Yeni Anayasa tartışmaları sırasında gündeme sık sık gelen konulardan biri de, “kurucu meclis” meselesidir. AKP hükümetinin yeni bir anayasa ortaya çıkarma bakımından yaklaşımlarını, yöntemini ve fikirlerini tehlikeli bulan bazı muhalifler, mevcut hükümetin anayasayı değiştirme ve yeni anayasa yapma yetkisinin bulunmadığını iddia ettiler. Yeni bir anayasanın ancak, bu amaçla oluşturulacak bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanabileceğini ileri sürdüler. Bunu iddia edenler arasında, boş yere kavga çıkarmak dışında bir maksadı bulunmayan ana muhalefet lideri Deniz Baykal gibiler bulunduğu gibi, otorite sayılan hukukçular da var.
Bizim bu yazıdaki maksadımız ise, şu veya bu yolun doğruluğuna dair hukuki gerekçeler bulmak ve öne sürmek değildir. Mademki, yeni bir anayasa meydana çıkarmak üzere bir “Kurucu Meclis”in oluşturulması fikri ortaya atılmıştır; öyleyse bunun günümüzdeki örneklerine bakmak faydalı olacaktır.
Son yıllarda önemli gelişmelere sahne olan üç Latin Amerika ülkesinde kurucu meclis tartışması gündeme geldi ve kurucu meclis süreçlerinden geçildi. Bu ülkeler, on yıllardır Latin Amerika’yı yağmalayıp baskı altında tutan emperyalizme ve yerli oligarşik yönetimlere karşı, ilerici demokratik hükümetlerin işbaşına geldiği Venezüella, Bolivya ve Ekvador. Emperyalizmin çıkarlarını sınırlayan, halk yararına önlemler içeren, temel demokratik özgürlükleri asgari düzeyde garantiye alan yeni anayasalar, (ya da anayasa girişimleri) bu üç ülkede de, beklendiği üzere, gericiliğin kuvvetli bir direnişi ile karşı karşıya kaldılar.
Bolivya ve özellikle de Venezüella örnekleri, ülkemizde yakından takip ediliyor ve hemen hemen iyi biliniyor. Biz, şu anda bu süreci yaşamakta olan ve daha az bilinen Ekvador örneği üzerinde durmak istiyoruz.
Latin Amerika’nın Pasifik kıyısındaki küçük ülkesi Ekvador’da yaşananlar, birçok bakımdan olumlu bir örnek teşkil etmektedir. Zira Ekvador’da da anayasanın değiştirilmesi konusu gündeme gelmiş ve bu amaçla oluşturulan Kurucu Meclis bir süreden beri göreve başlamış bulunuyor.
Kurucu Meclis, toplam 130 temsilciden oluşuyor. Bunların 100’ü bölgelerden seçildi (Ekvador 22 bölgeden oluşuyor). Her bir bölge, nüfusuna uygun bir sayıyla temsil ediliyor. 24 temsilci, ulusal düzeyde seçildi. 6 tanesi ise, ülke dışında yaşayan Ekvadorluları temsilen seçildiler. Eylül ayı sonunda yapılan kurucu meclis seçimlerinde seçilen temsilciler, 3 Aralık’ta bir araya gelerek meclis çalışmalarını başlattılar. Yeni anayasanın hazırlanması ve devlet kurumlarının yenilenmesinden sorumlu meclis, iç tüzüğün onaylanmasının ardından 10 tane çalışma komisyonu kurdu. 13 üyeye sahip her komisyon, kalkınma, temel haklar, bölgesel yapılanma, çalışma ve üretim ile yasama modeli başlıklarında çalışma yürütecekler. Tam yetkiye sahip olan meclis, ilk oturumunda Devlet Başkanı Rafael Correa’nın görevini onayladı ve Ulusal Kongre’nin faaliyetlerini belirsiz bir süre için askıya aldı.
Kurucu Meclis çalışmalarının önümüzdeki Mayıs ayına kadar sonuçlanması bekleniyor. Ardından, ortaya çıkan metin halkoyuna sunulacak ve Ekvador, 2008 yılı sonundan önce, belki de bu ülke için yeni ufuklar açacak yepyeni bir anayasaya sahip olmuş olacak.
