Fransız proletaryası ve burjuvazinin anladığı dilden yanıt

Devrimler ülkesi Fransa bir kez daha sarsıldı. Fransa proletaryası, bir ayı aşkın süredir sermayenin saldırı planlarına karşı grev ve eylemleriyle, sadece Fransa’nın değil, dünyanın gündeminin birinci maddesine yerleşti. Mücadeleci gelenekleri ve kazanımlarıyla Fransız işçi sınıfı içerisinde ayrı bir yere sahip olan demiryolu işçilerinin, bir ay süren grevine çeşitli iş kollarından sınıf kardeşleri ve toplumun diğer emekçi tabakaları da katılarak, emperyalist sermayenin uluslararası planda pervazsızlaşan saldırganlığına sert bir tepki gösterdiler. Hareketin açığa çıkan bazı özellikler, bunun gelip geçici bir öfke patlamasından ibaret olmadığını; kökleri derinde olan, kendi gelenekleri ve birikimleri üzerinde yükselen bir işçi kuşağının, başta Fransız kapitalistleri olmak üzere, emperyalist dünyaya, planlanmış, tarihsel bağları ve sürekliliği olan eylemler olduğunu gösterdi.

Fransa yalnız grevlerle sallanmadı, bundan bir süre önce seçim eksenli bir hareketlenme de yaşadı. Ancak bu ikisi arasındaki bağ, başka bütün zamanlardan daha bir doğrudandı. Seçimler, giderek olağanüstü boyutlar kazanan, bir işçi ve toplumsal rahatsızlık üzerinde yapılıyordu.

FO (İşçi Gücü) sendika konfederasyonun genel sekreteri Marc Blondel’ın şu sözleri bu açıdan dikkat çekicidir: “Evet, ikinci turda adaylardan birisi seçilecek, ama bu işin bir de üçüncü turu var. Yani sosyal turu, sokak turu var. Ve bu kez, eğer gerekli önlemler alınmazsa oldukça çetin geçeceğini söyleyebilirim. Benden uyarması.”

Bütün burjuva medyası Blondel’i, felaket tellallığı yapmakla suçladı. Kapitalistler ve hükümet ise Fransızların unutkan bir millet olduğu sanısına kapıldı. Üstelik sendikalar, “sarsıcı eylemler yapamayacak kadar hantal, güçsüz ve işbirlikçi huylar edinmişlerdi” Biraz ürperseler bile, burjuvalar, bu ve benzeri sözlerden bir mesaj alamamış ya da söylenenler işlerine gelmemişti? Kısaca pek umursamamış göründüler. Aradan beş ay geçmemişti ki, ‘sosyal tur’ başladı.

Burjuva sendikal akımın bir temsilcisi olmakla birlikte Blondel, aslında yerinde bir tespit yapmakta ve sermaye sınıfını biraz makul davranmaya davet etmekteydi.

Seçimlerin nasıl bir zemin üzerinde geçtiğini anlamak için, Chirac’ın, seçim konuşmalarında vurgu önceliği verdiği noktalara bakmak yeterlidir. “Sosyal uçurumlar kapatılacak!” “Ekonominin sosyal yaşam üzerindeki boğucu etkileri hızla giderilecek.” Bunlar, Blondel’i cesaretlendirmiş miydi? Bu ayrı bir sorun. Ancak, örtük olan bütün rahatsızlıkların, karşıt sınıflar arasında bir hiddetlenmeye yol açacak biçimde ortaya çıkacağı rahatça gözleniyordu.

Gelgelelim sermaye sınıfının Fransa, Avrupa ve hatta dünya çapındaki mevcut politikası ve eğilimleri herhangi bir gecikmeyi kaldırabilecek, ‘makul’ davranışları sineye çekebilecek tahammülden yoksundur. Çünkü burjuvazi uluslararası planda yeni bir yönelime girmiş bulunuyor. Kapitalist-emperyalist sistemin devreyi krizlerindeki sıklaşma, iki kriz arasındaki nispi rahatlama aralıklarının giderek kısalması, genel bunalımın sürekli bir hal aldığının açık ve örtük bütün itkileri, onu yeni bir yönelime soktu.

Sadece birkaç ülke ile sınırlı olmayan, tek bir pazar olarak birleşmiş bütün kapitalist dünyayı kapsamak üzere gündeme gelmiş olan politika, Reagan’ın ABD’de, Thatcher’in İngiltere’de gerçekleştirdiklerinden farksızdır. Üstelik ABD ve İngiltere deneylerinden ders çıkarılmış ve revizyonist Doğu Bloğu’nun çöküşü ‘dünyanın sonu’, ‘kapitalizmin ebediyeti’nin kanıtı olarak öne sürülmüş ve kabul edildiği varsayılarak işe başlanılmıştır.

Bu politikanın başlıca çerçevesi; devlete ekonomik ve sosyal yaşamdan el çektirilmesi, kamu işletmelerinin en kârlıları ve stratejik önemde olanları başta olmak üzere özelleştirilmesi, tekel tahakkümü önündeki bütün yasal ve idari engellerin ortadan kaldırılması, on binlerce işçinin sokağa atılması, sosyal sigorta, emeklilik aile ve konut yardımları vb. gibi işçi mücadelesi ile kazanılmış hakların süpürülmesi, sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin parçalanarak etkisizleştirilmesi, ücretlerin dondurulması ve hatta düşürülmesi, çalışma saatlerinin mesailer vb. yollarla artırılması gibi, sermayenin azami çıkarlarını gözeten, işçi ve emekçi düşmanı bir politikadır. Öteki yanı ise, bütün bu önlemleri hayata geçirebilmek üzere siyasal gericiliğin yoğunlaştırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin budanması, ırkçı-faşist partilerin teşvik edilmesi ve palazlanmasıdır.

Bu politika emperyalist metropollerde uygulandığı gibi, oraların krizinin yükünü de taşıttırmak üzere, geri ve bağımlı ülkelerde çok daha tahrip edici boyutlarda yürütülmektedir. Fransa, emperyalist dünyanın liderliğine soyunmuş birkaç ülkeden biri olarak bütün bu gelişmelerden azade tutulamazdı doğal olarak.

Juppe hükümetinin ‘reform planı’ olarak öne sürdüğü saldırı dalgası, aslında burjuvazinin işçi haklarına son yıllardaki ilk saldırısı değildir. Süreç bu planla başlamadı. On yılı aşkın bir süre iktidarda kalan Sosyalist Parti ve 1992’den ’95’e kadar işbaşında olan Balladur hükümeti de benzer saldırılara girişmiş, önemli bir bölümünü de güçlü bir muhalefet olmaksızın yürürlüğe sokmuştu. Ama başından beri emperyalizmin yeni stratejisine uygun saldırılarına en şiddetli tepkilerin ileri kapitalist ülkeler içerisinde Fransa’da gösterildiği de bir gerçektir.

Şimdi uygulanan plana, Sosyalist Parti hükümetleri, özellikle de Michel Rocard’ın başbakan olduğu dönemde, başlama niyeti olmasına karşın, bütünlüyle başaramadılar. 1993 seçimlerinde Sosyalist Parti’yi büyük bir bozguna uğratarak işbaşına gelen Sağ koalisyon hükümeti ise, birçok “reformu” sessiz sedasız gerçekleştirirken, böylesine toplu bir saldırıya girişme cesareti bulamamıştı. 1994 yılı ilkbaharında Balladur hükümetinin, gençleri ucuz işgücü olarak değerlendirme projesine (CİP projesi) ise yüz binlerce genç haftalarca direnerek geçit vermemişler ve hükümet geri adım atmak zorunda kalmıştı.

Ama aradan geçen süre boşuna akıp gitmedi. Burjuvazi, medyası, ideologları ve özellikle de dönek aydınları vasıtasıyla uzun süren bir zemin hazırlama faaliyeti yürüttü. “Ekonominin uluslararasılaştığı, rekabetin arttığı bir ortamda Fransa’nın eski kurum ve avantajlarla, devletçi sistemiyle bir yere varamayacağı ve rakipleri karşısında ezilmekten kurtulamayacağı, eğer gereklerini yerine getirmezse büyük ulus-büyük ülke konumundan bir üçüncü dünya ülkesi statüsüne doğru kayacağı” vb. yönlü propaganda ile beyinler uzun süre yıkandı. De Gaulle’cü sağcı partinin adayı ve tekellerin has adamı Chirac’ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması ile birlikte, koşulların yeterince olgunlaştığına karar kılındı.

 

JUPPE PLANI NELERİ İÇERİYOR?

Adına ‘Juppe Planı’ denen kapsamlı saldırı dalgasının ilk işaretleri yaz aylarından itibaren verilmeye başlandı. Birinci Juppe hükümetinin ekonomi ve maliye bakanı, Alain Madelin, en yoksullara “ayrıcalıklar” diyerek saldırdığı ve arkadan gelmekte olan saldırı dalgasının hedeflerini sabırsızca açığa vurduğu için kısa sürede erken öten horoz sayıldı ve feda edildi. Ama yürürlüğe konulacak olan politikanın rengi belli olmuştu. Yeni bir dönem açılıyordu. Daha birkaç ay önce seçim meydanlarında söylenen ‘sosyal uçurumlar süratle kapatılacak’ sözünün tam tersi bir şekilde en alttakilerinin canını çıkaracak reformlar ardı ardına patlatıldı.

Juppe Planı’nın kapsamı şöyle idi:

*Kamu sektörü, işçi ve memur ücretlerinin 1996 yılında dondurulması.

*Kamu sektöründe emekli olabilmek için 37,5 yıl olan prim ödeme süresinin 40 yıla çıkarılması.

*Genel ve ortak sosyal sigorta sisteminin parçalanması. Amerikan usulü özel sandıkların oluşturulması.

*Sosyal sigorta açıklarının kapatılması için ek bir vergi konulması, mevcut bazı vergi oranlarının artırılması.

*Sağlık giderlerinde geri ödenti miktarının kısıtlanması.

*Avrupa standartlarına uyum gerekçesi ile elektrik-gaz işletmesi (EDE-GDF), posta, telekomünikasyon işletmeleri, Air-France gibi kuruluşlarda kısmi ya da tam özelleştirme, işten atma ve ‘yeniden yapılanma’ planları.

*Devlet Demir Yolları İşletmesi (SNCF)’de 30 ile 50 bin kişinin önümüzdeki 5 yıl içerisinde işten atılması. Demiryolu personelinin özel emeklilik sisteminin ortadan kaldırılması.

Verimli olmadığı gerekçesiyle 6 bin kilometrelik demiryolu hattının iptal edilmesi, buna karşın bilet ve abonman fiyatlarının artırılması.

*Üniversite ve orta dereceli okullar için ayrılan fonların kısılması, ek kredi ve öğretim üyesi kadrosu taleplerinin reddedilmesi vb. vb…

Saldırı son derece kapsamlıdır. Toplumun çeşitli kesimlerini aynı anda hedef alan, 50 yıldır dokunulamamış hakları gaspa yönelen işçi ve emekçilerin sırtlarını tek hamlede yere vurmayı hedefleyen cesaretli(!) bir plan. Hükümetin ve patronların gerekçesi oldukça açık: “İki binli yıllara girerken Fransa eski, arkaik sistemle devam edemez. Modernizasyon gerekiyor. “Fransa 1950’lerden bu yana Avrupa Birliği fikrinin esas destekleyicisi ve motoru oldu. Almanya ile birlikte Avrupa’nın belkemiğini oluşturuyoruz. Bunca adım atılmışken ve ekonomik birliğin ortak para birliğine geçişle taçlanacağı bir sırada taahhütlerimizden vazgeçemeyiz.”

Taahhüt nedir? Maastrich kriterlerine uyum. Yani iki yıl içerisinde bütçe açıklan kapatılacak, devlet borçları belirlenmiş düzeyine düşürülecektir… Şimdi, sadece Fransa’nın değil, bütün Avrupa halklarının başında sallanmakta olan Demokles’in kılıcı budur. Mevcut koşullarda ve bilinen politikanın çerçevesi dışına çıkılmadıkça bütçe açıklarını kapatmanın ve devlet borçlarını belirlenen seviyeye düşürmenin Juppe Planı’ndan başka bir yolu da gerçekten yoktur. Hesap pusulasının adresi işçi sınıfı ve emekçi katmanlardır.

Bununla birlikte, kimi ekonomistlerin çekimserce de olsa üzerinde durdukları, başka yollardan söz edebiliriz: Örneğin 1994 yılında 400 zengin ailenin, işletmelerin, banka ve finans kuruluşlarının sadece spekülasyondan elde ettikleri kâr, 1 trilyon 84 milyar frankı buluyor. Kârların kısıtlanması değil, yalnızca spekülasyondan elde edilen gelirlerin, ücretlilerin tabi tutuldukları oranda vergilendirilmesi durumunda, 300 milyarı aşkın miktar devlet kasasına girebilecektir. (INSEF -Ulusal İstatistik ve Araştırma Enstitüsü rakamlarına göre)  Böylece  bütçe  açıklarının önemli bir kesimini oluşturan sosyal sigorta borçlan fazlasıyla kapatılmış olacaktır.

Ama böyle bir yola başvurmak elemek, Avrupa Birliği’nin üzerine oturduğu temelleri ve sermayenin bu döneme ilişkin politikalarını altüst etmekle eş anlama gelmektedir.

 

VE SAFLAR BELİRGİNLEŞİYOR

Bütün bu olup biten karşısında, çalışan sınıfların tepkisinin kuvvetli olacağı ilk andan belli olmasına karşın hükümet, adına hareket ettiği sermaye sınıfının, Avrupa tekellerinin ve uluslararası emperyalist sistemin desteğini de arkasına alarak geri adım atmamakta inatla direndi. Ekim ayı başından itibaren kozların nispeten açık oynandığı bu süreç içerisinde, saflar da olağan dönemlerdekine nazaran on kat daha berrak bir şekilde belirlendi. Fransız burjuvazisi ve faşist Le Pen’in milliyetçi cephesinden, en liberal merkezine kadar onu temsil eden çeşitli politik partiler, hükümet, başta Avrupa’nın patronu Alman hükümeti ve tekelleri olmak üzere Avrupa tekelleri ve gerici hükümetleri, Paris – Londra – Frankfurt – Tokyo-New York borsaları, uluslararası finans kuruluşları… Hepsi de Juppe Planı’na tam destek vererek arkasında durdular. Bütün burjuva partileri, tek bir blok halinde işçi hareketine karşı tutum almakta tereddüt etmediler. Bu, bir taraftan emekçi kitlelerin gözünde, dostu düşmandan daha kolay ayırmaya olanak tanımak gibi olumlu bir işlev görmüş olmakla birlikte, sermaye cephesinin mevzilerinin yeniden tahkim edilmesi gibi, güç ilişkilerinde önem taşıyan bir başka sonucu da beraberinde getirdi.

Seçim dönemi küskünleri de dâhil olmak üzere burjuva partiler cenahının istisnasız bütün ağır topları Juppe’ye açık çek verdiler. Irkçı-faşist Milliyetçi Cephe (FN) partisi ve onun lideri Le Pen’in tutumu da; sadece yabancı işçilere değil, bununla birlikte ağırlıklı olarak hangi milletten olursa olsun, proletaryaya düşman olduğunun altını bir kez daha çizdi.

Faşist-ırkçı partilerin, yalnızca kontrol dışı, lümpen, küçük burjuva tabakaların partisi değil, tekelci sermayenin kriz dönemlerinde ve son aşamada öne süreceği vurucu kolu olduğu bir kez daha görüldü. Le Pen, grevlerle ilgili olarak şunları söylüyor: “Grevde geçen her gün, Fransa’ya vurulmuş bir darbedir… Sendikalar sorumsuzca hareket ediyor ve belli bir kesimin ayrıcalıklarını koruma çabası içerisindeler… Grev, modası geçmiş ve yıkıma yol açan bir yöntemdir. Devleti güçsüz düşürmeyi hedefliyor… Grevler, gerekli her yola başvurularak hemen durdurulmalı ve devlet otoritesi yeniden tesis edilmelidir.” Ve şu önerileri ekliyor:

“Çalışma saatleri artırılmalı, demiryollarında bir kısım personelin 50 yaşında emekli olmasına son verilmeli, ekonominin uluslararasılaşması göz önüne alınarak ücretler düşürülmeli, çeşitli prim ve avantajlar kaldırılmalı. Yıllık izin süresi kısıtlanmalıdır.” Başka zamanlarda kapitalizme de komünizme de karşı(!) olduğunu söyleyen, sistemin bozuk yanlarını eleştiren ve sorumluluğu yabancı işçilere yükleyerek kenar mahallelerin işçi ve işsizlerinden oy toplayan faşist Le Pen, gerçekte hangi sınıfın çıkarlarının örtüsüz savunucusu olduğu yeterince açık değil mi?

Sosyalist Parti, eylemlerin başından itibaren tarihsel rolüne uygun olarak “yapıcı muhalefet” figüranlığı yaptı. Parlamento’da ezici çoğunluğun desteğini arkasına almış olan Başbakan A. Juppe tarafından muhatap bile alınmamış olmalarına rağmen, göstermelik de olsa muhalefet yaparak sokağın gücünü yedekleme girişiminde bulunma mecali bile gösteremedi. Çünkü şimdi Juppe tarafından öne sürülen reform paketinin asıl fikir babası Sosyalist Parti idi. Ve 1988 sonrası Rocard ve Beregovoy hükümetleri döneminde bazı adımlar atmışlar, ama yarım bırakmışlardı. Şimdi yalnızca, reformları gerçekleştirme ‘onurunu’ Juppe hükümetine kaptırmış olmanın burukluğu ile sadece izlenen yöntemin yanlışlığına ve aceleciliğine eleştiri yöneltmekteydiler. Sosyalist Parti’ye göre reformlar gerekli ve zorunludur, ama hepsini tek seferde yaşama geçirmeye kalkışmakla yanlış yapılmıştır. Yapılması gereken, tartışma ve ikna yöntemi ile adım adım ilerlemektir.

Öte yandan Avrupa hükümetlerinin ve tekellerinin, uluslararası finans kuruluşlarının tutumuna da değinmekte yarar var. Avrupa’nın patronu Almanlar, grev dalgasının tam ortasında Fransa ile zirve gerçekleştirdiler. Zirvede Kohl, Fransa’daki hareketlerin Avrupa Birliği sürecini tehdit eden karakterine değinerek, Chirac’a ve dolayısıyla Fransız burjuvazisine destek sözü verdi. Kaygılarını da açıkça dile getirdi. Alman Merkez Bankası ise, gelişmeleri günü gününe izleyerek krizin atlatılması için gerekli tüm çabayı sarf etti.

Amerikalı yatırımcılar daha eylemlerin başlangıcında sattıkları hisselerini, krizin tam ortasında Paris borsasının % 5 oranında gerileme kaydederek panik belirtileri gösterdiği bir ortamda, yeniden satın aldılar. Böylelikle borsaya güven aşılayarak Juppe hükümetine açık destek sundular. Fransız patron kuruluşu CNPE (Fransız Patronları Ulusal Konseyi) başından sonuna kadar açık ve kararlı bir tutum takınırken, grevlerin 20. gününde yapılan bir ankete göre patronların % 71’i Juppe hükümetine tam destek sunuyorlardı ve şu mesajı veriyorlardı: “Ne kadar sürerse sürsün geri adım atma. Hükümetin arkasında olacağız. Bu ülke sokaktan yönetilemez.” Burada, son derece doğal ve bir o kadar da çıplak bir sınıf tutumu vardır. Tepeden tırnağa kadar örgütlü bir sınıfın tutumu…

Barikatın öteki tarafı ise doğal olarak şöyle oluşuyordu: Saldırıların bizzat muhatabı durumundaki kamu ve özel sektör işçileri, emekliler, işsizler, gençler, küçük üreticiler velhasıl Fransız toplumunun tüm emekçi ve ezilen kesimleriyle onlara destek veren ilerici, namuslu aydınlar. Başta Avrupa’nın olmak üzere bütün dünyanın işçileri ve onların sendikal, siyasal örgütleri. Barikatın bu yanındaki saflaşmanın doğal ve olması gereken tarzda teşekkülüne uygun bazı belirtiler (ki bunlar, bugünkü koşullarda önemli bir gelişme olarak değerlendirilmesi gereken belirtilerdir ve daha sonra değineceğiz) bulunmasına karşın tam olarak gerçekleştiğini kim iddia edebilir?

Evet, sınıfın başarı hanesine yazılması gereken ve önümüzdeki dönemin işçi hareketlerinde örnek teşkil edecek önemli olumluluklar vardı. Ama hareket oldukça can alıcı bazı noktalarda ise önemli eksiklikler ve zaaflar taşıyordu. Hareketin, gelecekteki mücadeleler açısından da önem taşıyan önemli bazı olumluluklarını kısaca özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir:

Birincisi; bilimsel sosyalist dünya görüşünü çürütmek üzere son otuz yıldır aralıksız ve ısrarlı bir tarzda çalışan, dönek Marksistler tarafından ileri sürülen karşı devrimci iddia, bir kez daha pratikte yalanlandı. İşçi sınıfının, kapitalizmin nimetlerinden yararlanmakla meşgul olduğu, devrimci barutunu tükettiği ve zincirlerinden başka da kaybedecek şeylerinin bulunduğu yönündeki şarlatanlık iflas duvarına bir kez daha çarptı. Kapitalizme karşı derin bir sınıf kini ile yürüyen proletarya, koşulları olgunlaştığında ve harekete geçtiğinde, kendisiyle birlikte toplumun tüm emekçi kesimlerini de sürükleyebilecek yetenekte tek devrimci sınıf olduğunu pratik eylemiyle kanıtladı. Lenin’in işçilerin, hareket çizgisini ve etki alanını anlatan şu sözleri, Avrupa’nın bu en önemli ülkesinde bir kez daha kanıtlandı. “Bütün devrimlerin, bütün ezilen sınıflar hareketinin deneyimi, bize, yalnızca proletaryanın emekçi ve sömürülen nüfustan geri ve dağınık katmanlarını bir araya getirecek ve ardından sürükleyecek durumda olduğunu gösterir.”

