Devrimler ülkesi Fransa bir kez daha sarsıldı. Fransa proletaryası, bir ayı aşkın süredir sermayenin saldırı planlarına karşı grev ve eylemleriyle, sadece Fransa’nın değil, dünyanın gündeminin birinci maddesine yerleşti. Mücadeleci gelenekleri ve kazanımlarıyla Fransız işçi sınıfı içerisinde ayrı bir yere sahip olan demiryolu işçilerinin, bir ay süren grevine çeşitli iş kollarından sınıf kardeşleri ve toplumun diğer emekçi tabakaları da katılarak, emperyalist sermayenin uluslararası planda pervazsızlaşan saldırganlığına sert bir tepki gösterdiler. Hareketin açığa çıkan bazı özellikler, bunun gelip geçici bir öfke patlamasından ibaret olmadığını; kökleri derinde olan, kendi gelenekleri ve birikimleri üzerinde yükselen bir işçi kuşağının, başta Fransız kapitalistleri olmak üzere, emperyalist dünyaya, planlanmış, tarihsel bağları ve sürekliliği olan eylemler olduğunu gösterdi.
Fransa yalnız grevlerle sallanmadı, bundan bir süre önce seçim eksenli bir hareketlenme de yaşadı. Ancak bu ikisi arasındaki bağ, başka bütün zamanlardan daha bir doğrudandı. Seçimler, giderek olağanüstü boyutlar kazanan, bir işçi ve toplumsal rahatsızlık üzerinde yapılıyordu.
FO (İşçi Gücü) sendika konfederasyonun genel sekreteri Marc Blondel’ın şu sözleri bu açıdan dikkat çekicidir: “Evet, ikinci turda adaylardan birisi seçilecek, ama bu işin bir de üçüncü turu var. Yani sosyal turu, sokak turu var. Ve bu kez, eğer gerekli önlemler alınmazsa oldukça çetin geçeceğini söyleyebilirim. Benden uyarması.”
Bütün burjuva medyası Blondel’i, felaket tellallığı yapmakla suçladı. Kapitalistler ve hükümet ise Fransızların unutkan bir millet olduğu sanısına kapıldı. Üstelik sendikalar, “sarsıcı eylemler yapamayacak kadar hantal, güçsüz ve işbirlikçi huylar edinmişlerdi” Biraz ürperseler bile, burjuvalar, bu ve benzeri sözlerden bir mesaj alamamış ya da söylenenler işlerine gelmemişti? Kısaca pek umursamamış göründüler. Aradan beş ay geçmemişti ki, ‘sosyal tur’ başladı.
Burjuva sendikal akımın bir temsilcisi olmakla birlikte Blondel, aslında yerinde bir tespit yapmakta ve sermaye sınıfını biraz makul davranmaya davet etmekteydi.
Seçimlerin nasıl bir zemin üzerinde geçtiğini anlamak için, Chirac’ın, seçim konuşmalarında vurgu önceliği verdiği noktalara bakmak yeterlidir. “Sosyal uçurumlar kapatılacak!” “Ekonominin sosyal yaşam üzerindeki boğucu etkileri hızla giderilecek.” Bunlar, Blondel’i cesaretlendirmiş miydi? Bu ayrı bir sorun. Ancak, örtük olan bütün rahatsızlıkların, karşıt sınıflar arasında bir hiddetlenmeye yol açacak biçimde ortaya çıkacağı rahatça gözleniyordu.
Gelgelelim sermaye sınıfının Fransa, Avrupa ve hatta dünya çapındaki mevcut politikası ve eğilimleri herhangi bir gecikmeyi kaldırabilecek, ‘makul’ davranışları sineye çekebilecek tahammülden yoksundur. Çünkü burjuvazi uluslararası planda yeni bir yönelime girmiş bulunuyor. Kapitalist-emperyalist sistemin devreyi krizlerindeki sıklaşma, iki kriz arasındaki nispi rahatlama aralıklarının giderek kısalması, genel bunalımın sürekli bir hal aldığının açık ve örtük bütün itkileri, onu yeni bir yönelime soktu.
Sadece birkaç ülke ile sınırlı olmayan, tek bir pazar olarak birleşmiş bütün kapitalist dünyayı kapsamak üzere gündeme gelmiş olan politika, Reagan’ın ABD’de, Thatcher’in İngiltere’de gerçekleştirdiklerinden farksızdır. Üstelik ABD ve İngiltere deneylerinden ders çıkarılmış ve revizyonist Doğu Bloğu’nun çöküşü ‘dünyanın sonu’, ‘kapitalizmin ebediyeti’nin kanıtı olarak öne sürülmüş ve kabul edildiği varsayılarak işe başlanılmıştır.
Bu politikanın başlıca çerçevesi; devlete ekonomik ve sosyal yaşamdan el çektirilmesi, kamu işletmelerinin en kârlıları ve stratejik önemde olanları başta olmak üzere özelleştirilmesi, tekel tahakkümü önündeki bütün yasal ve idari engellerin ortadan kaldırılması, on binlerce işçinin sokağa atılması, sosyal sigorta, emeklilik aile ve konut yardımları vb. gibi işçi mücadelesi ile kazanılmış hakların süpürülmesi, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin parçalanarak etkisizleştirilmesi, ücretlerin dondurulması ve hatta düşürülmesi, çalışma saatlerinin mesailer vb. yollarla artırılması gibi, sermayenin azami çıkarlarını gözeten, işçi ve emekçi düşmanı bir politikadır. Öteki yanı ise, bütün bu önlemleri hayata geçirebilmek üzere siyasal gericiliğin yoğunlaştırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin budanması, ırkçı-faşist partilerin teşvik edilmesi ve palazlanmasıdır.
