bu süreçte karşılaşılacak hukuki problemleri çözme çabası içinde olacaktır.

Koordinasyonun yanı sıra, komisyonlar da geçen süre içinde birkaç kez toplandı.

 

“Çatı Partisi” çalışmalarında gelinen yer, gelmek istenen yer midir?

Bu soruya olumlu yanıt vermek maalesef bugün için mümkün değil. 20-21 Aralık 2008 toplantısına sendikacı, aydın, akademisyen, Alevi çevreler ve başkaca alanlardan katılım istenildiği düzeyde olmadı. Katılanlar da tartışmalara aktif olarak katılmadılar, daha çok izlemekle yetindiler. Yine oluşturulan Geçici Koordinasyon Kurulu’nda bu çevrelerden katılım az oldu. Koordinasyon ve komisyonlar parti ve sol grupların temsilcilerinden teşekkül etti. Fakat bu durum bugün açısından hayal kırıklığı ve ümitsizliğe yol açmamalıdır. Koordinasyon ve komisyonlarda yer alan herkes, katılımın ve temsiliyetin yetersiz olduğu, sendika, aydın, akademisyen, Alevi çevreleri ve diğer kesimlerden katılımcıların mutlaka çalışmalarda yer alması gerekliliği üzerine birleşmektedir. Bir taraftan Temas Komisyonu’nun çalışmaları ile diğer taraftan önümüzdeki günlerde Ankara, İzmir ve Adana’da yapılacak toplantılarla katılımın genişleyeceği ve katılımcıların çeşitliliğinin artacağı beklenmektedir.

 

Bu aşamada emek, demokrasi ve barış güçlerine düşen görev nedir?

“Çatı Partisi” adı verilen demokrasi güçlerinin ittifak örgütü, sadece bazı parti ve örgütlerin merkez yöneticileri ve az sayıdaki aydın ve sanatçı tarafından oluşturulacak bir örgüt olamaz. Bu girişimle, ittifakın örgütünün kurulması çalışmaları başlamış, somut adımlar atılmıştır. Artık bu aşamada demokrasi güçlerinin az ya da çok, bulunduğu bütün il ve ilçelerde, yerel ittifak örgütlerinin oluşturulması için çalışmaların başlatılması gerekir. 20-21 Aralık toplantısında yapılmaya çalışıldığı gibi, hareketi ilerletecek olan yerel girişimciler bulundukları bölgede, bütün demokrasi, emek, barış güçlerinin toplanacağı toplantılar organize etmek üzere harekete geçmelidirler. Demokrasi güçlerinin birliği fabrikalarda, işletmelerde, hizmet birimlerinde, sendikalarda, okullarda, meslek örgütlerinde, yöre derneklerinde, köylü birliklerinde, gençlik ve kadın örgütlerinde oluşturulacaktır.

Yerel toplantıların organizasyonu ve merkezi koordinasyonla ilişkiye geçmesi, çalışmaları kolaylaştıracak ve hızlandıracaktır.

Unutulmamalıdır ki, demokrasi güçlerinin birliği için alınan mesafe ve gelinen noktadan geriye düşmek, birlik taleplerini bir kere daha boşa çıkarmak olacaktır ve bu kabul edilebilecek bir durum değildir.

Birleşen halk yenilmez.

 

Sermaye Politikaları ve Gençliğin Patlayan Öfkesi

Sermaye Politikaları ve Gençliğin Patlayan Öfkesi

SEYİT ALDOĞAN

Geçtiğimiz haftalarda, Yunanistan’ın başkenti Atina’da bir polisin 16 yaşındaki bir genci sokak ortasında infaz etmesi dolayısıyla meydana gelen olaylar Yunan halkının gündemine otururken, uluslararası kamuoyunun da dikkatlerini çekmişti. Günlerce ülkenin belli başlı büyük şehirlerinde kitlesel gösteriler olmuş, polis zaman zaman kontrolü kaybeder duruma gelmiş ve hükümet istifa taleplerinin gölgesinde sağduyu çağrıları yapmakla sınırlı kalan bir çaresizliğe düşmüştü.

Bütün bu gelişmeler, değişik toplumsal kesimlerin kendi penceresinden olaylara bakarak yorumlar yapmasına ve kendince sonuçlar çıkarmasına neden olmuştu. Egemen sınıf politikalarının sözcülüğünü yapanlar, hareketi, “toplumsal şiddet ve terör yanlılarının provokasyonu” olarak değerlendirmiş, örneğin Türkiye’de dillere –sanki Yunanistan’da o kadar fazla anarşist varmış gibi– “anarşistlerin eylemleri” olarak dolanmış ve dikkatleri Yunanistan’daki olay ve gelişmelerin başka ülkelere de sıçrama tehlikesine çekmişlerdi.

Sol hareketler ve gençlik örgütleri ise, sermaye politikalarının neden olduğu olaylara, “yeni bir 68’in ayak sesleri”nden, “gençliğin isyanı”na kadar değişik yorumlar getirmişlerdi.

Hiç kuşku yok ki, tüm gelişmeler, hâkim sınıfların izlediği ve cepheden gündeme getirerek tüm hak ve kazanımları hedefleyen sömürü ve baskı politikalarının bir sonucu olarak gündeme geldi. Ancak iddia edildiği gibi ya da dışardan görüldüğü gibi, beklenmeyen ve tahmin edilmeyen bir tepki olarak ortaya çıkmadı.

Kapitalist sisteme ve hiçbir sınır tanımayan saldırılarına karşı duyulan tepkilerin son yıllarda değişik boyut ve biçimler altında dünyanın birçok ülkesinde gündeme geldiği ve kitlelerin ekonomik ve politik talepler doğrultusunda sistemin karşısına dikildikleri bir gerçektir.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra, emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele eden işçi ve emekçilerin çok sayıda ekonomik ve demokratik kazanımlar elde ettikleri bilinmektedir. Sosyalizmden duyulan korku, işçi-emekçilerin içinde barındırdığı kitlesellik ve mücadele potansiyeli, sermaye iktidarlarına geri adımlar attırmış ve birçok kazanım elde edilmişti. Ancak 90’lı yılların başında, revizyonizmin açıkça kapitalist-emperyalist sistem içinde yerini belirleyerek sistemin bir parçası olduğunu ortaya koymasıyla birlikte, tüm dünya genelinde işçi ve emekçilere, halklara ve ezilen toplumsal kesimlere karşı bir saldırı süreci başlatılmıştı. Sosyalizm adıyla ilintili olan her şeye, kazanım ve haklara karşı savaş açılmıştı. Uluslararası tekeller ve diğer emperyalist kurum ve kuruluşlar, hükümetler aracılığıyla, dünyayı sömürü cennetine çevirecek plan ve önlemleri birbiri ardına yürürlüğe sokmaya başlamışlardı. Diğer yandan, bu süreç, işsizlik, yoksulluk, özelleştirmeler, çalışma yasalarında yapılan değişiklikler, sosyal güvenlik haklarının rafa kaldırılması, eğitimin parasız ve bir hak olmaktan çıkarılması anlamına gelen yasal düzenlemeler, ortaçağı aratmayacak çalışma şartlarının dayatılması ve daha birçok neden, sermaye iktidarlarına karşı geniş tepkilerin açığa çıkmasına neden olmuştu. Günümüze kadar gelen süreç boyunca, her ülkede aynı oranlarda olmasa da, yoksulluk hızla derinleşmiş, geleceğe yönelik güvencesizlik ve korku, alınan sermaye yanlısı kararlarla iyice artmıştır. Uzun yıllardan beri mücadele edilerek kazanılmış olan “hakların hangileri sermayenin istek ve çıkarları doğrultusunda gasp edilmiştir” sorusu yerine, “gasp edilmemiş ya da tehdit altında olmayan bir kazanım var mıdır” sorusu sorulur duruma gelmiştir.

“Rekabetçi ekonomi” ve “ekonomik kalkınma” adına tekellerin devasa kârlara kavuşması için tüm önlemler alınmakta ve matematiksel anlamda telaffuz edilmesi güç sermaye birikimlerine kavuşan dev tekeller, dünya genelinde kendi çıkarlarını güvence altına alan politika ve yaptırımları dayatmaya devam etmektedirler.

Tüm olumsuzluklarıyla Yunanistan’da da yaşanan bu süreç, son yıllarda doruğa çıkmıştır. Sermayenin saldırı ve planlarına karşı işçi ve emekçilerin yanında, gençlik ve köylüler de, Yunanistan tarihinde hatırlanacak kitlesel direniş ve mücadelelere imza atmışlardır, saldırılara karşı sessiz kalmamaktadırlar.

Yakın tarihinde iç savaş, işgal ve cuntaya karşı mücadele olan Yunan halkı, 70’li yılların ortalarında cuntaya karşı ayaklanarak ve bedeller ödeyerek birçok demokratik hakka kavuşmuştu. Güçlü sendikalar kurulmuş, köylüler örgütlenmiş ve gençlik federasyonu yüzbinlerin sesi olmuştur. Kazanımlarını sermayeye kurban etmek istemeyen işçi ve emekçiler, dayatılan politikalara karşı son yıllarda defalarca genel grevler yapmış, haftalar süren direnişler gündeme gelmiştir. Köylü barikatları, ortak tarım politikaları adı altında tarımda tekelleşmeyi öngören ve yoksul köylüyü topraklarından eden AB’yi bile tedirgin edecek kitlesellik ve potansiyellere ulaşabilmiştir. Öğrenci direniş ve işgalleri, parasız, bilimsel eğitimin bir hak olduğunu ve gasp edilemeyeceğini temel slogan durumuna getirmiş ve eğitimin özelleştirilmesine karşı geniş bir cephe oluşturularak, meclisten geçen yasaların bile yürürlüğe sokulamamasını sağlamıştır.

AB-hükümet merkezli politikaların hedefinde, bugün, tüm kazanımların yok edilmesi vardır. İstatistiki veriler, ülkede 2 milyon yoksul insanın varlığını ortaya koyarken, son üç-dört yıl içinde %6 civarında olan işsizlik, bu yılın başında %8,3 olarak tesbit edilmiştir. Bu yılın sonlarında ise %9 olacağı, hükümet kaynaklarında bile vurgulanmaktadır. Yunanistan işçi sendikaları konfederasyonunun yaptığı ve kamuoyu ile paylaştığı araştırma sonuçları, işçi ve emekçilerin geçmiş yıllarla kıyaslandığında alım gücünün %400 civarında düştüğünü, karşılığında ise, sanayicilerin en verimli yıllarını yaşadıklarını ortaya koymuştur. Emekli ve işçi aylıklarına yapılan zamlar ise %3’ü geçmemektedir. Bu oran, aylığın günlere bölünmesi durumunda, bir simit parası kadar bile etmemektedir.

On binlerce insanın çalıştığı tersaneler ve yan kuruluşları özelleştirme politikaları nedeniyle bütünüyle kapanır duruma gelmiş, tersanelerin bulunduğu bölgelerde işsizlik %60’lara çıkmıştır. İşten atmalar kolaylaştırılmış, kamuda çalışanların bile iş güvencesini yok eden yasalar çıkarılmıştır. Yunanistan işverenler sendikası, her fırsatta, toplu sözleşmelerin, sanayinin gelişmesi ve yatırımların önünde ayakbağı olduğunu, dolayısıyla ortadan kaldırılması gerektiğini açıkça dile getirerek, baskı uygulamaktadır. İşçi ve emekçilerin alınteriyle istikrarlı bir konuma gelmiş olan bir çok kamu kuruluşu “zarar ediyor” gerekçesiyle paketler halinde satışa sunulurken, söz konusu kuruluşlar, Balkan ülkelerinde büyük yatırımlara imza atmıştır.

Konan kotalar, banka borçları, yakıt, elektrik, gübre, tarım araç ve gereçleri, hastalık ve hava şartlarından kaynaklanan zararlardan dolayı üretemez duruma gelen köylüler, ürünlerini yok pahasına AB tarım komisyonlarında belirlenen fiyatlarla satmak zorunda kalmaktadırlar. Bir şişe suyun 1 avroya satıldığı pazarda, köylüler bir litre sütü, kartel fiyatlarına boyun eğerek, 50-60 cente satmak zorunda bırakılmaktadırlar. Aynı vahim durum, pamuk, tütün, zeytin vb. üreticileri için de geçerlidir. AB’nin kotalarını aşan üretimler gerçekleştirildiği gerekçesiyle alım fiyatları düşürülen ya da Yunanlı köylülerin ifade ettikleri gibi “cezalandırılan” ürünlerin üreticilere zararı, milyarlarca avro tutarındadır.

Son günlerde, Yunanlı köylüler, bir kez daha binlerce traktör ve tarım aracıyla yollara barikatlar kurdular. Bu yazı yazılırken, köylüler barikatlarda bulunuyorlardı. Hem de kimsenin tahmin etmediği bir kitlesellikle. Hükümetin 500 milyonluk hibe ve sübvansiyon ayırdığını açıklaması, köylüler tarafından, var olan sorunları çözmede kırıntı bile olmadığı gerekçesiyle reddedildi.

Eğitimde gündeme getirilen “reformlar” işçi ve emekçilerin bütçelerine yeni ağır yükler getirirken, öğrenci gençliği, geleceğine hiçbir umutla bakamayacağı bir ortam içine sürüklemektedir. Eğitim, hızla yaygınlaşan kurslar ve diğer birçok giderler nedeniyle, zaten özelleştirilmiş bir konuma gelmiştir. Kamu okullarında kalite iyice düşmüş ve kurs olanağı yaratamayan emekçi çocukları üniversiteye giriş denen “büyük yarışmayı” terk eder duruma gelmişlerdir. Okul bitirenler ise, yıllar boyu ya sıra beklemekte ya çok düşük ücretlerle işletmelerde sıradan bir yer kapmak için gazetelerdeki iş ilanlarını takip etmektedirler. İşsizliğin gençlik içinde yaygın olduğu ve 3-4 saatlik işlerle ya da esnek çalışma ile yaşamlarını kazanmaya çalışanların işsiz olarak görülmediği, iş bulamayan genç kadın ve kızların ise, iktisat biliminde hiç tanınmayan ve bilinmeyen “ev kadını” tanımlaması içine alındığı bir başka gerçektir.

Özerklik hakkının gaspına ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik şer cepheleri son direnişlerle yeniden boy göstermekte ve şiddet yuvaları olarak okullar adres gösterilmektedir.

Bütün bu gelişmeler ve sorunlar sadece Yunan halkının değil, ama dünyanın birçok ülkesindeki emekçilerin ortak sorunlarıdır. Egemen sınıflar gelinen noktada “elinden geleni arkasına bırakmama” politikası izleyerek, her türlü hak ve kazanıma azgınca saldırmaktadır.

Kapitalist sistemin elinde bulundurmuş olduğu olanakları hızla tükettiği, ama diğer yandan, sistem karşıtı dünyanın önünde bulunan mücadele olanak ve zeminlerinin ise güçlendiği bir gerçektir. Dolayısıyla, tüm dünya genelinde, gerek işçi ve emekçi hareketlerinin, gerekse de gençlik ve diğer ezilen kesimlerin sistem karşıtı tepkilerinin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Son yıllarda, değişik neden ve taleplerden dolayı birçok ülkede milyonlarca insan sokaklara dökülmüş, sistem karşıtı alternatif arayışları içine girmiş, bu yönde tutumlar almışlardır.

Yaşadığımız süreçte ise, tüm dünyada aşırı kâr hedefli aşırı üretimden kaynaklanan ciddi bir ekonomik krizin yaşanacağına dair belirtiler ortaya çıkmış, tekelci sermayenin sözcüleri ve hükümetleri bu süreçten nasıl çıkacaklarına dair planlar yapmaya girişmişlerdir. Faturaların, daha şimdiden, işçi ve emekçilerle beraber tüm ezilen kesimlere ödettirileceğinin işaretleri verilmiştir. İşten atılanların ve atılacak olanların sayısı milyonlarla ifade edilirken, her türlü talep ve hak “kriz ortamı” gerekçe gösterilerek ve hatta emekçiler krizlerle tehdit edilerek, bastırılmaya çalışılmaktadır. Önümüzdeki dönemde, sermayenin katmerleştirerek gündeme getireceği ağır faturaların ve sömürü planlarının toplumsal tepkileri daha fazla kabartıp tetikleyeceği, burjuva ekonomist ve siyasi yorumcularının bile gizleyemedikleri bir gerçektir.

Dolayısıyla, yıllardan beridir ezilen toplumsal kesimlere karşı cepheden açılan saldırıların boyutları gözönünde bulundurulduğunda, kendiliğindenci karakter taşıyan toplumsal hareketlerin ortaya çıkabileceğini, bunun şartlarının bugün daha çok olgunlaştığını söylemek mümkündür. Ancak hangi gelişmenin “bardağı taşıran son damla” rolünü üstleneceği ise, kuşkusuz önceden kestirilemez. Yunanistan’da da, kestirilemeyen bu son damla, bir gencin polis tarafından vurulması olmuş ve bir anda tepkiler, özellikle gençliğin tepkisi sokaklara dökülmüştür. Yani beklenmeyen ani bir gelişme şeklindeki bir değerlendirme, kuşkusuz soyut ve gerçeklerden uzak bir değerlendirme olacaktır. Çünkü, özellikle son iki yılda yapılan direnişler sırasında ciddi kitlesellikler yakalandı, günler ve haftalar süren işgaller nedeniyle, eğitim politikaları ve gençliğin sorunları ülkede daha çok tartışılır oldu. Hedef ve talapleri belli olan bu direnişler boyunca, hem üniversitelerdeki örgütlenmeler yeniden ayakları üzerine dikildi, hem de işçi ve emekçilerle ve onların örgütleriyle canlı ve hareketi güçlendiren ilişkiler kuruldu. 2007 ve 2008’de yapılan işgaller sırasında, koordinasyon komiteleri, başta işçi ve emekçi sendikaları olmak üzere, ezilen sınıf ve toplumsal kesimlere çağrılar ve onlarla görüşmeler yaparak, eğitim hakkı ve taleplerinin gençlik hareketiyle sınırlı kalamayacağını, bu sorunun ezilen tüm toplumsal kesimlerin sorunu olduğunu ön plana çıkardılar.

Özel üniversitelerin açılmasını yasaklayan Anayasanın 16. maddesinin değiştirilmesi nedeniyle, 2007’de, ülke genelinde, üniversitelerde başlayan işgal ve direnişler sırasında, orta öğrenim gençliği ve eğitim emekçileri ile kurulan mücadele cephesi hükümeti zor duruma sokmuş ve yasanın meclisten geçmesi durumunda pratikte uygulanmayacağı rektör ve dekanların ağzından bile dile getirilmişti. Ülkede özelleştirmelere ve hak gasplarına karşı işçi ve emekçilerin grev ve genel grev yaptığı ve yüz binlerin sokaklara döküldüğü bir dönemde gerçekleştirilen gençlik direnişleri, gençliğin sorunlarının işçi ve emekçi taleplerinin bir parçası olarak görülüp desteklenmesine neden oldu.

Son olayların gündeme gelmesinden kısa bir süre önce, Yunanlı işçi ve emekçilerin gerçekleştirdiği ve gençliğin de güçlü bir biçimde katıldığı 24 saatlik genel grevin temel sloganı, “yetti artık” olarak belirlenmişti.

Kısacası, son yıllarda mayalanan ve gün geçtikçe mayalanmakta olan bir emekçi ve gençlik hareketinin var olduğu bilinmekteydi. Ülkede defalarca genel grevler yapılmış, defalarca gençlik ülke genelinde talepleri üzerinden gündem oluşturmuştu. Birbiri arkasına ya da aynı sürece denk gelmese de diğer Avrupa ülkelerinde de kitlesel gençlik direnişleri gündeme gelmişti ve gelmektedir. Nedeni ise bellidir ve hâkim sınıf temsilcileri bile bu gerçeği kabul etmektedirler: Geleceğin karartılmaya çalışıldığı bilinci giderek yaygınlaşmakta, sistemden beklentiler tükenmekte ve gelecek kaygısı, öfke ve tepkileri tetiklemektedir. Son yıllarda artan işsizlik, çalışma şartları ve iş yasalarında yapılan değişiklikler ve eğitim alanında gündeme getirilmiş olan “reform” paketleri, geleceğe yönelik tüm umut ve beklentileri siler niteliktedir. Yüksek öğrenim alanındaki tüm çalışma, araştırma ve programlar ya tekellerin siparişi ya da ihtiyaçları doğrultusunda yapılmaktadır. Yunan gençliğini sokaklara döken nedenler, tam da bunlardır.

Dolayısıyla yeni bir 68 hareketinin ayak sesleri şeklindeki değerlendirmeler maddi temellerden yoksun değildir ve yeni 68’lerin maddi şartları vardır. Ancak dünyadaki genel durum, saldırılar, işçi-emekçi ve gençlik hareketindeki yükseliş ve düşüş şeklinde gözlemlenen istikrarsızlık, güçlü örnek hareketlerin olmayışı vb., olası yeni bir 68 hareketi değerlendirmeleri yapılırken, gözlerden uzak tutulamayacak gerçeklerdir. Maddi ya da nesnel birikimlerin ille de kendiliğinden patlamalara dönüşeceği düşüncesini savunmak kuşkusuz yanıltıcıdır. En azından biçim ve süreç hakkında yanılgılara düşmemek mümkün değildir.

Yaşanılan süreç ve gelişmelerin yeni bir 68’e dönüşüp dönüşmeyeceği tartışmaları bir yana, üstünde kesinlik ile konuşulacak bir gerçek var ki, o da, gençliğin tepkilerinin durmayacağı ve taşmaya devam edeceğidir. Çünkü onlarca ülkede, gençliği sokaklara döken sorunlar ve talepler giderek daha yakıcı hale gelmekte ve gençliği de ilgilendiren sorunların sistem tarafından çözülemeyecek sorunlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Sorunlar hakkında umut ve beklentiler yaratacak politikaların, sorunların büyüklüğü göz önüne alındığında, son kullanma tarihlerinin uzun olamayacağı ortadadır. Çünkü gençlik, dönem dönem, kitlesel bağlardan kopuk olanların ya da gençliği içinde bulunduğu nesnel şartlardan ayrı ele alarak dar aydın mantığıyla değerlendirenlerin savunduğu gibi, apolitik bir kitle değildir. Günümüzün gençliği, sorunlarına uzak ya da sorunlarından kopuk bir kuşak da değildir.

Yunan gençliğinin sokaklara taşan tepkisinin tüm dünyada yankılar bulması, tam da gençliğin içinde bulunduğu sorunlardan dolayıdır. Sorunların ortak oluşu ve biriken tepkiler, diğer ülkelerdeki gençlik kitlelerinin sempati ve desteğini kazanmış, 68 hareketini bir kez daha hatırlatmış ve benzeri hareketlere duyulan ihtiyaçlara atıfta bulunulmuştur.

Kendiliğinden hareket, kısa bir süre içinde hükümetin çağrılarına ve toplumsal direnişlerden korkarak yüreği ağzına gelen sosyal demokratların itfaiyecilik çabalarına rağmen, gelişerek büyüdü. Sadece büyük şehirlerde değil, küçük ilçelere varan yerleşim bölgelerine kadar, tepkiler büyüyerek kitlesellik kazandı. Başta, bir gencin öldürülmesinin neden olduğu “ani sinirsel tepkiler” olarak değerlendirmeler yapan aydınlar, basın ve partiler, gençliğin sorunlarına ve haklı taleplerine dikkat çeken ve izlenen politikaları sorgulayan bir tutum almak zorunda kaldılar. Yıllardan beridir sokaklara dökülen gençlerin neden dinlenmediğini ve sorumluların kim olduğunu araştırmaya başladılar.

Bir diğer önemli özellik ise, sistemin sınırlarını ve izin verdiği ölçüleri aşan bir hareketle karşı karşıya olunmasıydı. Gençler, sadece barışçıl gösterilerle sınırlı kalan biçimlerle değil, sistemin güçleriyle ve organlarıyla karşı karşıya kalmayı gerektiren bir tutum aldılar. Birçok bölgede karakollar, ortaöğrenim gençlerinin ablukaları dolayısıyla çalışamaz duruma geldi. Yasaklar delindi ve sokaklara barikatlar kuruldu. Basında oluşturulmak istenen izlenimlerin tersine, hareket, sol gruplarla ve anarşistlerin katılımıyla sınırlı kalmadı. Tersine, izlenen politikalara karşı çıkan ve muhalif olan her kesimden genci bir araya getiren bir hareket olarak, sokaklara taştı.

Hükümet ve polisin gelişmeleri dar, marjinal ya da anarşist grupların provokasyonları olarak gösterme çabaları, gençliğin kitleselliği karşısında etkili olmadı. Tersine, işçi ve emekçilerin gençliğin sorunlarına sahip çıkması ve grev ve gösterilerle aktif destekler vermesiyle, hareket bütünüyle gündeme oturdu. Kuşkusuz hareketi provokatif tutumlarla bölmeye çalışanlar da oldu. Polis tarafından görevlendirilen provokatörlerin vitrinleri kırdığını gösteren video görüntüleri kanallarda yayınlandı. Anarşist grupların sorumsuz tutumları da ortaya çıktı, ancak bunların hiçbiri gündemi değiştirmeye ve haklı talep ve tepkileri gölgelemeye yetmedi.

Hareket daha ileri mevzilere çekilebilir ve talepleri kazanıma dönüştürecek örgütlü bir harekete dönüştürülebilirdi. Sol sosyal demokrat bir tutumla gençliği yedeklemeye çalışan SİNASPİSMOS partisi, hükümetin ve yanlılarının baskılarına boyun eğmek zorunda kaldı ve açıkça dile getirmese de, desteğini çekti. Yunanistan Komünist Partisi, “KKE” ise, olayların başından sonuna kadar gençliğin haklı taleplerine dikkat çekerken, provokasyon söylemlerine ağırlık vermekten de geri durmadı. Dış güçlerin ülkeye yönelik provokasyon planlarının olduğunu ve “komünist partisinin direkt inisiyatifinde olmayan hareketlerin provokasyonlara açık olduğunu” söyleyerek, hareket içinde ayrı bir güç olarak hareket etti. Ortaöğrenim gençlerinin gösterilerinden, işçi ve emekçilerle üniversitelilerin gösterilerine kadar ayrı hareket etti ve kendine bağlı güçlerle sınırlı bir tepki gösterdi.

Yunanistan’daki gençlik hareketi şimdilik durmuş gibi görünse de, dün içinde taşıdığı potansiyeli bugün de taşıdığından kuşku yoktur. Gençleri sokaklara dökerek militan tutumların alınmasına neden olan tüm sorunlar olduğu yerde kalmıştır ve çözüm beklemektedir. Sorunlara çözüm bulunmadıkça da yeni tepki ve direnişlerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır.

 

IMF Reçeteleri, Krizlere Derman Olmuyor

IMF reçeteleri, krizlere derman olmuyor

C. ERMAN

 

Kapitalizmin bu yüzyılın ilk, ama 1929 bunalımından sonraki en büyük kriz dönemini yaşadığında, başta egemen sınıflar, hemen herkes hemfikir. Krizin dalgalarının Türkiye’ye ulaştığı, ama asıl etkinin 2009 ortasında gözükeceği, dahası Güney Afrika ve Türkiye’ye en çok zarar vereceğinin söylendiği günlerde, AKP Hükümeti’nin başı T. Erdoğan da, tükürdüğünü yalayarak, IMF’ye ‘ümük sıktırmaya’ karar verdi. Artık ‘teğet geçmeyeceği’ anlaşılan krizi, hafiften atlatabilmek, ekonomiyi canlandırabilmek için; öncekilerden daha acil olarak, borç ve kredi arayışına girildi. TÜSİAD’ın sermaye kesimine ait dış borç ödemelerini, hazinenin sırtına yıkma çabası, IMF ile görüşme çığırtkanlığı yapması; hükümetin tutumunda belirleyici oldu. Tüm borçlara kefil ve denetçi olacak IMF ile 21. stand by antlaşmasını imzalamak üzere masaya oturuldu. Son haberlere göre, sağlanan mutabakat; 2009 Ocak ayında antlaşmaya dönüşecek.

Bugün yaşı 45-50 civarında olanların çok yakından tanıdığı IMF, ülkelere verdiği borçlar karşılığı ağır faizler bindiren, ülkeleri tefeci cenderesi altında inleten, bir ülkenin tüm işlerine, bakan tayininden, yasa yapılmasına; ücretlere, maaşlara, emeklilik haklarına, sağlık sigortasına, tarım ürünleri taban fiyatlarının saptanmasına, yapılacak okul, hastane vb. altyapı yatırımlarına karışan; özcesi ‘her işe maydanoz olan’ bir kuruluş. Ayrıca, ABD’de başlayan kriz olmasa bile, Türkiye ekonomisinin dışarıdan sıcak paraya bağımlı olan büyümesinin; durma noktasına geldiği ve bunun baş sorumlusunun da IMF olduğu bilinmesine karşın; Türkiye, iplerini, yine IMF’nin ellerine teslim ediyor. Yazıda, IMF’nin yapılanmasına, gücünün sınırlarına, icraatlarına değinerek, IMF’nin özel olarak Türkiye’nin ekonomik ve politik hastalıklarına derman olmak bir yana, bizzat bu hastalıkların üretilmesindeki payını ve ekonomileri kangrenleştiren işlevini ele alacağız.

 

IMF HANGİ İHTİYAÇTAN DOĞDU?

1929’daki büyük ekonomik kriz öncesinde, uluslararası para olarak altın geçerliydi. Ülkeler, paralarını ellerinde bulunan altın rezervine karşılık olarak basıyorlardı. Paraya olan güven sarsılıp, paralar altınla eşitlenemez bir düzeye gelince, dünya parasal düzeni de bozulmuş, savaş koşulları ve sonrasında birçok ülkede yükselen aşırı enflasyon nedeniyle; ticaret, mal değiş tokuşu temelinde yapılır olmuştu. Kriz sonrası paranın değerini saptayacak bir kurum ve uluslararası bir yeni parasal düzen arayışı gündeme girdi. IMF, ilk olarak işte bu ihtiyaçtan doğdu. Ticaretin uyumlu olarak gerçekleşmesi için döviz kurunda istikrar, yani sabit kurlar çare olarak benimsendi. 1944 yılında Amerika’nın Bretton Woods şehrinde 44 ülkenin delegeleri toplandı, yeni uluslararası para olarak; 2. büyük savaştan, güçlü bir emperyalist olarak çıkan, ekonomisi de güçlü olan ABD’nin ulusal parası dolar benimsendi.

1946 Mayıs’ında faaliyete geçen IMF’de, bu parasal düzenin uluslararası düzeyde denetçisi, yani ulusların paralarını ve kurlarını ve ticarete uyumlarını kontrol ve koordine eden bir kurum olarak devreye girdi. Bugün IMF’ye üye ülkelerin sayısı 182’ye ulaşmıştır. Üye ülkeler IMF’ye katılırken bir miktar para yatırmaktadırlar, yatırdıkları oranda para çekme hakkına ve karar aşamalarında o oranda bir oy hakkına sahiptirler. En çok para yatırıp katkıda bulunan, başta ABD olmak üzere emperyalist G8 ülkeleri olduğundan, bu ülkeler, kararlarda da belirleyici konumdadır. IMF, ayrıca kriz sonrasında gelişmiş emperyalist ülkelerin büyüme, dünya pazarlarını ele geçirme, kârlarını azamileştirme ihtiyacına da yanıt veriyordu.