2006 yılı Kasım ayında yapılan seçimler sonucunda % 56,8 oy toplayarak işbaşına gelen Rafael Correa, anayasayı değiştirmek üzere bir Kurucu Meclis toplanmasını önereceğini önceden ilan etmişti.
Seçimlerde, mültimilyarder muz kralı Noboa’nın arkasında blok kuran burjuvazi ve geleneksel burjuva partileri, Kurucu Meclis fikrine karşı çıktıkları gibi, bu doğrultuda bir referandum yapılmasını da engellemeye çalıştılar. Ama başarılı olamadılar. Burjuva partilerinin bu başarısızlığını ve referandumda ortaya çıkan ezici çoğunluğu anlayabilmek için, Ekvador’un son on yılda yaşadığı çalkantılı süreci çok kısaca özetlemekte fayda var.
SON ON YILDA DÖRT HÜKÜMET DEVİREN HALK HAREKETİ
1996 yılında popülist aday Abdalah Buccaram devlet başkanı seçildi. Kısa bir süre sonra halk tarafından “deli Abdalah!” olarak adlandırılmaya başlanan bu ilginç politikacı, seçimlerden önce tüm kesimleri tatmin etmeye dönük vaatlerde bulunduğu halde, işbaşına gelir gelmez IMF programını uygulamaya başladı. Halk ve işçiler IMF programını reddettiler ve genel greve giriştiler. Hareketi orduya ezdirme girişimleri başarılı olmayınca, Abdalah Buccaram ülkeyi terk edip kaçmak zorunda kaldı.
Kısa bir geçiş döneminden sonra devlet başkanlığına seçilen Jamil Mahuad da aynı gerici politikayı devam ettirmek istedi. 2000 yılı Ocak ayında ülke ekonomisini dolara bağlama (dolarizasyon) kararı aldığında, bu, çok büyük bir halk tepkisiyle karşılandı. Ayaklanan halkın oluşturduğu “Halklar parlamentosu”, ordu alt tabakasından bir miktar subayın da desteğini alarak Mahuad yönetimini devirdi. Mahuad da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. “Halk parlamentosu” bir kaç gün boyunca “iktidar”da kaldı. Ancak hareket daha ileri gidemeyerek, burjuva parlamentarizminin sınırları içerisinde eritildi, geriletildi. İsyancı subaylar yargılandılar.
Ama yine de, bunlardan birisi olan Lucio Gutierrez, iki sene sonra yapılan seçimlerde çoğunluğu elde ederek devlet başkanı oldu. Halkın taleplerini dile getiren Gutierrez’e, işçi ve köylü örgütleri, yoksul yerli halk destek verdi. Fakat Gutierrez de çok geçmeden, kendinden öncekiler gibi, emperyalizmin diktalarını, IMF programını uygulamaya ve rüşvetçilik batağına batmaya başlayınca, halkın tepkisini çekti. Nisan 2005’te gerçekleşen halk mücadelesi ve kitle hareketleri neticesinde yönetimi terk etmek zorunda kaldı.
Alfredo Palacio öncülüğünde kurulan geçici hükümet de bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri ile Serbest Ticaret Anlaşması (TLC) imzalamaya kalkışınca, hem kendi içerisinde çatırdadı, hem de kitle hareketleriyle karşılandı. Palacio hükümetinde Ekonomi Bakanı olarak yer alan Rafael Correa görevinden istifa etti ve bir süre sonra da Devlet başkanlığına adaylığını açıkladı. Correa, Kasım 2006’da oyların % 56,8’ini alarak Devlet Başkanlığı koltuğuna oturdu.