Abartıya ve kendinden geçmeye gerek yok. Son bir aydır Fransa’yı sarsan işçi ve emekçi hareketinin bırakalım açık ve net politik hedeflere sahip olmayı, ekonomik demokratik hakları için mücadeleyi kapitalizmin köküne kibrit suyu dökecek politik iktidar perspektifiyle birleştirmeyi; saldırıya uğramış haklarını koruma çerçevesinde bile büyük eksikliklerinin olduğu açık bir gerçektir. Ancak bu gerçek, hiçbir şekilde işçi sınıfı hareketinin diğer emekçi tabakaları etkileyen, harekete geçiren, moral aşılayan rolünün görülmesini engelleyemez. Demiryolcular greve çıktıklarında, onları PTT’ciler, elektrik-gaz işletmesi çalışanları, madenciler izledi. Birçok özel işletmenin işçileri yer yer iş durdurarak ve eylemlere güçlü bir şekilde katıldılar, sınıfın bir parçası olarak görevlerini yerine getirdiler.

İşçi sınıfının, bu sınırlı kıpırdanışı bile, kamu çalışanlarını, gençleri, küçük üreticileri ve hatta umutsuzluğa kapılarak köşesine çekilmiş bir kısım aydını yeniden harekete eklenmeye teşvik edebildi.

Hareketin tam ortasında, hükümetin işçi-öğrenci dayanışmasını boğmak maksadıyla geliştirdiği manevralar etkisiz kaldı. Üniversite taleplerinin önemli bir kısmı kabul edilmiş olmasına rağmen öğrenci hareketi, sınıfın ve diğer emekçi tabakaların taleplerine bağlanarak sürdü. Eylemler boyunca çeşitli kesimler tarafından defalarca ve birçok konuda *68 hareketleriyle paralellikler kuruldu. Birçoğu da, gerçekleri ifade etmekteydi. Eğer illa da ’68’le bir karşılaştırma yapılacaksa; işçi ve gençlik hareketi arasındaki ilişki bakımından mühim bir farklılığa dikkat çekmek gerekmektedir. ’68’de hareketin başını çeken ve hatta işçi sınıfına önderlik iddiasıyla ortaya çıkan ve hareketin ana dinamiğini oluşturanlar öğrencilerdi.

Nitekim hareketin bilinen şekliyle sona ermesinin ve sonraki döneme devrettiği olumsuzlukların temelinde, başka şeylerin yanı sıra bu gerçeklik önemli bir faktör oluşturmuştur. Şimdiki hareketin ayırt edici özelliği ise, kapitalizmin krizinin faturasını ödemekten bıkmış, çıplak toplumsal adaletsizliğe daha fazla tahammül gösterme niyetinde olmayan işçi sınıfının, aralarında öğrencilerin de bulunduğu diğer emekçi ve ezilen tabakaları yedekleyerek eyleme her bakımdan sınıf damgası vurmuş olmasıdır. Ve bu yönüyle de ’68 hareketinin oldukça ilerisinde özellikler taşımaktadır.

Değinilmesi gereken önemli bir gelişme de, sınıf hareketinin, moral bozukluğu içerisindeki ilerici aydınlar arasında kısa süre içerisinde yaratmış olduğu olumlu etkidir. Aydınlar, uzun bir aradan sonra ilk defa deklarasyonlar yayınlayarak, işçi toplantılarında hararetli konuşmalar yaparak ve hatta yürüyüşlerde bildiri dağıtımına çıkarak, maddi destek kampanyaları açtılar. Uyuşukluktan, üzerlerine çökmüş moral bozukluğundan sıyrılma eğilimleri gösterdiler. Daha iki ay önce ‘en Marksistlerin’ düzenlediği ‘Marx Kongresi’nde bile, Marksizm’i savunmaktan ziyade, burjuvazinin anti-komünist kampanyasına malzeme taşıyacak bir “sorumlu eleştirellik” tutumu içerisinde bulunan aydınlar, kısa sürede gaza gelerek ‘yeni bir proleter dalganın gelmekte olduğundan’ söz eder oldular. Bu durum, her ne kadar aydınlar hesabına talihsiz bir açmazın ve dar görüşlülüğün göstergesi olsa da, işçi sınıfı hareketinin bir kazanımı ve olumlu yönü olarak görülmelidir. Ve hareketin daha ileri bir düzeye sıçraması koşullarında olabileceklere dair ipuçları vermektedir.

İkincisi, bu hareket, sınıfın kendi saflarında, değişik katmanlar arasında ve işçi sınıfı ile toplumun diğer emekçi kesimleri arasında dayanışma duygusunu, eylem içerisinde birlikte hareketin ve omuz omuza yürümenin sıcaklığını bir kez daha açıkça yaşatmıştır. Bazı örnekler vermek gerekirse: İşçiler grev çadırlarında eş ve çocuklarının, semt sakinlerinin katıldıkları ortak eğlencelerde, uzun süreden bu yana ilk kez ortak kazanlarda yemek pişirdi ve aynı tabaktan yediler. Uzun bir greve hazır olduklarını, bir sonraki hafta sonu için yapılacak ortak eğlencelerin programını önceden belirleyerek gösterdiler. Birbirlerinin sorunlarına her zamankinden daha hassas davranarak yardımlaşma örnekleri sergilediler. Grev çadırları başka işletmelerden işçilerin, gençlerin, işsizlerin ve semt halkının ziyaret akınına uğradı. Ülke çapında yürütülen kampanyalarda önemli miktarlarda maddi destek toplandı. Elektrik-gaz işletmesi çalışanları grev boyunca birçok şehirde emekçi semtlerindeki yüz binlerce kişiye ucuz tarifeli elektrik vererek, hem sempati topladılar ve hem de özellikle emekçi semtlerini hedefleyerek, kime karşı kiminle ittifak arayışı içerisinde olduklarını gösterdiler. İşçiler bu sebeple ‘ülke ekonomisine zarar vermek’ suçlamasıyla mahkemeye verildiklerinde ise, mahkeme salonları işçilerle ve o semtlerin emekçi insanlarıyla doldu.

Benzer bir örnek, Toulouse ve Bordeaux şehirleri belediye temizlik işçilerinin grevinde yaşandı. Belediye, özel araçlar tutarak, şehrin şık semtlerini ve ticaret merkezini özel şirketlere temizlettirince, grevci işçiler ise, günlerdir sürdürdükleri grevlerinin etkisinin nispeten kırılması pahasına da olsa, belediye çöp arabalarından bir konvoy oluşturarak işçi ve emekçi semtlerinin yolunu tuttular. Hoparlörlerle yaptıkları propagandada ise, eylemlerinin sınıf karakterinin altını çizmekten kaçınmadılar. Gazeteler bu haberi ‘sınıf savaşı’ başlığıyla verdi.

Boykot ve işgalde bulunan Jussieu üniversitesi öğrencileri, Paris’te, sayıları on binleri bulan evsizlerin bir kısmını, işgal ettikleri üniversite amfisine yerleştirerek, kendi aralarında topladıkları para ile sıcak çorba servisi yaparak, dayanışma örneği sergilediler. Hükümetin ve medyanın ‘metro istasyonları grev nedeni ile kapalı olduğundan, evsizler soğuktan ölümle yüz yüze’ yollu demagojileri, böylece boşa çıkarılmış ve aynı zamanda grevdeki metro işçilerine de dolaylı destek sunulmuş oluyordu. On binlerce insanın niçin evsiz oldukları ve soğuktan ölmemek için niçin metro istasyonlarına sığınmak zorunda kaldıklarına ilişkin sorular bu pratik içinde, asıl yorumuyla buluşuyordu.

Genel eylem günlerinde düzenlenen yürüyüşlere milyonlar katıldı. Son iki ay içerisinde 10 Ekim, 24 Kasım, 28 Kasım, 5 Aralık, 7 Aralık, 12 Aralık ve 16 Aralık günlerinde tam yedi kere ve son ikisine ikişer milyon olmak üzere ülke çapında milyonlarca işçi ve emekçi katıldı. Taşınan pankartlar, atılan sloganlar giderek sadece Juppe Planı’na karşı olmaktan çıkıp, sınıfsal ve belirli ölçülerde politik içerikler kazandı. Son iki eylemin en gür atılan sloganları “Adalet yoksa barış da yok” vb. idi.

Bir başka önemli gösterge ise, toplumun ezici çoğunluğunun baştan sona kadar grevlere destek vermesi ve sempatiyle yaklaşmasıydı. Burjuvazinin bütün çabalarına ve rakamlar üzerinde oynamalarına rağmen, gerçekleştirilen kamuoyu anketlerinin hemen hepsinde, çoğunluğun grevlere sempatiyle baktığı inkâr edilemedi. Özel sektörde ve küçük işletmelerde çalışan, işten atılma korkusuyla her gün kilometrelerce yol yürüyen, otostop yapan, maddi olarak zarar gören insanlar, (özellikle de Paris ve civarında oturanlar) her seferinde eylemlerin haklı olduğunu, kendilerinin de çıkarlarını savunduğunu ve desteklediklerini belirtiyorlardı. Burjuva medyasının oyunları bu bakımdan tutmuyordu.

Fransız işçi, emekçi ve gençlerinin bu eylemleri, aynı zamanda Avrupa ve dünya çapında da etkiler yarattı. Başka ülkelerin işçileri ve emekçileri gelişmeleri yakından izledi ve çeşitli biçimlerde destek oldular. ’80’i aşkın ülkeden sendika temsilcileri, yöneticisi oldukları sendikalar ve işçiler adına destek açıklamaları yaptılar. Avrupa ülkelerinin birçoğunda çeşitli eylemler yapıldı. Kendi benzer talepleri için eylemde bulunan Belçika, İtalya, Lüksemburg, İspanya işçileri grev ve gösterilerinde Fransız işçileriyle dayanışmalarını ifade ettiler. Almanya’nın Kassel şehrinde binlerce gencin ‘Fransa, Fransa’ diye yürümeleri, IG Metal sendikası ile patronlar ve hükümet arasında imzalanması öngörülmüş işçi aleyhtarı anlaşmanın ileri bir tarihe ertelenmek zorunda kalması dikkat çekiciydi. Paris’te 16 Aralıkta düzenlenen ve 300 bin kişinin katıldığı eylemde, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Norveç ve İngiltere’den işçiler, çeşitli politik parti ve gruplar, kortejler oluşturarak yer aldılar. Dağıttıkları bildirilerde, yaptıkları konuşmalarda, Fransız işçilerinin eylemlerinde kendileri için de bir ümit ışığı gördüklerini ifade ediyorlar, yürüyüşteki Fransız işçileri ve yürüyüşü izleyen halk tarafından coşkuyla alkışlanıyorlardı.

Üçüncüsü: Bu hareket, sendikalar, işçilerin sendikalara bakışı ve reformist-uzlaşmacı önderliklerin etkinliklerinin nasıl kırılabileceğine dair derslerle de doludur.

Fransa, ileri kapitalist ülkeler içerisinde ve dünyada sendikalaşma oranının en düşük olduğu ülkelerden biri olmakla birlikte, sendikal bölünmenin ileri boyutlarda gerçekleştiği bir ülkedir. İşçilerin sadece % 10-12’si sendikalıdır ve bunlar da dört büyük ve bir dizi küçük konfederasyon arasında bölünmüşlerdir. Üstelik bölünmüşlük içerisindeki sendikal hareketin hemen tümünün yönetim kademeleri çeşitli burjuva sendikal akımlara tekabül eden uzlaşmacı-uysal sendikacıların elindedir.

Ancak keskinleşen sorunların ve eylemlerin dışına düşen sendikaların giderek güç kaybettiğinin pek çok kanıtı vardır.

Örneğin, 1986’da da bir aylık büyük grev gerçekleştiren demiryolu işçileri, o dönemde sendikayı bir tarafa atmış ve kendi aralarında ‘koordinasyon komitesi’ şeklinde örgütlenmelere giderek grevi sürdürmüşlerdi. Daha sonraki dönemde demiryolcuların bu geleneğini başka sektörlerdeki işçiler, kamu çalışanları, öğrenciler, çiftçiler vb. de devralmışlar ve birçok grev ve eylem, koordinasyon komiteleri aracılığıyla gerçekleştirilmişti.

Bu türden bir gelişmenin aleyhte etkilerini fazlasıyla yaşayan sendikalar, bu kez gafil avlanmadılar. Ve üstelik belirli radikal bir söylem tutturarak etkinliklerini artırdılar ve prestij kazanmış olarak çıktılar. Bu değişimin sırrı neydi peki? Bunun bir nedeni, sermayenin saldırılarının artık bizzat sendikaların varlıklarını ortadan kaldırmaya yönelmesi, sendikacıların ayaklarının altındaki toprağın kaymakta oluşu ve buna duyulan içgüdüsel ve profesyonel tepkidir. Ama asıl belirleyici neden, işçilerin tabandan yükselen öfkesi, sendikalarını pratik hareket içerisinde zorlamalarıdır. Üç büyük konfederasyondan vereceğimiz örnekler, bu bakımdan önemlidir.

Bir: Fransa’nın en eski ve köklü işçi konfederasyonu ve aynı zamanda da geleneksel olarak Fransız Komünist Partisi (FKP)’nin etkinliği altındaki CGT (Genel İş Konfederasyonu) 45. kongresi, eylem dalgasının tam ortasına denk geliyordu. Bir yıl süren kongre hazırlıkları boyunca en önemli tartışma konularından birisi, sendikaların tüzüğünde yer alan ‘sınıf sendikası’ tanımının tüzükten çıkarılması sorunu idi. Reformist yöneticilerin savunuculuğunu yaptıkları ve sendikada neredeyse genel kabul gördüğü söylenen görüş, ‘geçmişe ait ve eskimiş formülasyonlardan, şablonlardan kurtulmak ve çağdaşlaşmak’ adına, öneriyordu. Fakat hareketin taşıdığı dinamikler, sınıf mücadelesinin o esnada bizzat sokakta yürütülüyor olması ve tabanın zorlaması dolayısıyla, öneri sahipleri, önerilerini savunacak cesareti gösteremediler. CGT, tüzüğünde ‘sınıf sendikası’ yazan ve ‘kapitalizme karşı sınıf savaşımı yürüten’ bir örgüt olarak kaldı.

İki: İkinci savaş sonrası “soğuk savaş” döneminde Amerika usulü sendikacılık akımınca 1947 yılında CGT’nin parçalanmasından doğan FO (İşçi Gücü) konfederasyonu, geleneksel olarak mensubu olduğu sendikal akımın görüşleri doğrultusunda Türk-İş’vari itfaiyecilik rolü oynayan bir sendikadır. Ama son hareketler içerisinde mücadeleci bir çizgi izlediği gibi, genel sekreteri Marc Blondel nezdinde burjuvazi ve hükümet tarafından ‘sınıf savaşçısı, hırçın sendikacılık’ yapmakla suçlandı. Elbette Blondel’in, FO’nun ve mensubu oldukları burjuva sendikal akımın niteliği değişmedi. Ama tabandan yükselen öfke dalgası sendika yönetiminin manevra alanını alabildiğine emekten yana çevirdi.

Üç: Sosyalist Parti çizgisinde ‘çağdaş sendikacılık’ akımının temsilcisi CFDT (Fransa Demokratik İşçi Konfederasyonu)’da yaşananlar ise, tabandaki mücadele isteğini daha açık bir tarzda yansıttığı gibi, ona karşı durmaya çalışan bürokratların ne durumlara düşebileceğinin göstergesi oldu. Juppe Planı’ndan yana tutum takınarak grevlere son verilmesi çağrısı yapan CDFT genel sekreteri Nicole No-tat, katılmaya cesaret edebildiği bir yürüyüşte, kendi sendikasından işçiler tarafından linç edilmekten güç bela kurtulabildi. Sonraki günlerde her gün ve giderek de saldırganlaşarak, radyo ve televizyondan greve son verilmesi çağrısı yaptı. Başta CDFT demiryolu federasyonu olmak üzere, konfederasyona bağlı birçok sendika ve işçiler bu çağrılara kulak asmadıkları gibi, yürüyüşlerde “Juppe-Notat planına hayır!” pankartlarıyla yürüdüler. Şimdi, CFDT’nin birçok kolu, olağanüstü kongre için çağrı yapmış bulunuyor ve Notat’nın sendikanın başından defedileceğine kesin gözüyle bakılıyor. Çünkü işçiler, “sendikadan çekil, kendine hükümette yer bul!” diye slogan atıyorlar.

Görülen odur ki; dipten gelen dalga kuvvetlendikçe işçi sınıfı örgütlerinin başına, düşman sınıfların ajanlarının oturması gibi bir gariplik ve hile de giderek ortadan kalkabilecektir.

Dördüncüsü: Bu eylem dalgasının önemli bir başka yönü ise, sermayenin saldırı planlarının sadece mücadele ile geriletebileceğinin, burjuvalara anladıkları dilden cevap vermek gerektiğinin bir kez daha işçinin gözünde anlaşılmış olmasıdır. Başlangıçta işçilerle alay edercesine sendikaları ve sokak hareketini muhatap bile almaya yanaşmayan başbakan A.Juppe ve bakanları, kısa süre içerisinde sendikaların kapısını aşındırmaya, diyalog yanlısı pozlarına bürünmeye başladılar. Sonuçta, hükümet ‘reform’ planın birçok maddesini geri çekmek zorunda kaldı. Demiryolu işletmesi ile ilgili plandan ise bütünüyle vazgeçildi. Bütün bunların toplamı, ‘Juppe Planı’ denen şeyi, kevgire çevirdi.

Bu önemli bir kazanımdır. Ama hareket, Juppe Planı’nı bütünüyle geri aldıracak, onunla sınırlı kalmayıp son on beş yılın kayıplarını telafi edecek ve belki de onun ötesine geçebilecek kapasiteyi gösteremedi. Çünkü böylesi bir kapasiteyi gösterebilmesinin önünde engel teşkil eden önemli zaaflar taşımaktaydı.

Bunlar kısaca şöyledir:

Bir: Sendikalar önemli ölçüde güç ve ondan da önemlisi, güven kaybettikleri bir dönemden geçip geldiler. Tabanın hâlâ sendika yönetimlerine güveni yoktur. Sendikaların başına çöreklenmiş uzlaşmacı bürokratlar, tabanın zorlamasıyla her ne kadar mücadeleci görünmek zorunda kaldılarsa da, doğalarına uygun olarak, her fırsatta hareketi yatıştırma ve hükümetle uzlaştırma girişimlerinden vazgeçmediler. Eylemin daha ileri boyutlara varması önündeki önemli engellerden birisi de bu idi.

İki: Sendikalar tarafından başından itibaren salt “Juppe Planının geri çekilmesi ve diyalog masasına oturtulması”nın önkoşul olarak öne sürülmesi, hareketin kapsamını daraltan, burjuvazinin minderinde güreşi baştan kabullenen bir anlayıştı. Ekonomik mücadelenin dar sınırları çerçevesinden bakılsa bile, salt Juppe Planı’nın geri çekilmesi talebi ile yetinmek demek, en iyi durumda, üç-beş ay önceki koşullara razı olmak demektir. Hâlbuki beş ay önce de ücret artışı, işten atmaların ve özelleştirmelerin durdurulması, çalışma saatlerinin düşürülmesi vb. talepler doğrultusunda bir mücadele vardı. Öyleyse, böylesine kitlesel bir hareketin kapsamına, yakın dönemin işçi mücadelesinin bütün ekonomik talepleri alınmalı ve hem kitle tabanı ve hem de hedefleri bakımından genişletilmeliydi.

Üç: Belirli bir aşamadan sonra hareketin kendini tekrar edip tıkanmaması ve hükümetin geriletilebilmesi için, bütün sektörleri kapsayan, ülke çapında ve süresiz genel greve sıçratılması zorunlu idi. Her birine ikişer milyon kişinin katıldığı 12 ve 16 Aralık eylemlerinde işçiler ‘genel grev’ sloganları haykırmış olmalarına rağmen, sendika yöneticileri böyle çağrıyı yapabilecek istek ve cesaretten yoksundu. Aksine, kontrolü kaçırabilecekleri yönünde sinyaller çoğaldıkça, hükümetle ne pahasına olursa olsun uzlaşma arayışlarını yoğunlaştırdılar. Gerici, Hıristiyan İşçiler Kon-federasyonu’nun bir ‘sosyal zirve’ önerisine ise, oradan, sokağın baskısı olmadıkça hiçbir şey çıkmayacağını bile bile balıklamasına daldılar.

Dört: Bütün bu ve burada bahsedilmeyen diğer zaaflara kaynaklık eden en önemli eksiklik ise, hareketin birleştirici, yönetici bir merkezden, politik önderlikten yoksunluğudur. Partisi önderliğinde kapitalist-emperyalist sistemin temellerine yönelmemiş proletarya, en iyi ihtimalle ekonomik kazanımlarının çerçevesini genişletebilir ya da var olanları koruyabilir. Hâlbuki ona, daha fazlasını gerçekleştirme, planlarıyla birlikte Juppe’si, Chirac’ı, Jospin’i ve Le pen’inin tarihin çöp sepetine atıldığı, insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırıldığı bir başka toplumsal sistemi kurmak gibi bir tarihsel görevin yüklendiği açıktır.

Fransız proletaryası ve emekçileri haftalarca süren grev ve direnişleri ile ders alınması ve ders çıkarılması gereken bir örnek sundular. Bütün zayıflıklarına rağmen, tarihinde var olan ve uzun süredir üzeri küllenmiş değerlerini de nispeten yeniden canlandıran, olumlu tecrübeler biriktiren bu hareket, henüz bitmiş değildir. Önümüzdeki dönemin daha güçlü mücadelelere sahne olacağı kesindir. Çünkü burjuvazi, planlarının bir kısmını geri çekti ama başka yöntemlerle yeniden gündeme getireceği bilinmeyen bir şey değil. Üstelik yara almış bir hayvan saldırganlığı ile hareket edeceğini söylemek abartı olmayacaktır. Öte yandan, bu hareketten moral ve güç toplamış, sınıf kini bilenmiş olarak çıkan işçi sınıfının, sınıfın eyleminden kuvvet alarak hareketlenen diğer emekçi kesimlerin, burjuvazinin saldırıları karşısında sessizce boyun eğmeyecekleri de gözle görülür bir açıklık kazanmıştır.