Önemli bir nokta da, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumsal düzenlemelerin; emperyalist zincirden 1917 Devrimi ile kopan SSCB’nin savaş sonrası sosyalist inşadaki başarıları, emperyalist blok karşısında alternatif olarak dikilmesinin korkusuyla ABD emperyalizmi tarafından başlatılan ‘soğuk savaş’ı sürdürme, SSCB’yi askerî olarak kuşatma politikasında destek araçları olarak kullanılmasıydı.

Verilen borç ve krediler, ABD’nin dünya jandarması olarak sivrilmesine de hizmet ediyordu. Ekonomik, politik ve askerî çıkarların kesiştiği ülkeler, potaya ilk elden alınan ve tuzağa düşürülen ülkelerdi. SSCB’nin komşusu Türkiye’nin batının tuzağına düşürülmesi; Marshall yardımıyla Birleşmiş Milletler’e üyeliği, NATO’ya girişi ve IMF üyeliğinin aynı dönemde gerçekleşmesi tesadüf değildir.

Başlangıçta IMF’nin görev alanı sanayileşmiş ülkelerdi. Dünya Bankası ise, IMF’nin paralelinde az gelişmiş ülkeleri sistemle birleştirmeyi, yani onları emperyalizmin ağına düşürmeyi görev edinmişti. Ekonomik paketler‚ ‘yapısal uyum’ adı altında, geri ve az gelişmiş ülkelere pazarlanıyor, onların ekonomileri sanayi ve tarım alanları emperyalistlerin ihtiyaçları doğrultusunda piyasaya açılarak; verilen krediler, başta ABD emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalistlerin ve tekellerin azami kârlarını gerçekleştirmeye, ülkelerin soyulmasına, sömürgeleştirilmesine hizmet ediyordu.

1970’lere kadar süren ekonomik sömürü mekanizmasının‚ bu türden ‘yapısal uyum’ versiyonu; Türkiye’de ve dünya genelinde‚ ithal ikameci sanayileşme’ olarak da tanınmaktadır. Savaş sonrası, dünyanın yıkımı, dünyanın birçok bölgesinin halen sanayileşme sürecinde olması, ama esas olarak tarımsal ekonomi içinde debelenmesi; başta ABD emperyalistlerinin elinde biriken sermaye fazlasının, değerlenecek alanlar arayışı, kâr oranlarındaki düşme eğilimini dengeleyecek yeni sömürü alanlarının piyasaya açılması çabaları; geri ülkelere, borç, kredi ve doğrudan sermaye yatırımlarıyla sızarak, oraları arka bahçe olarak kullanmayı ve kârları azamileştirmeyi olanaklı kılmaktaydı.

1971 yılı, ABD’nin 1893 yılından sonra mal ticaretinde ilk kez açık verdiği yıldı. ABD, bu dönüm noktasında, Bretton Woods’ta belirlenen para ve sermaye sistemini tek taraflı olarak bozmayı, para basmada, diğer büyük kapitalist devletlerin denetimi dışına çıkmayı; kendi çıkarları açısından zorunlu gördü.1 ABD’nin, artık uluslararası para da sayılan doları, altın karşılığı değil de, keyfince basıp, piyasaya sürmesi ve 1973 petrol krizinden sonra bir likitide bolluğu yaratmasıyla; ülkelerin borçlandırılarak soyulması dönemine geçildi. IMF ile Dünya Bankası arasındaki rol dağılımı da bu arada değişiklik gösterdi.

IMF ve Dünya Bankası, emperyalist ülkelerin, borç batağına çekerek geri ülkeleri kendilerine bağlama ve sömürgeleştirme işlevini birlikte yürütmeye başladılar. IMF, borç tuzağına düşürdüğü ülkelerle Stand By antlaşmaları yapıyor, Dünya Bankası ise, sözde yapısal uyum programlarını projelendirip kredi sağlayarak, IMF ile birlikte, borç paraların kullanımını yönlendiriyor, denetliyor, ülkelerin ekonomisi ve sektörlerini uluslararası sermayenin çıkarlarına göre biçimlendiriyordu.

1954-70 arasında, 47 ülke IMF masasına oturarak, stand-by anlaşmaları yapmıştı. O günün koşulları içinde, gelişmekte olan ülkeler, uygun koşullarda kredi bulabiliyorlardı. Fakat 1970’lerde başlayan petrol krizi, bu ülkeleri IMF’ye olan borçlarını ödeyemez duruma düşürdü. 1980’lerde başlayan borç krizinde, IMF, gelişmiş ülkelerin neden olduğu krizin ortaya serdiği açmaz ve sorunların tüm yükünü; azgelişmiş ülkelerin sırtına bindirdi.

IMF’nin yenilenmiş işlevi “alacakların tahsilini” , faizlerini garanti altına almaktı. Artık o, uluslararası bankaların icra memurluğunu yapmaktaydı. Verdiği referanslar, “sıcak para” girişi için diğer banka ve mali fonlara ‘yeşil ışık’ anlamına geliyordu. Olumsuz bir sinyal ya da politik bir şantaj sözkonusu olduğunda, sıcak para ülke dışına kaçıyor, yaratılan suni krizlerle ülke ekonomileri çökertiliyor, yeniden ve daha ağır şartlarla stand by antlaşmaları dayatılıyordu. Aslında 1990 sonlarındaki Asya, Latin Amerika, Rusya ve 2001 Türkiye krizlerinde olan buydu. Zora düşen ülkelerde yatırımları bulunan uluslararası şirketlerin de pazarları gittikçe daralmaya başlıyordu. Sermaye için bağımlı ülkelerin de çarklarının dönmesi, kâr aktarımı için zorunluydu. IMF’nin son dönemlere dek süren yeni rolü, dara düşmüş ülkelere istikrar paketleri önererek koşullu krediler vermesi, alacağı anaparayı ve geri ödenecek faizleri denetlemesiydi.

IMF’nin, bu nedenle, ekonomik reçetelerinin girizgâhında, dış açık veren ülkenin mali ekonomik dengelerini yeniden kurması, ‘yapısal uyumun’, ‘mukayeseli olarak üstün olunan sektörler’de, yani avantajlı olunan emek-yoğun, madencilik, tarım ya da turizm gibi sektörlerde yoğunlaşarak sağlanacağını, kalkınmanın da ‘ihracata yönelik sanayileşmeyle’ gerçekleşeceğini vaaz etmesi; gerçekte emperyalist sermaye birikiminin son ‘globalleşmiş’ versiyonuydu.

IMF DÜNYANIN BAĞIMLI EKONOMİLERİNİ ENKAZA ÇEVİRDİ

IMF’nin dayatma paketleri, kuşkusuz borç alan ülkeleri kalkındırmak için değildi, emperyalist sanayi ülkelerinin krizlerini, geri ülkelere yıkmanın, onları borç yoluyla kendine bağlayarak, mali sermayenin vurgunlarını artırmanın bir yoluydu. IMF’nin, borç almak için kapısını çalan ülkelere dayattığı koşullar, dünya çapında, hemen hemen aynıydı. Sadece borç anapara ve faizlerin ödeme takviminde ülkenin yaşadığı duruma göre, farklılıklar olabilirdi. IMF’nin bu dönem dünyanın geri ve yoksul halklarına dayattığı ‘istikrar paketleri’ olarak bilinen ‘kemer sıkma’ politikaları neleri içeriyordu, biraz yakından bakmakta yarar var:

1) Enflasyonun kontrol altına alınması, 2) Kamu finansmanının disipline sokulması, 3) Ülke parasının konvertibilitesi, yani döviz kurunun serbest dalgalanmaya bırakılıp, sabit kurdan vazgeçilmesi; 4) Kamu harcamalarının kısılması, sağlık ve eğitim harcamalarında kesintiye gidilmesi, maaş ve ücretlerin düşürülmesi, tüm devlet sübvansiyonlarının kaldırılması, tarım ürünlerine yüksek taban fiyatından vazgeçilmesi, fiyatların, devlet müdahalesine son verilerek, rekabetçi piyasa koşullarınca belirlenmesi, 5) Kamu yatırımlarının (KİT’lerin) özelleştirilerek satılması, yaratılacak kaynaklarla da borçların ve faizlerinin ödenmesi.

Özetle IMF, sıkı para politikası dediği, ‘kemer sıktırıcı’, sözde tasarruf sağlayıcı politikalarla, kendi verdiği borç-paranın geri dönüşünü ve alacağı faizin elde edilmesini garanti edecek tasarruf koşullarını yaratmaya çalışıyordu. Bunun için de, dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye’de 12 Eylül’de yapıldığı gibi, “sermaye için istikrar” isteyerek, askerî faşist cuntalara âdeta davetiye çıkarıyordu. Yoksul ülkelerin tüm tasarrufları, birikimi, emekçilerinin fedakârlığı, IMF kasasına ve emperyalistlere akıtılıyordu. Gümrük duvarlarının kaldırılması önerisi ve ülke parasının dalgalanmaya bırakılması yöntemiyle, yani eşit olmayan bir ticari ilişki yoluyla; emekçilerin ürettiği değerlerin, kur oyunlarıyla emperyalist merkezlere akıtılması sağlanıyor; bağımlı ülkeler soyularak yoksullaştırılıyordu. Dolar basma yetkisine sahip olan ABD, para vanalarının başında oturuyor, hiçbir riske girmeden karşılıksız banknotlarıyla yoksul ülkelerin emek-değerini, mal ve ürünlerini kendine akıtıyordu. Özcesi, tefecinin yoksul köylüyü inletmesi gibi, IMF paketleri de, geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin halklarını (bir avuç işbirlikçisi hariç) inletiyordu…

Bu yeni ekonomik model, 1970’ler sonrasında dünyanın geri ve bağımlı ülkelerine dayatıldı. Gorbaçov Rusyası’nın teslim alınmasından sonra, “Yeni Dünya Düzeni ve “Globalizm” olarak piyasaya sürülen ideolojik propagandayla birleştirilerek; “sermayenin globalleşmesini hızlandıran, serbest rekabetçi ihraç ekonomisi modeli” olarak, günümüze dek uygulandı. Eldeki üretim stoklarının eritilmesi, sermayenin yeniden genişleyerek büyümesi; emperyalist ülkelerin kâr oranlarını artırması ve kriz dinamiklerini savuşturmaları; artık bu soygun biçiminin, IMF eliyle yürütülmesine bağlıydı. Aşırı üretim ve elde biriken mali fonlar; mali sermayeyi, ağına düşmemiş ülkelerin ürünlerini ucuza satın almayı, bu ülkelerin toprak mülkiyetini ve kamuya ait sanayi işletmelerini ucuza kapatmayı âdeta ‘tahrik’ ediyordu. Ayrıca aşırı üretim ve kâr oranlarının görece düşme eğilimi, mali-sermayeyi, kur farkı, faiz oranlarının değişimi vb. borsa oyunları yoluyla ‘paradan para kazanmaya(!)’ zorluyor; üretken alanlardan göreli olarak uzaklaştırıyordu.

ABD, kendi dış açıklarını; dış dünyadan ABD’ye giren portföy yatırımları sayesinde, sermaye fazlası vermek suretiyle dengeleme sürecine girmişti. Bu nedenle, IMF reçeteleri yoluyla bağımlı ekonomiler, iç talepleri daraltılarak, dış ticaret fazlası vermeye, ihraç ekonomileri olmaya zorlanıyor ve elde edilen “fazla”lar, ABD’nin finans açıklarını kapatmaya yarıyordu.

ABD’de ve dünya piyasalarında dolaşan para ya da para yerine geçen kredi kartı, hisse senedi vb. aracı eşdeğerlerin miktarı, toplam maddi mal ve ürün miktarını eşdeğer olarak temsil etmiyordu. Dünya hasılasına eşdeğer para miktarından onlarca kat fazlası, sanal yollardan piyasada dolaşıyordu. Piyasadaki trilyonlarca fazla doların karşılığına denk düşen, somut olarak alınıp satılan bir maddi üretim nesnesi yoktu. Sanal yollarla, ‘paradan para kazanma’ya çalışanlar; nihayet en başta kapitalizmin ana karargâhı ve mabedi olan Amerika’da duvara tosladı.

ABD’de Mortgage diye anılan emlak piyasasında ipotek karşılığı alınan, ama elden ele geçerek dünyayı turlayan kredi senetlerinin; geri ödenememesi sonucu; çok önceden sanayide başlayan aşırı üretim krizi görünür hale geldi, ekonomik durgunluk başladı. Piyasaya devletçe pompalanan, üretimi canlandırıcı(!) tüketici kredileri ve bataktaki işletmeleri kurtaracak trilyon dolarlık devlet yardımları, derde deva olamadı. ABD’nin dünya ekonomisindeki üretim, tüketim ve sıcak para akışındaki belirleyici konumu, doların dünya parası oluşu, krizin dünyaya yayılma dinamiklerini hızlandıran etkenlerdi. Zincirleme olarak uluslararası sigorta şirketlerini ve bankaları kapsayarak ilerleyen ve dönüp çıktığı yeri, yani üretimi vurarak onu durgunluğa ve küçülmeye iten ve henüz başlangıcını yaşayan kriz, derinleşerek yayılmasını sürdürüyor.

ABD, doların dünya parası olmasını ve dünyadaki ekonomik ve askerî egemenliğini kullanarak; yüksek faiz oranlarıyla dünyadaki dolarları tekrar kendine çekerek, açıklarını kısmen kapatmaya çalışmış, para basmayı sürdürerek, tüketici kredileri açarak ABD içindeki tüketim eğilimini teşvik ederek, bugüne kadar ekonomisini çevirebilmişti. Artık bunların da, krizle birlikte, çare olmadığı, aksine onu tetikleyen bir işlev gördüğü bilinmektedir. Ama emperyalist zengin ülkelerin, halen krize çare olarak, 4 trilyon dolarlık bir parayı piyasaya sürerek “şok tedavi” arayışında olmaları; dünya çapında enflasyonun artırılmasını ehven-i şer bir çare olarak görmeleri de onların derin bir açmazıdır.

IMF gibi kurumların rolünü ve geleceğini de; bu yeni dönemde, emperyalist ülkelerin belirleyeceği bu türden anti-kriz önlemleri, yeni bir uluslararası para düzeni kurulması gibi arayışlar şekillendirecek olsa da; IMF’nin, borç tuzağıyla ülkeleri soyma işlevi değişmeyecek görünüyor. Çünkü her zaman emperyalist ülkelerin kendi iç piyasalarında uyguladığı tedbirlerle, geri ülkelere dayattıkları tedbirler daima farklı olmuştur. Bugün de onlar, krizde sağlam durabilmek için, farklı düzeylerde kendi iç piyasalarına para sürerek; tüketimi artırıcı, istihdamı koruyucu politikalar ve sübvansiyonlar peşindeyken; geri ülkelere sıkı para politikası ve tasarruf paketleri öneriyor, mevcut işsizliği ve yoksulluğu daha da artırıcı tedbirler dayatıyor, krizlerini geri ülkelere yıkmaya çalışıyorlar.

Geri ülkelere yönelik IMF’nin günümüzde oynayacağı rol, öncekinden farklı görünmese de, başta emperyalist merkezler olmak üzere, dünyanın kriz koşullarını yaşıyor olması; önemli bir farktır. Borcu alanın da verenin de diken üstünde olacağı riskli kriz koşulları yaşanıyor. Oysa, 1970 petrol şoku sonrasında emperyalist merkezler rahattı, ellerinde birikmiş fonları, borç verme ve kâr oranlarını artırma yönünde değerlendirerek, sermayenin devrini sağlayabiliyorlardı.

Bugün ABD’de ve diğer Batılı emperyalistlerde derinleşerek ilerleyen krizin nerede duracağının kestirilemediği, kimin nereye savrulacağının bilinmediği koşullarda; IMF, (emperyalistler adına) verdiği borçlarla, krizin yükünü doğrudan borçlu ülkeye yıkacak, daha yakından gözetecek, daha çok dayatacak, daha çok “ümük” sıkacaktır. Bu da IMF’nin, emperyalist merkezlerin krizin yüklerini, eskisinden daha ağır ve doğrudan yoksul emekçilere ödetmesi, ülkeleri iyice teslim alması demektir.

1980 sonrasında, IMF reçetelerinin krizleri geri ülkelere aktarmadaki evrensel rolüne ve uygulattığı parasal politikaların sonuçlarına bir gözatmak, günümüzdeki reçetelerin yol açacağı enkazın boyutlarını da anlamaya yardımcı olabilir.

Emperyalist gelişmiş ülkeler, borç tuzağına düşürdüğü ülkeleri sömürüp, semirip âdeta her alanda bir obezite durumu yaşarken; geri bıraktırılmış sömürge ve yarı sömürge ülkeler; işsizlik, açlık, susuzluk, okulsuzluk, ilaçsızlık; askerî cuntalar ve iç savaşlar girdabında yazgılarına terk edildiler.

Geri ve bağımlı ülkelerin,1970’teki petrol krizi sonrası başlayan borç arayışı ile, borç krizinin çıktığı 1982 yılları arası dönemde, toplam borç miktarı on bir kat artmış; 62.5 milyar dolardan 743,5 milyar dolara yükselmiş ve bugün 2 trilyon doları aşmıştır.

Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılan bir araştırmada, IMF politikalarını uygulayan 89 az gelişmiş ülkenin, 1965’ten 1995’e kadarki ekonomik büyümesi incelenerek, bazı sonuçlara varılmıştır. Buna göre, “ülkelerin 48’i, borç aldığı yıla göre, kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32’si daha da fakirleşmiş, bu ülkelerden 14’ünün ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür. Örneğin Nikaragua 1968’den 1995’e kadar 185 milyon dolar borç almış, ancak ekonomisi %55 oranında daralmıştır. Zaire ise, 1972-1995 döneminde 1,8 milyar dolarlık borç almış ve ekonomisi %54 oranında küçülmüştür.

Ayrıca IMF reçetelerinin uygulandığı ülkeler, istikrarsızlığa sürüklenmiş, işçi ücretlerinin düşürülmesi, sosyal harcama ve sübvansiyonların kesilmesi, tarım ürünlerine düşük taban fiyat belirlenmesi emekçilerin eylem ve protestolarını yükseltmiş, egemen sınıflar ve hükümetler çareyi, IMF reçetelerinin uygulanma koşullarını, askerî cuntaların terörist yöntemlerinde bulmuşlardır. Türkiye’de 24 Ocak 1980’de IMF ile imzalanan stand by antlaşması emekçi direnişlerinin yükseldiği koşullarda uygulanamayınca, TİSK başkanı olan Halit Narin’in gazetelere ilan yoluyla, 24 Ocak Kararları diye bilinen “IMF paketlerinin uygulanması için, askerî darbe çağrısı” yapması ve IMF reçetelerinin ancak faşist cunta koşullarında uygulama olanağına kavuşması henüz hafızalardan silinmemiştir.

Peru’da, Haziran 1977’de imzalanan stand-by anlaşması sonrasında da, genel grev ve halk ayaklanmaları başlayınca, hükümet anlaşmanın imzalanmasından caymıştır. Kasım 1977’de anlaşma tekrar imzalanınca, yeniden bir halk ayaklanması başlamış, Haziran 1978’de sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bolivya’da da, 1980 yılında benzer bir durum yaşamıştır.

Dünyada IMF’nin yapısal uyum programlarını en uzun süreyle uygulayan ve IMF talimatlarını 1973’ten sonra harfiyen uygulayan Şili’ye bakacak olursak; hızlı bir özelleştirme yapılmış, Şili, gümrükler açısından dünyanın en korumacı ülkesiyken, en esnek ülkesi haline gelmiş, tüm özelleştirmeler tamamlanmış, yabancı sermaye teşvik edilmiş, yabancı sermaye çelik, telekomünikasyon, havayolları gibi en stratejik sektörlerde bile ortak durumuna gelmiş, ticaret bütünüyle serbestleşmişti. Sonuçta, Şili’nin bu yapısal uyum programlarından sonra, 1991’deki dış borcu 19 milyar dolar, yani millî gelirin %49’u olarak gerçekleşiyor, millî gelirindeki artış 1961-1971 arasında %4,6 olarak gerçekleşmişken, bu artış 1974-1989 arasında sadece %2,6’ya düşerek, ülke ekonomisi küçülüyordu. Bugün Şili ekonomisinde tam bir istikrarsızlık hâkimdir. Kamu harcamaları iyice kısılmış, ücretler dondurulmuş ve Şili’nin ulusal parası peso devamlı değer kaybetmiştir. 1980-1990 arasında yoksulluk sınırındakilerin oranı %12’den %15’e yükselmiş, açlık sınırındakilerin oranı da %24’ten %26’ya çıkmıştır. Yani toplumun yaklaşık %40’ı yoksuldur.

Meksika, 1995’te IMF’den borç alarak, ekonomik krizi atlatmaya çalışmıştır. 1994’te, ulusal paranın %50 değer kaybetmesinden bir yıl sonra, tüketici fiyatları %35 artmış ve faiz oranları %60’ı bulmuştur. Meksika halkı, 1994’ten 1996’ya kadar, 60 milyar ek dış borcu daha yüklenmek durumunda kalmıştır. Kişi başına düşen millî gelir, 1995 boyunca %9 gerilemiştir. IMF’nin istikrar programı, ekonomik büyümeyi azaltmış ve yoksul halkı sefalete itmiştir.

Bu arada, Türkiye ile önemli benzerlikleri kurulan Arjantin ekonomisinin, IMF eliyle yaşadığı ibretlik tabloya bakmakta yarar var:

IMF’nin ‘Arjantin modeli’ olarak övdüğü ve bağımlı ülkelere örnek gösterdiği Arjantin’de, IMF politikalarının halkı yoksulluğa iterek isyana mecbur ettiği; hükümetlerin de, halk hareketlerinin baskısı sonucu iflas bayrağı çekerek, IMF’ye olan borçlarını ödememe yoluna gittiği bilinmektedir.

Arjantin, yüksek enflasyona çare olarak (ki, 1991’de yüzde binlerle ifade edilmekteydi), dolar değerini sabitleyerek enflasyon sorunu atlatmış, ulusal gelirini 1990-1998 arasında %6.8 artırmıştı. Alım gücü baskı altına alınarak, iç talep düşürüldü. Bu süreçte IMF patentli liberal politikalar, yani özelleştirmeler, ithalatın serbestleşmesi, yabancı sermayeye açılma vb. uygulamalar sonucu; Arjantin yoksullaştı, dünyanın bir numaralı et ihracatçısı ülkede halk, kasap dükkânlarına saldırmaya başladı.

1999’da, dolar değerinin yüksekliği, Arjantin ürünlerinin fiyatını düşürdü, ayrıca ticaret ortağı olduğu Brezilya’nın devalüasyon yapması, Arjantin’in dış ticaret dengesini bozdu. Doğu Asya, Brezilya ve Rusya’daki bunalımın da etkisiyle, dış borç faizleri artıp, dış açıkları büyüyünce; Arjantin, IMF’yle 40 milyar dolarlık Stand by antlaşması imzaladı. 2001 ortasında sabit kur sistemini ihracatçılar için esneten Arjantin’de, devalüasyon beklentisi; dolara hücum edilmesine yol açtı. Arjantin, 2001 yılı sonunda tahvil borçlarını ödeyemez duruma geldi ve IMF’yle borç servisini durdurarak, yabancıların elindeki tahvil ana paralarının sadece dörtte birini ödeyeceğini ilân etti.

Arjantin devleti, Ocak 2002’de, sabit kur sistemini terk edip pesoyu devalüe etti. Şubat’ta peso dalgalanmaya bırakıldı. Ekonominin daralması 2002 ortasında sona erdi ve ulusal gelir artmaya başladı. Fakat Haziran 2002’de işsizlik yüzde 20’yi aşmıştı. 2003 Eylül’ünde, Arjantin, IMF’ye günü gelen borç taksidini ödeyemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine IMF, Arjantin’e, üç yıllık 13 milyar dolarlık bir ‘stand-by’ (destek) daha vermeyi kabul etti. 2004 Mart’ında Arjantin, yine IMF’ye borç taksiti öderken, IMF’den ilerde yeni kredi (yani borçlarının itfasının ertelenmesi) vaadini kopardı. Buna karşılık, 80 milyar dolarlık tahvil tutan alacaklıları ile görüşerek uzlaşmayı kabul etti.

Arjantin’in toplam kamu borcu, 1996 yılında 96 milyar dolar iken, 1998’de 109 milyar dolara ve 2000 yılında 171 milyar dolara yükseldi. Borçları ödemek için başvurulan ise, özelleştirmeler oldu. İğneden ipliğe kadar her şey satıldı. Kamu kuruluşları ve kamuya ait arazi ve binalar, her şey satıldı. IMF’nin isteğiyle her şeyini satan Arjantin’de, son yaşanan krizde ise, artık satılacak bir şey yoktu. Borç almadan yaşayamaz durumda olan Arjantin ekonomisi iflas edince, IMF, bu kez de “benim istediğim şartlarda iflas edeceksin” diye dayatarak, vereceği kredileri askıya alma tehdidi yaptı. Sonuçta, Arjantin’de halkın yarısı yoksullaştı. Ama Arjantin’in vurguncu rantiyelerinin ülke dışında birikmiş 100 milyar dolarlık serveti olduğu da bilinmektedir.

Türkiye burjuvazisi, Arjantin deneyinden ders almışa benzemiyor, ama işçilerin eylem, direniş ve protestolarla faturayı ödemeyi kabul etmeyerek, hükümetleri ve IMF’yi geri adım atmaya zorladığı Arjantin deneyinden Türkiye ve dünya işçilerinin yararlanacağı çok şey vardır.

IMF REÇETELERİNİN TÜRKİYE EKONOMİSİNDE YOL AÇTIĞI YIKIM

Dünyada 1998’den sonra faizlerin genel olarak düşmesi ve sıcak para bolluğu yaratılması nedeniyle, hemen hemen tüm borçlu ülkeler, IMF’ye olan borçlarını, faizleriyle, kamu işletmelerini satma pahasına da olsa ödeyebiliyorlardı. Bu nedenle, IMF kapısından uzak duruyor, yeni stand by antlaşmaları imzalamıyorlardı. IMF’nin belki de tek müşterisi Türkiye kalmıştı. IMF’nin kendisi de krize girmiş, birçok çalışanına yol vermişti. Brezilya ve Arjantin’in de borçlarını ödemesinden sonra, Türkiye, “IMF’ye en fazla borcu bulunan ülke” konumuna gelmişti.

1999 yılından bu yılın Mayıs ayı sonuna kadar, Türkiye, IMF’den toplam 43 milyar dolar borç kullandı. Bu borcun 34,7 milyar dolarlık kısmı geri ödendi. Bu dönemde Türkiye, IMF’ye faiz olarak ise 5,6 milyar dolar ödedi. ATO araştırmasına göre; “2007 Mayıs sonunda Türkiye’nin IMF’ye toplam 8,7 milyar dolar borcu var. Türkiye, kalan borç için IMF’ye toplam 1 milyar dolar da faiz ödeyecek. Türkiye ödediği faizle, IMF’nin cari harcamalarını finanse eden tek ülke konumunda. Ocak 2007 tarihi itibarıyla, IMF’nin 73 ülkeden alacağı var. Toplam 19,9 milyar doları bulan bu alacağın 10,2 milyar doları Türkiye’nin borcu. Yani, IMF’nin her 100 dolarlık alacağının 51 dolarını Türkiye’nin borcu oluşturmakta. Türkiye’yi 1,4 milyar dolarla Pakistan, 812 milyon dolarla Ukrayna izlemekte.

Türkiye de, bu koşullarda aldığı borçlarla, dışarıdan sıcak para girişiyle ekonomisini çeviriyordu. Buna rağmen ekonomik dengeler kırılgandı. İhracat yoğun ithalata dayalı olarak sürüyordu. Türkiye’nin batı ittifakına, ikili antlaşmalar ve askerî paktlar yoluyla çekilmesiyle hızlanan emperyalizme bağımlılık politikaları ve buna paralel 1970’ler sonrası yoğunlaşan IMF kıskacı; ülkenin iç kaynaklarına yaslanarak, kendi ayakları üzerinde bir ekonomik büyüme sürdürebilme dinamiklerini temelleriyle yıkmıştı. Kamuya ait fabrikalar özelleştirilmiş, tarım ve hayvancılık bitirilmiş, otelcilik, turizm vb. hizmet alanları şişirilmişti. Üretken özel sermaye yatırımları da azaltılarak, sermaye rantiyeliğe özendirilmiş, yeni istihdam olanağı yaratılmamış, işsizlik alabildiğine artmıştı.

Dünya krizinin etkisiyle hazırdaki dış para kaynaklarının da tıkanması ve faiz oranlarının tekrar yükseltilmesi koşullarında Türkiye’nin durumu vahimdi. Çünkü borç almak için, IMF garantisi gerekiyordu. IMF’ye iş düşecekti. IMF, zaten kollarını sıvamış, tezgâhlarını kurmuş, ‘ümük sıktıracak yeni müşterilerini bekliyordu. İlk oturup antlaşma imzalayanlar, Ukrayna, Macaristan, İzlanda, Pakistan gibi iflasın eşiğindeki ülkeler oldu. Kuşkusuz müşteriler çok olduğunda, IMF, elindeki 300 milyar dolarlık fonu artırma yoluna gideceğini de duyurmuştu.

Türkiye gibi, dış borçlara dayalı olarak ekonomisinin çarkını çevirenlerin, sıcak para girişi durduğunda felç olmaları, IMF’nin eline muhtaç olmaları bu yüzden kaçınılmazdı. Dünyanın aklı başındaki ekonomistlerinin çoğunluğunun, son krizin etkisinin en çok Güney Afrika ve Türkiye’de hissedileceğini söylemeleri, bu nedenle haksız değil.

Ekonomist Mustafa Sönmez’in yazdığına göre, 2008’in başlarında Türkiye’nin genel görünümü şöyleydi: Türkiye son kriz çalkantısından doğrudan etkilenecek. Çünkü, Türkiye ekonomisi, dünya ekonomisi ile son yıllarda artan bir bütünleşme içindeydi. Türkiye, dünya ekonomisi ile olan dış ticaret hacmini 265 milyar doların üstüne çıkardı. Bu, millî gelirin yüzde 53’ü dolayında bir dış ticaret hacmi demektir. İhracat, ithalata büyük ölçüde bağımlı. İhracata talep azalırsa büyüme de düşer. Dış borç stoku 250 milyar dolara yaklaşıyor. Yüzde 63’ü de özel kesimin. Doğrudan yabancı sermaye ve sıcak para girişleri yıllık 45 milyar doları bulmuş ve ekonomi bu dış kaynak girerse büyüyor, girmezse küçülüyor. Borsada yabancılar yüzde 70’e yakın pay sahibiler. Türkiye, dış ticaretinin yarısından fazlasını AB’ye odaklamış durumda. AB’den talep düşerse, ekonomi küçülür.”2

Ekonomide ortaya çıkan bu tablo, IMF denetiminde, onların işbirlikçileri eliyle oluşturulmuştu ve herhangi bir dünya krizinin vurgununu yemeden de, zaten bitiş ve tükeniş noktasına gelindiğini göstermekteydi.

Türkiye, 1998’de, IMF ile “yakın izleme antlaşması” imzalamıştı. Aslında bu antlaşmayı, bugüne sarkan önemli etkilerini gözönüne aldığımızda, 24 Ocak 1980 Kararları gibi, önemli bir dönemeç sayabiliriz. Çünkü Türkiye, parasının değerini dolar karşısında belirlediği ve 9 Eylül 1946’da (Recep Peker hükümeti dönemi) IMF’ye üye olarak alındığı tarihten, 2006 yılına kadarki 60 yıllık dönemde, 20 Stand By antlaşması imzalamıştı. 60 yılın 26 yılı IMF gözetiminde geçti. Ayrıca,1980 sonrasının 26 yılı, yakından IMF denetiminde, 12 Eylül faşist cuntası ve sonrasında onu aratmayacak koşullarda geçmişti.