Yani 10 yıllık bir süre içerisinde Ekvador emekçi halkı, yerli köylüler ve gençliği, tam 4 hükümet düşürdü ve emperyalizmin ekonomik, askeri diktalarını kabul etmediğini ortaya koydu. Kır ve şehrin emekçi sınıfları (işçiler, köylüler, yerli halk, memurlar, gecekondu halkı, eğitimciler, işsizler, işportacılar vb.) giriştikleri kitlesel hareketlerle, neoliberal ve emperyalizm işbirlikçisi hükümetleri devirmiş, gerici ve yozlaşmış parlamentodan umudu keserek, geleneksel oligarşik seçim partilerini elinin tersiyle itmiştir. Bu uygun koşullarda, halkın isteklerine tercüman olabildiği için seçilen Rafael Correa’nın programında ise, şunlar yer alıyordu: ABD ile “Serbest Ticaret Anlaşması”nı imzalamamak, Kolombiya sınırındaki ABD askeri üssü Manta’yı sökmek, Kurucu Meclis için referanduma gitmek, anayasayı ve “200 ailenin egemenliğine dayanan oligarşik siyasal yapıyı” değiştirmek…
R. CORREA’NIN HALKÇI DEMOKRATİK PROGRAMI
2006 yılı sonbaharında yapılan seçimlerin sonuçları, on yıllardır uygulanan işbirlikçi yıkım politikalarının sorumlularına bir yanıt ve halk yanlısı vaatlerde bulunana da umutla bağlanmayı ifade etmekteydi. Salt politik temsil bakımından değil, sınıfsal ve fiziki bakımdan da oligarşinin temsilcisi olan muz plantasyonları sahibi Alvaro Noboa’nın karşısına çıkan halkçı demokrat aday Rafael Correa, önemli miktarda oy alarak işbaşına geldi. Correa, Ocak 2007’de görevi devralır almaz hemen, bir “çağ değişimi”nden söz etmeye başladı. Devlet kurumlarının yeniden yapılandırılacağını, yeni bir anayasa oluşturmak üzere bir kurucu meclisin kurulacağını, ülkeyi kemiren yozlaşma ve rüşvete savaş açılacağını, ekonomide ulusal çıkarları öne alan bir politika uygulanacağını, ABD ile “Serbest Ticaret Anlaşması”nın imzalanmayacağını, borçların yeniden gözden geçirileceğini, petrol sözleşmelerinin inceleneceğini, sağlık, eğitim ve diğer sosyal alanlarda halk yararını gözeten bir politikanın yürürlüğe sokulacağını, “Bolivarcı” bir yaklaşımla ulusal ve bölgesel egemenliğin korunmasında titizlik gösterileceğini, ABD ile askeri üs anlaşmasının yenilenmeyeceğini ve komşu Kolombiya’ya yönelik ABD planlarının bir parçası olunmayacağını ilan etti.
Kuşkusuz Correa’nın programı, ekonominin millileştirilmesini, toprağın ve üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçirilmesini, ülkenin örgütlü işçiler ve köylüler tarafından demokratik bir tarzda idare edilmesini öngören sosyalist bir program değildir. Ama ona rağmen, halk desteğiyle ilerici reformlar gerçekleştirme programı bile, gericilik için bir tehdit olarak algılandı. Programına sadık kaldığı oranda, kapitalist patronların, büyük toprak sahiplerinin, bankerlerin ve muz plantasyonu sahiplerinin saldırı ve komplolarına maruz kalmaya başladı ve ileride de bu durumun sertleşerek süreceği kesindir.
Nitekim Anayasa’nın yenilenmesi için bir kurucu meclisin oluşturulması doğrultusunda ilk adımlar atıldığında hemen direnişle karşılaşıldı. Parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduran geleneksel düzen partileri, kurucu meclis fikrine şiddetle karşı çıktılar. Ancak, parlamento içerisindeki değişik gruplarla girişilen taktik ittifaklar, sokak hareketiyle de birleşince, Ekvador Kongresi, 13 Şubat 2007 tarihinde referandum kararı almak zorunda kaldı ve tarihini 15 Nisan olarak belirledi.
15 Nisan 2007 tarihinde yapılan referanduma katılanların % 81,7’si (5 milyon 300 bin kişi) evet, % 12,4’ü ise (824 bin kişi) hayır oyu kullandı. 22 bölgeden sadece 3’ünde “evet” oyları %80’in altında kaldı. Hâlbuki geleneksel sağ ve “sol” burjuva partilerinin hepsi de “hayır” oyu verilmesi çağrısında bulunmuşlardı.