 

Aralık 1995-Şubat 1996

Türkiye’nin AB adaylığı üzerine

Türkiye’nin iç politikasında ve uluslararası ilişkilerinde, bugün üzerinde en çok durulan ve tartışılan konuların başında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin kabul edilip edilmeyeceği ve bu yöndeki adımların bir başlangıcı olarak müzakerelerin başlamasına karar verilip verilmeyeceği konusu gelmektedir. Türkiye’de kırk yılı aşkın süredir yaratılmış olan beklentiler, AB Komisyonu ve Konseyi’nin karar alacağı bugünlerde, zirveye çıkmış bulunuyor. Neredeyse şahsi olanlar da dahil olmak üzere, geleceğe ait tüm planlar, bu karar ve konuya endekslenmiş olarak yapılıyor.
On yıllardır aynı çizgiyi izleyen Türkiye egemen sınıfları, kolundan tutulup dışarı atılmak haricindeki tüm seçenekleri, “zafer” olarak sunmaya hazırlanırken, AB’nin yetkili kişi ve kurumları da bu oyundaki rollerini zevkle yerine getiriyorlar. Bir taraftan da kendi kamuoylarını tatmin edecek gerekçe ve argüman formülasyonu arayışları devam ediyor.
Avrupa Komisyonu’nun ve ardından da Avrupa Birliği Konseyi’nin, “Türkiye ile müzakerelerin başlatılması, ekonomik ve siyasi reformların uygulanması ile ilgili bir izleme mekanizmasının yürürlüğe konması ve nihai kararın ise on-on beş sene sürecek bir entegrasyon sürecinin ardından verilmesi” yönünde bir karar alacaklarına hemen hemen kesin gözüyle bakılıyor. Bu yönde oluşan eğilimi son anda değişikliğe uğratacak bir iç ya da dış müdahale, ilişkileri bozma girişimi olmazsa, kararın böyle çıkması bekleniyor.
Böyle bir karar, “herkesi memnun edecek en uygun formülasyon” olarak görünüyor. Türkiye’nin egemen sınıfları ve hükümetteki liberal dinciler, halkın beklenti ve umutlarını taze tutmaya hizmet edecek böyle bir kararı çoktan kabullenmiş bulunuyorlar. Böylesi bir umutlu beklenti durumu, yarın “AB kurallarına uyum” adı altında dayatılacak tüm “fedakârlıklara” ses çıkarmadan boyun eğmenin de gerekçesi olacaktır. Zira AB’nin izlemeye alacağı reformlar, sadece politik içerikli değildir. Hatta ondan da önemlisi, “ekonomik reformlar”dır. Kopenhag kriterleri, sadece insan haklarına saygı, azınlıklara hak, temsili demokrasi kurumlarının işletilmesi demek değildir.
Kaldı ki, Türkiye’de son zamanlarda bu yönde atılmakta olan bazı adımlar, AB faktöründen ziyade, ülkenin katettiği kapitalist gelişmenin zorunlu kıldığı adımlardır. Aslında toplumsal gelişmenin çok gerisinde ve güdük kalan bu adımların, Türkiye gericiliğini fazla zora sokmayacak bir tarzda ve kontrollü gerçekleşmesinde AB’nin olumsuz yönde bir etkisinin olduğunu bile söylemek mümkündür. Ve hepsinden de önemlisi, dünyanın başka her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, demokrasi, ona ihtiyacı olan toplumsal sınıf ve tabakaların mücadelesiyle kazanılmaktadır. Türkiye’deki gerici, baskıcı otoriter rejim, toplumsal gelişmenin vardığı seviyeye denk düşmemekte, dar gelmekte ve AB olsun veya olmasın, şu veya bu şekilde aşılması zaten zorunlu olarak gündeme gelmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin toplumsal ilerlemeden yana olan güçleri, AB’den demokrasi ithal edilmesini beklememekte, onu elde etmek için mücadele etmektedirler.

KOPENHAG KRİTERLERİNİN ÖTEKİ YÜZÜ ÇIPLAK TEKELCİ KAPİTALİZMDİR
Kopenhag kriterlerinin öteki yüzü de vardır ve bunun adı da piyasa ekonomisi, neo-liberalizm ve Batılı büyük emperyalist güçlerin çıkarlarının öteki ülkelere “mevzuat” adı altında dayatılmasıdır. Üç ana başlıktan oluşan Kopenhag kriterlerinin birincisi; insan hakları, azınlık hakları, işkencenin önlenmesi ve bağımsız yargı ile ilgili demokrasi sorunlarını içermektedir. İkinci ana başlık pazar ekonomisinin geliştirilmesini, yani tekellerin yağması önünde herhangi hukuksal ve yapısal bir engelin bırakılmamasını öngörmektedir. Üçüncü ana başlık ise, AB mevzuatına uyumu, yani politik ekonomik ve ortak para konuları başta olmak üzere önceden alınmış bütün kararlara ve belirlenmiş mekanizmalara tam uyumu şart koşmaktadır.
Üye olmak isteyen ülkenin, AB tekelleri tarafından belirlenmiş ekonomik politikanın dışında durabilmesi mümkün değildir. Avrupa Birliği’nin Maastricht, Amsterdam gibi temel sözleşmelerinde detaylarıyla açıklanan bu kural ve kriterler, Konvansiyon’un hazırladığı Anayasa taslağında da ilk maddeler olarak yer almıştır. Üstelik, sonradan katılan ve bu kuralların belirlenmesinde herhangi bir katkısı bulunmayan ülkelerin, kendi ekonomilerini, belirlenen bu kurallara uydurmaktan başka bir çareleri yoktur. Örneğin AB Konseyi, telekomünikasyon sektörünü liberalleştirme kararı aldıysa, Türkiye’nin PTT’nin T’sini özelleştirmekten kaçınabilmesi mümkün değildir. Konsey, enerji sektörünün rekabete açılmasını kararlaştırdıysa, Petkim’in artık ayakta kalma şansı yoktur. Tarımda sübvansiyonların kaldırılmasını kararlaştırdıysa, Türkiye’nin pancar, pamuk, tütün üreticilerinin eşitsiz rekabete direnebilme şansları ortadan kalkmış demektir vs. vs.

GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASI TÜRKİYE’NİN BOYNUNA GEÇİRİLMİŞ BİR BAĞIMLILIK BELGESİDİR
Aslında Türkiye henüz Avrupa Birliği üyesi olarak kabul edilmeden de, belirtilen bu kurallara uyma yükümlülüğüne girmiştir. Uluslararası tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin çıkarlarının koruyucusu olan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların direktiflerine zaten çoktan beri itaat etmektedir. Bunlara, emperyalizm işbirlikçiliği ve AB’ye girme aşkı yüzünden, 1995’den beri bir de Gümrük Birliği anlaşması eklenmiştir. Avrupa ile Türkiye arasında bir tür sömürgeci ilişkinin yeniden yürürlüğe konması anlamına gelen Gümrük Birliği anlaşması, yaklaşık on yıllık uygulaması ile de bunu kanıtlamıştır.
Gümrük Birliği anlaşmasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana ortaya çıkan sonuç şudur: “Türkiye’nin AB ile dış ticaretindeki açığı olağanüstü boyutlarda artmış ve 10 milyar dolara çıkmıştır. AB’den Türkiye’ye yatırım için sermaye girişi azalmış, herhangi bir mali yardım da yapılmamıştır. Türkiye’nin başka ülkelerle olan ekonomik ve ticari ilişkileri AB’nin vesayeti altına girmiştir. Tarım sektörü ile orta ve küçük çaplı işletmeler AB baskısı yüzünden çökme noktasına gelmiştir. Türkiye bugün, AB’ye çok büyük net gelir transferi yapan bir ülke durumuna getirilmiştir.” (Erol Manisalı, Avrupa Çıkmazı, ;Otopsi yay.)
Türkiye bu anlaşmaya imza atarak, kendisinin, oluşturulmasında hiçbir şekilde söz ve karar sahibi olmadığı, tek taraflı yükümlülüklerin altına girmiştir. Türkiye’nin sanayisi ve tarıma dayalı sanayisi, tarımı, ticareti tümüyle AB tekellerinin yağmasına açılmıştır. Bu anlaşmaya göre, Türkiye, sadece Gümrük Birliği’nce belirlenen kurallara uymakla yetinmeyecek, üçüncü ülkelerle ekonomik ve ticari ilişkilerinde de AB kuralları dışına çıkamayacaktır. Mesela, AB eğer Türkiye’nin komşularından birine ticari ambargo uygulama kararı alırsa, Türkiye de, bu ülke ile ticaretini kesmek zorunda kalacaktır. AB’nin kurallarını belirleyenler içerisinde ise, Türkiye yoktur.
Türkiye yarın AB üyesi olsa bile, işte bu çarkın içerisine girecektir. Bu çark, Avrupa Birliği’nin patronu büyük devletlerin ve uluslararası tekellerin istekleri yönünde dönmekte, sanayisi ve tarımı rekabet imkanlarından yoksun olan ülkelerin, küçük devletlerin ve esas olarak da tüm ülkelerin emekçilerinin ise aleyhine işlemektedir.
AB’nin varmak istediği nihai hedefin, tam “piyasa ekonomisi” ve “hür teşebbüsçülük” (yani güçlünün zayıfı yuttuğu orman kanunu) olduğu, hazırlanan Avrupa Anayasası taslağının birinci maddesinde açıkça ifade edilmiştir.
Türkiye’de ise, AB’ye girişin; demokrasi, insan hakları, herkese daha çok özgürlük ve ekonomik iyileşme ve kalkınma getireceği görüşü hakim kılınmak isteniyor. Egemen sınıfların, onların basın ve diğer kurumlardaki uşaklarının, liberal burjuva aydınların yaydıkları görüş bu yöndedir.
Bu, AB’ye yanıltıcı ve yanlış bakışın ürünü bir yaklaşımdır. Halbuki AB, başından itibaren başka amaçlar gözetilerek inşa edilmiştir ve bugün de inşası, aynı mantık doğrultusunda yürümektedir.

AB, AVRUPA EMPERYALİST DEVLETLERİNİN VE TEKELLERİN GERİCİ BİRLİĞİDİR
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından 1951 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile birlikte başlayan süreçte hedeflenen şey, emperyalist dünyanın yeni hakimi ABD öncülüğünde sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve “sosyalist blok” mensubu Doğu Avrupa ülkelerine karşı, kapitalist Batı Avrupa’nın ayakta tutulması, diriltilmesi ve egemenliğinin tesis edilmesidir.
Başlangıçta 6 ülkenin (Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg) katılımı ile başlayan bu süreç, daha sonra başka ülkelerin (1973’de İngiltere, İrlanda ve Danimarka, 1981’de Yunanistan, 1985’de İspanya ve Portekiz) katılımı ile genişlemiş ve değişik aşamalardan geçerek 1990’lara gelinmiştir. Bütün bu döneme damgasını vuran şey, kapitalist Batı Avrupa’nın, ABD öncülüğünde, Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı inşası ve mücadelesidir.
Revizyonizme sarılan ve kapitalizmi restore eden Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile başlayan yeni süreç ise, Avrupa’nın inşası bakımından yeni bir dönemin açılmasına sebep oldu. SB ve Doğu Avrupa’nın revizyonist rejimlerinin yıkılmasıyla birlikte Batılı emperyalistler arasındaki sürtüşme ve rekabet daha da arttı.
Avrupa’nın ekonomik ve siyasi entegrasyon sürecinin 1991 yılı sonunda imzalanan Maastricht  anlaşmasıyla ve Avrupa Birliği (AB)’nin ilanı ile taçlanması; aslında, ABD karşısında rakip bir başka ekonomik ve politik kutbun doğuşunun da ilan edilmesi anlamına geliyordu. Ondan sonraki AB içi düzenlemeler, “reformlar” ve genişleme politikası da, tamamen bu yeni duruma uygun olarak yürütülmüştür. Olağan ve bilinen koşullarda AB’ye girmesi yılları alacak olan, Almanya’nın “yaşam alanındaki” (lebensraum) birçok Doğu Avrupa ülkesi, alelacele birliğe dahil edilmişler ve ABD’nin bu ülkelerdeki askeri, diplomatik ve politik etkinliği nötrleştirilmeye çalışılmıştır.
AB, çekirdeğini Almanya ve Fransa’nın oluşturduğu ve Avrupa tekellerinin çıkarlarına hizmet eden bir siyasal oluşum olarak pekişmektedir. Tabii ki bunun, hiç çatışmasız ve sorunsuz gerçekleştiği iddia edilemez. Ama AB, 1990’lardan itibaren kabuk değiştirmiştir. Onun başlıca ülkeleri Almanya ve Fransa, artık ABD’ye karşı dünya hegemonyası için mücadele veren ekonomik, politik ve askeri güç olma isteğindedirler.
Bu hedef ve iddialarla hareket eden bir gücün başlıca kaygısının, söz konusu olan Türkiye gibi önemli bir ülke bile olsa, şuraya veya buraya demokrasi, özgürlük, insan hakları götürmek olduğunu düşünmek, saflık değilse halkı kandırmaktır.

ABD İLE AB ARASINDA BİR ÇEKİŞME KONUSU OLARAK TÜRKİYE
Türkiye bütün soğuk savaş dönemi boyunca, Batı ittifakının bir parçası olarak rol almış, bu ittifakın NATO, Avrupa Konseyi, OECD, BAB vb. gibi hemen tüm ekonomik ve askeri kurumlarında yer almıştır. Avrupa ile ilişkileri de bu çerçevede ve kırk yılı aşkın süredir devam etmektedir. Daha Avrupa’nın sadece 6 ülkeden oluştuğu ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını taşıdığı zamanlarda, 1959 başvurusu ve 1963 Ankara Ortaklık Anlaşması ile birlikte başlayan, bu, yeni Avrupa oluşumuna dahil olma isteği hep canlı tutulmuştur.
Şimdi ise Türkiye, yukarıda sözü edilen gelişmelerin, çekişme ve sürtüşmelerin tam orta yerinde bulunmakta, AB ile ABD çelişkisinin bir unsuru olarak itilip kalkılmaktadır. Bu iki emperyalist blok arasındaki çelişkilerin keskinleşeceği önümüzdeki dönemde, Türkiye, arada pazarlık konusu olmaya devam edecektir. Hatta, Türkiye’nin Avrupa Birliği içerisine alınıp alınmayacağı, öteki faktörlerin hepsinden önce, ABD ile AB arasındaki bu çatışmanın seyri tarafından belirlenecektir.
Türkiye-ABD ilişkileri, belki açıkça söylenmeyen, ama AB’de rahatsızlık yaratan en önemli unsurdur. AB’nin patronları, ABD ile bu kadar yakın bir Türkiye’nin, hizaya getirilmeden Birlik’e alınmasını, bir “Truva atını” kendi elleriyle içeriye almak olarak değerlendirmektedirler. Bu yüzden, Türkiye’nin AB’ye girişi, bir Yunanistan, Macaristan ya da Polonya kadar kolay ve problemsiz olmayacaktır. Ama Türkiye, dışarıda bırakılmayacak kadar da “önemli” bir ülkedir. Çünkü AB’deki emperyalistlerin, Türkiye’ye, sadece 70 milyonluk pazarı dolayısıyla değil, Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortaasya’daki pazar kavgası ve hegemonya mücadelesi açısından taşıdığı stratejik önem dolayısıyla da ihtiyacı vardır ve AB’nin bu ihtiyacını Türkiye’den başka bir ülkenin karşılaması mümkün görünmemektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasını gerekli ve hatta zorunlu kılan etmenler olduğu gibi, bu konuda isteksiz davranılmasına neden olan önemli engeller de vardır.
Avantajları şöyle sıralanabilir: 70 milyonluk büyük bir pazar olması, ucuz ve nispeten kalifiye işgücüne sahip olması, genç ve tüketici bir nüfusun yoğun olması ve en önemlisi de tüm bölge için taşıdığı stratejik, jeopolitik önemi.
Dezavantajları ise, ABD işbirlikçiliğinin devletin alt birimlerine kadar yerleşmiş olması, ekonominin zayıflığı, işsizlik ve kitlesel göç korkusu, kültürel dini farklılıkların yaratacağı uyum sorunları ve nüfusunun çokluğu nedeniyle AB kurumlarında ağırlıklı bir temsiliyet hakkı talep etme tehlikesidir.
Yani, AB açısından Türkiye, kapı dışarı edilemeyecek kadar önem taşımakta, ama içeriye hemen alınamayacak kadar da tehdit unsurunu barındırmaktadır.

TÜRKİYE’NİN AB ÜYELİĞİNDEN, EMPERYALİZM VE BURJUVAZİ KÂRLI ÇIKACAK, KAYBEDEN İSE İŞÇİ SINIFI VE EMEKÇİ HALK OLACAKTIR
Peki işçi sınıfının partisi bu soruna nasıl yaklaşmalıdır ?
Tabii ki, bütün öteki meselelerde olduğu gibi, bu konuya da işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin çıkar ve talepleri doğrultusunda yaklaşılacaktır. Ülkenin çıkarı, tekeller ve emperyalist devletlerle birlikte ülkeyi soyan bir avuç zengin azınlığın çıkarları değil, geniş halk kitlelerinin çıkarlarındadır.
Temsili burjuva demokrasisinin gelip sınırına dayandığı ve “teröre karşı mücadele” adı altında, gerici anti-demokratik önlemlere kolayca başvurduğu, bunun için “kutsal insan haklarını” ayaklar altına almaktan çekinmediği koşullarda yaşıyoruz. Avrupa Birliği’nin “en demokratik” ülkelerinde bile, son yıllarda yasalardaki gerilemeleri ve fiiliyattaki gericiliği göz önüne aldığımızda, AB’den demokrasi beklemenin yersiz olduğu görülecektir. Ekonomik sosyal haklar bakımından da durum farklı değildir. Türkiye’de işçi ve emekçilere dayatılan ekonomik sosyal içerikli saldırıların benzerinin Avrupa ülkelerinde de uygulandığı ve emperyalistler tarafından geri bağımlı ülkelere dayatıldığı bir sır değildir.
“AB, Avrupa’nın büyük kapitalist ülkelerinin birliği olarak kurulmuş, tekellerin ve tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunan, bugün de onlar tarafından yönetilen gerici bir birliktir. Türkiye’nin AB’ye girmesi, bu gerici birliği daha da güçlendirecektir. Yine Türkiye’nin AB’ye girmesi, Türkiye’deki emperyalizm işbirlikçilerinin işine gelir ve onların sorunlarını “çözmelerine” dayanak oluşturur. Emekçiler açısından ise, onları daha çok fedakarlığa zorlayan IMF reçetelerinin yanına, emekçi haklarını en az onun kadar vuran “Maastricht kriterleri” eklenmiş olur. Yani AB’ye girmek, Türkiye’nin gericiliğini, büyük patronlarını güçlendirir. Bu nedenle de işçi sınıfı ve emekçilerin, Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı çıkması, en başta yurtseverliklerinin, emperyalizme karşı olmalarının gereğidir. Ve elbette kendi ekonomik ve sosyal çıkarlarına sahip çıkmak olduğu kadar, AB’nin dayatmalarıyla karşı karşıya olan Avrupa işçi sınıfı ve emekçileriyle dayanışmalarının da gereğidir.” (EMEP 2. Genel Kongresi Çalışma Raporu)
Bugün AB’nin emperyalist karakterine vurgu yapmak, Türkiye’nin AB’ye girmesine açıkça karşı çıkmak, AB’ye girişle Türkiye’nin ezilen ulus ve emekçilerinin, işçi sınıfının bir şey kazanmak yerine, uluslararası sermayenin daha çok yağma ve sömürüsüne açılacağı gerçeğine dikkat çekmek; her zamankinden daha acil ve günceldir.

Latin Amerika’da değişim isteği

Kısa bir süre önce, Latin Amerika’nın Pasifik kıyısındaki küçük ülkesi Ekvador’da yaşananlar; bütün bir yarı kıtanın sorunları, özlemleri, kavgası ve dinamiklerini bir kez daha ortaya koyan ve yansıtan bir özellik taşıyordu.
Ne oldu Ekvador’da?
2002 yılında yapılan seçimlerde, ezilen emekçi halkın özlemlerini dile getirerek, onların desteğini alan eski Albay Lucio Gutierrez, devlet başkanlığına seçilmişti. Onyıllarca, askeri yönetimler ya da Hristiyan Demokrat veya Sosyal Demokrat etiketini kullanan oligarşi partileri tarafından yönetilen bir ülkede, Gutierrez’in, emekçi halk taleplerini ifade eden kişi olarak ve üstelik de muz plantasyonlarının sahibi bir mülti milyardere karşı seçim kazanması, emekçi halk saflarında bir zafer olarak algılanmıştı.
Ekvadorlu devrimciler ve yerli kızılderili halk örgütleri de Gutierrez’i seçim kampanyasında desteklemiş, zaferinden sonra da hükümette yer almayı kabul ederek destek sunmuşlardı.
Ama işin rengi, çok kısa sürede belli oldu. 2000 yılındaki büyük halk isyanının öne çıkarıp “adam ettiği” Gutierrez’in, hiçbir politik tecrübesi ve programı yoktu. İktidar hırsı tatmin olup koltuğa oturduktan sonra, emperyalizme teslim olup, işleri de kurulu hazır devletin çelik çekirdeğine devretmekten başka bir şey yapmadı. ABD tekellerinin ve IMF başta olmak üzere uluslararası finans kurumlarının dayatmalarına uygun ekonomik politika, Amerika’nın bölgedeki çıkarlarına uygun politik-askeri çizgi dışına çıkılmadı. Temel tüketim maddelerine zam, özelleştirmeler, “plan Kolombiya”nın bir unsuru olmayı kabullenme vb. Gutierrez’in çizgisi oldu.
Tabii ki bu durum, onu desteklemiş olan halk kitlelerinin saflarında büyük bir hayal kırıklığına yolaçtı. Önce komünistler, ardından da yerli-kızılderili halk hareketi, Gutierrez hükümetine verdikleri desteği geri çektiler. Eski isyancı Albay, parlamentoda ancak gerici partilerin desteğiyle ayakta kalabilen bir azınlık hükümeti ile baş başa kaldı.
Halkın talepleri ise, olduğu gibi duruyordu ve çok zaman geçmeden kitleler yeniden sokağın yolunu tuttular.
İktidar hırsına aşırı ölçüde kapılan Gutierrez, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu vb. gibi bazı devlet kurumlarını, kendinden öncekilerin yaptığı gibi, kendi adamları için bir arpalık olarak kullanmaya kalkıştığında, burjuva partilerin kerhen verdiği desteği de yitirdi. Sistemin esasına dokunulmaksızın, bir dönem de ‘sol’cu birisinin başkan olmasına tahammül göstermeyi kabul etmiş olan oligarşi, sistemin temel kurumlarıyla oynanmasına göz yummayacağını hemen belli etti.
2004 yılı Aralık ayında, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu mensuplarının değiştirilmesi ile birlikte, bir kurumsal kriz patlak verdi. Gutierrez ve yandaşlarıyla, geleneksel oligarşi partileri arasındaki kayıkçı kavgası, üç dört ay sürdükten sonra, Nisan ayı başında, eski hırsız diktatörlerin ülkeye geri dönmelerine izin verilmesiyle birlikte zirvesine ulaştı. Bu son karara halk büyük bir tepki gösterdi ve sokağa çıkarak, Gutierrez ülkeden defoluncaya kadar eylemlerine devam etti.