Emekçilerin sömürülmesiyle sağlanan kaynaklar, ya emperyalistlere ya da onların işbirlikçisi rantiye tabakaya aktarıldı. Bu arada işletmeler ya satıldı ya kapatıldı, üretken alanlara yeni ciddi hiçbir yatırım yapılmadı, tarım yok edildi. Ekonominin çevrimi, gelen sıcak para sayesinde, ithal mallar satın alınarak, borç faizleri ödenerek sağlandı. Bu anlamda, sıcak para girişiyle, sancılı ve sürdürülemez bir ekonomik büyüme gerçekleşti. En son açıklanan rakamlara göre (2008 yılının son çeyreğinde %0.5 büyüme açıklandı), Türkiye ekonomisindeki hızlı büyüme, durmanın ötesinde küçülme sinyalleri vermeye başladı. Ülkeye giren yabancı sermaye, artık ekonomik büyüme yaratamaz durumdadır. Gelen paraların, borç ve faiz ödemelerinde, bir bölümünün ihraç ekonomisini sürdürmek için ithalatta kullanılması, bir bölümünün de rantiyelerin cebine akması nedeniyle, üretken alana yatırılan sermaye azalmaktadır. Sorunlu ve sürdürülemeyecek bir ekonomik büyüme yaşayan Türkiye ekonomisi, 2002’lerdeki küçülmeden sonra girdiği büyüme eğilimini bugüne dek sürdürebildi. Ama bu büyümeden yararlanan, sadece sermaye kesimleri oldu. Bu arada dış borçlar ve dış ticari açıklar da, rekor düzeye çıktı. Bu büyüme tablosuna biraz daha yakından bakalım:

Türkiye özellikle imalat sanayinde dış açık veren bir ülke. Yapısal olarak bozulmuş ekonomi, tasarruflarını üretken yatırımlara yöneltemiyor. İhracat ürünleri imalâtında, yapılan ithalata bağımlı olmaktan kurtulamıyor. Her yüz birimlik ihraç ürünü içinde ithalatın payı %67’ye çıkmıştır.

Bu IMF’li dönemlerde ilk kez, 2001’de ödenen faizler toplamı, vergi gelirlerini aşarak %130’a çıktı. Türkiye, sadece 1980’den 2004 ortasına kadar, yarattığı toplam gelirin (bunların içinde özelleştirmelerden elde edilen gelirler de vardır) %20’sini iç borç anapara ödemelerinde, %8’ini iç borç faiz ödemelerinde, %5’ini dış borç anapara ödemelerinde, %3’ünü de dış borç faiz ödemelerinde kullandı. Bu arada belirtilmelidir ki, IMF talimatıyla yapılan özelleştirmelerden sağlanan gelirler de, bütçe açıklarını kapamada, dış borç faizlerini ödemede kullanıldı. Bir ülke halkının ve emekçilerinin bir yıl içinde yarattığı değerler toplamı olan ulusal gelir; aynı zamanda harcanan toplumsal emek zamanına eşdeğerdir. Ödenen borç ve faizleri, toplumsal olarak gerekli emek zamanına çevirdiğimizde de görülüyor ki, yaklaşık çeyrek yüzyıllık emeğin, 7 yılı iç borç anapara ve faizlerine; 2 yılı da dış borç anapara ve faizlerine harcanmıştır. (bkz. Tahsidarlar ve Borçlular, Ahmet Haşim Köse-Ahmet Öncü)

Büyüme var, istihdam yok, işsizlik artıyor! TUİK tarafından açıklanan verilere göre, yılın son üç çeyreğindeki resmî işsizlerin sayısı 300 bine ulaşmıştır.

Ulusal pastanın paylaşımında; kâr-rant ve faizin payı %56’ya ulaşmıştır. Ulusal gelir dağılımı giderek daha da bozulmuş, bu dönem öncesinde, yıllık kârları 1 ile 3 milyar dolar arasında değişen milyarderlerimizin 90’larda 2 ile 3 kişiyle anılan sayısı; Forbes dergisine göre 25’e yükselmiştir. Emekçi kesimlerin ulusal pastadan aldıkları pay ise azalmıştır. (Rakamsal veriler için Bkz. Mustafa Sönmez, age)

BÜYÜK PATRON SENDİKALARININ İSTEMLERİYLE IMF REÇETESİ VE AKP’İN ANTİ KRİZ PLANI, EMEKÇİ DÜŞMANLIĞINDA BİRLEŞİYOR

Görüşmeler sürüyor olsa da, IMF ile AKP hükümeti arasında mutabakat sağlandığına ilişkin bilgiler dünya ajansları tarafından duyuruldu. IMF ile varılan anlaşmaya göre; 2009 yılı bütçesinde, cari bütçeden 9-10 milyarlık bir kısıntı öngörülüyor. IMF’nin isteği ile, personel reformu ertelenecek, sağlık harcamaları, belediyelere yapılan yardımlar kısılacak. Ayrıca bazı ürünlerde KDV oranlarının %8’den %18’e artırılması, halka dolaylı yoldan %100’den fazla vergi bindirilmesi, varılan mutabakatlar arasında. IMF’den 18 milyar dolar, diğer kaynaklardan 15-35 milyar dolarlık sıcak para girişi karşılığında, büyüme oranının 2009 için “0” olarak saptanması, faturanın yine halka ve gelecek nesillere kesilmesinin kararlaştırıldığını göstermektedir. Hükümetle IMF arasında anlaşmazlık noktası olarak görünen ve görüşmelerin uzamasına yol açanınsa; AKP hükümetinin önümüzdeki yerel seçimlerde, seçim yatırımları ve ‘iane dağıtım’larıyla, sıkı bütçe politikasından sapabileceği yönündeki IMF kaygıları olduğu bilinmektedir.

Hükümet, henüz IMF’yle Stand By için masaya oturacağını açıkça belirtmeden önce; TİSK, zaten alınması gereken önlemleri sıralamıştı. Türkiye İşverenler Sendikası’nın krize karşı acil önlem isteğinin, IMF’nin stand by için ileri sürdüğü şartların ve AKP hükümetinin kriz savuşturma programının uyum içinde olduğunu görmek, kimseyi çok şaşırtmadı.

TİSK, 19 Eylül 2008 tarihinde yaptığı açıklamayla, küresel krizi en az zararla atlatabilmek için Ekonomik ve Sosyal Konsey’in toplanarak, acil önlem alınmasını istemişti. Bu önlemlerin, son aylarda IMF ile Stand By antlaşması için görüşmelerde bulunan AKP hükümetinin dillendirdiği önlemlerle ve IMF’nin klasik kemer sıkma programlarıyla uyumlu olduğu gözlenmektedir. TİSK’in ülke ekonomisinin durumuna ilişkin yaptığı tespitler şunlardı:

Ülkemiz ekonomisi; yüksek cari açık, tüketici ve yatırımcı güveninde azalma, yerel seçimler öncesinde kamu harcamalarında artış endişesi, enerji ve işgücü maliyetleri başta olmak üzere, yüksek girdi maliyetlerinden kaynaklanan hızlı rekabet gücü kaybı,yatırım ortamında beklenen iyileşmelerin gerçekleşmemesi, özel sektörün döviz cinsinden borçlanmaları nedeniyle bu muhtemel krizin etkilerine karşı oldukça zayıf bir konumdadır.(…) Hükümet, sosyal taraflarla ve toplum kesimleriyle mutabakat halinde bir eylem planı oluşturmalı ve uygulamalıdır. Yaklaşık bir yıldır toplanmamış olan Ekonomik ve Sosyal Konsey bu amaçla acilen toplanmalıdır. (abç)”3

Yani, işverenler örgütü, cari açıkların kapanmasında, kamu harcamalarının düşürülmesinde, yüksek girdi maliyetlerinin, en başta da işçi ücretlerinin düşürülmesinde, IMF’nin dayattığı tedbirlerde hemfikirdir ve şimdiye kadar olduğu gibi, borçlanma yoluyla rantiye ekonomik düzenin sürdürülmesinden, kriz zamanı da, tüm yükün işçi ve emekçilere bindirilmesinden yanadır.

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin 2008 yılının son toplantısında Arzuhan Yalçındağ; Bir dizi önlem alınsa da, krizi önlemede canalıcı sorunun iç talebin canlandırılması olduğunu, ekonomik faaliyet için vergi yükünün indirilmesini, ucuz kredi sağlanmasını, bu yükü karşılamak için de, cari harcamaların ve belediyeye aktarılan kaynakların kısılmasını talep etti. Patronlar açıkça, “IMF’den gelecek parayı bize verin, bizden vergi almayın, ucuz kredi bulun, bunları bütçeye uydurmak için de tüm halka yeni vergiler bindirin” demektedirler. 2001 krizi sonrasında alınan 50 milyar dolarlık dış kaynakları hovardaca harcayıp, yükü emekçi kesimlere bindiren aynı TÜSİAD’cı çevre değil miydi? IMF ve hükümet ile birlikte, ekonominin bu duruma gelişinde esas sorumlu olan işbirlikçi sermaye kodamanları, yüzsüzlüklerini elden bırakmadan; kendi dış borçlarını ödeyebilmek için, devletin ucuz kredi vermesini ve halktan da bu yükü sırtlaması için fedakârlık yapmasını istemektedirler.

TEB (Türk Ekonomi Bankası) Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Canevi ise, Akdeniz Üniversitesi’nin düzenlediği “Küresel Kriz ve Ötesi” Konferansı’nda, “IMF ile yapılacak antlaşmanın Türkiye’nin ISO 9000 Kalite Belgesi yerine geçeceğini belirterek; aslında patronların kursağında yatanın ne olduğunu da veciz olarak dile getirdi. Krizi atlatmak için iki çıpaya ihtiyaç olduğunu belirten Canevi; birinci çıpayı “IMF ile antlaşma yapılması”, ikinci çıpayı da “sendikalarla konsensüs sağlanması” olarak belirledi.4

IMF’nin vereceği paranın en fazla 20 milyar dolar civarında olacağının ve bunun da, sadece özel sektörün 250 milyar doları aşan dış borçlarının yanında ‘devede kulak’ kalacağının bilinmesine karşın; IMFsever patronlar, esas olarak gözlerini, IMF’nin yeşil ışık yakmasıyla gelmesini bekledikleri sıcak para fonlarına dikmiştir. Ve bunun bedelini de, daha öncekilerde olduğu gibi, emekçilere ödetmeye çalışacaklardır.

Patronların hükümeti AKP ve IMF’nin; krizin tüm yükünü emekçilerin üzerine yıkma planları yapması, sınıf çıkarlarının bir gereğidir. Peki, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarının tavizsiz savunucusu olması gereken ve bunların sağlanması için burjuvaziye karşı sınıfsal bir mücadele cephesi örmesi gereken sendikalar; şiddeti giderek artacak ekonomik krizin yükünü, işçilere değil de patronlara ödetmek için ne gibi hazırlıklar yapıyor?

Türk-İş yönetimi, son krize yönelik olarak hazırladığı raporunda “Krizin sosyal alanda, çalışanlara yönelik ortaya çıkardığı olumsuzlukların giderilmesinde uygulanacak politikalarda, ortak akılla, aktif sorumluluk üstlenmeye hazırız.5 görüşüyle, patronlara selam gönderdi. Patronların “Hepimiz aynı gemideyiz, fedakârlık yapmamız gerekir” lafzıyla, faturayı emekçilere bindirme girişimlerine; Türk-İş de “ortak akılla destek olacağını şimdiden açıklamış oldu. Sömüren ve sömürülenin aklı nasıl ortaklaştırılabilir? Öyle anlaşılıyor ki, onlar itfaiyeci rolündedir ve şimdiden yükselecek işçi grev ve direnişlerinin önünü kesmenin hazırlığı içindedirler. TİSK’in talep ettiği Ekonomik ve Sosyal Konsey toplandığında, bu ‘ortak aklın’ bulacağı formülün emekçi aleyhine bir uzlaşma olacağı da, şimdiden bellidir. Çünkü, “uzlaşmacılık”, sınıf mücadelesi keskinleştiğinde, sendikal bürokrasinin ana işlevini görebilmesi için ön plana çıkmak zorundadır ve bu nedenle ‘uzlaşmacı sendikacılık’, hak mücadelesi yolunda, emekçilerin önünde büyük bir engeldir.

Sonuç olarak, emperyalistlerin, onların IMF, Dünya Bankası gibi koçbaşı kurumlarının, durumdan vazife çıkararak kolları sıvadığı, krizin uzun sürecek etkisinden kaynaklanacak tüm yükü işçilerle emekçilere ödetmek için bin bir türlü kumpas çevirdikleri ve sendika ağalarını da yedeklemek istedikleri ortadadır. Bu planı bozabilecek yegâne güç olan sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin; geçmiş deneyimlerinden yakından tanıdıkları sendika bürokratlarından, işçi haklarını savunmaya yönelik en küçük bir beklenti içinde olmaları, yenilgiyi baştan kabullenmek anlamına gelecektir.

Öte yandan, başlangıcını yaşayan krizin derinleşerek yaygınlık kazanması, kapitalizmin iki temel sınıfı burjuvazi ve işçi sınıfını, dünya ölçeğinde dönemsel olarak karşı karşıya getirme potansiyelini de taşıyor. Burjuvazinin akıl hocaları bile, kriz sürecinden çıkış için; devrim, karşı-devrim, nükleer savaş vb. laflar telaffuz etmeye başladılar. Bu dönemde, işçi sınıfının, güçlü ve birleşik bir düşman cephenin, tüm silahlarıyla saldırısına maruz kalacak olması dezavantaj olsa da; objektif olarak içeriden müttefik güçlerin, ezilen, sömürülen yığınların desteğini, dışarıdan da proletaryanın enternasyonalist desteğini alacak olması bir avantajdır.

Emek örgütleri, namuslu sendikacılar, sınıf bilinçli işçiler ve emekçiler, fabrika ve işyerlerindeki örgütlülüklerini sağlamlaştırarak, onlara dayanarak, kendi özgücüne güvenle sınıfa karşı sınıf şiarıyla, harekete geçebilirse; krizin faturasını emekçiler ödemeyebilir. Emek cephesinin, bu koşullarda krizin faturasını ödemeyerek saldırıları püskürtmesi, haklarını koruması, yeni mevziler kazanması için; patronların IMF ve AKP hükümeti eliyle işçi sınıfına yönelttiği her saldırıya karşı, üretimden gelen güçle karşı koymasından başka bir yol kalmamıştır.

Türk-İş’e bağlı İstanbul Şubeler Platformu’nun, krizde faturayı ödememek üzere harekete geçmesi ve yeni kararlar alması; yine Kocaeli’deki BRİSA işçilerinin, kapı önüne konulmalarına fabrikayı işgalle cevap vermesi; sınıfın eyleminin hangi yönde gelişmesi gerektiğini gösteren olumlu örneklerdir.

 

 

Dipnotlar

1 Bkz. Ahmet Haşim Köse-Ahmet Öncü, Tahsildarlar ve Borçlular, sf. 29, Evrensel Basım Yayın.

2 Mustafa Sönmez, Dünya Krizi ve Türkiye, Petrol-İş Yayınları, 110.

3 Bkz. 19 Eylül 2008 tarihli TİSK açıklaması.

4 Bkz. Referans Gazetesi,17 Aralık 2008.

5 27 Ekim 2008 Türk-İş’in “Küresel Krize Karşı Önlemler” raporundan.

 

İSRAİL OPERASYONU: GAZZE’NİN TEPESİNE DÖKÜLEN KURŞUN

 

 

EYLEM AKDENİZ-GÖKER

İSRAİL OPERASYONU: GAZZE’NİN TEPESİNE DÖKÜLEN KURŞUN

 

Kardeşlerim, onları bana verin! Analar ve babalar, çocuklarınızı bana verin…” 1942’de Polonya’da 162 bin Yahudi’nin hapsedildiği Łódź Gettosu’nun işbirlikçi Yahudi yönetiminin başı olan “Kral Chaim” lakaplı Mordechai Chaim Rumkowski karşısındaki kalabalığa yalvarıyor, gettonun Nazi yönetiminin talep ettiği “tahliye” kotalarını karşılamak için on yaşın altındaki çocuklarını Judenrat’a[1] teslim etmelerini istiyordu halkından. Bir “kasap” değildi Rumkowski; işbirlikçiliği abluka altındaki Łódź’da mümkün olduğunca çok sayıda Yahudi’nin hayatta kalmasını sağlamak ama aynı zamanda da kendi gücünü ve ayrıcalıklarını korumak için kabul etmişti. Ne trajiktir ki 67 sene sonra İsrail ablukası altındaki “Filistin Gettosu,” işbirlikçilerin timsah gözyaşları eşliğinde, Gazze’deki çocuklarından vazgeçmek zorunda bırakıldı. Gerekçe neydi? Gazzelilerin onlara masallar anlatan “Kral Chaim”lere tahammülü yoktu; “uslu durmuyorlardı”.

Başka bir dizi neden bir yana, İsrail devletinin 27 Aralık tarihli “Kurşun Dökme Operasyonu”nun temel amacı, direnen bir halkı cezalandırmak, yok etmekti. Yirmi iki günlük saldırı süresince uluslararası insan hakları hukuku hiçe sayılarak “uslu durmayan” Gazze halkı cezalandırıldı ve bir insanlık suçuna imza atıldı. Ateşkesi uzatmayı reddedip İsrail’e roket saldırılarında bulunan Hamas yönetiminin katliamı kışkırttığına inanlar yok değil. Bombalanan binaların okul ya da ibadet yeri olması bir şey değiştirmiyor: Söz konusu yerler de Hamas militanlarının yuvalandıkları alanlar olarak tarif edildiğinden pekâlâ meşru hedef sayılabiliyorlar. Oysa çok değil, bir yıl kadar önce, 28 Şubat 2008 tarihli konuşmasında İsrail Savunma Bakan Yardımcısı Matan Vilnai, saldırının boyutları konusunda gereken ipuçlarını vermiş, hedeflerinin bir “soykırım” olduğunu çekinmeden ifade etmişti: Vilnai’ye göre, Hamas, Kassam saldırılarını sürdürdüğü takdirde Filistinliler büyük bir “shoah”ı davet etmekteydiler.[2] Vilnai, İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilerin maruz kaldığı soykırım için kullanılan İbranca kelimeyi telaffuz etmişti. Yani, Hamas saldırılarına devam ettiği takdirde, Filistinliler soykırıma uğratılabilirdi! Denklem besbelli şöyle kuruluyordu: Hamas demek halk demektir; Hamas terörist ise o zaman tüm Gazze halkı teröristtir.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Özel Raportörü Profesör Richard Falk, Gazze’deki trajediye en yakın örneğin Varşova gettosu katliamı olduğunu söylerken[3] Vilnai’nin sözlerinin bir dil sürçmesinden ibaret olmadığını da tescillemiş oldu. Etrafı çevrelenmiş bir toprak parçasında 18 aydan uzun bir süredir en temel insani gereksinimlerinden yoksun bir halde yaşam mücadelesi veren 1,5 milyon insan, tecride boyun eğmedikleri için İsrail’in hiddetini üzerlerine çektiler. Saldırıyı davet edenin roket saldırılarıyla Hamas olduğu iddialarına yanıt yine Prof. Falk’dan geldi. Falk’a göre Filistinliler roket saldırılarıyla olsa olsa bir “hayatta kalma suçu” işliyorlardı; Gazze halkını getto koşullarına mahkûm ederek “insanlık suçu işleyen” İsrail’in yaptıklarının yanında bu pek de büyük bir kabahat sayılmazdı.[4] Katliamın boyutları göz önünde tutulduğunda kışkırtıcının kim olduğu çok da mühim olmamalı; zira hiçbir kışkırtma böylesi büyük bir katliamı gerekçelendirmeye yetmez. Yine de, Falk’ın izinden gidecek olursak, kışkırtılan bir taraf varsa bunun Hamas yönetimindeki Gazze halkı olduğunu yinelemek gerekiyor. Gazze’ye uyguladığı ambargoya son verme taahhüdünü hiçbir zaman yerine getirmeyen İsrail devleti, Gazze Şeridi’nin tam bir tecrit bölgesine bürünmesine sebebiyet verirken olabilecekleri hesaplamış olmalı. Dahası, İsrail ve Hamas arasında 2008 Haziran’ında Mısır arabuluculuğunda yürürlüğe giren ve 14 Aralık’ta sona eren ateşkesi yenilemeyeceğini ilan eden taraf Hamas yönetimi gibi görünse de, henüz Kasım ayında ateşkesi ihlal eden İsrail devletinin bizzat kendisiydi. İsrailli bir askeri rehin almak amacıyla açıldığı öne sürülen 250 metrelik tüneli imha etmek üzere saldırıya geçen İsrail güçleri, altı Hamas askerini öldürdü ve karşılığında Hamas’ın roket saldırılarına maruz kaldı.[5] Hamas’ın işlediği “hayatta kalma suçu” İsrail’in 27 Aralık’ta önce hava harekâtıyla başlayan saldırısına inandırıcılığı son derece zayıf bir gerekçe oldu.

27 Aralık Saldırısı: Kusursuz Zamanlama

Gazze saldırısının çok önceden titizlikle tasarlanmış olduğunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. ABD Başkanı Obama’nın görevi devralmasına çok kısa bir süre kala gerçekleştirilmiş ve Obama’nın başa geçmesinden hemen önce sonlandırılmış olması saldırının olası getirileri konusundaki hesaplara dair ipuçları sunuyor. Anlaşılan o ki, denklemin önemli bir ayağı, Obama başkanlığındaki yeni dönem. Dört bir yandan düşmanlarla kuşatıldığı vehmi ile dış politikasını bütünüyle savunmaya endekslemiş bir İsrail açısından ABD’nin yeni dönemi belli açılardan endişe yaratmış olmalı. Her ne kadar İsrail-ABD ilişkileri konusunda ciddi bir kırılmanın söz konusu olmayacağı bilinse de, Obama’nın adaylığı kesinleştiğinde, İsrail basını tereddütlerini gizleme gereği duymamıştı: İsrail’e destek konusunda olumsuz herhangi bir beyanda bulunmamış da olsa, göreve geldiğinde Obama’nın ne yapacağını bilmenin bir garantisi yoktu. Kaldı ki Obama, Cumhuriyetçi rakibi ABD Senatörü John McCain gibi İsrail’e destek konusunda kuşkuya yer bırakmayan bir duruş sergileyemiyor, örneğin, İran’la ilişki kurma konusunda kararlı olduğunun işaretlerini veriyordu.[6] Ayrıca “işgalci Siyonist rejim ortadan kalkmalı” diyen Ahmedinejad’ın yönetiminde Hamas’a yoğun bir destek veren İran’la diplomatik ilişki kurulması ihtimali bile İsrail açısından kabul edilemez bir durumdu. İran, “dünya terörünün merkezi”ydi ve Hizbullah ve Hamas’ı uyduları olarak kullanmaktaydı. Cumhurbaşkanı Peres, Katalan Gazetesi La Vanguardia’ya verdiği röportajda, İran, Hizbullah’ın alması için silahları Suriye‘ye gönderiyor. Şimdi de Gazze’ye silah sızdırmaya çalışıyorlar. Hamas’ın füzelerinin çoğunluğu İran malı. İran, dünyada terörün merkezi” iddiasında bulunuyordu.[7] Dolayısıyla, Obama yönetiminde mevzu bahis olabilecek muhtemel ödünlere karşı önceden tertip edilmiş bir hamle olarak “Kurşun Dökme Operasyonu” kusursuz bir zamanlamayla gerçekleştirildi. Hamas’ı yok etmeyi ve ona destek veren Gazze halkını cezalandırmayı amaçlayan İsrail devleti, Obama’lı ABD’nin muhatap alabileceği bir Hamas kalmasın istedi.

“Kurşun Dökme Operasyonu”nun zamanlamasında etkili olan bir diğer unsur, yaklaşan İsrail seçimleri. Anımsanacak olursa, yolsuzlukla suçlanan Başbakan Ehud Olmert’in istifasının ardından Kadima’nın yeni lideri seçilen Dışişleri Bakanı Tzippi Livni, hükümeti kurmayı başaramamış, nihayetinde de Cumhurbaşkanı Peres erken seçim kararı almıştı. 10 Şubat 2009’da yapılacak olan genel seçimde iki partinin başa güreşeceği düşünülüyordu: Bitkisel hayattaki Ariel Şaron yerine liderliğini Livni’nin sürdürmekte olduğu Kadima ve Benjamin Netanyahu’nun liderliğindeki Likud. Kendini merkez sağ olarak tanımlayan Kadima karşısında Filistin konusunda sertlik yanlısı aşırı sağcı Likud’un şansı bir hayli yüksek. Netanyahu gibi bir figürün, zaten bir korku toplumuna dönüşmüş İsrail halkını Hamas’ın başarısının 2005 yılında İsrail’in Gazze’den tek taraflı çekilmesinin bir sonucu olduğuna ikna etmesi hiç de zor değil. Livni, “Kurşun Dökme Operasyonu” ile güvenlik odaklı bir muhalefet yürüten ve anketlere bakılırsa önde giden Netanyahu cephesi karşısında avantajlı konuma geçmeyi hedefliyordu. Ancak anket sonuçlarında ibrenin hâlâ Likud’un zaferini gösteriyor olması Livni’yi telaşlandırmışa benziyor. Kısa bir süre önce yaptığı açıklamada Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı bir hükümetin Obama yönetimiyle çatlağa yol açabileceğine değinen Livni, Netahyahu’nun başbakanlık yaptığı 1996-99 yıllarında ABD ile ilişkilerin dibe vurduğunu hatırlatarak kamuoyunu ikna etmeye çalışıyor.[8]

Likud’la çekişen tek parti Kadima değil kuşkusuz. Mevcut hükümetin koalisyon ortağı İşçi Partisi (Mapai) de milliyetçilik ve militarizm yarışında üzerine düşeni yapmaktan geri durmuyor. Hatta Gazze katliamıyla Savunma Bakanı ve İşçi Partisi lideri Ehud Barak’ın yıldızının epeyce parladığını teslim etmek gerekiyor. “Kurşun Dökme Operasyonu”nun ardından Barak’ın liderliğindeki İşçi Partisi’nin İsrail Meclisi Knesset’te 18-20 arası sandalye kazanabileceği ve bu durumda koalisyon ortağı olarak seçim sonrası hükümette yer alabileceği hesapları yapılmakta.[9] İsrail barış hareketinin önde gelen figürlerinden Uri Avnery, Gazze saldırısının mimarı olarak “savaş suçlusu” sıfatıyla anılması gereken Barak’ın çok temel bir yanılgıya saplandığını söylüyor. Barak’ın temel yanılgısı, seçim yarışında partisine geçici olarak puan kazandıran Gazze saldırısının, tüm savaşlarda olduğu gibi, toplumun, korku ve nefret gibi en ilkel hislerini harekete geçirerek, aslında genel olarak sağın yükselişine katkıda bulunuyor oluşu.[10] Barak böylelikle sağcı Netanyahu’nun zaferini ve Avigdor Liberman’ın Arap düşmanı faşist partisinin yükselişini kolaylaştırmış oluyor.

Görünen o ki, iç siyasette önemli bir kazanım malzemesi olarak değerlendirilen Gazze operasyonu, İsrail siyasetini daha da sağa çekmeye hizmet ediyor. Seçim yoklamaları Meretz gibi sol partilerin oy oranlarındaki düşüşü gözler önüne seriyor. Bizde CHP ne kadar solcuysa o kadar solda sayılabilecek İşçi Partisi ise saldırının mimarlarından biri olmanın sağladığı geçici ve sınırlı yükselişle avunmak durumunda.

Polis Devleti ve Bir Avuç Muhalif

Gazze’de gerçekleştirilen katliamı Hamas’ın roket saldırılarıyla ilişkilendirmek İsrail devletini, büyük bölümü orduya tam destek veren kendi halkı nezdinde de aklıyor. Hamas’ın hiç yoktan kendilerine roket yağdırdığını düşünüyor İsrailliler. Böylesi bir düşünüş tarzı da hali hazırda var olan sürekli teyakkuz durumunu ve tehdit algısını diri kılarak, işgalci politikaların İsrail’in var olma mücadelesinin zorunlu bir sonucu olduğu iddiasını güçlendiriyor. Sol kesimden operasyona destek verenlerin bir kısmı siviller ve Hamas militanları arasında ayrım gözetildiğine gerçekten inanıyor. Kimsenin aklına Filistin halkının kendini temsil etmek üzere seçtiği hükümeti yok etme çabasının o halkı yok saymak olup olmadığı sorusu gelmiyor. İsrailli savaş karşıtlarının cesaretli mücadelesi halkın büyük çoğunluğu için bir şey ifade etmediği gibi gün geçtikçe zayıflıyor. Vatani görevin kutsal sayıldığı ve askerliğin vatanseverlikle özdeşleştirildiği topraklarda militarizmi sorgulamaya yeltenmek ya bir tür meczupluk hali olarak değerlendiriliyor ya da vatan hainliğine eşdeğer bir tutum olarak ele alınıyor. Tepelerine Kassam roketleri yağarken bir kesimin barış çağrıları yapıyor olmasının, devletin saldırgan ve işgalci politikalarının kendi refahları için zorunlu olduğuna inan(dırıl)mış İsrail halkı için anlaşılır yanı yok. İsrail toplumunun içinde bulunduğu sürekli teyakkuz hali, devletin saldırgan ve işgalci politikalarını meşru kılmaya hizmet ederken, toplumsal anlamda her türden şiddet ve saldırganlığı da zımnen onaylamış oluyor. Yapılan çalışmalar, son yıllarda aile içi şiddetin ve gençler arasında saldırganlığın arttığını gösteriyor. Korku, İsrail halkının ruhunu kemiriyor.

Gazze katliamına yönelik tepkilerin cılızlığı, İsrail toplumunun genel anlamda sağa kayışı hesaba katıldığında oldukça anlaşılır. Kaldı ki bu konuda sol partilerin iyi bir sınav verdiğini söylemek de mümkün değil. Komünist Parti’yi (Hadash) ve Siyonist olmayan birkaç marjinal grubu hesaba katmazsak, İsrail solu olarak tanımlanan kesim Siyonizmle bağlarını koparabilmiş değil. İsrail’in en geniş ve en etkin barış inisiyatifi Peace Now (Barış Şimdi), 2006 Lübnan Savaşı’nı “devletin var olma hakkı” olarak desteklediğini açıklamış, İsrail güvenlik kabinesi Ağustos ayı ortalarında kara harekâtını genişletme kararı aldığını açıklayana dek saldırıya yönelik desteğini sürdürmüş, ancak bundan sonra Lübnan savaşını protesto eden bir gösteri düzenlemişti. Oysa 2000 yılında İsrail’in Lübnan’dan çekilme kararı almasında meydanları dolduran kalabalıkların önemli bir rolü vardı. 2008 Gazze saldırısı, daha da geri bir duruma işaret ediyor. İsrail’in işgalci politikalarına karşı da olsalar kendilerini solda tarif edenlerin büyük bölümü operasyonda hükümetin haklı olduğuna inanıyor.