Bu politika emperyalist metropollerde uygulandığı gibi, oraların krizinin yükünü de taşıttırmak üzere, geri ve bağımlı ülkelerde çok daha tahrip edici boyutlarda yürütülmektedir. Fransa, emperyalist dünyanın liderliğine soyunmuş birkaç ülkeden biri olarak bütün bu gelişmelerden azade tutulamazdı doğal olarak.
Juppe hükümetinin ‘reform planı’ olarak öne sürdüğü saldırı dalgası, aslında burjuvazinin işçi haklarına son yıllardaki ilk saldırısı değildir. Süreç bu planla başlamadı. On yılı aşkın bir süre iktidarda kalan Sosyalist Parti ve 1992’den ’95’e kadar işbaşında olan Balladur hükümeti de benzer saldırılara girişmiş, önemli bir bölümünü de güçlü bir muhalefet olmaksızın yürürlüğe sokmuştu. Ama başından beri emperyalizmin yeni stratejisine uygun saldırılarına en şiddetli tepkilerin ileri kapitalist ülkeler içerisinde Fransa’da gösterildiği de bir gerçektir.
Şimdi uygulanan plana, Sosyalist Parti hükümetleri, özellikle de Michel Rocard’ın başbakan olduğu dönemde, başlama niyeti olmasına karşın, bütünlüyle başaramadılar. 1993 seçimlerinde Sosyalist Parti’yi büyük bir bozguna uğratarak işbaşına gelen Sağ koalisyon hükümeti ise, birçok “reformu” sessiz sedasız gerçekleştirirken, böylesine toplu bir saldırıya girişme cesareti bulamamıştı. 1994 yılı ilkbaharında Balladur hükümetinin, gençleri ucuz işgücü olarak değerlendirme projesine (CİP projesi) ise yüz binlerce genç haftalarca direnerek geçit vermemişler ve hükümet geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Ama aradan geçen süre boşuna akıp gitmedi. Burjuvazi, medyası, ideologları ve özellikle de dönek aydınları vasıtasıyla uzun süren bir zemin hazırlama faaliyeti yürüttü. “Ekonominin uluslararasılaştığı, rekabetin arttığı bir ortamda Fransa’nın eski kurum ve avantajlarla, devletçi sistemiyle bir yere varamayacağı ve rakipleri karşısında ezilmekten kurtulamayacağı, eğer gereklerini yerine getirmezse büyük ulus-büyük ülke konumundan bir üçüncü dünya ülkesi statüsüne doğru kayacağı” vb. yönlü propaganda ile beyinler uzun süre yıkandı. De Gaulle’cü sağcı partinin adayı ve tekellerin has adamı Chirac’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması ile birlikte, koşulların yeterince olgunlaştığına karar kılındı.
JUPPE PLANI NELERİ İÇERİYOR?
Adına ‘Juppe Planı’ denen kapsamlı saldırı dalgasının ilk işaretleri yaz aylarından itibaren verilmeye başlandı. Birinci Juppe hükümetinin ekonomi ve maliye bakanı, Alain Madelin, en yoksullara “ayrıcalıklar” diyerek saldırdığı ve arkadan gelmekte olan saldırı dalgasının hedeflerini sabırsızca açığa vurduğu için kısa sürede erken öten horoz sayıldı ve feda edildi. Ama yürürlüğe konulacak olan politikanın rengi belli olmuştu. Yeni bir dönem açılıyordu. Daha birkaç ay önce seçim meydanlarında söylenen ‘sosyal uçurumlar süratle kapatılacak’ sözünün tam tersi bir şekilde en alttakilerinin canını çıkaracak reformlar ardı ardına patlatıldı.
Juppe Planı’nın kapsamı şöyle idi:
*Kamu sektörü, işçi ve memur ücretlerinin 1996 yılında dondurulması.
*Kamu sektöründe emekli olabilmek için 37,5 yıl olan prim ödeme süresinin 40 yıla çıkarılması.
*Genel ve ortak sosyal sigorta sisteminin parçalanması. Amerikan usulü özel sandıkların oluşturulması.
*Sosyal sigorta açıklarının kapatılması için ek bir vergi konulması, mevcut bazı vergi oranlarının artırılması.
*Sağlık giderlerinde geri ödenti miktarının kısıtlanması.
*Avrupa standartlarına uyum gerekçesi ile elektrik-gaz işletmesi (EDE-GDF), posta, telekomünikasyon işletmeleri, Air-France gibi kuruluşlarda kısmi ya da tam özelleştirme, işten atma ve ‘yeniden yapılanma’ planları.
*Devlet Demir Yolları İşletmesi (SNCF)’de 30 ile 50 bin kişinin önümüzdeki 5 yıl içerisinde işten atılması. Demiryolu personelinin özel emeklilik sisteminin ortadan kaldırılması.
Verimli olmadığı gerekçesiyle 6 bin kilometrelik demiryolu hattının iptal edilmesi, buna karşın bilet ve abonman fiyatlarının artırılması.
*Üniversite ve orta dereceli okullar için ayrılan fonların kısılması, ek kredi ve öğretim üyesi kadrosu taleplerinin reddedilmesi vb. vb…
Saldırı son derece kapsamlıdır. Toplumun çeşitli kesimlerini aynı anda hedef alan, 50 yıldır dokunulamamış hakları gaspa yönelen işçi ve emekçilerin sırtlarını tek hamlede yere vurmayı hedefleyen cesaretli(!) bir plan. Hükümetin ve patronların gerekçesi oldukça açık: “İki binli yıllara girerken Fransa eski, arkaik sistemle devam edemez. Modernizasyon gerekiyor. “Fransa 1950’lerden bu yana Avrupa Birliği fikrinin esas destekleyicisi ve motoru oldu. Almanya ile birlikte Avrupa’nın belkemiğini oluşturuyoruz. Bunca adım atılmışken ve ekonomik birliğin ortak para birliğine geçişle taçlanacağı bir sırada taahhütlerimizden vazgeçemeyiz.”