ÜSTÜSTE ÜÇ DEVLET BAŞKANI SOKAK HAREKETİ İLE YIKILDI
Gutierrez, halkın sokaktaki mücadelesi nedeniyle kaçmak zorunda kaldı. Ama olayların seyri öyle bir görüntü yarattı ki, bu işten karlı çıkanlar, Gutierrez ile sahte bir kayıkçı döğüşüne girmiş olan hristiyan ve sosyal demokratlar oldular. Devrik başkanın yerini, sokak eylemleri esnasında sözde eleştirmen pozisyonuna geçen yardımcısı aldı.
Ekvador halkı, böylece, üst üste üçüncü devlet başkanını da, görev süresi dolmadan ve sokak hareketiyle kovmuş oluyor. Daha önce de 1997’de Abdala Bucaran, 2000’de Jamil Mahuad, halk isyanları nedeniyle görevi bırakıp kaçmak zorunda kalmışlardı.
Halk iş istiyor, daha iyi ücret istiyor, temel tüketim mallarına ikide bir fahiş zam istemiyor, ekonomik durumun düzeltilmesini talep ediyor, bölgede ABD emperyalizminin elinde maşa olunmamasını, komşu Kolombiya’ya karşı Ekvador topraklarında ABD askeri üssü bulundurulmamasını talep ediyor. Gençlik, özgür ve mutlu bir gelecek talep ediyor.
Bir avuç oligarkın ve ABD yetiştirmesi bir askeri kastın yönettiği bu küçük ülke, kaynamaya devam ediyor. Talepler olduğu gibi duruyor, özlemler giderilmiş değil.
Üç burjuva gerici hükümeti yıktıktan sonra, şimdi sıra artık, halkın istem ve özlemlerini gerçekten yansıtan, onu temsil eden bir hükümetin kurulmasına gelmiş bulunuyor. Halkçı Demokratik Hareket (MPD), bu talebi, “halkın tüm kesimlerini temsil eden ve onun istemlerini gerçekleştirmeyi kendisine program yapan bir hükümetin kurulması” şeklinde ifade etmiş bulunuyor.
Ekvador, tüm yarı kıta çapında olup bitenlerin bir prototipi durumundadır. Öteki ülkelerdeki kaynaşmalar, ondan geri kalır değildir.

BÜTÜN LATİN AMERİKA MÜCADELE ALANI
Latin Amerika, ulusal ve sınıfsal mücadelelerin yoğun ve yaygın olarak yaşandığı bir bölgedir. İşçilerin ve emekçi halkların kısmi ya da toplu mücadele içerisinde olmadıkları hiçbir bölge ülkesi yoktur neredeyse.
Bu mücadeleler, neoliberal politikalara, emperyalist bağımlılığa karşı sürdürülüyor. Artan sömürüye, derinleşen krize, emperyalist kurumların müdahalelerine karşı yürütülüyor.
Arjantin’den Meksika’ya ve Orta Amerika ve Karayipler’e kadar, tüm Güney Amerika, benzer sorunları ve benzer bir süreci yaşıyor. Emperyalist sömürü ve baskı; yoksulluğun artmasına, işsizliğe, güvencesizliğe, çöken bir sistemin neden olduğu tüm ahlaki moral kokuşmuşluğa, artan dış borçlara, “yeniden yapılandırma planları”na, kamu işletmelerinin ve sosyal sigortanın özelleştirilmesine neden oluyor.
Dolayısıyla, şehir ve kır emekçileri de kıta çapında, bu duruma tepki gösteriyor, öfkelerini çeşitli biçimlerde ifade ediyorlar. Tekelci kapitalizmin hizmetindeki uluslararası kuruluşların dayattıkları “yeniden yapılanma” planları ve yolsuzluk, çürüme; neoliberalizme karşı güçlü kitlesel mücadelelere yol açtı. Toplumsal değişim isteği daha güçlü olarak ifade edildi. Anti-oligarşik, demokratik, sol ve devrimci güçler, gösterilere, grev ve eylemlere, halk isyanlarına ve hatta silahlı mücadelelere önderlik ettiler.
Kolombiya’da emperyalizm işbirlikçisi devletin ordusu ve milisleriyle, esas olarak köylülüğe ve köylü gençliğe dayanan gerilla hareketleri arasındaki silahlı savaş, elli yıldır sürüyor. Bir taraftan da, giderek bir kördüğüme dönüşen ve emekçi halk saflarında umutsuzluk eğilimlerinin ortaya çıkmasına, silahlı grupların saflarında yozlaşmaya sebep olan, gericiliğin aralıksız sosyal siyasal saldırıları için meşruiyet kılıfı olarak kullandığı bu girdaptan çıkış yolu arayışları da sürüyor. Onun yerine, işçilerin köylülerin, gençliğin ve öteki emekçi tabakaların kitlesel mücadeleleri, kendi mecrasında ve bir başka coşkuyla uç veriyor. Özgür bir Kolombiya için ve emperyalist müdahalelere karşı emekçi halk muhalefeti gelişiyor. İçerisinde sendikaların, köylü ve gençlik örgütlerinin, semt koordinasyonlarının yer aldığı birleşik halk cephesi tarzında mücadele örgütleri kuruluyor.
Venezuela’da halkın oylarıyla işbaşına gelmiş olan Chavez hükümeti, emperyalist müdahalelere ve gericiliğin tüm çabasına rağmen ayakta kalmayı bildi. Başvurulan her halk oylaması, Chavez’e olan desteğin artarak devam ettiğini gösterdi. Chavez yönetimi, emperyalizme ve oligarşiye karşı direnmeye devam etti, ulusal egemenliği savunan yurtsever bir tutum takındı ve önceki hükümetlerin hiç kulak asmadıkları bazı emekçi halk taleplerine olumlu yönde yanıt verdi. Eğitim, sağlık alanında ilerlemeler kaydetti, en yoksullara maddi destek temin etti, toprak reformu doğrultusunda adımlar attı. Geçen yılın Ekim ayında yapılan bölgesel seçimlerde, Chavez’ciler, 22 bölgenin 20’sini ve Başkent Caracas belediye başkanlığını kazandılar. Girdiği her seçimden büyük bir yenilgiyle çıkmış olan emperyalizm işbirlikçisi gerici muhalefet, şimdi artık başsız kalmıştır. Son seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar, hem emperyalizm ve hem de tüm güçlerini ortaya koyan basın-medya organlarının tüm imkanlarına sahip olan gerici muhalefet için de bir yenilgidir. Emekçi halkın istemlerine sahip çıkan, taleplerine de az çok yanıt veren Chavez yandaşları için de büyük bir başarı olmuştur.
Arjantin halkı, 2001 yılında, De la Rua hükümetinin neoliberal açlık ve sefalet saçan politikasına karşı, “argentinazo” ayaklanmasına girişti. Arjantin gibi zengin kaynaklara ve küçümsenmeyecek bir sanayi temeline sahip bir ülke, yıllarca IMF’nin kobayı olarak kullanıldıktan sonra, iflas ilan etme noktasına gelmişti. İşçiler, işsizler, yoksul semtlerin açları, gençler ve hatta krizden büyük ölçüde zarar gören orta tabakalar, isyanlarıyla, tüm gericileri şaşkına çevirdiler. Hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Kısa bir süre içerisinde birkaç tane hükümet değişti. Peroncu Kirchner, bu hareketin coşkusuna yaslanarak iktidara geldi ve bazı konularda adımlar atmak zorunda kaldı. Şimdi, iki taraf da, biraz soluklanma evresindedir. Arjantin, dipten gelen güçlü halk hareketlerine gebe bir ülke olmaya devam ediyor.
Yarı kıtadaki bir başka önemli gelişme ise, Brezilya’da, ABD emperyalizminin ve oligarşinin manevralarına rağmen, Lula da Silva’yı işbaşına getiren güçlü halk hareketidir. Değişim isteğini ve demokratik taleplerini hâlâ gündemde ve canlı tutan bu hareket, Latin Amerika’nın bugünkü toplumsal koşullarında önemli bir yer tutmaktadır.
Lula hükümeti iki çizgi arasında bulunmaktadır. Bir taraftan, Brezilya büyük burjuvazisi ve emperyalizm alanını genişletirken, öte tarafta da, işçi ve halk hareketi Lula’dan, tutarlı olmasını, verdiği sözlere bağlı kalmasını talep etmektedir. Geçen haftalarda topraksız köylülerin, başkent Brasilia’ya kadar yaptıkları yürüyüş, bu bakımdan anlamlı idi. Milyonlarca evsiz ve topraksız insanı temsilen başkente yürüyen 15 bin kadar emekçi, Lula’dan verdiği söze sadık kalmasını talep ettiler. Aksi takdirde, ülke çapında toprak işgallerine yeniden girişeceklerini ilan ettiler.
Topraksızlar hareketi ve komünist kollektiflerin, ileri emekçi örgütlerinin etkili olduğu bölgelerde, geçen yılın Ekim ayında yapılan seçimlerin sonuçları da benzer mesajlar vermişti. Seçimlerde 5562 belediyeden 3123’ünü hükümeti destekleyen partiler kazandılar. Toplam oyların % 64’ünü elde eden bu partiler, 26 eyalet başkentinden 20’sini de kazandılar. Ama Lula’nın partisi PT (Emekçiler Partisi), Porto Allegre ve Sao Paulo gibi iki büyük ve önemli kenti ve sol muhalefetin güçlü olduğu birçok yerleşim birimini kaybetti.
PT’nin, IMF diktelerini aşmayan çizgisi eleştirildi ve sandıkta cezalandırıldı. Ama halk, hâlâ umudunu yitirmiş değildir. Şimdilik Lula’nın iktidarına karşı açık mücadele yerine, onu, verdiği sözlere sahip çıkmaya davet eden bir mücadele çizgisi egemendir. Devamı, izlenip görülecek.
Şili’de yıllarca süren faşist karanlığın hesabı, yavaş yavaş sorulmaya başlanıyor. Pinochet askeri diktatörlüğünden sonra, “yumuşak geçiş” gerçekleştirme göreviyle işbaşına gelen Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratların yarattıkları hayal kırıklığına karşı tepki giderek büyüyor.
Demokratik Sosyal İktidar Hareketi (PODEMOS), ilk ulusal kurultayını 2004 yılı Haziran ayında gerçekleştirdi. PODEMOS içerisinde, Şili Komünist Partisi, MIR, Manuel Rodriquez Hareketi, Şili Komünist Partisi-Proleter Eylem, Sosyalist Alternatif gibi çok sayıda örgüt yeralıyor. PODEMOS, hem faşizan sağ eğilimli Alianza (ittifak) grubuna, hem de Sosyalist Parti, Hristiyan Demokratlar ve diktatörlük döneminin suçları üzerine sünger çekmek isteyen Concertacion (uzlaşma) grubuna karşı, sol ve demokratik güçlerin cephesi olarak kuruldu. Ve katıldığı ilk seçimlerde oyların yaklaşık %10’unu toplayarak, üçüncü politik güç haline geldi.

BOLİVYA: “AYAĞA KALK VE ASLA DİZ ÇÖKME!”
Bolivya’daki halk hareketleri esnasında, en çok atılan slogan bu. Bolivya, 1985’ten itibaren büyük bir özelleştirme, işten atma ve saldırı dalgasının yürürlüğe konduğu bir ülke. Bir önceki dönemde, askeri cuntalar vasıtasıyla halk hareketi ve sol zaten ezilmiş bulunuyordu. Sol adına hareket eden sözde sosyal demokratlar ise, neoliberal politikaların yürütücüleri oldular.
Ülke, uzun yıllar boyunca, tam anlamıyla yağmalanıp ezildi. 8 milyonluk nüfusun önemli bir kısmı yoksulluk içerisinde yaşıyor; kırlık bölgelerde köylüler günde 1 Bolivano (10 cents) gelir ile geçimlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Kişi başına milli gelir, 20 yılda, 940 dolardan 960 dolara çıkmış. Ülkenin 5.5 milyar dolar dış borcu var ve milli gelirinin % 30’u dış borç ödemelerine gidiyor.
80’li yıllardaki özelleştirme dalgası sırasında, tüm devlet işletmeleri, petrol-gaz işletmesi, madenler vb. özelleştirilmiş; 25 bin madenci sokağa atılmıştı. Ve ardından, özelleştirme vurgununu organize eden çete, bu kez de devletin başına geçmişti. Ekim 2003’deki halk hareketi ile ülkeden kovulan ve doğruca ABD’ye giderek efendilerine sığınan Sanchez de Lozada, özelleştirme mafyasının da başını çekmişti.
Bu arada yoksul halkın, köylülerin, yerli kızılderililerin saflarından doğan ve ona dayanan yeni bir sol hareket ortaya çıkıyor. 2000 yılı Nisan ayında, Başkent La Paz ve öteki bazı büyük kentlerin içme suyu tesislerini işleten ABD tekeli Betchel’e karşı isyan, yeni bir başlangıç teşkil ediyor ve Betchel tekeli, halkın mücadelesiyle ülkeden kovuluyor. Halk yeniden, kendi gücüne güven duymaya ve örgütlenmeye başlıyor. Atalarının sömürgecilere karşı isyan geleneğini hatırlayan, ondan beslenen ve esas olarak da şehir yoksulları ve yerli kızılderili köylülere dayanan hareket, kendine özgü mücadele yöntemleri de geliştiriyor: Açlık grevleri, şehirlerin kuşatılması ve işgali, isyan…
2002 yılı Haziran ayında yapılan seçimlere, bu yoksul halkın adayı olarak katılan yerli lider Evo Morales, oyların % 20.5’unu alarak ikinci oldu. Sanchez de Lozada ise, % 22 oyla cumhurbaşkanı seçildi.
Bu seçimlerde, Evo Morales’in liderliğini yaptığı Sosyalizme Doğru Hareketi (MAS) ve yerli kızılderili hareketi Pachacuti (MIP), parlamentoya 41 temsilci gönderdiler. Parlamento, ilk defa, yerlilerin dilleri ile konuşma ve tartışma yapmasını kabul etmek zorunda kaldı. (Türkiye parlamentosunda kürtçe konuşulmaya ve tartışılmaya başlanması gibi birşey bu.)
2003 yılı Ekim ayında Bolivya Petrol ve gazını işleten konsorsiyum (Repsol, YPF, British Energy ve Panamercan Energy’den oluşuyor), doğal gazın ABD’ye satılmasını neredeyse mecbur kılan girişimde bulununca, halk hareketi de buna karşı, “gaz savaşları”nı başlattı. Ülke çapında bir halk isyanı yaşandı, olaylarda 100’den fazla kişi öldü, 500’den fazlası da yaralandı. İsyanın hedefi durumuna gelen cumhurbaşkanı Sanchez de Lozada, ülkeyi terkedip, ABD’ye, efendilerinin yanına sığındı.
MAS, bu dönemde, hareketin dinamiklerine yaslanarak iktidara doğru ilerleyebilecekken, anayasal legaliteyi tercih etti ve bu durumda, Lozada’nın yerine, yardımcısı Carlos de Mesa geldi. Mesa, Lozada’nın saldırgan üslubunu terketmekle birlikte, neoliberal politikasını devam ettirdi.
Üstelik, 2003’deki bu gelişme, muhalefet içerisinde çatlaklara yolaçtı. Evo Morales’in uzlaşmacı anayasal meşruiyet çizgisine tepki gösteren işçi sendikası COB ve Tarım işçileri sendikası CSUTCB, Morales’le yollarını ayırdılar, onu ihanetle itham ettiler.
Ama Bolivya halkının talepleri de ortadan kalkmış, mücadele isteği de azalmış değil. Son olarak, bu yılın Ocak ayında, bu kez de, içme suyu şebekesi işleten Fransız tekeli Suez, bir halk hareketi ile Bolivya’dan kovuldu.
Şimdi, bu yaz aylarında, yerel ve bölgesel seçimler var. 2007’de ise, cumhurbaşkanlığı seçimleri. Morales kendi stratejisine uygun davranıyor. Bakalım halk sabredecek mi?

URUGUAY: 150 YILLIK TAHTEREVALLİ SONA ERDİ
31 Ekim 2004’de yapılan seçimlerin daha ilk turunda oyların yüzde ellisinden fazlasını alan Sosyalist Tabare Vazquez, devlet başkanlığına seçildi. Parlamentodaki sandalyelerin çoğunluğunu da, kısa adı EP-FA olan Encuentro Progresista-Frente Amplio (İlerici Buluşma-Geniş Cephe) adayları kazandı. Böylece Uruguay’da, 150 yılı aşkın süredir, ilk defa oyun bozulmuş ve ilerici, halkçı bir aday seçimleri kazanmış oluyordu. Üstelik, on yıllardır tahterevalli usülü ile ülkeyi yöneten iki sistem partisi, ittifak yapmış olmalarına rağmen, ikinci tura bile kalmayı başaramadılar. Bu durum, halk saflarında sistem partilerine duyulan güvensizliği ve bıkkınlığı, bir an önce düzlüğe çıkıp biraz nefes alma isteğini, halkçı söylemlerle kampanya yürüten adaydan beklenti ve umudu vb., birçok şeyi aynı anda yansıtmaktaydı. Uruguay halkı, seçimlerden bir süre önce de, uluslararası tekeller ve Dünya Bankası’nın, işbirlikçi gericiliğin tüm çabalarına karşın, referendumda suyun özelleştirilmesine karşı oy kullanmış ve öteki Latin Amerika ülkelerine örnek teşkil etmişti.
Emperyalizmin ve işbirlikçi oligarşinin onyıllardır durmadan yağmaladığı Uruguay, 1999’dan itibaren ise, komşu Arjantin’de olduğu gibi, birkaç yıla yayılan derin bir ekonomik kriz döneminden geçti. 1998’de milli gelirin % 34’ünü oluşturan kamu borçları, 2002’de % 93 düzeyine yükseldi. Aynı dönemde, milli gelir, % 17.5 oranında geriledi. Tüketim % 20.2, ihracat % 19.8, ithalat % 37.3, yatırımlar % 50.9 oranında azaldı. Enflasyon % 30’ları aşkın düzeyde gerçekleşti. 1998-2004 arası dönemde, reel ücretler % 23 oranında düştü. İşsizlik, 1998’de % 10 iken, 2003’de % 17’ye çıktı. Düşük ücretle yarım gün çalıştırılanların oranı % 20’den, % 44.6’ya yükseldi. 2003 verilerine göre, Uruguaylıların % 41’i (18 yaşından küçüklerin % 60’ı) yoksuldur. Aktif nüfusun % 40’ının herhangi bir sosyal güvencesi yoktur.
İşte bu vahim ekonomik tablo, uzun bir süredir tabandan örülüp gelişen bir örgütlenme ile birleşince, seçimlerdeki bilinen sonucun ortaya çıkması mümkün oldu.