17 Ocak’ta Uri Avnery önderliğindeki Barış Bloku başta olmak üzere yirmi kadar barış örgütü büyük bir gösteri düzenledi. Göstericileri “vatan haini” ilan ederek gösteriyi basan milliyetçiler, sözlü taciz edip tartakladıkları savaş karşıtlarını protestolarını bitiremeden dağılmak zorunda bıraktılar. Avnery’nin hazırladığı bildiriyi okumasına izin dahi verilmedi. Resmî kayıtlara göre, çoğunluğu Filistinli 763 İsrail vatandaşı gözaltına alındı ve sorgulandı. Göstericilerden otuzu halen tutuklu bulunuyor. İsrail gizli servisi Shin Bet gösterilere katılanları tehdit ediyor ve terörist etkinliklere destek vermekten haklarında soruşturma açılacağını ileri sürerek sindirmeyi hedefliyor. Kısa bir süre önce, dayanışma etkinliklerinin örgütleyicilerinden Ameer Makhoul, Shin Bet’e mensup kimselerce kendi evinde dört saat boyunca sorgulandığını ve tehdit edildiğini aktardı kamuoyuna.[11] Makhoul, İsrail’in açıkça bir polis devletine dönüştüğünü söylüyor. Yine de, İsrail’de barış ve güven ortamının, Filistinlilerin barışa kavuşmasıyla sağlanabileceğine inanan bir avuç İsraillinin yiğit mücadelesi pek çok bakımdan öğretici görünüyor. Dünyanın en militarize ülkelerinden birinde bir avuç insan meydanlara çıkıp seslerini yükseltebilme kararlılığı gösterebiliyor. Üstelik bunu yaparken anti-semitizmin dünyanın her köşesine bulaşmış lanetli bir ırkçılık türü olduğunun bilincindeler ve bu durumun vicdanlarını karartmasına izin vermiyorlar.

Kazananlar ve Kaybedenler

Gazze saldırısı, 2006 yazında Lübnan’da Hizbullah karşısında ciddi bir hezimete uğrayan İsrail ordusunun toplum nezdinde zedelenen itibarını yeniden tesis etmesi ve güven tazelemesi bakımından da önemli bir fırsat sundu. Hizbullah’ın gerilla savaşı karşısında ciddi kayıplar veren İsrail ordusu sadece kendi halkı değil bölge halkları nezdinde de ‘İsrail’in yenilmezliği’ imajını diriltmek niyetindeydi besbelli. Yaratılan korku ortamının sağlayacağı en önemli kazanımın işbirlikçilerin daha da sindirilmesi ve tam boy bir teslimiyete mahkûm edilmesi olduğuna inanıldığını düşünmek mümkün görünüyor. İsrail Hamas direnişini korku ve yılgınlık yaratarak boğmayı tasarlarken, Mahmud Abas önderliğindeki işbirlikçi El-Fetih kesimini de daha çok teslim alabileceğini hesaplamış olmalı. Operasyonun sonucunda ortaya çıkan tabloya baktığımızda, kazananın Hamas olduğunu söylemek mümkün. Hamas, boyun eğmeme konusundaki kararlılığın bir sembolü olarak Filistin halkının ayakta kalmasını sağlıyor. Gazze’ye yönelik katliamı kınayan Batı Şeria’daki El-Fetih destekçisi Filistinliler, El-Fetih’in bu insanlık dramı karşısında takındığı işbirlikçi tutum karşısında saflarını değiştirme zorunluluğu hissediyor. “Kurşun Dökme Operasyonu”nun safları netleştirmesi bakımından direniş mücadelesinde önemli bir rol üstlendiğini söylemek bile mümkün.

Kaybedenler listesi bir satırda anılamayacak denli çok sayıda kesim ve grubu içerdiğinden uzayıp gidiyor. Listenin başında, daha saldırgan ve daha militarist bir iklime saplanan İsrail toplumu yer alıyor. İsrail devletinin en başta gelen ideolojik dayanağı olarak korku, ruhunu kemirdiği İsrail insanını insani değerlerin hükümsüz kaldığı bir mecraya doğru sürüklüyor.

Kaybedenler listesinin bir diğer unsuru, başta Mısır hükümeti olmak üzere saldırıya kayıtsız kalan bölge ülkeleri. Refah sınır kapısını açmayarak Gazzelileri açlığa ve ölüme terk eden Mısır, İsrail’in açık bir destekçisi olarak işlenen insanlık suçuna ortak oldu. Kendi topraklarındaki en önde gelen muhalefet hareketi Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bir kolu olarak Hamas’ın cezalandırılması, Mısır yönetimi açısından iç rahatlatıcı bir gelişme sayıldı. Ne var ki Hüsnü Mübarek yönetimi, Gazze katliamındaki işbirlikçi tutumunun Mısır halkı nezdinde ne türden bir kırılmaları beraberinde getirebileceğini iyi hesaplamamış görünüyor. İşte bu yüzden, Hüsnü Mübarek, insani anlamda olduğu kadar siyasal dengeler bakımından da tablonun kaybedenleri arasında yer alıyor.

İsrail’in uluslararası hukuk kurallarının şu anki zayıf yapısına göre bile açık bir şekilde ispatlanabilecek türden savaş suçları işlediği Gazze Operasyonu, BM ve muadili uluslararası örgütlerin emperyalist-kapitalist dünyada işlevsizleştiğini de iyiden iyiye tescillemiş oldu. İsrail’e yaptırım uygulamayarak Gazze vahşetine zımni bir onay veren BM, işlenen savaş suçuna da ortaklık etti.

Sözün özü, Gazze saldırısının kazananı, ne cılız bir sesle Filistinlilerin yanında olduğunu ifade eden birtakım bölge ülkeleri, ne de sahte bir “arabuluculuk” oyunu oynayan Mısır gibi ülkelerdir. Kazanan, İsrail’i sert bir dille kınarken İsrail devletiyle her düzeyde askerî, ticari, kültürel ilişkileri sürdürmekte olan Türkiye Cumhuriyeti devleti de değildir. Bütün bu kesimler, ambargo süresince suskunluklarını koruyarak Gazzelilerin soykırıma terk edilmesine çoktan göz yummuştu. Dünya kamuoyu, Gazze Şeridi İsrail tarafından abluka altına alındığında susmuş olmasaydı, İsrail’in bu kadar ileri gitmesi mümkün olmayacaktı.

Gelinen noktada, bir zamanlar dünya soluna ilham veren, Varşova’daki Getto Anıtı önüne çiçekler bırakarak Polonya Yahudilerinin gettodaki anti-faşist direnişi ile Filistin direnişi arasındaki evrensel bağlara işaret edebilen FKÖ’nün[12] savrulduğu konum içler acısı. FKÖ, Filistin’de devrimci bir mücadelenin bütün kanallarını tıkamışken, siyaset alanını Hamas’ın doldurması ah vah edilip lanetlenecek bir durum değil. Öte yandan Hamas da, orta vadede Filistin’in yaralarını ulus-ötesi eklemlenmelerle sarmayı başarabilecek esneklik ve kapasitede bir oyuncu değil. Bölgede solun mücadele alanını devlet-dışı kanallardan güçlendirebilecek bir hareketlenme için, “uluslararası diplomasi” yanında daha güçlü araçlar gerekiyor.


[1] Yahudi gettolarını Naziler adına idare eden, işgal öncesi cemaatin ileri gelen Yahudilerinden seçilmiş işbirlikçi birim.

[2] http://www.guardian.co.uk/world/2008/feb/29/israelandthepalestinians1

[3] http://www.haaretz.com/hasen/spages/1058196.html

[4] Aktaran, Chris Hedges, “Israel’s Crime Against Humanity,” TruthDig, 15 Aralık 2008.

[5] James Hider, “Six Die in Israeli attack over Hamas tunnel under border to kidnap soldier,” The Times,6 Aralık 2008.

[6] Leslie Susser, JTA.org, 6 Haziran 2008.

[7] Cumhuriyet,9 Ocak 2009.

[8] Radikal,26 Ocak 2009.

[9] Shelley Paz, “Labor aims for at least 20 seats on cottails of Gaza campaign,” Jerusalem Post, 27 Ocak 2009.

[10] http://zope.gush-shalom.org/home/en/channels/avnery/1232853498/

[11] Nora Barrows-Friedman, “Police State Celebrates,” The Electronic Intifada, 20 Ocak 2009.

[12] Joseph Massad, “The Gaza Ghetto Uprising,” The Electronic Intifada, 4 Ocak, 2009.

Strateji ve Taktik Üzerine

strateji ve taktik üzerine

KADİR YALÇIN

II. Enternasyonal’in egemenlik dönemi, esas olarak proletaryanın siyasal ordularının az çok barışçıl gelişme koşulları altında kurulduğu ve eğitildiği bir dönemdi. Bu, parlamentarizmin sınıf mücadelesinin esas biçimi olduğu bir dönemdi. Sınıfların büyük çatışmaları, proletaryanın devrimci savaşlara hazırlanması, proletarya diktatörlüğünün kurulması yolları sorunları, görünüşe göre gündemde değildi. Proleter orduları kurmak ve eğitmek için bütün yasal gelişme yollarından yararlanmak, proletaryanın muhalefet durumunda kaldığı ve görüldüğü gibi kalmak zorunda da olduğu koşullara uygun olarak parlamentarizmden yararlanmak göreviyle yetiniliyordu. Böyle bir dönemde ve proletaryanın görevlerinin böyle anlaşılması ile kesin bir stratejinin ve mükemmel bir taktiğin olamayacağını kanıtlamaya gerek bile yoktur. Gerçi, taktik ve strateji üzerine kırık dökük, parça parça düşünceler vardı; ama taktik ve strateji yoktu.

“II. Enternasyonal’in büyük günahı, zamanında parlamenter mücadele biçimlerinden yararlanma taktiği uygulamış olması değil, bu biçimlerin önemini abartması, onları neredeyse biricik mücadele biçimi olarak görmesi ve doğrudan devrimci mücadeleler dönemi gelip çattığı ve parlamento dışı mücadele biçimleri sorunu ön plana geldiği zaman, II. Enternasyonal partilerinin yeni görevlere sırt çevirmeleridir, bunları reddetmeleridir.

“Ancak sonraki dönemde, proletaryanın açık eylemleri döneminde, proletarya devrimi döneminde, burjuvazinin devrilmesi sorunu doğrudan pratik bir sorun olduktan sonra, proletaryanın yedekleri sorunu (strateji) en acil sorunlardan biri olduktan sonra –parlamenter olsun parlamento dışı (taktik) olsun–, bütün mücadele ve örgüt biçimleri tam bir açıklıkla belirdikten sonra, ancak bu dönemde proletaryanın mücadelesinin kesin bir stratejisi ve mükemmel bir taktiği yaratılabildi.” (sf. 69-70)

Yukarıdaki pasajlar, Stalin’in strateji ve taktiğe ilişkin birkaç makalesinden oluşan Evrensel Basım Yayın’dan çıkan Strateji ve Taktik isimli kitapçıktan alındı. Bölümün başlığı, “Proletaryanın sınıf mücadelesinin önderlik bilimi olarak strateji ve taktik”.

Stalin, belli ki, II. Enternasyonal oportünizmini eleştiriyor. Ancak, özellikle konumuz açısından, eleştiriyor olması değil, nasıl eleştirdiği, nereden eleştirdiği önemli.

Parlamenter mücadele biçimlerine ve burjuva parlamentolara, bunun için parlamento seçimlerine katılmayı sonraları “aşırı sol” bir tutumla kimi radikal devrimcilerin ilke olarak reddettiklerini biliyoruz. Stalin’in eleştirisi ise oldukça net ve bu “sol” yaklaşımı doğrulamıyor. II. Enternasyonal’in günahının “parlamenter mücadele biçimlerinden yararlanma taktiğini uygulamış olması” olmadığını belirtiyor Stalin ve “günah”ı açıklıkla ortaya koyuyor: “…bu (parlamenter -K.Y) biçimlerin önemini abartması, onları neredeyse biricik mücadele biçimi olarak görmesi ve doğrudan devrimci savaşlar dönemi gelip çattığı ve parlamento dışı mücadele biçimleri sorunu ön plana geldiği zaman, II. Enternasyonal partilerinin yeni görevlere sırt çevirmeleridir, bunları reddetmeleridir.

Peki, parlamenter mücadele biçimini biricik mücadele biçimi olarak varsaymanın ve zamanı geldiğinde, yeni görevler ve bunun gerektirdiği yeni mücadele ve örgüt biçimlerini reddetmenin konumuzla, strateji ve taktik sorunlarıyla ne ilgisi vardır? Stalin, neden, II. Enternasyonal döneminde strateji ve taktiğe ilişkin bölük pörçük düşünceler olmakla birlikte strateji ve taktiğin, stratejik ve taktik kavrayış ve yönetimin olmadığını söylemektedir?

II. Enternasyonal dönemi, evet, sınıf mücadelesinin, esas olarak barışçıl koşullarda geliştiği bir dönemdi ve II. Enternasyonal önderleri “sınıf mücadelesini sertleştirmedikleri”, “savaş çıkarmadıkları” ve “yumuşak davrandıkları” için eleştirilemezlerdi. Mücadele koşullarının esas olarak ve az-çok barışçıllığı, kapitalizmin gelişme koşullarıyla, nesnellikle ve sınıflar arası ilişkilerin/çelişkilerin seyri ile bağlantılıydı.

Önemli olansa bundan sonrasıdır. Lenin ve Stalin’in II. Enternasyonal önderlerine eleştirisi, bu barışçıllık ve buna uygun olarak öne çıkan parlamenter mücadelenin, başka biçimlerin yok sayılmasını içeren “tekliği” yüceltisine götürülmesi, bunun II. Enternasyonal partilerini teslim almasıdır. Parlamenter mücadeleden yararlanmak, 30 yılı bulan bir barışçıl dönem içinde, onun biricikliği düşüncesinin önce “bilinçaltında” ve sonra bilinçlerde yer etmesine, esir alıcı bir sistem oluşturup parlamentarizme dönüşmesine götürmüştür. Amaç ve hedefler bulanıklaşmış ve bu da bu partilerin programlarına ve siyasal tutumlarına yansımıştır. Büyükçe ya da büyük parlamento grupları başlangıçta proletaryanın ve mücadelesinin gücünün işaretiyken, “teklik” varsayımı, giderek grupların çıkarları ve esenliklerinin esas alınmasına, koltukların rahatlığı, rehavete ve onların elden çıkmaması için giderek zararı büyüyen (çoğu çıkar amaçlı olarak gelişen) uzlaşmalara götürmüş ve sonuçta da burjuva parlamentoların tek mücadele mevzisi varsayılmalarına ve oradan da “mücadele”nin gereksizliğine, burjuva parlamentarizminin fikren ve maddi kazançlarıyla benimsenmesine varılmıştır. Benzer platform, II. Enternasyonal’in örneğin Alman partisi kadar büyük parlamento grubuna sahip olmamasına ve aradan on yıllar geçmesine, bu partilerin parlantarist uzlaşmacı hatları Lenin ve Stalin tarafından teşhir edilmesine karşın, ilk seçimde kazanılan 15 koltuğun baştan çıkarıcılığı ve asıl olarak kitle hareketi karşısındaki uzak duran reformcu parlamentarist platformuyla TİP’i de karakterize etmiştir.

Bu anlayışın, devrimci bir strateji ve taktiğe yer bırakmayacağı, çünkü en başta devrime yer bırakmadığı ortadadır.

Çünkü strateji ve taktik ve strateji ve taktiğe ilişkin kavrayış, her şeyden önce belirli bir bütünselliğe sahiptirler, genel bir süreç ve onun bağlı süreçlerini ilgilendirirler, süreçten söz edildiğine göre, kaçınılmaz olarak bir genel hareketi ve ona bağlanmış hareketin daha küçük özel parçalarını belirtirler. Ve şu da kesindir ki, strateji ve taktik nesnel koşulları veri alan ancak öznel/sübjektif alanla, bilinçle, öyleyse belirli hedef ve amaçlar ve bunlara ulaşılmasıyla ilgilidirler. İki kavramdan da, en çok askerlik alanında söz edilmesinde ve en çok bu alana uygulanmalarında şaşılacak şey yoktur. Ancak en az onun kadar işlevsel olarak, siyasal alana, siyasal mücadele, yani iktidar mücadelesi alanına uygulanırlar. Bu nedenle, proletaryanın iktidar mücadelesine uygulanmaları tamamen doğaldır.

Nedeni basittir: Proletarya, kapitalist toplumda, tüm öteki sınıf ve kesimler içinde toplumun en devrimci sınıfıdır ya da tutarlı ve sonuna kadar devrimci tek sınıfıdır. Varlık koşulları ve çıkarları, kapitalist sınıfla, burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlık halindedir, kapitalizmin ortadan kaldırılışına yöneliktir. II. Enternasyonal’in devrime yer bırakmayan, başka şeylerin yanı sıra parlamentolarının yüceltisi dolayısıyla kapitalizme bağlanmış parlamentoculuğu ise proleter strateji ve taktiğe tamamen yabancı olmuştur.

Oysa sınıf mücadelelerinin zorunluluklarından olarak işçi hareketinin ve mücadelesinin salt kendiliğinden ve işçi sınıfının politik iktidar sorununa (hedefine) bağlanmadan “yuvarlanıp gitme”ye tahammülü olamaz. Şu ya da bu eylemin, hedefsiz ve amaçsız, mücadelenin bütünlüğüyle bağıntısız şu ya da bu yönde gelişmesi, istikrarsızlık içinde, bugün şu yönde, yarın bu, bir diğer gün daha başka bir yönde kendiliğinden ilerlemesi, işçi sınıfı ve hareketinin çıkarları bakımından yetersizliği ortadadır. Ancak öte yandan, devrimci strateji ve taktik izleme adına işçi sınıfı ve emekçi hareketi ve mücadelesi, hareketin nesnelliğini ve ihtiyaçlarını gözetmeyen iradi-zorlama ve keyfi saptama ve kararlarla, bunları esas alan “planlar”la yönlendirilemez. Marksist-Leninist strateji ve taktik

kendiliğindenliğe tapınmayı reddettiği kadar iradeci zorlama ve keyfiliğin de reddini ifade eder.

TAKTİK NEDİR?

Taktiğin başlıca ilgi alanı, mücadele ve örgüt biçimleridir. Bu ne demektir? Ya da taktiğin mücadele ve örgüt biçimlerini konu alması ne anlama gelir?

Askerlikte, strateji savaşın bütünü ile uğraşırken, taktik muharebelerle uğraşır. Stratejinin alanı geniş, taktiğinkiyse, stratejininkiyle kıyaslandığında, daha dar ve özeldir.

Askerlikle paralellik kurularak düşünüldüğünde, işçi sınıfının mücadelesi bakımından da taktik, onun iktidar mücadelesinin bütününü değil, ama onun tek tek “muharebeleri”ni, öyleyse özellikle şu ikisini; a) gerçekten tek tek işçi eylemlerini ve; b) belirli ortak koşul ve özelliklere sahip eylemleri kapsayan, belirli koşul ve özelliklere sahip mücadele dönemlerini ilgi alanı edinir.

Peki, taktiğin işçi sınıfının belirli eylemleri ve/veya belirli eylemler toplamından bileşecek olan mücadelenin belirli dönemleriyle ilgilenmesi ne demektir? Belirli somut eylemleri ve/veya kampanyaları başarıyla gerçekleştirmek, bunların birkaçını birden kapsayabilecek belirli özelliklere sahip dönemsel mücadeleleri kazanmak için yapılması gerekenlerle ilgilenmek, bunun için doğru bir yaklaşım ve çizgiye sahip olmak demektir. Buradan, taktik çizgi çıkar. Taktik çizgi, kuşkusuz, işçi hareketinin, devrimci hareketin taktik çizgisi, belirli somut eylem, kampanya ve mücadele dönemlerinde başarı kazanmak için işçi sınıfı hareketinin izlemesi gereken çizgisini belirtir.

Peki, doğru bir taktik önderlik için zorunlu olan, ayakları havada olmayan, gerçekçi ve doğru bir taktik çizgi nasıl saptanabilir?

Taktik ve taktik çizgi, parti olarak örgütlenmiş işçi sınıfının ya da başka deyişle işçi sınıfı partisinin sınıf mücadelesine müdahalesiyle ilgilidir. Mücadelenin, sınıfın ve tüm öteki sömürülen ve ezilen emekçi kesimlerinin sermaye ve güçlerine karşı, burjuva devleti ve hükümetlerinin program ve taktiklerine karşı bilinçli yürütülmesine, politik müdahaleye ilişkindir. Taktik çizgi de, sınıf mücadelesine müdahalenin nasıl gerçekleşeceğini bildirir.

Taktik tek tek eylem ve kampanyalar ve/veya mücadele dönemleriyle ilgilendiğine, taktik önderlik onlara doğru yön vermek ve taktik çizgi de bunu garanti altına almak ve “kazanmak” için gerekli olduğuna göre; eylem, kampanya ve/veya mücadele döneminin nesnel koşul ve özellikleri, karşıtlık halindeki mücadele dinamikleri ve mücadelelerinin tarihsel, güncel, (kültür, hukuki koşullar, önyargılar, duygu ve ruh haline vb. ilişkin olarak öznellik belirten yönlerinden birikmiş olanlar da dahil) tüm irade/bilinç dışı yönleri, maddi güç ilişkilerinin incelenmesi, taktiğin belirlenmesinin zemini olmak durumundadır. Taktik, aksi halde, tamamen keyfi olarak belirlenmiş olacak, işçi sınıfının çıkarları, işçi hareketi ve ihtiyaçlarıyla bir ilgisi olmayacaktır.

a) Nesnel ve Öznel

İşçi hareketinin nesnel durumu ve sınıfın kendiliğinden hareketiyle onun öznelliği ya da bilinçli ve planlı hareketinin ilişkisi üzerine söylenebilecek ilk şey, bu ikisinin birbirinden tamamen ayrı, birbirinden kopuk ve ilişkisiz iki farklı hareket durumunda olmadıkları, ama tek bir hareketin, işçi sınıfı hareketinin iki yönü olduklarıdır. İşçi hareketi, nesnel ve kendiliğinden ve işçi sınıfının ileri unsurlarının parti olarak örgütlendiği andan başlayarak, aynı zamanda öznel ve bilinçli olmak üzere iki unsurdan oluşur. Bunların, tek bir hareketin iki unsuru olduğu kuşkusuzdur. İşçi sınıfının devrimci iradesi ve bilinçli müdahalesine bağlı olmadan oluşmuş ve oluşan tüm süreçler ve bütün olgular hareketin nesnel yönünü oluşturur. Taktiğin ilgi alanına giren tek tek eylemler, kampanyalar ve/veya mücadele dönemleri söz konusu olduğunda, onların nesnel yönünü, içinde cereyan ettikleri koşullar, bu koşullara –yarın farklılaşabilecek bugünkü– karakterini veren sınıf güçleri ve güç ilişkileri, aralarındaki çatışmaları, bu çatışmaların fabrikadaki/ilçedeki/ildeki/bölgedeki/ülkedeki/dünyadaki (taktik hangi alana özgüyse oradaki) o koşullardaki şekillenişi ve bunun değişme yönü vb. oluşturur. İşçi sınıfı (ya da onun bir fabrikadaki, bir ilçe ya da ildeki ya da ülkedeki vb. bölüğü) ne denli bilinçli olursa ve bilinçli müdahaleleri ne denli gelişkin olursa olsun, hareketinin bu nesnel yönünü etkisizleştiremeyecek ya da tamamen değiştiremeyecek, ama bunları dikkatle inceleyip doğru sonuçlar çıkararak bunlardan hareket ettiğinde, yani hareketinin bilinçli yönünü buradan geliştirdiği ve müdahalesini hareketin nesnelliğine, nesnel ihtiyaçlarına uygun olarak buradan yaptığında, kısacası onu dayanak edindiğinde, eylem/kampanya/mücadele dönemini başarıyla geliştirebilecektir.

Taktik ve doğru bir taktik önderlik, tamamen hareketin nesnel yönünün, tek tek eylemler ya da mücadele dönemlerinin nesnelliğinin ürünü olarak öne çıkan, işçilerin diğerlerinin yanında etkisini/ihtiyacını en derinden hissettikleri, en acil ve can yakıcı taleplerini dikkate almamazlık edemez, devrimci bir taktik platform nesnel dayanakları olmayan, keyfi olarak belirlenmiş taleplerin ileri sürülmesi üzerine kurulamaz; dolayısıyla işçi hareketinin öznel ve nesnel yönlerini bir arada kavramadan edemez, birbirine karşı dikemez. Doğru bir taktik çizgi, nesnellikle ilişkisi içinde işçilerin acil taleplerinden hareket etmek ve ama onu doğru taktik hedeflere yöneltmek, öyleyse politikayla, bilinçli müdahalenin anlamlanacağı politik amaçların gerçekleşmesiyle (ve kuşkusuz, göreceğimiz gibi, işçi hareketinin stratejik amaçlarına) bağlanmak durumundadır.

Taktiğin ilgi alanına, tek tek eylemin, kampanyanın ya da mücadele döneminin amaçları girmekle birlikte, o hareketin nesnel durumunu, nesnel koşulları ve olguları dikkate almamazlık edemez. Onları göz önünde bulundurmak, onlardan hareket etmek ve ihtiyaçlarına uygun davranmak durumundadır. Böylece doğru, devrimci ve gerçekçi taktik, hareketin yalnızca bilinçli yönünü değil, tümünü, bir bütün olarak eylemi ya da kampanyayı ya da mücadele dönemini başarıya yöneltmiş, başarıyla gerçekleşmesini hızlandırıp kolaylaştırmış olacaktır. Tersi durumdaysa, “taktik” ve “taktik izleme” adına, eylem ya da kampanyanın ya da mücadele döneminin ilerlemesinin yavaşlatılması ve zorlaştırılmasına, hatta saptırılması ve başarısızlığına/yenilgisine tanıklık edilecek ya da düpedüz anlamsızlığa varılacaktır.

Örnek vermek gerekirse…

İki yıl öncesine kadar, her 1 Mayıs’ta, İstanbul’da Taksim’e çıkmayı “devrimci taktik” olarak benimseyip 10-15 kişilik bir grupla uygulayan bir çevre vardı. İki yıldır aynı “devrimci taktik”, DİSK’in de içinde olduğu daha “geniş” bir çevre tarafından benimsenip uygulanmaya çalışıldığı için küçük çevre görünmez olmuş, belirsizleşmiştir. Küçük ve daha “geniş” Taksim’de 1 Mayıs “devrimci taktiği” savunucuları, her veriden hareket ediyorlar, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması gereğini belirten her ihtiyaçtan söz ediyorlar, ama bir şeyi unutuyor ya da hiç dikkate almıyorlardı. Nesnellik. Somut koşullar. Somut koşullar dendiğinde, soyutluğu içinde bir somutluk da değil, genel olarak egemen sınıfların gücü, devletin ceberutluğu vb. türü genellemeler değil, her 1 Mayıs’a gelindiği durumda İstanbul ve ülkedeki karşılıklı çatışan güçler ve somut güç ilişkileri, işçi hareketinin durumu, örneğin yükselişte olup olmayışı, işçilerin 1 Mayıs’la olan ilişkileri vb., “Taksim’de kutlama” içerikli “devrimci” 1 Mayıs “taktiği” belirlenirken, hiç önemli sayılmıyordu. Devrimci amaçlar yeterliydi! Hatta örneğin DİSK söz konusu olduğunda bundan bahsetmek de olanaksızdı. Bir yıl sendika bürokrasisinin “yeni bir sol parti kurma” amacına, başka bir yıl bu tür bir başka amaca dayanaklık etme, “devrimci 1 Mayıs taktiği”nin kaderi oluyordu! Bürokratik amaçlar bir yana; en azından ‘77’den beri Taksim’in 1 Mayıs kutlamaları açısından öneminden söz edilebilir, orada yapılacak güçlü bir kutlamanın işçi sınıfı ve devrimci hareket açısından taşıyacağı moral etkiye işaret edilebilirdi. Daha başka nedenler de sayılabilirdi şüphesiz. Ancak bu tür nedenler böyle bir taktiğe olan ihtiyacı doğrulamaz, “1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması” taktiğini doğru ve devrimci bir taktik yapmazdı; çünkü her şeyden önce, böyle bir taktik geçmiş yıllarda 1 Mayıs öncesi güçlerin mevzilenişi ve ilişkilerine, işçi sınıfı hareketinin gelişme düzeyi ve yaptırım gücüne vb., kısacası nesnel koşullara ve işçi hareketinin nesnelliğine uygun düşmüyordu.

Bir adım daha atılırsa, bu taktiğin hareketin öznelliğine de uygun düşmediği ortadaydı. Her şey bir yana, söz konusu olanın, genel olarak “ortalık güçleri” ya da “kamuoyu”, genel bir “sol güçler” değil, işçi sınıfı (ve onunla birleşme eğilimi gösterecek emekçi kitleler) olduğu açık olmalı ve taktiğin, nesnelliğe uygunluğun ötesinde, sınıfın (ve emekçilerin) hareketinin birleşiklik, örgütlülük ve bilinç düzeyine yaslanması zorunludur. Öylesine yaslanmalıdır ki, hareketin bilinçli yönünün gelişmesini yavaşlatmamalı, onu geriletmemeli ve zorlaştırmamalı; ama tersine hızlandırmalı, gelişmesini kolaylaştırmalı, öyleyse, dağıtıcı değil, birleştirici, ilerletici, teşvik edici olmalıdır. Bu bir yana, 1 Mayıs gibi, işçi sınıfı açısından tarihsel-politik anlamı olan “birleşme, mücadele ve dayanışma günü”nün bir alana sıkıştırılmış bir “düello kutlaması”yla sınırlanması, tüm işçi bölgelerinin, tüm işyeri, fabrika, sanayi siteleri vb.nin 1 Mayıs alanı haline getirilmesinin önemsenmemesi hareketi geliştirici bir rol oynayamazdı.

Son iki yıldır 1 Mayıs’ta Taksim’de, her şey bir yana son derece sınırlı sayıda işçi olduğu bilinmektedir. “Taksim Taktiği”yle 1 Mayıs’ın işçi bayramı olmaktan çıkarılmasının zorlandığı söylenmelidir. Bu taktik, işçilerin 1 Mayıs’a katılımını kolaylaştırmadığı gibi, işçilerin 1 Mayıs kutlaması taktiği olarak da kurgulanmamış, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının bir eylemi olarak tasarlanmamıştır. İşçilerin gözünde “kendilerinin” değil, “başkalarının 1 Mayıs”ı görüntüsü yaratmış ya da zaten burjuvazinin bu yöndeki kara propagandasını beslemiştir. Taktik, belirli bir mücadelenin ürünü olarak oluşmuş işçi güçlerini Taksim’e çıkarma üzerine kurulmuş da değildir. Üzerinde düşünülen ve hareket edilen işçi sınıfı ve 1 Mayıs ilişkisi değildir, Taksim’e işçilerin en ileri, politikleşmiş, 1 Mayıs’a dair zaten olumlu düşünceleri olan ve bireysel ya da arkadaş çevreleri olarak 1 Mayıs’a sahip çıkma ve kutlama pratik tutumuna “kendiliğinden” sahip kesimlerinin katılmasıyla yetinilmiş; ama sınıfın bütününü (İstanbul işçi sınıfını), onun en geniş kesimlerini ve mücadelelerini gözetmeyi ve olumlu etkilemeyi, bu kesimleri mücadele içine çekmeyi, öyleyse bu en geniş kesimleri maddi ve manevi olarak etkilemek ve harekete çekmek üzere, o gün için en ileri düzeyde örgütlü belirli fabrika ve işletmelerin işçilerinin örgütlü katılımını hareket noktası edinmeyi ve güç hesaplamasını, taktiğin belirlenmesini buradan yapmak akla bile getirilmemiştir.