Taahhüt nedir? Maastrich kriterlerine uyum. Yani iki yıl içerisinde bütçe açıklan kapatılacak, devlet borçları belirlenmiş düzeyine düşürülecektir… Şimdi, sadece Fransa’nın değil, bütün Avrupa halklarının başında sallanmakta olan Demokles’in kılıcı budur. Mevcut koşullarda ve bilinen politikanın çerçevesi dışına çıkılmadıkça bütçe açıklarını kapatmanın ve devlet borçlarını belirlenen seviyeye düşürmenin Juppe Planı’ndan başka bir yolu da gerçekten yoktur. Hesap pusulasının adresi işçi sınıfı ve emekçi katmanlardır.
Bununla birlikte, kimi ekonomistlerin çekimserce de olsa üzerinde durdukları, başka yollardan söz edebiliriz: Örneğin 1994 yılında 400 zengin ailenin, işletmelerin, banka ve finans kuruluşlarının sadece spekülasyondan elde ettikleri kâr, 1 trilyon 84 milyar frankı buluyor. Kârların kısıtlanması değil, yalnızca spekülasyondan elde edilen gelirlerin, ücretlilerin tabi tutuldukları oranda vergilendirilmesi durumunda, 300 milyarı aşkın miktar devlet kasasına girebilecektir. (INSEF -Ulusal İstatistik ve Araştırma Enstitüsü rakamlarına göre) Böylece bütçe açıklarının önemli bir kesimini oluşturan sosyal sigorta borçlan fazlasıyla kapatılmış olacaktır.
Ama böyle bir yola başvurmak elemek, Avrupa Birliği’nin üzerine oturduğu temelleri ve sermayenin bu döneme ilişkin politikalarını altüst etmekle eş anlama gelmektedir.
VE SAFLAR BELİRGİNLEŞİYOR
Bütün bu olup biten karşısında, çalışan sınıfların tepkisinin kuvvetli olacağı ilk andan belli olmasına karşın hükümet, adına hareket ettiği sermaye sınıfının, Avrupa tekellerinin ve uluslararası emperyalist sistemin desteğini de arkasına alarak geri adım atmamakta inatla direndi. Ekim ayı başından itibaren kozların nispeten açık oynandığı bu süreç içerisinde, saflar da olağan dönemlerdekine nazaran on kat daha berrak bir şekilde belirlendi. Fransız burjuvazisi ve faşist Le Pen’in milliyetçi cephesinden, en liberal merkezine kadar onu temsil eden çeşitli politik partiler, hükümet, başta Avrupa’nın patronu Alman hükümeti ve tekelleri olmak üzere Avrupa tekelleri ve gerici hükümetleri, Paris – Londra – Frankfurt – Tokyo-New York borsaları, uluslararası finans kuruluşları… Hepsi de Juppe Planı’na tam destek vererek arkasında durdular. Bütün burjuva partileri, tek bir blok halinde işçi hareketine karşı tutum almakta tereddüt etmediler. Bu, bir taraftan emekçi kitlelerin gözünde, dostu düşmandan daha kolay ayırmaya olanak tanımak gibi olumlu bir işlev görmüş olmakla birlikte, sermaye cephesinin mevzilerinin yeniden tahkim edilmesi gibi, güç ilişkilerinde önem taşıyan bir başka sonucu da beraberinde getirdi.
Seçim dönemi küskünleri de dâhil olmak üzere burjuva partiler cenahının istisnasız bütün ağır topları Juppe’ye açık çek verdiler. Irkçı-faşist Milliyetçi Cephe (FN) partisi ve onun lideri Le Pen’in tutumu da; sadece yabancı işçilere değil, bununla birlikte ağırlıklı olarak hangi milletten olursa olsun, proletaryaya düşman olduğunun altını bir kez daha çizdi.
Faşist-ırkçı partilerin, yalnızca kontrol dışı, lümpen, küçük burjuva tabakaların partisi değil, tekelci sermayenin kriz dönemlerinde ve son aşamada öne süreceği vurucu kolu olduğu bir kez daha görüldü. Le Pen, grevlerle ilgili olarak şunları söylüyor: “Grevde geçen her gün, Fransa’ya vurulmuş bir darbedir… Sendikalar sorumsuzca hareket ediyor ve belli bir kesimin ayrıcalıklarını koruma çabası içerisindeler… Grev, modası geçmiş ve yıkıma yol açan bir yöntemdir. Devleti güçsüz düşürmeyi hedefliyor… Grevler, gerekli her yola başvurularak hemen durdurulmalı ve devlet otoritesi yeniden tesis edilmelidir.” Ve şu önerileri ekliyor:
“Çalışma saatleri artırılmalı, demiryollarında bir kısım personelin 50 yaşında emekli olmasına son verilmeli, ekonominin uluslararasılaşması göz önüne alınarak ücretler düşürülmeli, çeşitli prim ve avantajlar kaldırılmalı. Yıllık izin süresi kısıtlanmalıdır.” Başka zamanlarda kapitalizme de komünizme de karşı(!) olduğunu söyleyen, sistemin bozuk yanlarını eleştiren ve sorumluluğu yabancı işçilere yükleyerek kenar mahallelerin işçi ve işsizlerinden oy toplayan faşist Le Pen, gerçekte hangi sınıfın çıkarlarının örtüsüz savunucusu olduğu yeterince açık değil mi?