Bu arada, R. Correa, referandum sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra yaptığı açıklamada, IMF’nin borçlarını ödeyip bu kurumla tüm ilişkileri keseceklerini söyledi ve Dünya Bankası temsilcilerini de ülkeden kovma kararı aldıklarını açıkladı. Bu kararlar, on yıllardır IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların sömürü kıskacındaki emekçi halk tarafından coşkuyla karşılandı.
Kurucu Meclis üyelerini belirleyecek seçimin kampanyası, işte bu koşullarda ve canlı bir ortamda yürütüldü. Gericiler kurucu meclis seçimlerine, yabancı sermayenin çıkarlarını koruyan, neoliberalizm uygulamalarını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayan mevcut aygıtları devam ettirmek, ülke ve halk yararına hiçbir değişikliğin yaşanmaması için katıldılar. Devrimciler de kurucu meclis için aday oldular. “Ülkenin tam bağımsızlığını garantiye alan, oligarşinin bölme çabalarına karşı üniter yapıyı savunan, stratejik doğal kaynakların devlet denetiminde çıkarılması ve işletilmesini garantiye alan, üretken ve dayanışmacı bir ekonomik kalkınma öngören, emekçilerin iş, yeterli bir gelir, sendikal ve politik örgütlenme gibi demokratik ve politik haklarını garantiye alan, yolsuzluk çarkını kıran vb.” (PCMLE ve MPD’nin seçim bildirgesinden) maddeleri içeren yeni bir anayasanın oluşturulması için kampanya yürüttüler.
Seçim, 30 Eylül 2007 tarihinde gerçekleştirildi. Başkan Rafael Correa’nın liderliğini yaptığı “Ülke İttifakı Hareketi”, toplam 130 sandalyeden 80’ini kazanarak mutlak çoğunluğu sağladı. Ve Kurucu Meclis, çalışmalarına 3 Aralık 2007 tarihinde başladı. İlk toplantı tarihinden itibaren yaklaşık 6 ile 8 ay içerisinde tartışmaların sonuçlandırılıp, metnin yazılması bekleniyor. Ondan sonra, mevcut parlamento ve kurumların kadroları değişecek, yeni seçimler düzenlenecektir. Başkan Correa’nın deyimiyle “tüm kurumlar yeniden bir meşruiyet sınavından geçecekler”.
Evet, dikkatle izlendiğinde görülecektir ki, Latin Amerika’da politik ve toplumsal güç ilişkilerinde önemli değişimler yaşanıyor ve ortaya çıkan yeni durum, ilerici devrimci politikaların hayat bulması için elverişli bir ortam yaratıyor. Birçok ülkede emperyalistler ve burjuva fraksiyonları, egemenlik planlarını zora sokacak derecede önemli darbeler aldılar. Ekvador’da da benzer gelişmeler yaşandı. Son dönemde gerçekleşen seçimler (başkanlık seçimleri, referandum, kurucu meclis seçimleri), sağcı gerici güçlerin yenilgisiyle sonuçlandı. Özellikle de, seçmenlerin ezici çoğunluğunun desteğini alan ve yenilenme, değişim isteğini dışa vuran referandum sonuçları, büyük bir anlam ifade etmekteydi. Bu süreç, sonbaharda yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde de derinleşerek devam etti. İlerici demokratik güçler ezici bir çoğunluk elde ederek, halkçı bir anayasanın hazırlanabilmesine imkân yaratmış oldular.
KURUCU MECLİS HER DERDİN DEVASI DEĞİL AMA MUTLAKA DARBE ÜRÜNÜ OLMAK ZORUNDA DA DEĞİLDİR
Tabi ki Kurucu Meclis, kendi başına ülkenin kaderini değiştirebilecek, sihirli bir değnek değildir. İşlevini doğru bir yolda yerine getirebilmesi, esas olarak kuruluş amacına, bileşimine ve emekçi kitlelerin hareketiyle ilişkisine bağlıdır, mensuplarının kimin, hangi sınıfın çıkarlarını savunduklarıyla alakalıdır. Ayrıca, sadece politik önlemler almak, iyi kanunlar çıkarmak yetmez. Kapitalizmin, oligarşinin ekonomik çıkarlarına darbe vuracak, hortumlarını kesecek adımlar da gereklidir. Kuşkusuz olabilir en ileri bir anayasa metni çıkarmak hedeflenecektir ama işçi ve emekçi kitlelerin temel sorunlarının kapitalizm sınırları içerisinde kalınarak esaslı bir tarzda çözülemeyeceği de akıldan çıkarılmamalıdır.