Başka bir grubun olmadığı gibi, DİSK’in de, fabrika ve işletmelerden, “Taksim 1 Mayıs’ı”na işçi katılımının örgütlenmesi girişimi yoktur. Hükümet’in saldırgan yasakçılığını işçi ve emekçi kitlelerin içinden örgütlenecek tepkiyle geriletip püskürtecek bir girişimi de yoktur. Sadece, “Yapacağız!” “kararlılığı”! Neyle? Neye dayanarak? “Kamuoyu”na ve hükümetin “iyi niyeti” ve “yumuşaması” beklentisine!

Dolayısıyla “Taksim’de 1 Mayıs” “taktiği”, hem nesnelliğe uygunluk bakımından hem de işçi sınıfı hareketinin öznelliğini doğru yansıtmak bakımından doğru, devrimci ve uygulanabilir bir taktik olmamış; işçi sınıfı ve mücadelesini merkeze almak bir yana dikkate bile almayan, “sol”a “kamuoyu”nda bir “çıkış” yaptırmayı uman, hesapsız, yeterli güçler üzerinden tasarlanmadığı için esasta burjuvazi ve devletten izin beklentisi üzerine kurulu, görünüşteyse “sol”, maceracı bir taktik olmuştur.

b) Stratejiye bağlılık

Taktik, evet, tekil eylemler, kampanyalar ve mücadele dönemleriyle ilgilenir ve onların yönetimiyle bağlıdır. Ama bağlı olması gereken bir diğer şey, işçi sınıfı hareketinin bütününün yönetimiyle ilgili olan stratejidir; işçi sınıfının stratejik çıkarlarının ve iktidar mücadelesinin stratejisidir. Strateji üzerinde durulacak. Şimdilik, işçi sınıfının tekil eylemleri ya da şu ya da bu kampanyanın ve mücadele döneminin yönetimiyle değil, ama iktidar değişikliğini öngören ve bu değişiklik olmadıkça kolaylıkla değişmeyecek olan sınıf mücadelesinin uzun erimli gelişmesinin yönetimiyle ilgilendiğini söylemek yeterli olacaktır.

Peki taktiğin stratejiye bağlılığı ne demektir?

Taktiğin stratejiye bağlılığı, birinci olarak, tamamen başarıyla gerçekleştirilseler bile, eylem, kampanya ve mücadele dönemlerinin sadece kendi başarılarıyla yetinilemeyecek olması ihtiyacından doğar. Örneğin bir grev, bir 1 Mayıs kutlaması ya da başarıyla yürütülen bir kampanya kuşkusuz önemlidir. Ama burada başarıdan söz edilmesinin bile, kalıcı başarılar bakımından adımlar atılmasına bağlı olduğu ortadadır. Örneğin “başarılı” bir grevin, işçi sınıfının yeterince birleşmesine hizmet etmemiş, güçlerini derleyip toplamamış ve yeni mücadelelere daha hazırlıklı olarak girmesini garanti altına almamışsa, ne denli “başarılı” sayılması gerekeceği tartışılacaktır. O gün için az-çok kabul edilebilir, yeterli bir ücret artışı ve diyelim ki sosyal hakların sağlanması ve patronun görüşme isteyip işçilerin isteklerini kabul ettiğini bildirmesiyle grevin sonuçlanması, tabii ki başarı demek olacak ve grevin başarıyla yönetildiğini, doğru bir taktik önderlik gerçekleştirildiğini gösterecektir. Ama sorunun tümü bundan ibaret değildir. “Doğru bir taktik önderlik” ve “doğru bir taktik çizgi”nin, aynı zamanda işçi sınıfının uzun vadeli çıkarları ve mücadelesinin genel stratejisinin gereklerini gözetmesinin de bir zorunluluk olduğu bilinmelidir. Aksi takdirde bir sendika bürokratıyla devrimci ve mücadeleci bir sendikacının, bir işçi önderinin tek tek grevlerdeki tutumları arasındaki temel fark, bazı durumlarda anlaşılmaz olacaktır.

Örneğin “ücret sendikacılığı” peşindeki bir sendika bürokratı, ülkedeki güç ilişkileri uygun olduğunda, ücret artışı vb. talepleriyle belirli bir grevi, tıpkı bir devrimci işçi önderi gibi savunabilecek ve sadece tek bir grev söz konusu edildiğinde ikisi arasındaki ve ikisinin aynı greve yaklaşımları arasındaki fark muğlaklaşabilecektir.

Oysa devrimci işçi önderi açısından, yalnızca tek tek grevler yoktur. Şu ya da bu grevler, bugün biri yarın diğeri ve ekleyebiliriz, çeşitli gösteriler, kampanyalar, ya birbirleriyle ve işçi sınıfı mücadelesinin genel stratejisiyle bağlantısızlıkları içinde tek tek bağımsız eylemler sayılacaklar ve başarı, bu tek tek eylemlerin başarısının ötesinde bir ölçüte hiçbir zaman sahip olmayacak, şu grevi kazanma, bu gösteriye en çok katılımı sağlamanın dışında bir amaç bulunmayacaktır –bu, sendika bürokratının, düzenin sınırlarını sınır bilen birinin yaklaşımıdır ve burada, taktiğin devrimci bir stratejiye bağlanmasından söz edilemez. Ya da, birinin diğerini güçlendirmesi ve tamamlamasını sağlamayı da kapsamak üzere grev ve başka tür eylem, kampanyalar ve mücadele dönemlerinin, birbirleriyle bağlanmalarını da garanti altına alacak biçimde, işçi sınıfı mücadelesinin bütününün başarıyla sonuçlanmasına, iktidar mücadelesinin başarıya ulaşmasına bağlanması, işçi sınıfının genel amaçlarının gerçekleşmesine hizmet etmesi önemli sayılacak ve tekil eylemlere ve mücadele dönemlerine içinde yer aldıkları sürecin bütünü açısından yaklaşılacaktır –bu, devrimci işçi önderinin, burjuva düzenin tasfiyesini amaç edinen yaklaşımıdır.

Elbette ki, işçi sınıfının genel çıkarları bakımından ele alındığında, tek tek grevlerle sınırlı, onları başka grevler ve işçi eylemleriyle ve bu eylemlerin bütününden bileşecek bir mücadele dönemi ve bir dizi mücadele dönemini kapsayabilecek işçi sınıfı hareketinin genel başarısıyla (iktidarın alınmasıyla) ve bu başarının elde edilmesini yönetmeyle ilgilenen işçi sınıfı mücadelesinin stratejisiyle bağlanmayan bir “tekçi”/“parçacı” yaklaşım benimsenemez. İşçi sınıfının bütüncül çıkarlarına ve mücadele stratejisine bağlanmayan, her bir durumda işçi ve diğer emekçi kitlelerinin taleplerinin karşılanması üzerinden hareketin daha ileriden birleştirilmesine ve geliştirilmesine hizmet etmeyen tekil mücadelelerin, burjuvazi ve her türden temsilcilerini geriletmesi ve sermaye saldırılarını püskürterek burjuvazinin bütüncül çıkarlarını ve egemenlik stratejisini darbeleyemeyeceği kesindir.

Farkında olunsun ya da olunmasın, şuradaki bir grevle buradaki bir gösteri, çeşitli kampanyalar ve mücadele dönemleri arasında nesnel bir bağıntılılık vardır. Ve sorun oradadır ki, bu bağıntı, izlenecek taktiğin muhtevasını da belirlemek üzere ya işçi sınıfı ya da burjuvazinin (bu durumda bağıntının örtülmesine, bağıntısızlık görüntüsüne bürünmesine çalışılacaktır) bütüncül çıkarları ve stratejik yaklaşımları doğrultusunda olacak, ikisinden birine bağlanacak ve birinden birini güçlendirecektir.

Daha genel bir örnekse, pek bilinen UKKTH’na ilişkin olanıdır.

Ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin ulusal zor ve baskıya karşı demokratik bir içerik taşıdıkları ve bu nedenle işçi sınıfının desteğini hak ettiği bilinir. Ama aynı zamanda, emperyalistlerin de ulusal hareketlere “destek” sundukları sır değildir.

Örneğin 20. yüzyılın başında ortaya iki farklı “UKKTH” konuluşu ve mücadele ve destek çağrısı olduğunu biliyoruz. Biri Lenin’in, diğeri ABD Başkanı W. Wilson’ınki. Ya da bugün de, UKKTH’nın gerçekleşmesi bakımından nesnel koşullardaki farklılık bir yana, durum farklı değil. İşçi sınıfı devrimcileri, Marksist-Leninistler, kuşku yok ki ezilen ulusların anti-emperyalist kurtuluş mücadelelerini destekliyorlar. Öte yandan emperyalistlerin kışkırtıp destekledikleri ulusal hareketler olduğuna da tanığız. Yugoslavya’da ABD, AB ve NATO’nun belirli ulusal hareketleri destekledikleri ve Yugoslavya’nın böyle parçalandığı bilinmektedir. Rus egemenliği zamanında ABD’nin Afganistan’daki direnişi desteklediği, aynı şeyi, yakın zamana kadar Çeçenistan’da yaptığı da biliniyor.

Sorular basittir: Örneğin Bosna ya da Çeçenistan’da veya ‘70’lerin sonu ve ’80’lerde Afganistan’da ulusal sorun bakımından yapılacak olan neydi? Ya da bugün Filistin Direnişi’nin hem AKP ve Erdoğan’ın “desteği”ni hem de işçi sınıfı devrimcilerinin desteğini almasında anlaşılmaz şey var mıdır? AKP ve Erdoğan’ın da “desteklemesi”ne bakarak, ya da sorunu Filistin halkının özgürlüğü ve işgalin sona ermesi olarak değil de “İslam-Yahudi çatışması” olarak gösterip bu doğrultuda istismar eden İslami gerici parti ve örgütlerin varlığına bakarak ve “onlarla yan yana düşmemek” adına Filistin Direnişi’ne sırtını dönmek mi gerekir ya da AKP’nin ve işçi sınıfı devrimcilerinin Filistin’e destekleri aynı nitelikte midir?

Açıktır ki, Bosna, Çeçen, Afgan, Filistin sorunları, ortaya çıkışları, özellikleri ve bağlantılarıyla farklılıklar göstermektedir. Şekillenişleri, yöneltilmek ve bağlanmak istendikleri strateji ve amaçlar ve bu kapsamda kazandıkları somut anlamlar aynı değildir. Daha genel olarak, ulusal sorun belirli bir içeriğe sahiptir ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dokunulmazdır. Buraya kadar sorun yoktur. Ancak ulusal hareketler, ya emperyalizmden (emperyalist baskıdan) kurtuluş sorunu olarak şekillenecek ve emekçi halkların emperyalist baskıdan kurtuluşu genel sorununa bağlanarak işçi sınıfının kurtuluşu davasına yakınlaşacak, onunla ittifaka eğilimi gösterecektir ya da bir başka yol tutacaktır: Bu durumdaysa, işbirlikçi ya da işbirlikçileşme (emperyalizmle birleşme) eğilimi gösteren ezilen ulusların burjuvazisi ve onun da bağlandığı/bağlanma eğilimi gösterdiği emperyalizmin etkisi öne çıkacak ve ulusal hareket, emperyalizmden kurtuluş yoluna girmeyecek, tersine onun tarafından yedeklenecektir.

Kuşkusuz ki, her iki durumda da, ulus ve ulusal kaderini tayin hakkı söz konusu olacaktır. Ancak ulusal sorun ve ulusal davalar, birinci durumda emperyalizme karşı mücadele ve halkların emperyalizmden kurtuluş genel sorununa (emperyalizme karşı mücadele ve emperyalizmden kurtuluş stratejisine) bağlanıp, kapitalizmden kurtuluş davasının bir parçası haline gelir –bu, Lenin’in çağrısı ve gösterdiği yoldur. Bu yola az çok eğilim gösteren ya da emperyalizmle birleşmeyen, ama onunla mücadeleye yönelen, dolayısıyla emperyalizmi zayıflatan her ulusal mücadele ve direniş işçi sınıfı devrimcileri tarafından kesinlikle desteklenecektir. İkinci durumdaysa, ulusal sorun ve ulusal davalar, kendilerine demokratik içeriklerini vermek üzere ezilen ulusu baskılayan yerel burjuvaziye ve/veya belirli bir emperyalist burjuvazinin egemenliğine karşı çıkmasına karşın, etkisini çeşitli yollardan yayma uğraşındaki bir başka emperyalist burjuvazinin etkisi altına girip, onun egemenlik stratejisine bağlanabilir ki, bu halde, emperyalizmden kurtuluş eğilimi göstermeyip tersine belirli bir emperyalist güç tarafından yedeklenecektir –ki bu da, W. Wilson’un çağrısı ve ulusal hareketleri çağırdığı emperyalizme ve onun stratejisine bağlanma yoludur. Bu, kuşku yok ki, ulusal hareketin emperyalizmi zayıflatmaması, ama tersine güçlendirmesi anlamına gelecektir ki, “parça” (ulusal sorun) olarak hâlâ demokratik bir içeriğe sahip olmakla birlikte, dünya gericiliğinin kalesi durumundaki emperyalizme bağlanmış olacak ve ulusal “kölelik” sürecektir.

AKP ve işçi sınıfı devrimcilerinin aynı anda Filistin Direnişi’ni desteklemeleriyse, tekelci yerli ve yabancı basında çıkan tüm tersine haberlere karşın, AKP’nin “Batı”ya rağmen ve ondan uzaklaşmasının işareti olarak değil, ama AKP’nin, kendi tabanının destek eğilimlerini yatıştırmaya yönelmesi yanında ve siyasal İslam’ın “din kardeşliği” vb. görüntüleri ardında asıl olarak işbirlikçiliğini yaptığı Batı, başlıca Amerikan emperyalizmi adına Filistin Direnişi’ne el atmasının işareti olarak anlaşılabilir. Arafat’ın ardından Mahmut Abbas’ın uzlaşmacılığın oturmasını temsil etmesi ve zaten bu nedenle Filistin halkının desteğini yitirmeye yönelmesinden sonra, olanca güçlüklerin ortasında şimdi HAMAS’ın, kuşkusuz belirli bir uzlaşma arayışını belirterek, bu “el”i bütünüyle boş bırakmamış olması, AKP’nin uzlaştırıcı atağının tamamen boşa gitmediğini göstermektedir. Filistin Direnişi’nin büyük zorluk ve yokluklar içinde ve kritik günlerde olduğu açıktır. Bir yanda emperyalizm ve Siyonizm’e karşı ulusal direniş; diğer yanda Abbas’ın temsil ettiği, ama ölümüne güçle dayatılan teslimiyetin sirayet ediciliği vardır. Başka bir söyleyişle, bir yanda işgale/işgalci güç ve koruyucusu Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleye bağlanan bir direniş ve diğer yanda emperyalizme bağlanma ve yedeklenme. Bu iki eğilim, bugün için HAMAS’ın yanında yer aldığı Filistin halkının emperyalizm ve Siyonizm’den kurtuluş özlemiyle Abbas’ın diz çökme ve beklenticilik (emperyalist stratejiye bağlanma) tutumunda ifade olmaktadır. Ancak Filistin halkının kahramanca direnişine rağmen, ikincisinin HAMAS’ın da esas eğilimini oluşturması tümüyle olanaksız değildir. Ve tüm bu nedenlerle Filistin halkının iç bölünmüşlüğünü aşmaya, birleşik direnişe, İsrail halkının ve demokratik güçlerinin desteğini alacak bir taktiğe ve uluslararası desteğe ihtiyacı artmıştır.

Ergenekon soruşturması ve davası “taktik sorunu”na bağlanarak ele alınabilecek bir başka örnektir ve yine taktiğin stratejiye bağlandığında anlamlanacağına kanıttır. (Sorunun ele alınılışı için dergimizin 196. sayısındaki Kadir Yalçın’ın “Ergenekon ve arzulanan ‘sol’ üzerine” başlıklı makalesine de bakılabilir.) Ancak sorunun özü şudur ki, hangi gerekçeyle olursa olsun Ergenekoncuların sahiplenilmesinin doğrudan gerici içeriği bir yana bırakılırsa, Ergenekon karşıtlığı, birincisi, burjuva düzen ve devlete karşı mücadele stratejisine bağlanarak, aralarındaki çatışmalardan da yararlanılarak, gericiliğin güçsüzleştirilmesi mücadelesinin ya da ikincisi, burjuva düzen ve devletin onarılıp tahkim edilerek güçlendirilmesine bağlanmış iki iktidar odağı arasındaki çatışma ve uzlaşma ve pazarlıkların ifadesi olarak mümkündür. Ve Ergenekon soruşturması ve davası devrimci bir tutumla ele alınacaksa, bu, işçi sınıfı ve halkın mücadelesinin önünü açmaya, öyleyse yukarıdaki uzlaşma ve pazarlıklara değil, ama soruna halkın müdahalesini öngörüp gerçekleştirmeye dayanmak zorundadır. “Ergenekon soruşturmasının derinleştirilmesi” isteminin AKP’ye yarayacağı iddiasıyla “Ergenekoncuların avukatlığı” tutumu arasına sıkıştırılarak bölünmüş kitlelerin önünü, demokratik taleplerin ve ülkenin demokratikleştirilmesini hedefleyen bir mücadele taktiğiyle açmak bugün devrimci sorumluluk gereğidir. Yasası, tüzükleri, talimnameleri, kurumlarıyla varlığını sürdüren ve Kontrgerilla olarak bilinen “aygıt”ın sökülüp atılmasını hedefleyen bir mücadele hattına ihtiyaç vardır. Halk kitlelerini bu mücadele hattında birleştiren ve tüm suç örgütlenmesinin açığa çıkarılması, sorumlularının halka açıklanması, bunun için özel yetkilerle donatılmış “soruşturma komisyonu” benzeri bir oluşumla her aşamada soruşturmanın nasıl bir yol izlediğinin ve sonuçlarının halka açıklanmasını sağlayan, “devlet sırrı” denilerek halktan gizlenen her şeyin Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere yabancı güçlerin ve istihbarat örgütlerinin bilgisi dahilinde olduğu, halktan gizlenecek hiçbir devlet sırrının olamayacağını, mevcut hukuk, yasa ve parlamenter oluşumlar çerçevesinde kalacak bir soruşturmanın burjuva çeteleşmeleri ve kavgalarının ötesine geçemeyeceğini ‘hesaba katan’ bir siyasal devrimci taktiğe ihtiyaç vardır.

Örneklerden kolaylıkla anlaşılacak olan, bütün durumlarda özelin genele ya da taktiğin stratejiye bağlanmasının zorunluluğu, aksi halde anlamsızlaşacak oluşudur. O halde nettir ki, yalnızca taktikle yetinilemez. İşçi sınıfının sadece taktiğe değil, aynı zamanda, onun bağlanacağı doğru bir stratejiye ihtiyacı vardır. İşte Ergenekon: Şu ya da bu stratejinin hizmetinde ya burjuva düzen ve devletin sağlamlaştırılmasına götürecektir ya da ülkenin demokratikleştirilmesinin önünün açılmasına. Filistin sorunu, ulusal sorunun şu ya da bu stratejiye bağlanmasıyla; ya sosyal kurtuluşla da birleşen ulusal kurtuluşa, emperyalizmden kurtuluşa ya da uzlaşmalar aracılığıyla emperyalizmin yedeği olmaya doğru ilerleyecektir. Vb. vb.

Son bir soruna değinip, taktiğin stratejinin hizmetinde oluşu bahsini tamamlayalım: Öyle durumlar olur ki, bazen stratejinin başarısı için koşulları yaratmak üzere taktik başarılardan vazgeçilebilir. Çünkü bazı taktik başarılar stratejinin başarıyla geliştirilmesiyle çelişebilir ve bu durumda taktik başarılardan vazgeçmek gerekir. Bunun en bilinen örneği, muzaffer Sovyet Devrimi’nin 1918’de saldırgan Alman emperyalizmiyle imzaladığı Brest Litovsk Barışı’dır. Bu barışla önemli toprak parçalarından vazgeçilmiş, ama devrime nefes alacak zaman kazandırılmış ve derlenip toplanması, örneğin Kızıl Ordu’nun kuruluşuna imkân bulunması gibi stratejik kazançlar için Alman emperyalizmi karşısında ricat/geri çekilme taktiğine geçilmiştir.

c) Sorunlar, süreçler ve taktik

Dünya, tek tek ülkeler ve bizim yaşadığımız ülke, Türkiye, çeşitli düzeylerde yereller çok sayıda sorunla birlikte varlar. Çeşitli sınıflar var, aralarında çatışmalarıyla birlikteler. Bizim sınıfımız, işçi sınıfı, kendisiyle çeşitli yakınlıklara sahip başka bazı sınıflarla (emekçiler: şehir dar gelirlileri, emekçi köylülük, esnaf vb..) yan yana, bazı farklılıkları ve buradan türeyen çıkar ve kuşkusuz özlem ve yaklaşım farklılıklarıyla birlikte çeşitli sorunlarla çevrelenmiş halde, onların ağırlığı altında yaşıyorlar. Buradan, kimileri, diğer bazı sınıflarla ortaklaşabilen belirli talepleri ortaya çıkıyor. Düşük ücret, sağlıksız barınma ve yaşam koşulları, kötü çalışma koşulları gibi kapitalizmin nesnelliğiyle ilgili sorunların üstelik burjuvazinin izlediği politikalarla ağırlaşması hep sorun olarak işçi sınıfının karşısına dikilir. Neoliberal politikalarla örneğin, burjuvazi, tüm bu sorunların dayanılmaz bir yük olarak işçi sınıfının üzerine yıkılmasını örgütlemiştir.

Yanı sıra, söz hakkının engellenmesi, örgütlenmesinin önüne türlü engeller dikilmesi, (1 Mayıs örneğinde olduğu gibi) toplantı ve gösteri hakkının yasalarla ve zorla yasaklanması, Türkiye ile sınırlayarak konuşursak, hep sorundur. Kısacası demokratik hak ve özgürlükleriyle siyasal demokrasinin olmayışı, her adımında işçi sınıfının karşısına “aşılmaz duvarlar” olarak çıkar. Ve demokrasi, yalnızca işçi sınıfı bakımından değil, ezilen halklar, millet ve mezhepler, ezilen cinsler bakımından da ciddi bir ihtiyaç durumundadır. Ve emperyalizme bağımlılık, iç politikanın yanında dış politikayı kökten etkiler; iktisadi, siyasi, askerî, kültürel tüm alanlarda işçi sınıfını ve halkı köşeye sıkıştırır. Sorunların saymakla tüketileceği yoktur, ama tümü çepeçevre işçi sınıfını ve halkı kuşatırlar/kuşatmaktadırlar.

Bu sorunların birbirleriyle bağlantılı oluşları da kuşkusuzdur. Yine kuşku duyulamayacak olan bir diğer şey, söz edilen sorunların işçi sınıfını sarmalamak ve üzerinde etkide bulunmakla kalmadığı, ama toplumsal sorunların tümünün işçi sınıfının taraf oluşuyla şekillendiği ya da onu taraf olmaya zorladığıdır. Sorunların başlıca kaynağı emek-sermaye karşıtlığı üzerine kurulu olan kapitalizmdir ve işçi sınıfı bu sorunlar ve ağırlıklarıyla yüzleşmekten istese bile kaçamaz.

Sorunlar birbirinden ya da ortak bir kaynaktan türeyebilir; kaynak kapitalizm gibi genel ya da burjuvazinin neoliberal politikaları gibi daha az genel olabilir. Ve hem kapitalizm, hem egemen sınıfı olan burjuvaziyle sömürülen sınıfı olan işçi sınıfı, hem ikisi arasındaki ilişki, hem de bunların tümü birbirleriyle bağlı olarak hareket halindedirler. Üstelik hem burjuvazi ve hem de işçi sınıfı ve diğer sınıfların politik müdahaleleri düşünüldüğünde, bu süreçler, bilinç unsurunun da etkili olduğu çatışmalarla şekillenirler. İşçi sınıfı ve halk açısından yaklaşıldığında, sorun yumakları ve oluşturdukları gelişme süreçlerinin belirli taleplerle birlikte anılabilecekleri de şüphesizdir.

Örnekse, son metal toplusözleşmeleri, burjuvazinin neredeyse sıfır zam ve esnek çalışma dayatmalarıyla anılmıştır. İşçi sınıfının, ücret artışı ve yanı sıra sosyal haklar, ama en başta esnek çalışmaya karşı talepleri yükseltmesi tamamen anlaşılırdır. Bu, bir çatışma konusu olarak bir mücadele sürecine kaynaklık etmiş ve böyle bir mücadele yaşanmıştır. Ama aynı zamanda burjuvazinin neoliberal saldırganlığı, metal sözleşmeleriyle birlikte, örneğin doğalgaz zamları ya da sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi ve/veya sağlığın paralı hale getirilmesi ve üstüne yüksek sağlık ödemelerinin eczanelerden tahsilinin bindirilmesiyle birçok başka alanı da kapsayarak süren daha genel bir soruna da bağlanmaktadır. Kriz ise, üstüne tüy diken ve ücret vb. sorunlarla birlikte üstüne eklediği ücretsiz izin ve işten atmalarla işsizlik sorunu, yoksulluğa sürükleme ve tüm kapsamıyla neoliberal politikaları da etkileyen ve örneğin devlet müdahaleciliğinin gündeme girmesine neden olan daha genel ve kapsamlı sorunları ağırlaştırarak gündeme getirmiştir. Bu arada İsrail saldırganlığı ve işgali gündeme gelmiş ve tüm halkı etkileyen Filistin sorununa dair gelişmeler sürecin olguları arasına girmiştir. Buna krizin uluslararası alandaki tüm öteki etkilerine; işten atmalar ya da kapatmalara karşı tek tek ülkelerde ve farklı işletmelerde ortaya çıkan ya da çıkma olasılığı giderek artan işçi direnişleriyle “açlık, yoksulluk ve işsizlik ayaklanmaları” olasılığı eklenmiştir ve tüm bunlar sermaye ve hükümetlerinin saldırı politikalarına karşı emekçilerin direnişini ve hak mücadelesini geliştiren devrimci taktik sorununu daha da önemli hale getirmiştir.

İşçi-emekçi hareketini birleştiren ve geliştiren devrimci taktik, tek tek sorunlar ve bunlardan türeyen tek tek eylemler bakımından gerekli olduğu kadar, bir dizi eyleme dayanaklık edecek daha genel sorunlar ve buradan türeyen ve kendi içinde tek tek eylemlere kaynaklık edecek daha ‘alt süreçleri’ de kapsayacak ‘üst süreçler’ bakımından da ve bunlarla birlikte, bir sorun yumağıyla birlikte karşıt sınıfların çatışmasının belirli özelliklerle karakterize olmuş bir dönem, bir mücadele dönemi bakımından da gereklidir. Ve tabii ki, daha özel taleplerden daha genel ve kapsayıcı olanlara doğru yükselmeyi de içererek, sorunların ele alınışı, talepleri ve onlardan türeyen mücadelelerin birbirleriyle bağlantıları içinde bir dizi taktiğin konusu olmaları gerekecektir. Tek tek eylemler, kampanyalar ve belirli bir mücadele dönemi, tümü ayrıca kendilerine özgü taktiklerin konuları olacaklar, ama aynı zamanda, tıpkı taktiğin stratejiye bağlanması gibi, aşağıdan yukarıya birbirlerine bağlanmaları da gerekebilecektir. Bu tek tek, ama birbirleriyle bağlantılı sorunlar ve sorun yumaklarından, kuşkusuz yine birbirleriyle bağlantılı ve taktiğin hareket noktası edinmesi gerekli bir dizi talep, uygun taktikler aracılığıyla çözülecek bir dizi görev ve bu görevlerin başarılması amacıyla taktiğin yararlanacağı/kullanacağı bir dizi mücadele ve örgüt biçimi çıkacaktır.

Kuşkusuz tek bir sorun, ondan türeyen talep ya da talepler, buradan çıkacak görev ve çözüm için gerekli mücadele ve örgüt biçimi de, örneğin ücret artışı için bir grev de taktiğin ilgi alanıdır; birçok sorun ve onlardan türeyen taleplerle bir dizi farklı görev ve bunlara uygun mücadele ve örgüt biçimleriyle bir mücadele dönemi de taktiğin ilgi alanındadır. Dönemin özelliklerinden, sosyal iktisadi koşulların öne çıkardığı sorunlardan hareketle izlenecek siyasal taktiğin işsizliğe, işten atmalara, düşük ücret dayatmasına, açlık ve yoksulluk artışına ve sertleşeceği bugünden açık politik saldırılara karşı oluşturulması gerektiği açıktır.

Taktiğin tek bir sorunla ilgili olanı kuşkusuz görece daha basittir ya da öyle sayılabilir. Gerçi tek bir sorunu oluşturan birçok koşul ve veri, onların ilişkileri ve çeşitli yönleri olacaktır. Tek bir grevin başarılı taktik yönetimi için, en geniş işçi kitlesini birleştiren talep ya da taleplerin doğru belirlenmesi, kararlı işçilerden grev komitesi oluşturulması, tedirginliklerin giderilmesi için yapılması gerekenlerin yerine getirilmesi ve kararsız duran unsurların kararlı grevcilere yakınlaşmasının sağlanması, işçilerin birliğinin pekişmesi ve patronun tehdit ve saldırıları karşısında dayanıklılığı için aydınlatıcı ve pratik önlemler alınması, greve çıkma zamanının doğru saptanması, stokların olmadığı, ihracat vb. kontratlarının sıkıştırdığı zamanın yakalanması vb. türünden sorunların çözülmesi gerekecektir. Ama yine de zaman ve mekân olarak sınırları belli tek bir eylem söz konusudur.

İkincisinin zorlukları ise ortadadır. Çok sayıda sorun… çok sayıda görev… farklı mücadele ve örgüt biçimleri ve bunların birbirleriyle bağıntıları içinde zamana yayılmış hareketleri. Ne yapılacaktır?

d) Kavranacak halka, merkezi ya da güncel görev

Kendilerinden türemiş belirli taleplerle ve kuşkusuz bağlantılarıyla bir arada bulunan bir dizi sorunun oluşturduğu süreçlerin “halkaları” durumunda olduğu bir (sorunlar ve) süreçler “zinciri”ni düşünürsek, taktik önderlik, bunlardan, diğerlerini de etkileyen ve kavrandığı durumda diğer süreçleri ve süreçler zincirinin tümünü yakalayabilmeyi, tek tek süreçler ve tüm zincir bakımından ileriye doğru adım atabilmeyi olanaklı kılan “halka”yı bulup çıkarıp, onun üzerinden yürümeyi bilebilmektir. Öte yandan, kavranacak bu “halka”nın, stratejinin ihtiyaçlarını gözeterek, stratejik başarı için koşulları yaratabilmek amacıyla saptanması ve bu “halka”dan kavranarak, “zincir”in bütününün, stratejinin başarısı doğrultusunda adımlar atılmasını garanti edecek şekilde harekete geçirilmesi, şüphesiz, doğru bir taktik önderlik bakımından, önceki bir alt başlıkta açıklandığı üzere, olmazsa olmazdır.

Kavranacak halka sorunu, bir dizi sorunu kapsayan süreçlerden oluşan belirli mücadele dönemleri açısından önemli olduğu gibi, belirli sorunlar ve onların çeşitli yönleri bakımından da önemlidir.