Sosyalist Parti, eylemlerin başından itibaren tarihsel rolüne uygun olarak “yapıcı muhalefet” figüranlığı yaptı. Parlamento’da ezici çoğunluğun desteğini arkasına almış olan Başbakan A. Juppe tarafından muhatap bile alınmamış olmalarına rağmen, göstermelik de olsa muhalefet yaparak sokağın gücünü yedekleme girişiminde bulunma mecali bile gösteremedi. Çünkü şimdi Juppe tarafından öne sürülen reform paketinin asıl fikir babası Sosyalist Parti idi. Ve 1988 sonrası Rocard ve Beregovoy hükümetleri döneminde bazı adımlar atmışlar, ama yarım bırakmışlardı. Şimdi yalnızca, reformları gerçekleştirme ‘onurunu’ Juppe hükümetine kaptırmış olmanın burukluğu ile sadece izlenen yöntemin yanlışlığına ve aceleciliğine eleştiri yöneltmekteydiler. Sosyalist Parti’ye göre reformlar gerekli ve zorunludur, ama hepsini tek seferde yaşama geçirmeye kalkışmakla yanlış yapılmıştır. Yapılması gereken, tartışma ve ikna yöntemi ile adım adım ilerlemektir.
Öte yandan Avrupa hükümetlerinin ve tekellerinin, uluslararası finans kuruluşlarının tutumuna da değinmekte yarar var. Avrupa’nın patronu Almanlar, grev dalgasının tam ortasında Fransa ile zirve gerçekleştirdiler. Zirvede Kohl, Fransa’daki hareketlerin Avrupa Birliği sürecini tehdit eden karakterine değinerek, Chirac’a ve dolayısıyla Fransız burjuvazisine destek sözü verdi. Kaygılarını da açıkça dile getirdi. Alman Merkez Bankası ise, gelişmeleri günü gününe izleyerek krizin atlatılması için gerekli tüm çabayı sarf etti.
Amerikalı yatırımcılar daha eylemlerin başlangıcında sattıkları hisselerini, krizin tam ortasında Paris borsasının % 5 oranında gerileme kaydederek panik belirtileri gösterdiği bir ortamda, yeniden satın aldılar. Böylelikle borsaya güven aşılayarak Juppe hükümetine açık destek sundular. Fransız patron kuruluşu CNPE (Fransız Patronları Ulusal Konseyi) başından sonuna kadar açık ve kararlı bir tutum takınırken, grevlerin 20. gününde yapılan bir ankete göre patronların % 71’i Juppe hükümetine tam destek sunuyorlardı ve şu mesajı veriyorlardı: “Ne kadar sürerse sürsün geri adım atma. Hükümetin arkasında olacağız. Bu ülke sokaktan yönetilemez.” Burada, son derece doğal ve bir o kadar da çıplak bir sınıf tutumu vardır. Tepeden tırnağa kadar örgütlü bir sınıfın tutumu…
Barikatın öteki tarafı ise doğal olarak şöyle oluşuyordu: Saldırıların bizzat muhatabı durumundaki kamu ve özel sektör işçileri, emekliler, işsizler, gençler, küçük üreticiler velhasıl Fransız toplumunun tüm emekçi ve ezilen kesimleriyle onlara destek veren ilerici, namuslu aydınlar. Başta Avrupa’nın olmak üzere bütün dünyanın işçileri ve onların sendikal, siyasal örgütleri. Barikatın bu yanındaki saflaşmanın doğal ve olması gereken tarzda teşekkülüne uygun bazı belirtiler (ki bunlar, bugünkü koşullarda önemli bir gelişme olarak değerlendirilmesi gereken belirtilerdir ve daha sonra değineceğiz) bulunmasına karşın tam olarak gerçekleştiğini kim iddia edebilir?
Evet, sınıfın başarı hanesine yazılması gereken ve önümüzdeki dönemin işçi hareketlerinde örnek teşkil edecek önemli olumluluklar vardı. Ama hareket oldukça can alıcı bazı noktalarda ise önemli eksiklikler ve zaaflar taşıyordu. Hareketin, gelecekteki mücadeleler açısından da önem taşıyan önemli bazı olumluluklarını kısaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:
Birincisi; bilimsel sosyalist dünya görüşünü çürütmek üzere son otuz yıldır aralıksız ve ısrarlı bir tarzda çalışan, dönek Marksistler tarafından ileri sürülen karşı devrimci iddia, bir kez daha pratikte yalanlandı. İşçi sınıfının, kapitalizmin nimetlerinden yararlanmakla meşgul olduğu, devrimci barutunu tükettiği ve zincirlerinden başka da kaybedecek şeylerinin bulunduğu yönündeki şarlatanlık iflas duvarına bir kez daha çarptı. Kapitalizme karşı derin bir sınıf kini ile yürüyen proletarya, koşulları olgunlaştığında ve harekete geçtiğinde, kendisiyle birlikte toplumun tüm emekçi kesimlerini de sürükleyebilecek yetenekte tek devrimci sınıf olduğunu pratik eylemiyle kanıtladı. Lenin’in işçilerin, hareket çizgisini ve etki alanını anlatan şu sözleri, Avrupa’nın bu en önemli ülkesinde bir kez daha kanıtlandı. “Bütün devrimlerin, bütün ezilen sınıflar hareketinin deneyimi, bize, yalnızca proletaryanın emekçi ve sömürülen nüfustan geri ve dağınık katmanlarını bir araya getirecek ve ardından sürükleyecek durumda olduğunu gösterir.”