TABANDAN ÖRGÜTLENEREK GELİŞEN BİR HAREKET
Ekim 2004 seçimlerini kazanan Frente Amplio (Geniş Cephe), 1971 yılında, yurtsever bir asker olan Genereal Liber Seregni liderliğinde ve birçok çevrenin katılımı ile kuruluyor. Hıristiyan Demokrat Parti’den, Komünist Parti’ye, Sosyalistlerden küçük Troçkist gruplara kadar geniş bir çevrenin içinde yeraldığı Geniş Cephe, başından itibaren, bir örgütler birleşmesi (kaynaşması) değil, ittifakı olarak planlanmış. Kuruluş programında, toprak reformu, bankaların ve büyük sanayi kuruluşlarının, dış ticaretin millileştirilmesi, ulusal bir sanayi politikası izlenmesi, uluslararası politikada “kendi kaderini tayin ve müdahale etmeme” tutumuna uygun davranılması, yoksul halkın sağlık, eğitim, konut sorunlarının çözülmesi vb. gibi konulara yer veren Cephe, 1971 seçimlerinde % 18.6 oranında oy almış.
1973’deki askeri darbenin hedeflerinden biri olan Geniş Cephe’nin yönetimi ve militanları ağır baskılara maruz kalmışlar. Cephe’nin başkanı General Seregni, bütün askeri yönetim dönemi boyunca, 11 sene hapis yatmış. 1984’de, cunta döneminin ardından yapılan ilk seçimlerde ise, % 22.1 oranında oy almış.
1980’li yıllar, hem Uruguay’daki politik gelişmeler ve hem de Geniş Cephe’nin bileşimi bakımından önemli yeniliklerin yaşandığı bir dönemdir. Önceki dönemde, uzun yıllar boyunca silahlı gerilla savaşı yürüten Tupamaros gerilla hareketi, bu yıllardan itibaren politika ve yöntem değiştirerek, açık politik mücadele yürütmeye karar verdi. Eski Tupamaros gerillalarının kurduğu Halkçı Katılım Hareketi (Movimiento de Participacion Popular), Geniş Cephe’nin en büyük gücü durumuna geldi. Eski gerilla liderleri, senatör Jose Mujica ile milletvekili ve şimdiki meclis başkanı Nora Castro, Geniş Cephe’nin önde gelen iki lideri durumundalar.
Geniş Cephe içerisinde, şu anda, ulusal düzeyde örgütlenmesi olan 19 parti ve örgüt ile yerel düzeyde örgütlü onlarca grup ve komite yeralıyor.
Devlet Başkanlığına seçilen sosyalist eğilimli Tabare Vazquez ise, bütün bu parti ve grupların, ismi üzerinde mutabakat sağladıkları hakem rolünde bulunuyor. 1989 yılında Başkent Montevideo’nun belediye başkanlığına seçilen Vazquez, 1994 seçimlerinde % 31.8, 1999 seçimlerinde de % 40 oranında oy toplamıştı. Ve eğer bu kez de seçimleri yitirirse, politikayı bırakacağını açıklamıştı.
Tabare Vazquez yönetimi, işe, “acil sosyal plan kararnamesi”ni ilan ederek başladı. Böylece, emekçi halka yönelik seçim vaadlerinin bir kısmının yerine getirilmesi planlanıyor. Ama, kararnamenin öngördüğü işlerin finansmanının nasıl saglanacağı, bir sorun olarak ortada duruyor. Zira Vazquez, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve uluslararası finans çevrelerinin şimşeklerini üzerine çekmemek ve daha baştan itibaren vetolarına muhatap olmamak için, başkan yardımcılığına, finans çevrelerinin güvendikleri bir isim olan Danilo Astori’yi getirdi. Astori, seçimlerden önce Washington’a giderek, borçların ödeneceğine ve önceden imzalanan anlaşmalara uyulacağına dair güvence verdi.
Şimdi, Tabare Vazquez yönetimi, “iki cami arasında” bulunmaktadır. Bir tarafta, kendisine destek verip yönetime getiren emekçi halk kitlelerinin yüz yıllık özlemlerini ifade eden talepler var. Kendi programına az çok sadık kalmak var. Ortaklarının ve en başta da Geniş Cephe’nin % 20’sini temsil eden eski Tupamaros’ların baskısı var. Önceden ilan edildiği gibi, Küba ile normal ilişkilere girerek, emperyalizmle yolları bu bakımdan ayırma var. Öteki bölge ülkeleri (Şili, Arjantin ve Brezilya) ile, bölgesel ekonomik ittifak olan Mercosur çerçevesinde yakın ilişkilere girerek, ulusal ve bölgesel çıkarlara az çok uygun bir politika izlemek var… Bir de, seçim vaadlerini, programını, kendi geçmişini tümden unutarak, emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarına dokunmamak ve hatta iktidar aşkına, onlara sessizce boyun eğmek var.
Uruguay’da, bu her iki yol da mümkündür. Seçim kazanan ittifakın içinde, IMF’nin güvendiği adamlar ile Teçaco’nun eski genel müdürleri de var, eski silahlı gerilla hareketinin liderleri, sendikacılar, kitle hareketi militanları da. Geniş Cephe’nin en büyük güvencesi ise, şimdiye kadarki halkçı örgütlenme modelidir. Hareket, çok yaygın bir şekilde, mahallelerde “taban komiteleri” şeklinde örgütlenmiş bulunuyor. Bu komitelerin ve Cephe’ye açık destek vermiş olan sendika konfederasyonu PIT-CNT’nin, sapma ve halkın istemlerinden uzaklaşmaları frenleyecek bir etkisinin olması bekleniyor.
Tabare Vazquez ve Geniş Cephe, emekçilerin özlemlerine yanıt veren halkçı bir politika izledikleri sürece, tabii ki, emperyalizmin, oligarşinin ve uluslararası finans çevrelerinin saldırı ve sarsma girişimlerine maruz kalacaklar; ama Venezuela örneğinde olduğu gibi, halkın desteğiyle direnme ve ilerleme imkanlarına da sahip olacaklardır.        

YENİ DALGA DİPTEN GELİYOR
Latin Amerika, son elli yılda, hem emperyalizmin bağımlı ülkelere ve ezilen uluslara karşı politikaları bakımından, hem de günahı ve sevabıyla ezilen emekçi halkın ve gençliğin anti-emperyalist mücadelesi ve direnişi bakımından, bir nevi laboratuvar görevi gördü. Bu yarı kıta, Yanki emperyalizminin sınır tanımaz zorbalığını, işgalleri, darbeleri, anti-demokratik baskıcı rejimleri yaşadığı gibi, anti-emperyalist güçlerin ve gençliğin muzaffer devrim yürüyüşlerine de tanık oldu.
Mücadele ve örgüt biçimleri, taktikleri bakımından; koyu karanlık ve gericilik yıllarının zorunlu kıldığı asgari ayakta kalma biçimleriyle yetindiği gibi, devrimle veya bazen seçimle, ülkenin kaderini elinde tutacak pozisyonlar da elde etti.
Örneğin, bir önceki dönemde, 70’li, 80’li yıllarda, yarı kıtanın hemen tüm ülkelerinde silahlı gerilla hareketleri gündemde iken, bugün bu tür mücadele, sadece Kolombiya’da ve bilinen zorluklarıyla, hâlâ varlığını devam ettiriyor.
Latin Amerika ülkeleri, 90’lı yıllar boyunca uzun bir gerileme ve anti-komünist dalganın zirvesine çıktığı, emekçi halk saflarında umutsuzluğun, sol saflarında sapmaların etkin olduğu bir dönemi yaşadı. Şimdi, son birkaç yıldır başlayan ve gelişen yeni dalga, geçmiş dönemlerin tüm tecrübelerine de sahip olarak ilerleyen ve dipten gelen daha kapsamlı bir dalgadır.
Bir kere, Latin Amerika, yoksul ve yorgundur. İliklerine kadar sömürülmüş, tahkir edilmiş ve onuru ayaklar altına alınmıştır. Latin Amerika’da 400 milyon nüfusun 200 milyonu yoksulluk koşullarında yaşıyor.
Ama, emperyalizme karşı kuvvetli bir nefret vardır. Halk ve gençlik, sonuna kadar anti-emperyalist (anti-Amerikan)dır. ABD’nin tüm kıtaya dayattıgı Serbest Ticaret Bölgesi (ALCA) projesi, esas olarak, halkların anti-emperyalist mücadelesi nedeniyle kadük duruma düşmüştür. Brezilya başta olmak üzere, kıtanın birçok ülkesi, böyle bir pakta imza atmayacaklarını belli etmişlerdir. Şimdi, onun yerine, tek tek ülkelerle TLC’ler (serbest ticaret anlaşmaları) imzalanması dayatılmaktadır. Amerikan emperyalizminin bölge ülkelerini daha engelsiz ve serbestçe yağmalamasının yolunu açacak olan bu anlaşmalara karşı da, güçlü kitlesel bir hareket vardır kıta çapında. Emekçi halk kitleleri ve hatta çoğu kez orta tabakalar ve varolduğu kadarıyla ulusal burjuva kesimler, emperyalizmin talanı karşısında, ulusal çıkarları ifade eden ekonomik önlemleri ve ülkenin bağımsızlığını daha çok talep eder hale gelmektedirler. Yani halk ve ezilen uluslar, gringoların şahsında, emperyalizme derin bir nefret beslemekte ve her fırsatta bunu ifade etmektedir.
Yine aynı şekilde, bu ülkelerde nöbetleşe olarak iktidarı paylaşan emperyalizm işbirlikçisi oligarşi partilerine de zerre kadar güven kalmamıştır. Burjuva devlet aygıtı, çoğu kez ordu kurumu da dahil olmak üzere, açıkça yozlaşmış ve çürümüştür.
Devrimci hareket, tüm yarı kıtada henüz güncel bir alternatif olmamakla birlikte, gelişmektedir. En önemlisi, dipten gelen halk muhalefeti, parti ayırımına fazla itibar etmeden, işin özüne bakmaktadır. Yani daha iyi bir yaşam, refah, özgürlük ve bağımsızlık talep etmektedir.
Seçimlerde, halkın bu istek ve özlemlerini dile getiren adayların destek görmesinin nedeni de budur. Chavez gibi bir burjuva yurtseverinin destek almasının, halkın desteğiyle ayakta kalabilmesinin sırrı da, buradadır. Küba devrimininki de öyle..
Halk, sözünden cayanları, vaadlerini unutanları da affetmiyor. Arjantin’de De la Rua, Peru’da Toledo, Ekvador’da Gutierrez, Brezilya’da Lula, Şili’de Lagos buna örnektir.
Latin Amerika, bütün bu badire ve deneylerden geçerek, adım adım doğru yola doğru ilerlemektedir. Hayal kırıklıkları da yaşanıyor ve yaşanacak. Bunun, yeniden sağa ve hatta aşırı sağa ve askeri darbe heveslilerine yaramaması önemlidir.
Şimdi, hayal kırıklığına uğrayanlar, daha sağa değil, çoğunlukla daha sola eğilim gösteriyorlar. Brezilya seçimlerinde, Lula yönetiminin tutarsızlıklarını mahkum etmek isteyenlerin, Porto Allegre’de ve bazı başka kentlerde olduğu gibi, halka daha yakın adaylara yönelmesi, buna örnektir. Devrimci işçi, emekçi partilerinin üzerinde duracakları zemini ve dikkatlerini yöneltecekleri yeri göstermesi bakımından önemlidir, bu durum.
Velhasıl, tüm Latin Amerika’da halk, çok değişik mücadele süreçlerinden geçerek, sokakta, grevde, cephede, sandık başında, ileriye doğru adımlar atıyor. Ve bu mücadele birikimlerinin hepsi, halkın eğitimine, deneyim kazanmasına ve giderek iktidarı değiştirme bilincinin yerleşmesine yol açmaktadır. Tabii ki, şu veya bu ülkede elde edilen seçim başarıları, henüz mücadelenin finali anlamına gelmemektedir. Final, eğer toplumda köklü bir degişiklikse, bunun yolu, kuşkusuz kapitalizmi ve işbirlikçilerini yıkmakla olacaktır. Latin Amerika, düşe kalka gerçek finale doğru gidilmekte olduğu ve karanlık gericilik yıllarının ebedi olmadığının somut bir örneğini bize sunmaktadır. Dünyanın krallığına soyunmuş haydut ABD emperyalizminin burnunun dibinde cereyan eden bu gelişmeler, dünyanın öteki kıta ve bölgelerinde aynı düşmanla karşı karşıya bulunan ve ona karşı mücadele eden ezilen uluslara ve emekçi halklara da güç katmakta, moral vermektedir.

PCOF röportaj

29 Mayıs’ta Fransa’da düzenlenen ve “Hayır” oylarının çoğunluğu elde ettiği Avrupa Anayasası referandumu, Fransa’da ve AB kurumlarında belirli bir krize yolaçtı. Ardından Hollanda seçmeninin de çoğunlukla “Hayır” oyu vermesi üzerine, Avrupa Birliği’nin geleceği sorunu tartışılmaya başlandı. Önümüzdeki dönemde de tartışılmaya devam edecek. Biz de, Fransa’daki kampanya boyunca aktif bir çalışma yürüten Fransa İşçileri Komünist Partisi (PCOF)’nin, kampanya çalışmaları, diğer güçlerle ittifakları, şimdiki durum ve gelecek üzerine değerlendirmelerini öğrenmek için kendileriyle söyleştik. Sorularımızı, PCOF ulusal sözcüsü ve La Forge dergisi yayın yönetmeni Christian Pierrel yanıtladı.
Rıza Saygılı

Christian Pierrel’le röportaj
fransa halkı neoliberalizmin fransız ve avrupalı versiyonlarını reddetti

Avrupa Anayasası ile ilgili referandum kampanyası dönemi, aynı zamanda toplumun tüm kesimleri arasında politikaya ilginin yeniden canlandığı bir dönem oldu. Sandık başına gidenlerin sayısında önemli bir artış olduğu gibi, tartışmalara, toplantılara, gösterilere katılan, taraf olanlar da arttı. Neye bağlıyorsunuz bu durumu? Bu referandumun taşıdığı özel bir anlam mı vardı?
– Önce, Fransız burjuvazisi için taşıdığı önemden başlayalım. Avrupa’nın öteki ülkelerinin çoğunda hükümetler, anayasa meselesini parlamentodaki oylamalarla halletme yolunu seçtikleri halde, Chirac’ın niçin böyle bir konuda bir referandum düzenleme riski altına girdiğini, Fransız burjuvazisinin böyle bir yola neden başvurduğunu birçok kişi merak ediyor.
Birçok faktör var burada. Başlangıçta, referendum yapılması kararı alındığı sıralarda, Chirac ve diğer yöneticiler, “anayasaya evet” sonucu çıkacağından emin görünüyorlardı. Chirac’ın hesabı şöyleydi: Sağın bir kesimi Avrupa konusunda oldukça çekimser olmasına rağmen, sonuçta yine kendisinin arkasında saf tutacaktı. (Nitekim büyük ölçüde öyle de oldu.) Sosyalist Parti “evet” çağrısı yapacak ve bu doğrultudaki çalışmanın önemli bir kısmını omuzlayacaktı. Ve emekçiler, sosyal hareketin bileşenleri de sandık başına gitmemeye devam edecekti. Yani hesap, Sosyalist Parti’nin aktif bir şekilde, sağın daha ölçülü bir tarzda “evet” kampanyası yürütmesi ve emekçilerin de sandık başına gitmemesi üzerine kurulmuştu. Zira son yıllarda, özellikle de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sandık başına gitmeme oranı bakımından rekor seviyelere ulaşılmıştı. Hareket zemini buydu.

2007’deki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri ile ilgili hesaplar da yok muydu işin içinde ?
– Hayır buraya kadar değil. Öncelikle Avrupa konusuydu sözkonusu olan. Ve Avrupa anayasasının da, az bir farkla da olsa, kesinlikle kabul edileceğine inanıyorlardı. Burada yaptıkları hata, emekçi kesimlerin Avrupa meselesine ilgisiz davranmalarından hareket etmekti. Halbuki, bu aynı kesimler içerisinde hükümetin politikalarına yönelik hoşnutsuzluk giderek artmaktaydı. Chirac, referandum kararını alırken bir müddet tereddüt etti, ama bir kere kararı aldıktan sonra da, artık geri adım atmanın imkanı yoktu.
Referandum yoluna iki nedenle başvuruldu. Birincisi; belirttiğim gibi, sonucun “evet” olacağına dair kesin bir güven vardı. İkincisi; Fransız burjuvazisi, Avrupa Birliği’nin kurucu temel direklerinden birisinde halkın onayını alarak, kendi projesine meşruiyet kazandırmak istiyordu. Başka herhangi bir Avrupa ülkesinde değil de, özellikle Fransa’da, referandumda alınan halk desteğiyle bu işin yapılması büyük bir önem taşıyordu.
Burjuvazi açısından bu anayasanın önemi nerede yatıyordu? Öncelikle, neoliberal politikayı, AB inşasının her alanına uygulanan anayasa hükmünde bir politika seviyesine çıkarmak esas hedefti. Bu anayasa, esasta tekellerin çıkarlarını ifade etmekteydi. Tekeller, anayasaya dayanarak, tüm Avrupa ülkelerinde kendilerinin çıkarlarını gözeten politikanın uygulanmasını garantiye almak istemektedirler. Meselenin özü burada yatmaktaydı ve tartışmanın esası da bu noktada yoğunlaştı zaten.

– Ama bu politikalar AB ülkelerinde zaten uygulanmıyor mu? AB üyesi ülkeler daha önceki dönemlerde de birçok anlaşmaya imza attılar ve halktan kayda değer bir tepki gelmedi veya tepkisini şimdiki gibi ifade edebileceği ortam doğmadı. Şimdi böylesine önemli bir tepki ifade etmesine yolaçan özel sebepler mi var?

– Emekçilerin neden daha çok ilgi gösterdikleri konusuna geçmeden önce, belirtmek gerekir ki, anayasa ile önceki anlaşmalar arasında bir nitelik farkı var. Avrupa Birliği’nin kuruluşundan bu yana imzalanan tüm anlaşmaların kapitalist emperyalist çıkarları gözettigi ve ona uygun olarak hazırlandıgı doğrudur. Ama örneğin Maastricht veya Amsterdam, Nice anlaşması ile anayasa arasında nitel bir sıçrama vardır. Anayasa, tüm toplumu biçimlendiren bir özellik taşıyor. Bir örnek vermek istiyorum: Anayasanın, ekonomik ve sosyal içerikli birinci ayağından sonraki ikinci esas ayağı, savunma politikaları üzerine olanıdır. Anayasanın bu bölümünde, açık olarak, tüm üye ülkelerin askeri kapasitelerini arttırma göreviyle yükümlü oldukları ve AB’nin, dünyanın her tarafına müdahale edebilecek bir askeri donanıma sahip olmasının zorunlu olduğu belirtiliyor. Burada sözkonusu olan şey, her burjuva anayasasında yeralan “vatanın savunulması” olayı değil, “AB’nin üstün çıkarlarının dünyanın dört bir yanında savunulması”dır. AB’nin üstün çıkarları denen şey ise, ekonomik çıkarlardır. Hammaddelere kolayca ulaşma, enerji kaynaklarından serbestçe ve rakipsiz yararlanma hakkıdır.
Maastricht, Amsterdam vb. gibi önceki anlaşmalar, tek tek ülkelerin ekonomilerini neoliberal kurallar çerçevesinde yeniden düzenlemenin anlaşmalarıydı. Anayasa ile ise, yeni bir aşamaya, politik bir çerçeveye ulaşılmak istenmektedir. Bu politik çerçeve ise, tüm AB ülkelerinde geçerli olacaktır. Anayasanın bizat kendisinde, Avrupa hukukunun tek tek ulusal hukuklar üzerindeki üstünlüğü açıkça ilan edilmektedir. Ekonomik ve sosyal tercihler, serbest rekabetin garantiye alınması ve uluslararası politika konuları, AB’nin karar alanına girmekte ve ulusal hükümetlerin üzerinde bir yere oturmaktadır.
Dolayısıyla, değişen birşeyin olmadığını, anayasada yeralan konuların zaten değişik anlaşmalarla yürürlükte olduğunu sanmak yanlıştır. Eğer kabul edilseydi, anayasada yeralan tüm anti demokratik saldırı formülasyonları anayasa hükmüne kavuşacaktı. Bu, özellikle Fransa gibi, anayasa meselelerinin tarihsel bir önem ve anlam taşıdığı politik bir gelenekten gelen bir ülkede çok hassas bir konudur. Fransa’da yürütülen büyük sosyal ve siyasal mücadeleler, her dönemde anayasal düzeyde de karşılığını bulmuş, onun üzerinde etkili olmuştur.
1945’de faşizmin yenilmesinden sonra yürürlüğe giren anayasa, güçler dengesine etki etme imkanı bulan işçi ve emekçiler için önemli birçok ilerlemeyi içermekteydi. Burjuvazi bu durumu asla hazmetmedi ve ilk fırsatta, 1958’de De Gaulle eliyle, beşinci Cumhuriyet anayasasını yürürlüğe sokarak, birçok hakkı geri aldı. Fransa’daki son anayasa kapışması, bu vesileyle, 1958’de yaşanmıştı ve o zamanın fotoğraflarına bakıldığında, gösterilerde, şimdiki gibi, üzerinde “non” yazan dövizler taşındığı görülecektir.

– Yani emekçi kitlelerin bu referandumda tamamen bilinçli bir oy kullandıklarını, anayasa metni içerisinde yeralan konuları inceleyerek ona göre tutum takındıklarını mı söylemek istiyorsunuz?
– Ulusal ve uluslararası planda tehlikeli bir faşistleştirme süreci yaşanıyor. Bu süreç, Avrupa’da, bu anayasa vasıtasıyla derinleştirilmek isteniyor. Peki bu durum, emekçi halk kitleleri tarafından ne kadar bilince çıkarılıyor? İşçi ve halk hareketi, anayasanın bu bakımdan taşıdığı tehlikenin bilincinde miydi? Sorun bu..
Buradan, bu anayasaya ilerici ve halkçı bir temelde “hayır” kampanyasının nasıl organize edildiğine geçebiliriz. İki aşamadan sözetmek gerekiyor. Başlangıçta, partimizin de kendi imkan ve gücüyle içerisinde yeraldığı anlama, açıklama, bilgilendirme süreci yaşandı. ATTAC vb. gibi kitlesel halk eğitim kuruluşları, bu bakımdan önemli bir görev yerine getirdiler. Anayasa metninin her bir cümlesi ve paragrafı, maddesi tek tek ele alınıp eleştirildi, anlamı ortaya konulmaya çalışıldı. Bu, aslında, sonraki hareketin üzerinde yükseldiği zemini hazırladı. “Anayasaya hayır” hareketi, baştan itibaren ikna edici argümanlarla donanmıştı ve itiraz, gelip geçici konularda değil, esasa ilişkin meselelerde odaklanmıştı. Yani baştan itibaren, önce dar bir çevrede, sonra ise giderek genişleyen çevrelerde bilinçli bir karşı çıkış oldu. Anayasanın tehlikeli bir içeriğe sahip olduğu anlaşılarak, karşı çıkıldı. Tartışmalar yoğunlaşıp derinleştikçe, metnin tehlikeli özü daha çok meydana çıktı. Dolayısıyla bu araştırma, açıklama ve anlatma işi, zor ve önemli bir işti. 450 kadar madde, ekler ve üstelik de anlaşılması zor formülasyonlarla doldurulmuş bir metni, halk kitleleri için anlaşılır hale getirmek, yoğun ve yararlı bir çalışma idi.
Bu arada şunu belirtmek gerekir ki, anayasa metni aylarca kamuoyundan gizli tutuldu. Bu da, metnin içeriğine ilişkin kaygıların güçlenmesine sebep oldu. Aslında referanduma sunulacak metnin içerisinde, şimdiki metnin 3. bölümü yeralmıyordu. Buna sadece bir gönderme yapılıyor ve zaten kabul edilmiş olduğu varsayılıyordu. Metnin içeriğini anlamaya çalışanlar, uzun bir süre internet üzerinde ve öteki kaynaklardan, bu üçüncü bölümün ne olduğunu anlamaya çalıştılar.