Çeşitli yönleriyle belirli bir sorun açısından örnek vermek ve son bir aydır gündeme oturmuş olan Filistin sorununun, Türkiye’de ve Türkiye işçi sınıfının mücadelesi bakımından, onun öncüsü tarafından neresinden kavranması üzerinde konuşmak gerekirse, “kavranacak halka”yı, herhalde, geçmiştekilerin ardından bugünkü hükümetin de İsrail’le imzaladığı bir dizi anlaşma ve sahip olduğu yakınlık/stratejik ortaklığın oluşturacağı ve “İsrail’le ilişkilerin kesilmesi ve imzalanmış anlaşmaların feshedilmesi” talebinin öne sürüleceğinden kuşku duyulamazdı. Bunun Türkiye ve Türkiye işçi sınıfının kendi mücadelesinin gelişmesi kadar, Türkiye işçi sınıfının Filistin Direnişi’ne vereceği destek bakımından doğru bir tutum olduğu ortadadır. İşçi sınıfı, zinciri buradan kavrayarak, hem AKP hükümetinin yürütme komitesi olduğu burjuva düzeni ve devletinin ikiyüzlü politikalarını sergileyerek ona karşı mücadelesinin gelişme koşullarını kolaylaştırıp hızlandıracak ve hem de eğer yeterince güçle baskı oluşturabilirse, Filistin Direnişi’ni destekliyormuş gibi yaparak aldatmaya çalıştığı tabanından kopmaktan kaçınmak için AKP’yi, laftan öteye geçerek İsrail’i saldırısını durdurmaya az-çok zorlaması için sıkıştıracaktır.

Bir öteki örneğe gelecek olursak, bir süre önce, Gürcistan-Rusya savaşının ardından NATO gemileri, Rusya’yı hedef alarak, Montrö Boğazlar Antlaşması’nı hile yoluyla ihlal ederek Karadeniz’e doluşmuş ve uygulaması Türkiye’ye bırakılmış, ama Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere belirli haklar tanıyan Antlaşma’nın bu ihlalinin dayatılmasına göz yumması dolayısıyla, Türkiye’nin bir yandan egemenlik sorunu ortaya çıkmış bir yandan da komşu ülkelerle ilişkileri gerilmişti. ABD başta olmak üzere NATO, Türkiye’nin bağımsızlığı ve egemenliğini “takmıyor”du ve bu sorun oluşturmaktaydı. Nereden kavramak gerekiyordu? Doğrudan NATO ve Amerikan emperyalizmini hedefine alan ajitasyon ve eylemler mi yoksa başka bir şey mi gerekiyordu? Doğrusu, Filistin direnişi ve İsrail karşısında izlenmesi gereken taktiğe benzer bir taktik tutum olurdu. NATO ve ABD gemileri Boğazlar’a doluşmaktaydı; ancak Boğazlar, ABD ve NATO’nun Rusya’ya yönelik güç gösterisi karşısında “tarafsız” bile kalmayıp Antlaşma’nın ihlaline üstü örtülü destek sunan işbirlikçi AKP ve hükümetinin yönettiği Türkiye’nin denetimindeydi. İşçi sınıfı mücadelesinin önünü açmak, doğrudan işçi sınıfına “ilişmemekte”, ama dolaylı olarak, işbirlikçi hükümetin teslimiyeti dolayımıyla işçi sınıfının “başına çorap örmekte” olan emperyalizme karşı mücadele bağımsızlık mücadelesinin de, öyleyse, dolayımlı olarak, Türkiye’yi komşularla karşı karşıya getirerek tehlikeye atmak üzere ülkenin bağımsızlığı ve egemenliğini Batılı emperyalistlerin ayakları altına seren hükümetin işbirlikçiliği hedef alınarak yürütülmesiyle mümkün olabilirdi. AKP işbirlikçiliğini, işçi sınıfı ve halkın çıkarlarını dikkate almadan, ona söz hakkı tanımadan, Türkiye’yi, tekeller ve onların egemenliğinin “selameti” adına, en başta Amerikan emperyalizminin egemenlik stratejisine bağlayarak yapmaktaydı. İşbirlikçiliği varlık nedeni sayan tekelci sermaye ve hükümetinin (kuşkusuz onun yürütmesi olduğu burjuva devletin) işçi ve halk karşıtı egemenliği ve politikalarını hedefe koyan ve ABD’nin ülkeden ve bölgeden çekilmesi, İncirlik başta olmak üzere tüm emperyalist üslerin kapatılması ve ikili askerî ve diğer bağımlılık anlaşmalarının iptali için mücadele taktiğinin izlenmesi gerekiyordu ve öyle yapıldı.

Bu örneği genelleştirebiliriz de. Bağımsızlık mücadelesinin koşulları değişmedikçe, yani ülke işbirlikçi burjuvazi ve hükümetleri tarafından emperyalizmin payandası olarak kullanıldıkça, –emperyalistler doğrudan kendi güçlerine dayanarak ülkenin şekli bağımsızlığını da çiğnemeye giriştiklerinde durumda kimi değişikliklerin olacağı göz önünde tutulmalıdır– emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, tekellerin egemenliğine ve halka yönelik zorbalığına karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini öne alan bir taktikle işçi sınıfının ve halkın mücadelesini geliştirmek gerekecektir.

Bir diğer deyişle, kendilerinden türemiş talepler ve bu taleplerin dayanaklık ettiği görevleriyle birlikte bir arada bulunan süreçleriyle sorunlar ya da sorunlar yumağının varlığı bu sorunların çözümüne yönelik bir dizi görev demek olduğuna göre; “kavranacak halka” şöyle de tanımlanabilir: “Sorun, partinin önündeki bir dizi görev içinden, çözümünün merkezî noktayı oluşturduğu ve uygulamasıyla diğer görevin (/görevlerin) başarılı bir şekilde çözümünü olanaklı kılacak güncel görevi bulup çıkarmaktır.” (Stalin, Strateji ve Taktik, sf. 83)

Görevler açısından yaklaşıldığında, eğer üzerinden konuşulmak gerekirse, yukarıdaki son örneğin şöyle verilmesi gerekecektir: Asıl görev demokrasi mücadelesini yükseltmektir, bağımsızlık mücadelesi, bunun gereklerinin yerine getirilmesi üzerinden ve buna bağlanarak yürütülecektir. Ayrıntıya inildiğinde, tümünün güncelliği akılda tutularak (çünkü farklı koşullar altında “kavranacak halka” ya da ilk üstlenilmesi gereken görev sorunu değişebilecektir), uzun bir dönemi ilgilendiren görev türleri “merkezî görev” ve daha güncel olanıysa “güncel”, “dönemsel” vs, görev olarak nitelendirilebilir.

Güncel bir örnekle tamamlayalım: Şimdi burjuvazi ve hükümetin krizi fırsat olarak kullanıp yükünü işçi ve emekçilere yıkma tutumu geliştirmeleri karşısında, konfederasyon ve sendikalar, çoğu ilde ve merkezî olarak protesto mitingleri düzenleme kararları aldılar. Dergimiz yayımlandığında bu mitinglerin birçoğu yapılmış olacak.

Peki, doğru halkadan mı kavranıyor? Krize karşı mücadele ya da daha doğru deyişle krizin ve burjuvazi ve hükümetin krizin yükünü emekçilere yıkma politikalarının hareketlendirip kızıştırmakta olduğu sınıflar arasındaki çatışma koşullarında, kapitalizme karşı mücadelenin asıl ihtiyacı mitinge/mitinglere midir? Gerekli olan bugünün birlik ve örgütlülük düzeyiyle işçi ve emekçilerin tepki ve protestolarını mı göstermeleridir?

Buna, olguları ve gelişmeleri dikkate almayan bir cevap elbette ki verilemez. Mücadele koşullarındaki olağan-dışılık ve sertleşme ve işçi ve emekçilerin yeni tepki, arayış ve hareketlenmeleriyle bir mücadele döneminden diğerine geçiş belirtilerinin görüldüğü, ama örgüt ve bilinç düzeyinin otuz yılı bulan yenilgi ve dağınıklık nedeniyle ciddi düşüklüğünün ortada olduğu, şurada burada ortaya çıkan tepkiler ve hak mücadelelerinin birleşmeyi başaramayıp yerelliğiyle kendi başına kaldığı koşullarda, semt ve mahallelerle fabrika ve işyeri direnişlerini birleştiren bir ajitasyon-teşhir ve örgütleme faaliyeti ve bununla da birlikte çeşitli yerlerde ve giderek mümkün olan her yerde işçi ve emekçi kitlelerinin irili-ufaklı gösteri ve mitinglerinin bir taktiğin sorunu olması zorunludur. Oluşan yeni durumun, kriz ve sonuçlarıyla, burjuvazi ve hükümetin krizin yüklerini emekçilere yıkma politikasını açıktan suçlamayı, bunun için kürsüleri emekçilerin içinde kurup yüksek sesle çağrılar yapmayı olanaklı kıldığı gibi, bu çağrıların yanıtsız kalmayacağı koşulları da biriktirmekte olduğu/biriktirdiği açıktır. Öyleyse kavranacak halka buradan belirlenecektir ve sömürülen yığınların inandırıcı sayacağı ve güçlerin bir araya getirilmesini hedefleyen bir içerikte olacaktır. Yerel işçi direnişlerinin yanı sıra daha güçlü ve birleşik kitlesel tepkilerin örgütlenmesi, eskisinden çok önem kazanmıştır. Yerellerde birkaç fabrika ve işletmede yaratılacak ve sermayenin kriz bağlantılı olanlarıyla da birleşen saldırılarına karşı mücadeleyi geliştirecek komiteler, yerelin mücadeleci sendikal güçleriyle, mahalle ve semtlerden gelebilecek güçlerin katılımıyla yerel mücadele platformlarının oluşturulması, olabilirse bunların birkaç sendika merkeziyle merkezi düzeyde takviye edilmesi, bu çağrıların çıkarılması ve yayılması için ilk adımı sağlayabilirler ve buradan da daha genel ve yaygın kitlesel protestolara genişleyebilirler.

e) Taktik esneklik

İşçi sınıfının mücadelesinin bütünüyle değil, ama onun gelip geçici, bugün böyle, yarın başka türlü şekillenebilecek parça ya da bağlı süreçleriyle, tekil çatışma, kampanya ve mücadele dönemlerle ilgilenen taktik, bu tanımından da anlaşılacağı gibi, görece hızlı değişir.

Tahmin edileceği gibi, karşıt sınıf güçlerinin ilişki ve çatışmalarıyla gelişen toplumsal hareket kapsamında, çeşitli sorunlar (ve onlardan türeyen talepler) eskisine göre önem kazanıp öne çıkar ya da geriye düşerler. Kimi yeni sorunlar oluşabilir ya da kimileri kısmen ya da tamamen çözülebilirler. Sorunlar aynı kalmakla birlikte, sorunların çatışan taraflarının güçleri, karşılıklı ilişkileri, işçi sınıfı hareketinin hızı, ortak sorunlarla boğuştuğu başka sınıf güçleriyle ilişkileri ya da onların gücü, örgüt ve bilinç düzeyleri vb.. değişebilir. Ve kuşkusuz ki, toplum canlı bir organizma ve toplumsal hareket durmadan yenilenen karşıtların çatışması olduğundan, bu etkenlerin tümü hareket halindedir ve durmaksızın değişir. Öyleyse taktik de her az-çok önemli değişiklikte değişiklikleri gözeterek yenilenecek ya da bütünüyle değişecektir. Taktiğin bir kez saptandığında artık hemen hiç değişmeyeceğini ve sınıf mücadelesinin eldeki “reçeteye göre” biteviye akıp gideceğini ancak aptallar düşünür.

Öyleyse taktik, sözü edilen tüm bu değişiklik etkenleri ve başkaları dikkate alınarak kurulmak ve her belirli anda yürütülmekte olan somut mücadeleleri, tek tek eylemleri, kampanyaları ya da mücadele dönemlerini, stratejinin başarısının hizmetinde kazanmak üzere belirlenmek durumundadır.

Taktik, stratejinin direktifleri ve devrimci hareketin hem kendi ülkesindeki hem de komşu ülkelerdeki deneyleri tarafından yönlendirilir; hem proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin durumunu (yüksek ya da düşük kültür düzeyi, yüksek ya da düşük örgütlenme ve bilinç derecesi, çeşitli geleneklerin varlığı, hareketin ve örgütlenmenin çeşitli biçimlerinin varlığı, temel ve yardımcı biçimler) hem de düşman kampındaki güçlerin durumunu her an göz önünde bulundurur ve düşman kampındaki her uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanır. Taktik, (stratejik planda ortaya konan güçlerin mevzilenmesini gerçekleştirmek amacıyla) geniş kitleleri devrimci proletaryanın safına kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarını en güvenli biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları gösterir. Buna uygun olarak partinin sloganları ve direktifleri bunlar tarafından belirlenir ya da değiştirilir.” (Age, sf. 10-11)

Stalin’in söylediklerinden de çıkarılacak olan, birçok etkeni dikkate alan ve izlenmesi gereken somut yolları gösteren taktiğin ülke ve dünya koşullarıyla çatışan sınıf güçleri ve ilişkilerinin geçirdiği her az-çok dikkate değer değişiklikte değişmesi gerektiğidir.

Bu ne demektir?

İlk olarak, sınıf güç ilişkileri az-çok ciddi biçimde değişmese bile, işçi sınıfı ve müttefiki durumundaki sınıfları etkileyen sorunların ve buradan türeyen taleplerin şekillenişindeki her gelişme, taktiği etkileyecek ve gerektiğinde değiştirecektir. Bir sorunun önem kazanması ya da eski öneminden kaybetmesi, şu talebin sömürülen kitleler bakımından yakıcı hale gelmesi ya da başka birinin bu duruma yükselmesi, kesindir ki, en azından taktiğin üzerinden hareket ettiği sorun ve talebin değişmesine ve buradan taktiğe ilişkin bir dizi değişikliğin gündeme gelmesine neden olacaktır.

İkinci olarak, burjuvazinin politikalarındaki her az-çok önemli değişikliğin, taktiğin gözden geçirilmesini gerektirmesi de tamamen anlaşılır olmalıdır. Örnekse, “sosyal devlet” politikalarından neoliberal politikalara geçen burjuvazinin bu yönelimi (kuşku yok ki, bu değişim, sınıf güç ilişkilerindeki değişiklikle de ilgili olacaktır), taktikte değişikliğe yol açmadan edemez ve işçi sınıfı ve partisinin eski politikası ve mücadele taktiğiyle devam edemeyeceğini, ama taktiğini uygun biçimde değiştirmesi gerektiğini ortaya koyar.

Ve üçüncü olarak, taktik, “belirli bir dönüşüm, belirli bir stratejik dönem temeli üzerinde inişler ve çıkışlar, birbirleriyle mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkileri, mücadelenin (hareketin) biçimleri, hareketin hızı, herhangi bir yerdeki, herhangi bir andaki mücadele alanı tarafından belirlenir. Ve bu etkenler, bir dönüşümden diğerine kadarki sürede, yere ve zamana göre değiştiğinden, taktik, stratejik dönem boyunca birçok kez değişir (ya da değişebilir); çünkü taktik, tüm savaşı değil, yalnızca savaşta zafere ya da yenilgiye yol açan tek tek çarpışmaları kapsar.” (age, sf. 11)

Bu yönüyle asıl önemli olan, hareketin kabarma ve alçalma dönemleriyle taktiğin ilişkisi ve bu dalgalanmalara göre taktiğin uğraması zorunlu değişikliklerdir. Çünkü taktik, her şeyden önce, “hareketin, nispeten kısa kabarma ve alçalma dönemlerinde, devrimin yükselme ya da gerileme döneminde proletaryanın davranış çizgisinin belirlenmesidir; eski mücadele ve örgütlenme biçimlerinin yerine yenilerini koyarak, mücadele ve örgüt biçimleri ve sloganlar arasında uyum sağlayarak vb. bu çizginin uygulanması için mücadele etmektir.” (age, sf. 73)

Hareket, kabarma ya da alçalma dönemlerinden birinden diğerine değişmiyor ve belirli bir mücadele dönemi çerçevesinde kalıyorsa, şu ya da bu sorun ve dolayısıyla talebin öne çıkması ya da geriye düşmesi de önemsiz sayılamaz ve taktik, eğer, öne çıkan talepten kavranarak mücadelenin ilerletilmesini yönetmek üzere tamamen ya da kısmen değiştirilmezse, stratejinin başarıyla geliştirilmesine hizmet edebilecek bir taktik uygulanamaz.

Taktiğin değiştirilmesine ilişkin bu ihtiyaç, hareketin kabarma ya da alçalma dönemlerinden birinden diğerine bir geçiş söz konusuysa daha da büyür, eski koşullara uygun olarak belirlenmiş olan taktik, çatışan güçlerin ve mücadelelerinin düzeyi, hızı ve birbirleriyle ilişkileri değişmeye başlayacağından, işçi sınıfı ve müttefiklerinin yeni mücadele ve örgüt biçimlerine olan eğilimi değişime uğrayacağından yeni koşullarıyla mücadeleyi kavrayamaz ve yönetemez olur, değiştirilmesi zorunlu hale gelir. Yeni koşullarına, çatışan güçlerin ilişkilerinin yeni durumu, işçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelelerinin yükseliş ya da düşüş hızına vb. uygun olarak yeni bir taktiğin belirlenmesinden kaçınılamaz.

Bu nedenle taktik esneklik, bir sınıf partisinin en önemli yetenekleri arasındadır ve parti, böyle bir esneklik açısından bir mücadele ve örgüt biçiminden diğerine hızla geçebilmeyi kolaylıkla başarabilmek için, önce mücadelenin koşullarındaki ve çatışan güçler arasındaki ilişkilerdeki gelişmeleri iyi gözlemek ve buna uygun düşen ve mücadelenin geliştirilmesinin aracı olarak rol oynayacak örgüt biçimlerinin geliştirilmesi için gerekli devrimci uyanıklık, esneklik ve yeteneğe sahip olmalıdır. Kitleleri kazanmayı amaçlayan ajitasyon ve açık kitle eylemleri aracılığıyla sömürülen kitleleri stratejinin öngördüğü mevzilere çekmek üzere çağrılar, barışçıl ya da giderek çatışmaları göze alan biçimleriyle mücadelenin ilerleyişinde değişiklikler, kitlesel grev ve gösterilerden politik grev ve gösterilere, yerel ve ülke çapında protesto ve ayaklanmalara… burjuvazi ve gericiliğin güçlerinin üstesinden gelememe ve başarısızlık halinde düzenli bir geri çekilmeyi başarabilme… tümü yükseliş ve alçalış halindeki mücadelenin bürünebileceği, bir durumdan diğerine farklılaşacak, partinin, işçi sınıfı ve sömürülen kitlelerin mücadelesini tümünden yararlanarak stratejik amaçlara, devrime yöneltmekte yararlanacağı biçimlerdir.

f) Strateji ve stratejik önderlik

Taktiğe ve taktik önderliğe ilişkin daha pek çok sorun üzerinde durulabilir. Mücadele ve örgüt biçimlerine ilişkin değişikliklerle yeni taktik atılımlar, savunma, saldırı, geri çekilme taktikleri, bunların mücadele biçimleriyle bağlantıları ve her ikisinin kitlelerin kendi deneylerinden öğrenmesiyle ilişkisi vb. gibi. Ama tüm bunları bu bir makale içinde ele almak yazıyı olması gerekenin ötesine uzatacaktır.

Öyleyse stratejiye ilişkin kısa bir-iki not ile bitirelim:

Stalin’in tanımı şöyle: “Strateji, devrimin belirli bir aşamasını temel alarak, proletaryanın esas darbesinin yönünü saptamak; devrimci güçlerin (ana yedeklerin ve ikincil yedeklerin) düzenlenişi için uygun bir plan hazırlamak; devrimin belirli bir aşamasının tüm süreci boyunca bu planın gerçekleşmesi için mücadele etmektir.” (age, sf. 71)

Strateji de, taktik gibi, işçi sınıfının mücadelesinin öznel yönüyle ilgilenir. Hareketi yaratmak değil ama gelişimini kolaylaştırıp hızlandırmak ve işçi davasının programatik amaçlarına ulaşılmasını garanti altına alıp başarıyla yönetmek, stratejinin işidir. Strateji, kuşkusuz, hareketin nesnelliğini, zorunlu gidişatını inceleyen Marksist teoriye ve onun sonuçlarını, mücadele zeminini oluşturan ülke koşullarına uyarlayan parti programına dayanır ve bu programın hedeflerinin gerçekleştirilmesinin yönetimini üstlenir.

Stratejinin başlıca görevi, işçi hareketinin, işçi sınıfının kurtuluşunu gerçekleştirebilmek için, atması gereken ve programda gösterilen temel adımları atabilmek için ana darbesinin doğrultusunu ve işçi sınıfının yedeklerini belirleyip mümkün olan hızla mevziye girmelerini sağlamaktır.

Azami ve asgari programlara sahip herhangi devrimci bir partinin siyasal stratejisi de temel özellikleri farklı dönemler için farklı olabilecek, birinin çözümünün ikincisinin çözümünü kolaylaştırdığı ve ona bağlandığı şekilde belirlenebilecektir. Burada belirleyici temel etken sosyal iktisadi gelişme düzeyinin yanı sıra ve o zemin üzerinde işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadelenin gelişme düzeyi ve işçi sınıfı ve emekçilerin karşı karşıya bulundukları sorunların karakteridir. Türkiye gibi kapitalizmin gelişmesinin oldukça ilerlediği ülkelerde ise birinden diğerine geçiş nispeten daha kolay ve daha hızlı olabilecektir. Asgari ve azami programların belirttiği hedef ve görevlerle bunları gerçekleştirmeye yönelik mücadele stratejisini kesintisiz olarak birbirine bağlanan bir devrimci süreç olarak alan devrim, bu devrimci hat üzerinde, ilk adımında, iktisadi ve siyasal gericiliğin içerideki asıl gücü olan tekellerin egemenliğine son verecek ve dolayısıyla onların işbirliği yaptığı emperyalizme kölelik ilişkilerini tasfiye edecektir. Buradan da işçi sınıfının iktidardaki güç olduğu koşullarda kapitalizmin tümüyle tasfiyesine girişilecektir.

Stratejinin, taktik gibi, kısa dönemli her değişimle değişmeyeceği, ama hedeflerine ulaştığında yerine bir yenisi konmak üzere değişeceği ve geçerli olduğu koşullarda, söylendiği gibi, taktiğin daima kendisine bağlanması gerekeceği kesindir.

Türlerin Kökeni’nin Işığında 150 Yıl-Darwin 2009 Darwin’in 200. Doğum Yılı ve Türlerin Kökeni’nin Yayınlanışının 150. Yılı

Türlerin Kökeni’nin Işığında 150 Yıl-Darwin 2009

Darwin’in 200. Doğum Yılı ve Türlerin Kökeni’nin Yayınlanışının 150. Yılı

 

 

Charles Darwin 12 Şubat 1809 yılında doğmuş ve büyük eseri Türlerin Kökeni’ni 24 Kasım 1859’da ilk defa yayınlamıştır. İçinde bulunduğumuz yıl Darwin’in doğumunun 200. yılı ve aynı zamanda Türlerin Kökeni’nin yayınlanışının 150. yılıdır. Bu nedenle 2009 yılı “Darwin Yılı” olarak ilan edildi ve dünya çapında pek çok bilim insanı, üniversite, doğa tarihi müzesi, dernek, akademik kuruluş, yıl boyunca, Darwin ve evrim kuramının önemini anlatan etkinlikler, kutlamalar düzenliyor. İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi kutlamaların merkezinde yer alıyor, çünkü bundan tam yüzyıl önce, 1909 yılında, 169 ülkeden yaklaşık 400 bilim insanı Darwin’in 100. doğum yılını burada kutlamış ve kutlamaların başlangıcını oluşturmuşlardır. Darwin’in pek çok eseri ve gezilerinde oluşturduğu koleksiyonunun çoğunluğu halen bu üniversitede bulunmaktadır. Aynı zamanda, Darwin’in doğum günü olan 12 Şubat günü, Darwin Günü olarak anılmaktadır. Tüm dünya çapında Charles Darwin’in yaşamı ve keşifleri bugünle bir kez daha kutlanmaktadır.

Darwin Günü, aslında, bilimsel bilginin, insanlığın ilerleyişine ve bilgi dağarcığına insan merakı ve hüneri ile sağladığı büyük katkıları bir kez daha anmamızı ve Darwin’in yaşamı ve keşiflerinin öneminin üzerinden bir kez daha geçmemizi sağlayan bir gün. 2009 yılının Darwin’in 200. doğum yılı olması, evrim kuramı ve kurama Darwin’in katkılarını daha ayrıntılı olarak ele almamıza olanak tanımaktadır. Ülkemizde de evrim konusu hayli gündemdedir. Yoğun bir dezenformasyon ve yanlış propagandanın olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Okullarımızda evrim kuramı çok az işleniyor. İşlendiğinde ise, ya yetersiz ya da yanlış bir şekilde ele alınıyor. Bu konuda ülkemizdeki kaynak sayısı da oldukça az. Ancak son yıllarda, yabancı dillerden çevrilen popüler bilim kitaplarıyla bu sayının biraz daha arttığı söylenebilir.

Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, Millî Eğitim Bakanlığı, ilköğretim müfredatına kuantum teorisinin bilinemezci bir tür yorumunu temel yapmak istiyor. Yani bilinemezciliği kutsayarak, tek bir bilim ve gerçek olamayacağını öne süren tezler ile eğitimi toptan gericileştirmeye çalışıyorlar. ABD’deki evrim karşıtlarının, “belirsizlikler”in genelleştirilmesiyle çekiştirilmiş “kuantum”u öne sürerek, evrim kuramını çürütmeye çalıştıkları bilinmektedir. Millî Eğitim Bakanı’nın “bilinçli tasarım” gibi sözde bilimsel görüşleri savunması, evrim kuramına karşı bilinçli tasarımın ya da yaratılışçılığın öne çıkarılması, desteklenmesi, ülkemizi ve eğitimi Ortaçağ karanlığına götürme operasyonunun bir parçası olarak işlev görmektedir. Aydınlanmanın ve bilimin yüzyıllar boyunca elde ettiği tüm birikimleri bir kalemde geçersiz ya da yok sayılabilmektedir. Ülkenin Millî Eğitim Bakanı, yaşamın kökenine dair yalnızca evrim kuramının okutulmasını ve bilim insanlarının yaratılış görüşü ve bilinçli tasarımın okullarda öğretilmesine karşı çıkışlarını, ironik bir şekilde “dogmatik” bulmaktadır. Tüm bu hamlelerle, evrim kuramı bir inanç meselesine indirgenerek, iki kamp, daha doğrusu iki taraftar topluluğu, insanların dini inançları kullanılarak yaratılmaya çalışılıyor. Bunlardan birincisi evrime inananlar, ikincisi ise, evrime inanmayanlar. Evrim, bir inanç meselesi gibi sunuluyor.

 

EVRİMİN ÖNÜNDE DURMAK ZOR

Bugün evrime dair pek çok bilimsel kanıt bulunmaktadır. Bilim dünyası, evrimin olup olmadığını değil, hangi mekanizmalarla gerçekleştiğini tartışmaktadır. Ancak ülkemizde genel algı ve tartışma, evrimin olup olmadığı yönündedir. Tartışma hızla din alanına çekilerek, konu saptırılmaktadır. Evrim, insanın maymundan gelmesine indirgenmektedir. Buna karşı açılan ikinci cephe ise, tamamen Darwin’i kutsamakta ve zaman zaman sosyobiyolojiye kayabilen açıklamalarla evrimi savunmaktadır. Bu açıdan, Darwin’i ve evrim kuramını anlamak, onu, biyolojinin modern alt disiplinlerinden gelen yeni ve güncel bulgular ışığında incelemek ve anlatmak oldukça önem taşımaktadır.

1996 yılında, Papa II. John Paul, evrimin bir gerçek olduğunu kabul etmişti. Yeni bulgular ve kanıtlara daha fazla dayanamayan Vatikan, evrimin, eğer İncil doğru bir şekilde yorumlanırsa, İncil ile uyumlu olduğunu, ancak Darwin’den özür dilemenin söz konusu olamayacağını 2008 yılı Eylül ayında açıkladı. Bilindiği üzere, Vatikan, geçtiğimiz senelerde, Galileo’dan resmî olarak özür dilemişti.

 

DARWİN’İN BULUŞU

Peki Darwin ne söyledi?

Darwin, 150 yıl önce, yaklaşık 20 yıl basmak üzere beklettiği kitabı Türlerin Kökeni‘ni yayınladığında, yüzyıllar boyu sürecek tartışmaları ateşlediğinin farkında mıydı, bilemiyoruz, ama kendi yaşadığı dönemdeki bilimsel bakışı kökünden sarstığını söyleyebiliriz. Kitabın yayınlanışı ile birlikte yoğun tartışmalar başladı. Çünkü Darwin; değişmez, durağan bir dünya ve doğa görüşü ve algısını temelinden sarsacak düşünce ve kanıtları ortaya atıyordu bu büyük kitabıyla. Yalnızca bunları ortaya atmakla kalmıyor, aynı zamanda, evrim düşüncesini sistematik bir şekilde kuramlaştırıyordu. Darwin’den önce de evrim düşüncesi vardı. Düşüncenin tarihi, Antik Yunan’a, oradan Çin, Hint ve Arap felsefecilerine ve Darwin’in öncellerinden Lamarck’tan Buffon’a, Erasmus Darwin’den ilk sınıflandırmayı yapan Linneaus’a kadar uzanmaktadır. Eş zamanlı olarak, Darwin’in çağdaşı Alfred Russel Wallace da bu düşünceyi ele almış ve hatta Darwin’in Türlerin Kökeni‘ni yayınlamasında büyük bir itici güç olmuştur. Bilindiği üzere, Darwin, Beagle ile seyahati sırasında, Galapagos adaları ve çevre adalarda gözlem ve incelemelerde bulunmuş, ardından İngiltere’ye döndükten sonra, hayvan yetiştiricileri ile hayvanların ıslahı ve yapay seçilim konusunda yaptığı çalışmalara dayanarak, evrim kuramını sistematikleştirmiş, doğal seçilim yoluyla evrim düşüncesini ortaya atmıştır. Ancak Darwin, Türlerin Kökeni‘ni ve bu düşüncelerini yayınlamak için 20 yıl beklemiştir. 1859 yılında, Alfred Russel Wallace’ın kendi düşüncelerine benzer düşünceleri olduğunu duyduktan sonra, Wallace yayınlamadan önce, kendi eserini yayınlamak istemiştir. Darwin’in kitabının görkemi, doğadaki gözlemlerini çok sayıda örnekle açıklamasından ve bunları temel kurallara bağlamasından ileri gelmektedir. Darwin’in gözlemleri, doğadaki çeşitliliğin nedenleri ve bunların hangi mekanizmalarla oluştuklarını açıklamaktadır. Darwin, doğadaki canlıların hepsinin, ortak bir atadan, daha basit formlardan daha gelişkinlere doğru evrimleşerek türediklerini öne sürmüştür. Darwin, bu değişimi ve çeşitliliği sağlayan mekanizmanın doğal seçilim ve hayatta kalma mücadelesi olduğunu söylemiştir. Doğal seçilim yasası, en iyi uyum sağlayanın hayatta kalmasıdır.