Abartıya ve kendinden geçmeye gerek yok. Son bir aydır Fransa’yı sarsan işçi ve emekçi hareketinin bırakalım açık ve net politik hedeflere sahip olmayı, ekonomik demokratik hakları için mücadeleyi kapitalizmin köküne kibrit suyu dökecek politik iktidar perspektifiyle birleştirmeyi; saldırıya uğramış haklarını koruma çerçevesinde bile büyük eksikliklerinin olduğu açık bir gerçektir. Ancak bu gerçek, hiçbir şekilde işçi sınıfı hareketinin diğer emekçi tabakaları etkileyen, harekete geçiren, moral aşılayan rolünün görülmesini engelleyemez. Demiryolcular greve çıktıklarında, onları PTT’ciler, elektrik-gaz işletmesi çalışanları, madenciler izledi. Birçok özel işletmenin işçileri yer yer iş durdurarak ve eylemlere güçlü bir şekilde katıldılar, sınıfın bir parçası olarak görevlerini yerine getirdiler.
İşçi sınıfının, bu sınırlı kıpırdanışı bile, kamu çalışanlarını, gençleri, küçük üreticileri ve hatta umutsuzluğa kapılarak köşesine çekilmiş bir kısım aydını yeniden harekete eklenmeye teşvik edebildi.
Hareketin tam ortasında, hükümetin işçi-öğrenci dayanışmasını boğmak maksadıyla geliştirdiği manevralar etkisiz kaldı. Üniversite taleplerinin önemli bir kısmı kabul edilmiş olmasına rağmen öğrenci hareketi, sınıfın ve diğer emekçi tabakaların taleplerine bağlanarak sürdü. Eylemler boyunca çeşitli kesimler tarafından defalarca ve birçok konuda *68 hareketleriyle paralellikler kuruldu. Birçoğu da, gerçekleri ifade etmekteydi. Eğer illa da ’68’le bir karşılaştırma yapılacaksa; işçi ve gençlik hareketi arasındaki ilişki bakımından mühim bir farklılığa dikkat çekmek gerekmektedir. ’68’de hareketin başını çeken ve hatta işçi sınıfına önderlik iddiasıyla ortaya çıkan ve hareketin ana dinamiğini oluşturanlar öğrencilerdi.
Nitekim hareketin bilinen şekliyle sona ermesinin ve sonraki döneme devrettiği olumsuzlukların temelinde, başka şeylerin yanı sıra bu gerçeklik önemli bir faktör oluşturmuştur. Şimdiki hareketin ayırt edici özelliği ise, kapitalizmin krizinin faturasını ödemekten bıkmış, çıplak toplumsal adaletsizliğe daha fazla tahammül gösterme niyetinde olmayan işçi sınıfının, aralarında öğrencilerin de bulunduğu diğer emekçi ve ezilen tabakaları yedekleyerek eyleme her bakımdan sınıf damgası vurmuş olmasıdır. Ve bu yönüyle de ’68 hareketinin oldukça ilerisinde özellikler taşımaktadır.
Değinilmesi gereken önemli bir gelişme de, sınıf hareketinin, moral bozukluğu içerisindeki ilerici aydınlar arasında kısa süre içerisinde yaratmış olduğu olumlu etkidir. Aydınlar, uzun bir aradan sonra ilk defa deklarasyonlar yayınlayarak, işçi toplantılarında hararetli konuşmalar yaparak ve hatta yürüyüşlerde bildiri dağıtımına çıkarak, maddi destek kampanyaları açtılar. Uyuşukluktan, üzerlerine çökmüş moral bozukluğundan sıyrılma eğilimleri gösterdiler. Daha iki ay önce ‘en Marksistlerin’ düzenlediği ‘Marx Kongresi’nde bile, Marksizm’i savunmaktan ziyade, burjuvazinin anti-komünist kampanyasına malzeme taşıyacak bir “sorumlu eleştirellik” tutumu içerisinde bulunan aydınlar, kısa sürede gaza gelerek ‘yeni bir proleter dalganın gelmekte olduğundan’ söz eder oldular. Bu durum, her ne kadar aydınlar hesabına talihsiz bir açmazın ve dar görüşlülüğün göstergesi olsa da, işçi sınıfı hareketinin bir kazanımı ve olumlu yönü olarak görülmelidir. Ve hareketin daha ileri bir düzeye sıçraması koşullarında olabileceklere dair ipuçları vermektedir.
İkincisi, bu hareket, sınıfın kendi saflarında, değişik katmanlar arasında ve işçi sınıfı ile toplumun diğer emekçi kesimleri arasında dayanışma duygusunu, eylem içerisinde birlikte hareketin ve omuz omuza yürümenin sıcaklığını bir kez daha açıkça yaşatmıştır. Bazı örnekler vermek gerekirse: İşçiler grev çadırlarında eş ve çocuklarının, semt sakinlerinin katıldıkları ortak eğlencelerde, uzun süreden bu yana ilk kez ortak kazanlarda yemek pişirdi ve aynı tabaktan yediler. Uzun bir greve hazır olduklarını, bir sonraki hafta sonu için yapılacak ortak eğlencelerin programını önceden belirleyerek gösterdiler. Birbirlerinin sorunlarına her zamankinden daha hassas davranarak yardımlaşma örnekleri sergilediler. Grev çadırları başka işletmelerden işçilerin, gençlerin, işsizlerin ve semt halkının ziyaret akınına uğradı. Ülke çapında yürütülen kampanyalarda önemli miktarlarda maddi destek toplandı. Elektrik-gaz işletmesi çalışanları grev boyunca birçok şehirde emekçi semtlerindeki yüz binlerce kişiye ucuz tarifeli elektrik vererek, hem sempati topladılar ve hem de özellikle emekçi semtlerini hedefleyerek, kime karşı kiminle ittifak arayışı içerisinde olduklarını gösterdiler. İşçiler bu sebeple ‘ülke ekonomisine zarar vermek’ suçlamasıyla mahkemeye verildiklerinde ise, mahkeme salonları işçilerle ve o semtlerin emekçi insanlarıyla doldu.