İspanya referandumu yapıldığında, seçmenlerin bu üçüncü bölümden haberdar olmadıkları ve okumadıkları bir anayasayı onayladıkları belirtiliyor.
-Evet, İspanya’da seçmenlerin ezici bir kesiminin hiç anayasa metnini görmeden oy vermeye zorlandıkları doğrudur. Yani bu, hem tehlikeli bir metin, hem de onu hazırlayan ve oya sunanlar, manipülasyonlar yapıp yalana başvuruyorlar.
Halk hareketine gelince.. Zaten, yürürlüğe soktukları neoliberal reformlardan dolayı, Chirac-Raffarin hükümetine karşı genel bir hoşnutsuzluk vardı. Grevler, genel eylem günleri, büyük mitingler vasıtasıyla kendini ifade eden güçlü bir hareket sözkonusuydu.
Kampanya işte bu iki temel üzerine oturdu. Anayasanın içeriğini, taşıdığı tehlikeleri ortaya koyan bir araştırma inceleme faaliyeti ile, zaten hoşnutsuzluk ve kaynaşma halindeki işçi ve emekçi hareketinin birleşmesi, yakınlaşmasından, bu büyük “hayır” hareketi doğdu. Sendikal politik cephede çalışma yürüten militanlar, komiteler ve kollektifler şeklinde örgütlendiler. Bu kollektiflerin, anayasanın içeriği üzerine tartışmaları derinleştirmenin yanısıra en önemli görevleri, “hayır” sonucu çıkabileceğine inanç duymak ve bu doğrultuda bir çalışmayı tabanda örgütlemeye karar vermeleridir. Yani fabrikalarda, işyerlerinde, semtlerde somut bir çalışma yürütmek ve buraların emekçilerini, sandık başına giderek “hayır” demeye ikna etmek gerekmekteydi. Bu, çok önemli bir karar ve tercihti. Zira, kazanmanın önündeki en önemli engel, pasif tepki ve sandık başına gitmeme durumu olabilirdi.

Kampanya boyunca ülke çapında 1000 kadar komite kurulduğu belirtiliyor. Bu komite ve kollektifler nasıl kuruldu? Bunların öncülüğünü ve çağrısını kim yaptı?
– Kampanyanın sonlarına gelindiğinde, dediğiniz rakama ulaşılmıştı. Önce, aralarında Fransız Komünist Partisi (FKP), Devrimci Komünist Liga (LCR), Yeşiller Partisi ile Sosyalist Parti’nin muhalif kesimleri, Köylü Konfederasyonu gibi siyasal ve sendikal çavrelerin desteklediği ve adına “200’ler çağrısı” denen bir çağrı yapıldı. Neoliberal anayasaya “hayır” oyu verilmesi çağrısı yapan bu metin, bu komiteler için bir nevi platform görevi gördü. Partimiz, faaliyet yürüttüğü her alanda, bu komitelerin içerisinde yeraldı.

Bu konuya girmişken, partinizin bu kampanya boyunca yürüttüğü çalışmadan da biraz söz eder misiniz? Hedefleriniz neydi, nasıl ve hangi yöntemlerle yürüttünüz çalışmanızı?
– Partimiz kuruluşundan bu yana, Avrupa inşası ile ilgili meselelere özel bir önem verdi. İnşa edilmekte olan Avrupa’nın gerici ve emperyalist karakterde olduğunu her zaman belirttik. Avrupa ile ilgili tutumumuzun temelinde bu tespit yatmaktadır. Zaten bu nedenle de, Maastrich referandumu sırasında da “hayır” oyu verilmesi çağrısında bulunmuştuk.
Anayasa meselesi gündeme geldiğinde, daha Fransa’da bir referandum yapılması kararı alınmamışken, biz, referandum yapılmasını ve muhtemel bir referandumda da “hayır” oyu verilmesi gerektiğini belirtmiş, tutumuzu böyle ilan etmiştik. Başka güçler de, aynı doğrultuda çağrı yaptılar. Sonra referanduma karar verilip de, sözünü ettiğimiz “200’ler çağrısı” yapıldığında, bir tercih yapmak gerekiyordu. Bu çağrı metninde, bizim de tümüyle paylaştığımız görüşler, neoliberalizm eleştirisi vb. olmakla birlikte, bir de, “başka bir Avrupa”, “sosyal Avrupa” vb. üzerine, bizim paylaşmadığımız görüş ve tahliller de yeralmaktaydı. Biz, kapitalist emperyalist bir Avrupa’nın aynı zamanda “sosyal”, “demokratik” vb. olamayacağını düşünüyoruz.

“Sosyal Avrupa” tezini ileri sürenler de, belirli bir değişimi önkoşul olarak ileri sürmüyorlar mı?
– Kapitalist emperyalist Avrupa’nın, daha sosyal ve demokratik içerikli başka bir yönelime girmesini beklemek bir illüzyondur. Burjuvazinin, ittifaklara girişerek ya da tek başına, dünya pazarlarında aslan payını elde etmek için mücadele içerisinde olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Avrupa Birliği inşası da bu mücadelenin unsur ve araçlarından birisidir. ABD, Japonya vb. büyük güçlere ve bloklara karşı mücadele çerçevesinde bir anlam taşımaktadır. Bu, Avrupa’nın kuruluşundan itibaren sahip olduğu, bugün ise daha çok berraklaşan hedefidir.
“Bir başka Avrupa” konusu, onu oluşturan devletlerin doğasından, karakterinden ve o ülkelerde devrimci sınıf mücadelesinin durumundan ayrı ele alınamaz. Bizce, mevcut emperyalist sistem içerisinde “bir başka” Avrupa’nın gerçekleştirilebileceğini söylemek, bir illüzyondur.
Peki böyle bir illüzyona sahip güçlerle birlikte olunmaz mı, ya da bu durum, birlikte mücadele örgütlemenin engeli olabilir mi? Bizce hayır. Tabii ki, illüzyon yayan fikirleri eleştireceğiz, ama bu, birlikte “neoliberal anayasaya hayır” kampanyası yürütmenin önünde engel olamazdı. Partimiz bu konuyu tartıştı ve bilinen tutumunu almayı irade birliğiyle kararlaştırdı.

Uzun yıllardan beri ilk defa, FKP, troçkistler vb. gibi reformist güçlerin dışında kalan solun bir bölümünün, böyle bir kampanyada ortak hareket ettiklerini gördük. Partiniz de bu konuda özel bir çaba sarfetti. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
– Partimizin asıl çalışması kollektifler içerisinde oldu. “Hayır”ın kazanması, bu kollektiflerin kurulmasına, iyi işlemesine ve emekçileri sandık başına gitmeye ikna etmesine bağlıydı. Parti, tek başına olsun, başka güçlerle birlikte olsun, bütün çalışmasını, referandumda “hayır”ın kazanması hedefine bağlayarak yürüttü. Birincil görev, emekçi saflarda sandığa gitmeme eğilimine karşı mücadele idi. Bu da, tabii ki, hükümetin politikalarına, anayasada ifadesini bulan neoliberal Avrupa politikalarına karşı bir mücadeleyi, bir aydınlatmayı zorunlu kılmaktaydı. Fransa hükümetinin hoşnutsuzluk ve öfke yaratan politikaları ile Avrupa politikaları arasındaki ilişkinin anlaşılması ve tepkinin sistemin kendisine kanalize edilmesi önem taşıyordu. Bunun anlaşıldığı yerde, “anayasaya hayır” oyunun çıkması garanti edilmiş olacaktı.
Sözünü ettiğiniz öteki sol gruplarla işbirliğimize gelince, onlarla ortak buluşma noktası, neoliberal Avrupa’nın eleştirisi ya da anayasa metninin reddedilmesi sınırlarının ötesinde bir noktadır. Bu örgütlerle birlikte Paris’te 5 Mayıs’ta ortak bir toplantı düzenledik, bu toplantıya 15 kadar yerli ve yabancı örgüt destek verdi. Bu toplantının ayırdedici özelliği, enternasyonalist karakteri idi. Diğerlerinin yanısıra, Afrika’dan partiler ve EMEP de destek verdi. Hem bileşimi, hem de içeriği itibarıyla enternasyonalist bir toplantıydı bu. Burada, bu neoliberal anayasa karşı olunduğu kadar, halkların dayanışmasından yana olunduğu mesajı da verildi.
Afrika’dan, Avrupa’dan, Türkiye’den örgütlerin katıldığı ve destek verdiği bu toplantı, kampanya boyunca düzenlenen tek gerçek enternasyonalist girişimdi ve bir eksikliği tamamladı.

Bu toplantının ötesinde, ortak çalışmanın tümü hakkında bir değerlendirmeniz var mı? Önümüzdeki dönemde bu çalışmayı devam ettirme olanakları nelerdir?
– Değerlendirme süreci başladı. Tabii ki, anti emperyalist, anti tekel ve enternasyonalist bir odağın şekillenmeye başlaması bakımından olumlu bir gelişmedir. Şimdi bunu oluşturan güçlerin önündeki görev, katılabilecek öteki güçleri de içine çekerek, ileri adımlar atmaktır. Burada, kitlesel “hayır hareketi”nin dışına çıkmamak, ondan tecrit olmamak önem taşıyor. Aksine, içerisine daha çok nüfuz etmek ve hareketi ileriye çekecek bir perspektifle davranmak zorunludur.
Ortak çalışma, esas olarak, bu 5 Mayıs toplantısının hazırlanması çerçevesinde oldu. Onun ötesinde, bizim ve birlikte hareket ettiğimiz örgütlerin çalışma yürüttükleri alanlarda toplam 50 bini aşkın bildiri dağıtıldı, 1 Mayıs gösterilerine katılındı. Birlikte hareket eden örgütlerin tabanında bir yakınlaşma sağlandı ve ileride de ortak çalışmayı devam ettirme isteği yaratıldı.

– Referandumdan “hayır” oyu çıktı. Bu tabii ki, bu doğrultuda çalışma yürüten güçler ve genel olarak emekçi kitleler için bir başarıdır. Peki ama, şimdi ne olacak? Avrupa’da ve Fransa’da bir krizden sözediliyor. Sizce bir çıkış yolu bulabilecekler mi? Avrupa’yı ve Avrupa içerisinde Fransa’yı nasıl bir gelecek bekliyor?

– Olaya burjuvazinin cephesinden bakıldığında, mevcut neoliberal politikayı izlemek haricinde bir seçeneklerinin olmadığı görülüyor. Referandumdan çıkan sonuç, Avrupa Birliği’nin inşa felsefesini temelden değiştirecek bir anlam taşımıyor. Avrupa çapında kriz unsurlarının biriktiğini, AB’yi oluşturan Almanya, Fransa, İngiltere gibi büyük güçler arasında gerginlik olduğunu görüyoruz. Bir yeni güç paylaşımı kavgasının teşvik ettiği bu krizin nasıl gelişeceği ve nasıl aşılacağını tümüyle tahmin etmek zordur tabii ki. Zira bu kriz, emperyalist sistemin dünya çapındaki genel krizinden ayrı ele alınamaz.
Bu referandumda başarısızlığa uğrayan şey, neoliberal anayasayı halka yutturma girişimidir; bu, sonuçsuz kalmıştır. Fransa ve ardından Hollanda’da ortaya çıkan durum, bu anayasa projesinin öldüğü anlamına gelmektedir.

Bir süre için ara verme ve sonra yeniden aynı metni gündeme getirme ihtimali de var. Mesela Fransa’da yeniden aynı metin üzerinde bir oylama, referandum yapılabilir mi?
-Hayır, yanılıyor da olabilirim, ama bunu, çok zayıf bir ihtimal, hatta imkansız olarak görüyorum. Burada iki şeye dikkat etmek gerekiyor. Bir, hükümetler krize nasıl bir çözüm bulabileceklerdir, iki, halk hareketi hangi mecrada yürüyecektir. Bizim, ancak halk hareketinin gidişatı üzerinde bir etkimiz olabilir ve elimizden geldiğince bunu yapmaya çalışacağız. Öte yandan, işçi ve halk hareketinin tüm Avrupa ülkelerinde eşit seviyede seyretmediğini de hesaba katmak gerekir.
Burjuvazi, tabii ki, uzlaşmaya dayanan “çözümler” bulacaktır. Bulunan çözümlerin kalıcılığı, sürtüşme halindekilerin aralarındaki güç ilişkilerine bağlı olacaktır.
Fransa’da ise, burjuvazinin işi biraz daha zor ve karmaşıktır. Fransa’da iktidar tahterevallisinin iki temel partisi, yani Chirac’ın merkez sağ partisi ile Sosyalist Parti bu referandumda aynı tarafta yeraldılar ve yenildiler, kampanyadan zayıflayarak çıktılar.
Chirac’ın ve ülkeyi yönetenlerin referandum sonuçlarından doğru ders çıkarmadığı görülüyor. Sağ’da önemli bir liderlik çekişmesi var. İlk defa iki başbakanlı bir durum doğdu. Chirac, bölünmeyi durdurmak için, birbiriyle rekabet eden eğilimlerin ikisini de hükümete almak zorunda kaldı. Ne kadar süreceğini izleyip göreceğiz.

Yeni kurulan hükümeti, bir intikam ve savaş hükümeti olarak niteleyebilir miyiz?
– Hükümet programının aynı neoliberal çizgi üzerinde olduğu görüldü. Sağcı bir hükümetin bundan başka bir politika izlemesini beklemek de yanlıştır zaten. Çünkü bu, tekellerin politikasıdır. Sorun, bu politikanın nasıl hayata geçirileceği sorunudur. Bu bakımdan Sarkozy’nin hükümette yeralıyor olması, bir veridir. Sarkozy’nin açıkça neoliberal politikaların savunucusu olduğunu ve bunu uygulamak için şiddet de dahil her yola başvurmaktan yana olduğunu herkes biliyor.
Evet, bu, halka karşı saldırı politikası yürütecek bir savaş hükümetidir. Ama tek problem, karşısındaki halk hareketidir. Halk, sandıkta görüşünü ortaya koydu ve saldırıların devam etmesi halinde direnişe devam edecektir.

– Bu direniş eğilimi, şimdi referandumdan sonra da devam eder mi?

– Devam ediyor bile. İki örnek vereyim: Bretagne bölgesinde liman ve gemi işçilerinin eylemi oldu. Fransa ile İngiltere arasında ulaşım yapan şirket, İrlandalı işçileri işten atıp, yerine, çok düşük ücretle, Filipinlileri ve bazı Doğu Avrupa ülkelerinden gelen denizcileri işe aldı. Ve Roscof limanının tüm çalışanları, halkın da desteğini alarak, eyleme geçtiler. İşçileri kendi aralarında rekabete sürükleyen Avrupa direktiflerinin somut yansımasının işte bu olduğunu anladı ve anlattılar.
Daha dün demiryolu işçileri eylemdeydi. Yük taşıma işlemlerinin özel şirketlere devredilmesine karşı çıkan demiryolcular, raylara barikatlar kurdular.
Bu her iki örnekte görüldüğü gibi, dün “anayasaya hayır” oyu için kampanya yürütenler, bugün somut ekonomik ve sosyal talepleri için mücadele alanlarında buluşuyorlar. Referandum sürecinde oluşan “hayır hareketi”, sadece yarınki neoliberalizme değil, bugün bizzat kendisini etkileyen neoliberalizme de karşıdır ve ona karşı mücadele içerisindedir.
Biz bu hareketin devam etmesi, birleşik bir karakter kazanması için çaba sarfedeceğiz.

– Sonbahar aylarında güçlü bir hareket beklentisi var mı?
-Önceden tam olarak nasıl gelişeceğini söylemek mümkün değil. Şimdi gerçekleşen şey, neoliberalizmin ve onun uygulayıcılarının reddedilmiş olmasıdır. Şimdi ortak bir mücadele, başarı ve hatta bir zafer tecrübesine sahip bir sosyal, siyasal, kitlesel hareket var. Bu da, daha hızlı bir reaksiyon ve daha büyük çaplı bir seferber etme kapasitesine sahip bir hareketin varlığı anlamına gelir. Somut olarak nasıl gerçekleşeceğine ise, sabredip bakmak gerekir. Sonbahar tabii ki önemli. Çünkü, hükümetin kendisi de, zaten 100 gün müsade istedi ve bu süre sonbaharda doluyor. Bu dönemde, hükümetin programında yeralan ve en çok tepki toplayan özelleştirme vb. uygulamalar da yürürlüğe konacak. Bir nevi, sonbahara randevu veren hükümetin kendisidir.

– Bu referandumdan en zararlı çıkan güçlerden birisi de Sosyalist Parti oldu. Kampanya süreci ve sonuçlar, bu partideki bölünmeyi arttırdı. Sosyalist parti nereye gidiyor?
Sosyalist Parti’de ortaya çıkan bu kriz ve çatlama, solda yeni oluşumlara yolaçabilir mi? Almanya’da Lafontaine ile Gysi’nin başını çaktiği ve PDS ile yeni kurulan WASG partileri arasında bir yakınlaşma ve seçim ittifakı oluşuyor. Benzer bir girişim burada da eski sosyalist başbakan Laurent Fabius’un liderliğinde ve FKP’nin, LCR’nin, Köylü Konfederasyonu ve ATTAC’ın, Yeşiller ve Sosyalist Parti’nin bir bölümünün katılımı ile gerçekleşebilir mi?

-Üç şeyden sözetmek istiyorum. Birincisi, bu anayasaya karşı oluşan cephe içerisinde sadece bu güçler yok. Partimiz ve başka anti-tekel temelde mücadele yürüten güçler de var. Yani sorun, sadece büyük partiler arasındaki pazarlıklar sorunu değildir. Biz de bu panorama içerisinde yeralıyoruz. Başından beri yeraldık, bundan sonra da bulunmaya devam edeceğiz.
İkincisi, hareketin kendi gerçekliği ve kendi dinamikleridir. Onun üzerinden pazarlık yapacak olanların bu durumu hesaba katmaları gerekmektedir. Bu kitle hareketinin ortaya çıkardığı bir gerçek de, hareketin, partilerin kısa vadeli kombinezonlarında bir piyon olmak istemediğini ortaya koymasıdır. Bu, partilere karşı olunduğu anlamına gelmemekte, onun tarafından kullanılmaya karşı olmayı ifade etmektedir. Hareketin beklediği şey, bir nöbet değişimi değil, alternatif bir oluşum ve çizginin ortaya çıkmasıdır. Şimdi arayış bu yöndedir. 2007 seçimlerinde avantaj elde etmek için hareketi kullanmaya kalkışan herkes, hızla bu hareketin dışına düşecektir.
Üçüncü olarak da, bu kampanyanın ortaya çıkardığı dersleri iyi özümsemek gerekmektedir. Neoliberalizme karşı mücadelenin neden gerekli ve doğru bir şey olduğu ortaya yeniden ve yeniden konulmalı ve bu hareketin dinamiklerine dayanılarak gerçek bir alternatifin yaratılması için çalışılmalıdır.

Son bir soru da Türkiye üzerine sormak istiyorum. Referandum kampanyası boyunca Türkiye’nin  AB’ne girip girmemesi meselesi yoğun olarak tartışıldı. Başta ırkçı gerici partiler olmak üzere tüm burjuva partileri konuyu seçim malzemesi yaptılar. Ama referandum sonrasında yapılan kamuoyu yoklamaları, Türkiye konusunun seçmen tercihinde çok cüzi bir rol oynadığını ortaya koydu. Sizin bu konu hakkındaki gözlemleriniz nelerdir, değerlendirmeniz nedir?
– Türkiye konusunun insanların tercihlerinde çok marjinal bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Kampanya süreci, asıl konunun ne olduğunu ortaya çıkarma bakımından olumlu oldu. Halk, neoliberalizmin Fransız ve Avrupalı tüm versiyonlarına hayır demek için sandık başına gitti. Türkiye’nin AB’ne girme konusunu öne çıkarmak ve gerici önyargıları teşvik etmek için çabalayanlar, asıl meseleyi gizlemek için manevra yapanlar olarak algılandılar. Asıl mesele, Avrupa’nın ve Chirac hükümetlerinin neoliberal politikalarına karşı çıkmaktı. Bu hedeften sapma manasına gelen herşey, seçmen tarafından bir kenara atıldı.
Bize gelince, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi konusunda EMEP’in belirtmiş olduğu görüşleri değerlendirdik biz. Yani AB’ne girmenin, herşeyden önce Türkiye halkının çıkarına olmadığını açıklayan görüşü destekledik. EMEP’in bu konuda ileri sürmüş olduğu görüşler, yoldaşlarımızın burada neoliberal Avrupa anayasasına karşı yürüttüğü kampanyayı destekleyen, kolaylaştıran bir işlev gördü. Bizce Fransa’da “anayasaya hayır” için mücadele, Türkiye’de AB’nin gerici-emperyalist karakterini teşhir ederek mücadele eden yoldaşlara, ilericilere de bir destek anlamına gelmekteydi.
– Teşekkürler.

Avrupada Yeni Bir Hareketlenmenin Belirtileri

Fransa, tüm Avrupa’yı etkileyen hemen bütün büyük emekçi hareketlerinin kalkış ve odak noktasında bulunuyor.

Son iki ayda gündeme gelen gençlik hareketi ile birlikte yaşananlar, bu durumu bir kez daha doğruladı. İşçilerin ve diğer emekçi kesimlerin desteğini alan gençlik, tüm Avrupa gençliğinin özlemlerine tercüman oldu. Sorunlarını dile getirdi ve daha iyi bir gelecek için nasıl bir toplum arzuladığını aradı, taleplerini haykırdı.

Fransa ve Fransız gençliği, kendisinden bekleneni yaptı, ama aslında bu durum, sadece Fransa’ya özgü birşey olarak da görünmüyor. Avrupa’nın değişik ülkelerinde, ayrı zamanlarda, ayrı ayrı gündeme gelen veya bazen birçok ülkeyi içine alan hareketlere bakıldığında, belirli bir değişim yönünde kıpırdanmaların olduğu görülmektedir.

Durum şöyle özetlense yanlış olmaz:

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1970’li yılların sonuna kadar olan dönem, bir yeniden canlanma, nispi refah koşullarıydı ve Batı Avrupalı emekçiler, çalışma yaşamı ve sosyal-siyasal yaşamla ilgili temel haklarını bu dönemde kazandılar. Toplusözleşme düzeni, işgüvencesi, sosyal sigorta, emeklilik, haftalık ve senelik dinlenme hakkı, işyerlerinde sendikal ve nispeten siyasal örgütlenme vb. gibi temel önemdeki hakların hemen hepsi, ya bu dönemde kazanıldı veya pekiştirildi.