Yeniden Türkiye’deki anayasa ve kurucu meclis tartışmalarına dönecek olursak; bu konularda çokça şey söyleniyor ama bu söylenenler insanları doğru bilgilendirmek ve yönlendirmekten ziyade, yanıltmaya hizmet ediyor. Kurucu meclis talebi, mevcut statükonun savunucuları tarafından olmayacak bir hülya gibi yansıtılırken, hükümet ve yandaşları tarafından ise, darbe istemekle eşdeğer gösterilmeye çalışılıyor. Halkı bu konularda bilerek yanıltanlar kervanına, AKP’nin hazırladığı anayasa taslağının başyazarı Prof. Ergun Özbudun da katıldı. Özbudun, “Anayasanın hiçbir yerinde, yeni anayasaların, normal meclisler tarafından yapılamayacağını anlatan bir hüküm yok. Kurucu meclisler, savaş, ihtilal gibi gelişmelerden sonra oluşur. Zaten normal meclis devam ederken kurucu meclisin oluşturulması da mümkün değil. Bunun örneğini dünya üzerinde görmedik. Kaldı ki şu anda kurucu meclis oluşturmak, anayasaya da aykırı olur” diyor.
Özbudun doğruları söylemiyor ve amacının, (daha doğrusu kendisine bu metni yazma siparişi verenlerin amacının) yeni bir toplum sözleşmesi yapmak değil, çeşitli düzenlemelerle yetinmek olduğu anlaşılıyor. Bir kere kurucu meclis, öyle her yerde ve her gün tartışılan ve gündeme gelen bir basit mesele değildir. Bugün dünyanın zaten sadece birkaç ülkesinde tartışma gündemindedir. Ve bunlardan biri de Ekvador’dur. Gördüğümüz gibi, Ekvador’da Özbudun’un tam da “örneğini dünya üzerinde görmedik” dediği şey gerçekleşmektedir. Yani “normal meclis” devam ediyorken, kurucu meclis kurulmuş ve görevine başlamıştır. “Normal meclis”in çalışması, belirsiz bir süre için durdurulmuştur. Orada da, “normal meclise” kapaklanmış olan gericiler, bu sürece engel olmak istemişler ve koltuklarını kolayca terk etmemişlerdir. Ama on binlerce emekçi meclis kapısına dayanınca, kurucu meclis kararını almaktan başka bir seçenekleri kalmamıştır.
Zaten Türkiye’de burjuva gerici cephenin bildiğimiz denli pervasız davranabilmesinin esas nedeni, Ekvador’dakine benzer bir halk baskısını enselerinde hissetmemelerindendir. Kurucu meclis olsun ya da olmasın, ezilen emekçi kitlelerin temel hak ve özgürlüklerini garantiye alan, ülkenin bağımsızlığını savunan, eşit ve demokratik bir temelde bütünlüğünü sağlayacak bir anayasa, geniş halk kitlelerinin isteği, baskısı ve katılımı olmadan zaten imkânsızdır.
Kayıkçı dövüşüne dönüşen siyasal sürtüşmelerin, anayasa meselesini türban tartışmaları ile sınırlayan seviyesizliğin, gerici dincilere karşı çıkacağım diye işi darbe anayasası bekçiliğine kadar vardırma ahmaklığının gerisinde de esas olarak bu durum vardır. Emekçiler, kendilerinin ve ülkenin kaderi ile ilgili meselelere daha çok ilgi gösterdiklerinde, burjuva partileri üzerinde örgütlü bir basınç oluşturduklarında, bir adım daha ilerleyip kendi geleceklerine dair konularda söz söyleme ve karar alma hakkını elde ettiklerinde, anayasa metni de, halkın özlemlerine uygun bir yeni yapılanmayı içermemezlik edemez!