Benzer bir örnek, Toulouse ve Bordeaux şehirleri belediye temizlik işçilerinin grevinde yaşandı. Belediye, özel araçlar tutarak, şehrin şık semtlerini ve ticaret merkezini özel şirketlere temizlettirince, grevci işçiler ise, günlerdir sürdürdükleri grevlerinin etkisinin nispeten kırılması pahasına da olsa, belediye çöp arabalarından bir konvoy oluşturarak işçi ve emekçi semtlerinin yolunu tuttular. Hoparlörlerle yaptıkları propagandada ise, eylemlerinin sınıf karakterinin altını çizmekten kaçınmadılar. Gazeteler bu haberi ‘sınıf savaşı’ başlığıyla verdi.
Boykot ve işgalde bulunan Jussieu üniversitesi öğrencileri, Paris’te, sayıları on binleri bulan evsizlerin bir kısmını, işgal ettikleri üniversite amfisine yerleştirerek, kendi aralarında topladıkları para ile sıcak çorba servisi yaparak, dayanışma örneği sergilediler. Hükümetin ve medyanın ‘metro istasyonları grev nedeni ile kapalı olduğundan, evsizler soğuktan ölümle yüz yüze’ yollu demagojileri, böylece boşa çıkarılmış ve aynı zamanda grevdeki metro işçilerine de dolaylı destek sunulmuş oluyordu. On binlerce insanın niçin evsiz oldukları ve soğuktan ölmemek için niçin metro istasyonlarına sığınmak zorunda kaldıklarına ilişkin sorular bu pratik içinde, asıl yorumuyla buluşuyordu.
Genel eylem günlerinde düzenlenen yürüyüşlere milyonlar katıldı. Son iki ay içerisinde 10 Ekim, 24 Kasım, 28 Kasım, 5 Aralık, 7 Aralık, 12 Aralık ve 16 Aralık günlerinde tam yedi kere ve son ikisine ikişer milyon olmak üzere ülke çapında milyonlarca işçi ve emekçi katıldı. Taşınan pankartlar, atılan sloganlar giderek sadece Juppe Planı’na karşı olmaktan çıkıp, sınıfsal ve belirli ölçülerde politik içerikler kazandı. Son iki eylemin en gür atılan sloganları “Adalet yoksa barış da yok” vb. idi.
Bir başka önemli gösterge ise, toplumun ezici çoğunluğunun baştan sona kadar grevlere destek vermesi ve sempatiyle yaklaşmasıydı. Burjuvazinin bütün çabalarına ve rakamlar üzerinde oynamalarına rağmen, gerçekleştirilen kamuoyu anketlerinin hemen hepsinde, çoğunluğun grevlere sempatiyle baktığı inkâr edilemedi. Özel sektörde ve küçük işletmelerde çalışan, işten atılma korkusuyla her gün kilometrelerce yol yürüyen, otostop yapan, maddi olarak zarar gören insanlar, (özellikle de Paris ve civarında oturanlar) her seferinde eylemlerin haklı olduğunu, kendilerinin de çıkarlarını savunduğunu ve desteklediklerini belirtiyorlardı. Burjuva medyasının oyunları bu bakımdan tutmuyordu.
Fransız işçi, emekçi ve gençlerinin bu eylemleri, aynı zamanda Avrupa ve dünya çapında da etkiler yarattı. Başka ülkelerin işçileri ve emekçileri gelişmeleri yakından izledi ve çeşitli biçimlerde destek oldular. ’80’i aşkın ülkeden sendika temsilcileri, yöneticisi oldukları sendikalar ve işçiler adına destek açıklamaları yaptılar. Avrupa ülkelerinin birçoğunda çeşitli eylemler yapıldı. Kendi benzer talepleri için eylemde bulunan Belçika, İtalya, Lüksemburg, İspanya işçileri grev ve gösterilerinde Fransız işçileriyle dayanışmalarını ifade ettiler. Almanya’nın Kassel şehrinde binlerce gencin ‘Fransa, Fransa’ diye yürümeleri, IG Metal sendikası ile patronlar ve hükümet arasında imzalanması öngörülmüş işçi aleyhtarı anlaşmanın ileri bir tarihe ertelenmek zorunda kalması dikkat çekiciydi. Paris’te 16 Aralıkta düzenlenen ve 300 bin kişinin katıldığı eylemde, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Norveç ve İngiltere’den işçiler, çeşitli politik parti ve gruplar, kortejler oluşturarak yer aldılar. Dağıttıkları bildirilerde, yaptıkları konuşmalarda, Fransız işçilerinin eylemlerinde kendileri için de bir ümit ışığı gördüklerini ifade ediyorlar, yürüyüşteki Fransız işçileri ve yürüyüşü izleyen halk tarafından coşkuyla alkışlanıyorlardı.
Üçüncüsü: Bu hareket, sendikalar, işçilerin sendikalara bakışı ve reformist-uzlaşmacı önderliklerin etkinliklerinin nasıl kırılabileceğine dair derslerle de doludur.
Fransa, ileri kapitalist ülkeler içerisinde ve dünyada sendikalaşma oranının en düşük olduğu ülkelerden biri olmakla birlikte, sendikal bölünmenin ileri boyutlarda gerçekleştiği bir ülkedir. İşçilerin sadece % 10-12’si sendikalıdır ve bunlar da dört büyük ve bir dizi küçük konfederasyon arasında bölünmüşlerdir. Üstelik bölünmüşlük içerisindeki sendikal hareketin hemen tümünün yönetim kademeleri çeşitli burjuva sendikal akımlara tekabül eden uzlaşmacı-uysal sendikacıların elindedir.