1970’lerin sonlarından başlayarak, ’90’larda zirvesine ulaşan ve bugünlere kadar uzanan süreç ise, sermayenin, yitirdiklerini adım adım geri alma dönemidir. Önce emekçi cephesini, kendi idealleri, kapasitesi, rolü hakkında şüpheye düşürmeyi hedefleyen ideolojik saldırı ile başladı iş. Bunu takip eden süreçler biliniyor, tekrarlamaya gerek yok.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılması ile zirvesine ulaşan ve ekonomik krizle de atbaşı giden bu saldırı döneminde, tüm ülkelere yaklaşık aynı reçeteler dayatıldı. Bu reçeteler, bazı ülkelerde nispeten kolayca ve sendikal ve siyasal alanda emekçileri temsil etme iddiasındaki güçlerin de işbirliğiyle hayata geçti. Beyni, bir önceki dönemde yaşanan kuvvetli saldırıyla bulandırılmış olan emekçi kitleler, pek ciddi bir direnme eğilimine girmeden, bir nevi kendi ölüm fermanlarının imzalanmasına sessiz kalmayı kabul ettiler.

REFORM YUTTURMACASI HER YERDE AYNI KOLAYLIKLA UYGULANAMADI

Fransa gibi başka bazı ülkelerde ise (ki bunların sayısı çok sınırlıdır), “reform” diye sunulan bu geriletici yasalar, o kadar kolayca gerçekleştirilemedi. Tüm süreç itibarıyla bakıldığında, tabii ki, sermayedarlar, burjuvazi esas amaçlarına ulaşmıştır. Ama her bir hak uğruna, kazanıldığı dönemde olduğu gibi, kaybedilirken de mücadele verilmiştir. Fransa’da, gaspedilen veya geriye itilen haklardan hiçbiri, rahatça ve kavgasız teslim edilmemiştir.

Burada detaylarına girmeye gerek yoktur, ama bunun, hem tarihsel ve hem de güncel pratik nedenleri vardır. Fransızların “genetik yapısındaki itirazcılık”la alakalı değildir, ama, önceki kuşakların kanları pahasına elde ettiklerini korumak ve geliştirmek, en azından kendine ve geçmişine saygı gereğidir. Ve böyle bir gelenek, emekçi sınıflar içinde oluşmuş, kök salmıştır. Tüm günahlarına ve işin bu şekle dönüşmesindeki küçümsenemez sorumluluğuna rağmen, sınıf içerisinde güçlü köklere sahip bir Komünist Partisi’nin varlığı, bu bakımdan son tahlilde olumlu bir rol oynamıştır. Ve mücadeleye atılan her yeni kuşağın, kendisine, eski kuşakların mücadele deneyimlerinden ilham kaynağı ve tarihsel, siyasal, örgütsel dayanak bulması, tesadüfi ve yabana atılacak bir durum değildir.

Dolayısıyla Fransa, mesela 1980’li yılların başında ABD ve Ingiltere’de, şimdiki saldırgan dalganın habercileri ve zemin hazırlayıcıları olan Reagan ve Thatcher gerici, intikamcı, savaşçı rüzgarları eserken; Mitterrand’ı işbaşına getirerek ve otuz sene aradan sonra ‘sol’u iktidara taşıyarak, farklı bir mesaj vermişti.

1990’larda zirvesine ulaşan “global karşı devrim dalgası”na, emperyalist küreselleşmeye karşı, ilk büyük çaplı kitlesel yanıt Fransa’dan gelmiş, 1995 sonbaharındaki işçi hareketi, öteki Avrupa halklarına ve hatta dünya emekçilerine örnek teşkil etmişti.

“Neoliberal Avrupa artık kuruldu, ona her bakımdan entegre olmak haricinde başka bir çare yoktur”denirken, ve bu fikrin genel bir kabul gördüğü iddia ediliyorken, Fransa bir başka yol izledi. “Biz neoliberal Avrupanızı istemiyoruz”diyerek, Avrupa Anayasası’nı reddeden ve sermayenin planlarına fren koyan, yine Fransa oldu.

Şimdi birçok karşı reformun en son gerçekleştirilebildiği ülke, yine Fransa oluyor. Fransa’da büyük sosyal, hatta siyasal çalkalanmalara yolaçan, sosyal sigorta, emeklilik, işsizlik, çalışma süresi vb. konulardaki “reformlar”, başka birçok ülkede “sessizce” gerçekleştirilebilmişti.

Sadece Fransız burjuvazisinin değil, Avrupa burjuvazisinin nefretini Fransa’ya yönelten şey, Fransız emekçilerinin bu çetin mücadeleci geleneğidir. Şimdi yine, Berlusconi’den Blair’e ve Merkel’e kadar, tekelci burjuvazinin tüm temsilcileri, Fransa’daki gençlik hareketine kin kusuyorlar. Alman sermayesinin has temsilcisi Angela Merkel, sadece emekçilere nefret kusmakla yetinmeyip, beceriksizliklerinden dolayı, yakında Almanya’da gündeme gelecek aynı içerikli uygulamaları riske sokan Fransız hükümetini de “kafasızlık”la suçladı. Berlusconi, Fransız hükümetini, sokağa teslim olup, korumacı, devletçi uygulamalara geri dönüşle ve dolayısıyla AB politikalarını çiğnemekle suçladı. (Bunları söylerken tabii, İtalyan enerji tekeli Enel’in, Fransız enerji tekeli Suez’i yutma planının, Fransız devletinin müdahalesi ile suya düşmesine öfkesini ifade ediyordu.)

Burjuvazi, son yirmi sene içerisinde, hedeflerinin birçoğuna kuşkusuz ulaşmış, kendince başarılı olmuştur. Ama işin renginin yavaş yavaş değişmekte olduğu da bir başka yadsınamaz gerçektir. Reagan’ın, Thatcher’in ve devamcılarının yalanlarına kanarak ayaklanmış olan Doğu Avrupalı emekçiler, şimdi, “biz ne yapmışız?” diye düşünmektedirler. Eski kuşaklar kandırıldıkları için pişmanlık içinde sefaletle boğuşurken, yeni kuşaklar mücadeleye atılıyorlar. Yarın, bunun çok daha ileri düzeyde gerçekleşmesi, en beklenen şeydir.

Batılılar da öyle. Bütün Avrupa ülkelerinde ve özellikle de Almanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde son yıllarda yaşananlar buna örnektir. Son aylarda bazı Avrupa ülkelerinde yaşanan bir dizi gelişme yakından incelendiğinde, genel bir hoşnutsuzluk ve yeni bir yönelim belirtisi oldukları görülecektir. Bunlara birkaç örnek verelim:

BİRKAÇ ÖNEMLİ VE ETKİ YARATAN ÖRNEK

· Anayasa referendumu:

Avrupa anayasasının, AB oluşumunun bugünü ve geleceği bakımından taşıdığı merkezi önem biliniyor. 1950’li yıllarda Kömür ve Çelik Birliği ve Roma Anlaşması ile temelleri atılan Avrupa Birliği projesinin, onca süreçten geçtikten sonra, bügün atması öngörülen adım; ortak bir anayasanın kabulü idi. Anayasa, sadece bağlayıcı ortak bir metnin ortaya çıkması bakımından değil, pratik güncel ihtiyaçlar bakımından da gerekli idi. Ortak bir başkan, bir dışişleri bakanı, ortak bir savunma ve dışişleri politikası, bu anayasa ile birlikte dereceli olarak mümkün hale gelecek, federal bir oluşumun ön adımları atılacaktı. Emperyalist bloklar arası çelişki ve sürtüşmelerin keskinleştiği ve herkesin karşılıklı olarak daha büyük çaplı çatışmalarda üstün taraf olmak için hazırlık yaptığı koşullarda, bu, tekeller (ve özellikle en büyükleri) için hayati önemde bir sorundu.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki işçi ve halk hareketinin mevcut seviyesine bakıldığında, herhangi bir engelin çıkması da beklenmiyordu. Hem, Avrupa fikri o kadar tek yönlü olarak işlenmiş ve beyinlere kazınmıştı ki, buna muhalefet etmek düşünülemezdi. Hem de, Avrupa’yı “modernleştirmek”, “reformdan geçirmek” adına, neoliberal politikalar o kadar dayatılmıştı ki, bunları birer doğa kanunu gibi çaresiz kabullenmek haricinde bir seçenek görünmemekteydi.

Fransız işçi ve emekçileri, işte Avrupa tekellerinin bu planlarını bozma başarısını gösterdiler. Onun coşkusuyla, Hollandalılar da aynı şeyi yapınca, anayasa kadük oldu. Tekeller planlarını yenilemek ve bazılarını ertelemek zorunda kaldılar.

Bu, Avrupa çapında az birşey değildi. Bu başarıyı elde etmiş olan Fransız işçi ve emekçilerine ise, yeni bir güç ve kendine güven geldi.

· Bolkestein Kararnamesi:

Avrupa anayasası içine de sindirilmiş olan bu kararnamenin içeriği ve hedefleri biliniyor. Hizmetlerin liberalizasyonu kararnamesi, iş piyasasının kuralsızlığa açılması, tekellerin tüm Avrupa çapında istedikleri gibi at koşturabilmelerinin yolunu açan öneridir. Buna göre, tekeller, işgücü fiyatının ucuz olduğu ülkelerden işçileri, işçilerin belirli hakları mücadeleyle kazandıkları öteki ülkelere serbestçe götürebilecek ve sınırsız bir sömürüye tabi tutabileceklerdir. İki hedef var: 1-) Milyonlarca ucuz, kalifiye ve genç işgücünü, yasal sınırlamalara takılmadan, kene gibi sömürme imkanı elde etmek. 2-) İleri kapitalist ülkelerde mücadeleyle kazanılmış hakları ortadan kaldırmak. İşçiler arasına rekabet sokmak, sınıf bilincini bulandırmak.

Uygulandığı takdirde, bundan faydalanacak tek kesimin, büyük tekeller ve burjuvazi olduğu biliniyor. İşçi haklarına bir saldırı, çalışma yasalarının çiğnenmesi, sendikal örgütlenmenin dağıtılması, kuralsızlığın kural olarak dayatılması anlamına geldiği, herkesçe biliniyor. AB Komisyonu’nun böylesine açık ve pervasız işçi düşmanlığı, tüm Avrupa ülkelerinde büyük tepki gördü. Referendumda “Hayır” oyu çıkması ile birlikte gündemden çekildiği zannedilirken, burjuvazi, birkaç ay sonra, yeniden işçilerin karşısına bu yasayla çıktı.

Avrupa çapında tek tek ve ortak gösteriler, eylemler düzenlendi. Strasbourg’da, kararnamenin Avrupa Parlamentosu’nda oylanacağı günlerde yapılan iki büyük gösteriye 70 bin kişi katıldı. Bunlardan birisi demokratik kitle örgütleri tarafından tertiplenirken, diğerinin çağrısı da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu tarafından yapılmıştı.

Sonuçta, Avrupa Parlamentosu, tahmin edildiği gibi, halkın, işçilerin sesine kulak asmadı, ama Bolkestein Kararnamesi’nin özünü oluşturan bazı düzenlemeleri işlevsiz kılacak değişikliklere gitmek zorunda kaldı. Burjuvazi, tabii ki hedefinden vazgeçmiş değildir, başka bir biçim ve ad altında, başka ince taktiklerle yine aynı şeyi yapmaya çalışacak ve belki de başarılı olacaktır. Ama, Yunanistan’dan Portekiz’e kadar, tüm Avrupa ülkelerindeki işçilerin ortak ve benzer bir tutum etrafında birleşmiş olmaları ve hatta delegasyonlarını göndererek, tek bir merkezde (Strasbourg’da) ortak tepki göstermeleri önemlidir. Şimdi kararnameyi işlevsizleştirip nispeten püskürtmüş olan bu ortak tutum, yarın daha ileri başarılara imza atabilir.

Dokerler:

“Liman direktifi” adını taşıyan önergenin içeriği şu idi: Limanlardaki yük boşaltma ve taşıma işlerinin gemideki personel tarafından da yapılabilmesine olanak tanımak.

Burada iki amaç var: 1-) Gemilerde zaten kölelik koşullarında çalışan ve ezici çoğunluğu işsizlik salgını ile boğuşan geri yoksul ülkelerden gelen emekçilere dayatılan çalışma koşullarını daha da kötüleştirmek, tam köle haline getirmek. 2-) Avrupa’nın belli başlı limanlarında çalışan, uzun bir geçmişe ve güçlü mücadeleci bir geleneğe sahip liman işçilerinden kesin olarak kurtulmak. Son yirmi yılda dalga dalga gelen saldırılarla sayısı iyice düşürülerek 55 bin’e inen dokerlerin ruhuna, adeta fatiha okunmak isteniyordu.

Avrupalı dokerlerin neden oldukları “yüksek maliyet yükü”nden şikayetçi olan armatörler ve onların hizmetindeki hükümetlerin arzu ettikleri bu değişiklik, daha önce de gündeme gelmiş ve yine mücadele sayesinde, Avrupa Parlamentosu tarafından, Kasım 2003’de reddedilmişti. Ama burjuvazi inatçı. Komisyon, işin peşini bırakmayıp, 2005 sonlarında yeniden gündeme getirdi.

Avrupa’nın birçok ülkesinde (Almanya, Belçika, İspanya, Yunanistan vb.) değişik eylemler yaparak muhalefetlerini dile getiren dokerler, 16 Ocak’ta Strasbourg’da bir araya geldiler. Avrupa’daki tüm dokerlerin %20’sinden fazlası Strasbourg’da toplandı. Polis ve çevik kuvvetlerle Strasbourg’da gün boyu çatıştılar ve tek bir talepleri vardı: “Direktif geri alınsın!” Avrupa Parlamentosu’nun, 2003’te aldığı kararı yinelemekten başka bir seçeneği yoktu, öyle yaptı.

Liman işçilerinin başarıyla sonuçlanan bu ortak eyleminin anlamı büyüktür ve uzun süreden beri, ilk defa, bu türden bir eylem başarıyla sonuçlanıyor. Yarın başka sektörlerde benzer saldırıyla yüzyüze kalan emekçilerin dönüp yararlanabilecekleri çok değerli bir mücadele tecrübesidir ve sınıfın kollektif hafızasına kaydedilmiştir artık.

Fransa’da CPE yasasına karşı eylemler:

CPE (İlk İş Sözleşmesi), “fırsat eşitliği yasası” adı altında hazırlanan genel bir projenin, gençlikle ilgili parçasıdır. “Fırsat eşitliği yasası” ise, bir süre önce Fransa’nın gettolarını saran isyan ateşine, sözde bir yanıt olarak gündeme getirilmişti. Burjuvazi ve hükümet, getto gençliğinin isyanından, bilinçli olarak yanlış sonuçlar çıkarmış ve fırsatçı “çözüm önerileri” ileri sürmekteydi. Gençlerin “iş istiyoruz” çığlığından hareketle ve fırsatı değerlendirerek, gençleri, ucuz ve istendiğinde gerekçesiz bir şekilde sokağa atılabilir işgücü olarak patronların insafına terkedecek bir düzenleme yapıldı. Bunun adına da CPE dendi.

CPE ne “yenilik” getiriyor?

* Okulda başarısız olan gençlerin 14 yaşından itibaren çalıştırılmaları mümkün olacak. (Halen yürürlükte olan mevcut yasal uygulamaya göre, 16 yaşından küçüklerin çalıştırılmaları yasaktır: Her çocuk, 16 yaşına kadar zorunlu eğitim görmelidir.)

* 16-25 yaş arası gençlerin, “serbest bölge” olarak adlandırılan yerlerde çalıştırılmaları.

* Çocukları suça bulaşan anne babalar da, aile ve çocuk yardımlarının kesilmesi yoluyla maddi bakımdan cezalandırılacaklar.

* İşyerine bir çırak almayı kabul eden işletmeye, çırak başına 2.200 euro destek verilecek.

* Kısaca “ZUS – Hassas Yerleşim Bölgesi” adı verilen gettolardan bir genci işe alan patrona, ayda 400 euro destek verilecek.

* 250’den az işçi çalıştıran ve Serbest Bölgede bulunan tüm işletmelere, sürekli vergi muafiyeti sağlanacak.

* 6 aydan beri işsiz olan 26 yaşın altındaki bir genci CNE veya CPE kontratı ile işe alan patrona, üç yıl boyunca tüm sosyal giderlerden muafiyet hakkı tanınacak.

Daha önce de CNE diye bir yasa hazırlanmış ve geniş muhalefete rağmen yürürlüğe konmuştu. 6 aylık deneme sonunda, patronların bu tür sözleşmeleri, işgüvencesini ortadan kaldırabilmek için istismar ettikleri birçok örnekte görüldü.

CNE ve CPE aslında aynı şey. Ancak CNE, toplam olarak 20’nin altında işçi çalıştıran küçük işletmeler (Fransa’daki işletmelerin % 96’sı) için geçerli olduğundan, çok büyük bir tepkiye neden olmamıştı. Şimdi ise, hem büyük tekellere aynı imkan veriliyor, hem de özel olarak gençler hedefleniyor.

CPE meselesinde şimdi gelinen yere bakıldığında, bunun, bundan sonra yürütülecek dizginsiz saldırılar için dönüm noktası olacağı söylenebilir. J. Chirac, 2002 yılında, aşırı sağcı, ırkçı-faşizan lider Le Pen ile yarışıp, “sol”un da oylarını alarak, %82 oyla cumhurbaşkanı olduktan sonra, bu görev dönemindeki önceliklerini açık ve net olarak sıralamıştı: Emeklilik, sosyal sigorta, eğitim reformları ve iş kanununun çağdaşlaştırılması!!

2002’den bu yana, emekçiler, sahip oldukları şu hakları kaybettiler:

* Emekli olabilmek için, geçmişte 37.5 sene prim ödemiş olmak yetmekteydi. Yeni yasaya göre, bu süre 40’a çıkarıldı ve kademeli olarak 42’ye kadar çıkarılacak.

* Sosyal Sigorta açıklarının yükü, vergiler yoluyla emekçilere bindirildi. Tekellerin biriken prim borçları affedildi. Sosyal sigortanın yanısıra, özel sigorta şirketlerinin kurulmasının yolu açıldı. Sosyal sigorta açıkları bahane edilerek, yoğun ideolojik saldırıya girişildi.

* “Eğitim reformu”, emekçi çocuklarını gettolara hapsederek kaliteli eğitimden mahrum bırakmayı hedeflerken, üst gelir gruplarının çocuklarını yarınki devleti ve toplumu yönetecek kişiler olarak yetiştirmeyi planlamaktadır. Eğitim emekçilerinin ve öğrencilerin, mücadelesiyle bir miktar geriletilse ve değişikliğe uğratılsa da, “reform” yapılmış oldu.

* İş kanunu: İşe, öncelikle, çalışma süresi ile başlandı. Bir önceki hükümet zamanında çıkarılmış olan “35 saat yasası” işlevsiz kılındı. Bazı durumlarda, işyerlerini kapatma tehditlerine başvurularak, çalışma süresinin resmen arttırılması yoluna gidilirken, hükümet kararıyla senede 180 saat fazla mesai yapılabileceği karara bağlanarak, fiiliyatta çalışma süresi yeniden 38 saate çıkarılmış oldu.

Grev hakkına yönelik olarak, hükümet ve medya tarafından özel ideolojik bir saldırı yürütüldü. Özellikle demiryolları ve şehir içi ulaşımda “asgari zorunlu hizmet” düzenlemesine gidilerek, grevin içi boşaltıldı, etkisiz bir araca dönüştürülmesinin yolu açıldı.

CNE ve CPE yasaları ile de, şimdi, iş güvencesine ve belirli kurallar getiren iş sözleşmesine saldırılmış oluyor.

Bu konuların hiçbirinde sessizce ve mücadelesiz adımlar atılamadı. Ve kanunlar, burjuvazinin arzuladığı, hükümetin formüle ettiği gibi çıkmadı. Her seferinde, şu veya bu ölçüde püskürtülerek değişikliğe uğratıldı.

Ama bu CPE meselesi, Chirac’ın görev döneminde önüne koyduğu ana hedeflerin sonuncusu oluyor. (Şamar oğlanı haline getirilen ve seçimlere kısa bir süre kala seçim malzemesi olarak gündeme getirilmesi beklenen yabancılar ve göç konusunu saymazsak..) Burada kazanılacak bir başarı, yarın, Chirac’ın yerine geçecek kişi, Villepin, Sarkozy veya Juppe’den hangisi olursa olsun; sermaye hükümetleri için avantajlı bir durumun doğması, emekçi cephesindeki direniş eğiliminin büyük bir darbe yemesi demektir.

Fransız emekçi cephesindeki direnişin böyle bir darbe yemesi, tüm Avrupa burjuvazilerinin ortak istek ve özlemidir. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaktan geri durmayacakları açıktır.

“SINIF MÜCADELESİDİR BU”

Yukarıda verdiğimiz bu birkaç örneğe, Almanya’da son aylarda yaşanan önemli işçi ve gençlik eylemlerini, kamu sektöründeki grevleri, Yunanistan’da hayatı felce uğratan grevleri ve genel grevleri, İtalya, İngiltere, Portekiz gibi ülkelerdeki işçi eylemlerini eklersek, tablo daha iyi anlaşılır.

Almanya gibi bir ülkede, “Sol Parti” gibi bir partinin parlamentoya bilinen güçle girmesi ve ana muhalefet partisi konumuna gelmesi önemli bir gelişmedir. Bu partinin liderlerinden Oscar Lafontaine’nin “Marx doğrulandı, bugün yaşanan sınıf mücadelesidir ve ben de bu mücadelede kendi tarafımı tutuyorum” şeklindeki sözleri, ileride yaşanacaklara işaret etmesi bakımından uyarıcıdır.

Şimdi İtalya’da, gelecek sene de Fransa’da seçimler var. Bu ülkelerde de ibrenin “sol”a doğru döneceği şimdiden görülüyor.