Darwin öncesinde de, biyoloji bilimi, pek çok gözlem ve olguyu içermekteydi; ancak bu olgu ve gözlemler, birbirleriyle fazla ilintili değildi. Richard Lewontin ve Roger Levins, Darwin’in devriminin, evrim düşüncesinde değil, onun Platoncu-Aristocu idealizmi reddetmesinde ve evrim sorunsalının yönünü tümüyle değiştirmesinde yattığını ifade etmektedir.1 Darwin, bireyler arasındaki çeşitliliğe, türler içinde ve türler arasındaki ontolojik ilişkiler bağlamında bakmıştır. Darwin, bireyler arasındaki farklılıkları maddi bir temele dayandırarak, çalışmalarını yapmıştır. O güne kadar ideal bir şey olarak nitelenen türler arasındaki farklılıklar ele alınırken, Darwin, bunu materyalist bir zemine çekerek, türleri, bireyler ve popülasyonlarla değiştirmiştir. Darwin, bireyler ve popülasyonlar arasındaki maddi farklılıkların, zamanla ve çevrenin de etkisiyle, türler arasındaki farklılığa dönüştüğünü öne sürmüştür. Darwin, bu dönüşümü, doğal seçilim mekanizması ve hayatta kalma mücadelesi ile açıklamıştır.

Darwin tüm bunları öne sürerken, doğada gözlenen değişim ve çeşitliliği sistematik bir temele oturttu ve değişimin nedenlerini rasyonel bir biçimde açıklamaya çalıştı. Darwin, yalnızca canlılar ve doğadaki değişimi ele almadı, aynı zamanda, canlıların oluşumunu yaratıcı bir güce, Tanrı’ya bağlayan görüşü de sarstı. Kutsal kitaplara göre, yerkürenin yaşı bin yıllarla ifade ediliyordu. Darwin, milyarlarca yıllık evrim süreçlerinden bahsederek, bu görüşü de temelinden sarstı.

Türlerin Kökeni, yalnızca dönemin bilim çevrelerinde bir tartışma başlatmadı. 1860 yılında Marx, Engels’e yazdığı mektubunda, Darwin’in Türlerin Kökeni‘nin kendisi üzerinde bıraktığı etkiyi şöyle ifade etmiştir:

Denemelerim esnasında, bu son dört hafta (bu süreçte karısının ciddi bir rahatsızlığı bulunmaktadır ve bakımını Marx üstlenmiştir) pek çok farklı şeyin yanında Darwin’in Doğal Seçilim üzerine olan kitabını da okudum. Kaba İngiliz stili ile yazılmış olmasına rağmen, kitap bizim görüşümüzün doğa tarihindeki temelini içermektedir.2

 

Bundan yaklaşık bir yıl sonra, Marx, 1861 yılında, dostu Lasalle’a yazdığı başka bir mektupta şöyle demektedir:

Darwin’in kitabı çok önemli ve tarihteki sınıf savaşımı açısından doğal bilimsel bir temel olarak işime yarıyor… Tüm eksikliklerine rağmen, doğa bilimlerinde ilk kez ’Teleolojiye’ ölümcül bir darbe indirmekle kalmıyor, bunun rasyonel anlamını da deneysel olarak açıklıyor.3

Darwin’in zamanına kadar, Tanrı tarafından yaratılmış türler, değişmez olarak görülmekteydi; evrim fikrini kabul edenler ise, bunu, yine yüce bir yaratıcı güce bağlayarak ele alıyordu. Darwin’in sonrasında, yeni bulguların da ışığı altında, bilim insanları, doğadaki fenomenlere, verilen ya da yaratılan, durağan, değişmez ideal şeyler olarak bakmayı bırakmış, onun yerine, süreçler olarak bakmaya başlamıştır. Marx, bunu, Türlerin Kökeni yayınlandığında, bundan yüz elli yıl önce öngörmüş ve bu nedenle, Türlerin Kökeni‘ni, Darwin’i ve evrim kuramını büyük bir heyecanla selamlamıştır. Daha sonra, Engels, evrim düşüncesini, insanın evrimi konusunda derinleştirerek, “Maymundan insana geçiş sürecinde emeğin rolü”4 başlıklı makalesinde ele almıştır. Ünlü evrim bilimci ve paleontolog Stephen Jay Gould, “Darwin, kendi doğa yorumuna tutarlı bir materyalizm felsefesi uyguladı” der.

 

BUGÜNE…

Evrimin mekanizmalarına dair tartışmalar günümüzde de sürmekte ve yeni teoriler ortaya atılmaktadır. Bunlardan kuşkusuz en önemlisi, Gould ve Elredge’in “kesintili denge” teorisidir. Darwin, evrimi, türlerin dönüşümü ve oluşumunu kesintisiz bir süreç olarak ele alıyordu. Gould ve Elredge, bu kesintisizliği reddederek doğadaki değişimi farklı bir diyalektik çerçeveye oturtmaya çalışır.

Evrim kuramı, büyük genetikçi ve evrim bilimci Dobzhansky’nin de 1973 yılında yazdığı gibi, biyoloji biliminin ve doğayı anlamamızın temelidir. Dobzhansky şöyle der: “Evrimin ışığı ile aydınlatılmadıkça biyolojide hiçbir şey anlamlı değildir.” Bu satırların yazıldığı sıralar, Dobzhansky’nin sözlerini sınıflarındaki kara tahtaya yazan öğretmenler, Bakanlık müfettişleri tarafından evrimi anlattıkları için soruşturulmaktadır.

Evrim olmaksızın, öğrenilmeksizin, öğretilmeksizin, canlılar dünyasındaki değişim ve çeşitlilik, canlıların doğası anlaşılamaz, bilimsel araştırmalar doğru bir çerçeveye oturtulamaz. Dünyayı ve doğadaki süreçleri anlamaksızın, evrimi anlamaksızın, değişim ve dönüşümün özü anlaşılamaz. Evrim, insanın kökenini anlamamıza ışık tuttuğu kadar, doğanın yapısını; insanın doğa üzerindeki egemenliğini, onu kendi ihtiyaçları doğrultusunda anlaması ve değiştirmesi eylemini doğru anlamak için de gereklidir. Özellikle evrim karşıtı propagandanın yoğun olduğu ülkemizde, Darwin’i, evrim kuramını bu bağlamda savunmak, evrim kuramını bilimsel temeliyle öğrenmek, yeni bulgular ışığında değerlendirmek ve yaygın olarak anlatmak önemlidir. Ülkemizde de, Darwin Yılı boyunca, bu temelde etkinlikler düzenlenecektir.

 

 

 

1 Bir Teori ve İdeoloji Olarak Evrim, Levins R. ve Lewontin R.

2 Marx ve Engels, Seçme Mektuplar.

3 A.g.e.

4 Doğanın Diyalektiği, Engels F.

 

Fikret Başkaya’nın Liberaller ve Devletçilerle Kesişme Noktası

 

 

fikret başkaya’nın liberaller ve devletçilerle kesişme noktası

BÜLENT FALAKAOĞLU

 

Toplumu anlama ve yaşananlara müdahale adına ortaya konan düşünce ve eylemin ‘doğru’ olabilmesinin yolu nedir?

Öncelikle gereken, doğru bir tarihsel referans ve (gerçeğin bir yanını ele almanın ötesine geçmiş) bütünlüklü bir çerçevedir.

Bugün ikilik üzerinden şekillenen bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Birincisi devleti yücelten düşünce ve eylemlilik (Bugün kendisini Ergenekonculukta açığa çıkaran düşünce). İkincisi ise her şeyin sorumlusu olarak devleti suçlayan neoliberal düşünce ve eylemlilik (sol liberal, muhafazakâr liberal, İslami liberal).

Her iki düşüncenin de temel aldığı tarihsel referanstan farklı olarak, tarihsel gerçekliği algılayacak bir çerçeveniz yoksa, her iki kesimden çok farklı düşünseniz de, varacağınız sonuç aynıdır. Buna en iyi örnek, Marksist bir çizgide olduğunu savunan “Fikret Başkaya’nın 1908 Devrimi’ne, Cumhuriyet’e ve devlete yaklaşımıdır. Başkaya, “Cumhuriyet neden kopuş değildir1 başlıklı yazısında şöyle diyor: “Türkiye’de rejimin niteliğini tartışmaya niyetli birinin iki şeyden sakınması gerekiyor. Birincisi, resmî tarihten ve resmî ideolojiden uzak duracak; ikincisi, Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan arınmış bir yaklaşıma sahip olacak.” Elbette resmî tarihten ve de gerçekliği değil de kendi ‘cemaatinin’ doğrularını dayatan Avrupa merkezli manüplasyondan uzak durmak önemli… Fakat bu uzak duruş, tek başına, doğru ve bütünlüklü bir analiz için yeterli değil.

Başkaya yazısında şöyle diyor: “Mantığının ve temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kapitalist üretim tarzının kapitalist olmayan [prekapitalist] üretim tarzlarını, sosyal formasyonları kendi mantığıyla uyumlandırması, dönüştürmesi, biçimlendirmesi, biçimsizleştirmesi söz konusudur. Dolayısıyla Osmanlı sosyal formasyonu ikili aşınmaya maruz kaldı. Kapitalist üretim tarzının ve onun emperyalizminin etkisine maruz kalan Osmanlı yönetici eliti [egemen sınıfı], söz konusu aşınmayı durdurmak, mümkünse tersine çevirmek üzere önce ‘kendine dönme ‘girişiminde’ bulundu, baştaki duruma dönmeyi’ denedi. Böyle bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Zira hem geri dönüş, geride kalmış olanı ihya etmek mümkün değildir, hem de zaten arzulanır bir şey de değildir. O zaman olumsuzluğu bertaraf etmek, imparatorluğu yaşatmak üzere Avrupa’nın sömürgeci/emperyalist ülkelerine benzeme tercihi gündeme geldi. İşte Nizam-ı Cedid denilen sayfa böylece açılmış oldu. O aşamadan sonra peş peşe Batı’dan bir dizi kurum, kural, mekanizma ve söylem, kılık-kıyafet, ‘davranış kalıbı’ vb. ithal edildi. Bütün bunlarla amaçlanan, hiçbir zaman Eski Rejimi dönüştürmek, yeni bir şey yapmak değildi. Yeni kurumsal yapılar, söylemler, vb. yeninin değil, eskinin hizmetindeydi.” Başkaya’dan yaptığımız ve tırnak içinde verdiğimiz alıntının tezi şöyle özetlenebilir: Osmanlı İmparatorluğu içsel dinamiklerden yoksun, tamamen dışarıdan bir kuşatma altında. Güçlü devlet tarihsel olarak toplumdaki olması gereken tüm ara kurum ve gelişmeleri önlüyor.

Oysa Osmanlı toplumunda, tüm feodal toplumlarda olduğu gibi, “en kalın çizgilerle, tarımsal üretimi gerçekleştirenle, bu tarımsal artı ürünü doğrudan kontrol edenler var. Bu eşitsiz bir ilişkidir. Eşitsiz ilişkinin temelinde ise “toplumsal artı” yatar. Toplumsal artı kendi başına sınıfsal bir karşıtlığı ifade eder ve dolayısıyla yapısal dönüşüm aracıdır. Bu araç hem ekonomik modelleri, hem de ekonomik girişimlerin toplumsal düşünsel değişimlerin dönüştürülmesini sağlayan bir araçtır. Bu yönüyle toplumsal değişme evrenseldir.

ÇATIŞMALARDAN AZADE SOSYAL SINIFSIZ TOPLUM MU?

Başkaya’ya göre, peş peşe gündeme gelen yenilikler, Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, vb. devletin niteliğinde, devlet anlayışında, devlet/toplum ilişkisinde bir ‘yenilik’ anlamına gelmiyordu. Eğer ortada bir yenileşme vardıysa, bu devlet aygıtını angaje ediyordu. Dolayısıyla, kavramın gerçek anlamında bir modernite söz konusu değildi. Çünkü, “Malum, modernite devrimi ve klasik liberalizm bireyi önemli sayarken, Osmanlı yenilikçi elit devleti kutsamaya devam etti… Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, modernite Eski Rejimi yıkmayı, ondan kurtulmayı amaçlarken, Osmanlı ‘yenilikçilerinin’ yegâne amacı devleti, imparatorluğu, velhasıl Eski Rejimi kurtarmak, yaşatmaktı…

Aynı sistemin hem ‘bireyci’ hem de ‘devletçi’ olmak üzere iki farklı yüzü olamaz mı? Kapitalizmin piyasacı ve devletçi yüzü, aynı madalyonun farklı yüzleri değil midir, aralarında çatışma olsa da? İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ‘merkeziyetçiler’ ile ‘ademi merkeziyetçiler’ arasında da çatışmalar yaşanmıştır.2 Fakat birini ilerici, diğerini tutucu ilan etmek niye? Farklı uygulamaları savunsalar da farklı hedeflerinin olduğu söylenebilir mi? Bu sorunun yanıtını şimdilik bir kenara bırakıp, Başkaya’nın bu tespitini dayandırdığı ve bu tespitten vardığı sonuca bakalım: “Osmanlı İmparatorluğu’nda Eski Rejimi dönüştürmekte çıkarı olan yeni bir sosyal sınıf ortaya çıkamadı. Bunun başlıca iki nedeninden söz edilebilir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyal artığın merkezileştirilmesi esastır ki, bu, devlet dışında bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasını zorlaştırıyordu. İkincisi de, Batı’da ortaya çıkan kapitalizm ve onun emperyalizmi ve sömürgecilik [elbette Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman sömürge statüsüne indirgenemedi, aksi halde ortada imparatorluk diye bir şey kalmazdı, ama bu onun kapitalist sömürüye maruz olmadığı anlamına gelmez, velhasıl tipik bir yarı-sömürge statüsü söz konusuydu…] bütün çevre ülkelerde olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerine ‘özel bir nitelik’ kazandırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalist üretim tarzındakinden farklı olarak, devlet yönetici sınıftır. Orada egemen sınıftan ayrı bir bürokrasi yoktur. Bürokrasinin varlık nedeni devletin de varlık nedenidir. İşte devletin kutsallığı oradan gelir.

Başkaya’nın analizi, hem liberallerin hem de devletçilerin yaptığı gibi, tarımsal topraklardaki üretim biçimine sınıflarüstü bakılmasının bir sonucu. “Sınıflarüstü tarımsal topraklar”ın varlığı, kuşkusuz sınıflarüstü bir devlet varsayımıyla örtüşüyor. Toprakların tüm mülkiyeti devlete ait olunca, toplumda temel üretkenlik olan tarımsal faaliyetin getirisi olan artı-ürün üzerindeki tek söz sahibi de merkezî siyasal iktidar oluyor. Bu iki varsayımın doğal sonuçlarından biri, sipahiyi3üretim birimlerine zaman zaman uğrayan bir posta memuru veya vergi tahsildarı” yapmasıdır. Diğeri, reayayı “güçlü merkezî siyasal iktidarın” koruyuculuğu altında “özgür köylüler” olarak nitelemesidir. Sipahiyi ‘posta memuru’ olarak göstermenin bir diğer sonucu, toplumda siyasal iktidar ile reaya arasında başka toplumsal sınıfların ve tabakaların olmadığı ve dolayısıyla toplumun içsel dinamiklerden yoksun olduğu yönündedir.

Güçlü devlet geleneği ve toplumsal sınıfların yokluğu temelindeki yaklaşım, bugün birçok teorinin temelini oluşturuyor. Liberal sol söylemin teorik yapısındaki temel varsayım, Osmanlı’nın sınıflarüstü devlet geleneği ile sivil toplumun yokluğudur. Buna göre, Türk tarihi, güçlü devlet mekanizması ile güçsüz çevre arasındaki mücadelenin tarihidir. Tarihi anlamak açısından oldukça kolay bir açıklama tarzı. Başkaya da, maalesef, aynı kolaycı yöntemi seçmiş. Oysa Osmanlı İmparatorluğu’nda tımar ve zeamet sahipleri, babadan ve atadan bu topraklara sahip kişiler vardı. Tımarlı sipahilerin yanı sıra, merkezi siyasal ‘malikâne hissesi’ denen uygulamanın olduğu bölgelerde, malikâne kısmı, bağımsız toprak beyinin üstün mülkiyet hakları ve kısmen yararlanma hakları varken, merkezî siyasal iktidar sadece 1/10 üzerinden reayadan ürün çekebiliyordu. Malikâne hissesinin yanı sıra merkezî siyasal iktidarın tam olarak hâkimiyet kurumadığı, artı-ürün üzerinden bir hak iddia edemediği tam anlamıyla özel mülkiyetin olduğu yerler de vardır. Yani artı ürünü kontrol eden merkezin dışında kesimler var.4

Uzatmayalım ve yeniden vurgulayalım: Tüm sanayi öncesi toplumlar, tarımdan elde edilen tarımsal artığın varlığına bağlı olarak, zorunlu bir sınıflar düalitesine sahiptir. Artı ürünün merkeze aktarılması sürecinde, yani tarımsal artının dolaşım sürecine girmesiyle, bu artının farklı kişilerin eline geçmesi, toplumda farklı sosyal grupların varlığına neden olur. Osmanlı toplumunun somut görünümü, reaya ile yerel toprak sahibi konumundaki erkat beyi, sipahi, vakıf yöneticisi arasındaki süregelen temel ilişki, aynı zamanda toplumdaki temel sınıfsal kompozisyondur. Diğer yandan reayanın tarımsal artısına el koyan yerel birimle, merkezî siyasal iktidar (Saray, Sultan) arasındaki ilişki, artığın bir kısmını ele geçiren diğer sosyal grupların (tefeci, tüccar, merkezî siyasal iktidarın kadroları) varlığına neden olmuştur. Bu ilişkilerin toplumsal artı üzerinde yoğunlaşması, doğal olarak toplumsal yapının dinamik bir zeminde yer almasına neden olmuştur. İçsel dinamiklerden yoksun olduğu tezi gerçekçi değildir. Osmanlı toplumunda içsel dinamiklerin yokluğu üzerine oluşturulmuş açıklama biçimleri, Osmanlı’da hiçbir zaman büyük toprak sahipliğinin olmadığını savunurlar. Yer yer İzmir, Trakya bölgesinde kurulan çiftlikleri de tamamen gelişen dünya kapitalizminin dışsal müdahalesine bağlarlar. Oysa toplumda süregelen eşitsiz ilişki, sürekli olarak zenginliğin kaynağı olan toprak üzerinde yoğunlaşmıştır. Binlerce yıl süren küçük köylülüğün değişim süreci, önce iç dinamiklerin etkisiyle, sonra ise dışsal-toplumsal etki karşısında hızlanmıştır.

BURJUVAZİ YOK MUYDU?

Buraya kadar toplumun içsel dinamiklerinden, kırsal alanın dönüşümünden bahsettik. Peki, bu dönüşüm sürecinde işçiler ve burjuvazi oluşmadı mı? Bu cephelerden bir muhalefet yükselmiyor muydu? Başkaya’ya göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan muhalefet, bir iç muhalefetti: “Bu bakımdan Padişahın da, ona muhalefet edenlerin de [Genç Osmanlılar, daha sonra İttihatçılar, vb.] yegâne kaygısı ve amacı devleti kurtarmak, yaşatmaktı. Muhalefet de bizzat kendi varlık nedeni olan devleti kurtarmaktan başka bir perspektife sahip değildi. Dolayısıyla yapılan yenilikler gerçek anlamda yeninin hizmetinde değil, eski yapıya birer yama niteliği taşıyan şeylerdi… 1876’da Mithat Paşa’nın girişimiyle ilan edilen Birinci Meşrutiyet5 olsun, 1908’deki İkinci Meşrutiyet olsun, devleti dönüştürme amacı taşıyan politik müdahaleler değildi. 1908’de Jön Türklerin [İttihatçılar] yaptığı da bir darbeydi.6 Anayasal monarşiyi dayatıp, padişahın yetkilerini sınırlasalar da, devlet anlayışı ve zihniyetinde kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Zaten 1913’ten itibaren anayasal monarşinin de içi boşalacaktı. Ondan sonrası tam bir diktatörlüktü.

Bir iç dinamik ve sınıfsal karşıtlığın varlığından yukarıda bahsetmiştik. Şimdi konuyu ayrıntılandıralım: Öncelikle sormak gerekir; Osmanlı’da sınıflar var mıydı? Sayın Başkaya da takdir eder ki, sınıflar varsa, sınıflar arası çatışma da kaçınılmazdır. 1908’e baktığımızda, dört sınıftan bahsedebiliriz. Birincisi, feodal, yarı-feodal bir yönetici sınıf… Saltanatçı, hilafetçi büyük toprak sahipleri… İkincisi köylü. Üçüncüsü burjuvazi. Banker, finans, tefeci, ticaret burjuvazisi vs… Finans kapital, uluslararası kapitalizmin, emperyalist tekellerin elinde… Osmanlı Bankası’na İngiliz ve Fransız sermayesi hâkim. Duyun-u Umumiye de onların elinde. Ama Osmanlı burjuvazisi de mevcut. Toprakların kiraya verilmesiyle oluşan Kesim Düzeni’yle birlikte Osmanlı toplumunda burjuva sınıfının etkinliği çoğalır. Bürokrasideki yozlaşma (rüşvet, yolsuzluklar), devlet olanaklarının sömürülmesini getirir. Bürokratlar, devletin olanaklarını ‘özel sektöre’ (sadece değil, ama kuşkusuz en fazla emperyalist sermayeye) aktarırlar. 1. Meşrutiyet dönemi, 1876 Anayasası’nın ilanı sonucu oluşturulan parlamentonun milletvekili Vasilaki’nin sözleri önemli bir kanıttır. Şöyle demiştir: “Madenlerimizi, ormanlarımızı, külfetsiz ve kayıtsız kolay bir yolla yerli ve ecnebi sermaye sahiplerine ihale edelim. Yerin altındaki zenginliğimiz ortaya çıksın. Biz de yabancıların zenginliğini memleketimize getirelim. Bir devletin ahalisi ne kadar zengin olursa o kadar kuvvetli ve ulu olur.” (Meclis-i Meb’usan zabıt ceridesi, 2 Haziran 1877)7

Bu konuşmadan da anlaşılmaktadır ki, 1800’lü yılların sonunda, ülkede, madenleri ve ormanları ele geçirecek yalnızca yabancı değil, yerli sermaye de bulunmaktadır. Meclisteki bu sermayedarların hepsi de, Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren burjuva sınıfının bizdeki eşitleridir.

Osmanlı’daki dördüncü sınıf olarak işçi sınıfını gösterebiliriz. Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısı ya da kapitalistleşme sürecine ilişkin tartışmaların önemli bir ayağını Osmanlı’da işçi sınıfının bulunup bulunmadığı tartışmaları oluşturur. Bir işçi sınıfının olmadığını ileri sürenlerin dayanak noktası, Osmanlı Devleti’nde kapitalizmin gelişmemesi olmuştur. Böylelikle ‘kapitalizmin olması için işçi sınıfı olmalıdır. İşçi sınıfı yoksa kapitalizm de yoktur’ sonucuna gidilmiştir. Oysa kötü yaşam koşullarına karşı mücadele eden işçiler vardır. 1908 Ağustos’undan başlayarak, Osmanlı tarihinde geniş boyutlarda ve sürelerde grevler yaşanır. Toplam 110 grev sayılmıştır. Bu koşullarda işçi yoktur denebilir mi? Kapitalist üretim ilişkileri, (hâkim olmasa da), toplumda görülmüyor denebilir mi?

Örneğin işçi yığınları maden sanayinde görülür. Zonguldak madenlerinde, işçilerin angarya olarak çalıştırılması için tüzük çıkarılmıştır. Bu tüzüğe göre, Zonguldak Köylüsü, –13 yaşından 50 yaşına kadar olanlar– bir ayda 15 gün tarlada, 15 gün de madenlerde çalışmakla zorunlu kılınmışlardır. İşçilerin tedavi merkezi yoktur. Hastalanan işçi bir ata bindirilerek köyüne gönderilir.8

İşçilerin yoğun olduğu bir diğer alan, demiryollarıdır. Anadolu’da ilk demiryolları İngiliz sermayedarları tarafından 1856’da kurulur. Bu tarihten sonra, kapitalistler, demiryolları yapımına göz dikerler.

Greve giden tramvay görevlileri, Dok işçileri, Paşabahçe cam üfleyicileri, tütün tekeli müstahdemleri… Bunların her biri işçi sınıfının varlığının bir göstergesidir.

1908 Devrimi, dünya kapitalizminin o dönemdeki bazı gelişmelerine denk geldi. Bütün dünyada demiryolları yapılıyor, limanlar kuruluyordu. Dünya pazarının gerçekten muhteşem bir gelişme gösterdiği dönemdi. Bunların Osmanlı dünyasına bir yansıması vardı. Liman ve ticaret yolları üzerindeki kentler; İzmir, Trabzon, İzmit, Selanik, Van inanılmaz bir atılım gerçekleştiriyordu. İzmir’de makine üreten fabrikalar kuruluyor, Anadolu’da manifaktürde bir sıçrama yaşanıyordu. Dökümhaneler Anadolu’daki şehirlerde oluşuyordu. Çarlık Rusyası’na ürün üretecek kadar gelişmiş imalâthaneler söz konusuydu. Ege civarında dış piyasaya çalışan büyük çiftlikler vardı. Bütün bu kapitalist sıçrama, aslında pazar ekonomisinin geliştiğinin bir göstergesiydi. Osmanlı’nın monarşik yapısına bütün bu gelişmeler dar geliyordu. Bir sıçramaya ihtiyaç vardı ve tam bu ihtiyacın bir karşılığı olarak 1908 Devrimi patlak verdi.

 

İKTİSADİ SÜREÇLE SİYASİ SÜRECİ AYRIŞTIRMA YANLIŞLIĞI

Başkaya, aynı tavrını, Cumhuriyet’in ilanında sürdürmektedir: “1923’te Cumhuriyet’in ilanı da bir darbenin sonucudur. Ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘Orijinal Bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. Cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. Aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi… Oysa, ilişkinin yönünün cumhurdan, [halktan] devlete doğru olması gerekirdi… Gerçi müthiş bir modernist, modernleşmeci söylem geçerliydi, ama söz konusu söylem tam bir retorikti ve başta yönetici bürokratik elitin adamları olmak üzere, kitleleri aldatmayı amaçlayan bir ideolojik manipülasyondu. Bırakın cumhurun iradesinin tecelli etmesini, süreci belirler duruma gelmesini, cumhur [halk] devlet tarafından bir tür rehin alınmıştı. Hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi? Anayasa’da gerçi hakimiyet bilâ kayd-ı şart milletindir yazlıydı, ama bunun hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. Dikta rejimlerinin yasallığı bir retorikten ibarettir. Zaten anayasa rafta bir metin olarak kalmıştı… Meclis de bilinen anlamda bir meclis değildi. Mustafa Kemal’in bizzat atadığı üyelerden oluşan bir meclisti… Ben buna meclis-i memuran demekte bir sakınca görmüyorum… Türkiye’de kavramın gerçek anlamında bir parlamento hiçbir zaman var olmadı…

Georg Lukács’ın9 sözünü hemen hatırlatalım; “her burjuva devrimi bir hayal kırıklığıdır”.10 Burjuva devrimlerinde zafer alanlarında özgürlük ön plana çıkar (Başkaya’nın dediği gibi, aslında bunlar retorikten ibarettir), ancak devrim tamamlandığında, bu özgürlük baskılara dönüşür. Niçin? Çünkü burjuvazi, toplumun içinde azınlıkta kalan bir sınıftır. 1908 Devrimi’nin sonunda da, Cumhuriyet’in ilanından sonra da bu azınlık, “bürokratik elit”e dönüşmüştür.

Buradaki temel soru şudur, bu “elit” ne adına hareket etmektedir? Unutmamak gerekir ki, devlet burjuva yaratmaz, olanı geliştirir. Burjuvazinin varlığından bahsettik. “Yönetici elit”, sözcüsü ve temsilcisi olduğu var olan burjuvaziyi geliştirmek için mi vardır, yoksa başka bir sınıf için mi?

Kapitalizmin düzenlenme ihtiyacı her zaman vardır. Kapitalizmin kâr güdüsünün beslediği anarşik özü, tekil ve toplu çıkarlar arasında ortaya çıkan çelişkilerde ifadesini bulur. Bu çelişkilerin kapitalist sistemin çıkarlarına göre bertaraf edilmesi gerekir. Sistemin kendini yeniden üretmesinin koşullarının sağlanmasının, önünün açık tutulmasının kritik aktörü devlettir. Söz konusu işlevin nasıl ve hangi yollarla hayata geçirileceği zaman ve mekâna bağlı bağımlı bir sorundur. Zaman ve mekâna bağlı olarak farklı kurgular oluşturulur. Burada karşımıza, karşılıklı içsel bağları olan iki kurgu çıkar: ‘Egemen ideoloji’ ve ‘resmî ideoloji’… Bu kapitalizm-devletçilik-liberalizm zincirinin anlaşılmasında hareket noktasıdır.

Her iki kurgu da sürekli değişen, hareketli bir doğaya sahiptir. Egemen ideolojî resmi ideolojiyi içerir. Egemen ideoloji, sistem olarak, kapitalizmin meşruiyetini sağlamaya dönük bir kurgudur. Bunun görevlisi devlettir. Devletin kendi meşruiyetini sağlamaya dönük kurgusu, egemen ideolojiyle zaman zaman gerilim yaşayabilir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de tek parti dönemi, iki kurgu arasında bir uyumun söz konusu olduğu bir süreçken, çok partili hayata geçişle, iki kurgu arasında gerilim de yaşanmıştır. Ancak söz konusu gerilimin sınırı, sistemin topyekûn üretiminin gereklerine bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne hüküm süren egemen ideoloji, burjuva ideolojisidir. Uygulamaya geçirilen, devletçi ya da liberal, resmî ideolojinin sınırları, bu gerçeklik içinde belirlenir. Bu gerçeklik ihmal edildiğinde, ister istemez, resmî ideoloji tartışmaları, Kemalizm ve kerameti kendinden menkul bir devlet üzerinden yapılıyor. Tartışmaların resmî ideoloji üzerinden yapılması, devletin dayandığı sınıfsal temelin göz ardı edilmesine, devlete toplumsal yapıdan bağımsız bir var oluş biçilmesine yol açmaktadır.

Devletin baskıcı yapısı, Başkaya’nın sürekli vurguladığı moderniteye aykırı mıdır? Unutmamak gerekir ki, faşizm de bir modern zaman uygulamasıdır. Mesele, baskı değil, devletin baskıyı ne adına yaptığıdır. Cumhuriyet’in baskı biçimiyle, Osmanlı’nınki aynı şeye mi hizmet etmektedir? Başkaya’ya kalırsa, evet: “Sınıfsal ilişkiler düzeyinde de hiçbir yenilik söz konusu değildi. Üretim ve mülkiyet ilişkileri olduğu gibi kaldı. Emekçi halk çoğunluğu [küçük ve yoksul köylüler ve işçiler] lehine en küçük bir değişiklik söz konusu olmadı, ama toprak ağalarının lehine düzenlemeler unutulmadı. Kır kesiminde küçük ve yoksul köylülerin akıbeti toprak ağalarına, mütegallibeye ve jandarmaya teslim edildi. Cumhuriyet rejiminin övünç kaynaklarından biri de, kadınlara seçme ve seçilme hakkının birçok Avrupa ülkesinden önce tanınmış olmasıdır. Kullanılmadıktan sonra bir hakkı şeklen tanımanın bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Dernek kurmanın, parti kurmanın, kendini ifade etmenin, muhalefetin, basın özgürlüğünün, akademik özgürlüğün, vb. mümkün olmadığı, daha da önemlisi seçimlerin olmadığı koşullarda kadınlara seçme seçilme hakkı tanınsa bunun ne önemi var? Velhasıl Cumhuriyet denilen rejimin cumhuriyetle ilgisi, görüntüden, söylemden ibaretti ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktu.