Ancak keskinleşen sorunların ve eylemlerin dışına düşen sendikaların giderek güç kaybettiğinin pek çok kanıtı vardır.
Örneğin, 1986’da da bir aylık büyük grev gerçekleştiren demiryolu işçileri, o dönemde sendikayı bir tarafa atmış ve kendi aralarında ‘koordinasyon komitesi’ şeklinde örgütlenmelere giderek grevi sürdürmüşlerdi. Daha sonraki dönemde demiryolcuların bu geleneğini başka sektörlerdeki işçiler, kamu çalışanları, öğrenciler, çiftçiler vb. de devralmışlar ve birçok grev ve eylem, koordinasyon komiteleri aracılığıyla gerçekleştirilmişti.
Bu türden bir gelişmenin aleyhte etkilerini fazlasıyla yaşayan sendikalar, bu kez gafil avlanmadılar. Ve üstelik belirli radikal bir söylem tutturarak etkinliklerini artırdılar ve prestij kazanmış olarak çıktılar. Bu değişimin sırrı neydi peki? Bunun bir nedeni, sermayenin saldırılarının artık bizzat sendikaların varlıklarını ortadan kaldırmaya yönelmesi, sendikacıların ayaklarının altındaki toprağın kaymakta oluşu ve buna duyulan içgüdüsel ve profesyonel tepkidir. Ama asıl belirleyici neden, işçilerin tabandan yükselen öfkesi, sendikalarını pratik hareket içerisinde zorlamalarıdır. Üç büyük konfederasyondan vereceğimiz örnekler, bu bakımdan önemlidir.
Bir: Fransa’nın en eski ve köklü işçi konfederasyonu ve aynı zamanda da geleneksel olarak Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin etkinliği altındaki CGT (Genel İş Konfederasyonu) 45. kongresi, eylem dalgasının tam ortasına denk geliyordu. Bir yıl süren kongre hazırlıkları boyunca en önemli tartışma konularından birisi, sendikaların tüzüğünde yer alan ‘sınıf sendikası’ tanımının tüzükten çıkarılması sorunu idi. Reformist yöneticilerin savunuculuğunu yaptıkları ve sendikada neredeyse genel kabul gördüğü söylenen görüş, ‘geçmişe ait ve eskimiş formülasyonlardan, şablonlardan kurtulmak ve çağdaşlaşmak’ adına, öneriyordu. Fakat hareketin taşıdığı dinamikler, sınıf mücadelesinin o esnada bizzat sokakta yürütülüyor olması ve tabanın zorlaması dolayısıyla, öneri sahipleri, önerilerini savunacak cesareti gösteremediler. CGT, tüzüğünde ‘sınıf sendikası’ yazan ve ‘kapitalizme karşı sınıf savaşımı yürüten’ bir örgüt olarak kaldı.
İki: İkinci savaş sonrası “soğuk savaş” döneminde Amerika usulü sendikacılık akımınca 1947 yılında CGT’nin parçalanmasından doğan FO (İşçi Gücü) konfederasyonu, geleneksel olarak mensubu olduğu sendikal akımın görüşleri doğrultusunda Türk-İş’vari itfaiyecilik rolü oynayan bir sendikadır. Ama son hareketler içerisinde mücadeleci bir çizgi izlediği gibi, genel sekreteri Marc Blondel nezdinde burjuvazi ve hükümet tarafından ‘sınıf savaşçısı, hırçın sendikacılık’ yapmakla suçlandı. Elbette Blondel’in, FO’nun ve mensubu oldukları burjuva sendikal akımın niteliği değişmedi. Ama tabandan yükselen öfke dalgası sendika yönetiminin manevra alanını alabildiğine emekten yana çevirdi.
Üç: Sosyalist Parti çizgisinde ‘çağdaş sendikacılık’ akımının temsilcisi CFDT (Fransa Demokratik İşçi Konfederasyonu)’da yaşananlar ise, tabandaki mücadele isteğini daha açık bir tarzda yansıttığı gibi, ona karşı durmaya çalışan bürokratların ne durumlara düşebileceğinin göstergesi oldu. Juppe Planı’ndan yana tutum takınarak grevlere son verilmesi çağrısı yapan CDFT genel sekreteri Nicole No-tat, katılmaya cesaret edebildiği bir yürüyüşte, kendi sendikasından işçiler tarafından linç edilmekten güç bela kurtulabildi. Sonraki günlerde her gün ve giderek de saldırganlaşarak, radyo ve televizyondan greve son verilmesi çağrısı yaptı. Başta CDFT demiryolu federasyonu olmak üzere, konfederasyona bağlı birçok sendika ve işçiler bu çağrılara kulak asmadıkları gibi, yürüyüşlerde “Juppe-Notat planına hayır!” pankartlarıyla yürüdüler. Şimdi, CFDT’nin birçok kolu, olağanüstü kongre için çağrı yapmış bulunuyor ve Notat’nın sendikanın başından defedileceğine kesin gözüyle bakılıyor. Çünkü işçiler, “sendikadan çekil, kendine hükümette yer bul!” diye slogan atıyorlar.
Görülen odur ki; dipten gelen dalga kuvvetlendikçe işçi sınıfı örgütlerinin başına, düşman sınıfların ajanlarının oturması gibi bir gariplik ve hile de giderek ortadan kalkabilecektir.