Avrupa’da, bir süredir yaşanmakta olan nispi ekonomik istikrar ve küçük de olsa ekonomik büyüme eğiliminin, kime yaradığı sorgulanmaktadır bugün. Kriz zamanında veya kriz korkuluğunun daha çok sallandığı dönemde fedakarlığa zorlanıp tepesine vurulan işçi sınıfı ve emekçiler ve hepsinden de önemlisi emekçi gençlik; bugün büyümeden ve yaratılan zenginliklerden pay talep etmektedir.

Fransa’da gençlik eylemlerinin en alevlendiği günlerde, borsadaki en büyük şirketlerin (CAC 40 tekelleri) ciro ve kârlarıyla ilgili rakamlar yayınlandı. Tekellerin altın dönemlerinden birini yaşadıkları ve kârlarını katladıkları, resmi rakamlarla belgelendi. Listede yer alan 39 büyük tekelin, kârlarını bir önceki seneye göre %30 oranında arttırarak, 84 milyar euroya çıkardıkları açıklandı. İşçileri ve genç işçileri arzu ettikleri koşullarda sömürüp, istedikleri anda da sokağa atma hakkını talep edenler de bunlar.

Almanya’da Deutsche Bank (“yılın bankası”), geçen sene 6.4 milyar euro kâr elde etmiş. Net kâr, bir önceki seneye göre %50 daha fazla, yani 3.78 milyar. Ama birçok eyalette greve giden kamu sektörü emekçilerine verilen cevap ise, “para yok” olmuştu. İşçilere 38.5 saat yerine 40 saat çalıştırılma, ücretlerin dondurulması ve işten atılmayı dayatanlar da bunlar.

Mesele son derece açık ve net. Batı toplumları ve genel olarak dünya, her zamankinden daha fazla zenginlik üretiyor. Üretim araçlarının mülkiyetine ve devletin yönetimine sahip olanlar, emekçileri yeniden on yıllarca geriye götürmek, bir dönem elde ettiklerini burunlarından getirmek istiyorlar.

Bunun imkansız bir hülya olduğu bellidir. Avrupa’daki gelişme ve kıpırdanmalar da sadece buna işarettir. Durumun ne kadar normale dönebileceğini belirleyecek olan da, tabii ki, herşeyden önce, güç ilişkileridir.

anayasa ve kurucu meclis tartışmaları

Yeni Anayasa tartışmaları sırasında gündeme sık sık gelen konulardan biri de, “kurucu meclis” meselesidir. AKP hükümetinin yeni bir anayasa ortaya çıkarma bakımından yaklaşımlarını, yöntemini ve fikirlerini tehlikeli bulan bazı muhalifler, mevcut hükümetin anayasayı değiştirme ve yeni anayasa yapma yetkisinin bulunmadığını iddia ettiler. Yeni bir anayasanın ancak, bu amaçla oluşturulacak bir Kurucu Meclis tarafından hazırlanabileceğini ileri sürdüler. Bunu iddia edenler arasında, boş yere kavga çıkarmak dışında bir maksadı bulunmayan ana muhalefet lideri Deniz Baykal gibiler bulunduğu gibi, otorite sayılan hukukçular da var.

Bizim bu yazıdaki maksadımız ise, şu veya bu yolun doğruluğuna dair hukuki gerekçeler bulmak ve öne sürmek değildir. Mademki, yeni bir anayasa meydana çıkarmak üzere bir “Kurucu Meclis”in oluşturulması fikri ortaya atılmıştır; öyleyse bunun günümüzdeki örneklerine bakmak faydalı olacaktır.

Son yıllarda önemli gelişmelere sahne olan üç Latin Amerika ülkesinde kurucu meclis tartışması gündeme geldi ve kurucu meclis süreçlerinden geçildi. Bu ülkeler, on yıllardır Latin Amerika’yı yağmalayıp baskı altında tutan emperyalizme ve yerli oligarşik yönetimlere karşı, ilerici demokratik hükümetlerin işbaşına geldiği Venezüella, Bolivya ve Ekvador. Emperyalizmin çıkarlarını sınırlayan, halk yararına önlemler içeren, temel demokratik özgürlükleri asgari düzeyde garantiye alan yeni anayasalar, (ya da anayasa girişimleri) bu üç ülkede de, beklendiği üzere, gericiliğin kuvvetli bir direnişi ile karşı karşıya kaldılar.

Bolivya ve özellikle de Venezüella örnekleri, ülkemizde yakından takip ediliyor ve hemen hemen iyi biliniyor. Biz, şu anda bu süreci yaşamakta olan ve daha az bilinen Ekvador örneği üzerinde durmak istiyoruz.

Latin Amerika’nın Pasifik kıyısındaki küçük ülkesi Ekvador’da yaşananlar, birçok bakımdan olumlu bir örnek teşkil etmektedir. Zira Ekvador’da da anayasanın değiştirilmesi konusu gündeme gelmiş ve bu amaçla oluşturulan Kurucu Meclis bir süreden beri göreve başlamış bulunuyor.

Kurucu Meclis, toplam 130 temsilciden oluşuyor. Bunların 100’ü bölgelerden seçildi (Ekvador 22 bölgeden oluşuyor). Her bir bölge, nüfusuna uygun bir sayıyla temsil ediliyor. 24 temsilci, ulusal düzeyde seçildi. 6 tanesi ise, ülke dışında yaşayan Ekvadorluları temsilen seçildiler. Eylül ayı sonunda yapılan kurucu meclis seçimlerinde seçilen temsilciler, 3 Aralık’ta bir araya gelerek meclis çalışmalarını başlattılar. Yeni anayasanın hazırlanması ve devlet kurumlarının yenilenmesinden sorumlu meclis, iç tüzüğün onaylanmasının ardından 10 tane çalışma komisyonu kurdu. 13 üyeye sahip her komisyon, kalkınma, temel haklar, bölgesel yapılanma, çalışma ve üretim ile yasama modeli başlıklarında çalışma yürütecekler. Tam yetkiye sahip olan meclis, ilk oturumunda Devlet Başkanı Rafael Correa’nın görevini onayladı ve Ulusal Kongre’nin faaliyetlerini belirsiz bir süre için askıya aldı.

Kurucu Meclis çalışmalarının önümüzdeki Mayıs ayına kadar sonuçlanması bekleniyor. Ardından, ortaya çıkan metin halkoyuna sunulacak ve Ekvador, 2008 yılı sonundan önce, belki de bu ülke için yeni ufuklar açacak yepyeni bir anayasaya sahip olmuş olacak.

2006 yılı Kasım ayında yapılan seçimler sonucunda % 56,8 oy toplayarak işbaşına gelen Rafael Correa, anayasayı değiştirmek üzere bir Kurucu Meclis toplanmasını önereceğini önceden ilan etmişti.

Seçimlerde, mültimilyarder muz kralı Noboa’nın arkasında blok kuran burjuvazi ve geleneksel burjuva partileri, Kurucu Meclis fikrine karşı çıktıkları gibi, bu doğrultuda bir referandum yapılmasını da engellemeye çalıştılar. Ama başarılı olamadılar. Burjuva partilerinin bu başarısızlığını ve referandumda ortaya çıkan ezici çoğunluğu anlayabilmek için, Ekvador’un son on yılda yaşadığı çalkantılı süreci çok kısaca özetlemekte fayda var.

 

SON ON YILDA DÖRT HÜKÜMET DEVİREN HALK HAREKETİ

1996 yılında popülist aday Abdalah Buccaram devlet başkanı seçildi. Kısa bir süre sonra halk tarafından “deli Abdalah!” olarak adlandırılmaya başlanan bu ilginç politikacı, seçimlerden önce tüm kesimleri tatmin etmeye dönük vaatlerde bulunduğu halde, işbaşına gelir gelmez IMF programını uygulamaya başladı. Halk ve işçiler IMF programını reddettiler ve genel greve giriştiler. Hareketi orduya ezdirme girişimleri başarılı olmayınca, Abdalah Buccaram ülkeyi terk edip kaçmak zorunda kaldı.

Kısa bir geçiş döneminden sonra devlet başkanlığına seçilen Jamil Mahuad da aynı gerici politikayı devam ettirmek istedi. 2000 yılı Ocak ayında ülke ekonomisini dolara bağlama (dolarizasyon) kararı aldığında, bu, çok büyük bir halk tepkisiyle karşılandı. Ayaklanan halkın oluşturduğu “Halklar parlamentosu”, ordu alt tabakasından bir miktar subayın da desteğini alarak Mahuad yönetimini devirdi. Mahuad da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. “Halk parlamentosu” bir kaç gün boyunca “iktidar”da kaldı. Ancak hareket daha ileri gidemeyerek, burjuva parlamentarizminin sınırları içerisinde eritildi, geriletildi. İsyancı subaylar yargılandılar.

Ama yine de, bunlardan birisi olan Lucio Gutierrez, iki sene sonra yapılan seçimlerde çoğunluğu elde ederek devlet başkanı oldu. Halkın taleplerini dile getiren Gutierrez’e, işçi ve köylü örgütleri, yoksul yerli halk destek verdi. Fakat Gutierrez de çok geçmeden, kendinden öncekiler gibi, emperyalizmin diktalarını, IMF programını uygulamaya ve rüşvetçilik batağına batmaya başlayınca, halkın tepkisini çekti. Nisan 2005’te gerçekleşen halk mücadelesi ve kitle hareketleri neticesinde yönetimi terk etmek zorunda kaldı.

Alfredo Palacio öncülüğünde kurulan geçici hükümet de bir süre sonra Amerika Birleşik Devletleri ile Serbest Ticaret Anlaşması (TLC) imzalamaya kalkışınca, hem kendi içerisinde çatırdadı, hem de kitle hareketleriyle karşılandı. Palacio hükümetinde Ekonomi Bakanı olarak yer alan Rafael Correa görevinden istifa etti ve bir süre sonra da Devlet başkanlığına adaylığını açıkladı. Correa, Kasım 2006’da oyların % 56,8’ini alarak Devlet Başkanlığı koltuğuna oturdu.

Yani 10 yıllık bir süre içerisinde Ekvador emekçi halkı, yerli köylüler ve gençliği, tam 4 hükümet düşürdü ve emperyalizmin ekonomik, askeri diktalarını kabul etmediğini ortaya koydu. Kır ve şehrin emekçi sınıfları (işçiler, köylüler, yerli halk, memurlar, gecekondu halkı, eğitimciler, işsizler, işportacılar vb.) giriştikleri kitlesel hareketlerle, neoliberal ve emperyalizm işbirlikçisi hükümetleri devirmiş, gerici ve yozlaşmış parlamentodan umudu keserek, geleneksel oligarşik seçim partilerini elinin tersiyle itmiştir. Bu uygun koşullarda, halkın isteklerine tercüman olabildiği için seçilen Rafael Correa’nın programında ise, şunlar yer alıyordu: ABD ile “Serbest Ticaret Anlaşması”nı imzalamamak, Kolombiya sınırındaki ABD askeri üssü Manta’yı sökmek, Kurucu Meclis için referanduma gitmek, anayasayı ve “200 ailenin egemenliğine dayanan oligarşik siyasal yapıyı” değiştirmek…

 

R. CORREA’NIN HALKÇI DEMOKRATİK PROGRAMI

2006 yılı sonbaharında yapılan seçimlerin sonuçları, on yıllardır uygulanan işbirlikçi yıkım politikalarının sorumlularına bir yanıt ve halk yanlısı vaatlerde bulunana da umutla bağlanmayı ifade etmekteydi. Salt politik temsil bakımından değil, sınıfsal ve fiziki bakımdan da oligarşinin temsilcisi olan muz plantasyonları sahibi Alvaro Noboa’nın karşısına çıkan halkçı demokrat aday Rafael Correa, önemli miktarda oy alarak işbaşına geldi. Correa, Ocak 2007’de görevi devralır almaz hemen, bir “çağ değişimi”nden söz etmeye başladı. Devlet kurumlarının yeniden yapılandırılacağını, yeni bir anayasa oluşturmak üzere bir kurucu meclisin kurulacağını, ülkeyi kemiren yozlaşma ve rüşvete savaş açılacağını, ekonomide ulusal çıkarları öne alan bir politika uygulanacağını, ABD ile “Serbest Ticaret Anlaşması”nın imzalanmayacağını, borçların yeniden gözden geçirileceğini, petrol sözleşmelerinin inceleneceğini, sağlık, eğitim ve diğer sosyal alanlarda halk yararını gözeten bir politikanın yürürlüğe sokulacağını, “Bolivarcı” bir yaklaşımla ulusal ve bölgesel egemenliğin korunmasında titizlik gösterileceğini, ABD ile askeri üs anlaşmasının yenilenmeyeceğini ve komşu Kolombiya’ya yönelik ABD planlarının bir parçası olunmayacağını ilan etti.

Kuşkusuz Correa’nın programı, ekonominin millileştirilmesini, toprağın ve üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçirilmesini, ülkenin örgütlü işçiler ve köylüler tarafından demokratik bir tarzda idare edilmesini öngören sosyalist bir program değildir. Ama ona rağmen, halk desteğiyle ilerici reformlar gerçekleştirme programı bile, gericilik için bir tehdit olarak algılandı. Programına sadık kaldığı oranda, kapitalist patronların, büyük toprak sahiplerinin, bankerlerin ve muz plantasyonu sahiplerinin saldırı ve komplolarına maruz kalmaya başladı ve ileride de bu durumun sertleşerek süreceği kesindir.

Nitekim Anayasa’nın yenilenmesi için bir kurucu meclisin oluşturulması doğrultusunda ilk adımlar atıldığında hemen direnişle karşılaşıldı. Parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduran geleneksel düzen partileri, kurucu meclis fikrine şiddetle karşı çıktılar. Ancak, parlamento içerisindeki değişik gruplarla girişilen taktik ittifaklar, sokak hareketiyle de birleşince, Ekvador Kongresi, 13 Şubat 2007 tarihinde referandum kararı almak zorunda kaldı ve tarihini 15 Nisan olarak belirledi.

15 Nisan 2007 tarihinde yapılan referanduma katılanların % 81,7’si (5 milyon 300 bin kişi) evet, % 12,4’ü ise (824 bin kişi) hayır oyu kullandı. 22 bölgeden sadece 3’ünde “evet” oyları %80’in altında kaldı. Hâlbuki geleneksel sağ ve “sol” burjuva partilerinin hepsi de “hayır” oyu verilmesi çağrısında bulunmuşlardı.

Bu arada, R. Correa, referandum sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra yaptığı açıklamada, IMF’nin borçlarını ödeyip bu kurumla tüm ilişkileri keseceklerini söyledi ve Dünya Bankası temsilcilerini de ülkeden kovma kararı aldıklarını açıkladı. Bu kararlar, on yıllardır IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kurumların sömürü kıskacındaki emekçi halk tarafından coşkuyla karşılandı.

Kurucu Meclis üyelerini belirleyecek seçimin kampanyası, işte bu koşullarda ve canlı bir ortamda yürütüldü. Gericiler kurucu meclis seçimlerine, yabancı sermayenin çıkarlarını koruyan, neoliberalizm uygulamalarını meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramayan mevcut aygıtları devam ettirmek, ülke ve halk yararına hiçbir değişikliğin yaşanmaması için katıldılar. Devrimciler de kurucu meclis için aday oldular. “Ülkenin tam bağımsızlığını garantiye alan, oligarşinin bölme çabalarına karşı üniter yapıyı savunan, stratejik doğal kaynakların devlet denetiminde çıkarılması ve işletilmesini garantiye alan, üretken ve dayanışmacı bir ekonomik kalkınma öngören, emekçilerin iş, yeterli bir gelir, sendikal ve politik örgütlenme gibi demokratik ve politik haklarını garantiye alan, yolsuzluk çarkını kıran vb.” (PCMLE ve MPD’nin seçim bildirgesinden) maddeleri içeren yeni bir anayasanın oluşturulması için kampanya yürüttüler.

Seçim, 30 Eylül 2007 tarihinde gerçekleştirildi. Başkan Rafael Correa’nın liderliğini yaptığı “Ülke İttifakı Hareketi”, toplam 130 sandalyeden 80’ini kazanarak mutlak çoğunluğu sağladı. Ve Kurucu Meclis, çalışmalarına 3 Aralık 2007 tarihinde başladı. İlk toplantı tarihinden itibaren yaklaşık 6 ile 8 ay içerisinde tartışmaların sonuçlandırılıp, metnin yazılması bekleniyor. Ondan sonra, mevcut parlamento ve kurumların kadroları değişecek, yeni seçimler düzenlenecektir. Başkan Correa’nın deyimiyle “tüm kurumlar yeniden bir meşruiyet sınavından geçecekler”.

Evet, dikkatle izlendiğinde görülecektir ki, Latin Amerika’da politik ve toplumsal güç ilişkilerinde önemli değişimler yaşanıyor ve ortaya çıkan yeni durum, ilerici devrimci politikaların hayat bulması için elverişli bir ortam yaratıyor. Birçok ülkede emperyalistler ve burjuva fraksiyonları, egemenlik planlarını zora sokacak derecede önemli darbeler aldılar. Ekvador’da da benzer gelişmeler yaşandı. Son dönemde gerçekleşen seçimler (başkanlık seçimleri, referandum, kurucu meclis seçimleri), sağcı gerici güçlerin yenilgisiyle sonuçlandı. Özellikle de, seçmenlerin ezici çoğunluğunun desteğini alan ve yenilenme, değişim isteğini dışa vuran referandum sonuçları, büyük bir anlam ifade etmekteydi. Bu süreç, sonbaharda yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde de derinleşerek devam etti. İlerici demokratik güçler ezici bir çoğunluk elde ederek, halkçı bir anayasanın hazırlanabilmesine imkân yaratmış oldular.

 

KURUCU MECLİS HER DERDİN DEVASI DEĞİL AMA MUTLAKA DARBE ÜRÜNÜ OLMAK ZORUNDA DA DEĞİLDİR

Tabi ki Kurucu Meclis, kendi başına ülkenin kaderini değiştirebilecek, sihirli bir değnek değildir. İşlevini doğru bir yolda yerine getirebilmesi, esas olarak kuruluş amacına, bileşimine ve emekçi kitlelerin hareketiyle ilişkisine bağlıdır, mensuplarının kimin, hangi sınıfın çıkarlarını savunduklarıyla alakalıdır. Ayrıca, sadece politik önlemler almak, iyi kanunlar çıkarmak yetmez. Kapitalizmin, oligarşinin ekonomik çıkarlarına darbe vuracak, hortumlarını kesecek adımlar da gereklidir. Kuşkusuz olabilir en ileri bir anayasa metni çıkarmak hedeflenecektir ama işçi ve emekçi kitlelerin temel sorunlarının kapitalizm sınırları içerisinde kalınarak esaslı bir tarzda çözülemeyeceği de akıldan çıkarılmamalıdır.

Yeniden Türkiye’deki anayasa ve kurucu meclis tartışmalarına dönecek olursak; bu konularda çokça şey söyleniyor ama bu söylenenler insanları doğru bilgilendirmek ve yönlendirmekten ziyade, yanıltmaya hizmet ediyor. Kurucu meclis talebi, mevcut statükonun savunucuları tarafından olmayacak bir hülya gibi yansıtılırken, hükümet ve yandaşları tarafından ise, darbe istemekle eşdeğer gösterilmeye çalışılıyor. Halkı bu konularda bilerek yanıltanlar kervanına, AKP’nin hazırladığı anayasa taslağının başyazarı Prof. Ergun Özbudun da katıldı. Özbudun, “Anayasanın hiçbir yerinde, yeni anayasaların, normal meclisler tarafından yapılamayacağını anlatan bir hüküm yok. Kurucu meclisler, savaş, ihtilal gibi gelişmelerden sonra oluşur. Zaten normal meclis devam ederken kurucu meclisin oluşturulması da mümkün değil. Bunun örneğini dünya üzerinde görmedik. Kaldı ki şu anda kurucu meclis oluşturmak, anayasaya da aykırı olur” diyor.

Özbudun doğruları söylemiyor ve amacının, (daha doğrusu kendisine bu metni yazma siparişi verenlerin amacının) yeni bir toplum sözleşmesi yapmak değil, çeşitli düzenlemelerle yetinmek olduğu anlaşılıyor. Bir kere kurucu meclis, öyle her yerde ve her gün tartışılan ve gündeme gelen bir basit mesele değildir. Bugün dünyanın zaten sadece birkaç ülkesinde tartışma gündemindedir. Ve bunlardan biri de Ekvador’dur. Gördüğümüz gibi, Ekvador’da Özbudun’un tam da “örneğini dünya üzerinde görmedik” dediği şey gerçekleşmektedir. Yani “normal meclis” devam ediyorken, kurucu meclis kurulmuş ve görevine başlamıştır. “Normal meclis”in çalışması, belirsiz bir süre için durdurulmuştur. Orada da, “normal meclise” kapaklanmış olan gericiler, bu sürece engel olmak istemişler ve koltuklarını kolayca terk etmemişlerdir. Ama on binlerce emekçi meclis kapısına dayanınca, kurucu meclis kararını almaktan başka bir seçenekleri kalmamıştır.

Zaten Türkiye’de burjuva gerici cephenin bildiğimiz denli pervasız davranabilmesinin esas nedeni, Ekvador’dakine benzer bir halk baskısını enselerinde hissetmemelerindendir. Kurucu meclis olsun ya da olmasın, ezilen emekçi kitlelerin temel hak ve özgürlüklerini garantiye alan, ülkenin bağımsızlığını savunan, eşit ve demokratik bir temelde bütünlüğünü sağlayacak bir anayasa, geniş halk kitlelerinin isteği, baskısı ve katılımı olmadan zaten imkânsızdır.

Kayıkçı dövüşüne dönüşen siyasal sürtüşmelerin, anayasa meselesini türban tartışmaları ile sınırlayan seviyesizliğin, gerici dincilere karşı çıkacağım diye işi darbe anayasası bekçiliğine kadar vardırma ahmaklığının gerisinde de esas olarak bu durum vardır. Emekçiler, kendilerinin ve ülkenin kaderi ile ilgili meselelere daha çok ilgi gösterdiklerinde, burjuva partileri üzerinde örgütlü bir basınç oluşturduklarında, bir adım daha ilerleyip kendi geleceklerine dair konularda söz söyleme ve karar alma hakkını elde ettiklerinde, anayasa metni de, halkın özlemlerine uygun bir yeni yapılanmayı içermemezlik edemez!

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