Başkaya’ya göre, Cumhuriyet, kapitalist temelde örgütlenmiş bir proje değil. Cumhuriyet Halk Fırkası bünyesinde tek parti olarak örgütlenen siyasi irade, ileriye dönük kurgulanan projenin taşıyıcısı değil. Oysa uygulamaları, söz konusu projeye meşruiyet sağlamaya, sürekliliğini garanti altına almaya dönük uygulamalar. Ve kapitalist sermaye birikiminin rasyoneli içinde anlam kazanıyor. ‘İktisat dışı zor’ olarak ifade edilen mümkün tüm mekanizmalar kullanılmıştır. Kapitalist sermaye birikiminin iradi müdahalelerle düzenlenip yönlendirildiği bu sürecin esas aktörü, devletin yaptırım gücünü elinde tutan siyasal kadrolardır.

Söz konusu kadronun verili toplumsal koşullara iradi müdahalelerle11 işleyiş mekanizmalarını oluşturduğu kapitalist kurgunun meşruiyetini sağlamak için formüle ettiği altı ok (devletçilik, laiklik, halkçılık, devrimcilik, cumhuriyetçilik, ulusçuluk), aynı zamanda iktidara meşruiyet sağlamaya dönüktür. Beş ilkeden asla taviz vermeyen (burada ilkelerin, içeriklerine ve anlamlarına uygun bir biçimde hayata geçirildikleri kastedilmiyor), tartışılmasına dahi tahammül göstermeyen, kendi bildiğini katı şekilde uygulayan siyasal iktidar, sadece bir ilkede esnek davranıyor. O da, iktisadi hayata dair olan devletçilik ilkesidir. Tabii söz konusu esneklik, döneme hâkim olan pragmatizm ile ilişkilidir. Mümkün tüm olanakların ve alternatiflerin sermaye birikimi sürecine hizmet etmesini sağlamak, kapitalizmin kendi mantığında vardır. Bu anlamda, siyasal iktidar, mevcut güç dengelerini kendi lehine çevirdiği bu süreçte, verili toplumsal yapıda ve uluslararası konjonktürde kapitalist sermaye birikiminin gereklerine cevap verecek biçimde, devletçilik olarak adlandırılan uygulamalara başlamıştır.

Yani, işler, Başkaya’nın, “Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda ve benzer imparatorluklarda köklü bir devlet/halk yabancılaşması söz konusudur. Bizde söz konusu yabancılaşma cumhuriyetin ilanından sonra da devam etti ama bir farkla: Cumhuriyet rejimi halkı ‘adam etmek’ istiyordu” dediği gibi değildir. Burada ‘adam etme’ adına yapılanlar, toplumu, öngörülen kapitalist projeye göre yeniden biçimlendirmektir. Bu, öyle “bir farkla” denilerek hafife alınabilecek bir durum değildir. Köklü bir dönüşümün göstergesidir. Üretim biçiminin, mülkiyet ilişkilerinin toptan dönüştürülmesinin çabasıdır bu… Fakat devletçiliğe yönelik eleştiriler, iktisadi süreçle siyasi sürecin ayrılığına dayalı olunca, ister istemez görülemiyor dönüşüm.12

 

KAÇARKEN ‘BATIDAN BAKIŞ’A TUTULMAK

Çok farklı disiplinler (tarih, sosyoloji, iktisat), çok farklı düşünenler (sağ-sol söylem, liberal-devletçi vb.), bütünlüklü bir çerçeve kullanmadıklarında, çok rahat ortak noktada buluşabiliyorlar. Buluşturan ‘mitos’, ‘güçlü devlet’tir… Bir taraf, güçlü devleti ve onun bürokrasisini her şeyin suçlusu ilan ederken, diğer taraf, ne kadar adalet dağıtıcı, geleneklerin koruyucusu olduğundan dem vurarak, devlete güzellemeler yapıyor. Aynı mitos, farklı çıkış noktalarından hareket eden farklı akımları, aynı noktada buluşturuyor. Başkaya da, en çok eleştirdikleri ve çatıştıklarıyla, (yanlış çerçeve kullanmasının kurbanı olarak) maalesef kesişiyor.

Bir diğer ihtimal, Başkaya’nın kendi eleştirdiği tuzağa düşmesidir. Başkaya, bu yazının eleştiri konusu yaptığı makalesine şöyle başlamıştı: “Türkiye’de geçerli rejimi anlamak isteyen, resmî tarihten, resmî ideolojiden ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan uzak durmalıdır.” Oysa, Başkaya’nın yaptığı gibi, Osmanlı’yı gelişmeye kapalı, içsel dinamiklerden yoksun ilan etmek, Osmanlı feodal sisteminin işleyişinin Batı’yla ilgisi olmadığını iddia etmek, Avrupa merkezli bakış açısının ta kendisidir. Marx da, ilk dönem çalışmalarında, Osmanlı’nın artığa el koyma biçimini ATÜT olarak adlandırılan Osmanlı Asya Tipi Üretim Tarzı olarak adlandırmış, fakat, tamamlanmasa da, bu konudaki tezlerini değiştirmiştir. Osmanlı’da artı ürüne, kuşkusuz Weber’in ‘patrimonyal despotlar’ı da el koymuyordu. Osmanlı toplumunda da, diğer sanayi öncesi toplumlarda olduğu gibi, artı ürüne, yerel birimler, yerel toprak sahipleri ya da merkezî siyasal iktidarın onayını alan sorumlu konumdaki yerel beyler vb. el koyuyordu. Yerel birimlerin artı ürüne el koyması, başta uzlaşma içinde olduğu merkezî siyasal iktidar, toplumsal ideoloji ve diğer yapıların desteklediği bir ilişkiler sistemi içinde gerçekleşmiştir. Bu bütünlük içsel ve dışsal etkenlerle bozulduğunda, başka bir sürece doğru hızla yol alınmıştır. Buradaki makas değişikliğini görememek, Batı merkezli ‘statik’ bakışla örtüşmektir. Ne diyelim; yanlış metodoloji, feci sonuç…

 

DİPNOTLAR

1 bkz: www.ozguruniversite.org

2 Örneğin İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyasal çözümü, devletin bekası için meşruti düzenin korunması etrafında şekillenmişti. Bu doğrultuda meşruti rejimi ilan eden güç olarak İttihatçılar, rejimi korumak amacıyla onunla özdeşleşmeye gayret etmişlerdi. Bu siyasal tutumun özü, “devletin bekası için meşruti yönetimi elzem, meşrutiyetin sürekliliği için İttihat ve Terakki’nin koruyucu gücünü” esas kabul etme etrafında şekillenmişti. Bu tutuma karşı muhalefet güçleri gelişti. Muhaliflerin içinde en güçlü kesim “ademi merkeziyetçi Jön Tükler” olmuştu. Osmanlı liberal hareketinin etkili ve önde gelen ismi Prens Sabahattin’di. İkinci Meşrutiyet’in ilanında inkâr edilemez rolü bulunan Prens Sabahattin ve yakın adamları, meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra harekete geçtiler. 14 Eylül 1908 tarihinde, ademi merkeziyetçi programa sahip olduğunu savunduklarını Ahrar Fırkası’nı kurdular. (Ayrıntılı bilgi için bkz: Toplumsal Tarih, Ekim 2008)

3 Sipahi: Osmanlılarda toprak sahibi bir sınıf, atlı asker.

4 Bkz: Fuat Ercan. “Kırsal Yapıda Toplumsal Değişme”

5 Birinci ve İkinci Meşrutiyet birbirinden ayrılmalıdır. 1908 Devrimi’nde Sultan’ın varlığı simgeseldir. Yetkileri elinden alınmıştır. Oysa birincisinde durum tam tersidir. Mutlakiyet kesinlikle yıkılmamıştır. 1876 Anayasası’nda Sultan’ın kutsal kişiliği korunur. Eylemlerinden ötürü kimseye karşı sorumlu değildir. Nazırları atayan da, görevden alan da kendisidir. Parlamentoyu toplantıya çağıracak olan da, feshedecek olan da kendisidir. Yalnızca yasaları ve özellikle bütçeyi milletvekilleri onaylayacaktır. Bu konuda bkz: Aykut Kansu. 1908 Devimi, İletişim Yayınları.

6 Bu konuda bkz: Arif Koşar, “1908: Devrim mi darbe mi?” Özgürlük Dünyası, Aralık 2008

7 Osmanlı İmparatorluğu tarihi, Cem Yayınevi

8 Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi”, Tarih ve Devrim Yayınevi.

9 Georg Lukács, Macar Marksist filozof ve edebiyat bilimcisi. Sınıf bilinci teorisi ile öne çıkmış bir isim.

10 Benzeri bir vurgu ve üst tabaka devriminin özellikleri ve sonuçları için bkz: Arif Koşar. “1908: Devrim mi darbe mi?” Özgürlük Dünyası, Aralık 2008.

11 Söz konusu iradi müdahalelerle, kapitalist birikimin ihtiyaçlarına uygun ulus devlet yaratılırken, İslami ve Kürt cephelerinde açılan yaralar hâlâ onarılamamıştır. Vurgulamak gerekir ki, buradaki despotizm, siyasal iktidarın kişisel tercihlerinden değildir, geçmişten kopma ve yeni sistemi inşa adına yapılmıştır.

12 Cumhuriyetin kadrolarında 1908 Devrimi’nden beri gelen kadrolar var. Güçlerini sadece bürokrasiden almamışlardır. Kapitalist sermaye birikimine uygun koşulları yerine getirirken, kendileri de sermaye biriktirerek burjuvalaşmışlardır. Devlet olanakları ile ulusal burjuva olmak, 30’lu yıllarda sermaye için tartışmalara da yol açmıştır. Kendilerini liberal olarak tanımlayan aydınların devletçiliğe yönelik eleştirilerinde öne çıkardıkları vurgu, birtakım kişilerin devlet eliyle zenginleştirilmesi ve bu ilişkinin getirdiği çürümüşlüktür. Aslında çürümüşlük olarak tarif edilen, o koşullarda geçerli olan kapitalist birikim mantığına son derece uygundur.

TRT Şeş Ekranından Egemenlerin Hesapları ve Mücadelenin Olanakları

trt şeş ekranından egemenlerin hesapları ve mücadelenin olanakları

Y. YILMAZ KARATAŞ

 

Cumhuriyet rejiminin ulus-devlet oluşturma adına Kürt halkını ve diğer etnik kimlikleri reddetmesi ve bunları asimilasyona tabi tutma politikası, bugün Kürt ulusal demokratik halk mücadelesi karşısında giderek etkisini kaybetmeye ve sorgulanmaya başlanmıştır. Kürt halk mücadelesi ve talepleri karşısında nasyonalist Baykal’ın bile “etnik kimlik şereftir” gibi laflar etmek zorunda kaldığı günümüz koşullarında, egemenler, bir yandan “Kürtlerin varlığını tanıdıkları”nı söylerken, öte yandan Kürtlerin kültür ve kimlikle ilgili taleplerini görmezden/duymazdan gelerek “Kürtlerin ne istedikleri belli değil” söyleminin arkasına saklanmışlardır. Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti, Kürt halkının dil, kültür ve siyasal özgürlükler konusunda alanlarda yüz binlerle haykırdığı ve meclis gibi platformlarda DTP tarafından dillendirilen talepleri “DTP’nin Kürtlerin temsilcisi olamayacağı”, “AKP’nin daha fazla Kürt milletvekili bulunduğu” gibi söylemlerle reddetme tutumunu takınmıştır. Öte yandan AKP’nin ‘sınır ötesi operasyon tezkeresi’ni çıkartıp uzatması, sınırın içinde ve ötesinde aralıksız sürdürülen operasyonlar, Newroz kutlamaları ve anadil ile ilgili eylemlerde halka karşı geliştirilen baskı, şiddet, gözaltı ve tutuklamalar; verilen vaatlere rağmen bölgede açlık ve yoksulluğun derinleşmesi gibi olgular, AKP’nin Kürt halkı nezdinde hızla itibar kaybetmesine yol açmıştır.

Bölge’de Kürt halkının talep ve mücadelesine karşı Kürtler içinde örgütlü en güçlü odak olarak devleti temsil eden parti konumunda bulunan AKP, yaklaşan yerel seçimlerin giderek bir ‘hesaplaşma’ süreci haline gelmesi karşısında, yitirdiği itibarını yeniden kazanma, güç ve etkisini arttırmaya yönelik manevralara girişmektedir. Hatırlanırsa, İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olduktan sonra Diyarbakır’da yerel sermaye çevreleriyle bir araya gelmesi ve ziyaretle ilgili talep ve beklentileri Başbakan Erdoğan’la paylaşması, AKP’nin Bölge’de ‘devlet partisi’ rolünün egemen güçler içinde genel kabul gördüğünü ortaya koymaktadır. Bölge’nin ekonomik yardım ve eğitime destek görüntüsü altında gerici dernek ve kuruluşlar tarafından kuşatma altına alınması ve valilikler üzerinden yoksul halk kesimlerine yardımların dağıtılması, önemli oranda devletin uyguladığı politikaların sonucu olan halkın açlık ve yoksulluğunun istismar edilmesinin, AKP’nin bölge politikasının temel dayanaklarından biri olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte sadece ekonomik alanla sınırlı manevraların AKP’nin Kürt halkı içinde güç ve itibar kazanmasına yetmeyeceği de bilinmektedir. Bu bakımdan ABD ekseninde Güney Kürtleriyle de doğrudan ilişkilerin geliştirildiği bir süreçte, Kürt ulusal hareketinin baskılanıp tasfiye edilmesi ve AKP’nin ‘Kürt sorununu çözecek bir odak’ olarak gösterilebilmesi için kimi “siyasal açılım”lar gündeme getirilmektedir. TRT Şeş, resmî adıyla TRT 6’nın 1 Ocak 2009’dan itibaren 24 saat Kürtçe yayına başlaması ve YÖK tarafından Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması çalışmalarının başlatılması, bu çerçevede değerlendirilebilecek adımlardır. Bu adımların hangi politikalara hizmet ettiği ve nasıl sonuçlar doğuracağı farklı boyutlarıyla tartışılmalıdır. Ama her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, atılan bu adımlar, egemenler tarafından yıllardır dillendirilen “Kürtlerin ne istediği belli değil” söyleminin koca bir yalandan ibaret olduğunu gözler önüne sermektedir. Mesele, Kürtlerin ne istediğinin belli olmaması/bilinmemesi değil; egemenlerin bu talepleri karşılamak üzere adımlar atıp atmayacağı noktasında odaklanmaktadır.

 

MACUN TÜPTEN ÇIKMIŞTIR

TRT Şeş’in yasal mevzuat düzenlenmeden apar topar yayına başlaması, bu “açılım”ın yerel seçimler için kullanılmak istendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bununla birlikte amaç ne olursa olsun, atılan bu adım, Kürtlerin yıllardır dillendirdikleri bir talebin; Kürtçe basın yayının üzerindeki engellerin kaldırılması ve Kürtçenin anayasal güvenceye kavuşturulması talebinin gerçekleşme olanağının yaratılması bakımından önem taşımaktadır. Evet, bir yandan devletin resmî kanalı 24 saat Kürtçe yayın yapmakta, öte yandan Kürtçe üzerindeki baskı ve engellemeler devam etmekte; Kürtçenin eğitim öğretim dili olarak kullanılması yasaklanmakta, Kürtçe, Meclis tutanaklarına “bilinmeyen bir dil” olarak geçirilmekte, X, Q, W nedeniyle afişler toplatılmakta, çocuklara bu harflerin bulunduğu isimler verilememekte ve siyasi parti yöneticileri Kürtçe propaganda nedeniyle yargılanıp ceza almaktadır. TRT 6’nın geleceği belirsiz olmakla birlikte, Kürtçe üzerindeki yasak ve engellemelerin kaldırılması yönünde geliştirilen süreç, geri döndürülemez bir süreçtir. Bugün Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması ve Türkçe dışındaki dillerde (Kürtçe) propaganda yapılması önündeki engellerin kaldırılmasının tartışılmaya başlaması, artık macunun tüpten çıktığını, ırkçı şoven çevreler bakımından Kürtlerin bu yöndeki istemlerinin önünde durma olanaklarının giderek tükendiğini göstermektedir.

Kürt halkı ve tüm emek ve demokrasi güçleri bakımından TRT Şeş üzerinden geliştirilen süreçle ilgili öncelikli olarak alınması gereken tutum, uygulamada ortaya çıkan çelişkilerin Kürtçenin anayasal güvenceye kavuşturulması yönünde çözümünü sağlamak üzere mücadele içine girmek olmalıdır. Bu temelde, başta Kürtçe eğitim önünde engel oluşturan Anayasa’nın 42. maddesi (“Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”) ve Türkçe dışındaki dilleri yasaklayan Siyasi Partiler Kanunu’nun 81. maddesi (“Türk dilinden veya kültüründen başka dil ve kültürlerin varlığı”nın reddedilmesi ve “Türkçeden başka dil kullanılması”nın engellenmesi) olmak üzere Kürtçenin anayasal güvenceye kavuşturulması önünde engel teşkil eden tüm yasa ve düzenlemelerin iptal edilmesi ısrarlı bir şekilde gündeme getirilmelidir. Dolayısıyla, bu kanalın hangi amaçlara hizmet ettiği/edeceği, elbette farklı boyutlarıyla tartışılıp değerlendirilmelidir. Ama emek ve demokrasi güçlerinin sadece bu noktaya takılması, sürecin Kürtçe üzerindeki engellerin kaldırılması ve demokratikleşme yönünde ilerletilmesi bakımından gereken müdahalelerin yapılmaması, ortaya çıkan bunca çelişkiye rağmen, egemenlerin istedikleri gibi at koşturmasına, yapılan manevralar üzerinden halkın gericiliğe yedeklenmesine hizmet edecektir.

 

TRT ŞEŞ’E ŞAŞI BAKMAK VE LİBERALLERİN AKP SEVİCİLİĞİ!

TRT 6’nın açılışında yaşanan ilginç gelişmelerden biri de, Başbakan Erdoğan’ın kanalın açılışıyla ilgili olarak “TRT 6 hayırlı olsun” anlamına gelen “TRT Şeş bi xér be” mesajı oldu. Bu gelişmeyi ilginç kılan, sadece birçok siyasetçi Kürtçe propagandadan yargılanırken Başbakanın Kürtçe mesaj vermesi değil; aynı zamanda Erdoğan’ın “bi xér be”yi telaffuz edememesi ve bu mesajı manşetlerine taşıyan burjuva basın yayın organlarının hiçbirinin bu sözcükleri doğru olarak yazamaması oldu. Burjuva basın yayın organları, Kürtçeyle bu ilk imtihanlarında, yıllardır iç içe yaşadıkları bu halkın diline ne kadar yabancı olduklarını dünya âleme göstermiş oldular. Burjuva medyanın bu utancına, aymazlık abidesi olan YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün açılması konusunda yaptığı açıklamada Kürt dilinde yazılmış binlerce eseri görmezden gelerek yaptığı “Kürtçe konuşulan bir dil gibi görünüyor, edebiyatı var mı yok mu araştırıyor bir üniversitemiz” açıklaması, aslında egemen çevrelerin Kürtçeyle ilgili atılan adımları ne kadar sindirdiklerini de gözler önüne sermektedir!

TRT 6’nın açılması, liberaller ve KDP-YNK çizgisindeki (daha doğrusu ABD’yi Kürtlerin dostu ve destekleyicisi olarak gören) kimi Kürt çevreleri tarafından, son dönemde uluslararası basın yayın kuruluşlarında “İslamcı faşist” bir parti olarak nitelendirilen AKP’nin “demokratlığı”nın yeni delili olarak gündeme getirildi/getiriliyor. Türkiye, Irak merkezî hükümeti ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında son dönemlerde ABD politikaları ekseninde geliştirilen ilişkilere bakıldığında (Cengiz Çandar, Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin TRT Şeş’in yayınını çok beğendiğini ve “Eğer TRT-Şeş’in yayını böyle olacaksa, Kurdistan TV’yi, KurdSat’ı hiç vakit uzamadan sollar geçer gider. Program kalitesi ve içeriğiyle, Irak’taki Kürtler kendi kanallarını değil, TRT Şeş’i izlemeye başlarlar” dediğini aktarıyor), söz konusu çevrelerin, AKP ile ilgili değerlendirmelerini bu eksenin içinden/çevresinden yaptığı görülmektedir. Bu çevrelerin AKP ile ilgili tutum ve değerlendirmeleri, en azından durdukları yer bakımından anlaşılırdır. Ama mesela Orhan Miroğlu, Taraf gazetesinde Kürtçe TV ile ilgili değerlendirmesinde, bu adımın atılmasında Kürtlerin yürüttüğü mücadeleye dikkat çektikten sonra, “Bütün bunlara rağmen, Baykal’ın yönettiği bir Türkiye’de bu yayın mümkün olabilir miydi diye sorarsanız, cevabım hayır olur” demekte, dolayısıyla AKP’yi olumlayan bir noktada durmaktadır. Mesele, işbirlikçi egemen çevreler ve bu çevrelerin politikalarının uygulayıcısı AKP’nin ulusal ve uluslararası alanda üstlendiği rolden bağımsız ele alındığında, elbette Baykal’a “kötü” derken –ki, her geçen gün ırkçı şoven söylemlere daha fazla sarılmaya başlayan Baykal, elbette ‘kötü’dür ve halkların barış ve kardeşlik mücadelesi bakımından baltalayıcı bir rol oynamaktadır– AKP olumlanabilir. Ama aynı AKP, yaşanan çatışmaların; sınır içinde ve ötesinde sürdürülen operasyonların siyasi sorumluluğunu da taşımaktadır. Ya da meseleye Miroğlu’nun baktığı yerden bakarsak, yıllarca “bölücübaşının asılması” üzerinden siyaset yapan ve bugün Kürtçe TV’ye karşı en sert eleştirileri yönelten faşist MHP’nin lideri Bahçeli’nin, 2000’de, DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti döneminde, idam cezasının kaldırılmasına ilişkin protokole imza atması acaba nasıl izah edilebilir?

Evet, Kürtçe TV, AKP Hükümeti eliyle gerçekleştirilmiş bir adımdır. Fakat bu adım “Kürt ulusal hareketinin argümanlarını etkisiz kılmak”, “Roj TV’nin etkisini kırmak” gibi hedefler çerçevesinde son yıllarda devletin farklı kademelerinde yer alan yöneticiler tarafından defalarca dillendirilmiş ve bu konuda aşağı yukarı ortak bir görüş oluşturulmuştur. Kürt sorununun çözümü karşısında en önemli direnç merkezlerinden biri olan Genelkurmay’ın Başkanı Başbuğ, 5 Haziran 2008’de, daha Kara Kuvvetleri Komutanı iken, Kürtçe TV ile ilgili bir soruya,Bazı yayınlar var. Ben söylemeyeyim biliyorsunuz. Onların çok büyük etkisi var. Eğer onların etkisini kırarsa elbette yararı olur” cevabını vererek, bu konuya “olumlu” yaklaştığını ortaya koymuştur. Özetle, bu gelişmeleri AKP’nin hesapları ve kendisine ulusal ve uluslararası alanda biçilen misyondan bağımsız düşünmemizi isteyen liberaller başta olmak üzere, çeşitli çevreler, bu “açılım” nedeniyle, yeniden AKP’nin ampulünü parlatmaya girişmişlerdir.

TRT ŞEŞ VE EGEMENLERİN HESAPLARI

TRT 6’nın normal yayına başlamasının üzerinden daha bir ay geçmeden, burjuva basın yayın kuruluşlarında ardı ardına çıkan “TRT Şeş’in Roj TV’yi solladığı” haberleri, bu “açılım”ın arkasında yatan amacın ne olduğu sorusunun cevabını vermektedir. Burada asıl amacın Kürt halkının bir talebinin karşılanması değil; ulusal demokratik mücadelede önemli rolü olan bir aracın etkisiz kılınmasıdır. TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, TRT 6 için Kanal millî birlik için çimento görevi görürse bundan daha büyük mutluluk olabilir mi” derken, aslında bu durumu belirtmekte, kanalın Kürtlerin devlet politikasına kazanılmasının bir aracı olarak gündeme getirildiğini söylemektedir.

Kürtçe TV’nin yayına başlama tarihinin, yerel seçimlerde AKP’nin Kürt sorununu çözmek üzere “açılım”lar yaptığını göstermek amacıyla hızlandırıldığı/öne alındığı biliniyor. Gerekli yasal düzenlemeler yapılmadan atılan bu adım (mesela yasal olarak TRT 6’nın statüsü Kürtçe kanal değil, çok dilli kanal biçiminde tarif edilmiştir), yerel seçimlerde alınacak sonuçlara bağlı olarak yeniden değerlendirilmeye açıktır. Egemenler için önemli olan, halkın talebinin ne kadar karşılanıp karşılanmadığı değil, bu aracın kendi politikalarını etkin kılmaya ne kadar hizmet edip etmediğidir. Dolayısıyla Kürtçe TV, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün açılması veya atılacak başkaca bir adım, Kürtlerin ulusal demokratik mücadelesinin etkisizleştirilmesine ve inisiyatifin egemenlerin eline geçmesine hizmet ettiği oranda işlevsel görülmekte, değilse, Özel Kürtçe kurslarının açılması yönünde yasal düzenlemelerin yapılması örneğinde olduğu gibi, halkın taleplerinin (anadilde eğitim ve öğretim talebi) içinin boşaltılması için kullanılmaktadır.

2009’a girerken ABD, Türkiye, Irak merkezî ve Kürdistan Federe Hükümeti arasında PKK’nin tasfiyesi veya silahsızlandırılıp etkisizleştirilmesi konusunda görüşme ve pazarlıkların yapıldığı basın yayın organlarına da yansımıştı. Bu planın önemli bir ayağını, egemenlerin, Kürt sorununda AKP üzerinden adımlar atarak, inisiyatifi ellerine alması ve Kürt sorununu kendi çizdikleri sınırlar içinde çözmesi oluşturuyordu. Dolayısıyla atılan bu adımlar, egemenler cephesi bakımından Kürt sorununun çözümünü sağlaması değil, bu sorunda kendi politikalarını etkin kılması yönünden anlam taşımaktadır. Bu yaklaşımın temeline inildiğinde, Kürt sorununun çözümünü, bu sorunun sonucu olan hareketin; Kürt ulusal demokratik hareketinin tasfiyesinde arayan geleneksel inkârcı yaklaşımla aynı paydada buluştuğu görülecektir. Egemenlerin tutumu, halkın talepleri üzerinden Kürt sorununun çözümünü sağlamak yerine, bu talepleri ulusal demokratik mücadeleyi etkisizleştirmek için kullanmak olarak özetlenebilir.

 

TRT ŞEŞ’İN DEMOKRASİ GÜÇLERİ VE MÜCADELESİ BAKIMINDAN ANLAMI

Kürtçe TV ile ilgili çeşitli ‘sol’ çevreler tarafından yapılan ilk değerlendirmeler, daha çok bu televizyonun “Kürt halk mücadelesine karşı kullanıldığı/kullanılacağı” söylemi üzerinden yapılmış ‘tepkisel’ değerlendirmeler oldu. Bu değerlendirmelerde genellikle doğru şeyler söylenmekle birlikte, sergilenen yaklaşımlar mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan ve egemenlerin manevralarını boşa çıkarmaktan uzaktır. Mesela Kürt ulusal demokratik hareketi tarafından TRT Şeş ile ilgili ilk açıklamalarda, bu kanal “korucu TV” olarak nitelendirilmiş ve bu televizyona çıkacak herkes “hain” ilan edilmiştir. Bu tutum, söylenenler doğru olmakla birlikte, egemenlerin, “terör örgütünün, devletin Kürtlerin taleplerini karşılamasından rahatsız olduğu” söylemini öne çıkarmalarına ve gerici propagandanın zemin bulmasına olanak sağlamıştır. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerin devrimci sınıf partisi EMEP’in ve ilk tepkilerinden sonra DTP’nin ortaya koyduğu “Bu televizyonun Kürt halk mücadelesinin bir sonucu/kazanımı olduğu” tutumu, üzerinden ilerlenilmesi gereken yaklaşımı ortaya koymaktadır. Kürtçe TV, egemenlerin ulus devlet oluşturma adına 80 küsur yıldır Kürt dili ve kültürünün inkâr edilmesi; Kürt halkı üzerindeki baskı ve asimilasyon politikasının resmî olmasa bile fiili olarak iflas noktasına geldiğinin ilanıdır. Ve bu yönüyle, Kürt halkının ve tüm demokrasi güçlerinin kazanımıdır. Öte yandan bu durum, bu kanalın, Kürt halkına karşı (ulusal demokratik mücadelenin etkisizleştirilmesi için) kullanılmak istenmesinin teşhir edilmesi ve egemenlerin manevralarının boşa çıkartılması için mücadele edilmesi gerekliliğini ortadan kaldırmamakta, aksine demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi bakımından bunu zorunlu kılmaktadır. Kısaca, devletin Kürtçe televizyon açmak zorunda kalması ile bu televizyonun gerici amaçlar için kullanılmak istenmesi arasındaki çelişkinin demokrasi güçleri tarafından doğru değerlendirilmemesi, gericiliğin amaçlarını gerçekleştirmesine hizmet edecektir.

TRT Şeş’in yayına başlamasından sonra Kürt sanatçılar tarafından yapılan “Kürtçe TV’yi samimiyet ve inandırıcılıktan uzak gördükleri” ve “bu projenin içinde olmayacakları” açıklaması da, soruna tek yönlü bakmanın zaafiyetini üzerinde taşımaktadır. Hemen hepsi devlet tarafından yasaklı bulunan bu sanatçılar, hep birlikte Kürtçe TV’de çalışmak istediklerini açıklayıp bu yönde bir başvuru yapsaydı, acaba ne olurdu? Bu tutum, devleti zora düşürerek, bu “açılım”ın sınırlarının açığa çıkartılmasına hizmet etmez miydi? Burada söylenenlerden, TRT Şeş’in “Kürtçeyi siyasetin cenderesinden kurtaracağı” değerlendirmesini yaparak, gericiliğe yamanmaya çalışan Muhsin Kızılkaya gibilerinin olumlandığı sonucu çıkarılamayacağı açıktır. Burada belirtilmek istenen, kaba protestocu yaklaşımlarla egemenlerin çok yönlü manevralarının boşa çıkartılmasının olanaklı olmadığıdır.

Sonuç olarak, demokrasi cephesinde yer alan güçler, egemenlerin Kürt sorunu ve demokratikleşme bakımından derinleşen açmaz ve çelişkilerini, bu sorunların halk güçlerinin çıkarları temelinde çözümü yönünde ilerletme yeteneğini gösterme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Bu temelde, başta Kürtçe eğitim ve siyaset yapma hakkı olmak üzere; Kürt dili ve kültürü önündeki engellerin kaldırılması yönünde anayasal düzenlemelerin yapılması, Kürtlerin bir halk olarak varlığının tanınması ve Kürt sorununun eşit haklar temelinde çözümü yönünde adım atılması gibi talepler, öncelikli olarak sahiplenip geliştirilmesi ve egemenler tarafından “açılım” yapmak adına sergilenen tutumlardaki çelişkiler üzerinden geliştirilmesi gereken talepler olarak durmaktadır. Çatı partisinin kurulması ve yerel seçimlerde ortak adaylar etrafında birleşme yönünde atılan adımlar, mücadeleyi ilerletme konusunda umutları büyüten; bu güç ve yeteneğin geliştirildiği oranda, işbirlikçi ülke egemenlerinin gerici hesaplarının boşa çıkartılması olanaklarını arttıran bir sürecin de önünü açacaktır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