Dördüncüsü: Bu eylem dalgasının önemli bir başka yönü ise, sermayenin saldırı planlarının sadece mücadele ile geriletebileceğinin, burjuvalara anladıkları dilden cevap vermek gerektiğinin bir kez daha işçinin gözünde anlaşılmış olmasıdır. Başlangıçta işçilerle alay edercesine sendikaları ve sokak hareketini muhatap bile almaya yanaşmayan başbakan A.Juppe ve bakanları, kısa süre içerisinde sendikaların kapısını aşındırmaya, diyalog yanlısı pozlarına bürünmeye başladılar. Sonuçta, hükümet ‘reform’ planın birçok maddesini geri çekmek zorunda kaldı. Demiryolu işletmesi ile ilgili plandan ise bütünüyle vazgeçildi. Bütün bunların toplamı, ‘Juppe Planı’ denen şeyi, kevgire çevirdi.
Bu önemli bir kazanımdır. Ama hareket, Juppe Planı’nı bütünüyle geri aldıracak, onunla sınırlı kalmayıp son on beş yılın kayıplarını telafi edecek ve belki de onun ötesine geçebilecek kapasiteyi gösteremedi. Çünkü böylesi bir kapasiteyi gösterebilmesinin önünde engel teşkil eden önemli zaaflar taşımaktaydı.
Bunlar kısaca şöyledir:
Bir: Sendikalar önemli ölçüde güç ve ondan da önemlisi, güven kaybettikleri bir dönemden geçip geldiler. Tabanın hâlâ sendika yönetimlerine güveni yoktur. Sendikaların başına çöreklenmiş uzlaşmacı bürokratlar, tabanın zorlamasıyla her ne kadar mücadeleci görünmek zorunda kaldılarsa da, doğalarına uygun olarak, her fırsatta hareketi yatıştırma ve hükümetle uzlaştırma girişimlerinden vazgeçmediler. Eylemin daha ileri boyutlara varması önündeki önemli engellerden birisi de bu idi.
İki: Sendikalar tarafından başından itibaren salt “Juppe Planının geri çekilmesi ve diyalog masasına oturtulması”nın önkoşul olarak öne sürülmesi, hareketin kapsamını daraltan, burjuvazinin minderinde güreşi baştan kabullenen bir anlayıştı. Ekonomik mücadelenin dar sınırları çerçevesinden bakılsa bile, salt Juppe Planı’nın geri çekilmesi talebi ile yetinmek demek, en iyi durumda, üç-beş ay önceki koşullara razı olmak demektir. Hâlbuki beş ay önce de ücret artışı, işten atmaların ve özelleştirmelerin durdurulması, çalışma saatlerinin düşürülmesi vb. talepler doğrultusunda bir mücadele vardı. Öyleyse, böylesine kitlesel bir hareketin kapsamına, yakın dönemin işçi mücadelesinin bütün ekonomik talepleri alınmalı ve hem kitle tabanı ve hem de hedefleri bakımından genişletilmeliydi.
Üç: Belirli bir aşamadan sonra hareketin kendini tekrar edip tıkanmaması ve hükümetin geriletilebilmesi için, bütün sektörleri kapsayan, ülke çapında ve süresiz genel greve sıçratılması zorunlu idi. Her birine ikişer milyon kişinin katıldığı 12 ve 16 Aralık eylemlerinde işçiler ‘genel grev’ sloganları haykırmış olmalarına rağmen, sendika yöneticileri böyle çağrıyı yapabilecek istek ve cesaretten yoksundu. Aksine, kontrolü kaçırabilecekleri yönünde sinyaller çoğaldıkça, hükümetle ne pahasına olursa olsun uzlaşma arayışlarını yoğunlaştırdılar. Gerici, Hıristiyan İşçiler Kon-federasyonu’nun bir ‘sosyal zirve’ önerisine ise, oradan, sokağın baskısı olmadıkça hiçbir şey çıkmayacağını bile bile balıklamasına daldılar.
Dört: Bütün bu ve burada bahsedilmeyen diğer zaaflara kaynaklık eden en önemli eksiklik ise, hareketin birleştirici, yönetici bir merkezden, politik önderlikten yoksunluğudur. Partisi önderliğinde kapitalist-emperyalist sistemin temellerine yönelmemiş proletarya, en iyi ihtimalle ekonomik kazanımlarının çerçevesini genişletebilir ya da var olanları koruyabilir. Hâlbuki ona, daha fazlasını gerçekleştirme, planlarıyla birlikte Juppe’si, Chirac’ı, Jospin’i ve Le pen’inin tarihin çöp sepetine atıldığı, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırıldığı bir başka toplumsal sistemi kurmak gibi bir tarihsel görevin yüklendiği açıktır.
Fransız proletaryası ve emekçileri haftalarca süren grev ve direnişleri ile ders alınması ve ders çıkarılması gereken bir örnek sundular. Bütün zayıflıklarına rağmen, tarihinde var olan ve uzun süredir üzeri küllenmiş değerlerini de nispeten yeniden canlandıran, olumlu tecrübeler biriktiren bu hareket, henüz bitmiş değildir. Önümüzdeki dönemin daha güçlü mücadelelere sahne olacağı kesindir. Çünkü burjuvazi, planlarının bir kısmını geri çekti ama başka yöntemlerle yeniden gündeme getireceği bilinmeyen bir şey değil. Üstelik yara almış bir hayvan saldırganlığı ile hareket edeceğini söylemek abartı olmayacaktır. Öte yandan, bu hareketten moral ve güç toplamış, sınıf kini bilenmiş olarak çıkan işçi sınıfının, sınıfın eyleminden kuvvet alarak hareketlenen diğer emekçi kesimlerin, burjuvazinin saldırıları karşısında sessizce boyun eğmeyecekleri de gözle görülür bir açıklık kazanmıştır.
Aralık 1995-Şubat 1996